Âl-i İmran Suresi
İkiyüz âyettir ve Medinede nazil olmuştur. "Âl-i İmran" "İmran
ailesi" demektir. İmran, Hz. Musanın babasının adıdır. Hz. Merye-min
babasının adı da İmran'dır.
İmran ailesi, içinden
Peygamberlerin çıktığı mübarek bir ailedir. Bu Surede İmrandan, Hz. Meryemden,
Zekeriyya aleyhisselamdaıı ve Hz. Meryemin Hz. İsayı babasız olarak dünyaya
getimıesinden bahsedilmiş ve muhtemelen bu ailenin ismine izafeten bu Sureye
"Âl-i İmran" adı verilmiştir.
Bu Surenin ilk seksen
küsur âyetinin, Necran Ilıristiyanlanndan bir heyetin, Medeniye gelişleri
sırasında nazil olduğu rivayet edilmektedir. Yemende bulunan Necran
Hıristiyanlarından bir heyet Medineye gelmiş, Resulullah (s.a.v.) ile dini
konularda görüşmüşler yapmışlar ve Hz. İsa hakkında tanışmak istemişlerdir.
Konuşmaların sonunda, kendilerine teklif edilen İslam dinini kabul etmemişler
fakat İslamın hakimiyetini kabul etmek zorunda kalarak, verecekleri Cizyeyi
toplamak üzere tayin edilen Ebu Ubeyde b. Cerrah ile birlikte memleketlerine
dönmüşlerdir.
Sure-i Celilede,
Hıristiyanların, Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkındaki yakışıksız isnatları ve
sapık inançları reddedilmekte, Hz. İsanın, babasız olarak dün-yay gelişi ve bu
olayın, Hz. Âdemin yaratılışında olduğu gibi bir mucize olduğu, Allahın,
dilemesi halinde bunlara benzer mucizeleri her zaman yaratabileceği ve Allah
tealanın, Hz. İsayı kentti katma yükselttiği beyan edilmektedir.
Sure-i Celilede,
Yahudi ve Hıristiyanların yani, bütün ehl-i Kitabın, İslama karşı çıkışları,
inançları saptırma ve Müslümanları dinlerinde bocalatma gayret ve çalışmaları
açıklanmaktadır.
Mekke döneminde
Müslümanlar açıkça hakaret ve işkenceye uğruyor, eziyete maruz kalıyorlardı.
Ancak Medineye hicret edip orada teşkilatlanarak kuvvet bulmalarından sonra bu
dönem kapandı. Fakat İslam düşmanları bu sefer de, Müslümanların inançlarım
saptımıak ve zihinlerini bulandırmak için psikolojik savaşa başladılar.
Özellikle ehl-i Kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam dinine saldıraya
geçtiler. İşte onların bu menfur çalışmaları Süren Celilede şöyle
anlatılmaktadır.
"Kitap ehlinden
bircemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak
kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.[1]
"Ey kitap ehli,
gözünüz gördüğü halde Allahın âyetlerini niçin inkâr edi-yorsunuz. [2]
"Ey kitap ehli,
için hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsa-nuz? [3]
"Kitap ehlinden
bir cemaat şöyle dedi: "îman edenlere indirilene günün başlangıcından iman
edin, sonunda inkâr edin. Belki dinlerinden dönerler[4]
"Onlardan bir
cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini, kitaptan sahasınız diye
kitabı dilleriyle eğip bükerler "Bu, Allah katındandir." derler
Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Ailaha karşı yalan söylerler[5]
"De ki; "Ey
kitap ehli, niçin imân edeni Allahın yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna
şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir. [6]
Kitap ehlinin ve diğer
İslam düşmanlarının, Müslümanların inançlarını bozmayı hedef alan çalışmaları
karşısında, Müslümanların, hak yolda sebat etmeleri gerektiğini emreden ve
Allahın, inananlara yardım edeceğini beyan eden âyetlerde ise şöyle
buyurulmaktadır:
"Ey Muhammed,
inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve toplatılıp cehenneme
sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir. [7]
"Şüphesiz ki
Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, aralarındaki ihtiras
yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim Allahın
âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. [8]
"Müminler,
müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan
bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız ha-li müstesnadır.
Allah, sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allandır[9]
"Ey iman edenler,
Allahtan korkun ve ancak Müslüman olarak Ölün.
[10]
"Hep birlikte
Allahın ipine sıkmışı sanlın ve sakın ayrılğa düşmeyin. Allahın, üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz. Allah, kalblerinizi
birbirine ısındırıp kaynaştırdı da, onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir
ateş çukurunun kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah,
âyetlerini size-böyle açıklıyor ki hidayete eresiniz." [11]
"Onlar, eziyetten
başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları zaman arkalarını dönüp
kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. [12]
"Size bir iyilik
dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna
sevinirler. Eğer sabreder, Allahtan korkarsanız, onların hileleri size hiçbir
zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır. [13]
Surei-i Celilede Uhut
savaşına da işaret buyuruluyor. Unut savaşı, başlaması, cereyan ediş tarzı,
sonucu ve bu sebeple inen hükmler ve tavsiyeler ile, ibret ve hikmetlerle dolu
dehşetli bir olaydır. Bu olaya Surede: "Ey Muhammed, sabahleyin erkenden,
ailenin yanından ayrılıp, müminleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla.
Allah, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir. [14]
âyet-i Keri-mesiyle işaret ediliyor. Ve daha sonra Bedir savaşı hatırlatılıyor.
Orada müminlerin, Allah tarafından gördükleri yardım beyan ediliyor.
Bundan sonra Cenab-ı
Hakkın yüceliğine işaret eden âyât-ı kevniyyata, kâinat düzenindeki eşsiz
âhenge dikkatler çekiliyor ve buyuruluyor ki:
"Göklerin ve
yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için
şüphesiz deliller vardır. [15]
"Onlar, ayakta
iken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allahı zikrederler. Göklerin ve yerin
yaratılışını düşünürler. Ve şöyle derler: "Rabbimiz, sen bunu boşa
yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi, cehennem ateşinden koru. [16]
Gerçek dinin İslam
olduğu büyük hakikati Sure-i Celilede tekrarlanarak
Duyuruluyor ki:
"Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, sadece
aralarındaki ihtiras yüzünden, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa
düştüler. Kim, allahın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok
çabuk görendir. [17]
"Eğer seninle mücadele
ederlerse de ki: "Ben Allaha yöneldim. Bana tâbi olanlar da. Kendilerine
kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oklunuz mu?
Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüzceviririerse sana
düşen sadece tebliğidir. Allah, kullarını çok iyi görür. [18]
Müminlerin,
başkalarını dost edinmemeleri hususunda da şöyle buyuruluyor:
"Müminler,
müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan
bekleyeceği hiçbirşey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah
sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allahıdir. [19]
Sure-i Celile, inanç
mücadelesi, meydan muharebesi ve benzeri olayları dile getiriyor. Kitap ehli ve
diğer İslam düşmanlarının yaptıklarını beyan ederek İslam tarihindeki en
hareketli bir dönemi gözler önüne seriyor.
Rahman ve Rahim olan
Allahın adıyla[20]
1- Elif,
Lâm, Mim.
Mukatta'a harflerinin
açıklaması Bakara suresinin başında geçmiştir. Bu açıklamalar için oraya
bakınız. [21]
2- Allah,
kendisinden başka ilah olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup
idare edendir.
Hakkıyla ibadet
edilmeye layık olan ancak Allahtır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan
hiçbir kimse yoktur. Çünkü Allah, rabhkta ve Hanlıkta tektir. O, devamlı diri
olan, ölmeyen ve yok olmayandır. O, yarattıklarını koruyup nzıklandırarak
onları sevk ve idare edendir.
Allah teaîa bu sure-i
celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının bulunmadığını,
Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır. Böylece Hz.
İsanın Allah veya Allahın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara cevap vermiştir.
Necran Hristiyanları
tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendimizle tartışmış ve Hz. İsanın
Allah veya Allahın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın üçüncüsü olduğunu iddia
etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hz. İsanın da
kendileri gibi insan ve Allahın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu
surenin bu âyeti de Hristiyanların bu bâtıl iddialarını reddederek Allahın tek
bir ilah olduğunu, ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın beyan etmiştir.
Muhammed b. Cafer b.
Zübeyr, Resulullaha gelen Hristiyan Necranlıla-rın heyetini şöyle
anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış binekli olarak Re-sulullaha geldi.
İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on döıt kişiden üçü de onların
reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebu Harise b. Alkame
isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve
görüşünden aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye
vasıflandırılıyordu.
Eyhem, toplumun kendisine
sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi. Bu de
"Seyyid" diye vasıflandırılmıştı.
Ebu Harise b. Alkame
ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.
Ebu Harise, bunların
içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi
edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi
destekte bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona
bol bol ikramlarda bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebu Ha-risenin ilmi ve
dinde ictihad derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed b. Cafer diyor ki:
"Bu heyet Medinede Resulullaha geldi. Resulullah ikindi namazım kılarken
Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbiseleri bulunuyordu.
Onlar, Ebu Harise, b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtülerini
giyinmişlerdi. Onları gören Resulullahın s ah abi I erinden bir kısmı "Biz
bunlar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri
gelince Resulullahın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Resulullah
sahabilerine: "Bırakın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya
yönelerek namazlarını kıldılar. Onların yöneticileri durumunda olan on dört
kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Kendisine "Âkıb" ünvam verilen
Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebu Harise b. Alkame Evs,
Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah ve
Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi. Resulullah
bunlardan Ebu Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile
konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hz. İsanın Allah okluğunu,
bazıları, Allanın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncsü olduğunu
söylüyordu.
Bu heyette bulunan iki
papaz Resulullah ile konuşunca Resulullah onlara "Müslüman olun."
dedi. Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler. ResuluUiüı tekrara
onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi mü si uman olun."
dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler.
Resulullah da: "Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Alaha çocuk
isnad etmeniz, Haça ibadet etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza
engel oluyor." dedi. Onlar: "O halde ey Muhammed, İsanın babası
kim?" diye sordular. Resulullah da onlara cevap veımeyip bir müddet
sustu, tşte bu sırada Allah teala, Hristiyanlann ihtilafa düştükleri bu konu
hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu
ki: "Allah, kendisinden başka ilah olmayan, daima diri olan ve
yarattıklarını koruyup idare edendir." Allah teala bu sureye, kendisini
Hri s ti yani arın iftiralarından arındırarak başladı. Bir olduğunu,
yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece
Hristiyalarm uydurdukları inkarcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi reddetti
ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti.
Reb'i b. Enes de
Necran heyetinin konuşmalarından şunları rivayet etmiştir. "Bu
Hristiyanlar Resulullaha geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar.
Resulullaha: "İsanın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan
Allah tealaya karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun
üzerine Resulullah onlara: "Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına
benzer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler.
Resulullah: "Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İs an in
ise sonunda ölüp gideceğini bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet
biliyoruz." dediler. Resulullah: "Rabbimizin her şeyi sevk ve idare
eden olduğunu, onları koruyup rızıklandirdığım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar
da: "Evet biliyoruz." dediler. Resulullah da: "Sizce İsa
bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da: "Hayır"
dediler. Resulullah: "Aziz ve Celil olan Allaha, yerde ve gökte herhangi
bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet
biliyoruz." dediler. Resulullah: "İsa, Allahm bildirdiği dışında,
yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilinni?" dedi. Onlar da
"Hayır" dediler. Resulullah: "Rabbimiz, İsayi ana rahminde
dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi. Onlarda
"Evet biliyoruz." dediler. Resulullah: "Rabbimizin yemek
yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının
olmadığını bilmiyor musunuz?"dedi. Onlar da "Evet"
biliyoruz." dediler. Resulullah: "Annesi İsaya, diğer kadınların
hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk doğurmaları gibi
onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi beslenmedi mi? İsa
yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor muydu?"
diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler. Resulullah da:
"Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?"
dedi. Onlar, bu konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar
ettiler. İşte bunun üzerine Allah teala, ÂI-i İmran suresinin baş tarafındaki
âyetleri indirdi.
Âyet-i kerimede, Allah
teala kendisini "Daima diri olan" diye tercüme edilen sıfatıyla
sıfatlandırmiştır. Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir:
a- Muhammed
b. Cafer ve Reb' b. Enes göre Allah teala, bu sıfatla kendisinin devamlı baki
olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde kendisinde
bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan insanın hiçbir
zaman ilah olamayacağını bildirmiştir.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre Allah teala bu sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve
idare etmeye gücü yetmekle ve dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için
imkânsız olmayacağı ile sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, herhangi bir
şeyi sevk ve idareye gücü yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir.
c- Başka bir
kısım âlimlere göre, Allah teala bu sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir
hayata sahip olduğunu belirtmek ve "Hayat" sıfatıyla sıfatlandığını
bildirmek istemiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Yine âyet-i kerimede,
Allah teala kendisini "Yarattıklarını koruyup idare
eden" diye tercüme edilen sıfatıyla
sıfatlandırmıştir.
Hz. Ömer ve Abdullah
b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde, Alka-me-b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi,
birinci kıraatin çok yaygın olması sebebiyle onu tercih etmiştir.
Müfessirler, bu
sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir..
a- Mücahid
ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her şeyi koruyarak, her varlığı rızıklandirarak
dilediği şekilde bozma, değiştirme, artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip
çevirerek sevk ve idare edendir.
b- Muhammed
b. Cafere göre ise mânâsı, bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan
demektir. Yani, Allah teala, yaratıkları gibi bir yerden ayrılıp diğer yere
gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki Neeran heyetinin,
kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böyle bir sıfata asla sahip
değildir.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve kelimesinin mânâsının, "Her şeyi nzi ki andırarak,
savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çevirerek sevk ve idare
eden" demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu kelimeyi bu mânâda
kulanmıslardır. Hz. Ömerin bu kelimeyi şeklinde okumasının sebebinin ise
Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde okuyarak başka bir mânâ
kasetmediğini söylemiştir. [22]
3-4 Ey
Muhammed, Allah, sana geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi.
İnsanlara doğru yolu göstermek için daha önce de Tevrat ve İncili indirmişti.
Şimdi ise hak ile bâtılı ayıran (Kur'anı) indirdi. Şüphesiz ki Allanın
âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, her şeye
galiptir, hak edenlerin cezasını verendir.
Ey Muhammed, rabbin
sana, Tevrat ve İncile tâbi olanların ihtilaf ettikleri hususlarda, hakkı
ortaya koyan bu kitabı indirdi. Bu k itap, Allah tarafından, önceki
Peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden bir kitaptır. Rabbin bu kitaptan
önce, insanlara Allahın birliğini ve dininin hükümlerini açıklamak için
Musaya Tevratı, İsaya da İncili
indirmiştir. Şimdi ise İsa hakkında ve diğer hususlarda hak ile bâtılı
ayırdeden ve akılları tatmin edici kesin bir delil olan kur'aru indirdi.
Şüphesiz ki Allahın âyetlerini, ilahhğım ve birliğini gösteren delilleri inkâr
eden, İsayi ilah ve rab kabul eden kâfirlere, kıyamet gününde şiddetli bir
azap vardır. Allah, hükümranlığında her şeye galiptir. Azab etmeyi dilediği
zaman, yapacağı azabı önleyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, hak edenlerin
cezasını verendir. Âyetlerini ve diğer delillerini inkâr edenlerden intikam
alandır.
Bu âyet-i kerime,
gerçek açıklandıktan sonra ona karşı inat edenler ve delillerle ispat
edildikten sonra doğru yoldan ayrılanlar için bir ikaz ve tehdittir.
Ayet-i kerimede
zikredilen ve "Hak ile bâtıl ayırdeden" diye tercüme edilen
kelimesi, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr tarafından Hz. İsa hakkında ileri
sürülen iddialar hususunda hakkı bâtıldan ayıran şeklinde izah edilmiş Katade
ve Reb' b. Enes tarafından ise "îslamın bütün hükümleriyle hakkı bâtıldan
ayıran" diye izah edilmiştir. Bunlara göre burada Kur'an-ı Kerimin
sıfatıdır. Allah tela Kur'anı Hz. Muhammed (s.a.v.) e indirerek hak ile bâtılın
arasını ayırmıştır. Kuranla nelerin helal nelerin haram olduğunu açıklamış,
ceza hükümlerini beyan etmiş, farzları emretmiş, kendisine itaat edilmesini
istemiş ve kendisine isyan edilmesini yasaklamıştır. İşte bu yolla Kur'an hak
ile batılı birbirinden ayırmıştır.
Taberi buradaki
kelimesinin, Resulullah ile Hz. İsa hakkında tartışan Hristiyanlann arasını
ayırdeden mânâsına yorumlanmasının daha evla olduğunu söylemiştir. Zira bundan
önceki âyette Allah teala Hz. Muhammed (s.a.v.) e kitabı indirdiğini beyan
ederek Kur'anı indirdiğini zikretmiştir. Burada zikredilen nida Kur'an mânâsına
almak faydasız bir tekrar olur ki, bu ilahi kelamda bulunmaması gereken bir
şeydir[23]
5- Şüphesiz
ki yerde ve gökte hiçbir şey Allaha gizli değildir.
Şüphesiz ki yerde ve
gökte bulunan herhangi bir şey Allaha gizli değildir. O halde Meryemoğlu İsa
hakkında tartışan şu Hristiyanlann durumu hiç ona gizli kalır mı? Elbette ki
Allah onların bu hallerini çok iyi bilmektedir. Ve âhirette bu sapıklıklarının
cezasını verecektir. [24]
6-
Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren o'dur. Ondan başka ilah yoktur. O
herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
O sizlere,
annelerinizin kamında erkek, dişi, beyaz, siyah, kırmızı gibi dilediği
şekilleri ve renkleri verendir. İsayi da annesinin karnında şekillendiren
o'dur. O halde bu durumda olan İsa nasd ilah olabilir? Allahtan başka ilah yoktur.
Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak o'dur. O, her şeye galiptir, emirlerinde
ve yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.
Abdullah, b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabilerin, bu âyetin izahında şunları
söyledikleri rivayet edilmiştir: "Nutfe ana rahmine ulaştıktan sonra
vücutta kırk gün dolaşır. Sonra kırk gün kan pıhtısı olarak kalır. Sonra kırk
gün bir et parçası olarak kalır. Şekkillenme durumuna gelince Allah ona şeklini
verecek bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak getirir onu et
parçasına karıştırır, yoğurur sonra ona, emrolunduğu gibi şekil verir ve: "Bu
erkek mi olacak dişi mi? Cennetlik mi olacak Cehennemlik mî? Rızkı nedir, ömrü
nedir? Eserleri ne olacaktır? Başına ne gibi musibetler gelecektir? diye
sorar. Allah teala emreder melek te yazar. Kişi Ölünce vücudu, o toprağın
alındığı yere defnedilir. [25]
7- Sana
kitabı indiren o'dur. Onun (kitabın) bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı
açıktır) Bu âyetler kitabın anasıdır. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de
müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblcrindc eğrilik bulunanlar, fitne
çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar.
Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise
"Biz bunlara iman ettik hepsi rabbimiz kalındandır." derler. Bunları
ancak akıl sahipleri düşünür.
Ey Muhammed, Kur'anı
sana indiren Allahtır. O kur'anın bir kısım âyetleri açıktır, üzerinde başka
türlü yorum yapılamaz. Bu âyetler, vaad tehdit, sevap, ceza, helal, haram, öğüt
ve ibretleri açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu
âyetler, dinin temeli
olan kitabın esasıdır. Bunlar, farzları, cezaları, hükümleri ve bütün zaruri
olan husustan kapsamaktadır. Kur'anın diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir,
anlaşılması güçtür. Kelimeleri birbirine benzemekte fakat mânâları değişiktir.
Kalblerinde haktan ayrılma, doğrudan sapma eğilimi bulunanlar bu müteşabih
âyetlere uyarlar. Bunların gayesi karışıklık meydana getirmek, fitne çıkannak
ve Allanın, muhkem âyetlerle açıkladığı doğru izahı bırakıp âyetleri, kendi
arzu ve istelerine göre yorumlamaktır. Halbuki bu müteşabih âyetlerin mânâlarını
yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olan sağlam bilgili âlimler ise şöyle
derler: "Biz, müteşabih âyetlerin izahım bilmesek te muhkem ve müteşabih
olan bütün âyetlerin rabbimiz katından geldiğine kesinlikle iman ederiz."
Allanın kitabındaki müteşabih âyetler hakkında herhangi bir şey söylemekten
çekinen ve bunlardan öğüt alanlar ancak akıl sahibi olan kimseledir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimede bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Muhkem"
kelimesinden ve diğer bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen
"Müteşabih" kelimelerinden neyin kastedildiği huşunda çeşitli
görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdulla
b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi' b. Enes ve Deh-hakka göre
"Muhkem" demek, hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya
nesheclici olan âyetler demektir. "Müteşabih" demek ise
"Hükümleri nes-hedilmış olan ve kendileriyle amel edilmesi kaldırılan
âyetlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediği rivayet
edilmektedir. "Muhkem olan âyetler, neshedici olan, helali ve haramı
belirten, cezalan ve farzları beyan eden, bu itibarla, iman edilen ve
hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hükümleri
kaldırılan, sonra zikredilmesi icabederken önce zikredilen, Önce zikredilmesi
gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin olarak zikredilen
âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.
b- Mücahide
göre muhkem olan âyetler, Allahın, içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin
olarak zikrettiği âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, lafız-lan farklı
olduğu halde mânâları birbirine benzeyen âyetlerdir. Bu itibarla, bunların
ifade ettikleri hükümler birbirine karıştırılırlar. Şu âyet-i kerimeler, bu
gibi âyetleri heva ve heveslerine göre te'vil edenlere işaret etmektedir.
"Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vennekten
çekinmez. İman edenler onun rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler.
Kâfirler ise: Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir
çoklarını saptınr, birçoklarını da doğru yola iletir, Allah bununla, sadece
yoldan çıkanları saptırır. [26]Allah
hidayete erdirmek isterse onun gönlünü "İslama" açar. Kimi de
saptırmak isterse, sanki gö'ğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı
kılar. İşte böylece
Allah, iman etmeyenlerin
üzerine azap yağdırır, [27]Şu âyet ise bu gibi
âyetlere iman edip teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir. "Doğru
yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetini artırır ve onlara
"Takva" bahşeder. [28]
c- Muhammed
b. Cafer b. Zübeyr'e göre ise, buradaki muhkem âyetlerden maksat, sadece bir
mânâya tevili mümkün olan âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise birden çok
mânâya te'vil edilmeleri mümkün olan âyetlerdir. Bu hususta Muhammed b. Caferin
şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Muhkem âyeter, içlerinde Allahın
kesin delilleri bulunan, mümin kullan günahlardan koruyan, karşı çıkanları ve
bâtılı mahkum eden âyetlerdir. Bunları konuldukları mânâlardan çıkarmak veya
tahrif etmek kabil değildir. Müteşabih olan âyetler ise, çeşitli yönlere te'vil
edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir. Allah kullarını,
bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle de imtihan
etmiştir. Bu âyetler, bâtıl te'villerle te'vil edilmemeli ve geçek mhanâl
arından saptı nlmamalıdırl ar.
d- İbn-i
Zeyde göre ise muhkem olan âyetler, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen
Peygamberlerin kıssaalanm başka türlü anlaşılmaya imkan ver-meycek şekilde,
açık, ve detaylı olarak beyan eden hayetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise,
geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını, çeşitli
surelerde, birbirine benzeyen şekillerde anlatan âyetlerdir. Mesela, bir kıssa,
lafızları aynı, mânâları farklı şekilde anlatılmış bir kıssa da lafızları
farklı mânâları aynı şekilde anlatılmış olur.
Bu hususta îbn-i Vehb
diyor ki: "İbn-i Zeyd, Hûd suresinin baş tarafı olan "Elif, Lâm,
Râ" "Bu Kur'an, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan
Allah tarafından, âyetleri muhkem kılınmış ve sonra geniş olarak açık-İanmış
bir kitaptır. [29]âyetlerini okudu. Sonra
şunları söyledi: "Allah tela bu surenin, baştan yirmi dört âyetinde,
Resulullahı zikretmiş, ondan sonra gelen yinTfnjört âyette de Hz. Nuhun
hadisesini anlatmış ve sonunda şöyle buyurmuştur. "Ey Muhammed, sana
vahyettiğimiz bu kıssa, gaip haberlerdendir. Bundan önce, sen de, milletin de
bunu bilmiyordunuz. Sabret. Şüphesiz ki hayırlı sonuç Allahtan korkanlarındır. [30]Sonra
Âd'ı daha sonra Salihi, daha sonra İbrahimi daha sonra Lut'u ve daha sonra da
Şuaybi zikretmiştir. İşte bunlar, muhkem olarak zikredilen ve detaylı olarak
anlatılan kıssalardır. Müteşabih olan kıssa ise Hz. Musanın, bir çok yerde
zikredilen kıssasidır. Bu kıssaların hepsi aynı mânâya gelmektedir. Mesela Hz.
Nuhun kıssasında geçen müteşabih kelimeler Onları gemiye yükle[31]
onları alıp gemiye bindir. [32] Hz.
Musanın kıssasında geçen müteşabih kelimelerimi/'•1 "Elini koynuna sok. [33]"Elini
koynuna sok. [34]Bir de ne görsün o bir
yılan olmuş. [35]"O hemen, apaçık bir
yılan oluverdi[36] İbn-i Zeyd diyor ki:
"Sonra Allah, te-ala Hud suresinde Hud'u on üç âyette, Salihi sekiz
âyette, İbrahimi sekiz âyette, Lutu sekiz âyette, Şuaybi on üç âyette, Musayi
dört âyette zikretmiştir. Böylece Hud suresinin yüz âyetinde Allah teala,
Peygamberlerle kavimleri arasında hükmünü beyan etmiş, sonunda şöyle
buyurmuştur: "Ey Peygamber, sana anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin
haberlerinden bazılarıdır. Onların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin
gibi biçilip gitmiştir. [37] İbn-i Zeyd devamla diyor
ki: "Kur'an-ı Kerimin müteşabih âyetleri hakkında, Allahın, imtihan etmeyi
ve saptırmayı dilediği kimse şöyle der: "Ne oluyor bu meseleye de şöyle
olmuyor?" "Ne oluyor bu meseleye de böyle olmuyor?"
e- Cabir b.
Abdullahîan nakledilen diğer bir görüşe göre muhkem âyetler, âlimlerin,
tevillerini bilebildikleri, mânâlarını anladıkları ve tefsir edebildikleri
âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hiçbir kimsenin bilmeye imkân bulamadığı,
bilgileri ancak Allahın nezdinde bulunan âyetlerdir. Mesela: Meryemoğlu İsanın
gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı, kıyametin kopma anı ve dünyanın yok
olma zamanına işaret eden âyetler bu türdendir. Çünkü bunların vakitlerini
Ancak Allah teala bilmektedir. Bu görüşte olan âlimler, mânâları bilinmeyen
âyetlere "Müteşabih âyetler" dinelimesinin sebebi olarak şunları
zikretmişlerdir. "Allah teala, bazı surelerin başlarında bulunan gibi
mukattaa harflere müteşabih âyetler "Birbirine benzeyen âyetler"
ismini vermiştir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine benzemekte ve
cümlelerin hesabında kullanılan Ebced hesabının harflerine mutabık
olmaktadırlar. Resululiahın döneminde yaşayan Yahudilerden bir topluluk bu gibi
harfleri, Ebced hesabıyla hesaplayarak İsi amin ve Müslümanların ne kadar devam
edeceğini, Hz. mııham-medin ve ümmetinin ne zaman ortadan kalkacağını öğrenmeye
çalışmışlardır. İşte Allah teala bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri
reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara bildirmiştir ki: Bu gibi
müteşabih harfler aracılığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmaları
boşunadır. Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir
yolla bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.
Taberi diyor ki:
Muhkem ve müteşabih âyetler hakkında zikredilen bu görüşler arasında, muhkem ve
müteşabihin te'viline en yakın olan görüş, Cabir b. Abdullahtan nakledilen bu son
görüştür. Zira Allah teala, Peygamberi Muhammed (s.a.v.) e indirmiş olduğu
bütün âyetlerini, ona ve ümmetine bir açıklama ve bütün âlemlere bir yol
gösterici olarak indirmiştir. Kur'anın içinde insanların muhtaç olmadıkları
âyetlerin bulunması veya muhtaç oldukları hakle mânâlarını bilmeye imkânları
bulunmayan bir kısım âyetlerin bulunması asla caiz görülemez. Madem ki durum
böyledir, o halde Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün âyetlere, Allanın kulları
muhtaçtırlar. O âyetleri anlamak zorundadırlar. Ancak, bu âyetlerin bazılarını
anlamak kolaydır diğer bir kısım âyetler vardır ki onların mânâlarından bir çok
yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan var iken yine o mânâların bazı
yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan yoktur. Mesela şu âyet-i kerime bu kabildendir."
"...Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce inanmamış
veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse, iman fayda vermeyecektir. [38]Bu
âyet-i kerimede. Allanın hangi alâmetleri geldiği zaman kişinin iman etmesinin
fayda vermeyeceği beyan edilmemektedir. Kulların, mücerred akıllanyla bunu
bilmeye imkânları yoktur. Bu nedenle Resulullah, geldiği takdirde iman etmenin
artık fayda vermeyeceği alâmetin, güneşin batıdan doğması alameti olduğunu
beyan etmiştir. Burada kulların bilmeye muhtaç oldukları mânâ, tevbenin fayda
verdiği vaktin sıfatını bilmeleridir. Resulullah da bunu açıklamıştır. Burada
kulların, tevbenin fayda vermeyeceği zamanı, yılı, ayı ve günleriyle
sınırlandırılmış olmaya ihtiyaçlan olmadığından Allah teala onlara bu gibi
zamanlan bildirmemiş, Resulullah da onlara açıklamamıştır. Zira, bunu bilmeleri
onlara ne tlini yönden ne de dünya açısından herhangi bir fayda sağlayacaktır.
İşte Allah tealanın, âyetlerin mânâlarından kendi nezdinde saklı tuttuğu ve
kullarana öğretmediği mânânalar bu gibi mânâlardır. Yahudiler de, mukattaa
harfler ve bu gibi mânâları bilmeye çalıştıklanndan Allah teala, onlara bu gibi
mânâları bilemeyeceklerini ve bunla-n ancak kendisinin bildiğini beyan
etmiştir. Evet, müteşabih olan âyetler daha önce zikrettiğimiz gibi İsanın
inmesini belirten, güneşin batıdan doğmasını bildiren, kıyametin kopacağını
haber veren vb. âyetlerdir. Bunlann ifade ettikleri vakitlerin ne zaman
geleceği bilinmemektedir. Bunlann bilgisi ancak Aİlaha aittir. Bunlann dışında
bulunan bütün âyetler ise muhkemdir. Muhkem âyetler, ya herkesin anlayabileceği
şekilde açık ve seçiktirler veya birçok şekilde tefsir edi-lebilcek
mahiyettedirler. Bu mânâlan ya bizzat Allah teala açıklamıştır veya Hz.
Muhammed, onları ümmetine izah etmiştir. Bu itibarla bunlann mânâlan, ümmetin
âlimlerine gizli kalmamıştır. .
Ayet-i kerimede
"Muhkem âyetler, kitabın anasıdır (esasıdır)" Duyurulmaktadır.
Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği hakkında iki görüş zikretmislerdir.
a- Bazılarına
göre bunlara "Kitabın anasıdır" denmesinin seebi farzların, cezaların
ve diğer hükümlerin onların içinde olmasındandır. Zira Araplar, her şeyin ileri
gelenini kelimesini ilave ederek ifade ederler. Mesala Mekkeye Merv şehrine
Kervanın reisine adım vermişlerdir. İbn-i Zeyde göre ise "Kitabın
anası" demek "Kitaptaki âyetin her türünü içinde toplayan"
demektir.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise "Kitabın anası" ifadesinden maksat, surelerin
baş taraftandır. Çünkü sureler bu baş taraflanyla tanınırlar. Mesela, Bakara
suresi ile tanınır. Âl-i İmran suresi ile
tanınır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kalblerdeki eğrilik" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b.
Cafer tarafından "Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunanlar"
şeklinde, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından ise
"Kalblerinde şek ve şüphe bulunanlar" şeklinde izah edilmiş, İbn-i
Cüreyc de, bunlardan maksadın münafıklar olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede
"Kalblerinde eğrilik bulunanlar, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar."
buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyiii bulunanlar, âyetlerin
lafızları birbirine benzeyen ve mânâlan çeşitli ol ani an n a tabi olup onu
çeşitli şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yoldan
ayrılma hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, ayetlerin te'villerini bilmekte
güçsüz olan kimselerin kafalarım karıştırsınlar. Böylece kendi sapikhkla-nnı
aşılama imkânı bulsunlar.
Abdullah b. Abbas bu
ifadeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunan insanlar,
muhkem olan âyetleri müteşabih olan âyetlere göre, müteşabih olan âyetleri de
muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışırlar. Böylece insanlann kafalarını
kanştın-nak isterler. Allah da onların kafalarını kanştınr.
Muhammed b. Cafer ise
âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: "Kalblerinde haktan sapma
duygusu bulunanlar, uydurdukları ve bid'at olarak icadettikleri şeyleri tasdik
ettirmek için kitabın âyetlerinden çeşitli şekillerde yorumlanabilecek
olanlarına uyarlar ki söylediklerine delil olsun ve ortaya bir şüphe atmış
olsunlar.
Süddi de âyetin bu
bölümünü şöyle izah etmiştir: Kalblerinde haktan sapma duygusu olanlar,
neshedilen ve nesheden âyetlere tabi olurlar ve şöyle derler: "Niçin
nesheden âyet gelinceye kadar, neshedilen âyetle şöyle amel edildi?" Sonra
o bırakıldı ve nesheden âyetle amel edilmeye başlandı? Daha önce gelip te
neshedilen âyetle amel etümıektense daha baştan itibaren son gelen âyetle amel
edilmiş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Buna göre Kur'anın bir yerinde geçen bir âyetle
amel eden kimse cehennem azabına uğratılmakla tehdit edilmekte, başka bir
yerde zikredilen bir âyette aynı ameli işleyene herhangi bir ceza
vaadedilmemektedir. Bu nasıl olur?" derler ve böylece insanları saptırmaya
çalışırlar.
Müfessirler bu âyette
zikredilen ve kalblerinde haktan sapma isteği bulunduğu bildirilen kişilerden
kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Rebi' b.
Enes, bunların, Resulullaha gelen Necran Hrıstiyanlan olduklarını söylemiştir.
Bu hususta Rebi'nin şunları söylediği rivayet edilmektedir." Necran
Hristiyanlarının heyeti Resulullaha gelmiş, onunla tartışmaya girmiş ve şöyle
demişlerdir: "Sen, İsamn, Allanın sözü ve ruhu olduğunu zannetmiyor
musun?". Resulullah onlara "Evet o öyledir." demiştir. Hristiyanlar
da "Senin bu sözün bizim için kâfidir." demişler, işte bunun üzerine
Allah teala "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına
göre açıklamak niyetiyle Kur'anın, müteşabih olan âyetlerine uyarlar."
âyetini indirmiştir. Başka bir âyetinde de buyurmuştur ki: "Allah katında
İsamn durumu da Âdemin durumu
gibidir. Allah Âdemi
topraktan yarattı. Sonra da ona "Ol" dedi ve o da Oluverdi[39]
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen, sapma duygusu taşıyan
insanlardan maksat, Yasirb. Ahtab, Huyey b. Ahtab gibi Resulullahın ve ümmetinin
ne kadar devam edeceğini gibi mukattaa harflerden çıkannaya çalışan
Yahudilerdir. İşte Allah teala bu Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur:
"Kalblerinde hidayeten sapma isteği bulunan bu Yahudiler, çeşitli yönlere
çekilebilen mukattaa harflerini te'vil etmeye geriştiler. Bundan maksatları
fitne çıkarmak ve heva ve heveslerine göre âyetleri yorumlamaktır."
c- Katade ve
Hz. Aişeden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen
"Kalblerinde sapma duygusu bulunan kişiler "deri, 'maksat, Kur'an-ı
Kerimin çeşitli te'villere ihtimali bulunan âyetlerini yanlış bir şekilde
yorumlayarak Resulullahın getirdiği dine bid'at sokmak isteyen her insandır. Bu
hususta Katadenin şunları söylediği rivayet edilmektedir. Katatle:
"Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre
açıklamak niyetiyle Kur'anın müteşabih âyetlerine uyarlar" âyetini
okuduktan sonra demiştir ki: "Şayet, Haruriye (Harici) fırkası ve
Sebeiyye fırkası bu insanlardan sayilmazlarsa başka kimler sayılacaktır? Yemin
olsun ki, Bedir savaşına katılan, Hudeybiye-de Resulullah ile birlikte Biat-i
Rıdvan'ı yapan muhacirlerde ve Ensarda, bilgi edinmek için yeteri kadar haber,
öğüt almak isteyen için yeteri kadar öğüt bulunmaktadır. Yeter ki kişi, aklını
kullanıp gözünü açsın. Şüphesiz ki Hariciler, Medinede, Samda ve Irakta
Resulullahın sahabileri bulunduğu bir zamanda Müslümanlara karşı çıktılar. O
gün Resulullahın hanımları da hayattaydı. Vallahi, sahabilerden ve
Resulullahın hanımlarından ne bir erkek ne de bir kadın Haricilere katıldı.
Onlar, Haricilerin durumlarını tasvip etmiyorlar ve onlara meyletmiyorlardı.
Bilakis onlar, Resullahın, daha sonra ortaya çıkacak olan bu insanları
ayıpladığını ve onları sıfatlarıyla tanıttığını anlatıyorlardı. Evet,
sahabi-ler, Haricilere kalberiyle buğzediyor, dilleri ile yeriyor onlarla
karşılaştıktan zaman elleriyle de sert davranıyorlardı. Yemin olsun ki eğer
Haricilerin tutumları, doğru bir yol olsaydı onlar ümmetle birleşirdi. Fakat
onların yollan sapıklıktı. Bu nedenle aynlığa düştüler. Evet, herhangi bir
husus Allanın gönderdiği hükümler dışındaki bir şeyden kaynaklanırsa, o
hususta çokça ihtilaf edildiğini görürsün. Hariciler, uzun zamandan beri bu
işi istiyorlardı. Onlar bu işte başarılı olabildiler mi? Sübbahallah... Bu
kavmin sonra gelenleri, daha önce geçmiş olanlardan nasıl oluyor da ibret
almıyorlar? Şayet onlar hidayet üzere olsaydılar. Allah onlan galip getirir ve
başarıya ulaştınrdı, onlara yadım ederdi. Fakat onlar bâtıl üzere olduklan için
Allah onlan yalanladı ve ayaklanın kaydırdı. Gördüğünüz gibi Hariciler, her
başlannı kaldırdıklarında Allah onlann delillerini çürütmüş, konuştuklarını
yalanlamış ve kanlannı akıtmıştır. Batıl düşüncelerini içlerinde
gizlediklerinde de bu düşünceleri kalbelerinde bir yaraya dönüşmüş ve kendileri
için bir üzüntü kaynağı olmuştur. Eğer onlar bunu açığa vuracak olurlarsa
Allah onların kanlannı akıtmaktadır. Allaha yemin olsun ki onların edindikleri
din kötü bir dindir, Siz ondan kaçının. Allaha yemin olsun ki Yahudilik
bid'attir, Hristiyanlık bid'attır. Sebeilik bid'attır. Bunlar ne Allanın
kitabında ne de Peygamberin sünnetinde bulunan şeylerdir.
Bu âyetin izahında Hz.
Aişenin de şunlan söylediği rivayet edilmektedir.
Resulullah: "Sana
kitabı indiren o'dur. O kitabın bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır)
bu âyetler kitabın anasıdir. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de
müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğirilik bulunanlar, fitne
çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar.
Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise
"Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimiz katındadır." derler. Bunları
ancak akıl sahipleri düşünür." âyetini okudu ve sonra şöyle buyurdu:
"Ey Aişe, sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil
ki, işte Aİlahın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçmın[40]
Taberi diyor ki:
"Ayetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allah tealanın, Re-sulullaha indirdiği
müteşabih âyetlere dayanarak Resulullah ile tartışmaya girişen kimseler
hakkında inmiştir. Bu tartışma Hz. İsa hakkında veya ResuUillahin ve ümmetinin
ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların açıklamasını sadece Allah
bilir." ifadesi göstermektedir ki, Resulullah ile tartışmaya
girişenkim-seler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri zamanı
(iğrenmeye çalışmışlardır.
Ayet-i kerimede
"Fitne çıkarmak için müteşabih olanlarına uyarlar" buy-rulmaktadır.
Burada zikredilen "Fitne"den maksat, "Allaha ortak
koşmak"tır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar Allaha ortak koşmak
istedikleri için mânâları anlaşılamayan müteşabih âyetlere uyarlar."
demektir.
Mücahid ve Muhammed b.
Cafere göre ise buradaki fitne"den maksat, şüphe sokmak ve insanların kafalarını
kanştınnaktır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar, Kur'anın, çeşitli
mânâlara yorumlamaya müsait bulunan müteşabih âyetlerine tabi olurlar ki,
insanların kafalarını karıştırsınlar, böylece kalblerinde bulunan bâtıl
düşüncelere bir delil bulabilsinler.
Taberi de bu görüşün
daha evla olduğunu beyan etmiştir. Âyetin kinler hakkında indiği hususunda da
Özetle şunları söylem iştir: "Her ne kadar bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz
müşrikler hakkında inmişse de, Kur'anın müteşabih âyetlerini te'vil ederek hak
ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bırakıp müteşabih âyetleri
alarak müminlerin kafasını karıştıran, böylece Aİlahın dinine bid'at sokmak
isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu bid'at ister
Hristiyanhğa tabi olanlar tarafından ortaya atılmış olsun isterse Yahudiliğe
tabi olanlar tarafından,ister Mecusiler tarafından ortaya atılmış olsun,
isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından ortaya atılmış olsun
isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiîer tarafından. Nitekim
Resullah bu hususta:
"Ey Aişe sen,
kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allahm
zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçının. [41]
buyurmuştur." Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Fitne kelimesinin
izahında, bundan maksadın, şüphe sokmak ve insanların kafasını kanştırak
olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te bundan maksadın Allaha ortak koşmak
olduğunu söyleyen görüşü tercih etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i
kerime, müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek
istemeleri söz konusu değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri
yorumlayarak insanların kalbine bazı şüpheleri sokmaları ve müminlerin
kafalarını karıştırmaları, kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu itibarla
fitneyi bu son anlamda yorumlamak daha evladır.
Âyet-i kerimede
"Arzularına göre açıklamak (Te'vil etmek) niyetiyle müteşabih olanlara
uyarlar." buyrul m aktadır. Müfessirler, müşriklerin, müteşabih âyetleri,
hangi şekliyle te'vil ettikleri takdirde heva ve heveslerine göre te'vil etmiş
olcaklan hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbasa göre buradaki te'vüden maksat, Yahudilerin Kur'andaki gibi mukattaa
harfleri, cümlelerin hesabında kulandan Ebced hesabıyla hesap yaparak Hz. Muhamme-din
ve ümetinin ömürünü bilmek istemeleridir. Yani, kıyametin ne zaman kopacağını
tesbit etmeye çalışmalarıdır.
b- Süddiye
göre ise buradaki te'vilden maksat, bir kısım insanların neshe-dici son
hükümlerin gelmesinden Önce onların ne zaman geleceklerini bilmeye
çalışmalarıdır.
c- Muhammed
b. Cafer b. Zübeyre göre ise buradaki te'vilden maksat, Kur'an-ı Kerimin,
çeşitli yorumlara müsait olan müteşabih âyetlerini, kalblerinde sapma
bulunanların sapıklıkları doğrultusunda yorumlanılarıdır.
Taberiye göre ise,
buradaki te'vilden maksat, Abdullah b. Abbas ve Süd-dinin dediği gibi,
müteşabih âyetleri, geleceğe ait vakitleri bilmek için te'vil etmektir. Zira
Allah teala, yapılan bu te'vili, kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini
beyan etmiştir. Allah tealadan başkasının bilmeyeceği şeyler ise, daha önce de
beyan edildiği gibi, gelecekle ilgili vakit ve olaylardır.
Âyet-i kerimede
"Oysa bunların açıklamasını (te'vlini) sadece Allah bilir. İlimde ileri
gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik, hepsi rabbimiz
katından-dır." derler. Buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyî iki şekilde
izah etmişlerdir.
a- Hz. Aişe,
Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz ve Malikin bu âyet-i
kerimeyi mealde zikredildiği şekilde tefsir ettikleri rivayet edilmektedir. Bunlara
göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bu müteşabih âyetlerin te'viîini yalnızca
Allah bilir. İlimde ileri gidenler bilmezler. Onlar, bu gibi âyetlere iman
ettiklerini bildirirler.
b- Yine
Abdullah b. Abbas, Mücahid, Rebi' b. Enes ve Muhammed b. Caferden nakledilen
diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün te'vili şöyledir. "Müteşabih
olan âyetlerin te'viîini ancak Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar bilir.
İlimde ileri gitmiş olanlar, onların te'villerini bilmeleriyle birlikte,
"Biz bunların hepsinin rabbimizin katından olduğuna iman ettik."
derler.
Görüldüğü gibi birinci
görüşte olanlar, cümlenin "Bunun te'viîini ancak Allah bilir."
ifadesiyle bittiğini "İlimde ileri gidenler" ifadesinin yeni bir
cümle olduğunu söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar ise, "Bunun
te'viîini ancka Allah bilir." ifadesiyle cümlenin bitmediğini, ilimde
ileri gidenlerin de "Allah" lafzına bağlı olan edatla bağlandığını,
bu itibarla, müteşabih olan âyetlerin mânâsını hem Allah tealanın hem de ilimde
ileri gidenlerin bildiğini söylemişlerdir. Ta-beri birinci görüşü tercih etmiş
ve ilimde ileri gidenlerin, müteşabih âyetlerin te'villerini bilmeyeceklerini
söylemiştir. Taberi, "Te'vil" kelimesinin Arapçada mânâsının,
"Tefsir etmek, baş vurmak, bir şeyin neticesinf almak" mânâlarına geldiğini
söylemiş ve buna dair Arap edebiyatından şiir örnekleri göstermiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "İlimde ileri gidenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat,
"Sağlam bilgi elde eden, bilgi-
lerini kuvvetlice
ezberleyen ve bilgilerine şek ve şüphe katmayan âlimlerdir." Ebudderda ve
Ebu Ümame el-Bâhilî Resulullahtan" sarsılmaz şekilde sağlam olan"
kimdir? diye sorulduğunu, Resulullahın da: "O, yeminini yerine getiren,
lisanı doğruyu söyleyen, kalbi söylediğine göre doğru olan ve karnı iffetli
olandır. İşte "İlmi sarsılmaz derecede sağlam olan budur."
buyurduğunu söylemişlerdir.
Abdullah b. Abbas,
Süddi ve İbn-i Cüreyeden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen âlimlerin
"İlimleri sarsılmayan" sıfatıyla sıfatlanmalarının sebebi, onların
müteşabih âyetlere "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin
katmdadır." demelerindendir. Yani onlann ilimlerinin sarsılmaz olması,
imanlarının sağlam oluşundandır. [42]
8- Onlar:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblcrinıîzi (haktan)
kaydırma, bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz kî sen çok bağışta
bulunansın, (derler.)
O, ilimde ileri
gidenler derler ki: "Ey rabbimiz, bizi hidayete kavuşturup iman etmeye
muvaffak kıldıktan sonra, kalblerimizi doğruluktan kaydırma. Kendi katından
bizlere rahmet, başarı ve hakta kararlılık bahşet. Şüphesiz ki, sen kullarına
nimetini çokça nasibedensin.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimede sağlam ilim sahibi olanları: "Ey
rabbimiz, sen bizim kalblerimizi hidayete erdirdikten sonra haktan
saptırma." şeklindeki dualarından dolayı övgüsüne layık gördüğüne göre
kaderi inkâr eden bir kısım cahillerin. "Allanın, bazı kullarının
kalblerini itaatinden saptırması bir zulümdür." demelerinin açık bir
yanlışlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira mesele onlann iddia ettikleri gibi
olsaydı: "Ey rabbimiz, bizi hidayete kavuşturduktan sonra kalblerimizi
haktan saptırma." diyenler övülmez bilakis kınanırdı. Ve ilimde ileri
gidenler: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi haktan kaydırma."
derlerken, "Ey rabbimiz sen, bize zulmetme, bize haksızlık yapma."
demiş olurlardı ki böyle bir duayı ilmi sağlam olanlar değil cahiller yapmış
olabilir. Çünkü Allah teala kullarına asla zulmetmez, onlara haksız davranmaz.
Nitekim bunu kullarına bildirerek şöyle buyurmuştur: "... Rabbin, kullarına
karşı asla zulmeden değildir. [43]
Kaderi inkâr eden
Kaderiyye fırkasının ileri sürdüğü iddia fasit olduğuna göre buradan
anlaşılmaktadır ki, Allah tealanın, kullarından bazılarının kalbini itaatinden
saptırması onun tarafından bir adalettir. Bu nedenledir ki, kendisinden,
kalblerini saptırmamasını isteyen kullarını övmüştür. Nitekim bu hususta Allah
tealanın nezdinde büyük mevkii olan Resulullahın dahi ondan kalbini hakta
kararlı kılmasını ve değiştirmemesini istemesi de bu gerçeği göstermektedir. Bu
hususta Resulullahtan, birbirini destekleyen çeşitli hadisler rivayet edilmiştir.
Şehr b. Havşeb, Ümrnü
Selemeden şunları işittiğini rivayet etmiştir.
Ümmü Seleme demiştir
ki: "Resulullah (s.a.v.) dualarında çokça "Ey kalbleri çeviren
AHahım, sen benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." derdi. Dedim ki "Ey
Allanın Resulü, kalbler değişir mi? Resullah buyurdu ki: "Evet, Allahın,
Âdemoğullarından yarattığı hiçbir beşer yoktur ki onun kalbi Allahın
paımakla-nndan iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. Eğer Aziz ve Celil olan
Allah dilerse o kalbi düzeltir, dilerse kaydırır. Biz, rabbimiz olan Allahtan
dileriz ki bizi hidayete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan kaydırmasın.
Yine ondan dileriz ki bize katından rahmet bahşetsin. Çünkü o, çokça
bahşedendir." Ümmü Seleme diyor ki: Dedim ki: "Ey Allahın Resulü,
benim, kendim için yapacağım bir duayı bana öğretmez misin?" Resulullah
dedi ki: "Evet, öğretirim." De ki: "Ey, Peygamber Muhammedin
rabbi olan Allahim, sen benim günahlarımı affet, kalbimin öfkesini gider ve
sağ kaldığım müddetçe beni saptıran fitnelerden koru. [44]
Diğer bir rivayette
Şehr b. Havşeb diyor ki:
"Ümmü Sekmeye
dedim ki: "Ey müminlerin annesi, Resulullah senin yanında kaldığı zaman
onun en çok yaptığı dua neydi?" Dedi ki: "Onun en çok yaptığı dua:
"Ey kalbleri (halden hale) çeviren Allahım sen kalbimi dinin üzere sabit
kıl." duasıydı. Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, "Ey kalbleri
çeviren Allahım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." şeklindeki duanı ne
çok yapıyorsun?" dedi ki: "Ey Ümmü Seleme, hiçbir insan yoktur ki
onun kalbi Aziz ve Celil olan Allahın pamuklarından iki parmağı arasında
bulunmuş olmasın. O, dilediğini düzeltir dilediğini kaydırır. [45]
Enes, b. Malik diyor
ki: "Resulullah (s.a.v.) "Ey kalbleri çeviren Allahım, sen kalbimi
elinin üzere sabit kıl." diyerek çokça dua ederdi. Dedim ki: "Ey Allahın
Resulü, biz sana ve getirdiklerine iman ettik sen bizim için korkuyor musun?"
Dedi ki: "Evet, çünkü kalbler, Allahın parmaklarından iki pamıağı arasındadır.
O, bunları dilediği gibi çevirir[46]
Nevvas b. Sem'an
el-Kilâbî diyor ki: "Ben Resulullahin şöyle buyurduğunu işittim:
"Hiçbir kalb yoktur ki o, âlemlerin rabbi olan Allahın parmaklarından iki
parmağının arasında bulunmuş olmasın. O, kalbi düzeltmek istediğinde düzeltir,
kaydırmak istediğinde de kaydırır." Nevvas diyor ki: "Resullah şöyle
derdi: "Ey kalbleri çeviren Allahım, sen, kalblerimizi dinin üzere sabit
kıl. Terazi, Aziz ve Celi olan rahmanın elindedir. Onun ketlerinden birini
kaldırıp diğerini indirir. [47]
Abdullah b. Amr b.
el-Ass diyor ki:
"Ben,
Resulullahin şöyle buyurduğunu işittim:" Şüphesiz ki bütün Âdemoğullannın
kalbleri, Aziz ve Celil olan rahmanın parmaklarından iki parmağının
arasındadır. O kalblerin hepsi bir kalb gibidir. Allah onlan dilediği gibi
çevirir. Ey kalbleri çeviren Allahım, sen bizim kalblerimizi itaatma[48]
9- Ey
rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları
toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez." derler
Ey rabbimiz, şüphesiz
ki sen, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde insanları bir araya
toplayacak olansın. O gün bizleri affet ve esirge. Şüphesiz ki sen, sana iman
edene ve Peygamberlerine tabi olana yaptığın vaadden dönmezsin.
* Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu âyet-i kerime Allah te al anın sıfatlarını haber verir
mahiyete ise de aslında Kur'anın tümüne iman edenlerin dualarının bir kısmını
beyan etmektedir." [49]
10- Şüphesiz
ki inkâr edenlerin malları ve evlatları, Allaha karşı kendilerine hiçbir şey
sağlamaz. İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar.
Şüphesiz ki, Yahudi,
münafık ve diğer kâfirlerden, hakkı söyleyen Muhammedi inkâr edenleri, mallan
ve evlatları, Allanın azabından koni yamayacak ve onlara hiçbir fayda
sağlayamayacaktır. Âhirette cehennemin yakıtı işte bunlardır.
* Allah inkâr etmenin
en büyük suç olduğunu ve Allahı inkâr edenleri hiçbir şeyin kurtaramaycağmı
başka bir âyet-i kerime de şöyle beyan ediyor: "İnkâr edip kâfir olarak
ölenlerin hiç birinden yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile
kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir
yardımcıları da yoktur. [50]
11- Bunların
durumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. Onlar,
âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıvcrdi.
Allah, cezası çok şiddetli olandır.
Bu kâfirlerin
davranışı, Firavunu ailesinin ve onlardan önce geçen Nuh, Hud, ve Lut gibi
Peygamberlerin , azgınlaşan ümmetlerinin davranışları gibidir. Onlar,
âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıp helak
etti. Malları ve evlatları kendilerine fayda vermedi. Allah, kendisini inkâr
edene ve Peygamberini yalanlayana karşı cezalandırması çok şiddetli olandır.
* Allah teala bu
âyette, kâfirleri, daha bu dünyadayken azgınlıkları sebebiyle helak ettiğini
beyan etmekte ve müminleri, kâfirler karşısında güçsüz olsalar dahi, onlardan
çekinmemeye teşvik etmektedir. Bu kâfirlerin akıbeti, Firavun ve diğer azgın
kavimlerin akıbeti gibi olabilir. O halde müminler, kendilerinden güçlü
olsalar bile kâfirlerden korkmamalıdırlar,
Ayet-i kerimede
zikredilen ve "Firavun ailesinin durumu" diye tercüme edilen
kelimesi, Reb'i b. Enes tarafından "Firavun ailesinin âdeti"
şeklinde, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Mücahid tarafından "Firavun ailesinin
ameli ve
işi" şeklinde,
Süddi tarafından ise "Firavun ailesinin yalanlaması" şeklinde izah
edilmiştir. Taberi de kelimesinin asıl mânâsının "Bir işi yoğun bir
şekilde yapmak ve onu yaparken yorulmak" olduğunu , sonra bu kelimenin
hal, durumve âdet mânâlarında kullanıldığını söylemiştir. [51]
12- Ey
Muhammet!, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve
toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir."
Ey Muhammed,
Yahudilerden olan şu kâfirlere de ki: "Yakında bir hezimete uğratılıp bir
araya biriktirilecek ve cehenneme sürüleceksiniz Cehennem ne kötü bir
döşektir."
Abdullah b. Abbas bu
âyet-i kerimenin, Bedir savaşında müşrikler mağlup edildikten sonra,
kendilerine Müslüman olmaları teklif edilen Yahudiler hakkında indiğini
söylemiştir.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Resulullah Bedir savaşında Kureyşlilere ağır kayıplar
verdirdikten sonra Medineye gelmiş bütün Yahudileri Beni Kay-nuka çarşısında
toplamış ve onlara: şunu söylemişti: "Ey Yahudi topluluğu, Ku-reyşin
başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Müslüman olun." Bunun üzerine
Yahudiler şu cevabı vermişlerdir: "Ey Muhammed, savşmasını- bilmeyen acemi
Kureyşlilerden bir kaç kişiyi öldürmen seni gururlandırmasın. Eğer sen, bizimle
savaşacak olsan bizim ne olduğumuzu ve bizim gibileriyle karşılaşma-
mış olduğunu
anlarsın." İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. [52]
Âyet-İ kerime,
Yahudilerin de yakında Müslümanlara mağlup olacaklarını haber vermiştir.
Nitekim daha sonra Yahudilerle yapılan anlaşmayı onların bozarak müslümanlara
ihanet etmeleri üzerine Yahudiler cezalandırılmış ve bir kısmı Medineden sürgün
edilmiş, diğer bir kısmı ise öldürülmüştür. [53]
13- (Bedir
savaşında) Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardır. Birisi Allah
yolunda savaşıyordu diğeri ics kâfirdi. Onlar, karşı tarafı gözleriyle iki
misli olarak görüyordu. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda,
görecek gözleri olanlar için bir ibret vardır.
Ey Yahudi topluluğu,
savaşta karşı karşıya gelen şu iki taplulukta sizin için konan: "Mağlup
olacaksınız." hükmünün doğruluğunu gösteren bir delil ve alâmet vardır.
Bunlardan Peygamber ve ashabının meydana getirdiği topluluk, Allanın dini için
savaşıyordu. Kureyş müşriklerinden oluşan diğer topluluk ise inkarcılık uğrunda
savaşıyordu.
Müslüman topluluk,
kâfir topluluğun sayılarının, kendi sayılarının iki katı olduğunu bizzat
gözleriyle görüyorlardı. Allah, kullarından dilediğini zaferiyle destekler.
Şüphesiz ki az topluluğun, çok topluluğa galip gelmesinde, aklını kullanan ve
gerçekleri gören basiret sahipleri için âyetler ve ibretler vardır.
* Âyette zikredilen,
iki tapluHıktan, Allah yolunda savaşanlardan maksat, Abdullah b Abbas, İkrime
ve Mücahide göre Bedir savaşında, Kureyş müşriklerine karşı savaşan Resulullah
ve sahabileridir. Kâfir topluluktan maksat ise bu savaşta Resulullaha karşı
savaşan müşriklerdir.
Âyet-i kerimede:
"Onlar, karş tarafı gözleriyle iki misli olarak görüyorlardı."
buyurulmaktadır. Kurralâr âyetin bu bölümündeki "Görürler" diye tercüme
edilen fiilini üç şekilde okumuşlardır.
1- Medine
Kurralan bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kira-ata göre âyetin mânâsı
şöyledir. "Ey Yahudiler, birbirleriyle karşı karşıya gelen
Müslüman ve müşrik
topluluğunda sizin için bir ibret vardır. Bu topluluklardan Müslüman olanlar,
Allah yoluda savaşıyorlardı. Kureyş müşrikleri ise müslü-manlara karşı mü'cadele
ediyorlardı. Ey Yahudiler, sizler müşriklerin sayısının, Müslümanların iki katı
olduğunu bizzat gözünüzle görürsünüz. Buna rağmen Müslümanlar onlara galip
gelmişlerdir. Siz de bundan ibret alın. Kureyş müşriklerinin akıbetine
uğramayın."
Görüldüğü gibi bu
izaha göre Yahudiler, müşriklerin, Müslümanların iki katı olduğunu bizzat
gözleriyle görmüşlerdi.
2, Bütün
Küfe ve Basra kurralan ve Mekke kurralarının bazıları bu fiili şeklinde
okumuşlardır. Bu kirataa göre âyetin mânâsı çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Ey
Yahudiler, birbirleriyle karşılaşan toplulukta sizin için bir ibret vardır.
Bunlardan bir topluluk Allah yolunda savaşan Müslümanlardır. Diğeri ise inkarcı
olan kâfirlerdir. Müslümanlar, müşrik topluluğun kendilerinin İki kati olduğunu
bizzat gözleriyle görmüşlerdir. Buna rağmen yılmamışlar ve onları mağlup
etmişlerdir.
Görüldüğü gibi bu
izaha göre Allah teala, müşriklerin gerçek sayısını Müslülanlara az
göstermiştir. Çünkü müşriklerin sayısı, Müslümanların üç misli kadar hatta üç
mislinden de fazla idi. Allah onların sayısını müminlere bu âyette zikredildiği
gibi bir ara kendilerinin iki katı kadar gösterdi. Diğer bir durumda da
müşriklerin sayısını müslümanlara kendi sayılan kadar gösterdi,
Abdullah b. Mes'ud bu
âyet-i kerimeyi okuduktan sonra şunları söylemiştir: "Bu durum, Bedir
savaşında olmuştur. Biz, müşriklere baktık. Onların bizim iki katımız
olduklarını gördük. Tekrar onlara baktık. Bu defa onların bizden tek bir kişi
dahi fazla olmadıklarını gördük. İşte bu son durum, Aziz ve Celil olan Allanın
şu âyetinde zikredilmektedir. "O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah,
olması gereken emri yerine getirmek için onları sizin gözlerinize az
gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allaha
döndürülür. [54]
b- Abdullah
b. Abbas ise burada, görenlerin müslümanlar, görülenlerin de müşrikler olduğunu
söylemiş, müslumanların, müşriklerin sayısını k endileri-nin iki katı
gördüklerini ve bu sayının, müşriklerin gerçek sayısı olduğunu, Allah
tealanın, onların sayılarını müminlerin gözünde azaltmadığını, çünkü onların
sayısının altı yüz yirmi altı olduğunu söylemiştir. Ancak Allah teala, Müminlere
yardım ederek kâfirleri mağlup ettiğinden, müminlerin yükünü bu şekilde
hafifletmiştir." demiştir. Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbastan
nakledilen bu görüş, Bedir savaşma katılan müşriklerin sayısı hakkında
birbirini destekleyen çeşitli haberlere muhaliftir. Zira, Bedir savaşına
katılanların sayıları hakkı nda dokuz yüz ile bin arası mı yoksa bin mi
oldukları hakkında ihtilaf edilmiştir. Dokuz yüz'den aşağısı söz konusu
olmamıştır. Mesala Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud Bedir savaşma katılan
müşriklerin sayısının bin olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Hz. Alinin
şunlan söylediği rivayet edilmektedir.
"Biz, Medineye
gidince oranın meyvelerinden yedik. Oranın havası bize ağır geldi ve sıcaklık
bizi perişan etti. Resulullah, Bedir hakkında haber topluyordu. Müşriklerin,
oraya yöneldikleri haberi bize ulaşınca Resulullah Bedire doğru yürüdü. Bedir.
Bir kuyunun adıdır. Biz, müşriklerden önce o kuyuya vardık. Kuyunun başında
müşriklerden iki kişi bulduk. Bîri Kureyştendi diğeri de Ukbe b. Ebu Muaytın
kölesi idi. Kureyşli olan adam kaçtı. Biz, Ukbe b. Ebi Muaytın kölesini
yakalayıp getirdik. Biz ona "Topluluğunuzun sayısı ne kadar?" diye
her sorduğumuzda o bize "Vallahi onların sayılan çok, kendileri güçlüdür,"
diyordu. Müslümanlar da, bunu söyledikçe onu duyuyorlardı. Nihayet onu
Resulullaha getirdiler. Resulullah ona "Topluluğunuzun sayısı ne
kadar?" dedi. O da: "Valahi onların sayılan çok, kendileri
güçlüdür."eledi. Resulullah, sayılannı söylemesi için son derece çaba
harcadı. Fakat adam diretti. Sonra Resulullah ona: "Kaç deve
kesiyorsunuz?" dedi. O da "Her gün on deve." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resulullah: "Topluluk bin kişidir. Çünkü bir deve yüz kişi
içindir." buyurdu[55]
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki: "Biz müşriklerden birini Bedirde esir almıştık. Biz ona
"Sayınız kaç kişiydi?" diye sorduk. O da: "Bin kişiydi."
dedi.
Urve b. Zübeyr,
Katade, Rebi' b. Enes ve ibn-i Cüreyc ise, Bedir savaşına katılan müşriklerin
sayısının, bin ile dokuz yüz kişi arasında olduklarını söylemişlerdir. İşte
bütün bu rivayetler, Abdullah b. Abbastan nakledilen rivayete muhaliftir. Bu
nedenle müşriklerin sayısı dokuz yüzden fazladır.
c- Diğer bir
kısım âlimler ise, Allah tealanın, müslümanlara müşriklerin sayısını az
gösterdiğini, bunun müslümanlar için bir mucize olduğunu aslında müşriklerinin
sayısının, ise dokuz yüzden fazla olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olan
âlimlere göre Allah teala, müşrikleri müslümanlara az göstermiştir. Fakat Allah
teala burada, Yahudilere müşriklerin sayısının müsîüm ani ardan fazla olduğunu
buna rağmen müslümanların onlara galip geldiğini beyan etmek istemiştir.
Âyetin baş tarafındaki "Sizin için " Zamiri ile açıkça Yahudilere
hitabedilmiş, buradaki"Onlar görürler" şeklindeki üçüncü şahıs fiili
ile Yahudiler kastedilmiştir. Arapçada ikinci şahsa hitabederken üslubu
değiştirip üçüncü şahsa konuşur gibi hitabetmek caizdir ve bu hitap sanatına
"İltifat" denmektedir. İşte bu âyette de bu sanat mevcuttur. Nitekim
şu âyet-i kerimede bu sanat açıkça görülmektedir. "Sizi karada ve denizde
yürüten Allahtır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri tatlı bir rüzgârla muntazam
götürürken ve yolcular da neşeli iken bir fırtına çıkarak onlara her taraftan
gelip çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca "Dini sadece Allaha tahsis
ederek ona şöyle dua ederler: "Yemin olsun ki sen bizi bu durumdan
kurtarırsan şükredenlerden oluruz. [56]İzahını
yaptığımız bu Âl-i İmran suresinin on üçüncü âyetinde ifade edilen
"Gö-renler"den maksadın Yahudiler olduğunu söyleyen âlimler
demişlerdir ki: "Eğer denecek olursa ki, nasıl olur da Yahudiler,
müşrikleri, müslümanların iki katı olarak görmüş olabilirler? Halbu ki
müşrikler, müslümanların üç katı idiler. Cevaben deriz ki: "Yahudiler,
müşrikleri müslümanların iki katı olarak gördüler." ifadesinden maksat
"Yahidiler, müslümanların sayısı ile birlikte müşriklerin sa-yısmı iki kat
olarak gördüler." demektir. Buna göre, müşriklerin sayısının dokuz yüzden
fazla olduğu ortaya çıkmaktadır. Arapçada bu gibi üsluplar kullanılmaktadır.
d- Başka bir
kısım âlimler ise, Aîlah tealanın, müslümanları kafirlere, kendi sayılarının
iki katı olarak gösterdiğini söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüş, âyetin zahirine terstir. Çünkü Allah teala başka bir âyetinde
her bir gurubun gerçek sayısını diğerine az gösterdiğini, müslümanlara zafer
nasibetmek için savaşmayı teşvik ettiğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki:
"O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine
getirmek için onlan sizin gözlerinize az
gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah döndürü!ür." [57]
3- Diğer
bazı âlimler bu fiili şeklinde okumuşlardır. Mânâsı "Allah onlan size iki
kat olarak göstemıiştir." şeklindedir.
Taberi diyor ki:
"Bu kıraat şekillerinden tercih edilen şeklinde olanıdır. Bunun mânâsı ise
"Müslümanlar, kâfir olan fırkayı kendi sayılarının iki katı olarak
görüyorlardı." şeklindedir. Allah, kâfirlerin gerçek sayılarını müminlere
bir defasında bu kadar azaltarak göstermiş diğer bir defasında da kendi sayılan
kadar göstermiştir. Başka bir defasında ise onlann sayılarını müslüman-lann
gözünde iyice azaltmış Öyle ki müslümanlar onları, kendi sayilanndan daha az
olarak tahmin etmişlerdir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud bu hususta şöyle
demiştir: "Bedir savaşında müşrikler bizim gözümüze az gösterildi. Öyle
ki, yanımda bulunan birine dedim ki: "Sen bunlann yetmiş kişi olduklarını
görüyor musun?" O da dedi ki: "Ben onların yüz kişi olduklannı
görüyorum. "Bundan sonra biz, müşriklerden bir adam esir aldık. Ona sorduk
ki: "Siz kaç kişiydiniz? O da dedi ki: "Bin kişiydik." Taberi
diyor ki: "Abdullah b. Mesuddan nakklilen bu haber göstennektedir ki
Müslümanlar, müşriklerin sayısını değişik zamanlarda, farklı şekillerde takdir
etmişlerdir. Hepsinde de onlan, gerçek sayılarından daha az gömıüşlerdir. Allah
teala, müslümanların bu halini, iki fırkanın da gerçek sayısını bilen
Yahudilere haber vererek onlan, ibret almaya, sayılannın çokluğu ile
gururlanmamaya ve müşriklerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmesinden
kaçınmaya çağınnıştır.
Bazı âlimler, iki
taraftan birinin diğerini çok gömıesi ifadesinden, sayıları çok görülenlerin
müminler olduğunu zira gökten meleklerin inerek müminleri desteklediklerini
söylemişlerdir. Diğer bazı alimler ise, sayılan çok görülenlerin kâfirler
olduğunu söylemişlerdir. Bunlar diyorlar ki: "Bedir savaşında müminlerin
sayılan üç yüz küsur kişi iken kâfirlerin sayısı dokuz yüz küsur idi."
Taberi bu görüşü tercih etmiştir.
Mücahid diyor ki:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, müslüman ve kâfir topluluklann karşı
karşıya geldiği Bedir savaşı günüdür." [58]
14-
Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara,
havyanlara ve ekinlere karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü gösterildi.
Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise
Allah kalındadır.
İnsanlara,
arzuladıkları, kadın, oğul, kantar kantar altın ve gümüş, görenlerin boşuna
giden mükemmel güzilliklere sahip besili ve nişanlı atlar, deve sığır, koyun
gibi havyanlar ve ekinler güzel gösterildi. Bu sayılanlar, dünya hayatında
hoşa giden geçimliklerdir. Allanın katında ise, takva sahipleri için, gidilecek
güzel yerler vardır.
*Âyfet-i kerime, dünya
nimetlerinden insanın en çok hoşuna giden şeyleri zikretmekte ve bunların,
hayır yolunda kullanılmadıkları takdirde kişiyi gaflete düşürüp rabbinden
uzaklaştırabileceklerine dikkati çekmekte ve bunların başında da kadınları
zikretmektedir.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) de bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Ben, benden
sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırak-madım[59] Yine
Resulullah (s.a.v.) kadınlara hitaber şöyle buyurmuştur:
"Ben, akh ve dini
eksik olan siz kadınlardan, kararlı bir erkeğin aklını daha çok çelen bir
varlık görmedim." Kadınlar:
Ey Allanın Resulü,
dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? diye sordular. Resulullah buna cevaben
buyurdu ki:
Bir kadının şahitliği
bir erkeğin şahitliğinin yarısı değilmi dir." (Bir erkeğin şahitliği
yerine iki kadının şahitliği gerekmiyor mu)? Kadınlar dediler ki:
- Evet.
"Resulullah da buyurdu ki:
- İşte bu, kadının
aklının eksikliğindendir. "Ve tekrar sordu:"
- Kadın, hayız
halindeyken namazını ve orcunu bırakmaz mı? Dediler ki:
- Evet. Resulullah
bunun üzerine de buyurdu ki:
- "İşte bu da onun
dininin eksikliğindendir. [60]
Oğulların ve malların
da insanlar için bir imtihan vesilesi olduğunu şu âyet-i kerime de ifade
etmektedir: "Bilin ki mallarınız ve oğullarınız sizin için ancak bir
imtihandır. Büyük mükâfaat ise elbette Allah nezdindedir. [61]
Resulullah (s.a.v.)
kişinin sahip olduğu atların da kendisini yoldan çıkarmaya vesile
olabileceğini beyanla buyuruyor ki:
"At bazı kimseler
için sevap işleme vasıtası, bazı kimseler için ihtiyaç giderme vasıtası bazi
kimseler için de bir günah işleme aracıdır. At, şu kimseler için sevap işleme
vasıtasıdır: O kimse atını Allah yolunda kullanır. Onu çayıra veya bahçye
bağlar. At ipinde bağlı iken bile, çayır ve bahçeden dokunduğu şeyler o kişi
için sevap kaynağıdır. Şayet ipini koparıp bir veya iki kere yukarı kalkarak
şahlanacak olsa, bundan meydana gelen iz ve eserler ve dışkı dahi o kişi için
sevap kaynağıdır. Şayet at, sahibinin arzusu hilafına, geçtiği bir nehirden su
içse bile bu da o kişi için bir sevap kaynağıdır. Evet, böyle bir at, sahibi
için sevap kaynağıdır. At, şu kimse için de ihtiyaç gidenne vasıtasıdır. O
kimseatını, kimseye muhtaç olmamak ve iffetli bir şekilde yaşamak için besler.
Sonra da Allanın, o atın boynu ve sırtı üzerindeki hakkını unutmaz. İşte at bu
kişi için vasıtasıdır. O kimse atı, böbürlenerek ve gösteriş için ve
müslümanlara karşı kullanmak için besler. İşte bu kimsenin beslediği at kendisi
için bir günah işleme vasıtasıdır. [62]
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, Resulullahın, AH ahin hak Peygamberi olduğunu
bildikleri halde ona tabi olmayan Yahudileri kınamaktır.
Âyet-i kerimede geçen
kelimesinde ifade edilen miktarın ölçüsünün ne olduğu hususunda çeşitli
görüşler zikredilmiştir.
a- Muaz b.
Cebel, Abdullah b. Ömer, Asım b. Ebinnücud, Ebu Hureyre ve Übey b. Kâ'ba göre
bir kıntar, bin iki yüz Ukıyyedir. [63] Bu
hususta Taberi, Übey b. Kâ'b'ın Resulullahtan, bir kınların bin iki yüz Ukiyye
olduğuna dair bir hadis rivayet ettiğini zikretmiştir.
b- Hasan-ı
Basri, Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bir Kıntar,
bin iki yüz Dinardır. Bu hususta da Taberi Hasan-ı Basrinin, Resulullahtan
Mürsel bir hadis rivayet ettiğini zikretmiştir.
c- Abdullah
b. Abbas, Dehhak ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bir
Kıntar'dan maksat, on iki bin Dirhem veya Bin Dinardır.
d- Said b.
el-Müseyyeb, Katade, Ebu Salih ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre bir
Kıntar, seksen bin dirhem veya yüz Rıtl'dır.
e- Mücahid
ve Abdullah b. Ömerden nakledilen başka bir görüşe göre bir Kıntar, yetmiş bin
Dinardır[64]
f- Ebu
Nadraya göre bir Kıntar, bir öküz derisi dolusu kadar altındır[65]
Rebi' b. Enese göre bir Kıntar "Çokça mal" demektir.
Taberi diyor ki:"
Arapçayı bilen ilim erbabı, Arapların kınları belli bir ölçüyle
smirlamadaklarını, bu kelimenin, ağırlığı ölçülen cisimler için kullanıldığını
söylemişlerdir. Bu görüşün isabetli olması gerekir. Çünkü o belli bir miktar
olsaydı yukarıda izah edilen farklı görüşler ortaya çıkmazdı. Kıntar hakkında
doğru olan görüş Rebi1 b. Enesin dediği gibi onun "Çok mal" demek
olduğunu söyleyen görüştür.
Ayette geçen ve
"Kıntar" kelimesinin pekiştirici sıfatı gibi tercüme edilen
kelimesinden maksat, Rebi' b. Enes, Katade ve Dehhaka göre "kat
kat ve çokça" demektir. Süddiye göre
ise bu kelimeden maksat, "Dinar ve dirhem şeklinde basılmış"
demektir.
Taberi diyor ki:
"Kıntar kelimesinin ifade ettiği miktar hakkında Enes b. Mâlikin,
Resulullahtan bir hadis rivayet ettiği zikredilmektedir. O da Resululla-hnı
"Kıntar iki bindir." Hadisidir, Şayet bu hadisin senedi sahih olsaydı
bunu bırakıp başkasına başvurmazdık.
Âyet-i kerimede,
atların sıfatı olarak zikredilen ve "Besili" diye tercüme edilen
kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Said b.
Cübeyr, Abdurrahman b. Ebza, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri Rebi' b Enes ve
Mücahidden nakledilen bir görüşe göre kelimesinden maksat, "Otlayan"
demektir.
b- Mücahid,
İkrime, ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre burada geçen kelimesinden
maksat, "Güzel ve mükemmel" demektir.
c- Abdullah
b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat
"Nişaneli ve alâmetli" demektir.
d- İbn-i
Zeyde göre kelimesinden maksat, "Cihad için hazırlanmış" demektir.
Taberi diyor ki:
"Atların sıfatı olarak zikredilen kelimesi hakkında beyan edilen
görüşlerden tercihe şayan olan "Alaca olarak nişanlanan ve güzel görünümlü
olan" demektir. Zira Arapçada kelimesinin mânâsı "Nişanlanmak ve
belirtmek" demektir. Güzel görünümlü atlar, Allah te-ala tarafından,
renkleri ve alacahklarıyla nişanelenmiş, şekilleri güzel gösterilmiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen diğer "Hayvanlardan maksat ise, En'am suresinin yüz kırk üç ve
yüz kırk dördüncü âyetlerinde zikredilen, koyun, keçi, sığır ve devedir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Varılacak güzel yer ise Allahin kalındadır." buyrulmaktadır.
Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki "Kıyamet gününde Allahin
nezdinde can yakıcı azap ve dehşetli bir ceza bulunduğu halde, nasıl oluyor da
Allahm katında varılacak güzel bir yer bulunduğu zikrediliyor? Cevaben denilir
ki: "Burada, özel vasıftaki insanların varacakları yer bildirilmektedir.
Bunlar da takva sahibi müminlerdir. Eğer o varılacak güzel yerin neresi olduğu
sorulacak olursa oranın, bundan sonra gelen âyette, Allah tealanın zikrettiği
yer olduğu söylenir. [66]
15- Ey
Muhammcd, de ki: "Size, bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?
Allahtan korkanlar için rablcri katında, altlarından ırmaklar akan, içinde
ebedi kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allanın rızası vardır. Allah,
kullarını çok iyi görendir.
Ey Muhammed, de ki:
"Dünya hayatının çok sevilen geçimliklerinden daha üstün ve hayırlısını
size bildirip öğreteyim mi? Şöyle ki: Allanın farzlarım yerine getirip
yasaklarından kaçınarak ona itaat eden ve ondan korkanlar için rableri katında,
altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetler,
dünyadaki kadınlarda bulunan hayız ve nifas gibi tiskindirici şeyler kendilerinde
bulunmayan tertemiz eşler ve Allanın rızası vardır. Allah, kullarının
yaptıklarını çok iyi görür. Kimin kendisinden korktuğunu, kimin de kendisine
karşı çıkıp isyan ettiğini iyi bilir. İyilik yapanı mükâfaatlandınr, kötülük
yapanı ise cezalandırır.
* Müfessirler, bu
âyetteki soru cümlesinin nerede bittiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre ifadesinde bitmiştir. Buna göre âyetin mânâsı "Size bundan
daha hayırlısını haber vereyim mi?" demektir.
Taberi bu görüşü
tercih etmiştir.
b- Diğer
bazılarına göre som ifadesinde bitmiştir. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir:
"Ben size, rablerinden korkanlar için daha hayırlı olanı haber vereyim
mi?"
Allah teala burada, en
sonunda cennetlikleri rızasına kavuştaracağını zikretmiştir. Çünkü nimetlerin
en yücesi, Allahin rızasını kazanmaktır. Bu sebeplerdir ki müminler
birbirlerine dua edip en iyi dileklerini sunarlarken "Allah senden razı
olsun" temennisinde bulunurlar. Bu hususta Ebu Said el-Hudriden
Resulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah,
cennetliklere, "Ey cennetlikler," diye seslenecek, onlar da
"Leb-beyk ve Sa'deyk" "Emret, emret. Emrinle mutluyuz, emrinle
mutluyuz ey rabbi-miz. Hayır senin ellerindedir." derler. Allah da
"Razı oldunuz mu?"diye sorar. Onlar da "Ey rabbimiz, nasıl razı
olmayalım? Sen bize, yaratıklarından hiçbir kimseye vermediğin nimetleri
verdin." derler. Allah: "Ben size, bunlardan daha üstünün vereyim
mi?"der. Onlard da "Ey rabbimiz, bunladan daha üstün ne olabilir?"
derler. Allah da "Sizin üzerinize rızamı indiririm, artık ondan sonra size
bir daha gazap etmem."der[67]
16- Onlar
şöyle derler: Rabbimiz, şüphesiz biz iman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi
cehennem azabında koru.
O takva sahipleri,
Allaha şöyle yalvaranlardır: Ey rabbimiz, şüphesiz ki biz sana, Peygamberine ve
Peygamberlerinin senin katından getirdiklerine iman ettik. Sen bizim
günahlarımızı affmi a ört ve bizi cehennem azabından koru. Onunla bize azap
etme. [68]
17- Onlar,
sabredenler, doğru söyleyenler, itaat edenler, mallarını Allah yolunda
harcayanlar ve seher vaktitlerinde af dileyenlerdir.
Allahın cennetine ve
nzasina erişecek olan o takva sahipleri, sıkıntılarında ve zorluk anlarında ve
haram işlememek için sabredenler, imanlarında, sözlerinde ve işlerinde doğru
olanlar, Allaha itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar, seher
vakitlerinde de rablerinden af dileyenlerdir.
* Müfessirler bu
âyette zikredilen ve "Af dileyenler" diye tercüme edilen kelimesinden
neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Katadeye
göre, buradaki ( vakitlerinde namaz kılanlar" demektir.
kelimesinden maksat, "Seher
b- Abdullah
b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik ve Cafer b. Mu-hammed göre buradaki kelimesinden maksat, seher
vakitleride Allahtan
affedilmelerini dileyenlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
c- İbn-i
Zeyde göre ise buradaki ( sabah namazlarını cemaatle camilerinde kılanlardır.
kelimesinden maksat, [69]
18-AlIah,
kendisinden başka ilah olmadığına, adaleti ayakta tutarak şahitlik etti.
Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler. Allahatn başka ilah yoktur. O,
her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Allah, yarattıkları
arasında adaleti ayakta tutarak, kendisinden başka ilah olmadığına, bütün
varlıkların yaratıcısı olması hasebiyle kendisinden başka hiçbir şeyin gerçek
ibadete layık olmadığına şahitlik etmiştir. Melekler ve ilim sahipleri de
Allahtan başka ilah olmadığına, Allahtan başkasını rab edinenlerin yalancı
olduklarına şahitlik etmişlerdir. Allah, kendisinden başka ilah olmayan dır. O,
her şeye galiptir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.
Müfessirler, bu âyette
zikredilen "Allah şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik
ettiler." ifadelerindeki şahitliği çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir.
a-
Bazılarına göre buradaki şahitlikten maksat, bilinen bir şeyi haber vermedir.
Buna göre Allahın şahitliği, kendi varlık ve birliğini haber vermesidir.
Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise, Allahın kendilerine bildirdiği varlığı
ve birliğini haber vermeleridir.
b- Diğer
bazılarına göre ise, Allahın şahitliği, kendisinin, mevcudatı yaratarak
varlığını göstermesidir. Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise Allahın varlığını
gösteren mevcudatı görüp bu sebeple Allahın varlığını kabu etmeleridir.
"Adaleti ayakta
tutma" sıfatının kime ait olduğu hakkında da farklı görüşler
zikredilmiştir. Taberinin tercih ettiği görüşe göre bu, Allah tealanın
sıfatıdır. Buna göre âyetin mânâsı, mealde zikredildiği gibidir.
Diğer bazı âlimlere
göre de bu sıfat, ilim sahiplerine aittir. Bu görüşe göre âyetin meali şöyle
olmaktadır: "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri,
ondan başka ilah olmadığına şahitlik etmişlerdir". Allah teala bu âyet-i
kerime ile, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetinin,
Hz. İsaya isnad etmiş oldukları "Allanın oğlu" şeklindeki iddialarını
reddetmiş, kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını eşi benzeri ve emsali bulunmadığını
beyan etmiştir. Buna hem bizzat kendisini hem de Meleklerinin ve âlim
kullanılın şahitlik ettiklerini beyan etmiştir. Böylece Resulullah ile asılsız
bir tartışmaya girişen Hristiyan Necranlıların heyetine cevap vermiş ve onları
susturmuştur. [70]
19- Şüphesiz
ki Allah katında din, İslamdır. Kendilerine kitap verilmiş olanlar,
aralarındaki ihtiras yüzünden ancak kendilerine Hini geldikten sonra ayrılığa
düştüler. Kim, Allahın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk
görendir.
Şüphesiz ki Allanın,
şeriat olarak Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği ve ondan başkasını kabul
etmediği hak din, İslamdır. Kendilerine İncil verilen Hristiyanlar,
aralarındaki düşmanlıktan, başkanlık, saltanat ve Hükümdarlık ihtirası
yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten ve gerçeği tam olarak anladıktan
sonra ihtilafa düştüler. Kim, AH ahin, düşünüp ibret alacaklar için ortaya
koyduğu âyet ve delillerini inkâr ederse bilsin ki Allah, çok hızlı hesap görendir.
Her insanın amelini kolaylıkla ve süratle tesbit edip karşılığını verendir.
"Allah, hesabı
çok çabuk görendir." demek, Allah, bütün yaratıkları en kısa zamanda
hesaba çeker ve bir işi yapması onu, diğer işten alıkoymaz." demektir. Bu
hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadir. "Kim İs-lamdan
başka bir din ararsa onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de
hüsrana uğrayanlardan olacaktır. [71]
Taberi diyor ki:
"Burada zikredilen "Din" kelimesinin asıl mânâsı "itaat
etmek ve boyun eğmek"tir. "İslam" kelimesinin mânâsı da
"Zelil bir şekilde boyun eğmek ve teslim olmak"tır. Bu mânâlara göre
âyetin izahı şöyledir: "Allah katında gerçek itaat, dillerin ve kalblerin
boyun eğerek Allaha kulluklarını ikrar etmeleri, emir ve yasaklarında zelil bir
şekilde itaat etmeleridir. Bu hususta böbürlenmemeleri, itaatten ayrılmamaları
herhangi bir yaratığını ilahlıkta ve rab-lıkta ona ortak koşmam al and ir.
Ayette
"Kendilerine kitap verildiği" zikredilen kimselerden maksat,
Mu-hammed b. Cafer b. Zübeyre göre, kendilerine İncil verilen Hristiyanlardır.
Allah teala, bunlara, İsa hakkında ve diğer hususlarda doğru olanı
bildirdikten sonra onlar, sadece birbirlerine düşmanlıklarından, başkanlık ve
saltanat sevdalarından dolayı bu hususlarda ihtilafa düşmüşler. Hz. İsa
hakkında çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır. Onların bu ihtilafları,
cehaletlerinden değil, birbirlerine düşmanlıkları d an, mal ve mevki
hırslarındandır.
Rebi' b. Enese göre
ise bu âyette zikredilen "Kendilerine kitap verildiği halde ihtilafa
düşenler"den maksat, Yahudilerdir. Çünkü, Hz. Musaya Ölüm gelip çatınca
İsraioğullanndan yetmiş kadar âlimi çağırdı ve Tevratı olanlara teslim etti ve
Tevratm koruyuculuğunu onlara verdi. Fakat her âlim Tevratın bir bölümünü
yanına aldı. Musa Öldükten sora yerine Yuşa b. Nün geldi. Birinci, ikinci ve üçüncü
asırlar geçince Yahudilerin arasına ayrılık düştü. Bunlar, o yetmiş kişinin
âlim olan evlatlarındandı. Öyle ki, onlar birbirlerinin kanlarını döktüler.
Aralarında kötülükler oldu ve bu işi de "Kendilerine ilim verilenler"
sırf dünyanın mülk ve saltanatına olan hırslarından dolayı yaptılar. Bunun
üzerine Allah.da onlara zorbalarını musallat kıldı. Rebi b. Enes diyor ki: Hz.
Ömerin oğlu Abdullah bu âyeti çokça okur ve derdi ki: "Kendilerine kitap
verilenler sırf düyyanin malını ve saltanatını istemelerinden dolayı ihtilafa
düşmüşledir. Vallahi bize de İhtilaf, dünyaya düşkünlükten gelmiştir. Aslında
bizi, Allanın kitabı ve Resulullahın sünnetine göre idare eden ve onların
mucibince bizden hesap soran bir kişi başımızda bulunduktan sonra bizim ona
karşı çıkmamızı gerektiren herhangi bir sebep yoktur. Fakat bize ihtilaflar,
dünyaya düşkün olma yüzünden gelmiştir."
[72]
20- Eğer
seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben, Allaha yöneldim. Bana tabi olanlar
da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki:
"İslam oldunuz mu?" Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş
olurlar. Şayet yüzçevirirlersc sana düşen sadece tebliğdir Allah, kullarını çok
iyi görendir.
Şayet Hristiyanlar,
İsa hakkında seninle tartışmaya girer ve bâtıl iddialarla seninle
cedelleşirlerse de ki: "Ben, dilimle, kalbimle ve bütün azalarımla yalnızca
Allaha boyun eğip teslim oldum. Bana tabi olanlar da Allaha teslim oldular.
Kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristiyanlarla okur yazarlığı olmayan Arap
müşriklerine de ki: "Teslim oldunuz mu? Yani, Allanın birliğini kabul edip
ibadeti ve ilahlığı sadece ona tahsis ettiniz mi? Şayet onlar Müslüman olurlarsa,
yani boyun eğip sadece Allaha kulluk ederlerse, şüphesiz ki onlar, doğru yolu
bulmuş olurlar. Eğer onlar, senin davet ettiğin tevhid inancından, İslamdan
yüzçevirirlerse, ey Muhammed, bil ki sen, sadece tebliğ edicisin. Sana düşen
ancak, ilahi hükümleri tebliğ etmektir. Allah, kulların yaptıklarını çok iyi
görendir. Onlara, amellerinin karşılğım verecektir.
Peygamber efendimiz,
bütün insanlığın, kendisini Peygamber olarak kabul edip İslam dinine iman
etmesi gerektiğini beyan ederek buyuruyor ki:"Muhammedin nefsi kudret
elinde olan Allaha yemin olsun ki bu ümmetten herhangi bir kimse Yahudi ve
Hristiyan da olsa, beni duyduğu halde bana gönderilenlere iman etmeden ölürse
mutlaka cehennemliklerden olur. [73]
21- Allahın
âyetlerini inkâr edenleri, haksız yere Peygamberleri öldürenleri ve
insanlardan adaleti emredenleri öldürenleri can yakıcı bir azapla müjdele
Ey Muhammed, Yahudi ve
Hristiyanlar gibi, Allahın, âyetlerini İnkâr edenleri, Zekeriyya, Yahya ve
benzeri Peygamberleri haksız yere öldürenleri ve yine insanlardan, adaleti
emredip Allaha isyan etmeyi yasaklayan kimseleri öldürenleri, can yakıcı bir
azapla müjdele.
Bu âyet-i kerime, her
ne kadar özel olarak Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup hakkında nazil olmuşsa
da hükmü geneldir. Yani, bu çeşit fiilleri işleyen herkes, sonunda can yakıcı
bir azaba uğrayacaktır.
Ma'kil b. Ebi Miskin,
Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyette zikredilen "Adaleti emredenlerden
maksat, İsrailoğullarının, Allahın gönderdiği vahyi insanlara tebliğ
edenleridir. İsraioğullan, Peygamberlerini öldürdükleri gibi böyle olan
isanları da öldürürlerdi. Bu hususta Ebu Ubeyde b. el-Cerrah diyor ki: "Dedim
ki "Ey Allahın, Resulü, kıyamet gününde insanlardan azabı en şiddetli olacak
olanlar kimlerdir?" Resulullah da buyurdu ki: "Bir Peygamberi öldüren
veya kötülüğü emredip iyiliği yasaklayandır." Sonra Resulullah bu âyeti
ve bundan sonra gelen âyeti okudu ve daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebu
Ubeyde, İs-railoğullan, bir günün başlangıcında kırk üç Peygamber
öldürmüşlerdir. Bunun üzerine İsrailoğullarının ibadetlerini eksiksiz olarak
yerine getirenlerden yüz on iki kişi, Peygamberleri öldürenlere iyiliği emredip
kötülükten sakmdirmaya girişmişler, bunun üzerine, Peygamberleri öldürenler o
kimseleri de günün sonunda öldürmüşlerdir. Aziz ve Celil olan Allah işte bu
âyetinde bu kimseleri zikretmektedir." [74]
22- İşte
onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa çıkanlardır. Onların hiçbir yardımcıları
da yoktur.
İşte o, Allahın
âyetlerini inkâr eden, haksız yere Peygamberleri öldüren ve insanlara adaletli
olmayı emredenleri katledenler hem dünyada hem de âhirette amelleri boşa
gidenlerdir. Dünyada kendilerine lanet okunması ve kınanmaları ile amelleri
boşa gitmiştir. Çünkü onlar, bâtıl bir yolda va sapıklık üzere bulunmuşlardır.
Bu sebeple Allah onların adım sanını yok etmiş, onları lanetlemiş ve
yüzlerindeki maskeyi düşürmüştür. Âhirette ise nimetlerden mahrum olmaları ve
cehennemde ebedi kalmaları ile amelleri boşa çıkacaktır. Onların, Allaha karşı
herhangi bir yardımcıları ve Allahın azabından kurtaranları da yoktur. [75]
23-
Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Aralarında hüküm
vermesi için Allahın kitabına çağmlıyorlar da sonra onlardan bir kısmı
yüzçeviriyor. Zaten onlar, devamlı yüz çevirenlerdir.
Ey Muhammed,
kendilerine Tevrattan biraz pay verilen o insanları görmez misin? Onlar,
seninle tartıştıkları bazı konularda, aralarında hüküm vermesi için Allahın
katından geldiğini kabul ettikleri Tevratin hükümlerine çağırılıyor-lar da
içlerinden bir gurup yüzçeviriyor. Zaten onlar, bile bile yüzçeviren bir
topluluktur..
Müfessirler, bu âyette
Yahudilerin, hükmünü kabul etmeye davet edildikleri kitabın hangi kitap olduğu
hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbasa göre bu kitaptan maksat, Tevratür. Resulkıllah, çeşitli fırkalara
ayrılan Yahudileri, Tevratın, neshedilmemiş bazı hükümlerini kabul etmeye davet
etmiş fakat Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Ayet-i kerime bu hususa işaret
etmektedir. Said b. Cübeyr ve İkrime bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları
söylediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah, Medinedeki "Beytül
Medaris" denen yerde bir Yahudi topluluğunun yanına vardı ve onları Allaha
davet etti. Nuaym b. Amr ve Haris b. Zeyd, "Ey Muhammed, sen hangi din
üzeresin?" dediler. Resulullah de: "İbrahimin milleti ve dini
üzereyim." dedi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi." dediler.
Resulullah da onlara: "O halde gelin Tevrata baş vuralım. Bizimle sizin
aranızda o bulunsun." dedi. Onlar kabul etmediler. İşte bunun üzerine
Allah teala bu âyet-i kerimeyi ve bundan sonra gelen âyeti indirdi. -
b- Katade ve
İbn-i Cüreyce göre ise bu âyette Yahudilerin, hükmünü kabul etmeye davet edildikleri
kitaptan maksat, Resulullaha indirilen Kur'an-ı Kerimdir. Resulullah,
Yahudileri, aralarında hak ile hüküm vermek için Kur'ana davet etmiş fakat
Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Bu hususta Katadenin, şunları söylediği
rivayet edilmiştir: "Bu âyette davet edildikleri zikredilenler, Allah
düşmanı Yahudilerdir. Onları aralarında hüküm varılmak için Allanın kitabı
Kur'ana ve aralannda hüküm vermesi için Hz. Muhammede çağırılmışlardır. Fakat
onlar, Hz. Muhammedi kendi ellerinde bulunan Tevrat ve încilde yazılı olarak
buldukları halde onun davetinden yüzçevirmişler, kabul etmemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan Resulullahın hicret ettiği Medinenin
çevresinde bulunan Yauhidilerin iman ettikleri Tevratın hükümlerini kabule
çağırıldıklarını söyleyen görüştür. Resulullah. Yahudileri Tevrata,
kendileriyle ihtilaf ettiği hususlar için davet etmiştir. Aralarında ihtilaf ettikleri
hususlar, Resulullahın Peygamberliği de olabilir, Hz. İbrahİmin Peygamberliği
ve dini de olabilir. İslamı kabul etmeleri de olabilir, herhangi bir cezanın
tesbiti hususu da olabilir.
Çünkü Yahudiler, bütün
bu meselelerde Resulullah ile ihtilafa düşmüşler, Resulullah da onlan Tevratın
hükmüne davet etmiş, onlar ise bunu kabul etmemişler bazıları da Tevratın
hükümlerini Resulullahtan gizlemeye çalışmışlardır. Ayet-i kerimede,
Resulullahın, Yahudileri hangi hususta Tevratın hükmüne davet ettiği beyan
edilmemektedir. Bu itibarla, bizim, ihtilaf konusu mesele için "Şu
meseledir." dememiz, delilsiz bir iddia olur. Zaten bizim, o meseleyi
bilmeye ihtiyacımız da yoktur. Çünkü Yahudiler, yukarıda zikredilen bütün bu
meselelerde Resulullahın davetini kabul etmek zorundaydılar. Fakat onlar kabul
etmediler ve Allah tealanın kitabında yerilmeyi hak etmiş oldular. [76]
24- Bu
onların, "Ateş bize sadece sayılı bir kaç gün dokunacaktır."
demelerindendir. Yaptıkları iftiralar, dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır,
Yahudilerin, Tevratın
hükmüne karşı çıkmalarının gerekçesi şu sözleridir. "Ateş bize sadece buzağıya
taptığımız kırk gün müddetle dokunacaktır."
Yani, "Tevrata
karşı çıkabiliriz. Zira biz, sadece buzağıya taptığımız gün sayısı kadar
yanacağız." Onları, dinleri hususunda "Biz, Allanın oğulları ve
dostlarıyız." diyerek uydurmuş oldukları yalanlan ve hurafeler
aldatmıştır. [77]
25-
Geleceğinde şüphe olmayan günde onları topladığımız ve herke-sizin kazandığı
kendisine tam olarak verilip hiçbir haksızlığa uğratılmadığı zaman onların
halleri ne olacak?
Onları, gelmesinde
şüphe olmayan âhiret gününde bir araya toplayacağımız zaman onların hali ne
olacaktır? O korkunç günde onların görecekleri azap ve .cezalandırma ne büyük
olacaktır. O gün harkese kazandığı hayır ve şerrin karşılığı tam olarak
verilecek ve kimse zulme uğratılmaktan ve hakkının yenmesinden korkmayacaktır.
Çünkü iyilikte bulunanın iyiliği eksiltilmeyecek, kötülük yapan ise hak ettiği
cezadan fazlasıyla cezalandırılmayacaktır. [78]
26- Ey
Muhammcd, de ki: "Ey mülkün sahibi Allahım, mülkü dilediğine verir
dilediğinden de o mülkü alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin.
Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye kadirsin.
Ey mülkün sahibi, ey
dünya ve âhiret hükümranlığını elinde bulunduran Allahım, sen mülkü dilediğine
verir onu malik yapar ve onu dilediğine hakim kılarsın. Dilediğinden de mülkü
alıp onu mahrum edersin. Mülkü ve hükümranlığı dilediğine verir onu aziz
kılarsın. Dilediğinden de mülkü ve hükümranlığı alır, düşmanlarım ona musallat
ederek zelil kılarsın. Hayır ancak senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye
kadirsin. Senden başka hiçbir kimsenin bunlara gücü yetmez.
Bu âyet-i kerime,
hükümranlığın Allaha ait olduğunu, yarattıkları üzerinde dilediği gibi
tasarrufta bulunuğunu, kendi hikmeti gereği bazılarını aziz bazılarını da zelil
kıldığını, buna kimsenin müdahale edemeyeceğini beyan etmektedir. Katade diyor
ki: "Bu ayeti kerime, Resulullahın, İranın ve Bizansın yönetiminin
ümmetine verilmesini istemesi üzerine nazil olmuştur. Ve mülkün asıl sahibinin
Allah teala olduğunu, onu kullarından dilediğine verip dilediğinden de çekip
alacağını beyan etmiştir. [79]
27- Geceyi
gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın ölüden diriyi çıkarır, diriden de
ölüyü çıkarırsın ve dilediğini de hesapsız olarak rızık-landınrsın,
Ey Allahım sen,
eksilttiğin gecenin saatlerini, uzattığın gündüzün içine ve gündüzün saatlerini
de gecenin içine katarsın. Sen ölü olan meniden diri olan insanı çjkanr, diri
olan insandan ölü olan meniyi çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız olarak
nzıklandırırsın. Zira senin hazinelerin eksilmez.
Abdullah b. Abbas, Mücahid,
Hasan-ı Basri, Katade, Dehhak ve İbn-i Zeyd "Gecenin gündüze, gündüzün de
geceye katılmasını" gece ve gündüzün uzayıp kısalması olarak tefsir
etmişlerdir. Yani geceler kısaldığında kısaltılan saatler gündüzlere, gündüzler
kısaltıldığında da kısaltılan saatler gecelere eklenir." demişlerdir.
"Ölüden dirinin,
diriden de ölünün çıkarılması" ifadesi müfessirler tarafından çeşitli
şekillerde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Mes'ud, Mücahid, Dehhak, İsmail b. Ebi Halid, Katade,
Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyde göre bu
ifadeden maksat, bütün canlı varlıkların, ölü mahiyetinde olan meniden, meninin
de canlı varlıklardan çıkarılmasıdır,
b- İkrimeye
göre ise, "Çekirdekten hurma ağacının, hurma ağacından çekirdeğin,
taneden başağın, başaktan tanenin, yumurtadan tavuğun, tavuktan da yumurtanın
çıkarılmasıdır.
c- Hasan-ı
Basriye göre bu ifadeden maksat, ölü mahiyetinde olan kâfirden müminin,
müminden de kâfirin çıkarılmasıdır. Hasan-ı Basri demiştir ki: "Müminin
gönlü diri olduğu için ona "Diri" kâfirin kalbi de "Ölü"
olduğu için ona da "Ölü" denilmiştir."
Taberi, bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, diriden maksadın, insan, ölüden
maksadın da meni olduğunu söylemiştir. Taberi, diri olan varlığın cisminden
koparılan veya ayrılan he şeye "Ölü" dendiğini, meni de insanın
vücudundan ayrıldığı için ona bu ismin verildiğini bu meniden de canlı
varlıklar meydana geldiği için onlara da "Diri" dendiğini
zikretmiştir. Taberi bu âyetin "Allahı nasıl inkâr ederseniz? Halbuki siz,
ölüler idiniz sizi o diriltti. Sonra öldürecek, sona tekrar diriltecektir. Nihayet
ona döndürüleceksinz. [80]âyetine benzediğini
söylemiştir. Taberi diyor ki "Bu ifadeyi" Taneden başak, başaktan
tane, yumurtadan tavuk, tavuktan yumurta, müminden kâfir, kâfirden mümin
çıkarma." şeklinde izah edenlerin izahlarının makul bir yönü varsa da
âyetin zahirinin, insanlar arasında kullanılan dile göre yorumlanması daha uygundur. [81]
28-
Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa,
Allahtan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali
müstesnadır. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak
Allahadir.
Müminler, diğer mümin
kardeşlerini bırakıp ta düşmanları olan kâfirleri dost ve yardımcı
edinmesinler. Dinleri hususunda onlarla samimi olup müslü-manların sırlarını
onlara aktarmasın!ar. Bunu yapanların, Allahtan bekleyecekleri hiçbir şeyleri
yoktur. Allah onlardan beridir. Onlar da Allahtan uzaktırlar. Ancak kâfirlerden
çekinme haliniz müstesnadır. Bu durumda dillerinizle dostluğunuzu söyleyip
kalblerinizle onlara düşmanlık besleyebilirsiniz. Allah sizi, kendisinden
sakındırır. Ona karşı isyan etmeyin ve düşmanlarım dost edinmeyin. Öldükten
sonra dönüşünüz ancak Allahadir. O, sizleri âmellerinize göre hesaba
çekecektir.
* Bazı müminlerin,
Yahudilerden arkadaşları vardı. Onlarla dostluk kuruyorlardı. Sahabilerin bir
kısmı bunlara "Yahudilerden uzak durun. Sizi dinini?_-den çıkarıp iman
etmenizden sonra sizi saptırmasınlar. Onlarla arkadaşlıktan çekinin"
demişlerdi. Buna rağmen, dostluk kuran müminler bu öğüdü dinlemediler ve bunun
üzerine bu âyet nazil oldu. Abdullah b. Abbas, İkrime, Ebul Âliye ve Dehhak,
"Takiyye'nin dille olabileceğini, amel ile caiz olmadığını söylemişlerdir.
Yani, kâfirlerin hakimiyeti altında bulunan kimseler, onlar tarafından, hayati
bir tehlikeye düşecek şekilde tehdit edildikleri takdirde dilleriyle günah olan
sözleri söyleyebilirler. Kâfirlerin dostları olduklarını lisanen ifade edebilirler.
Fakat bir puta secde etmeleri istendiğinde tehdit ne olursa olsun boyun eğmeleri
caiz olmaz. İkrime, tehdit edilen kişinin hayati bir tehlike karşısında,
kendisinden isteneni söyleyebileceğini ancak başka bir nıüsKimamn kanını
akı-tamayacağmı ve malını gaspedemeyeceğini söylemiştir.
Katade ise burada
zikredilen "Onlardan sakınmanız hali müstesnadır." diyen tercüme
edilen ifadesini "Ancak sizinle akraba olan kâfirler müstesnadır. Onlara
akrabalık alakası gösterebilirsiniz." şeklinde İzah etmiştir.
Taberi, Katadenin bu
izahının, âyetin zahirinden uzak olması hasebiyle makbul olmadığını
söylemiştir. [82]
29- De ki:
"içinizde olanı gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O,
göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadirdir.
Ey Muhammed, kâfirleri
dost edinen şu insanlara de ki: "Sizler, kâfirleri dost edinme meselesini
içinizde gizleseniz de, dillerinizle ve davranışlarınızla açığa vursanız da
Allah onu bilir. Çünkü hiçbir şey ona gizli değildir. Allah, göklerde
bulunanları da yerde bulunanları da bilir. O halde Allah, kalbinizde bulunan,
kâfirlere muhbbet besleme duygusunu veya bu duygunuzu açıkça göstermenizi
nasıl olur da bilmez Allah, her şeye kadirdir. Kâfirlere karşı dostluk
beslemenizin cezasını derhal verebilir. [83]
30-
Herkesin, yaptığı hayırı ve işlediği kötülüğü hazır bulacağı o kıyamet gününde
kişi, yaptığı kötülükle kendisi arasında uzun bir mesafe bulunmasını
isteyecektir. Allah, sizi, kendisinden sakındırır. Allah, kullarına karşı çok
merhametlidir.
Ey müminler, o günü
düşünün ki, herkes yaptığı hayırı ve işlediği kötülüğü önünde hazır bulacak,
işlediği kötülük ile kendi arasında uzun bir mesafe bulunmasını arzu
edecektir. Allah, sizleri kendisinden sakındırır. O gün, azabına uğramaktan
kaçınmanızı ister. Allah, kullarına karşı çok merhametli olandır. Kullanın ceza
ve gazabından sakındırması da merhametininin gereğidir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimeyi, irabına göre şu şekillerde izah etmişlerdir:
Bazılarına göre bu
âyetin mânâsı şöyledir; Kişi yaptığı hayır ve işlediği kötülükleri önüne
serilmiş vaziyette gördüğü o kıyamet gününde kendisiyle o günün arasında uzun
bir mesafe bulunmasını arzular."
Diğer bazılarına göre
ise mânâ şöyledir: "Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı önünde
hazır bulacaktır. İşlediği kötülüklerle kendisi arasında da uzak bir mesafe
bulunmasını arzulayacaktır.
Yine diğer bazılarına
göre âyetin mânâsı şöyledir: Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı hazır
bulacaktır. Şayet bir kötülük işlemiş ise de onun, kendisinden çok uzak
olmasını isteyecektir.
Başka bir kısım
alimlere göre ise âyetin izahı şöyledir: Allah sizi, kendisinden g günde
korkutur ki, o gün herkes yaptığı hayın önünde hazır bulacaktır. Kişi o gün
işlediği kötü amel ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını ister. [84]
31- De ki:
"Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Ey Muhammed de ki:
Eğer sizler, gerçekten, Allahı sevdiğinizi iddia ediyorsanız iddianızı
ispatlamak için bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve geçmişteki günahlarınızı
bağışlasın. Allah, günahları çokça bağışlayan ve kullarına karşı çok merhametli
davranandır.
Şurası bir gerçektir
ki Allahı tanıdığını ve sevdiğini iddia eden herkesin Allanın Peygamberi olan
Hz. Muhammedi de tanıması ve sevmesi ve de onun yolundan ayrılmaması gerekir.
Resulullahın yolundan ayrılan herkes, sapıklık içindedir. Bu hususta Resulullah
(s.a.v.) efendimiz şöyle buyumaktadir:
"Kim, bizim,
üzerinde bulunduğumuz yolun dışında başka bir amel işlerse o amel reddedilir. [85]
Müfessirler bu âyetin
nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Resulullah
döneminde bir kısım insanlar "Biz, rabbimizi seviyoruz." demişlerdir.
Bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirmiş ve Hz. Mu-hammede
emretmiştir ki "Biz rabbimizi seviyoruz." diyenlere de ki "Eğer
sizler, gerçekten Allahı seviyorsanız onun Peygamberi olan bana tabi olun ki
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." Böylece Allaha teala, Hz.
Muhammede uymayı, sevgisi için bir alâmet, ona karşı çıkmayı da azabı için bir
nişane yapmıştır.
b- Muhammed
b. Cafer b. Zübeyre göre ise bu âyet Hz. İsa hakkında Resulullah ile tartışan
Necran Hristi yani arının heyeti hakkında nazil olmuştur.
Taberi diyor ki:
"Bu son görüş tercihe şayandır. Zira bu surenin başından buraya kadar,
doğrudan veya dolaylı olarak Necran heyeti zikredilmiştir. Surenin başından
buraya kadar, Resulullah döneminde yaşayıp ta "Biz Allahı seviyoruz"
diyen bir topluluktan bahsedilmemiş, aynca Hasan-ı Basriden rivayet edilen bu
haberin sıhhatine dair herhangi bir delil de bulunmamıştır. Ancak Hasan-ı
Basri, bu toplulukla, Necran heyetini kastetmiş olursa o zaman da âyetin nüzul
sebebi, bizim tercih ettiğimiz sebep olur. Yani, Allah tela bu âyet-i
keri-mesiyle kendisini sevdiklerini iddia eden Necran heyeti Hristiy ani arına,
Hz. Muhammede tabi olmalarını ve ancak ona tabi olduklarında kendisini sevmiş
olabileceklerini bildinniş, Allah rızası için Hz. İsayı sevdikleri iddialarının
da ancak Hz. Muhammede tabi olmalarıyla doğru olabileceğini beyan etmiştir. [86]
32- De ki:
AUaha ve Peygambere itaat edin. Şayet onlar, davet ettiğin şeyden
yüzeevirirlersc onlara söyle, şüphesiz ki Allah, bile bile hakkı inkâr eden o
kâfirleri sevmez.
Ey Muhammed, sana
gelen Necran heyetine de ki: "Allaha ve Peygamberi Muhammede itaat edin.
Şayet onlar, davet ettiğin şeyden yüz çevirirlerse onlara söyle, şüphesiz ki
Allah, bile bile hakkı inkâr eden o kâfirleri sevmez. [87]
33-34-
Şüphesiz ki Allah, Âdemi, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinin
soyundan olarak âlemlerden üstün kıldı. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
bilendir.
Şüphesiz ki Allahı,
Âdemi, Nuhu, İbrahim ailesinden olan müminleri, İmran ailesinden olan
müminleri, dini yönden, bütün âlemlerden üstün kıldı. Çünkü onlar müslümandı.
Bunlar, din ve takva bakımından, ihlas ve tevhid inancı yönünden birbirlerinden
olan soylardır. Allah, kullarının sözlerini işiten
ve yaptıklarını çok iyi bilendir.
Katade diyor ki:
"Allah teala bu âyette iki üstün insanı ve iki salih aile--yi zikretmiş ve
bunlan âlemlerden üstün kıldığını beyan etmiştir. Hz. Muhammed. (s.a.v.) de bu
iki aileden biri olan Hz. İbrahim ailesindendir.
Âyet-i kerimede
"Onlar birbirlerinin soyundandı." buyuruluyor. Burada onların, kan
bağı açısından birbirlerinden olduğu kastedilmeyip, din, takva, dürüstlük
bakımından birbirlerinin aynı oldukları, Allaha itaat ve samimiyette birbirlerine
benzedikleri belirtilmektedir. Cenab-ı Hakkın, onları üstün kılması hususu
şöyle açıklanabilir:
Allah teala, Hz. Ademi
balçıktan yarattı, ona ruhundan üfledi, melekleri ona saygı için secde ettirdi.
Ona her şeyin ismini öğretti. Onu önce cennetine yerleştirip daha sonra,
hikmeti gereği yeryüzüne indirdi. Böylece Hz. Âdem, diğer varlıklara karşı
seçkin bir kimse oldu.
Allah teala, Hz. Nuhu
ise, insanların ilk defa putlara tapması ve kendisine ortak koşması zamanında
Peygamber olarak gönderdi. Ona uzun ömür verip dokuz yüz elli sene kadar
insanları hak yola davet ettirdi. O insanlar, Nuhun enirini dinlemeyince, ona
tabi olanların dışında bütün insanları suda boğdu. Böylece Nuhu seçkin bir
insan kıldı.
Allah teala Hz.
İbrahimi de diğer insanlardan seçmiş, Hz. Muhammed (s.a.v.) dahil bir çok
Peygamberi onun soyundan göndermiştir.
Burada "Seç i İm
işler" den olduğu zikredilen îmran ailesinden maksat da Hz. Meryemin
babası İmrandır. Allah teala onun soyundan Hz. Meryemi ve ondan da insanlığın
ilk yaratılışını hatırlatmak üzere, babasız olarak Hz. İsayı meydana getimıiş
böylece İmran ailesini de seçin kılmıştır. [88]
35- Bir
zaman İmranın karısı şöyle demişti: "Rabbim, karnımda taşıdığım çocuğu
sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et şüphesiz sen, çok
iyi işiten, çok iyi bilensin.
Bir zaman Meryemin
annesi, İnsanın da ninesi olan, İmranın karısı, Fa-kuz kızı Hanne şöyle
demişti: "Ey rabbim, kamımda bulunan çocuğu, yalnızca senin Beytül
Makdisine hizmet etmesi için adadım. Benim adak yapmamı kabul et. Şüphesiz ki
sen, duamı çok iyi işiten halimi de çok iyi bilensin."
Âyet-i Kerimede
zikredilen İmranın karısı, Fakuzun kızı Hannedir. Bu kadın Zekeriya (a.s.)m
karısının kızkardeşidir. Kocası ise Yaşhim oğlu İm-ran'dır. Hannenin karnındaki
çocuğu, Allanın evine hizmet etmek için adamasının sebebi Muhammed b. İshak
tarafından şu şekilde rivayet edilmiştir: Muhammed b. İshak demiştir ki:
"Zekeriyya ile îmran, iki bacı ile evlendiler. Bu bacılardan biri,
Zekeriyyanm oğlu Yahyanın annesi diğeri ise İmranın kızı Meryemin annesidir.
(Yani, Yahya ile Meryem teyze çocuklarıdır.) İmran, karısı Hanne, Meryeme
hamile iken vafat etti. Hanne, ileri yaşlarına kadar çocuk do-ğurmamıştı. O,
Allah tealanın seçkin kıldığı bir ailedendi. Bir gün, bir ağacın gölgesi
altında otururken bir kuşun, yavrularını beslediğini gördü ve kendisinin de
çocuğu olmasını arzuladı. Allah tealaya, kendisine çocuk vermesi için yalvardı
bundan sonra Meryeme hamile kaldı. Hamileliği sırasında kocası İmran vefat
etti. Hanne de kamında bulunan çocuğu Allaha adadı. Onu adamasının mânâsı
şuydu. Adanan çocuk Kiliseye vakfedilmiş oluyordu. Artık o çocuk sadece Allaha
kulluk ediyor ve ondan dünyevi bir fayda beklenmiyordu.
Âyette zikredilen ve
"Sadece sana hizmet etmek üzere" diye tercüme edilen ifadesinden
maksat, dünyevi herhangi bir meşgaleden uzak, hürrAHaha ibadete tahsis
edilmiş" demektir. Mücahid, Şa'bi, Saitl b. Cübeyr, Katade, Süddi, Rebi1
b. Enes, Dehhak ve İkrime bu ifadeden maksadın, çocuğun Havra ve Kiliseye
hizmet etmeye tahsis edilmesi olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir kimse, dünya
işleriden elini çektiği için "Hürriyetine kavuşturulmuş" mânâsına
gelen vasfı verilmiştir. [89]
36- Onu
doğurunca şöyle dedi: "Rabbim, ben onu kız doğurdum: Halbuki Allah onun ne
dourduğunu çok iyi biliyordu. Erkek, kız gibi değildir Ben onun adını Meryem
koydum. Onu ve neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum."
İmranın karısı Hanne,
adadığı çocuğu doğrunca şöyle dedi: "Ey rabbim, ben, adadığım çocuğu kız
doğurdum. Halbuki Allah, her yarattığının ne doğurduğunu çok iyi bilir. Bu
sebeple Hannenin bunu belirtmesine gerek yoktu. Hanne, rabbine karşı
mazeretini belirterek şöyle devam etti "Erkek kız gibi değildir. Erkek,
hizmet etmeye daha elverişlidir. Zira kız, doğum ve hayız gibi durumlardan
ötürü, Beytül Makdise yani Kudüsteki mabede bazan giremez. Ayrıca erkek daha
güçlü ve daha kararlıdır. Ben çocuğa Meryem adını koydum. Ben -onu ve soyunu,
kovulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyor ve himayene bırakıyorum.
Allah, İmranın
karısının duasını kabul etti. Meryemi ve oğlu İsayı Şeytanın şerrinden korudu.
Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet
ediliyor:
"Doğan hiçbir
çocuk yoktur ki, anasından doğrdu anda Şeytan ona dokunmuş olmasın. Çocuk,
Şeytanın bu dokunmasından dolayı ilk defa ağlar. Ancak Meryem ve oğlu İsa
bundan müstesnadır."
Ebu Hureyre (r.a.)
diyor ki: "Bu hususta isterseniz şu âyeti okuyun. "Meryemi ve
neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden senin himayene sığındırırım. [90]
Diğer bir hadis-İ
şerif de şöyle Duyuruluyor:
"Bütün insanlar
analarından doğdukları zaman, Şeytan onların iki böğrüne dürter. Meryem oğlu
İsa hariç, Şeytan ona da dürtmeye teşebbüs etmiş fakat onu koruyan perdeye
çarpmıştır. [91]
Aynca Hz. Meryemin
annesinin bu üuasi üzerine Hz. Meryem ve banın günah işlemedikleri, Allah
tealanın, Hz. İsaya verdiği kesin iman ve ihlas sebe-, biyle onun, karada yürür
gibi denizlerin üzeride de yürüdüğü rivayet edilmektedir. [92]
37- Rabbi
onu, güzel bir şekilde kabul etti ve onu, güzel bir şekilde yetiştirdi ve
Zekcriyyayi, onun bakımına memur etti. Zckkcriyya, Mcryc-min bulunduğu mihraba
her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. "Bu sana nereden geldi ey
Meryem? "dedi. Meryem: "O, Allah tarafından-dır. Şüphesiz ki Allah,
dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır." dedi.
Rabbi Meryemin, Beytül
Makdisin hizmetine tahsis edilmesini annesinden güzel bir şekilde kabul etti.
Ve Meryemi, erginlik çağına erinceye kadar, yerden biten çiçekler gibi koruyup
büyüttü. Zekeriyyayı, onu yetiştirmekle görevlendirdi. Zekeriyya, Meryemin
bulunduğu özel yere her girdiğinde onun yanında çeşitli nziklar buluyordu. Onun
yanında yaz mevsiminde kış meyveleri kış mevsiminde de yaz meyveleri görüyordu.
Bunun üzerine Zekerriya: "Bu n-ziklar sana nereden geliyor ey
Meryem?" diye sordu Meryem: "Bunlar, Allanın katından gönderilen
nzıklardir." diye cevap verdi.
* Âyet-i kerimede
geçen ve "Zekeriyyayi onun bakımına memur etti." şeklinde tercüme edilen
ifadesi, İki şekilde okunmuştur.
a- Hicaz,
Medine ve Basra kurralan bunu şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu
ifadenin manâsı "Zekeriyya kendiliğinden onun bakımını üzerine
aldı." demektir.
b- Bütün
Küfe kurralan ise şeklinde harfinin şeddesiyle okumuşlardır. Bu kıraata göre
âyetin mânâsı ise "Allah, Zekeriyyayı Meryemi bakmaya vaziflendirdi."
şeklindedir. Taberi bu son kıraat şeklini ve bu izah tarzını tercih etmiş ve
özetle şunları söylemiştir. "Bize erişen haberlere göre Zekeriyya ile
diğer bir kısım insanlar, Hz. Meryemi bakıp büyütme hususunda ihtilaf etmişler
sonra oklarını Ürdün nehirine atmak suretiyle Kıır'a çekmişler, neticede Kur'a
Hz. Zekeriyyaya çıkmış ve Meryemi bakıp bütümeyi üstlenmiştir. Kur'anın nasıl
çekildiği hususunda bir kısım ilim ehli şunu söylemişlerdir: "Oklarını
Ürdün nehrine atınca Zekeriyyanin oku, nehrin bir kenarında dikilip kalmış su
onu götürememiş, diğer oklan ise alıp gitmiştir. Bu durumda diğer tartışanlar
içinde Zekeriyyanın, Meryemin bakımına daha layık olduğunu göstermiştir. Diğer
bir kısım âlimler de, kur'ada Zekeriyyanın okunun nehirden yukarı doğru
yükseldiğini, diğerlerinin oklarının ise nehire düşüp gittiğini, bunun da
Zekeriyyanın Meryeme bakmaya daha layık olduğunu göstermeye delil olduğunu
söylemişlerdir.
İkrime: "Bunlar,
sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Meryemin işlerine kim bakacak diye
kalemlerini atıp kur'a çekerlerken sen, yanlarında değildin. Bu hususta
çekişirlerken de yanlarında bulunmuyordun. [93]âyetini
izah ederken şöyle demiştir. "Onlar, kalemlerini (asalarını) attılar.
Onlan su alıp götürdü. Sadece Zekeriyyanın kalemi yukarı doğru yükseldi. Su
onu götüremedi. Bunun üzerine Meryemin bakımını Zekeriyya üzerine aldı.
Süddi, "Rabbi onu
güzel bir şekilde kabu etti ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi."
âyetinin izahında şunları söylemiştir: Annesi Meryemi doğurduktan sora onu bir
beze sarmış ve Mabedin mihrabına götürmüştür. (Bazı âlimlere göre ise Meryemi
ergenlik çağına eriştikten sonra oraya götürmüştür.) Mabedde Tev-ratı yazanlar,
kendilerine bu gibi kimseler getirildiğinde onun kimin bakıp eğiteceğini
tesbit etmek için aralarında kur'a çekiyorlardı. O zaman da Tevratı yazanların
en efdali olan Hz. Zekeriyya da onların içinde bulunuyordu, Meryemin
teyzesi, Zekeriyyanın hanımı idi. Meryemi
getirip onun bakımı hususunda aralarında kur'a çekmeye teşebbüs edince
Zekeriyya onlara "Buna bakmaya en layık olan kimse benim. Çünkü onun
teyzesi benim hanımımdır." dedi. Fakat kur'a çekenler, onun teklifini
kabul etmediler. Ürdün nehrine gittiler. Kendisiyle yazı yazdıkları kelemlerini
Ürdün nehrine attılar. Kalemi dikilip kalan kimse Meryemin bakımını
üstlenecekti. Hepsinin kalemi suya kapılıp gitti. Sadece Zekeriyyanın kalemi
sanki çamura saplanmış gibi suyun üzerine saplanıp kaldı. Böylece Zekeriyya
Meryemin bakımını üzerine aldı. Onu evine götürdü. Âyette zikredilen
"Mihrap"tan maksat da onun evidir.
İkrime ise, Meryemin
bakımı işini şöyle anlatmaktadır: Meryemin annesi onu bir beze sararak alıp Hz.
Musamn kardeşi Harunun oğlu olan Kâhinin oğullarına götürdü. Kâhinin oğullan
Kâbenin hizmetçileri gibi Beytül Makdisin hizmetçileri idiler. Meryem onlara
"Alın bu adağı, ben bunu buraya hizmete adadım. Bu benim kazımdır. Adetli
olan, kiliseye giremez ve ben bunu tekrar evime döndürmem." dedi. Onlar
da: "Bu bizim İmamımızın kızıdır." dediler. Çünkü İmanın bunların
namazlarını kıldıran İmamlan ve kurbanlarını kesen rehberleriydi. Orada
bulunan Zekeriyya "Bunu bana verin. Çünkü onun teyzesi benim
hanımımdır." dedi. Onlar ise "Bu bizim İmamımızın kızı, gönlümüz onu
sana teslim etmeye razı değil." dediler. İşte o zaman, Tevratı yazdıkları
kalemlerle kur'a çektiler. Kur'a Zekeriyyaya çıktı. O da Meryemin bakımını
üzerine aldı.
Diğer bir kısım
âlimler, Hz. Zekeriyyanın, Meryemin bakımını üzerine alması hususunda özetle
şunları söylemişlerdir: "Meryemin annesi Hanna, Meryemi doğurduktan sonra
kocası gibi o da Ölmüştür. Zekeriyyanın hanımı Faku-zun kızı "İşâ"
Meryemin teyzesi idi. Bu sebeple Zekeriyya Meryemi kur'a çekmeden yanına almış
bakıyordu. Fakat İsraioğullannın uğradıkları şiddetli kıtlıktan dolayı
Zekerriyya, Meryemin bakımını devam ettimnekte güçlük çekmeye başladı. Bu
sebeple aralarında kur'a çektiler. Yine de Meryemin bakımı Zeke-riyyu ya düştü.
Fakat Allah teala, Meryeme bol nzıklar verdi ve onu Zekeriyyaya yük yapmadı.
Taberi bundan önceki
göriişü tercih etmiş, Hz. Zekeriyyanın, Meryemin bakımını daha başlangıçta
kur'a ile düstlendiğini söylemiştir.
Âyet-i kerimede Zekeriyya
Meryemin bulunduğu mihraba her geldiğinde onun yanında yiyecek nzık
buldu." Duyurulmaktadır. Zikredilen rıziktan maksat, Abdullah b. Abbas,
Said b. Cübeyr ve Mücahide göre mevsimi olmadığı halde görülen üzümdür.
Delıhak, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer
bir görüşe göre bu rızıktan maksat, yaz mevsiminde görülen kış meyveleri, kış
mevsiminde de görülen yaz meyveleridir. Muham-med b. İs hak a göre ise, burada
zikredilen rızıktan maksat, Zekeriyyanın Meryeme götürdüğü yiyecekler dışında
başka nzıklardır.
Âyette zikredilen
"Mihrap" kelimesinden maksat, "Mabedin on kısmı" demektir.
Aslında her toplantı yerinin ve namazgahın ön kısmına bu isim verilmektedir.
Âyet-i kerimede Zekeriyya (a.s.) in Meryeme "Ey Meryem bu sana nereden
geldi?" şeklinde nzıklan sorduğu zikredilmektedir. Zekeriyyanin bunu
sornıa sebebi şudur, Zekeriyya, Meryemin üzerine yedi kapıyı kilitliyor ve dışarı
çıkıyordu. Sonra yanma girdiğinde yaz mevsiminde kış meyvesini, kış mevsiminde
de yaz meyvesini buluyordu. Gördüğü bu durumdan dolayı hayrete düşüyor ve
Meryeme" Bu sana nereden geldi?" diye soruyor Meryem de bu nzıkla-nn
Allah katından gönderildiğini ifade ediyordu. [94]
38- İşte
orada Zekeriyya rabbine dua etti. Ey Rabbim, bana kendi katından temiz bir
nesil ihsan et. Şüphesiz ki sen, duayı çok iyi işitensin." dedi.
İşte orada Zekeriyya,
kendisinin ihtiyar hanımının da kısır olmasına rağmen, rabbine yönelerek dua
etti ve şöyle dedi: "Ey rabbim, katından bana temiz ve salih bir evlat
bahşet. Şüphesiz ki sen, sana yalvaranın duasını çok iyi işiten ve kabul
edensin.
Âyet-i kerimede,
Zekeriyya (a.s.) Meryemin, hiçbir vasıta olmaksızın belli nzıklarla
nzıklandırıldığını görünce, yaşının büyük hanımının da kısır olmasına rağmen,
AHahın kendisine çocuk vermesini arzuladi. İsta orada rabbin-den kendisine
temiz bir soy vermesini niyaz etti. Bu hususta Siiddi diyor ki:
"Zekeriyya, Meryemin bu halini görünce dedi ki "Meryeme kış
mevsiminde yaz meyvesini, yaz mevsiminde de kış meyvesini veren rab, bana da müsait
olmayışıma rağmen elbette ki çocuk vermeye kadirdir. Sonra kalkıp namaz kıldı.
Gizli olarak rabbine şu âyetlerde zikredilen münacaatlarda bulundu. "Hani
bir zaman Zekeriyya rabbine gizlice niyaz etmişti." Şöyle demişti:
"Rabbim, zayıfladım, bir deri bir kemik kaldım, saçlarım ağardı. Ey
rabbim, şimdiye kadar sana dua edip te hiç mahzun ve mahrum olmadım."
"Doğrusu ben, kendimden sonra yerime geçecek yakınlarımdan endişelendim.
Hanımımın da çocuğu olmuyor. Bana, yerime geçecek bir oğul lütfet."
"Bana ve Yakup oğullarına vâris olsun. Onu, nzanı kazananlardan eyle. [95]"Zekeriyya
yi da hatırla. O, bir zaman rabbine: "Rabbim, beni tek başıma evlatsız
bırakma. Vârislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz etti[96]
Taberi diyor ki:
"Nesil (zürriyet) kelimesi "Tek bir kimse" mânâsına da gelir.
"Çok kimseler" manâsına da. Ancak, burada nesilden maksat, tek bir
kimse demektir. Çünkü Zekeriyya (a.s.) başka bir duasında "Bana bir veli
(Oğul) bahşet[97] demiş. "Veliler
bahşet" dememiştir. [98]
39-
Zekeriyya mabedde kalkıp namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler:
"Allah sana, kendi sözüyle meydana gelen (İsayı) tasdik eden, efendi,
iffetli ve salihlerden bir Peygamber olan Yahyayı müjdeliyor."
Zekeriyya mabedin ön
tarafında, ayakta durup namaz kılarken melekler ona şöyle seslenmişlerdi.
"Ey Zekeriyya, şüphesiz ki Allah seni, Yahya adında bir oğul ile
müjdeliyor. O, babasız olarak yalnızca Allahın "Ol" demesiyle meydana
gelecek olan İsayı tasdik eden, İbadetinde ve ahlakında milletinin şereflisi
olan, son derece iffetli ve salih kullarından bir Peygamberdir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Seslendiler" diye terdim edilen fiili bütün Medine kurcası
tarafından ve bir kısım Basra ve Küfe kurrası tarafından, Kur'anda
zikredildiği şekliyle müennes fiil olarak okunmuştur. Küfe âlimlerinden bir
kısmı ise bu fiili şeklinde, müzekker olarak okumuşlardır. Bu kıraata göre
âyetin bu bölümünün mânâsı şudur: "Cebrail Zekeriyya-ya şöyle
seslendi." Abdullah b. Mes'ud, âyetin bu cümlesini ikinci kıraatin ifade
ettiği manâyı ifade eder şekilde şöyle
okumuştur.Süddi de âyete ikinci kıraat şekline göre mânâ vermiş, meleklerden
maksadın, sadece Cebrail okluğunu söylemiştir.
Taberi iki kıraat
şeklinin de yaygın ve sahih olduğunu, ancak Hz. Zeke-riyyaya seslenen kimsenin
Cebrail değil melekler topluluğu olduğunu söylemenin daha doğru olacağını
zikretmiş, Kur'an-ı kerimi, te'vilini ihtiyaç olmadıkça Arap dilinde kullanılan
en açık ifade şekillerine göre tefsir etmenin daha doğru olacağını söylemiştir.
Bu da "Melekler" ifadesinden sadece Cebrail değil, melekler
topluluğu olduğunu gösterir,
Âyet-i kerimede,
meleklerin Hz. Zekeriyyayı oğlu Yahya ile müjdelediği zikredilmektedir.
"Yahya" kelimesinin asıl mânâsı "Hayatını devam ettiren ve
yaşayan" demektir. Katade, Hz. Yahyaya bu adın verilmesinin sebebinin,
Allanın onu imanla ihya etmesi olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Allanın sözü ile meydana geldiği bildirilen kişiden
maksat, Mücahid, Rakkaşi, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi, Dehhak, Abdullah b.
Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen rivayetlere göre Hzl. İsadır. Çünkü o,
Allah tealanm "Ol" demesiyle babasız olarak Hz. Meryem in rahminde
olmuştur. Bu sebeple ona "Allahm sözü" denmiştir. Taberi diyor ki;
Bazı Bas-ralı alimler, burdaki "Allanın sözü" ifadesinden maksadın,
Allanın kitabı olduğunu söylemişlerdir. Onların bu görüşlerine göre tefsir
etme, cesaretten başka bir şey değildir."
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Efendi" diye tercüme edilen "Seyyid" kelimesi
Katade ve Said b. Cübeyr tarafından "Halim selim" şeklinde izah
edilmiş, Mücahid ve Rakkası tarafından "Allah nezdinde üstün olan"
şeklinde izah edilmiş, Dehhak, Süfyan es-Sevri ve Abdullah b. Abbas tarafından
"Hafim, selim ve takva sahibi" şeklinde izah edilmiş, İlerime
tarafından ise "Gazabına mağlup olmayan" şeklinde izah edilmiştir.
İbn-i Zeyd de "Seyyid" kelimesinden maksadın "Şerefli
kimse" demek olduğunu söylemiştir. Katade "Vallahi Yahya ibadette
de, yumuşak ahlaklı olmakta da, ilimde ve takvada da efendiydi." demiştir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "İffetli" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler
tarafından şu şekillerde izah edilmiştir:
a- Said b.
ei-Müseyyeb tarafından "Cinsel organı müsait olmayan" şeklinde izah
edilmiştir. Ve bu hususta Amr b. ej-As'ın şöyle söylediğini işittiğini rivayet
etmiştir: Resulullah buyurmuştur ki "Kıyamet gününde Ademoğullarından
herkesin bir günahı olacaktır. Ancak, Zekeriyaya oğlu Yahya hariçtir."
Amr b. el- As diyor ki: "Sonra Resulullah elini yere uzattı küçük bir ağaç
parçası aldı ve buyurdu ki: "Bunun sebebi şudur ki, erkeklerde olan şey
Yahyada bu çöp kadardı. Bu sebeple Allah
teala onu "Efendi ve iffetli" diye isimlendirdi.
b- Abdullah
b. Abbas ve Dehhaka göre burada zikredilen, kelimesinden maksat, erkeklik suyu
olmayan" demektir,
c- Abduiîah
b. Mes'ud, Said b. Cübeyr, Mücahid, Rakkaşi, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi ve
Hasan-ı Basriye göre ise demek, kadınlara yaklaşmayan" demektir.
Bu âyet, hayırların
anahtarının namaz olduğuna, duaların, namazı kılmakla kabul edileceğine işaret
etmektedir. Herhangi bir ihtiyacı olan kişi, huşu ile, namaza yönelmeli sonra
rabbine yal varmalıdır.
Nitekim Resulullah
(s.a.v.) in başına bir sıkıntı geldiğinde hemen namaz kılardı. [99]
40-
Zckerriya şöyle dedi: "Ey rabbim, ben iyice ihtiyarlamış ve karım da
kısır iken benim nasıl oğlum olabilir? Allah: "Bu böyledir, Allah dilediğini
yapar" dedi.
Bunun üzerine
Zekeriyya şöyle dedi: "Ey rabbim, benim nasıl oğlum olacak? Yaşım çok
ilerlemiş hanımım da kısırdır. Allah, "Bu böyledir. Allah seni daha önce
ortada yok iken var ettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun
halde sana çocuk verecektir." dedi.
Taberi diyor ki:
"Zekeriyya (a.s.) Allahin Peygamberi olduğu halde "Ey rabbim, ben
iyice ihtiyarlamış ve karım da kısır iken benim nasıl oğlum olabilir?"
Sözünü nasıl söyledi? Halbuki melekler kendisine oğlu olacağını müjdelemişlerdi.
Zekeriyya, meleklerin doğru söylediklerinden şüphe mi etmişti? Halbuki bu
mümin bir kula bile yakışmaz. Nerede kaldı ki Peygambere yakışsın? Yoksa
Zekeriyya, Allanın kudretini inkâra mı kalkmıştı? Bu ise daha büyük bir suçtur.
Zekeriyyadan bunun beklenmesi abestir." Cevaben denilir ki: "Bu hususta
Süddi ve İkrime şunları söylemişlerdir."Melekler Hz. Zekeriyyayı bir oğlu
olacağı ile müjdelemelerinden sonra Şeytan ona gelip, müjdeleyenlerin Allanın
elçileri olmadıklarım, bu sözlerin Şeytan tarafından söylendiğini, Zekeriyyaya
söylemiş bunun üzerine Zekeriyya, içine düşen şüpheyi bertaraf etmek için meselesinin
açıklığa kavuşmasını istemiş, ve âyette zikredilen sorusunu sormuştur.
Taberi "Burada,
Zekeriyyanm sorusunun, kendisine müjdelenen çocuğun, kısır olan hanımından mı
yoksa başka bir kadından mı olacağını öğrenmek için sormuş olabileceğini
söylemiştir.
Bazı alimlere göre ise
Zekeriyya (a.s.) bu soruyu, Allanın vaadinden şüphe ettiği için değil,
müjdesini sağlamlaştırmak için sormuştur.
Zekeriyyanm bu sorusu
üzerine Allah teala şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir. Allah seni daha önce
ortada yok iken varettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun halde sana
çocuk verecektir. [100]
41-
Zekeriyya: "Rabbim, o halde bana bir alâmet ver." dedi. Allah da
"Senin alâmetin, insanlarla, işaretle anlaşman dışında, üç gün
konuşma-mandır. Rabbini çokça an. Akşam sabah onu tesbit et." dedi.
Zekeriyya şöyle dedi:
"Ey rabbim, çocuğumun ne zaman doğacağına dair bana bir alamet ver."
Allah: "Senin alametin, dilin alınmadan, herhangi bir hastalığa
yakalanmadan insanlarla, işaretleşmen dışında üç gün konuşmam and ir. Rabbini
çokça an, çünkü bu hal, rabbini anmana engel olmayacaktır. Rabbini
akşam sabah tesbit et ve onu
yücelt." dedi.
Katade, Rebi1 b. Enes,
ve Cüveybir b. Nusayr, Hz. Zekeriyyanm oğlunun olacağına dair bir alamet
istemesi üzerine Allah tealanın ona alemet olarak üç gün konuşamayacağını
bildirmiş olması, onu bir nevi cezalandırmadır. Bu hususta Katade diyor ki:
"Melekler, Zekeriyya (a.s.) bizzat ağızlarıyla konuşarak Yahyayı
müşdelemişler, bununla birlikte Zekeriyya (a.s.), Yahyanın ne zaman meydana
geleceğine dair bir delil istemiş, Allah teala da onu, bu istediğinden dolayı,
bir nevi cezalandırarak üç gün ancak ima ile konuşacağını bildirmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "İşaretle anlaşma" diye tercüme edilen kelimesi, Arapçada çok defa
"Duduklarla işaret etme"
mânâsında
kullanılmaktadır. Bazan kaş ve gözle işaret etme mânâsına da gelmektedir.
Bazan, fısıltı gibi kısık sesle konuşmalara da denilmiştir. Müfessirler, bu
âyette zikredilen kelimesinden maksadın hangi organla işaret etmek olduğu
hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahide
göre buradaki kelimesinden maksat, dudakları oynatarak işaret etmektir. Buna
göre Zekeriyya (a.s.) oğlu Yahyanın doğmasından önce üç gün konuşamamış ancak
duduklannı oynatarak işaret edebilmiştir.
b- Dehhak,
İbn-i Zeyd, Katade, Süddi, Abdullah b. Kesir, Hasan-ı Basri ve Abdullah b.
Abbasa göre ise buradaki kelimesinden maksat, el ve kaş ile işaret etmektir.
Buna göre Zekeriyya (a.s.) insanlarla üç gün konuşamamış, söylemek istediğini
ancak elleriyle ve başıyla işaret ederek bildirmiştir.
Âyet-i kerimede Allah
teala, Zekeriyyaya üç gün konuşamayacağını bildirdikten sonra kendisini çokça
anmasını ve akşam sabah teşbih etmesini emretmiştir. Bu hususta Muhammed b.
Ka'b diyor ki: "Eğer Allah '.eala, kullarından herhangi birine kendisini
anmayı terketmeye ruhsat verecek olsaydı bu ruhsatı Zekeriyyaya verirdi. Çünkü
ona, üç gün konuşamayacağını bildirmesine rağmen yine de kendisini bu günlerde
çok zikretmesini emretmiştir.
Taberiye göre âyette
geçen ve "Akşam" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, güneşin
zeval vaktinden başlayarak batması anına kadar devam eden zamandır. Yani
öğlenden akşama kadar olan zamandır. "Sabah" diye tercüme edilen
kelimesinden maksat ise, şafakın sökmesinden itibaren başlayıp kuşluğa kadar
devam eden vakittir. Nitekim bu âyetin izahında Mücahid den maksadın, sabahın
ilk vakti, den maksadın da, güneşin meyledişinden itibaren batması anma kadar
devam eden zaman oldğunu söylemiştir. [101]
42- Melekler
de şöyle demişti: "Ey Meryem, şüphesiz kî Allah, seni seçti ve tertemiz
kıldı. Ve seni, âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.
Hanne, kızı Meryemi
Allaha kulluk etmeye adayınca Melekler gelip: "Ey Meryem, şüphesiz ki
Allah seni, kendisine itaat içn seçti. Seni şüphelerden ve manevi kirlerden
temizledi. Ve seni, zamanındaki âlemlerin kadınlarına üstün kıldı."
dediler.
Âyette zikredilen
"Allah seni tertemiz kıldı." ifadesinden maksat "Senin dinini
şüphelerden ve manevi kirlerden temiz kıldı." demektir. "Seni,
âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." ifadesinden maksat ise "Allah,
kendisine itaat etmen sayesinde zamanındaki bütün kadınlardan üstün
kıldı." demektir. Resululhıh, Hz. Meryemin üstünlüğünü beyan eden bir çok
hadis-i şerif buyurmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır.
"Ali b. Ebi Talib
r.a. diyor ki: "Ben Resulullahın şöyle buyurduğunu işittim:
"Cennetin
kadınlarının en hayırlısı, Huveylidin kazı Halicedir Yine cennetin kadınlarının
en hayırlısı İmran kızı Meryem d ir[102]
Enes b. Malik te
ResuHahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Âlemlerin
kadınlarından (örnek olma bakımından) şunlar sana kâfidir. İmran kızı Meryem,
Huveylid kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma ve Firavunun karısı Âsiye[103]
Ebu Musa el-Eş'ari,
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Erkeklerden çok
kimse kemale ermiştir. Kadınlardan ise İmran kızı Meryem bir de Firavunun
karısı Âsiye dışında kimse kemale ermemiştir. Aişe-nin diğer kadınlara göre
üstünlüğü ise Tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibi-dir, [104]
Taberi, Hz. Fatımanın
şunlan söylediği rivayet etmiştir. "Bir gün ben, Ai-şenin yanında iken
Resulullah içeri girdi ve bana gizlice bir şey söyledi. Ben ağladım. Tekrar
gizlice bir ey söyledi. Bu defa da güldüm. Aişe benden bunu sordu. Dedim ki:
"Acele ediyorsun. Resulullahın sırrını sana mı bildireceğim?"
"Bunun üzerine Aişe vazgeçti. Resuluîlah vefat edince Aişe bu meseleyi
bana tekrar sordu. Ben de dedim ki: "Resulullah bana gizlice demişti ki:
"Cebrail her yıl Kur'am benden bir kere dinlerdi. Şimdi ise Kur'anı iki
kere dinledi. Her Peygamberin Ömrü kendisinden önce gelen peygamberin ömrünün
yansı kadardır. Kardeşim Isanm ömrü yüz yirmi seneydi. Şimdi benim ömrüm altmış
yıllıktır. Bu yılın içinde öleceğimi sanıyorum. Âlemlerin kadınlarından hiçbir
kadının başına senin başına gelecek olan musibet gelmemiştir. Sabretme
bakımından bir kadının
derecesinden aşağı düşme. "İşte ben bu söz üzerine ağladım. Sonra
Re-sulullah buyurdu ki: "Sen, cennet kadınlarının hanım efendisisin.
Ancak, Meryem el-Betül müstesnadır." İşte bunun üzerinde de güldüm." [105]
43- Ey
Meryem, rabbine boyun eğ. Ona secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.
Ey Meryem, itaatini
samimi olarak, sadece rabbine yap. Secde et ve seni seçip üstün kıldığı için,
rabbine şükrederek onun önünde huşu ile eğilenlerle beraber sen de eğil.
*Âyet-i kerimede geçen
ve "Boyun eğ" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahide göre
"Namazda kunutunu uzun yap" Rebİ' b. Enese göre "Ayakta
dur." Evzaiye göre "Ayağa kalk" Katadeye ve Süddiye göre
"İtaat et" Hasan-ı Basriye göre "İbadet et." Said b.
Cübeyre göre ise "İhlaslı ol" demektir. Bu hususta Ebu Said el-Hudri,
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Kur'anm herhangi bir
yerinde kunut kelimesi zikredilcek olursa bundan maksat, Allaha ibadettir. [106]
Mücahid diyor ki:
"Hz. Meryeme bu emir geldikten sonra o kadar ayakta durmuştu ki topukları
şişmişti." Evzai de diyor ki: "Hz. Meryemin ayakları iltihaplanıp
onlardan irin akmıştı."
Taberi buradaki
"Kunuf'dan maksadın "Allaha itaatte ihlaslı olmak." demek
olduğunu, Allah tealamn Hz. Meryeme "Ey Meryem, rabbine ibadette ihlaslı
ol, sadece onun nzası için ibadet et. Ona itaatte huşu içinde ol. İbadette boyun
eğ." buyurduğunu söylemiştir. [107]
44- Bunlar,
sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Mcrycmi kim bakacak diye kalemlerini
atıp kur'a çekerlerken sen yanlarında değildin. Bu hususta çekişirlerken de
yanlarında bulunmuyordun.
Ey Muhammed, sana
anlattığımız İmranm karısına, kızı Meryeme, Zeke-riyya, oğlu Yahya ve diğer
Peygamberlere ait olan bu haberler senin ve kavminin bilmediğiniz gaip
haberlerindendir. Biz onları sana vahyediyoruz. Meryemin bakımını kimin
üzerine alacağını tesbit etmek için kalem şeklindeki oklarını kur'a için
atarlarken sen onların içinde değildin. Bu hususta birbirleriyle tartışırlarken
de sen onların yanında bulunmuyordun.
Âyet-i kerimede geçen
"Gaip haberi eri "nden maksat, Hz. Muhammedin kavminin ve bir çok
insanların bilmediği, Allah tealamn bildirmesiyle ancak iki ehl-i kitabın Haham
ve Ruhbanlarının bilebilecekleri haberlerdir. Allah teala bu gibi haberleri Hz.
Muhammede bildirerek onun hak Peygamber olduğunu inkâr eden Yahudi ve
Hristiyanlara, Resulullahın doğruluğunu ispatlamış, onu yalanlayanları ise
susturmuştur. Çünkü onlar, Resulullahın, okur yazarlığı omayan bir kişi
olduğunu Allahin kendisine bu haberleri bildimıemesi halinde onun bunları
bilemeyeceğini biliyorlardı. Böylece karşı çıkmaktan âciz kalmışlardı.
Âyette zikredilen
"Sana vahyettiğimiz" ifadesinden maksat, "Sana indirdiğimiz ve
sana gönderdiğimiz" demektir. Vahyetmenin asıl mânâsı vahyedenin bildirmek
istediği şeyi, vahyedilene ulaştınnasıdır. Bu ulaştırma çeşitli vasıtalarla
olur.
a- Yazıyla
olabilir
b- İşaretle
olabilir. Nitekim şu âyetteki vahyetmekten maksat, işarettir. "Zekeriyya
mabedden kavminin önüne çıktı, onlara "Sabah akşam Allahı teşbih
edin." diye işarette bulundu. [108]
c- İlhamla
olabilir. İşte şu âyetlerdeki vahyetmekten maksat da ilhamdır. "Ey
Peygamber, rabbin arıya" Dağlarda, ağaçlarda ve yapılan kovanlarda yuva
edin, sonra her çeşit mahsulden ye. Rabbinin hazırladığı uygun yollardan
git." diye ilham etti. "Anların kannlanndan, içinde insanlar için
şifa bulunan çeşitli renklerde şerbet çıkar. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir
millet için büyük bi. ibret vardır." [109]
d- Elçi
göndermek suretiyle olabilir. Şu âyetteki vahyetmekten maksat da budur.11 De
ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha yücedir?" De ki:
"Allahtır. O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu kur'an, sizi ve haberi
kentlilerine ulaşanları uyarmam
için bana vahyolunmuştur. Allah ile beraber başka ilahlar bulunduğuna siz mi
şahitlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben şahitlik etmiyorum." De ki:
"O, ancak bir olan ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan beriyim. [110]
e- Vahyetmek
bazan da Şeytanın vesvese vermesi manâsına gelir. Şu âyetteki vahyetmekten
maksat da budur: "Kesilirken üzerine Allahın adı zikredilmeyen hayvanlan
yemeyin. Bunu yapmak Allahın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki Şeytanlar sizinle
mücadele etmeleri için dostlarına vesvese verirler. Eğer onlara uyarsanız,
muhakkak ki Allaha ortak koşanlar olursunuz. [111]
Âyette zikredilen
"Kalemler"den maksat, Katadeye göre "Oklar" demektir.
Zira, Hz. Meryem, İsraioğullarının imamlarının ve efendilerinin kızı olduğu
için bunu kimin bakıp büyüteceği hususunda tartıştılar. Bunun üzerine oklarını
atarak kur'a çektiler. Kur'a, Hz. Meryemin teyzesinin kocası olan Zekeriyyaya
çıktı. Zekeriyya da onu ailesinin içine alıp büyüttü.
Abdullah b. Abbas ve
Dehhaka göre ise burada zikredilen "Kalemler"den maksat, gerçek
kalemlerdir. Çünkü İmranın karısı, kızı Meryemi getirip Mescide adadığını
belirtince, orada vahiy yazan kâtipler, Meryemi bakıp büyütme hususunda
kalemleriyle kur'a çekmişler ve kur'a Zekeriyyaya çıkmıştır. İşte Allah teala,
Hz. Muhammede, bu kur'a çekilirken orada bulunmadığını, bu itibarla bu
haberleri bilemeyeceğini, bu haberlerin kendisine Allah teala tarafından
bildirildiği için onun hak Peygamber olduğunu beyan etmiş böylece onu
yalanlamaya kalkışan iki kitap ehlini de kınamıştır. [112]
45- Bir zaman
Melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah seni kendi tarafından bir
kelime ile (emriyle meydana gelecek olan bir çocukla) müjdeler ki onun adı
Meryemoğlu İsa Mcsihtir. Dünya ve âhirette şeref sahibi ve Allaha
yaklaştırılanlardandır.
Bir zaman melekler
Meryerne şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni, Allahın
sözü ile meydana gelecek olan bir çocuk ile müjdeliyor. Onun adı, Meryemoğlu
İsa Mesihtir. O, hem dünyada hem de âhirette şerefli ve yüce mertebelere sahip
biridir. Kıyamet gününde Allaha yaklaştırılanlardan ola-
Âyet-i kerimede geçen
maksat, Katadeye göre Allahın "Ol" emridir. Allah tealanın bu emriyle
İsa meydana geldiği için ona "Kelime" ismi verilmiştir.
Abdullah b. Abbasa
göre buradaki "Kelime" den maksat, Hz. İsanın bir adıdır.
Taberi, buradaki
"Kelime" den maksadın, haber ve mesaj demek olduğunu, âyetin
mânâsının ise "Ey Meryem, Allah seni bir haberle müjdeliyor." Bu
haber de, adı "Meryemoğlu İsa" olacak olan bir çocuğun meydana
gelmesidir.
Âyette zikredilen
"Mesih" kelimesinin asıl mânâsı "Silinmiş olan" demektir.
Hz. İsaya bu ismin verilmesinin sebebi ise, onun günahlarının silinip temizlendiğini
belirtmek içindir. Âyette Hz. İsaya "Meryemoğlu" denmesinin sebebi,
hem İsanın Allanın oğlu olduğunu iddia eden Hristiyanlara hem de onun, gayr-i
meşru bir çocuk olduğunu iddia eden Yahudilere cevap vermek içindir. Zira, o,
Hristiyanlann iddia ettikleri gibi Allahın oğlu değil, Meryemin oğludur.
Yahudilerin iddia ettikleri gibi gayr-i meşru bir çocuk değil, Allahın emriyle
Meryemden, babasız olarak meydana gelmiş bir çocuktur. [113]
46-
İnsanlara beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır, O, salih kimselerden
olacaktır.
İsa, beşikte küçük bir
çocuk ikin de, ergenlik çağına gelmiş büyük bir insan iken de insanlarla
konuşacaktır ve o, salih kullarından olacaktır.
* Hz. îsanın, daha
beşikte bir bebek iken insanlarla konuştuğunu şu âyet-i kerimeler beyan
etmektedir. "Meryem, İsayı yüklenerek kavmine getirdi. Kavmi, hayretler
içinde şöyle dediler: "Ey Meryem, doğrusu sen, görülmemiş bir iş
yaptın." Ey Harunun kızkardeşi Meryem, senin ne baban ahlaksız nede Annen
iffetsizdi." "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz,
beşikteki lir çocukla nasıl konuşuruz?" dediler. "İsa, (Allahın
kudr&tiyle dile gelerek) şiiyle dedi: Şüphesiz ben, Allahın bir kuluyum. O
bana, mutlaka kitap verecek ve beni Peygamber seçecektir." "Beni
bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Hayatım boyunca namaz kılmamı ve
zekât vermemi emretti." "Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni asla zalim
ve isyankâr yapmadı." "Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün
Allah bana selam ve emniyet yeniliştir. [114]
Âyet-i kerimeda, Allah
tealanın, Hz. Meryemi hem bebek iken hem de yetişkin iken insanlarla konuşacak
olan bir oğul ile müjdelediği zikredilmektedir. Hz. İsanın, bebek iken
konuştuğu, yukarıda zikredilen âyetlerde izah edilmiştir. Yetişkin iken
konuşmasından maksat ise, bir kısım âlimlere göre onun, ergenlik çağma
geldikten sonra kendisine Peygamberlik verilmesi üzerine, Peygamberliğini
insanlara tebliğ etmesidir.
İbn-i Zeyde göre ise
İsanın yetişkin iken insanlarla konuşmasında maksat, dünyanın sonuna yakın
zamanda, Deccal ile savaşmak için tekrar dünyaya döndüğünde, çevresindeki
insanlarla konuşmasıdır.
Âyet-i kerime, Hz.
İsanın hayatta olduğuna açık bir delildir. Çünkü onda Hz. İsanın kemale enrıiş
yaşlı bir insan olarak diğer insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Bu durum
âhir zamanda Hz. İsanın gökten inmesinden sonra mümkün olacaktır. Aynca âyet-i
kerime Necran Hristiyanlan heyetinin "batıl iddialarına bir cevaptır.
Zira âyet, Hz. İsanın da diğer insanlar gibi hayatın çeşitli aşamalarından
geçmiş olduğunu belirtmiştir. [115]
47- Meryem
"Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışkcn benim nasıl çocuğum olur?"
dedi. Allah da şöyle dedi: "Bu böyledir. Allah, dilediğini yaratır. O,
bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece "Ol" der. O da hemen
olurverir.
Meryem şöyle dedi:
"Ey rabbim, benim nasıl çocuğum olur ki? Ben, evli değilim. Bana hiçbir
insan hiçbir zaman dokunmamıştir." Allah da ona şöyle dedi: "Bu
böyledir. Allah, senden çocuk meydana gelmesini dileyecek, onu insanlara bir
alamet ve bir ibret kılacaktır. Çünkü Allah dilediğini yapar ve dilediğini
dilediği şekilde yaratır. O, babasız olarak çocuk yaratmaya da kadirdir. O, bir
şeyin olmasını dileyince ona sadece "Ol" der. O da hemen oluverir. [116]
48- Allah
ona kitabı hikmeti Tcvratı ve İncili öğretecektir.
Allah ona okuyup
yazmayı, kendisine vahyedeceği hikmetli sünnetleri, Musaya indirdiği Tevratı ve
kendisine indireceği İncili öğretecektir.
* Âyette zikredilen
"Hikmet"ten maksat, Katade ve İbn-i Cüreyce göre "Sünnet"
demektir. Allah teala, bu ayet-i kerimede Hz. İsaya, Musaya vermiş olduğu
Tevratı ve kendisine indireceği İncili öğreteceği gibi ona sünneti de öğreteceğini
beyan etmiş ve sünnete de "Hikmet" adını vererek onun mertebesinin
yüceliğini bildirmiştir. [117]
49- Onu,
İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecektir. (İsa onlara şöyle
diyecektir.) Ben sîze rabbiniz tarafından bir mucize ile gönderildim. Ben
çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üfüreceğim. O da Alla-hın izniyle
(canlı) bir kuş olacaktır. Körü ve alaca hastalığına yakalanmış olanı
iyileştiririm. Allanın izniyle ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde
biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer inanıyorsanız, şüphesiz ki bunlarda
sizin için büyük bir ibret vardır.
Allah, İsayi,
İsraioğullanna bir Peygamber olarak gönderecek ve İsa onlara şöyle diyecektir:
"Şüphesiz ki ben, rabbiniz tarafından size Peygamberliğimin doğruluğunu
gösteren alamet getirdim. Şöyle ki: Ben size, çamurdan kuş şeklinde bir şey
yapıp ona üfüreceğim. O da Allanın izniyle canlı bir kuş olacaktır.
Doktorların tedavi etmekten âciz oldukları körü ve alaca hasatalığına yakalanmış
olanı iyileştireceğim. Kendi gücümle değil fakat Allanın izni ve kudretiyle ölüleri
dirilteceğim. Görmediğim halde sizin yediklerinizi ve evlerinizde
biriktirdiğiniz şeyleri size haber vereceğim. Eğer inanıyorsanız şüphesiz ki
bunlarda sizin için büyük bir ibret vardır.
* Bu âyet-i kerime,
Hz. İsanın bir kısım mucizelerini zikretmektedir. Bunlardan biri, çamurdan kuş
yapmasıdır. Muhammed b. İshak özetle diyor ki:
"Bir gün, Hz.
İsa, okuma yazma öğrenen gençlerle beraberken eline bir miktar çamur alıp
onlara dedi ki: "Bu çamurdan bir kuş yapayım mı?" Onlar da: "Bunun
yapabilir misin?" dediler. Hz. İsa da: "Evet, rabbimin izni ile
yaparım." dedi. Sonra o çamurdan bir kuş yaptı ve ona üfleyerek
"Allanın izniyle kuş ol." dedi. O çamur da uçan bir kuş oldu.
Çocuklar gidip meseleyi hocalarına anlattılar ve bu haberi yaydılar.
İsraioğulları da İsa hakkında araştırma yapmaya başladılar. Bunun üzerine Hz.
Meryem, İsayı bir merkebe bindirerek alıp kaçtı.
Hz. İsanın diğer bir
mucizesi de körleri iyileştirmekti. Bu ayette zikredilen ve "Kör"
diye tercüme edilen kelimesi Mücahide göre "Gündüz görüp gece
görmeyen" demektir.
Katade ve Abdullah b.
Abbasa göre "Annesinden kör olarak doğan." demektir. Süddi, Abdullah
b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basrieden nakledilen diğer bir görüşe göre
"Kör" demektir. İkrimeye göre ise "Görmesi zayıf olan ve gözlerinden
su akan" demektir.
Taberi kelimesinin
Arapçada bilinen mânâsının "Kör" demek okluğunu, bu itibarla, bu
kelimeyi "Gece görüp gündüz görmeyen veya görmesi zayıf olan"
mânâlannda yorumlamanın doğru olmadığını söylemiştir. Zira, âyeti kerimede,
Allah tealanin Hz. İsaya, doktorların iyileştirmekten âciz kaldıktan
hastalıkları iyileştirme mucizesini verdiği beyan edilmektedir. Gece görmeme ve
görme kabiliyetinin zayıf olması gibi durumlar insanlar tarafından tedavi
edilebilecek hastalıklar olmaları hasebiyle mucize olmaktan uzaktırlar.
Buradaki kör'ü, "anadan doğma kör" anlamında izah etmek daha
uygundur." demiştir.
Hz. İsanın
mucizelerinden biri de ölüleri diriltmesiydi. Hz. İsa, AUahtan, bir ölüyü
diriltmesini isterdi. Allah da onun duasını kabul edip Ölüyü diriltirdi.
Bir başka mucizesi de,
kavminin yeyip içtiklerini ve evlerinde gizledikleri şeyleri bilmesiydi.
Rivayet edilir ki Hz. İsa, gençlerden herhangi birine şöyle derdi: "Ailen
senin için şöyle bir yemek sakladı." çocuk eve gider ailesinden o yemeği
isterdi. Ailesi ona "Bunun sana kim söyledi?" diye sorduğunda da
"İsa söyledi." derdi.
Katade ise, Hz.
İsanın, gökten inen yemeği, kavminin yeyip yemediğini veya biriktirdiğini
bildiğini söylemiştir. Zira, İsa onlara indirilen yemeklerin biriktirilmesin
in yasak olduğunu söylemiştir. İsrailoğullan ise buna uymamışlardır. [118]
50- Ben,
benden önceki Tcvralı tasdik ederek ve daha önce size haram olan bazı şeyleri
size helai kılmak için gönderildim. Rabbinizdcn size bir mucize getirdim.
Allahtan korkun ve bana itaat edin.
Ben, benden Önce
gönderilen Tevratı tasdik edip onun, Allah katından geldiğine iman ederek ve
İncilin istisna ettiği konular hariç o Tevratın hükümleriyle amel edici olarak
gönderildim. Bir de, daha önce size haram kılınmış olan deve eti, iç yağı, bazı
kuş ve balık çeşitlerini size helal kılmak için gönderildim, ayrıca size,
rabbiniz katından Peygamberliğimin hak olduğunu ortaya koyan ve daha önce
zikrettiğim deliller getirdim.
Ey İsraioğullan, size
emrettiği ve yasakladığı hususlarda Allahtan korkun ve sizleri davet ettiğim
hususlarda bana itaat edin.
Katade diyor ki:
"Hz. İsanın getirdiği şeriat, Hz. Musaııın getirdiğinden daha yumuşaktı.
Zira Hz. İsanın getirdiği şeriatla insanlara deve eti, bağırsak ve işkembe
yağlan, bir kısım kuşlar ve balıklar hanım kılınmıştı. Allah teala, İsaya
gönderdiği şeriatla pençeli kuşlar dışındaki şeyleri insanlara helal kıldı. [119]
51- Şüphesiz
ki Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O haî-de ona kullak edin. İşte
dosdoğru yol budur.
Diğer yaratıklar gibi
ben de Allahın bir kuluyum. Ancak Allah bana Peygamberlik ve Peygamberliğimi
doğrulayan mucizeler venniştir. Allah benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O
halele, yalnızca rabbiniz olan Allaha ibadet edin. Doğru yol işte budur. Bu,
kendisinde eğrilik bulunmayan sağlam bir yoldur.
Taberi diyor ki:
"Herne kadar bu ayet-i kerime, Hz. İsadan bir haber nakletmekte ise de
aslında bu, Hz. Muhammedle tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı
Resulullaha bir u"elildir. Zira onlar, Hz. İsa hakkında, onu uluhiyet
mertebesine ulaştıracak çeşitli iddialarda bulunmuşlar, âyet-i kerime de
onların bu iddialarını çürütmüş, Hz. İsanın, Allahi rab kabul ettiğini bildirmiştir. [120]
52- İsa,
onların inkârını hissedince "Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?"
dedi. Havariler de şöyle dediler: "Allah dinin yardımcıları biziz. Biz,
Allaha iman ettik ve şahit ol ki, biz nıüslümanlarız."
İsa, İsraioğullarınm
kâfirliklerini ve kendi Peygamberliğini yalanlamalarını hissedince, Allahın
dinini yalanlayan bu inkarcılara karşı "Allah yolunda benim yardımcılarım
kimlertir?" demişti. İsanın arkadaşları olan Havariler de şöyle dediler:
"Allahın dininin yardımcıları bizi. Biz, Allaha iman ettik. Ey İsa şahit
ol ki biz, gerçekten Müslümanız."
Bu âyet-i kerime
gösteriyor ki bütün Peygamberlerin dini, Tevhid dini olan İslamdır.
Âyet-i kerimede, Hz.
İsanın, kendilerine tebliğde bulunduğu insanların inkâra düştüklerini anlayınca
Havarilerden yardım istediği zikredilmektedir. Hz. İsanın, Havarilerden yardım
istemesinin sebebi ise Süddiye göre, insanlara dini tebliğ etmek istemesidir.
Mücahide göre ise kendisini öldürmeye teşebbüs eden insanlara karşı kendisini
savunmak istemesidir. Bu hususta Süddi, özellikle şunları anlatmaktadır."
Allah teala, Hz. İsayı Peygamber olarak gönderip ona, insanları dine davet
etmeyi emredince İsa, İsrailoğullannı dine çağırmış, İsrailo-ğulları da onu
sürgün etmişlerdir. Hz. İsa, annesiyle birlikte çıkıp yeryüzünde dolaşmaya
başlamışlardır. Bir köye varıp orada bir adama misafir olmuşlar o da onlara
ikramda bulunmuştur. Kendisine misafir oldukları adamın ülkesinde, insanlara
zulmeden, her gün halktan birine, kendisini ve ordusunu yedirip içinne-yi
emreden bir Kral vardı. Kralın tayin ettiği sıra Hz. İsa ve annesini misafir
eden adama gelince onlar bunu yapmaktan âciz olmaları dolayisiyle derin derin
düşünmeye başlamışlardı. Hz. Meryem meseleyi Hz. İsaya söyledi ve buna bir çare
bulmasını istedi. Hz. İsa bu işe bir çare bulmasının hayırholmayacağınt
bildinnesine rağmen annesi ısrar etti. Bunun üzerine Hz. İsa, bir mucize olarak
kendilerini misafir eden adamın yemeklerini, Kral ve ordusunu yedirip içirecek
kadar bollaştırdı. Kral, içkiyi içtikten sora, ev sahibine, içkinin nereden
geldiğini sordu. Ev sahibi meseleyi sakladıysa da Kralın ısrarı üzerine bunu
Hz. İsanın sağladığını bildirdi. Bunun üzerine Kral, kendi yerine geçirmek
istediği ölü oğlunun diriltilmesini Hz. îsadan istedi. İsa, onu diriltmesinin
iyi olmayacağını bildirdiyse de Kral ısrar eti. Hz. İsa da oğlunu diriltti. Bu
defa halk Krala ve oğluna karşı, zulümlerinin devam edeceği endişesiyle
ayaklandı. Birbirleriyle savaşa girdiler. İsa ve annesi bu sebeple orayı
terkedip gitmek zorunda kaldılar. Isa ve annesiyle birlikte bir de Yahudi yola
çıktılar. Yahudinin yanında iki ekmek, İsanın yanında da bir ekmek
bulunuyordu. Yahudi, ekmeğinin birini gizlice yemek istedi. İsa bunu hissetti.
Bu hususu Yahudiye hatırlattı. Fakat Yahudi inkâr etti ve yanında sadece bir ekmek bulunduğunu
söyledi. Yolda giderlerken Hz. İsa, Yahudiye, hayvanı kesip etini yedikten
sonra onu tekrar diriltme gibi çeşitli mucizeler gösterip onun aslında iki
ekmeği bulunduğunu itiraf ettirmeye çalıştıysa da Yahudi devamlı olarak inkâr
etti. Nihayet yırtıcı hayvanların eşeleyerek çıkardıkları bir hazineye rast
geldiler. Yahud^bu hazineyi almak istediyse de Hz. İsa, onu almanın hayırlı
olmayacağnı bildirdi. O sırada geriden dört adam gelip hazineyi sahiplendiler.
İçlerinden ikisini çarşıya gönderip yiyecek ve binek getirmelerini istediler.
Çarşıdan dönenler, kendilerini göndeıen arkadaşlarının yemeklerine zehir
koyarak onları öldürmeyi planladılar. Geride kalanlar da, çarşıdan gelen
arkadaşlarını öldürerek hazineyi aralarında bölüşmeyi planladılar. Adamlar
gelir gelmez onları öldürdüler. Fakat yemeği yeyinci kendileri de öldüler.
Bunun üzerine Hz. İsa, Yahudiye "Gel şu hazineyi çıkar da hazineyi
aramızda üçe taksim edelim." dedi. Yahudi: "Niçin ikiye değil de üçe
taksim edileceğini sorunca Hz. İsa> üç ekmeğin sahibine üç hisse
verileceğini ifade etti. Bunun üzerine Yahudi kendisinde iki ekmeği bulunduğunu
itiraf etti. Hz. İsa da bütün hazineyi o Yahudiye verdi ve "Senin dünya ve
âhirette bütün payın budur." dedi. Adam, hazineyi alıp giderken hazineyle
birlikte yere gömüldü. Hz. İsa annesiyle birlikte yürürken Havarilerin yanma
vardı. Onlar orada balık avlıyorlardı. Onlara: "Ne yapıyorsunuz?"
diye sordu. Onlar da "Biz, balık avlıyoruz, dediler. Hz. İsa "Bizimle
beraber gelmezmesiniz? İnsanları avlayalım?" (onlan ikna ederek dine
sokalım) dedi. Onlar da "Sen kimsin?" dediler. O da "Ben,
Meryemoğlu İsayım." dedi. Havariler işte orada iman ettiler. Ve onunla
birlikte yola koyulup gittiler. İşte âyette bunlar zikredilmektedir.
Müfessirler,
Havarilere, niçin bu adın verildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
Zira, "Havari" kelimesinin lügat mânâsı "Bembeyaz olan" demektir.
a- Said b.
Cübeyre göre, Havarilere,bu ismin verilmesinden sebebi elbiselerinin beyaz
olmasıdır.
b- Ebu
Erteeye göre onlara bu ismin verilmesinin sebebi, onların elbise temizleyecisi
olmalarındandır.
c- Katade ve
Dehhaka göre ise, onlara bu ismin verilmesinin sebebi, Hz. isanın samimi ve net
dostları olmalarındandır. Zira her Peygamberin samimi dostuna bu isim
verilmiştir. Taberi de bu görüşü, tercih etmiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda Havarilerin "Şahit ol ki biz, müslümanlanz." dedikleri beyan
edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, İslam dini, Hz. İsanın da, ondan önce
gönderilen Peygamberlerin de dinidir. Yahudilerin iddia ettikleri, Yahudilerin
ve Hristiyanlann ileri sürdükleri Hristiyanlık, Peygmberlerin dinleri değildir.
Sonradan uydurulmuş şeylerdir. [121]
53-
Rabbimîz, senin indirdiğine iman ettik ve Peygamberlere uyduk. Bizi, şahitlerle
beraber yaz."
Havariler sözlerine
devam ederek dediler ki: "Ey rabbimiz, Peygamberin İsaya indirdiğin kitaba
iman ettik ve Peygamberin İsaya tabi olup hak yolda ona yardımcı olduk. Sen,
bizi de hakka şahitlik eden, Peygamberlerini tasdik eden ve senin birliğine
iman eden kişilerle beraber yaz." [122]
54- Kâfirler
gizlice tuzak kurdular. Allah da onları kurduğu tuzağa düşürdü. Allah, tuzak
kuranların cezasını en iyi verendir.
îsraioğullannın
kâfirleri, İsayı öldürmek için gizlice tuzak kurdular. Allah da îsayı göğe
kaldırıp onlardan birisini İsaya benzeterek İsraioğullarını, kurdukları tuzağa
düşürdü. Şüphesiz ki Allah, tuzak kuranların cezasını en iyi veren,
Peygamberlerini şerli insanların hiylelerinden en iyi koruyandır.
Bu hususta şu âyet-i
kerimelerde de buyuruluyor ki: "İnkâr edip Merye-me büyük bir iftira
attıkları ve "Meryemoğlu, Allahm Resulü Mesih îsayı biz öldürdük."
dedikleri için Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsayı ne öldürdüler ne de
astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü. İhtilafa düştükleri
bu hususta gerçekten şüphe içindedirler. Onların "Zann"a uymaktan
başka bir bilgileri yoktur. Kesin olarak İsayı öldürmediler. Bilakis Allah onu
kenüi katına yükseltti. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [123]
Bu âyet-i kerimelerde
belirtildiği gibi Allah teala Hz. İsayı göğe kaldırmış, onunla birlikte orada
bulunanlardan birisini Hz. İsanın şekline sokmuştur. Böylece kâfirlerin
tuzaklarını tersine çevirmiştir. [124]
55- Hani
Allah İsaya şöyle demişti: "Ey isa seni vefat ettirecek benim. Seni
katıma yükseltecek, kafirlerden seni tertemiz olarak ayıracak, sana tabi
olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacak ta benim. Sonra
dönüşünüz yine banadır. İhtilaf ettiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.
Bir zaman Allah İsaya
şöyle demişti: "Ey İsa, ben seni, diri olarak yeryüzünden alacağım ve
katıma yükselteceğim. Seni, Peygamberliğini inkar edenlerden kurtarıp
arındıracağım. Senin şeriatın üzere yürüyerek sana tabi olanları, kıyamet
gününe kadar Peygamberliğini inkâr edenlerden üstün kılacağım.
Ey, İsa hakkında
ihtilaf edenler, kıyamet gününde dönüşünüz banadır. O tabi olup olmama
hususunda ki ihtilaflarınızda aranızda hükmümü vereceğim."
Âyet-i kerimede geçen
ve "seni vefat ettirecek benim." şeklinde tercüme edilen ifadesi,
mUfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Rebi1 b.
Enes ve Hasan-ı Basriye göre bu ifadeden maksat, "Ben seni uyutup, uyku
halindeyken kaldırıp katıma yükselteceğim." demektir. Bu hususta Hasan-ı
Basri, Resulullahm Yahudilere "Şüphesiz ki İsa ölmedi. O, kıyamet kopmadan
önce tekrar size dönecektir." buyurduğunu rivayet etmiştir.
b- Matarül
Verrak, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc, Kâ'bul Ahbar, Muham-med b. Cafer ve İbn-i
Zeyde göre ise burada zikredilen "Vefat ettirme"den maksat,
yeryüzünden alıp yukarı kaldırmaktır. Bu hususta Kâ'bul Ahbar diyor ki:
"Aziz ve Celil olan Allah, Meryemoğlu İsayı, insanları kendi yoluna davet
eden, onlan müjdeleyen bir Peygamber olarak gönderdiği halde elbette ki onu (bu
görevini yerine getirmeden) Öldürecek değildi. İsa, kendisine uyanların
azlığını ve kendisini yalanlayanların çokluğunu görünce bu durumu Aziz ve Celil
olan Al-laha şikayet etmiş. Allah da ona "Ben seni vefat ittireceğim ve
kaldırıp kendime alacağım." diye vahyetmiştir. Allah, "Benim nezdime
yükselttiğim kimse ölü olmaz. Ben seni, bir gözü kör olan Deccala karşı göndereceğim.
Sen onu öldüreceksin ve ondan sora yirmi dört sene yaşayacaksın. Onda sonra
ise seni gerçek Ölümle öldüreceğim." demiştir. Kâ'bul Ahbar diyor ki:
"Resulullahın şu hadisi, bu zikredileni doğrulamaktadır. "Benim,
başında, İsanın da sonunda bulunduğu bir ümmet nasıl helak olabilir?"
c- Vehb b.
Münebbih ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki
"Vefaf'dan maksat, gerçekten Öldürmedir. Bu hususta Vehb diyor ki:
"Allah teala, Meryemoğlu İsayı gündüzleyin üç saat öldürdü. Sonra onu
çekip kendine aldı.
d- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise buradaki âyet-i celilerin cümlelerinin dizisinde
takdim tehir vardır. Ayetin mânâsı şöyledir: "Hatırla o zamanı ki, Allah,
İsaya "Ben seni kendime yükselteceğim. Seni kâfirlerin iftiralarından
arındıracağım ve seni tekrar yeryüzüne indirdikten sonra vefat
ettireceğim,"
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki "Vefat ettireceğim."
ifadelerinden maksadın "Seni yeryüzünden kaldınp kendime yükselteceğim."
demek olduğunu söyleyen görüştür. Zira, Meryemoğlu İsanın tekrar yeryüzüne
ineceğine, Deccalı öldüreceğine, belli bir müddet yaşadıktan sonra öleceğine,
ve müslümanlann onun cenazesini kılıp defnedeceklerine dair, Resu-lullahtan
mütevatir haberler zikredilmiştir. Şu hadis-i şerifler de bunlardandır. Ebu
Hureyre (r.a.) Resulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Ruhum, kudret
elinde olan Allaha yemin olsun ki, adaletli bir hakem olarak Meryemoğlu İsanın
içinize inmesi yakındır. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizye almayı
kaldıracak. (Yani ehl-i kitaptan cizye alarak dinleri üzerinde kalmalarını
kabul etmeyecek, mutlaka mü si uman olmalarını isteyecektir.) Mal bollaşacak
öyle ki kimse ona iltifat etmeyecektir. [125]
Hadisin devamı Müsnedde şöyledir:
"Meryemoğlu İsa,
"Feccir Revha" denen yerden Hac veya Umre yapmak yahut da her ikisini
birlikte yapmak için ihrama girecektir. [126]
Diğer bir rivayette,
Ebu Hureyre,. Resuluîlahın şöyle buyurduğunu zikretmiştir.
"Peygamberler
baba bir kardeşlerdir. Dinleri bir, anneleri ise farklıdır. Ben, insanların,
Meryemoğlu İsaya en layık ve en yakın olanıyım. Çünkü benimle onun arasında
herhangi bir Peygamber yoktur. O, mutlaka yeryüzüne inecektir. Siz onu
gördüğünüz zaman tanıyın. O, orta boylu, beyaz ve kmnızı tenli, saçları düz
olan biridir. Başına herhangi bir ıslaklık dokunmasa dahi, sanki başından su
damlar gibidir. O, iki sarımtırak elbisenin içinde olacaktır. O, haçı kıracak,
domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve diğer dinleri ortadan kaldıracaktır.
Onun zamanında Allah, İslamın dışındaki bütün dinleri helak edecektir. Yine
Allah, onun zamanında, yalancı Deccal Mesihi helak edecek, yeryüzünde güvenlik
hakim olacaktır. Öyle ki develer arslanlarla, sığırlar kaplanlarla, koyunlar
kurtlarla birlikte otlayacaklar, çocuklar gençler, yılanlarla oynayacaklar ve
bunlar, birbirlerine zarar vermeyeceklerdir. İsa yeryüzünde Allahın dilediği
kadar kalacak (Ebu Davudun rivayetinde kırk yıl kalacak şeklindedir) Sonra vefat
edecek, Müslümanlar onun cenazesini kılıp defnedeceklerdir. [127]
Taberi diyor ki:
"Şayet Allah teala, Hz. İsayı öldürmüş olsaydı, artık onu bir daha
öldürmesi söz konusu olmazdı. Zira Allah teala, herhangi bir kulunu iki kere
öldürmez. O bize, kullarını yaratacağını sonra öldüreceğini sonra da tekrar
dirilteceğini belirtmiştir. Bu husus şu âyet-i kerimede açıkça zikredilmiştir.
"Sizi yaratan sonra nzıklandıran, sonra Öldüren ve sonra diriltecek olan
Aîlah-tır... [128]
Taberi sözlerine
devamia diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Hz. İsaya ait haberleri
zikrediyor ise de aslında bu, Resulullah ile İsa hakkında tartışmaya girişen
Hristiyan Necran heyetine karşı, Resulullaha bir delildir. İsanm,
öldürülmediğini ve aşılmadığını ortaya koymaktadır."
Allah teala, âyet-i
kerimede, Hz. İsaya tabi olanları, kıyamet gününe ka-da, kâfirlerden üstün kılacağını
beyan etmiştir. "Hz. isaya tabi olanlar"dan maksat, Katade, Reb' b.
Enes, ibnh-i Cüreyc, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre Müslü-maniardır. Bu görüşe
göre ayetin mânâsı şöyledir. "Ey İsa, senin yolunda ve dinin olan İslamda
sana uyan müslümanlan, senin Peygamberliğini yalanlayan ve senin getirdiklerini
reddeden kâfirlerden kıyamet gününe kadar üstün kılaca-.ğım."
İbn-i Zeyde göre ise,
Hz. îzaya tabi olanlardan maksat, Hristiyanlar, kâfirlerden maksat ise
Yahudilerdir. Buna göre âyetin mânâsı "Ey İsa, sana tabi olan
Hristiyanlan, kıyamet gününe kadar, seni inkâr eden Yahudilerden üstün
kılacağım." şeklindedir. [129]
56-
Kâfirleri ise dünya ve âhirctte şiddetli bir azaba uğratacağım, Onların
yardımcıları da olmayacaktır.
İsanın Peygamberliğini
inkâr eden ve onun hakkında asılsız sözleri söyleyen kâfirleri, dünyada
öldürme, esir edilme, zelil ve hakir olma gibi cezalara çarptıracağım. Âhirette
ise, içinde ebedi olarak kalacaktan cehenneme koyarak şiddetli bir azaba
uğratacağım. Onların, Aliaha karşı bir yardımcıları ve kendilerini Allanın
azabına karşı savunacak bir koruyucuları da bulunmayacaktır. [130]
57- İman
edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfaatlarını tam olarak
verecektir. Allah, zalimleri sevmez.
îsaya iman edip,
Allanın farz kıldığı amelleri işleyenlerin mükâfaatlannı, Allah eksiksiz olarak
verecektir. Allah,zalim kimseleri asla sevmez. O halde yarattıklarının
mükâfaatlannı eksilterek hiç onlara zulmeder mi?
Bu âyet-i kerime,
kâfirler için bir tehdit, müminler için de bir müjdedir. [131]
58- Bu sana
okuduğumuz, âyetlerden ve hikmet dolu Kur'andandir.
Ey Muhammed, Cebrail
vasıtasıyla sana okuduğumuz bu haber ve kıssalar, seni yalanlayan Yahudi ve
Hristiyanlara karşı sana verdiğimiz delil ve ibretlerdir. Hakkı batıldan
ayıran hikmetlerin kaynağı olan Kur'andandir. [132]
59- Allah
katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı.
Sonra ona "01" dedi ve o da oluverdi.
Yaratılış bakımından
İsa, Âdeme benzemektedir. İsanın babasız olarak yaratılması, Âdemin hem annesiz
hem de babasız olarak yaratılmasından daha garip değildir. Allah, Âdemi
kudretiyle annesiz ve babasız olarak topraktan yarattı. Sonra ona
"01" dedi. O da oluverdi. İsanın yaratılışı da böyledir. Allah onu
Cebrail vasıtasıyla Meryeme ilka etti ve ona "01" dedi. O da hemen
oluverdi.
* Hristiyanlar, Hz.
İsa sadece babasız olarak yaratıldığı için ona "Allanın oğlu"
demişlerdir. Fakat hem annesiz hem de babasız olarak yaratılan Âdem için acaba
ne derler? Ve onun yaratılışını nasıl izah ederler?
Âmir eş-Şa'bi,
Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, İkrime, Muhammed b. Cafer ve İbn-i Zeyd bu
âyet-i kerimenin, Resulullah ile, Hz. İsa hakkında tartışmaya giren Necran
Hristiyanları heyetine bir cevap olarak Resulullaha indirildiğini
söylemişlerdir.
Bu âyet hakkında,
Abdullah b. Abbasın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Necran halkından bir
heyet, Muhammed (s.a.v.) e geldi. İçlerinde "Seyyid" ve
"Âkıb" diye vasıflandırdıkları iki kişi de bulunuyordu. Onlar,
Muhammed (s.a.v.) e "Sen niçin bizim arkadaşımızı sana yakışmayacak
şekilde anıyorun?" dediler. Resulullah "Arkadaşınız kimdir?"
diye sordu. Onlar da "O, İsadır, sen onun, Allahm kulu olduğunu iddia
ediyorsun." dediler. Resulullah da: "Evet, o Allanın kuludur."
diye cevap verdi. Onlar da "Sen, hiç babasız doğan İsanın bir benzerini
gördün mü? Veya böyle birisi sana bildirildi mi?" diye sorup sonra
Resulullahm yanından çıktılar. Bunun üzerine Cebrail Resulullaha, her şeyi işiten
ve bilen Allahm emrini getirdi ve Resulullaha dedi ki: "Onlar sana
geldikleri zaman onlara de ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin
durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "Ol" dedi ve
o da oluverdi."
Süddi ise bu âyetin
nüzul sebebinin Resulullaha gelen Hristiyan Necran heyeti olduğunu, özetle şu
şekilde izah etmiştir. "Gelen heyet Resulullaha "Sen İsa hakkında ne
dersin?" diye sordu. Resulullah da onlara "O, Allahm kulu, ruhu ve
sözüdür." dedi. Onlar da "Hayır, o böyle değildir. O, Allahtır,
Mülkünün başından inip gelmiş ve Meryemin içine girmiş sonra da ondan çıkmıştır.
Böylece bizlere kudretini ve durumunu göstemıiştir. Sen, babasız olarak
yaratılmış olan herhangi bir insan gördün mü?" dediler. İşte bunun üzerine
Aziz ve Celil olan Allah, bu âyeti indirdi... [133]
60- Ey
Muhammed, bu, rabbîn tarafından bir gerçektir. O halde şüphe edenlerden olma.
Ey Muhammed, İsa
hakkında sana bildirilen malumat, rabbinin katından gelen bir gerçektir. O
halde sen bu hususta şüphe edenlerden olma. [134]
61- Kim,
sana ilim geldikten sonra seninle, onun hakkında mücadele ederse, ona şöyle de:
"Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı,
kendimizi ve kendinizi çağıralım sonra yalvaralım da yalancıların üzerine
Allanın lanetini dileyelim.
Ey Muhammed sana, İsa
hakkında bilgi gelip onun, Allanın kulu olduğu bildirildikten sonra kim seninle
onun hakkında tartışmaya girişirse ona de ki: "Gelin çocuklarımızı ve
çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizzat kendimizi ve kendinizi
çağıralım da hep birlikte dualarımızı kabul etmesi için Allaha yalvaralım ve yalancıları
Allanın lanetiyle lanetleyelim."
Hz. İsa ile ilgili bu
âyetlerin, Hristiyan olan Necranlılann, Resulullaha gelen ve Hz. İsa hakkında
onunla tartışmak isteyen heyeti hakkında nazil oldukları rivayet edilmiştir.
Necranlılar
Resulullaha gelip onunla isa hakkında tartışarak, o zamanın âdetinden olan
"Lanetieşme"yi teklif ettiler. İşte bunun üziren bu âyetler nazil
oldu.
Huzeyfe el-Yeman diyor
ki: "Necranın reislerinden, Âkıb ve Seyyid unvanı verilen kişiler
Resulullaha geldiler. Onunla mübahele yapmak istediler. Fakat bunlardan biri
diğer arkadaşına "Bunu yapma, Allaha yemin olsun ki eğer o gerçekten
Peygamber ise ve biz de onunla mübahele edersek bundan sonra ne biz kurtuluruz
ne de soyumuz." dedi. Bunun üzerine o iki kişi Resuiullaha dediler ki:
"Biz sana istediğini vereceğiz sen bizimle birlikte güvenilen bir kişi gönder.
Bizimle güvenilmeyen bir kişi gönderme." Bunun üzerine Resulullah:
"Ben sizinle beraber, gerçekten güvenilir olan bir kişi
göndereceğim." dedi. Sahabiler bu şerefe nail olmaya hazırlandılar.
Resulullah buyurdu ki "Kalk ey Ebu Ubey-de b. el-Cerrah." Ebu
Ubeyde ayağa kalkınca: "İşte
ümmetin emin kişisi budür." buyurdu[135]
Sa'd b. Ebi Vakkas
diyor ki:
"Bu âyet-i kerime
nazil olunca, Resulullah Aliyi, Fatimayı, Hasan ve Hü-seyini çağırdı ve dedi
ki: "Ey Allahım, işte benim ehlim bunlardır." [136]
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: Şayet Resulullahı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış
olsalardı, geri döndüklerinde ne ailelerini ne de malların bulabilirlerdi.
MÜBAHALE: Bu işe
"Lanetleşme" derler ve bunu şöyle yaparlardı. Her iki taraf,
kadınları ve çocuklarıyla birlikte bir yerde toplanıp kendi inanç ve iddialarının
doğruluğunu savunur ve sonunda "Allahm laneti yalancının üzerine
olsun." derlerdi. İşte Necranlılar bu âdete uyarak Resuluilaha da bu
şekilde mü-bahale yapmayı teklif etmişlerdi. Fakat bunun sonucundan korkarak
kendi tekliflerinden vaz geçmişlerdir. [137]
62- Şüphesiz
bu, gerçek haberdir. Allahtan başka bir ilah yoktur. Muhakka ki Allah, her şeye
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey Muhammed, İsa
hakkında sana anlattığımız bu kıssa, şüphesiz ki gerçek bir haberdir.
Âlemlerin rabbi olan Allahtan başka hiçbir yaratık, ibadete layık değildir.
Çünkü Allahtan başka ilah yoktur. Şüphesiz ki Allah, kendisine isyan edenleri
cezai andırmakta her şeye galiptir, emir ve işlerinde hüküm ve hikmet
sahibidir. [138]
63- Eğer
yüzçevirirlcrse, şüphesiz kî Allah, bozguncuları çok iyi bilir.
Ey Muhammed, eğer
bunlar, sana gelen hak dinden yüzçevirirlerse bil ki Allah, bozgunculuk
çıkaranları çok iyi bilendir. Onlan adaletiyle cezalandıracaktır. [139]
64- De ki:
"Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız
Allaha kulluk edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Ailahı
bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin." Eğer yüzçevirirlerse deyin
ki "Şahit olun bizler müslümanlarız."
De ki: "Ey ehl-i
Kilap olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, bizimle sizin aranızda aynı olan
hak bir söze gelelim. Yalnız Allaha kulluk edelim. Allahm dışında kendilerine
tapınılanlardan uzaklaşıp yalnız ona ibadet edelim. Put, Haç ve Tağut gibi
herhangi bir şeyi ona ortak koşmayalım. Bir kısmımız Alluhı bırakıp diğer bir
kısmımızı rabler edinmesin. Birbirimize Allaha isyan hususunda itaat
etmeyelim. Ve Aİlaha secde"edercesine birbirimizin Önünde eğilmeyelim.
Eğer bunlar senin
davet ettiğin hak sözden yüzçevirirlerse, ey müminler, onlara deyin ki:
"Şahit olun. Bizler, Allaha boyun eğen, dillerimizle ve kalbleri-mizle onu
anan Mü si üm ani an z."
* Müfesşirler, bu âyet-i
kerimenin kimin hakkicla nazil olduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Katade,
Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Medine-i Münevverenin
çevresinde bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, Hz. İbrahim
hakkında Resulullah ile takışmaya girişince Allah teala bu
âyeti indirmiş ve Resulullaha, Yahudileri
çağırarak onlara, âyette belirtilen hususları bildirmesini emretmiştir.
b- Muhammed
b. Cafer, Süddi, ve İbn-i Zeyd ise bu âyet-i Kerimenin, Hristiyan Necranlılann
gönderdikleri heyet hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Resulullah onları
Mübahaleye davet ettiğinde "Lanetleşmekten" kaçınmaları üzerine bu
defa onları, daha kolay olan bu âyetin beyan ettiği şeyleri kabul etmeye davet
etmiştir. Fakat onlar, bunu da kabul etmemişlerdir.
Taberiye göre ise, bu
âyyette zikredilen ehi-i kitaptan maksat, hem Yahudiler hem.de Hristiyanlardır,
Zira ehl-i Kitap denince her kişi de anlaşılmaktadır. Buradaki, ehl-i kitabın,
sadece bir kısmına ait olduğuna dair sahih bir delil yoktur. O hakle, âyetin
her iki ehl-i kitabı da kastederek, onlan tevhid inancına davet ettiğini
söylemek daha isabetlidir. Çünkü Allanın birliğini ve sadece kendisine ibadet
edileceğini kabul etme, her yaratığın vazifesidir. Ve ona gönderilen bir
emirdir.
Âyet-i" kerimede
geçen ve "Müsavi" diye tercüme edilen kelimesi, Katade ve Rebi' b.
Enes tarafından "Adaletli" mânasında izah edilmiş, Taberi de bunu
tercih etmiştir. "Aramızda müsavi olan söz"den maksat, Katade ve
Rebi' b. Enese göre, âyette bu sözden sonra zikredilen hususlardır. Ebul Âliyeye
göre ise bu sözden maksat, kelimesidir.
İnsanların
birbirlerini rabler edinmelerinden maksat ise, İbn-i direyce göre, Aüaha
isyanda birbirlerine itaat etmeleridir. Allah teala bu hususta başka bir âyet-i
kerimede şöyle buyurmuştur: "Onlar, Hahamlarını', Papazlarını ve
Meryemoğlu İsa Mesihi, Allahtan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak
bir olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allaha ibadet etmekle
emrolunmuş-fardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir. [140]İkrimeye
göre ise, kulların birbirlerini rab edinmelerinden maksat, birbirlerine secde
etmeleridir.
Buhari bu âyetin
izahında şu hadis-i şerifi zikretmiştir.
Resulullah (s.a.v.)
Bizans imparatoru ve zamanın Hıristiyanlarının lideri durumunda bulunan
Herakliyüse mektup yazarak onu ve ona tabi olanları Müslüman olmaya davet
etmiş ve mektubuna bu âyet-i kerimeyi de yazmıştır.
Mektup, o anda Kudüs
topraklarında bulunan Herakliyüse ulaştığında ticaret için orada bulunan ve
henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan ve arkadaşlarıyla Herakliyüs arasında
şöyle bir görüşme cereyan etmiştir:
Abdullah b. Abbas bu
olayı Ebu Süfyandan naklen şöyle anlatmaktadır
Ebu Süfyan,
Kureyşlilerin, Resulullah ile yaptıkları Hudeybiye musala-hasının yürürlükte okluğu
bir dönemde, ticaret maksadıyla Şam topraklarında bulunuyormuş. Herakliyüs, Ebu
Süfyan ve arkadaşlarına adam gönderip yanına çağırmış. Ebu Süfyan ve
arkadaşları, Herakliyüs ve Rum büyüklerinin bulunduğu İlya şehrine varmışlar
Herakliyüs Rum ileri gelenleriyle birlikte bulunduğu meclise, Ebu Süfyanı ve
arkadaşlarını çağırmış, ayrıca bir de tercüman getirmiştir: Herakliyüs
"Peygamberlik iddia eden bu kişiye soy bakımından en yakın olanınız
kim?" diye sormuş Ebu Süfyan "Ona soy bakımından en yakın olan benim."
demiştir. Herakliyüs, "Onu bana yaklaştırın, arkadaşlarını da yakına gelirin
ve onun arkasında durdurun." demiş sonra tercümana yönelerek: "Sen bu
adamın arkasında duranlara bak. Ben bundan, Peygamberlik iddia eden o kişi
hakkında sorular soracağım. -Şayet bana yalan söyleyecek olursa onlar bunu bana
arkadan işaretle bildirsinler." dedi.
Ebü Süfyan diyor ki:
"Vallahi arkadaşlarım yalanımı surda burda söylerler diye utanmasaydım
onun (Yani Resulullahin) hakkında yalan uydururdum." Ondan sonra bana ilk
sorusu şu oldu:
- Peygamber olduğunu
söyleyen o kişinin, sizin içinizde soyu nasıldır?
- O, içimizde soyu
temiz birisidir.
- içinizde, ondan önce bu sözü (Peygamberlik
iddiasını) söylemiş olan var
mıdır?
- Hayır.
- Atalarının içinde
Kanıl vamııydı? -Hayır.
- Ona tabi olanlar,
halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflanmıdır?
- Halkın İleri
gelenleri değil zayıflarıdır.
- Ona tabi olanlar
artıyor mu yoksa eksiliyor mu?
- Anıyorlar,
eksilmiyorlar.
- İçlerinde onun
dinine girdikten sonra kızarak o.dinden çıkan var mı?
- Hayır. Yoktur.
- Bu iddiasından önce
onu hiç yalancılık suçladığınız oldu mu?
- Hayır.
- Hiç sözünden döndüğü
oluyor mu?
- Hayır olmuyor. Ancak şu anda onunla belli bir
süreye kadar bir barış antlaşması içindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını
bilmiyoruz.
Ebu Süfyan diyor ki:
"Ben bu konuşma sırasında, sözlerime kendiliğimden bir şeyler katmaya
imkân verecek bu sözden başkasını bulamadım. Herakli-
yüs devamla dedi ki:
- Onunla hiç
savaştınız mı?
- Evet savaştık.
- Savaşlarınız nasıl
sonuçlandı?
- Aramızdaki savaşlar
nöbetleşe geçti. Bazan o bizi yenilgiye uğratıyor bazan da biz onu.
- Peki size ne emrediyor?
-Bize, "Yalnız
Alluha ibadet edin. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Atalarınızı», söylediklerini
terkedin." diyor ve bize namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı ve
akrabalarımızla ilgilenmeyi emrediyor."
Bu sözlerden sonra
Heıakliyü, tercümanına dedi ki: "Bu adama söyle, onun soyunu sordum,
soyunun temiz olduğunu söyledin. Peygamberler de işte böyle kavimlerinin temiz
soylularından gönderilirler. "İçinizden daha önce bu iddida bulunan
herhangi bir kimse oldu mu?" dedim. "Hayır" dedin. Ondan evvel
bu iddiada bulunmuş bir kimse olsaydı" Bu kimse, daha önce onaya konan bir
iddiaya uyan bir kimsedir." diyebilirdim. "Ataları içinde hiçbir Kral
varmı-dır" diye sordum. "Hayır" dedin.
Eğer ataları içinde
bir Kral bulunmuş olsaydı "Bu da babasının iktidarını geri almaya çalışan
bir kimsedir," derdim. "Bu iddiada bulunmadan önce onu hiç yalancılıkla
suçlamış mıydınız?" diye sordum. "Hayır" dedin. Çok iyi biliyorum
ki daha önce insanlara karşı yalan soylemeyen bir kimsenin Allaha karşı yalan
söylemeyeceği muhakkatır. "Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflan mı
tabi oluyor?" diye sordum. Ona insanların zayıflarının tabi okluğunu söyledin.
Zaten Peygamberlere bunlar tabi olular. "Ona tabi olanlar artıyor mu
eksili-yor mu?" diye sordum. Onların arttıklarını söyledin. İşte iman
meselesi böyledir. Tamamlanıncaya kadar bu minval üzere devam eder.
"İçlerinde onun dinine girdikten sonra'dini beğenmeyerek ondan
çıkanlarvarmı?" diye sordum. "Hayır" dedin. İmanın lezzeti kalbe
işleyince işte böyle olur. "Hiç sözünden döner mi?"
diye sordum.
"Hayır" dedin. İşte Peygamberler böyledir. Verdikleri sözden dönmezler.
"Size ne emrediyor?" diye sordum. Yalnız Allaha ibadet edip ona
hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emrettiğini, sizleri putlara tapmaktan men
ettiğini ayrıca size namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı
emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğruysa o zat, şu ayaklarımın bastığı
yerlere de bir gün sahip olacaktır. Ben böyle birinin çıkacağını çok iyi
biliyordum. Fakat bunun, sizin aranızdan çıkacağını sanmıyordum. Eğer onunla
başabaş kalabileceğimi bilsem onunla görüşebilmek için bütün zorlukları
katlanırdım. Yanında olsaydım (hizmet ederek) ayaklarını yıkardım."
Bu sözlerden sonra
Herakliyüs, Resulullahın kendisine verilmek üzere Diriye (r.a.) vasıtasıyla
Busra emirine gönderilen mektubunu istedi. Getiren adam onu Herakliyüse verdi. O
da aldı ve okudu. Mektupta şöyle yazıyordu:
Bismillahirrahmanirrahîm
Allahın kulu ve
Peygamberi Muhamrnedden, Rumların iideri Herakliyüse. AHahın selamı hidayete
tabi olanlara olsun. Mesele şu ki, seni İslam daveti ile davet ediyorum.
Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Ve Allah sana iki kat mükâfaat versin. Eğer
kabul etmezsen sana tabi olanların günahı da senin boy-nundadır. " De ki:
"Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız
Allaha kulluk edelim. Ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allahı
bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin. Eğer yüzçevirir-lerse deyin ki:
"Şahit olun biz müslümanlanz. [141]
Ebu Süfyan diyor ki:
"Herakliyüs sözlerini bitirip mektubu okuduktan sora çevresinde
gürültüler koptu. Sesler yükseldi ve biz oradan çıkarıldık. Bunun üzerine
arkadaşlarıma şöyle dedim: "İbn-i Ebi Kebşenin (Muhammedin) işi o kadar
ciddi ha?" Baksanıza Beni Asfann (Romanın) Kralı bile ondan
korkuyor." O günden itibaren, sonunda onun galip geleceğini kesinlikle
anlamıştım. Nihayet Allah benim kalbime İslarnı soktu. [142]
65- Ey kitap
ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki
Tevrat da İncil de
ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklinizi kuiianmazmısı-nız?
Ey, İncil ve Tevrata
tabi olan ehl-i kitap, Rahman olan Allahın dostu İbrahim hakkında niçin
tartışıyor, aranızda mücadeleye girişiyorsunuz? Her bireriniz, İbrahimin,
kendi dinine mansup olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki Tevrat da İncil de
ancak İbrahimin vefatından sonra idirilmiştir. O halde nasıl olur da İbrahim,
sizin dininizden olur? Bu sözünüzün yanlış olduğunu düşünmez misiniz?
Abdullah b. Abbas ve
Katade bu âyet-i kerimenin, Hz. İbrahim hakkında tartışan ve her birinin,
İbrahimin kendi dininden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyahlar hakkında
nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu hususta Abdullah Abbas diyor ki: Necran
Hristiyanlan ile Yahudi Hahamları, Resulullahın yanında bir araya geldiler ve
tartıştılar. Yahudi Hahamları "İbrahim ancak Yahudi-dir."
Hristiyanlar da: "İbrahim ancak Hristiyandır." dediler, İşte bunun
üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi ve her iki guruba da, Hz.
İbrahimin, onların dininden olmadığını bildirdi;
Rebi' b. Enes, Mücahid
ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu ayet, İbrahim hakkında
tartışan Yahudiler hakkında inmiştir. Bu hususta Katade diyor ki: "Bize
nakledildiğine göre Resuluîlah, Medinede yaşayan Yahudileri müminlerle
Yahudiler arasında müsavi bir söz olan kelime-i Tevhide ve yalnız Allah kulluk
etmeye davet etti. Onlar, Hz. İbrahimin hakkında, Resuluîlah ile tartıştılar ve
onun Yahudi olarak öldüğünü iddia ettiler. Bunun hüzerine Allah teala onları
yalanlayarak bu ayeti indirdi. [143]
66- Diyelim
ki siz, bildiğiniz hususlarda tartışıyorsunuz. Peki bilmediğiniz hususlarda
niye tartışıyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Ey Yahudi ve Hristiyan
topluluğu, haydi diyelim ki, kitaplarınızda budu-ğunuz ve haklarında bilgi
sahibi olduğunuz dini meselelerde tartışıyorsunuz, hakkında hiçbir bilginiz
olmadığı halde İbrahim ve onun dini hakkında niçin tartışıyorsunuz? İşlerin
gerçek yüzünü Allah bilir sizler bilemezsiniz. O halde
batıl iddialarla
tartışmaya girişmeyin.
Süddi diyor ki:
"Burada zikredilen ehl-i kitabın bildiği şeylerden maksat, onlara haram
kılınan ve emredilen şeylerdir. Bilmedikten şeyden.maksat ise Hz. İbrahimin
durumudur. Katade ise diyor ki: "Onların bildikleri şeyden maksat,
müşahade ettikleri ve bizzat gördükleri şeylerdir. Bilmedikleri şeyden
rrçak-sat ise müşahade etmedikleri ve bizzat görmedikleri şeylerdir. [144]
67- İbrahim
ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş bir müslümandı.
Müşriklerden de değildi.
İbrahim ne Yahudi idi
ne de HristLyandı. Fakat o, Allahın emrine tabi olan, doğru yola yönelen bir
müslümandı. Kalbiyle ve bütün azalarıyla ona boyun eğen bir kimseydi. O,
putlara veya yaratıklardan herhangi birine tapan müşriklerden değildi.
Allah teala.bu âyet-i
kerime ile Hz. İbrahim ve onun dini hakkında tartışan ve onun, kendi
dinlerinden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyanlan yalanlamış, Hz. ibrahimin,
Hanif dini olan İslam dinine mensup olduğunu, AUa-hı bırakıpjbaşka yaratıklara
tapan müşriklerden olmadığım beyan etmiştir,
İslam gelmeden önce
bir kısım insanların, Yahudi, ve Hristiyan olmadıkları ve onlanh, Hz.
İbrahimin dini olar Hanif dini üzere yaşadıkları zikredilmektedir. Bu hususta,
Hz. Ömerin torunu Salim, babası Abdullahtan şunu rivayet etmektedir. "Bir
zaman Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Şama gitti. Orada, tabî olacağı bir dini
araştırıyordu. Yahudilerden bir alimle karşılaştı. Ona dininin durumunu sordu
ve dedi ki: "Belki ben, sizin dininize girerim. Dininizin nasıl olduğunu
bana söyle." Yahudıde ona dedi ki: "Allahın gazabından payını
almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." Zeyd de: "Ben zaten
Allahın azabından kaçıyorum. Ben onun gazabından hiçbir şeyi yüklenemem ve
benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu anlattığın şey bulunmayan bir
din gösterebilir misin?" dedi. Yahudi ona: "Böyle bir din bilmiyorum.
Ancak Hanif olursan bu dediğin olur." dedi. Zeyd: "Hanif nedir?"
diye sordu. Yahudi: "O, İbrahimin dinidir. O, Yahudi değildi Hristiyan da.
O, yalnızca Allaha .ibadet ediyordu." diye cevap
verdi. Bunun üzerine Zeyd, Yahudinin
yanından aynhp Hristiyan âlimlerinden biri ile görüştü. Ona da dini hakkında
sorular sordu ve ona: "Bel ki ben, sizin dininize girebilirin. Dininizin
ne olduğunu bana anlat." dedi. Hristiyan ise "Sen, AH ahin lanetinden
payını almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." dedi. Zeyd de:
"Benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu söylediğin şey bulunmayan
bir din gösterebilir misin? dedi, Hristiyan da ona: "Yahudinin söylediği
gibi "Ben böyle bir din bilmiyorum. Ancak Hanif olursan bu olur."
dedi. Bunun üzerine Zeyd, Hristiyanın yanından da ayrıldı. O, Yahudi ve
Hristiyanın Hz. İbrahim hakkında ittifak ederek söyledikleri tavsiyeye razı
oldu. Ellerini göğe doğru kaldırıp: "Ey Allahim, ben seni şahit tutuyorum
ki, ben İbrahimin dini üzereyim" dedi. [145]
68- Doğrusu
insanlardan İbrahimc en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu Peygamber ve iman
edenlerdir. Allah, müminlerin dostudur.
Doğrusu insanlardan
İbrahime en yakın olanlar, onun yolunda gidip Allanın bir olduğuna inananlar,
batılı bırakıp hakka eğilenler ile bu Peygamber Mu-hammed ve ona iman
edenlerdir. Allah, düşmanlara k arşı müminlerin dostudur.
* Abdullah b. Mes'ud
diyor ki:
"Resulullah
buyurdu ki: "Her bir Peygamberin, Peygamberlerden dostları vardır. Benim,
onlardan dostum, atam olan ve rabbimin dostu olan İbrahimdir. Sonra Resulullah:
"Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu
Peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin dostudur." âyetini okudu. [146]
69- Kitap
ehlinden bir cemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak
kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.
Ey müminler, ehl-i
kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan bir zümre, sizi hak dinden saptırıp inkâra
düşürmek ve helak etmek arzusundadırlar. Halbuki onlar, bu davranışlarıyla
ancak kendilerini saptırır ve helak ederler. Çünkü onlar, yaptıklarıyla
Allahın gazabını ve lanetini hak ederler. Böylece helak olurlar. Ve onlar bunun
farkında değildirler.. [147]
70- Ey kitap
ehli, gözünüz gördüğü halde, Allahın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?
Ey kitap ehli,
âyetlerin, rabbiniz tarafından size bildirilen gerçekler olduğuna şahitlik
ettiğiniz halde, Allahın size gönderilen kitabının âyetlerini niçin inkâr
edersiniz?
* Bu âyet-i kerime,
Hz. Peygamber (s.a.v.) in Peygamber olarak geleceğini, kendi kitaplarından
okudukları halde onu inkâr eden ehli-i kitabı kınamaktadır. Çünkü onlara inen
Tevrat ve İncilde, Hz. Muhammedin sıfatlan açık bir şekilde zikredilmiştir.
Onlar, sıfatları görmelerine rağmen Resulullahı yalanlamaya ve inkâra
kalkışmışlardır. [148]
71- Ey kitap
ehli, niçin hakkı batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?
Ey ehl-i kitap, niçin
dilinizle Muhammede iman ettiğinizi söyleyip, kalb-lerinizle onu inkâr ederek
hakki batıla karıştırıyor, Muhammedin Peygamberliği ve sıfatları, sizin
kitabınızda mevcut olduğu halde bu gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki sizler bunun
farkındasınız.
Âyette zikredilen
"Hak"tan maksat, Abdullah b. Abbas, Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i
Cüreyce göre îslamdır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilik ve Hristiy
anlıktır. Yahudi ve Hristi yani arın batıl olan kendi dinlerini, hak olan İslam
dinine karıştırmak istemeleri, Abdullah b. Abbasın neklettiği gibi şu şekilde
olmuştur. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Sayf, Adiy
b. Zeyd, Haris b. Avf, birbirlerine şöyle dediler: "Gelin muhammede ve
arkadaşlarına indirilene sabahleyin iman edelim. Akşamleyin de onu inkâr
edelim. Böylece onların dinlerini karıştırır ve onları, dinleri hakkında
şüpheye düşürürüz. Umulur ki bu sayede onlar da bizim yaptığımız şeyi yaparlar
ve dinlerinden dönerler." İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti
indirdi.
İbn-i Zeyde göre ise
âyette zikredilen "HakMtan maksat, Allah tealanın Hz. Musaya indirdiği
Tevrattır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilerin bizzat kendi elleriyle
yazıp ona sokuşturdukları şeylerdir. [149]
72- Kitap
ehlinden bir topluluk şöyle dedi: "İman edenlere indirilenlere, günün
başlangıcında iman edin, sonunda inkâr edin. Bel ki dinlerinden dönerler.
Ehl-i Kitap olan
Yahudilerden bir güruh şöyle dedi: "Müminlere indirilene gündüzün
başlangıcında iman edin ve onu gündüzün sonunda inkâr edin. Böylece belki
dinleriden dönerler
Yahudiler, müminlerin
inancını sarsmak maksadıyla birbirlerine: "Onlara indirilene günün
başlangıcında iman edin fakat günün sonunda onu inkâr edin." tavsiyesinde
bulunuyorlar ve bunu yaptıktan sonra da, kendi kendilerine "Bu insanların,
günün başlangıcında iman edip sonra dönmeleri, bu dindeki eksiklik ve
kusurdandır." diye İslarmn aleyhinde propaganda yapıyorlardı. Yahudiler
bunu, zayıf müslümanlan, imanlarında şüpheye düşürmek için yapıyorlardı.
Yahudilerin, gündüzün
başlangıcında iman ettiklerini, sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymaları,
Katade, Ebu Mâlik ve Süddiye göre, bizzat dilleriyle söylemeleri şeklinde
oluyordu. Bu hususta Süddi diyor ki: "Anne bölgesinde bulunan köylerin on
iki Hahamı vardı. Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: "Siz, gündüzün
başında Muhammedin dinine girin ve "Şahadet ederim ki Muhammed haktır ve
doğru söyleyendir." deyin. Gündüzün sonu olunca da inkâr edin ve deyin
ki: "Biz, âlimlerimize ve Hahamlarımıza başvurarak bunu onlardan sorduk.
Onlar da bize dediler ki: "Muhammed yalancıdır ve siz müslümanlann
dayan-dığnız herhangi bir şey yoktur," Bunun üzerine tekrar dinimize
döndük. Bizim dinimiz bize, sizin dininizden daha sevimlidir." Hahamlar,
telkinlerine devam ederek dediler ki: Böyle yaptığınız takdirde belki onlan,
şüpheye düşerler ve kendi kendilerine derler ki: "Bunlar gündüzün
başlangıcında bizimle beraberdiler. Acaba bunlar dinlerinden niçin
döndüler?" Südcii diyor ki: "İşte Allah teala Peygamberine bu âyetle,
Yahudilerin bu gibi davranışlarım bildirdi.
Mücahid ve Abdullah b.
Abbasa göre ise, Yahudilerin, gündüzün başlangıcında iman ettiklerini,
günzüdün sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymaları, Resulullah ile
birlikte sabah namazını kılıp akşamleyin dinden çıktıklarını belirtmek şeklinde
oluyordu. Veya, sabahleyin dilleriyle iman ettiklerini söylüyor akşamleyin,
Yahudilere ait olan ibadeti yapıyorlar ve bu şekilde iman edip tekrar
döndüklerini belirtiyorlardı. [150]
73- Sizin
dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. "Ey Muhammed de ki:
"Şüphesiz ki hidayet Allahın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başka
birine verilmesinden veya rabbinizin katında aleyhinize delil gctirilmeleriden
korkarak mı tasdik etmiyorsunuz? De ki: "Şüphesiz ki lütuf Allahın
elindedir. Onu, dilediğine verir. Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi
bilendir.
* Bir kısım
müfessirler bu âyetin, Kur'an-ı kerimin mânâsının anlaşılması
bakımından Kur'an-ı Kerimin en zor
âyetlerinden biri olduğunu .söylemişlerdir. Bunun sebebi âyette geçen
ifadelerden bir kısmının, hem Yahudilerin sözleri hem de Allah tealanın,
Resulullaha, söylemesini emrettiği sözler olması ihtima-1 indendir.
Ayetin, "Sizin
dinize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." bölümünün, Yahudilerin
sözü olduğu ve "Ey Muhammed, de ki: Hidayet Ali ahin hidayetidir."
bölümünün de Resulullaha, söylemesi emredilen söz olduğu kesindir. Ancak,
âyetin diğer bölümlerinin, kimin sözü olduğu kesin değildir. Bu nedenle
müfessirler, âyetin izahında zorlanmışlar ve takdir ettikleri farklı
faraziyelere başvurarak, âyeti izah etmeye çalışmışlardır. Taberinin, âyeti
izahı özetle şu şekildedir:
a- Âyetin
içindeki "Ey Muhammed de ki: " Hidayet Allanın hidayetidir."
ifadesi dışındaki diğer ifadelerin tümünün Yahudilerin sözü olduğunu farzeden
müfessirler bu âyete şu şekilde mânâ vermişlerdir. "Yahudiler birbirlerine
dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik
etmeyin." Ey Muhammed sen de de ki: "Şüphesiz ki hidayet, Allanın
hidayetidir." Yine Yahudiler dediler ki: "Size verilen Tevratın ve
size gönderilen Musanın benzerinin bir başkasına, yani Muhammede ve ümmetine
de" verileceğine inanmayın. Yine sizler, rabbi-niz huzurunda aleyhinize
delil getirilerek mağlup edileceğinize de inanmayın."
Taberi, Mücahidin bu
âyeti bu şekilde izah ettiğini zikretmiştir.
b- Ayet-i
kerimenin, "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin."
kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu fakat diğer tamamının Allah tealanın,
Resulullaha söylemesini emrettiği sözler olduğunu takdir eden müfessirler,
âyete şu şekilde mânâ vennişlerdir: "Yahudiler birbirlerine dediler ki:
"Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey muhammed, sen
de onlara de ki: "Asil açıklama Allanın açıklamasıdır. Onun açıklaması da
şudur ki, siz ümrriet-i Muhammede verilenin benzeri, başka hiçbir kimseye
verilmemiştir ki Yahudiler, rableri huzurunda sizinle tartışıp sizi mağlup
etsinler. Çünkü size verilenler onlara verilenlerden daha afdaldir. Taberi,
Süddinin âyeti bu şekilde izah ettiğini söylemiştir.
c- Yine,
âyetin "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin."
kısmının Yahudilerin sözü olduğunu, diğer kısımlarının ise, Allah tealanın, Resulullaha
söylemesini emrettiği sözler olduğunu söyleyen başka bir kısım müfessirler,
âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "Yahudiler dediler ki: Sizin dininize
tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed sen de o Yahudilere de
ki: "Ey Yahudiler topluluğu, hidayet Allahın hidayetidir. O halde sizin
dışınızdaki insanları kıskanarak size verilen kitap ve Peygamberin benzerinin
bir başkasına da verilmesini veya rabbinizin huzurunda başkaları tarafından
delillerle mağlup edileceğinizi inkâra kalkışmayın ve reddetmeyin. Zira lütuf,
Allahın elindedir. Onu, kullarından dilediğini verir.
Taberi, Katade, ve
Rebi' b. Enesin, âyeti bu şekilde izah ettikleri naklet-miştir.
d- Başka bir
kısım müfessirler, âyet-i kerimenin "Sizin dininize tabi olanlardan
başkasını tasdik etmeyin." Kısmının ve "Rabbinizin katında sizin
aleyhinize delil getirmiş olurlar." kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu
iğer kısımlarının ise, Allah tealanın, Resulullaha söylemesini emrettiği
sözler olduğunu söylemişler ve âyet-i kerimeye şu şekilde,mânâ
vermişlerdir." Yahudiler dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan
başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed, sen de de ki: "Şüphesiz ki hidayet
Allahın hidayetidir. O da size verdiği kitabın benzerini başkalarına da
vermesidir. Yahudiler dediler ki: "Allahın Tevratta size açıkladığı
şeyleri müslümanlara haber vermeyin ki rabbinizin huzurunda onu aleyhinize
delil olarak kullanmasınlar." Taberi, İbn-i Cüreycin âyeti bu şekilde izah
ettiğini zikretmiştir.
Taberi bu görüşü
seçmiş, âyetin, ehl-i kitaptan, gündüzün başlangıcında iman etmeyi, sonunda da
inkâr etmeyi emreden kişilerin sözü olduğunu, ancak "Hidayet Allahın
hidayetidir." cümlesinin bir muteriza cümlesi olduğunu, bu cümlenin
faydasının ise, batıl iddialarda bulunan Yahudilerin kendi sözleri içinde
tekzib etmek olduğunu söylemiş ve âyete şu şekilde mânâ vermiştir: "Yahudiler
dediler ki: "Ey Yahudiler topluluğu, sizin dininize tabi olanlardan
başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed, sen de onlara de ki: "Şüphesiz ki
hidayet, Allahın hidayeti ve beyan etme, onun beyan etmesidir. Siz Yahudiler
toplululuğu-nun iddiaları değildir. Yine Yahudiler dediler ki: "Size
verilen kitap ve Peygamberin benzerinin bir başkasına verileceğine veya
imanınızdan dolayı herhangi bir kimsenin, sizi, rabbinizin huzurunda mağlup
edeceğine de inanmayın." Ey Muhammed de ki: "İmana muvaffak kılma ve
İslama kavuşturma lütfü, Allahın elindedir. Ne sizin elinizde ne harhangi bir
yaratığın elindedir. Allah, lütfü bol olan ve bu lütfa layın olanı çok iyi
bilendir." Taberi diyor ki: "Bu izah şeklini tercih etmemizin sebebi,
mânâsının daha sahih olması, Arapça ifade şekline daha uygun düşmesi ve
âyetin, cümlelerinin birbirleriyle daha fazla irtibatlı sayıl-masıdir. Diğer
görüşler ise sıhhatten uzak bir kısım zorlamalardır ve hoş olmayan
ifadelerdir. [151]
74- Allah,
rahmetini dilediğine tahsis eder ve Allah büyük lütuf sahibidir.
Allah, İslam ve iman
gibi nimetlerini, dilediğine tahsis eder. O büyük lütuf salibidir. [152]
75- Kitap
ehlinden öyîe kimseler vardır ki ona yüklerle emanet bı-raksan onu sana geri
verir. Onlardan öylesi de vardır ki, bir dinar da emanet bıraksan ısrarla
üzerinde durmadıkça onu sana geri vermez. Bu onların "Kitap ehlinden
olmayan ümmHcrc karşı hiçbir mes'uliyctimiz yoktur." dcmclerindcndir.
Onlar bile bile, AHaha karşı yalan söylemektedirler.
Kitap ehlinden olan
Yahidilerden öyle insanlar vardır ki, güvenilen insanlardır. Onlara yüklerle
emanet bıraksan, ihanet etmeden onu sana geri verirler. Öyleleri de vardır ki,
hain insanlardır. Onlara tek bir dinar dahi emanet etsen, ısrarla üzerinde
durmadıkça onu sana geri iade etmezler. O Yahudilerin böyle davranmaları:
"Kitap ehlinden olmayan ümmi, yani okur yazarlığı olmayan Araplara karşı
hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onların mallarını bize hıelal
kılmıştır." demeierindendir. Onlar, bile bile Allaha karşı yalan
söylemektedirler. Allah, onlara hiçbir şeyi helal kılmış değildir.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerime ile, ehli-i kitap olan Yahudilerden bir
kısmının, verilen emanete ihanet etmeyen güvenilir kimseler olduklarını, diğer
bir kısmının ise verdikleri sözleri bozan ve emanete ihanet eden kimseler
olduklarını bildirmiştir. Ta ki müminler mallarını onlara teslim etmesinler ve
onlara aldanmasını ar. Çünkü onlardan çoğu, müminlerin mallarını kendilerine
helal görürler.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Israrla üzerinde durmadıkça" şeklinde tercüme edilen ifadesi,
Katade ve Mücahid tarafından "Alacağını ısrarla isteme" şeklinde izah
edilmiş, Süddi tarafından ise "Devamlı olarak başucunda durma" diye
izah edilmiştir. Taberi birinci görüşü tercih etmiştir. Yine âyet-i kerimede
geçen ve "Bu, onların, ümmîlere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur."
demeierindendir. Şeklinde tercüme edilen ifadesi iki şekilde izah edilmiştir:
Katade, Süddi Said b.
Cübeyr ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu ifadede^ maksat
şudur "Yahudiler dediler ki: Okur yazarlığı olmayan ve müşrik olari
Arapların mallarını almanızda bir sakınca yoktur. Zira Atlalı, onların
mallarını bize helal kılmıştır. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu
âyet-i kerime inince Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah düşmanları
yalan söylediler. Cahiliye döneminde olan her şey ayaklarımın altındadır. Ancak
verilen emanetler müstesnadır. Zira emanet, sahibine verilmelidir. Sahibi ister
takva sahibi olsun ister facir."
İbn-i Cüreyc ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Yahudilerin, Müslümanların
kendilerine emanet ettikleri mallara ihanet etmeyi caiz görmelerinin sebebi,
Yahudilerin, Müslümanları dinlerini değiştiren kişiler saymaları ve Tevratın,
kendilerine dinini değiştirenlerin mallarına el koymalarının caiz olduğunu
bildirmesidir. Bu âyetin izahında İbn-i Cüreyc diyor ki: "Müslümanladan
bir kısım adamlar, cahiliye döneminde Yahudilerle alış veriş yapmışlardı.
Müslüman olduktan sonra Yahudilere satıp ta parasını almadıkları eşyanın
parasını istediler. Bunun üzerin Yahudiler: "Sizin bizde ne bir emanetiniz
vardır ne de bizim aleyhimize dâvada bulunabilirsiniz. Çünkü siz, üzerinde
bulunduğunuz dini terkettiniz. Biz, kitabımız olan Tevratta bunun böyle olduğunu
görüyoruz. Sa'saa diyor kî: "Bir adam, Abdullah b. Abbastan şunu sorarak
dedi ki: "Biz, Zımmilerin mallarından tavuk, koyun gibi bir kısım
hayvanları alıyoruz." (Bunun hükmü nedir?) Abdullah b. Abbas ta dedi ki:
"Onları alırken ne diyorsunuz?" O da dedi ki: "Bunda bizim için
bir mahzur yoktur." diyoruz. Abdullah b. Abbas dedi ki: "Bu ehl-i
kitabın" Ümmilere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur." demelerine
benzemektedir. Ehl-i kitap, Cizyeyi verdikleri müddetçe onların mallan size
helal değildir. Ancak gönül hoşluğu ile verdikleri helaldir." [153]
76- Hayır,
durum böyle değildir. Kim ahdini yerine getirir ve Allah-tan korkarsa, şüphesiz
ki Allah, takva sahiplerini sever.
Hayır, ehl-i kitabın
"Okur yazarlığı olmayan cahil insanlardan aldığımız emanetle riayet
etmekle yükümlü değiliz." demeleri doğru değildir. Fakat ehl-i kitaptan
kim, Tevratta Hz. Muhammede ve onun getirdiği "Emanetleri yerine
verin." gibi emirlere ve bütün yasaklara iman edeceğine dair Allaha
verdiği ahdi yerine getirir ve Ali ahin yasakladığı, inkâr ve isyandan,
Allahtan korkarak kaçınacak olursa bilsin ki Allah, kendisinden korkanları ve
azabından kaçınanları sever.
Abdullah b. Abbas,
âyette geçen ve "Allahtan korkarsa" diye tercüme edilen kelimesini
"Alana ortak koşmaktan kaçınırsa" şeklinde izah
itmiştir. [154]
77- Şüphesiz
ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip carşılğında az bir değeri
satın alanlar var ya, işte onların, âhirette nasibi yoktur. Allah, onlarlarla
konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakmayacak ve onları temize
çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Gerçek şu ki,
kendilerine gönderilen kitapta, Muhammed ve onun getirdiklerine iman
edeceklerine dair Allaha verdikleri sözü ve yalan yere yaptıkları yeminlerini,
dünya malından az bir değere değişenler var ya, işte onların, âhirette cennet
nimetlerinden hiçbir nasipleri yoktur. Allah onlara, kendilerini sevindirecek
bir şey konuşmayacak, kıyamet gününde onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve
onları inkâr ve günah kirlerinden tem izlemeyecektir. Ayrıca onlar için can
yakıcı bir azap vardır.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi ve kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- İkrimeye
göre bu âyet-i kerime, Ebu Rafı1, Kenane b. Ebul Hakik, Kâ'b x el-Eşref ve
Huyey b. Ahtab hakkında nazil olmuştur.
b- Abdullah
b. Mes'ud, Vâil b. Hucr ve Adiy b. Umeyr'e göre bu âyet-i kerime, Eş'as b. Kays
ile onun hasmı olan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abduüah b.
Mes'ud demiştir ki: Resullah şöyle buyurdu.
"Kim, bir
Müslümanm herhangi bir malını ondan haksız yere almak için yalan yere yemin
edecek olursa o kimse Allahın huzuruna çıktığında onun, kendisine karşı
gazaplı olduğunu görecektir. Abdullah b. Mes'udu dinleyen Eş'as b. Kays da
şöyle demiştir: "Vallahi bu olay benim hakkında olmuştur. Şöyle ki
"Benimle bir Yahudi arasında (ortak) bir arazi vardı. Yahudi, benim
arazinin sahibi olduğumu inkâr etti. Ben onu Resulullaha şikâyet ettim.
ResuluUah bana dedi ki: "Senin şahidin var mı?" Ben de
"Hayır" dedim. Resulullah, Yahudiye dedi ki: "Yemin et."
Ben de dedim ki: "Ey Allahın Resulü, böyle olursa Yahudi yemin etler ve
benim malımı alıp götürür." İşte bunun üzerine Allah teala, "Şüphesiz
ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri
satın alanlar var ya..." âyetini indirdi[155]
Adiy b. Umeyre diyor
ki:
"Kinde kabilesinde
îmriül Kays b. Abis isimli adam ile Hadramutlu bir adam bir arazi hakkında
Resulullahın huzurunda muhakeme oldular. ResuluUah dâva konusu yerin kendisine
ait olduğnu iddia eden Hadramutluya, şahit getirmesini söyledi. Fakat onun
şahidi yoktu. Bunun üzerine ResuluUah, îmriül Kaysın yemin etmesine karar
verdi. Hadramutlu adam dedi ki: "Ey Allanın Resulü, eğer sen buna yemin
etme imkânı verecek olursan vallahi bu benim arazimi alır götürür." Bunun
üzerin Resulullah, "Kim kardeşinin bir malım haksız olarak almak için
yalan yere yemin edecek olursa, Alanın huzuruna çıktığında, onun, kendisine
gazaplı olduğunu görecektir." buyurdu ve "Şüphesiz ki, Allaha verdikleri
sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satın alanlar var
ya..." âyetini okudu. Bunun üzerine İmriül Kays dedi ki: "Ey Allanın
Resulü, bu araziyi terkedip bırakana ne mükâfaat var?" Resulullah da:
"Cennet var," diye cevap verdi. İmriül Kays da bunun üzerine
"Şahit ol ben o arazinin tümünü ona bıraktım." dedi[156]
Ebu Vâlil diyor ki:
"Abdullah b. Mes'ud (r.a.) dedi ki:
"Kim, yalancı
olduğu halde yemin eder de o yemini ile bir mal kazanacak olursa Allanın
huzuruna çıktığında, onun kendisine gazaplı olduğunu görecektir. Allah teala,
bu durumu beyan eden şu âyeti indirmiştir: "Şüphesiz ki Allaha verdikleri
sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satan alanlar var
ya..." Ebu Vâil sözlerine devamla diyor ki: Sonra Eş'as b. Kays çıkıp yanımıza
geldi ve Abdullah b. Mes'udu kastederek dedi ki: "Ebu Abdurrahman sizinle
ne konuşuyordu?" Dedim ki: "Biz onunla şunu konuşuyorduk: "Eş'as
dedi ki: "Abdullah b. Mes'ud doğru söylemiş, vallahi bu âyet benim
hakkımda indirildi. Şöyle ki, benimle bir kişi arasında bir kuyu hakkında
ihtilaf vardı. Biz, meselemizi Resulullaha arzettik. Resulullah da buyurdu ki:
"Ya sen şahit getireceksin ya da o yemin edecektir." Dedim ki:
"Bu takdirde o, hiç önemsemez yemin eder." Resulullah da bana dedi
ki: "Kim yalan yere yemin eder de onunla bir mal kazanacak olursa o,
Allanın huzuruna çıktığında Allanın kendisine gazaplı olacağını görecektir.
Allah, bunu doğrulayarak şu âyeti indirmiştir." dedi ve sonra
"Şüphesiz ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında
az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini okudu[157]
c- Âmir'e göre
ise âyet-i kerimenin nüzul sebebi, malım satmak için yalan yere yemin eden bir
adamın yeminidir.
Âmir diyor ki:
"Bir adam malını satmak için sabahleyin pazara götürdü. Akşam olunca bir
kişi gelip onunla pazarlık etmeye başladı. Adam da: "Sabahleyin şöyle
şöyle fıat verilmesine rağmen satmadığına, akşam olmasaydı, söylediği fiata
satmayacağına dair yemin etti. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi.
Mücahid, Katade, İmran b. Husayn ve Said b. el-Müseyyeb bu âyet-i kerimenin,
yalan yere yemin eden kişiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
Yalan yere yemin
ederek başkasının malını haksız şekilde alan kişi için diğer bir hadisinde de
Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Üç kişi vardır
ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları
temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır." Peygamber
efendimiz bu sözlerini üç defa tekrarlamıştır. Bunun üzerine Ebu Zer:
"Bunlar zarar etmiş, hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar ya Resulullah?"
demiş. Resulullah da: "Bunlar, kibirinden dolayı elbisesini uzatan, yaptıkları
iyilikleri başa kakan ve yalan yere yemin ederek sattığı şeyi iyi gösterenlerclir[158]
buyurmuştur. [159]
78- Onlardan
bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini kitaptan sunasınız diye
kitSbı dilleriyle eğip bükerler ve "Bu, Ailah kalındadır." derler.
Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Allaha karşı yalan
söylerler.
Yahudilerden bir
topluluk, tahrif ettikleri şeyleri, Allanın kitabından sa~ nasmiz diye
dilleriyle kitabı eğip bükerler. Halbuki uydurdukları bu şeyler, Al-Iahın
kitabından değildir. Onlar: "Bu, Allah katmdandır. Bunu Peygamberlere
indirdi." derler, Halbuki o, Allah katından değildir. Bir iftiradır.
Onlar, dünya malından değersiz şeyleri isteyerek, bile bile kasıtlı bir şekilde
Allaha karşı yalan söyleler.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Onlar, Allanın indirmediği şeyleri Allanın kitabına ilve
ediyorl arlardı"[160]
79- Allanın,
kendisine kitap, hüküm ve Peygamberlik verdiği kimsenin, insanlara
"Allahı bırakıp bana kullar olun." demesi yaraşmaz. Fakat onun
insanlara "Kitabı öğretmeniz ve onu okumanız sayesinde rabbinize halis
kullar olun." demesi yaraşır.
Hiçbir beşere yakışmaz
ki, Allah ona kitap indirsin, ona hikmeti Öğretsin ve Peygamberlik versin de
sonra o, kalkıp insanlara "Allahı bırakıp bana kullar olun." desin.
İnsanları kendisine tapmaya çağırsın. AH ahin, kendisine bu üstünlükleri
verdiği kişiye yakışan odur ki, "Kur'anı insanlara öğretmeniz ve onu
okumanız sayesinde ve bunun bir gereği olarak rabbinize karşı âlim, hikmet sahibi,
takva sahibi, salih ve halis k ullarolun."desin.
Abdullah b. Abbas bu
âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunları söylemiştir: "Yahudi
Hahamlanyla Necran Hristiyanları, Resulullahın huzurunda bir araya geldikleri
zaman, Resulullah onları müslüman olmaya davet etmiş, bunun üzerine Kureyza
Yahudilerinden olan Ebu Rafi şöyle demiştir. "Ey Mu-hammed, Hristiyanların
İsaya yaptıkları gibi, bizim de sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran
Hristi yani annd an "Revs" diye vasıflandırılan biri de "Ey
Mu-hammed, sen bizden kendine tapmamızı mı istiyor ve bizi buna davet ediyorsun?"
demiştir. Bunun üzerine Resulullah: "Allanın dışında başka bir şeye ibadet
etmemizden veya onun dışında başka bir şeye ibadet edilmesini emretmemizden
Allaha sığınırız. Allah beni ne böyle bir şeyle göndenııiş ne de bunu bana
emretmiştir" buyunnuştur. İşte bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur.
İbn-i Cüreyce göre ise
bu âyet-i Celilenin nüzul sebib şudur: Yahudilerden bir kısım insanlar,
Allanın, kendilerine gönderdiği Tevratı tahrif ederek Allahı bırakıp insanlara
tapıyorlardı. İşte bu âyet-i Cehle onlara işaret etmektedir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Halis kullar olun" diye tercüme edilen C İSÇ )
"Rabbaniyyin" kelimesi, Ebu Rezin tarafından "Hikmet sahipleri
ve âlimler" diye izah edilmiş, Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Mücahid,
Yahya b. Akiyl ve Dehhak tarafından, "Fakihler ve âlimler" diye izah
edilmiş, Abdullah b. Abbas tarafından "Hikmet sahipleri ve fakihler"
diye izah edilmiş, Said b. Cübeyr tarafından, "Hikmet sahipleri ve
müttakiler" diye izah edilmiş, İbn-i Zeyd tarafından ise "İdareciler
ve liderler" diye izah edilmiştir.
Taberi
"Rabbaniyyin" kelimesi hakkında özetle şunları söylemiştir:
"Rabbaniyyîn" kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı İse "İnsanları
yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idare eden" demektir.
Bu nedenle, alimler de, fakihler de, hikmet sahipleri de, müttakiler de,
liderler de eğiticiler de, "Rabbaniyyîn" kelimesinin ihtiva ettiği
mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan herbiri, kendi ihtisasları alanında
insanları yetiştirirler, eğitirler işlerini düzeltirler, sevk ve idare
ederler. [161]
80- Si/c,
melekleri ve Peygamberleri rabîcr edinmenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz,
müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?
Allahın kendisine
kitap, hikmet ve Peygamberlik verdiği bir insanın, meleklere ve Peygamberlere
ibadet ederek onları rabler ve ilahlar edinmenizi emretmesi de yaraşmaz. Hiç,
siz Müslüman olup Alîaha itaat ve Resulullaha boyun eğmenizden sonra, Peygamberiniz
sizlere, Allahın birliğini inkâr etmeyi emreder mi?
Bu âyet-i kerime de
daha Önce izah edildiği gibi Yahudi ve Hristiyan-lardan bir topluluk hakkında
inmiştir. Onlar Hz. Muhammed (s.a.v.) e "Ey Mu-hammed, Hristjy ani arın
İsaya taptıkları gibi bizim de sana tapmanızı mı istiyorsun?" demişler,
Resulullah da onlara "Allahtan başka herhangi bir şeye tapmaktan veya
ibadet edilmesini emretmekten Allaha sığınırım." demiştir. İşte bunun
üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. [162]
81- Bir
zaman Allah, Peygamberlerden ahit almıştı: Ne zaman size bir kitap ve hikmet
verirsem ve sonra size bir Peygamber gelip o yanınızda bulunanı tasdik ederse,
ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz, ikrar edip buna dair ahdimi
üzerinize aldınız mı?" demiş onlar da: "İkrar ettik." demişler
Allah da "Şahit olun. Ben de sizlerle beraber şahitlerindc-nim"
demişti.
Ey ehl-i kitap,
hatırlayın bir zaman Allah, Peygamberlerden kuvvetli bir ahit almış ve "Ey
Peygamberler, sizlere ne zaman kitap ve hikmet verirsem sonra da tarafımdan,
sizin yanınızda bulunanı tasdik eden bir Peygamber gelirse ona mutlaka iman
edip yardım edeceksiniz. İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız
mı?" demiş onlar da "İkrar ettik." demişler Allah da "Ey
Peygamberler, siz bu ahde şahit olun Ben de sizinle beraber şahitlik
edenlerdenim." demişti.
Allah teala, Hz.
Âdemden itibaren. İnsanlığı hak yola iletmek için çeşitli peygamberler
göndermiştir. Bu Peygamberler bazan tek kişi bazan da aynı zamanda birden
fazla sayıda bulunmuşlardır.
Âyet-i kerime,
Peygamberlerin, aynı dâvayı tebliğ etmeleri sebebiyle birbirlerine iman
etmelerini ve birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğini beyan etmekte ve bu
hususta Allah tealanın onlardan söz aldığım, onların da bunu kabul ettiklerini
bildirmektedir.
Bütün Peygamberlerin
birbirlerine iman edip birbirlerini destekledikleri hakle. Hz. Musanm
ümmetinden olan Yahudilere Hz. İsanin ümmetinden olan Hristiyanlara ne oluyor
da kendi Peygamberlerinin iman ettiği Hz. Muhammede iman etmiyor ve onu
desteklemiyorlar? Onlar, bu davranışlarıyla kendi dinlerine de ters
düşüyorlar.
Âyet-i kerimede, Allah
tealanın, Peygamberlerden, birbirlerine iman etmelerine ve birbirlerine
yardımcı olmalarına dair ahit aldığı zikredilmektedir. Bu arada, kendilerinden
ahit alınanların, Peygamberler olduğu zikrediliyorsa da müfessirler,
kendilerinden ahit alınan bu kişilerden maksadın, aslında kimler olduğu
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Mücahİd
ve Rebi' b. Enese göre, burada kendileriden ahit alındığı beyan edilenlerden
maksat, Peygamberler değil, kendilerine Peygamber gönderilen ehl-i kitaptır.
Zira, âyetin devamında "Gönderilecek olan Peygambere mutlaka iman edecek
ve yardımda bulunacaksınız." buyrulmaktadır. Peygamberlerin,
kendilerinden sonra gelen Peygamberlere iman ettikleri muhakkaktır. Bu sebeple
onlara böyle bir emrin verilmesine gerek yoktur. Aynca Peygamberler,
kendilerinden sonra gelecek olan Peygambere yardım ecedek durumda değiler-Uir.
Çünkü bizzat onların kendilerini yalanlayan kavimlerine karşı yardım edilmeye
ihtiyaçları vardır. Onların başkalarına yardım etmeleri beklenemez. Bundan da
anlaşılmaktadır ki, âyette iman etmeleri ve gönderilen Peygambere yardım
etmeleri istenenlerden maksat, kendilerine kitap verilen ümmetlerdir. Nitekim
Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'bın bu âyetteki kıraatlan bu izahı desteklemektedir.
b- Abdullah
b. Abbas, Tavus, Ali b. Ebi Talib, Katade, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre ise
burada kendilerinden söz alınanlar, âyette zikredildiği gibi ümmetler değil
sadece Peygamberlerdir. Allah teala, Peygamberlerden birbirlerine
iman etmelerine ve birbirlerini
desteklemelerine dair söz almış, aynca, en son gönderilecek olan Hz. Muhammede
de iman etmelerini ve onun Hak Peygamber olduğunu, ümmetlerine bildirerek
yardım etmelerini emretmiştir.
c- İkrime
veya Said b. Cübeyrin, Abdullah b. Abbastan naklettiklerine göre ise burada
kendilerinden söz alınanlardan maksat, hem Peygamberler hem de ümmetleridir.
Âyette sadece Peygamberler zikredilmiştir. Çünkü onlardan alınan ahit,
ümmetlerinden de alınmış gibidir. Buna göre Allah teala hem gönderdiği
Peygamberlerden hem de Peygamberlerin ümmetlerinden, Peygamberlerine iman
etmelerine ve onları destekleyip yardım etmelerine dair söz almıştır. Bu
nedenle bu Peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammede iman etmeleri ve onu
desteklemeleri gerekir. Ona karşı çıkmalan ve yalanlamaları, ahitlerini bozmaktır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: Âyette kendilerinden ahit
alındığı zikredilen insanlardan maksat, hem Peygamberler hem de onların
ümmetleridir.
Allah teala,
Peygamberlerinden birbirlerine iman etmelerine ye birbirlerine yardım
etmelerine dair ahit almış, Peygamberler de ümmetlerinden bu ahdi aynen
almışlardır. Böylece ümmetler de Peygamberlere iman edeceklerine ve onları destekleyeceklerine
dair söz vermişlerdir. Âyette, Peygamberlerden ahit alındığı açıkça zikredil d
iğinden Peygamberlerden değil de ümmetlerinden ahit alınmıştır." demenin
hiç bir anlamı yoktur. Aynca buna delil gösterilen Abdullah b. Mes'ud ve Übey
b. Kâ'bm kiraatlanna dair kesin bir rivayet yoktur. Diğer yandan
Peygamberlerden herhangi birinin, diğerine iman etmemesi düşünülemeyeceğinden,
"Peygamberlere böyle bir emir gönderilmemiştir." demek makul bir
iddia değildir. [163]
82- Bundan
sonra kim yüzçevirirse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.
Artık Allanın bütün
Peygamberlerinden ve onların ümmetlerinden, Peygamberlere iman etmelerine ve
onları desteklemelerine dair bir söz aldıktan sonra kim Peygamberlere iman
etmekten ve onlara yardım etmekten yüzçevirirse işte onlar, Allaha itaatten
aynlan fâsıklann ta kendileridir. Zira onlar bu halleriyle bütün
Peygamberlerin talimatına karşı çıkmış ve kendi arzularına uymuş olurlar.
Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu iki âyet, Allah tealanırı, belli şeyleri
yapmalarına dair Peygamberlerinden ve
onların ümmetlerinden ahit aldığına dair beyanda bulunuyorsa da, bunlar
Resulullahm hicreti esnasında, Medinenin çevresinde bulunan Yahudilere, Hz.
Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine dair kendilerinde ahit alındığını
bildirmektedirler. Zira onların ataları olan Yahudilerden ve o atalarına
gönderilen Peygamberlerden böyle bir ahit alınmıştır. Onlar da bu ahitle
yükümlüdürler. [164]
83- Allahın
dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez
ona teslim olmuştur. Ve yine ona döndürülecektir.
Allahın dininden başka
bir din mi arıyor ve onu istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allaha boyun eğmiş, onun ilahlığı önünde teslim olmuşlardır. Müminler isteyerek
teslim olmuşlar kâfirler ise Allahın azabını gördükten sonra istemeyerek te
olsa teslim olmuşlardır. Onlar, Öldükten sonra Allaha döndürülecekler, Allah,
onların amellerinin karşılığını verecektir. İyilik edene iyiliğin, kötülük
edene de kötülüğün karşılığı verilecektir.
Âyet-i kerimede
"Göklerde ve yerde bulunanların isteyerek ve istemeyerek Allaha boyun
eğdikleri, ona teslim oldukları zikredilmektedir. İsteyerek boyun eğip teslim
olanlardan maksat, Peygamberler, müminler ve melekleridir. İstemeyerek boyun
eğenlerden maksat ise müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah
edilmiştir.
a- Mücahid
ve Ebul Âliyeye göre bunlardan maksat, Allahın yaratıcılığını kabu edip bununla
beraber, ibadette ona ortak koşan müşriklerdir. Bunlar, Allaha samimi bir
şekilde kulluk etmedikleriden, istemeyerek ona boyun eğmişlerdir. Nitekim bu
hususta başka bir âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır. "Yemin olsun ki,
eğer kâfirlere" Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan onlar
mutlaka "Allah" derler. [165]
b- Abdullah
b. Abbasa göre, istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kendilerinden ahit
alınırken istemeyerek ahit verenlerdir.
c- Mücahide
göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kâfirlerin gölgelendir. Nitekim bu
hususta başka bir âyette: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allaha
secde ederler, gölgeleri de sabah akşam Allaha boyun eğer. [166]
buyuru İm aktadır.
d- Cabir b.
Âmire göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat diliyle inkâr ettiği halde
kalbiyle İslamın hak olduğunu idrak edenlerdir.
e- Hasan-ı
Basri ve Matarül Verrak'a göre ise, istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kılıç
zoruyla Müslüman olduklarını söyleyenlerdir.
f- Katadeye
göre ise istemeyerek teslim olanlardan maksat, Allanın azabını gözleriyle
görerek ister istemez iman edenlerdir. Nitakim şu âyetlerde "Ey Muhammet!,
de ki: Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım yeryüzü ve oradakiler kimindir?"
"Allahındir" diyecekler. O halde hiç düşünmez misiniz?" de[167]
"îs-railoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve ordusu onlara zulmetmek
ve sadır-mak maksadıyla peşlerine düşmüşlerdi. Firavun, boğulacağı anda
"îsrailoğuUa-nnın iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman ettim. Ve ben
müslümanarda-nini." dedi." "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki
bundan önce isyan ettin. Ve fesat çıkaranlardandın. [168]Duyurulmak
suretiyle bu hususa işaret edilmektedir.
g- Abdullah
b. Abbasa göre ise, bu âyette zikredilen, isteyerek boyun eğenlerden maksat,
Allaha isteyerek ibadet edenlerdir. İstemeyerek boyun eğenlerden maksat ise,
Allaha istemeyerek ibadet edenlerdir. Nitekim şu âyette bu husus ifade
edilmektedir. "Göklerde ve yerde olanlar ister istemez Allaha secde
ederler. Gölgeleri de sabah akşam Allaha boyun eğer. [169]
84- Ey
Muhammed, de ki: Allaha, bize indirilene, İbrahime, İsmai-le, İshaka, Yakuba ve
torunlara indirilene, rableri tarafından Musaya, İsa-ya ve bütün Peygamberlere
verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayırım yapmayı?,. Biz, Allaha
teslim olanlarız."
Ey Muhammed, Allahın
dininden başka bir din arayan Yahudilere de ki:
"Biz, rabbimiz
olan Allaha, bize indirilen kitap ve vahye, Allahın dostu İbrahi-me ve
İbrahimin iki oğlu olan İsmail ve İshaka ve onun torunu olan Yakuba ve sonra
gelen on iki toruna indirilenlere, Musaya verilen Tevrata, İsaya verilen
İn-cile ve diğer Peygamberlere indirilenlere iman ettik. Biz, Yahudi ve
Hristiyanlar gibi, bunların bir kısmına iman edip diğerlerini yalanlayarak
aralarında ayının yapmayız, hepsine iman ederiz. Biz, Allaha boyun eğen ve onun
rabhğmt ikrar edenleriz.
Taberi,
"Torunîar"dan maksadın Hz. Yakubun, Yusufun kardeşleri olan on iki
oğlu olduğunu söylemiştir.
Görülüyor ki
İslamiyet, Allah tarafından gönderilmiş olan bütün diğer ilahi kitap ve
Peygamberleri tasdik etmektedir. Hatta onları kabul etmeyi, iman esaslarından
saymıştır. Bu, İslamın yüceliğine büyük bir delildir.
Halbuki Yahudi ve
Hristiyanlar gibi ehl-i kitap olan kimseler, İslamiyet ve onun Peygamberini
kabul etmezler. Bunlar birbirlerinin dinini de kabul etmezler. Bu halleriyle
ne kadar büyük bir sapıklık içinde bulundukları apaçık ortadır. [170]
85- Kim,
İslamda başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse
âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Kim İslamdan başka bir
din ararsa Allah onun aradığı o dini asla kabul etmeyecektir. Ayrıca o kişi
âhirette Allahın rahmetini kaybedip hüsrana düşenlerden olacaktır.
Âyet-i kerimeden
anlaşıldığı gibi, îslamm dışındaki Yahudilik ve Hris-tiyanhk gibi bütün
dinlerin hükmü kaldırılmıştır. Bundan sonra kıyamete kadar bütün insanlann tek
dînî İslamdır. Ondan başka din arayan kimse sapıklık içindedir.
İkrime, bu âyetin
izahında şunları söylemiştir: İslamın dışındaki bir dini, din kabul eden
kimsenin bu dininin kabul edilemeyeceği beyan edilince butun din sahipleri
"Müslüman biziz" demişlerdir. Bunun üzerine Allah teala, Müslümanların
Hac yapmalarını emrederek "Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkâr
ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir. [171]
âyetini indirrniş, böylece Müslümanlığın dışındaki dinlere mensup olanlar Hac
yapmamışlar ve Müslüman olmadıkları ortaya çıkmış ve böylece iddiaları
çürümüştür.
Abdullah b. Abbas ise
bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Allah teala önce "Şüphesiz ki iman
edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabitlerden Allaha, ve âhiret gününe iman
edenler ve salih amel işleyenlerin rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar
için bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyecekler de. [172]
âyet-i kerimesini indirmiş bundan sonra da "Kim İslamdan başka din ararsa
o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana
uğrayanlardan olacaktır." ayeti kerimesini indirmiş böylece, İslamdan
başka herhangi bir dinin hak dini sayılmayacağı beyan edilmiştir.. [173]
86- İman
edip Peygamberlerin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra inkâr eden bir kavmi, Allah nasıl hidayete erdirir?
Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.
Muhammedin
Peygamberliğine iman edip onun hak Peygamber olduğunu tasdik ettikten ve
Peygamberin doğru olduğunu ortaya koyan açık deliller geldikten sonra, onun
Peygamberliğini yalanlayan bir topluluğu Allah naşı! doğru yola iletir? Allah,
inkârı imana tercih eden zalim bir topluluğu hidayete erdirmez.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede zikredilen ve "İman ettikten sonra kâfir 'olan ve bu sebeple
Allanın hidayetine erişemeyecek olanlar"dan kimlerin kastedildiği
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah b.
Abbas İkrime, Mücahid ve Süddiden nakledilen bir görüşe göre, bu âyet-i kerime,
Haris b. Süveyd el-Ensari isimli kişi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi
Müslüman olduktan sonra, dinden çıkmış, müşriklere katılmış sonra da pişman
olup ve kavmine, Resulullaha gidip tekrar İslama dönmek istediğini
söylemelerini bildirmiş kavmi de bunu Resulullaha arzetmişler işte bunun
üzerine tekrar Haris hakkında daha sonra gelen "Ancak bundan sonra tevbe
edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, çok affeden ve çok
merhamet edendir. [174] âyet-i kerimesi nazil
olmuş kavmi de durumu ona bildirmiş o datekrar Müslüman olmuştur.
b- İkâmeden
nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ebu Âmir er-Rahib, Haris
b. Süveyd ve bunlar gibi on iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar İslam
dininden çıkıp Kureyş müşriklerine katılmışlar daha sonra ise ailelerine mektup
yazarak tevbe edip tekrar İslama dönmelerinin mümkün olup omayacağnı sormuşlar
bunun üzerine bunlar hakkında bu surenin seksen dokuzuncu âyeti nazil olmuş ve
tekrar İslama girebileceklerini beyan etmiştir.
c- Abdullah
b Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki İslama
girip tekrar çıkanlardan maksat, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardır.
Çünkü bunlar, kendilerine gelen Tevrat ve İncilde, Hz. Muhammedin sıfatlanın
bularak, gelmeden önce ona iman etmişler fakat Hz. Muham-mede Peygamberlik
geldikten sonra da onu inkâr etmişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Ayet-i kerimenin zahiri, bu son görüşe daha uygundur. Ancak birinci
görüşte olanların sayısı daha fazla ve Kur'ana ait bilgileri daha güçlüdür. Bu
itibarla bu âyet-i kerimenin, Haris b. Süveyd gibi, önce Müslüman olup daha
sonra dinden çıkan kişiler hakkında inmiş olması mümkündür. Ancak, âyetin
genel ifadesi, bu gibi duruma düşen herr insanı kapsadığından Resu-lullah
gelmeden ona iman eden, geldikten sonra da onu inkâra kalkışan ehl-i kitabın
da bu âyetin muhteviyatına girdiğini söylemek uygundur. [175]
87- Bunların
cezası, Allanın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin, üzerlerine
olmasıdır.
Bunların yaptıklarının
cezası, Allanın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin, onların üzerlerine
olması ve AH ahin rahmetinden kovulmalarıdır.
Bu âyet-i kerime
gösteriyor ki, dinden çıkan mürtedler, dünyada da âhirette de lanete maruzdurlar.
Çünkü bunlar, İslamın yüceliğini gördükleri ve onu iyice bildikleri halde inkâr
etmiş ve dinden çıkmışlardır. Bu sebeple onların cezaları daha şiddetlidir. [176]
88- O lanet
içinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlardan azap hafifle-tilmeyeccktir. Onlara
mühet de verilmeyecektir.
Onlar, AUahın azabı
içinde ebedi olarak kalacaklardır. O azap onlardan hafıfletilmeyecektir.
Onlara, özür dilemek veya tevbe etmek için bir mühlet de verilmeyecektir. [177]
89- Ancak,
bundan sonra tcvbc edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, çok
affeden ve çok merhamet edendir.
Günâh işledikten veya
îslamdan çıktıktan sora tevbe eden ve amellerini düzeltenler müstesnadır.
Şüphesiz ki Allah, günahları çokça affeden ve çok merhamet edendir.
Allanın rahmeti çok
geniştir. En büyük suçlardan olan dinden dönme suçunu işleyin kimse dahi tevbe
ettikten sonra onun tevbesi kabul edilir. Yeter ki tevbe ihlas ve sam imi
yetiyle yapılsın. [178]
90- Şüphesiz
ki iman ettikten sonra inkâr eden sonra da inkârda ileri gidenlerin tevbeleri
asla kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.
Şüphesiz ki Muhammede
iman ettikten sonra onu inkâr eden, sonra da Allaha isyanları artırarak inkârda
ileri gidenlerin, kâfirlikten dönüp iman etmedikçe tevbeleri asla kabul
edilmeyecektir. Hak yoldan sapanlar işte bunlardır.
Bu âyet-i kerimeyi
müfessirler çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
Katade, Hasan-ı Basri
ve Ata el-Horasani, burada zikredilen kimselerden maksadın Yahudiler olduğunu
söylemişlerdir. Zira bunlar önce Hz. Musaya iman etmişler sonra Hz. İsayı inkâr
ederek kafir olmuşlar, daha sonra da Hz. Muhammedi inkâr ederek inkârlarında
iyice ileri gitmişlerdir. Bunlar, ölüm sarhoşluğundan önce hakka boyun eğip
tevbe etmeyeceklerinden, Ölüm anındaki tevbelerinin de kendilerine fayda
vermeyeceğindendir ki âyet-i kerime , tevbele-rinin kabul edilmeyeceğini beyan
etmiştir. Nitekim diğer bir âyet-i kerimede "Günah işleyip te kendisine
ölüm gelince "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir
olarak ölenlerin tevbesi kabul olunmaz.
İşte bunlar için can yakıcı bir azap hazırladık. [179] bu
yurul maktadır.
Ren" ve Ebu
Âliyeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenler, daha önceki
Peygamberlere iman ettikleri halde Hz. Muhammedi inkâr eden, sonra da
günahlarım artıran kimselerdir. Bunlar inkârlarına devam ettikleri müddetçe
günahlarından tevbe etmeleri kabul edilmeyecektir.
İkrime ve İbn-i
Cüreycden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenlerden maksat,
Peygamberlerine önce iman ettikten sonra kâfir olan ve kâfirliklerine devam
ederek te inkârlarım arttıran kimselerdir. Bunların, kâfir olarak ölmeleri
halinde daha önceki iman etmeleri ve o hallerindeyken yapmış oldukları
tevbeleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onlar, sonunda kâfir olmuşlar ve inkâr
üzere ölmüşlerdir.
Süddiye göre ise âyette
zikredilenlerden maksat, iman ettikten sonra kâfir olan, daha sonra da
inkârlarına devam edip o inkâr üzere ölerek inkârlarını artıran kimselerdir.
İşte bunların ölüm anındaki tevbeleri kabul edilmeyecektir.
Taberi bu âyetin
izahında, tercih edilen görüşün şöyle olduğunu söylemiştir. "Âyet-i
kerime, Hz. Muhammed (s.a.v.) in sıfatlarını Tevratta buldukları için o
gönderilmeden önce ona iman eden, gönderildikten sonra da onu inkâr eden ve bu
inkârlarında devam ederlerken bir kısım günahlar işleyen Yahudileri beyan
etmektedir. Bunların, inkârları halinde işledikleri günahlarından dolayı
yaptıkları tevbeler kabul edilmeyecektir. Ta ki Hz. Muhammedi inkârlarından vaz
geçip tevbe etsinler.
Taberi (levamla diyor
ki: Bizim, bu âyette zikredilen insanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu
söylememimizin nedeni, bundan önceki ve sonraki âyetlerin Yahudileri
zikretmesindendir. Âyetleri, kendisinden Önceki ve sonraki âyetlerin kapsadığı
mânâlarla yorumlamak daha evladır. Bizim burada zikredilen "İnkârlarını
artırırlar" ifadesini "İnkâr halindeyken günah işlerler"
şeklinde izah etmemizin sebebi de kâfirlerin, kâfirlik halinde yaptıkları
tevbelerinin kabul edilmemesidir. Zira, iman etmedikçe kâfirin tevbesinin
kabul edilmeyeceği beyan edilmiş, buna mukabil iman ettiği takdirde, herkesin
tevbesinin kabul edileceği, Allah teala tarafından vaad edilmiş ve
buyurulmuştur ki: "Kullarının tev-besini kabul eden, günahlarını affeden
ve yaptıklarını bilen o'dur." [180]
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Bu görüşler içerisinde, ecelleri geldiğinde inkârından
tevbe edenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir." diyen görüşü niçin
redUetiniz?" denilecek olursa, cevaben deriz ki: "Bunu reddetmemizin
sebebi şudur: Evvela, kulun tevbesi hayatta iken sözkonusudur. Öldükten sonra
artık tevbe diye bir şey sözkonusu değildir. İkinci olarak, kulun ruhu bedende
olduğu müddetçe tevbesinin kabul
edileceği Allah teala tarafından vaadedilmiş ve bu hususta da görüşlerine
itibar edilen âlimler icrna etmişlerdir. Öyle ki bir kâfir göz açıp kapayıncaya
kadar bir zaman kalması anında tevbe edecek olsa ona müslüman muamelesi
yapılır. Mesela, cenaze namazı kılınır. Mirasında İs-lami hükümler uygulanır.
Bu sebeple Ölüm anında inkarcının inkârından vazgeçerek tevbe etmesinin kabul
edilmeyeceğini söyleyen görüş dayanaksızdır. Yine bu görüşler içerisinde, bu
âyet-i kerimeden maksat, "Kâfir iken iman edip tevbe eden sonra da tekrar
kâfir olup inkâr üzere ölenlerin, önceki iman ve tevbeleri-nin kabul
edilmeyeceği bildirilmek istenmesidir." diyen görüş te isabetli değildir.
Zira, âyet-i kerimede zikredilen insanların, önce kâfir sonra mümin sonra da
kâfir oldukları zikredilmemekte sadece Önce mümin oldukları halde sonra inkâra
düştükleri beyan edilmektedir. Bu nedenle Önce inkâr ve isyanlarından tevbe
etmeleri bahse konu edilmediğinden âyette, kabul edilmediği beyan edilen
tevbelerden maksadın o önceki tevbeler olduğu söylenebilsin. Bütün bu nedenlerle
âyet-i Kerimenin izahı bizim zikrettiğimiz şekliyle daha isabetli bir izahtır. [181]
91- Şüphesiz
inkar edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar
altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap
vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
Doğrusu Muhammedin
Peygamberliğini ve onun getirdiği dini inkâr edip bu inkârları üzere ölen
Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibi kâfirler affedilmeleri için, yeryüzü doluşunca
altını fidye olarak verseler dahi, bunların hiçbirisinden, bu verdikleri kabul
edilmeyecektir. İşte bunlar için can yakıcı bir azap vardır ve bunların, kendilerini
Allahin azabından kurtaracak bir yardımcı ve dostları da yoktur.
Bu hususta Enes, b.
Mâlik, Resulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Kıyamet gününde
kâfir getirilecek ve ona "Şayet senin yeryüzü dolusu altının olsaydı onu
fidye olarak verir miydin?" denilecek o da: "Evet" diyecektir.
Bu defa ona "Senden, bu söylediğinden daha kolayı istenmişti." Denilecektir. [182]
92-
Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişemezsiniz. Ne
harcarsanız, Allah onu mutlaka bilir.
Ey müminler,
sevdiğiniz ve arzuladığınız şeyleri Allah yolunda harcama-dıkça takvaya ve
cennete asla ulaşamazsınız. Allah yolunda harcadığınız her şeyi şüphesiz ki
Allah çok iyi bilir. Allah, o yaptığınız şeylerin karşılığını size verecektir.
Âyette zikredilen ve
"İyilik" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Allanın, kullarına
yapacağı iyiliktir. Bu nedenle Âmir b. Mey-mun ve Süddi gibi âlimler buradaki
kelimesini "Cennet" diye tercüme etmişlerdir. Zira, Allanın,
kullarına yapacağı en büyük iyilik, onlan cehennemden kurtarıp cennetine
koymasıdır.
Sahabe-i Kiram bu
âyet-i kerimeyi duyunca mallarının en değerlilerini Allah yolunda
harcamışlardır. Bu hususta Mücahid diyor ki: "Ömer b. el-Hatab, Ebu Musa
el-Eş'afklen, Medain şehri fethedildikten sonra oradan getirilen cariyelerden,
kendisi için bir cariye satın almasını istedi. Cariye gelince Hz. Ömer:
"Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe
erişemezsiniz." âyetini okudu ve Cariyeyi âzâd etti. Mücahid diyor ki:
"Bu âyet-i kerime şu iki âyet gibidir." O samimi müminler, adaklarını
yerine getirirler. Şeni yaygın olan bir günden korkarlar[183]Daha
önce Medineyi yurt edinip imanı kalblerine yerleştirenler, hicret edip
kendilerine gelen müminleri severler. Onlara verilen ganimet mal I arından dolayı
içleride hiçbir çekemezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları
kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler, işte
onlar kurtuluşa erenlerdir. [184]
Enes b. Malik diyor
ki:
"Sevdiğiniz
şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyet
inince yahut da: "O kimdir ki Allah için güzel bir ödünç takdime etsin de
AÜah da ona karşılığını kat kat versin. [185]
âyeti inince, bir bahçesi bulunan Ebu Talha dedi ki: "Ey Allanın Resulü,
benim bahçem Allah içindir. Şayet ben bunu gizli olarak tasadduk edebilseydim
açıkça söylemezdim." Resulullah da buyurdu ki: "Sen o bahçeyi
akrabalarına ver. [186]
Diğer bir rivayette
Enes b. Mâlik şöyle demiştir:
"Sevdiğiniz
şeylerden Allah için hannadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz, "âyeti inince
Ebu Talha dedi ki: "Ey Allanın Resulü, Allah buyuruyor ki: "Sevdiğiniz
şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." Benim en
sevgili malım Beyruha bahçesidir. Bunu Allah için tasadduk ettim. Ben bu bahçeden,
Allah katında iyiliğe erişmeyi ve sevabının birikmesini ümit ediyorum. Ey
Allahın Resulü, sen bu bahçeyi, Allahın sana gösterdiği yere tahsis et."
Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Ne güzel, bu gelip geçici bir
maldır. Ne söylediğini işittim. Benim kanaatim şu ki sen bu bahçeyi
akrabalarına ver." Enes diyor ki: Ebu Talha dedi ki: "Ey Allahın
Resulü, söylediğini yapayım." Sonra Ebu Talha o bahçeyi akrabaları ve amca
oğullan arasında taksim etti. [187]
Meymune b. Mihran
diyor ki: "Bir adam Ebu Zer'e "Amellerin hangisi daha üstündür?"
diye sordu. Ebu Zer de: "İslamın direği olan namazdır. Cihad ise amellerin
zirvesidir. Sadaka da çok acaip bir şeydir, (fazilet çoktur)" dedi. Adam:
"Ey Ebu Zer, benim en güvendiğim amelimi zikretmedin." dedi. Ebu Zer
de dedi ki: "O da nedir?" Adam: "Oruçtur." dedi. Ebu Zer:
"Bu bir, Allaha yaklaşma vasıtasıdır. Faka amellerin üstün olanlarından
değildir." Sonra "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla
iyiliğe erişemezsiniz." âyetini okudu.
Amr b. Dinar diyor ki:
"Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe
erişemezsiniz." âyeti inince Zeyd b. Harise "Sel" diye
adlandırılan atını alıp Resulullaha getirdi ve "Ey Allahın Resulü, sen
bunu sadaka olarak ver." dedi. Resulullah, atı alıp Zeydin kendi oğlu
Üsameye verdi. Bunun üzerine Zeyd "Ey Allahın Resulü, ben bunu sadaka
vermenizi istediydim." dedi. Resulullah da: "Sadakan kabul
edilmiştir." buyurdu. [188]
93- Tevrat
inmezden evvel Yakubun kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyicekler,
İsrailoğullarına helal idi. Ey Muhammed de ki: Eğer iddianızda doğru iseniz
Tevratı getirip okuyun,"
Yakubun neslinden
meydana gelen İsrailoğullarına, Musaya Tevrat gelmeden öene, Yakubun bizzat
kendisine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler helal idi. De ki:
"Ey Yahudi topluluğu, eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun
ki yalancı olduğunuz orltaya çıksın.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimede "İsrail" diye isimlendirilen Hz. Yakubun, Tevrat gelmeden
önce kendisine haram kıldığı şeyin, Tevrat tarafından da haram kılınıp kıhnmadiğı
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
Süddiye göre Hz.
Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi, Tevrat inince de
İsraioğullanna haram kılmıştır. Şöyle ki "Hz. Yakup geceleri
"İrkunnisa" diye adlandırılan sinir (siyatik) hastalığından
rahatsızlanıyor, gündüzleri ise iyileşiyordu. Bunun üzerine hastalığında
iyileştiği takdirde etlerin içindeki damarları yemeyeceğine dair Allaha yemin
etti. Allah da Tevratta, damarları İsrailoğullanna haram kıldı.
Dehhaka göre ise Hz.
Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi Tevrat gelince
İsraioğullarına haram kılmıştır. Fakat, İsraioğullan, atalan Hz. Yakuba tabi
olarak onun haram kıldığını kendilerine haram kılmışlar sonra da bunun, Allah
tarafından kendilerine haram kılındığını iddia etmişlerdir. Âyet-i kerime,
onların bu iddialarını yalanlamaktadır.
Abdullah b. Abbasa
göre ise, Hz. Yakubun kendisine haram kıldığı şey, tevrat gelince Allah teaia
tarafından İsrailoğullanna haram kılınmamış ancak Hz. Yakup, kendisine haram kıldığı
şeyi, kendi soyundan gelenler için de haram kılmıştır. Bu sebeple Yahudiler,
atalan Yakubun emrine uyarak onun haram kıldığı şeyleri yemez olmuşlardır.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiş, bu görüşün, Abdullah b. Abbasın yanında, Katade tarafından da
nakledildiğini söylemiştir. Buna göre, Tevrat inince Hz. Yakup, kendisine haram
kıldığı herhangi bir şeyi İsrailoğullanna helal veya haram kılmamış. Ancak Hz.
Yakup bazı şeyleri kendisine haram kaldığı gibi evlatlarına da haram kılmıştır.
Soyundan gelen evlatlan, babalarının bu yasağına uymuşlardır.
Müfessirler Hz.
Yakubun Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin ne olduğu hususunda
farklı görüşler zikretmişirdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Ebu Miclez, Katade ve Mücahitten nakledilen bir görüşe göre Hz.
Yakubun kendisine haram kıldığı şey, etlerin içinde bulunan damarlardır. Şöyle
ki, Hz. Yakup siyatik hastalığına yakalandığında, eğer Allah kendisini bu
hastalıktan iyileştirecek olursa hiçbir damar yemeyeceğine dair Al-laha yemin
ederek adakta bulunmuş ve böylece damar yemeyi kendisine haram kılmıştır.
b- Abdullah
b. Kesir, Ata b. Ebi Rebah, Hasan-ı Basri ve Mücahidden nakledilen diğer bir
görüşe göre Hz. Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyler,
deve etleri ve sütleridir. O, yaklandığı siyatik hastalığından şifa bulduğu
takdirde kendisi için en sevimli olan deve eti ve sütünü kendisine haram
kılacağına dair adakta bulunmuş ve bunları kendisine haram kılmıştır.
c- Abdullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. Yakup, hem damar yemeyi hem de
deve etlerini yemeyi kendisine haram kılmıştır.
Taberi de bu görüşü
tercih etmiş ve buna dair şu hadis-i şerifleri zikretmiştir. Abdullah b. Abbas
diyor ki:
Yahudilerden bir
topluluk Resulullaha geldiler ve ona: "Ey Ebul Kasım, sana soracağımız bir
kısım özel sorularımızı cevaplandır. Bunların cevabını Peygamber olmayan
bilemez." dediler. Sorularından biri de şu idi. "Tevrat inmeden önce
Yakubun, kendisine haram kıldığı yiyecek nedir?" Resulullah şu cevabı
verdi: "Musaya Tevratı indiren Allah hakkı için söyleyin, Yakup (a.s.)
ağır bir şekilde hastalınıp ve hastalığı uzun süre devam edince, Allanın k
endisi-ni bu hastalıktan kurtarması halinde, kendisi için en sevimli içeceği ve
en sevimli yiyeceği haram kılacağına dair Allaha adakta bulunmamış mıydı? Onun
en sevdiği yemek deve eti en sevdiği içecek te deve sütü değil miydi?
"Bunun üzerine Yahudiler, "Allah için doğru söyledin "dediler[189]
Fakat soru ve cevaplan devam etti. Resulullaha Allahtan gelen meleğin Cebrail
olduğunu öğrenince
"Cebrail savaşma,
çatışma emirlerini ve Allanın azap emirlerini getiren bir melektir. Bu, bizim
düşmanımızdır. Eğer "Allahtan bana gelen melek rahmeti indiren, yağmuru
yağdıran ve bitkileri bitiren Mikâildir." üeseydin sana uyardı rk."
dediler ve yine iman etmediler[190]
Bu âyet-i kerimenin
nüzul sebebi hakkında şunlar zikredilmektedir:
a- Yahudiler
"Dinler, birbirlerinin getirdiği hükümleri neshetmez" iddiası ile Hz.
Muhammed (s.a.v.) in getirdiği İslam dinini kabul etmiyorlardı. Çünkü İslam
dini, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa ait bir takım hükümleri neshediyordu.
Bu âyet-i Celile
onlara cevap vererek, kendilerinde de nesih hadisesinin bulunduğunu beyan
etmektedir. Çünkü daha önce bütün İsrailoğullanna helal olan yemeklerin bir
kısmını, Hz. Yakbun, kendisine haram kıldığım ve ondan sonra gelenlerin de ona
uyduklannı beyan etmektedir.
b-
Yahudiler: "İlahi dinlerin hükümlerinin birbirine uygun olması gerektiği
iddiasıyla da İslarni kabul etmiyorlardı. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.) e
"Sen, İbrahimin dininde olduğunu iddia ediyorsun. Nasıl oluyor da
İbrahimin yemediği deve etini yiyor ve içmediği deve sütünü içiyorsun?"
diyorlardı. Bu âyet-i kerime nazil oldu ve onlara deve eti ve sütünün,
îbrahime, İsmaile, İshaka ve Yakuba helal olduğunu, fakat Yakubun belli bir sebepten
dolayı bu eti kendisine haram kıldığını, böylece bu âdetin, torunlarında da
devam ettiğini beyan etti ve Yahudilere "Aksini iddia ediyorsanız Tevratı
getirip okuyun." dedi.
c-
"Yahudilerin, zulmetmetleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları,
yasakladıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri
sebebiyle, daha önce kendilerine helal kılınan temiz şelyeleri onlara haram
kıldık. [191] âyeti ve benzerleri
nazil olunca Yahudiler bunlara kızmışlar ve kendilerine haram kılınan şeylerin,
eskidenn beri haram olan şeyler olduğunu ve ilk defa kendilerine haram
kılınmadığım iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş
ve iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymuş ve kendi kitapları olan
Tevrata başvurularak gerçeğin ortaya çıkarılacağını beyan etmiştir. [192]
94- Bundan
sonra AHaha karşı kim yalan uydurursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
Artık Kur'an geldikten
sonra kim hâlâ "Tevrattan sonra kitap ve Peygamber gelmeyecek" der
de o Tevratın hükümlerini kabul eder ve Cumartesi gününü kutsal sayarsa işte
o, AHaha karşı yalan uyduran zalimin ta kendisidir. Veya size Tevrat gelip siz
de onun hükümlerini okuduktan sonra artık biz veya sizden kim, Allaha karşı
yalan uydurur da Allanın, Tevratta, damarları, deve eti ve sütünü haram
kıldığını iddia edecek olursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
Şa'bi, bu âyetin
Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
[193]
95- De ki:
Allah doğru söyledi. Öyleyse hakka yönelen İbrahimin dinine tabi olun. O,
müşriklerden değildi.
Ey Muhammed, de ki:
"Allah, bize bildirdiği haberlerde doğru söyledi. O halde sizler, Allanın
seçtiği din üzere bulunduğunuz iddianızda samimi iseniz, tahrif edilmiş Yahudi
ve Hristiyanhğa değil. Al lalım dostu olan İbrahimin, hakka yönelen Hariif
didine tabi olun. İbrahim hiçbir zaman Yahudi ve Hristiyan müşriklerden
değildi. Fakat o, Hanif didine mensuptu, müslümandı. ibadet ve itaati sadece
rabbine yapardı. [194]
96- Şüphesiz
ki İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Mekkcdc bulunan mübarek ve âlemler
için bir hidayet kaynağı olandır.(Kâbedir.)
Şüphesiz ki yeryüzünde
insanların, Allaha ibadet etmeleri için yapılan ilk mecsid, Mekkede bulunan
mübarek Beytül Atik'tir. Yani Kabedir. Burası bütün yaratılanlar için bir
hidayet kaynağıdır.
Müfessirler
"İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesini çeşitli
şekillerde izah etmişlerdir.
a- Hz. Ali,
Hasan-ı Basri, Matar ve Said b. Cübeyr bu ifadeden maksatlın "İnsanların
ibadet etmeleri için kurulan ilk ev olduğunu söylemişlerdir. Zira ibadet için
kurulmayan evlerin, Kâbeden önce mevcut-oldukları bir gerçektir." Bu
hususta Halid b. Ar'ara diyor ki: "Bir adam ayağa kalkıp Ali b. Ebu Talibe
dedi ki: Sen Beytullahı bana anlatınınsın? O, yeryüzünde yapılan ilk ev
midir?" Ali de "Hayır, Nuh kavmi, Hud kavmi ne olacak? (onlar evsiz
mi yaşadılar?) Kabe mübarek bir ev olarak ve hidayet rehberi olarak yapılan ilk
evdir" (yani "Ka'be ibadet için) yapılan ilk ev'dir." demiştir.
b- Mücahid
Abdullah b. Amr, Süddi ve Katadeye göre ise "İnsanlar için yeryüzünde
kurulan ilk ev" ifadesinden maksat, Kfıbenin, yeryüzü ver edilmeden önce
yaratıldığını beyan etmektir. Bu hususta Abdullah b. Amr'ın şunları söylediği
rivayet edilmektedir. "Allah, Kâbeyi yeryüzünden iki bin sene önce
yaratmıştır. Allahın arşı suyun üzerinde
iken Kabe beyaz bir köpük şeklinde yaratılmış ve bunun ardından, yeryüzü
düzenli hale getirilmiştir."
c- Katadeden
nakledilen başka bir görüşe göre "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk
ev" ifadesinden maksat, Kâbenin, üzerinde kurulduğu yerin, Allah tealanın
yeryüzünde yarattığı ilk yer olmasıdır. Zira Kabe, Hz. Âdemle birlikte gökten
indirilmiş, onun için tayin edilen yere konmuş ve Arşın etrafında tavaf
edildiği gibi onun da etrafında tavaf edilmesi emredilmiştir. Orayı ilk tavaf
eden Hz. Âdem olmuş, daha sonra da onun soyundan gelenler tavaf etmişlerdir. Ancak
Nuh tufanı olunca, yeryüzü sakinlerine gelen felaketin Kâbeye dokunmaması için
Allah onu göklere kaldırmış, onu temizlemiş, Kabe gökte Beytül mamur olmuştur.
Yani onu gök ehli tavaf etmeye devam etmiştir. Sonra Hz. İbrahim gelmiş, göğe
kaldırılan Kâbenin temelleri üzerine bu günkü Kâbeyi yapmıştır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Kâbenin ibadet için yapılan ilk ev
olduğunu söyleyen görüştür. Zira bu hususta Resulullah (s.a.v.) den sahih bir
haber rivayet edilmiştir. Bu hususta Ebu Zer el-öifari diyor ki:
"Dedim ki"
Ey Allahın Resulü, yeryüzünde yapılan ilk mescid hangisidir?" Resulullah
buyurdu ki: "Mescid-i Haramdır." dedim ki: "Ondan sonra hangisidir?"
buyurdu ki: "Mescid-i Aksa'dır. Dedim ki: "Aralarında ne kadar zaman
geçmiştir?" Buyurdu ki: "Kırk yıl. [195]
Âyet-i kerimede geçen
ve "Mekke" diye tercüme edilen Bek-ke kelimesinin asıl mânâsı
"Kalabalık" demektir. Kabe tavaf edilirken, orada çokça izdiham
olduğu için mecazi anlamda Mekkenin kendisine "Kalabalık" denmiştir.
Asıl mânâsı ise "Kalabalık yer" demektir.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Bekke, insanların kalabalık olduğu dendiğine göre ve
kalabalık ta da tavaf ederken meydana geldiğine göre bu kelimeden maksat,
sadece Kâbenin kendisi değil aynı zamanda Kâbenin çevresindeki Mescid-i
Haramdır. Mescid-i Haramın dışındaki yerler ise Bekke değil Mekkedir. Bu durum
böyle olduğuna göre Bekke'den maksadın Mekke vadisi olduğunu, Mekkeden maksadın
da Harem bölgesi olduğunu söyleyenin görüşü isabetsizdir. Nitekim Ebu Mâlik
el-Gifari, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Zübeyr,
Katade, Atiyye el-Avfı, Zühri, Ata, ve Damre b. Rabia'ya göre de Bekkeden
maksat, Mescid-i Haramdır. Mekkeden maksat ise Mekke vadisidir. Bu hususta
Katade de şunu söylemiştir. "Bekke, insanların kalabalık oldukları yerin
adıdır. İnsanlar, Mescid-i Haramda çokça kalabalık olduklarından, orada kadın
ve erkeğin karışık olarak birbirlerinin önünde ve arkasında namaz kılmaları
caiz kılınmıştır. Dehhaka göre ise Bekke'den maksat, Mekkedir.
Âyet-i kerimede,
Mescid-i Haram, "Mübarek" olarak sıfati andın Imıştır. Bunun sebebi,
Mescid-i Haramda Kâbeyi tavaf etmenin, günahların affına sebep olmasıdır. [196]
97- Orada
apaçık deliller vardır. İbrahimin makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette
olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbeyi haccetmek farzdır.
Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir.
Orada Allahın
kudretini gösteren ve İbrahimin eserlerini ortaya koyan apaçık alâmetler ve
Hacerül Esved ile Hatim arasında. İbrahimin makamı vardır. Kim, sığınma
isteyerek oraya girerse o, emniyet içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten
herkese, Allah için Kâbeyi ziyaret edip Hac yapmak farzdır. Kim d Haccın farz
olduğunu inkâr ederse, bilsin ki Allah o kimseye de, yaratıklarında herhangi
bir kimseye de asla muhtaç değildir.
Bu âyet-i kerime,
Haccın farz olduğunu bildirmektedir. Buna dair başk .âyetler de vardır. Haccm
farziyetini ve eda edilişi şeklini belirten hadis-i şerifler ise pek çoktur.
Hac, Müslümana ömründe bir kere farzdır.
Peygamber efendimizden
bu hususta şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir. Hz. Ali diyor ki:
"Bu âyet nazil
olunca: "Ey Allanın Resulü Hac yapmak her yıl mı gereklidir?" diye
sordular. Resulullah cevap vermedi. Tekrar: "Her yıl mı gereklidir?"
diye sordular. Resulullah cevap vermedi. Tekrar "Her yıl mı
gereklidir?" diye sordular. Resulullah: "Hayır. Şayet
"Evet" diyecek olsaydım her yıl farz olurdu." cevabını verdi. [197] Bu
hadis-i şerifin benzerini, Nesei, Ebu Hureyre ve İbn-i Abbastan [198]
İbn-i Mace İbn-i Abbastan, Hz. Aliden ve Enes b. Mâlikte[199]
rivayet etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Orada apaçık deliller vardır." buyurulmaktadır. Müfes-sirler, apaçık
delillerden neyin kastedildiği hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.
Abdullah b. Abbastan
nakledilen bir görüşe göre buradaki apaçık delillerden maksat, Hz. İbra İlimin
makamı, Meş'aril Haram ve benzeri yerlerdir.
Hasan-ı Basriye göre
buradaki apaçık deliller'den maksat, Hz. İbrahimin makamı, bir de oraya
girenlerin güven içinde olmalarıdır.
Süddiye göre ise,
sadece Hz. İbrahimin makamıdır. Katade ve Mücahide göre de Hz. İbrahimin
makamı, oradaki apaçık delillerden sadece bir tanesidir. Taberi de bu görüşü
tercih etmiş diğer delillerden bazılarının da Hacerül Esved ve Hatim olduğunu
söylemiştir.
Ayet-i kerimede
"Kim oraya girerse emniyette olur." buyurulmaktadır. Katade, Hasan-ı
Basri, Mücahid ve Ata, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: Kim
cahiliye döneminde bir suç işledikten sonra Mescid-i Harama girecek olur
idiyse ona ceza uygulanmazdı. O kişi güven içinde olurdu. "Bu izaha göre
âyet-i kerime, cahiliye döneminde hakim olan bir örfü beyan etmektedir. İslam
geldikten sonra bu örf kaldırılmıştır. Bu itibarla her kim bir hırsızlık yapar
veya zina eder yahut haksız yere birisini öldürecek olursa, Kâbeye sığınması
onu yakalayıp cezalandırmaya engel değildir.
Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Ömer, Ubeyd b. Umeyr, Şa'bi, Ata b. Ebi
Rebah ve Süddiye göre
ise "Kim Mescid-i Harama girerse emin olur." ifadesinden maksat,
"Şu anda insanlardan kim Mescİd-i Harama,girecek olursa o kimse güven
içindedir." demektir. Bu görüşte olanlara göre bir insan cinayet işler de
Kâbeye sığınacak olursa kendi iradesiyle dışarı çıkmadıkça ona ceza uygulanmaz.
Ancak dışarı çıkmasını sağlamak için kendisine bir şey satılamaz ve kimse
tarafından barındırılamaz. Bu hususta Mücahid diyor ki. "Abdullah b. Abbas
dedi ki. "Bir adam birini öldürdüğünden veya hırsızlık yaptığından dolayı
cezayı hak eder de Mescid-i Harama girecek olursa ona bir şey satılamaz ve o
kimse banndınlamaz. Ta İd o, açlıktan kıvransın, mescitten çıksın ve kendisine
ceza uygulansın." Ben de İbn-i Abbasa dedim ki. "Ben bu kanaatta
değilim. Ben şu kanaatteyim. Böyle bir suç işleyen kimse yakalanmalı, dışan
çıkarılıp kendisine ceza uygulanmalı. Zira o kişinin, suç işledikten sonra
Mescid-i Harama girmesi onun ancak suçluluğunu artırır. Bu hususta Abdullah b.
Ömer de: "Ben Mescid-İ Haramda babam Ömerin katilini görecek olsam onu
oradan zorla çıkarmam." demiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Şa'bi bu durumdaki
kişinin, Mescid-i Haramın içinde suç işlemiş olmasını istisna etmişlerdir. Eğer
bir kişi Mescid-i Haramın içinde suç işleyecek olursa ona Mescid-i Haramın
içinde, suçunun cezası verilir.
Yahya b. Ca'deye göre
ise "Kim Mescid-i Harama girerse güven içinde olur." ifadesinden
maksat, "Kim Mescid-i Harama girerse o, cehennem ateşinden güven içinde
olur." demektir.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve "Kim bir suç işler de Mescid-i Harama girecek olursa
güven içinde olur. Ta ki kendi iradesiyle oradan çıkıncaya kadar. Oradan
çıktıktan sonra ise işlediği suçun cezası ona uygulanır. Ancak Mescid-i Haram
içinde suç işleyecek olursa o suçunun cezası Mescid-i Haramın içinde dahi uygulanır."
demiştir.
Âyet-i kerimde
"Oraya gitmeye gücü yeten herkese Allah için kâbeyi Haccetmek
fardır." buyrulmaktadir. Müfessirler, Hacca güç yetirmenin ne demek
olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Hz. Ömer,
Arar, b. Dinar, Abdullah b." Abbas, Atâ, Süddi, Said b.Cü-beyr, Hasan-ı
Basri, Abdulla b. Ömer ve Hz. Aliye göre "Hacca gitmeye güç
yetinnek"ten maksat, yol azığı ve bineğin bulunması d ır.Btınlara göre yol
azığına ve Hacca gidecek bineğe sahibolan herkesin Hacca gitmesi farzdır. Zira
bu hususta:
Abdullah b. Ömer bir
adamın Resulullaha: "Hacca güç yetirmek ne demektir ya Resulullah?"
diye sorduğunu, Resulullahın da "Yol azığı ve binektir. [200]
buyurduğunu rivayet etmiştir.
Hz. AH de Resulullahın
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim kendisini Beytullaha ulaştıracak
azığa ve bineğe sahibolur da buna rağmen Hac yapmazsa artık o kimsenin Yahudi
veya Hristiyan olarak ölmesi farketmez. Zira Allah, kitabında "Oraya
gitmeye gücü yeten herkese Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır." buyurmuştur[201]
b-. Abdullah
b, Zübeyr, Dehhak, Ata, Âmir eş-Şa'bi ve Hasan-i Basriden nakledilen diğer bir
görüşe göre "Hacca gitmeye güc yetirmek"ten maksat, "Oraya
ulaşacak güce sahibolmaktir." Kişi yürümeyle de bu güce sahibolabilir,
binekle de. Bazan da kişi, her ikisinin de bulunmasına rağmen, yol emniyeti olmadığından
Hacca gitme gücüne sahibolmayabilir. Kısaca, herhangi bir yolla Hacca gidebilen
kimse, oraya gitmeye gücü yeten kimseder. O kişinin Hacca gitmesi farzdır.
c- îkrimeye
göre "Hacca gitmeye güç yetirmek"ten maksat, kişinin sıhhatli
olmasıdır. Sıhhatli olan herkesin Haccetmesi gerekir.
d- İbn-i
Zeyde göre "Hacca gitmeye güç yetinnek"ten maksat, nafaka, vücut
salığı ve binek yönünden Hacca gidecek güç ve kuvvette olmaktır. Buna göre, bir
kişinin Hacca gidecek kadar nafakası ve bineği olsa dahi vücudu sıhhatli
olmazsa onun Hacca gitmesi farz değildir. Keza vücudu sıhhatli olsa da nafaka
bulamasa veya bineği olmasa yine onun Hacca gitmesi farz değildir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan, Abdullah b. Zübeyr, Atâ, ve
arkadaşlarının zikrettikleri ikinci görüştür. Zira, âyet-i kerimede
"Hac-cın yoluna güç yetinenler" ifadesi zikredilmiştir. Bu itibarla,
Hacca gitmeye herhangi bir yol bulan kimsenin Haccetmesi farzdır. Bu itibarla,
bir kimsenin, kö-türüm olması veya acizliği yahut düşmanın engel olması veya
yolda suyun az bulunması, azığın yetersizliği ve kişinin yürümekten acizliği
gibi engeller bulunmadığı takdirde Hacca gidebilen herkes için Hac farzdır.
Şayet bu zikredilen engellerden biri bulunacak olursa Hacca gitmeye bir yol
bulamayacağı düşünüleceğinden, Haccetmesi farz değildir. Taberi sözlerine
devamlı diyor ki "Bizim bu görüşü tercih edişimizin sebebi, Allah
tealanın, Haccın farziyetini mutlak bir güç yetirmeye bağlamış olmasdır. Allah
teala, güç yetirmeyi mutlak bir şekilde zikrettikten sonra, güç yetirmenin
belli şeyler olduğunu söylemenin bir mânâsı yoktur. Bu hususta, güç yetinnenin
azık ve binekten ibaret olduğunu, Resulul-lahtan nakleden haberlerin senetleri
tartışılabilir olduğundan bu haberleri dini meselelerde delil kabul etmek
isabetli değildir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç
değildir." buyurulmaktadır. Âyette, inkâr edilen şeyin ne olduğu açıklanmamaktadır.
Bu sebeple müfessirler, bu hususta çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Dehhak, Ata, İmran el-Kattan, Hasan-ı Basri ve Mücahide göre burada
zikredilen, inkâr edilecek şeyden maksat, Haccın farziye-tidir. Yani, kim,
haccın farziyetini inkâr ederse bilsin ki, Allahın ona da, yapacağı Hacca da
ihtiyacı yoktur. Zira Allahın, âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
b- Mücahid
ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre "İnkâr edilecek
şey"den maksat, Haccın yapılması halinde sevap kazanılacağım, yapılmaması
halinde ise günah işlenmiş olacağını ve cezalandırmayı inkar etmemektir. Buna
göre âyetin mânâsı "Kim, Haccettiğinde sevap kazanacağını, etmediğinde de
cezalandırılacağını inkâr edecek olursa bilsin ki, Alanın âlemlerden hiçbir
şeye ihtiyacı yoktur." şeklindedir.
c- Mücahid,
Dehhak, Âmir, Abdullah b. Ömer ve İkrimeden nakledilen diğer bir görüşe göre
buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat, Aüahı ve âhiret gününü inkâr
etmektir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim AUahı ve âhiret günün inkâr edecek
olursa, bilsin ki, Allahın, âlemlerden hiçbir kimsenin ibadetine ihtiyacı
yoktur." elemektir. Bu hususta İkrime diyor ki: "Kim, İslamdan başka
bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. [202]
âyeti kerimesi nazil olunca diğer dinlerde olan insanlar, "Müslüman
biziz" dediler. Bunun üzerine Allah teala "Oraya giüneye gücü yeyten
herkese Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkar ederse şüphesiz ki
Allah, âlemlere muhtaç değildir." âyetini indirdi. Müminler Hac yaptılar.Kafirler
ise Hacca gitmediler. Böylece "Müslüman biziz" iddiaları çürümüş
oldu."
d- İbn-i
Zeyde göre "İnkâr edilecek şey "den maksat, Kâbedeki apaçık delil
sayılan Hz. İbrahimin makamıdır.
e- Ata b.
Ebi Rebaha göre buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat Beytuilahtır.
f- Süddiye
göre ise, bundan maksat, ölünceye kadar, Hac yapmamaktır. Buna göre âyetin
mânâsı "Kim, hayatı boyunca Hac yapmaz da ölürse bilsin ki, Allahın,
âlemlerden hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur." demektir.
Taberi bu görüşlerden
tercihe şayan olan görüşün, birinci görüş olduğunu, buradaki "İnkâr
edilecek şey"den maksadın, Haccın farziyetini inkâr etmek olduğunu
söylemiş, buna delil olarak ta "Kim inkâr ederse." ifadesinin, Haccm
farz olduğunu belirten ifadenin ardından zikredilmesini göstermiştir. Ayrıca, zikredilen
bu görüşlerin, lafızları birbirinden farkıl ise de ifade ettikleri mânâların
birbirlerine yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Haccm farziyetini inkâr eden,
onu eda etmenin sevabını ve etmemenin günahını da inkâr etmiş olur. Keza,
Haccın farziyetini inkâr eden kimse dinden çıkmış olur. Artık bu kişinin
Hacdaki alâmetleri delil kabul etmesi beklenemez. [203]
98- Ey
Muhammet!, de ki: "Ey kitap ehli, Allahın âyetlerini niçin İnkâr
ediyorsunuz? Halbuki Allah, sizin yaptıklarınıza şahittir.
De ki: "Ey kitap
ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, Allahın, Mu-hammedin
Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren delillerini niçin inkâr ediyorsunuz?
Halbuki Allah, yaptıklarınıza, Aîlahı ve Resulünü kasıtlı olarak inkâr
etmenize, şahittir. [204]
99- De ki:
"Ey kitap ehli, niçin iman edeni Allahın yolundan men ediyorsunuz? Hak
olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah,
Yaptıklarınızdan habersiz değildir.
De ki: "Ey kitap
ehli, Allah ve Resulüne iman eden müminleri, Allahın doğru yolundan niçin saptırıyor
ve o yola gitmelerine engel oluyorsunuz? Sizler, engellediğiniz o yolun doğru
ve hak olduğuna şahit olduğunuz halde, onu eğri göstermeye, müslumanların
ayağını kaydırmaya hidayetten çıkarıp dalalete düşürmeye çalışıyorsunuz. Allah,
yaptıklarınızdan asla habersiz değildir. Böylelerin yaptığını cezasız
bırakmayacaktır.
* Süddi diyor ki:
Ehl-i kitaptan birine "Muhammedin Peygaberliğini Allah tarafından size
gönderilen kitaplarda buluyor musunz?" diye sorulduğunda "hayır"
derdi. Böylece kendi kitaplarında mevcut olan Hz. Muhammed (s.a.v.) in
sıfatlarını saklamak suretiyle insanları ona iman etmekten ve ona tabi olmaktan
alıkoyuyorlardı.
Taberi diyor ki:
"Bu ve bundan önceki âyet, Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olduktan
sonra, onları cahiliye dönemindeki, gibi birbirlerine tekrar düşman olma
durumuna çevirmek için bu iki kabileyi birbirine düşürmeye çalışan bir Yahudi
hakkında nazil olmuştur. Allah teala bu iki âyetle o Yahudiyi azarlamış,
yaptığı şeyin çirkin bir iş olduğunu bildirmiş ve Resuluîlahın sahabi-lerini de
bu gibi kışkırtmalarla ihtilafa düşmemeleri hususunda uyurmaştır. Konuyla
ilgili olarak, Zeyd b. Eşlem diyor ki: "Resuluîlahın, Evs ve Hazreç kabilesine
mensup sahabileri bir yerde oturmuş sohbet ediyorlardı. Onların yanından,
inkarcılığı katmerli, müslümanlara karşı kin ve kıskançlık dolu, yaşı
ilerlemiş, Şa's b. Kays adındaki bir Yahudi geçti. Müslümanların bir arada
olmaları, birbirleriyle kaynaşmaları ve aralarının İslam dini sayesinde
düzelmiş olması bu kişiyi Öfkelendirdi. Zira Müslüman olmalarından önce bu iki
kabile cahiliye döneminde birbirlerinin düşmanlarıydılar. Şa's b. Kays kendi
kendine şöyle dedi: "Bu ülkede deve çobanlarının ileri gelenleri bir araya
geldiler. Vallahi bunların ileri gelenleri burada bir araya geldikleri müddetçe
bizim burada onlarla birlikte kalmamız imkânsızdır. "Sonra Şa's,
kendisiyle birlikte bulunan bir Yahudi gencini, Müslümanların yanına gönderdi.
O gence "Git yanlarına otur. Onlara, iki-kabilenin arasında geçen Buas
harbini ve daha önceki savaşlarfhatırlat ve onların bu savaş hakkında
birbirlerine karşı söyledikleri şiirlerini oku." dedi. Genç Yahudi gidip
söylenenleri yaptı. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlar tartışmaya
başladılar. Birbirlerine karşı övünmeye giriştiler. Öyle ki iki kabileden birer
kişi bineklerine bindiler. Bu kişiler, Evs kabilesinden Evs b. Kayzi, Hazreç
kabilesinden Cebbar b. Sahr idiler. Bunlar, birbirleriyle ağız kavgası
yaptılar. Sonra biri diğerine "Vallahi eğer isterseniz şu anda Buas
savaşını başlatabilirz." dedi. Bunun üzerine iki grup ta birbirlerine
karşı gazaplandı ve "Savaşarız" dediler ve "Haydin silah
başına, Medine meydanında buluşalım." diye bağırıştılar. Çıkıp oraya
gittiler. İnsanlar birbirleriyle tartışıyorlardı. Cahiliye döneminde olduğu
gibi Evslîler kendi gruplarına katılıp bir tarafta yığmak yaptalır.
Hazreçli-ler de kendi gruplarına katılarak başka bir tarafta toplandılar.
Mesele Resululla-ha duyuruldu. Bunun üzerine Resulullah, muhacirden olan
sahabileriyle çıkıp onların yanına vardı ve onlara "Ey müslümanlar
topluluğu, Ailahtan korkun, Al-lahtan. Ben sizin aranızda bulunduğum halde,
cahiliye davetlerine mi uyuyorsunuz? Allahın sizi, İslama kavuşturmasından,
Ulamla size ikramda bulunmasından, İslam ile sizden cahiliye davranışlarını
kaldırmasından, onunla sizi inkarcılıktan kurtarmasından ve İslam ile sizin aranızı
kaynaştırmasından sonra da mı, daha önceki inkârınıza döneceksiniz?" dedi.
Bunun üzerine taraflar, bu durumun, Şeytanın bir kışkırtması ve düşmanlarının
bir tuzağı olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını atıp ağlamaya
başladılar. Evs ve Hazreçliler birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra oradan
ayni arak Resulullah ile birlikte itaat içinde dağılıp gittiler. Allah da,
Allah düşmanı Şa's b. Kaysın tuzağını boşa çıkardı ve Şa's'ın hakkında bu iki
âyeti indirdi. Evs kabilesinden olan Evs b. Kayzi ve Haz-reç kabilesinden olan
Cebba b. Sahr ve bunlar gibi davranan kişiler hakkında da bu âyetlerden sonra
gelen şu âyeti indirdi. [205]
100- Ey iman
edenler, kendilerine kitap verilenlerin, bir kısmına uyarsanız İman etmenizden
sonra sizi kâfirliğe çevirirler
Ey, Allaha ve
Peygamberine iman eden müminler, kendilerine Tevrat ve İncil verilen kitap
ehlinden bir kısmına uyarsanız onlar sizi, iman etmenizden sonra kâfirliğe
döndürürler.
Allah teala, kitap
ehli olan Yahudi ve Hristiy ani ardan herhangi bir öğüdün kabul edilmesini
veya onlarla istişarede bulunmayı yasaklıyor. Çünkü onlar, içlerinde kin,
kıskançlık ve ihanet duygulan taşirlaar. [206]
101- Allanın
âyetleri size okunup dururken ve aranızda da onun Peygamberi bulunurken, nasıl
olur da inkâr edersiniz? Kim, AHahın dinine sımsıkı sarılırsa şüphesiz ki o,
doğru yola iletilmiştir.
Sizler, Aüahın,
Peygambere indirdiği âyetlerini okuyorken içinizde de size doğru yolu gösteren
ve sizleri zulüm ve sapıklıktan alıkoyan Peygamberi bulununken nasıl olur da,
iman ettikten sonra kâfir olursunuz? İslamdan ayrılır mürted olursunuz? Acaba
rabbinizin katında özürünüz ne olacaktır? Kim Allanın dinine ve onun itaatine
sımsıkı sanlacak olursa şüphesiz ki o, doğru yol olan
İslama ulaştırılmış olur.
Abdullah b. Abbas bu
âyetin de, İslama girdikten sonra tekrar birbirleriyle dövüşmeye ve savaşmaya
girişmek isteyen Evs ve Hazreç kabileleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir. [207]
102- Ey iman
edenler, Allahtan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün.
Ey iman edenler,
Allaha itaat edip ona karşı gelmekten kaçınarak, daima onu hatırdan
çıkannayarak ve verdiği nimetlere karşı şükredip nankörlük yapmayarak Allahtan
hakkıyla korkun ve ancak mü si umanlar olarak ölün.
Abdullah b. Mes'ud,
Allahtan hakkıyla korkmanın, hiç isyan etmeden ona itaat etmekle, hiç unutmadan
onu anmakla ve hiç nankörlük etmeden ona şükretmekle gerçekleşeceğini
söylemiştir.
Abdullah b. Abbas ise,
Allahtan hakkıyla konnanın, Allah yolunda hakkıyla cihad etmekle, Allah
uğrunda, kınayanın kınamasından korkmamakla, kendileri, babalan ve çocuklan
aleyhine de olsa adaleti ayakta tutmakla gerçekleşeceğini söylemiştir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin, "Gücünüzün yettiği kadar Allahtan korkun. [208] âyetiyle
neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
Abdullah b. Abbas ve
Tâvus'a göre bu âyet-i kerime muhkemdir. Mensuh değildir.
Katade, Reb' b. Enes,
Süddi ve İbn-i Zeyde göre ise önce bu. âyet-i kerime gelmiş, kullar, Allahtan
hakkıyla komıakla yükümlü kılınmışlar ve bu onlara pek ağır gelmiştir. Daha
sonra yaratıklarının acizliğini bilen Alah teala, lütfü ve rahmetiyle bu emri
hafifletmiş ve "Allahtan gücünüzün yettiği kadar korkun" âyetini
indinniştir. [209]
103- Hep
birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin. Allanın,
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz, Allah,
kalblcrinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun ni-mctiyle kardeşler
oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz, Allah sizi oradan kurtardı.
İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki hidayete eresiniz. '
Ey iman edenler, hep
birlikte, Allahın size, sımsıkı sarılmayı emrettiği di-dine, kelamına yapışın.
Allahın dini hususunda sakın ayrılığa düşmeyin. Ona itaatte birleşin ve
kaynaşın. Allahın, üzerinizde olan lütfunu ve nimetini hatırlayın. Bir zaman
sizler, cahiliye döneminde, birbirinizi öldüren düşmanlardınız. Allah, İslam
dini sayesinde kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun İslam dini
nimetiyle samimi kardeşler oldunuz. Artık aranızda kin ve çekemez-lik kalmadı.
Daha önce sizler, bir ateş çukurunun kenannda bulunuyordunuz. İman etmeniz
suretiyle Allah sizi oradan kurtardı. Alan size ayetlerini işte böyle açıklar
ki doğru yolu bulmuş olsanız ve hak yolundan sapmayınız.
Âyette zikredilen
"Allahın ipi"nden maksat, Abdullah b. Mes'ud ve Şa'biye göre, İslam
topluluğudur. Katade, Süddi, Mücahid, Ata, Abdullah b. Mes'ud ve Ebu Said
el-Hudriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Allahın
ipi"nden maksat, Kur'an-i Kerim ve onda bulunan emirlerdir. Bu hususta
Zeyd B. Erkanı, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Aziz ve Celil
olan Allahın kitabı, onun gökten yeryüzüne doğru uzanan ipidir. Kim ona uyacak
olursa doğru yolda olur. Kim de onu terkedecek olursa sapıklığa düşmüş olur. [210]
Ebu Âliye ve ibn-i
Zeyde göre ise burada zikredilen "Allahın ipi"nden maksat, Allahı
samimi bir şekilde birlemektir.
Âyet-i kerimede,
Müminlere, ayrılığa düşmamaleri emredilmektedir. Bu hususta Katade şöyle
demiştir: "Allah, sizlerin ayrılığa düşmenizi çirkin görmüş, sizi ondan
sakındırmış ve size onu yasaklamıştır. Buna mukabil Allah sizin dinleyip itaat
etmenizi, birbirinizle kaynaşmanızı ve bir cemaat olmanızı istemektedir.
Sizler de gücünüz yettiği kadar kendiniz için» Allahın razı olduğu durumu
seçin. Kuvvet ancak Altaha aittir.
Enes b. Mâlik te
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Şüphesiz ki
İsraioğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya
ayrılacaktır. Onların hepsi cehennem ateşinde olacak sadece bir fırkası
olmayacaktır. O da cemaat halinde olan fırkadır. [211]
Âyet-i kerimede
zikredilen "Allahın nimeti'nden maksat, İsi amin, mü-minleri kaynaştırması
ve bir araya getirmesidir. Ayette zikredilen "Düşman-hk"tan maksat
ise savaş düşmanlığıdır. Zira bu âyet-i kerime, müslüman olmadan önce yüz yinm
yıl birbirlerini yok edercesine savsan Evs ve Hazreç kabilelerine işaret
etmektedir. İslam gelince, birbirleriyle savaşan bu iki kabile İslama girip
kardeş olmuşlar ve öteden beri süregelen savaşa son vermişlerdir.
Evs ve Hazreç
kabilelerinin nasıl müslüman oldukları hakkında, özetle şunlar
zikredilmektedir:
îbn-i İshak bu hususta
şunları rivayet etmiştir: Evs kabilesinden olan Sü-veyd b. Samit, Hac veya umre
yapmak için Mekkeye gelmişti. Süveyd sabırlı ve metanetli, şair, şerefli ve
soylu bir kimse olduğu için kavmi ona "Mükemmel" mânâsına gelen
"Kâmil" adını vermişti. Onun Mekkeye geldiğini duyan Resu-lullah onun
Önüne çıktı, onu Allaha ve İslama davet etti. Bunun üzerine Süveyd: "Ey
Muhammed, belki de sende bulunan şey bende bulunan gibidir." dedi.
Re-sulullah ona, "Sende ne var?" diye sordu. O da "Bende
Lokmanın sahifeleri (Yani ona verilen hikmetler) mevcuttur." dedi. Resulullah:
"Onu bana gösterir-misin? dedi. Süveyd, sahifeleri Resulullaha gösterdi.
Resulullah "Bu, güzel bir sözdür. Fakat bende bulunan bandan daha
üstündür. O, Allahın bana gönderdiği Kur'andır. O, bir hidayet ve bir
nurdur." dedi. Resulullah ona, Kur'andan âyetler okudu ve onu İslama davet
etti. Süveyd İslama soğuk bakmadı ve "Şüphesiz bu güzel bir söz."
dedi. Sonra ayrılıp gitti. Medinede kavminin yanına varınca çok zaman geçmeden,
Hazreç kabilesinden olanlar onu öldürdüler. Süveydin kavminden olan bir kısım
insanlar, onun hakkında şöyle diyorlardı. "Bize göre Süveyd, müslüman
olarak öldürüldü." Süveydin öldürülüşü, Evs ile Hazreç arasında geçen
Buas harbinden önce idi. [212]
İbn-i İshak,
Hazreçlilerin, Mekkeye gelip Resuîullah ile görüşmelerini ise şöyle izah
etmiştir: Enes b. Rafı', Abdül Eşhel oğullarından, içlerinde İlyas b. Muazın da
bulunduğu bazı gençlerle birlikte Mekkeye gelmişlerdi. Bunlar, kavimleri
Hazreçin aleyhine, Kureyş kabilesiyle anlaşma yapmak istiyorlardı. Re-sulullah
bunlann geldiği duyunca yanlanna vanp oturdu ve onlara "Siz, elde etmek
için geldiğiniz şeyden daha hayırlısını istermisiniz?" dedi. Onlar da:
"O nedir?" diye sordular. Resuİullah: "Ben, Allanın
peygamberiyim. O beni, kullarına gönderdi. Ben, kulları, yalnızca Allaha kulluk
etmeye, her hangi bir şeyi ona ortak koşmamaya davet ediyorum. Allah bana
kitap indirdi." dedi. Resuİullah, sözlerine devam ederek onlara islamı
anlattı ve Kur'andan âyetler okudu. Bunun üzerine yeni yetişen gençlerden,
İl^as b. Muaz şunları söyledi. "Ey kavim, vallahi davet edildiğiniz bu
şeyler, elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlıdır." Bunun üzerine
Enes b. Rafi', Batha'nm topraklarından bir avuç alarak İlya-sın yüzüne serpti
ve ona "Sen bu işlere karışma. Yemin olsun ki biz, bundan başka bir şey
için geldik." dedi. Bunun üzerine İlyas sustu. Resuİullah kalkıp gitti.
Medineliler de oradan ayrılarak Medineye döndüler. İşte bundan sonra Evs ile
Hazreç kabileleri arasında Buas savaşı meydana geldi. Aradan çok zaman geçmeden
İlyas b. Muaz öldü. Ölürken tehlil ve tekbir getirdiği, Aliaha hamde-dip teşbih
ettiği nakledilmektedir. Onun Müslüman olarak ölmesinde kavmi şüphe
etmemektedir. Evet, böylece İlyas, bulunduğu mecliste Resulullahtan duyduğu
sözler sayesinde İslamı hissetmişti.
İbn-i İshak diyor ki:
"Aziz ve Celil olan Allah, dinini açığa çıkarmayı, Peygamberini Aziz
kılmayı ve vaadini yerine getirmeyi dileyince Resuİullah Ensarla karşılaştığı
dönemde Mekkede, dışardan gelen insanlara dini tebliğ etmeye başladı. Her
mevsimde yaptığı gibi, Ensar ile görüştüğü mevsimde de Arap kabilelerini dine
davet etti. O, Akabe mevkiinde bulunurken Hazreç kabilesinden, Allanın
kedileri için hayır dilediği bir toplulukla karşılaştı. Resuİullah onlara
"Sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da "Bizler Hazreç kabilesinden
bir topluluğuz" dediler. Resuİullah "Sizler, Yahudilerle anlaşması
bulunan kim-selerdenmisiniz?" diye sordu. Onlarda "Evet"
dediler. Resuİullah, "Oturmazmı-sınız?, sizinle biraz konuşalım,
"dedi." Onlar da: "Evet olur." dediler. Resuİullah ile birlikte
oturdular. Resuİullah onlan, Aziz ve Celil olan Allaha davet etti. Onaîara
İslamı teklif etti ve Kur'an okudu. Allah tealanın, onların İslama girmeleri
için sebep kıldığı meselelerden biri de şuydu: Hazreçliler memleketlerinde
Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Yahudiler, kitap ehli ve bilgi sahibiydiler.
Hazreçliler ise Allaha ortak koşan ve putlara tapan kimselerdi. Bunlar
memleketlerinde, Yahudilere galip durumdaydılar. Aralarında bir olay çıktığında
Yahudiler onları tehdit ederek şöyle diyorlardı: "Şüphesiz ki pek yakında
bir Peygamber gönderilecek, onun zamanı gelmiştir. Biz ona tabi olacağız.
Onunla birlikte sizleri Âd ve İrem gibi öldüreceğiz. "Resuİullah bu
topluluğa konuşup onları Allaha davet edince onlar birbirlerine şöyle
demişlerdi: "Ey kavim, vallahi sizler biliyorsunuz ki işte bu Yahudilerin
sizi kendisiyle tehdit ettikleri Peygamberdir. Buna sizden önce Yahudiler iman
etmiş olmasınlar. "Bunun üzerine Re-sulullahın davetini kabul ettiler. Onu
tasdik ettiler ve Resulullahın kendilerine teklif ettiği İslamı kabullendiler.
Ve şöyle dediler: "Biz, geride Öyle bir kavim bıraktık ki onların
arasındaki düşmanlık ve kötülük hiçbir kavmin arasında yoktur. Umulur ki senin
sayende Allah onları birleştirir. Şimdi biz, onların yanma döneceğiz. Onları
senin emrine çağıracağız ve senin davetinle kabul ettiğimiz bu dini onlara da
arzedeceğiz. Şayet onlar da bu din üzerinde birleşecek olurlarsa artık senden
daha güçlü bir kimse olamaz." Bundan sonra Hazreçliler, mümin olarak
Resulullahın yanından ayrılıp gittiler. Onlar altı kişiydiler. Bunlar Medineye
gidip kavimlerinin yanına varınca onlara Resulullahı anlattılar ve kendilerini
İslama davet ettiler. Böylece aralarında İslam yayılmaya başladı. Öyle ki,
Ensann evleriden hiçbir ev kalmadı ki orada Resuİullah anılmış olmasın.
Ertesi yıl olunca aynı
mevsimde Ensardan on iki kişi geldi. Resuİullah ile "Akabe" denen
yerde buluştular. Burada birinci Akabe lbiatını yapülar. Medine-li Ensar,
Resuİullah ile "Kadınların biati" diye adlandırılan bir biatta bulundular.
Bu da Müslümanlara henüz savaşın farz kıhnmadığı bir zamanda idi.
Bu âyette Allah teala,
kâfirliği bir cehennem çukuruna, kâfirleri de o çukurun kenarında bulunup
oraya düşmeye mahkum olanlara benzetmiştir. İslamı ise o çukura düşmeye engel
olan sebep olarak vasıflandirrnıştır. Allah, iman edenleri kurtaracak, kâfirler
ise layık oldukları cezaya çarpılacaklardır.
Âyet-i kerime,
müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları lazım geldiğini emretmekte
ve parçalanmayı, çeşitli hiziplere bölünmeyi yasaklamaktadır. Bu hususta
Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir hadisi şerifinde:
"Benden sonra
fitne ve fesat olacaktır. Kimin cemaatten ayrıldığını ve Muhammed ümetinin
işlerini karıştırdığım görürseniz onu Öldürün. O şahıs kim olursa olsun. Zira, Allanın
yardımı cemaatle birlikte olanlaradır. Cemaatten aynlan kişi ile de Şeytan
beraber koşar." buyurmuştur. [213]
104-
İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk
bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.
Ey iman edenler,
içinizden, insanları islam nizamına davet eden, Muham-mede ve getirdiği dine
iman etmek gibi iyilikleri emredip, Allahı inkâr ile Peygamberi yalanlama gibi
kötülüklerden de men eden bir topluluk oluşsun. İşte kurtuluşa erenler, Allanın
cennetini ve nimetlerini kazananlar bunlardır.
Buradaki
"İyilik"ten maksat, şeriatın uygun gördüğü her söz ve iştir.
"Kotülük"ten maksat da onun reddettiği her söz ve iştir.
Bu âyet-i kerime,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın dini bir vecibe olduğunu beyan
etmektedir. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde şöyle
buyuruyor.
"Hayatım kudret
elinde olan Allaha yemin olsun ki ya iyiliği emredip kötülüğe mani olursunuz
veya pek yakın bir zamanda Allah, sizin üzerinize bir ceza gönderir sonra onun
kaldırılması jçin dua ederseniz de duanızı kabul etmez. [214]
105-
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünen ve ihtilafa düşenler gibi
olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır.
Sakın, kendilerine
Allanın apaçık âyet ve delilleri geldikten ve hakkı öğrendikten sonra Allanın
dininde ihtilafa düşen ve bölük pörçük olan Yahudi ve Hristiyanlar gibi
olmayın. İşte ihtilaf ederek parça parça olan bu gibi insanlar için Allah
katında büyük bir azap vardır.
Bu hususta diğer bir
ayette de şöyle Duyuruluyor: "Ey Muhammed, dinlerini parça parça edip
fırkalara ayrılanlarla artık senin bir alakan kalmamıştır. Onların işi Allaha
kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını onlara bildirecektir. [215]
106- O gün
bazı yüzler ağaracak bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle
denecektir." İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" O halde inkâr
ettiğinizden dolayı tadın azabı."
Kâfirlere büyük bir
azabın verildiği gün, müminlerin yüzleri ağaracak, kâfirlerin yüzleri ise
kararacaktır. Yüzleri kararan kâfirlere şöyle denecektir: "Allanın,
rabbiniz olduğunu tasdik ettikten sonra onun birliğini inkâr ederek, kâfir mi
oldunuz? Öyleyse inkârınız sebebiyle cehennem azabını tadın.
Müfessirler, âyet-i
kerimede "İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz ?" diye kendilerine
hitap edileceği ve âhirette yüzlerinin kararacağı beyan edilen insanlardan
kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Katade ve
Süddiye göre âyetin bu bölümünde sıfatları zikredilen bu insanlardan maksat,
önce Müslüman olup sonra dinden çıkan kişilerdir. Nitekim Resulullah bu gibi
insanlara işaretle şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki ben,
havuzun (Havz-ı Kevsirin) başında bulunacağım. Sizden, bana gelenlere
bakacağım. Bir kısım insanlar, benim arkamdan yakalanıp götürülecekler. Ben de
diyeceğim ki "Ey rabbim, bunlar bendendir. Benim üm-metimdendir.
"Bana denilecek ki: "Onlann, senden sonra ne yaptıklarını bilmiyor
musun? Vallahi' onlar senden sonra gerisini geri dönmeye devam ettiler. (Dinden
çıktılar) [216]
b- Ebu Ümame
el-Bâhilîye göre ise bu âyetten, âhirette yüzleri kararacağı zikredilen
kimselerden maksat, Hariciye fırkasidır. [217]
c- Hasan-ı
Basriye göre âhirette yüzleri kararacak olan bu insanlardan maksat,
münafıklardır. Bunlar, dilleriyle iman ettiklerini söylemelerine rağmen
kalplerinde inkarcılığı saklamışlar ve yaptıkları amelleriyle de kâfir
olduklarını hissettimuşlerdir. Bu nedenle âhirette onlara "îman etmenizden
sonra kâfir mi oldunuz?" diye sorulacaktır.
d- Übey
b.Kâ'b'a göre ise, âhirette yüzleri ak olacak insanlardan maksat, bütün
müminler, kararacak olan insanlardan maksat ise bütün kâfirlerdir. Kâfirlere
"İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" denmesinin sebebi, onların,
Ademin sulbünden zerrecikler halinde çıkarıldıklarında, iman ettiklerini söylemeleri,
doğup dünyaya geldikten sonra da kâfir olmalarındandır. Taberi bu görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiş ve demiştir ki: "Zira âyet-i kerimenin,
âhirette bütün insanları iki sınıfa ayırdığını, bunlardan, yüzleri ak
olanların, müminler olduklarına göre, yüzleri kararanların da bütün kâfirleri
kapsadığı aşikârdır. Bunların, sadece kâfirlerden bir sınıfı ifade ettiğini
söylemenin gereği yoktur. Zira Allah teala âyette umumi bir ifade ile beyanda
bulunmuştur. [218]
107- Yüzleri
ağaranlar ise Allanın rahmetindetlirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.
İmanlarında kararlı
olan ve Tevhid inancına bağlı kalan, yüzleri ağarmış mutlu müminler ise,
Allanın bağışladığı cennet ve nimetler içinde olacaklar ve orada ebedi olarak
kalacaklardır. [219]
108- İşte
bunlar, Allahın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah, âlemlere
zulmetmek istemez.
İşte bunlar, Allahtan
gelen öğütler ve onun apaçık delilleridir. Ey Mu-hammed, biz onlan sana, doğru
ve kesin olarak bildiriyoruz. Allah, yarattıklarından hiç birisine zulmetmek
istemez.
Burada zikredilen
"Âyetler"den maksat, Resulullahm sahabilerini, Yahudileri ve diğer
ehl-i kitabı anlatan, ahitlerini yerine getirenlere ve ahitlerini bozanlara ne
yapılacağını belirten âyetlerdir. Allah teala, bunları Hz. Muhamme-de, Cebrail
vasıtasıyla okuduğunu beyan etmiş, herkese hak ettiği mükaafaat ve cezayı
vereceğini bildirmiştir. Yüzleri ak olanların bunu hak ettikleri için ak olduğu,
kara olanların da buna layık oldukları için kendilerine böyle davranıldiğı,
Allah tealanın, hiçbir kimseye zulmetmek istemediği beyan edilmiştir. [220]
109-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allahındir. Bütün işler Allaha döner.
Göklerde ve yerde iyi
olsun kötü olsun her ne varsa, iyilik yapan kötülük yapan her kim bulunuyorsa
hepsi AHahın yarattığı şeyler ve kimselerdir. Bütün işler sonunda Allaha döner.
O halde onlar da Allaha dönecekler ve Allah, herkese hak ettiği ceza veya
mükâfaatı verecektir.
Madem ki göklerde ve
yerde bulunan her şey Allaha aittir ve onun hükmüne tabidir o halde Allahın
herhangi bir yaratığına zulmetmesi onun şanına yakışmaz. Zira zalim, nüfuzunu
artınnak, iktidarını sağlamlaştımıak ve mülküne mülk katmak için zulmeder.
Allah tealanın bunları yapmaya ihtiyacı yoktur. Zira o, bütün yaratıkların
mutlak maliki ve mutlak hakimidir. [221]
110- Siz,
insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder
kötülüğe mani olursunuz ve AHaha iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman
etseydi cihetteki onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan îman edenler varsa
da çokları yoldan çıkmışlardır.
Ey Muhammed ümmeti,
siz Allah katında ümmetlerin en hayırlısı ve en üstünüsünüz. İnsanlar için
ortaya çıkarılmış en hayırlı kimselerseniz. Öyle ki bütün gücünüzle insanları,
Allah nizamı olan İslama sokmaya çalışırsınız. Allah ve onun şeriatına iman
etme gibi iyilikleri emreder AUaha ortak koşma ve isyan etme gibi kötülüklere
mani olur ve Allaha samimiyetle iman edip ona kulluk edersiniz. Kendilerine
Tevrat ve İncil gönderilen kitap ehli de Muhammed ve Kur'ana iman etmiş
olsalardı, Ailah katında kendileri için daha hayırlı olurdu. Bunlardan,
Abdullah b. Selam ve Sa'leb b. Saye gibi iman edenler varsa da çoğunluğu,
bağlı olduklarını iddia ettikleri dinlerinden de ayrılmışlardır. Zira kendi
dinleri de, İslam geldikten sonra herkesin İslama gimıesi gerektiğini emretmektedir.
Hz. Ömer (r.a.) diyor
ki: "Kim, insanlık için ortaya çıkarılmış hayırlı ümmetten olmak isterse,
Allanın koştuğu şu şartları yerine getirsin. O şartlar, iyiliği emretmek,
kötülüğe mani olmak ve Allaha iman etmektir."
Müfessirler bu âyette
"Hayırlı Ümmet" olarak zikredilen "İnsanlardan kimlerin
kastedildikleri hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Hz. Ömer,
Abdullah b. Abbas, İkrİme ve Dehhaktan nakledilen bir görüşe göre burada
zikredilen "En hayırlı ümmeften maksat, Resulullahın sahabi-lerinden belli
bir topluluktur. Bunlar da, Abdullah b. Abbasa göre, Resulullahm
sahabilerinden, Mekkeden Medineye hicret edenlerdir. İkrimeye göre bunlar,
Abdullah b. Mes'ud, Ebu Huzeyfenin azadlı kölesi Salim, Übey b. Kâ'b ve Mu-azb.
Cebeldir.
b- Mücahid,
Ebu Hureyre ve atiyyeye göre âyette zikredilen sıfatlan taşıyan her ümmet, en
hayırlı ümmettir.
c- Rebi' b.
Enese göre burada zikredilen en hayırlı ümmetten maksat, Muhammed ümmetidir.
Zira İslam dinine en çok tabi olanlar Muhammed ümmetidir.
d- Hasan-ı
Basriye göre ise, burada zikredilen en hayırlı ümmetten maksat, geçmişteki
bütün ümmetleri tamamlayan ve onların en sonuncusu olan Muhammed ümmetidir.
Taberi de bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve delil olarak şu hadis-i
şerifi zikretmiştir.
"Sizler yetmiş
ümmeti tamamlayanlarsınız. Siz onların en hayırlısı ve Allah katında en
üstünsünüz[222]
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki: '
"Resulullah ile
bir çadırda bulunuyorduk. Bize şöyle buyurdu: "Sizler, cennet ehlinin
dörtte biri olmaya razı olumlusunuz?" "Evet" dedik. Resulullah:
"Üçte biri olmaya razı olumlusunuz? dedi. Evet. dedik. Resulullah
"Cennet ehlinin yansı olmaya razı olur musunuz?" dedi.
"Evet" dedik. Sonra şöyle buyurdu: "Muhammedin hayatı, kudret
elinde olan Allah'a yemin yemin olsun ki ben sizlerin, cennet ehlinin yansım
teşkil edeceğinizi ümit etmekteyim. Zira cennete ancak müslüman olan kişi
girecektir. Sizler, müşriklerin arasında, siyah bir boğanın derisindeki beyaz
bir tüy kadarsınız. [223]
111- Onlar,
eziyet I en başka, size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları zaman
arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.
Ey iman edenler, o
fasıklar size bir şey yapamazlar. Sadece, Alİaha ortak koşmak, inkârda bulunmak
ve sizleri sapıklığa davet etmek suretiyle size eziyet verirler. O kitap ehli
olan fasıklar, sizinle savaştıktan zaman mağlup olup kaçarlar. Sonra da,
Allahı ve Peygamberini inkâr ettikleri için, Allah tarafından kendilerine
yardım edilmez.
Bu âyet-i kerime,
müminlere bir vaadciir. Allah, vaadinden asla dönmez. Bizler ne zaman hakkıyla
iman edersek işte o zaman Allahın vaadine erişmiş oluruz. [224]
112- Allah
ve insanların himayesinde olanlar müstesna, nerede olurlarsa olsunlar, onlara
zillet damgası vurulmuştur. Allahın gazabını hak etmişlerdir. Onlara aşağılık
damgası vurulmuştur. Bu onların, Allanın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız
yere Peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan etmelerinden haddi
aşmalarındandır.
Yahudiler, yeryüzünde
nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara zillet de damgası vurulmuştur. O
damgadan kurtulamazlar. Allahın himayesi ve insanların himayesinde bulunanlar
müstesnadır. Diğerleri Allahın gazabına uğramışlardır. Ayrıca onlara aşağılık
ve miskinlik damgası vurulmuştur. Bunların zelil, adi ve miskin olmalarının
sebebi, Allahın Peygamberinin doğruluğunu gösteren delillerini inkâr etmeleri
ve haksız yere, Allahın, insani ara .gönderdiği Peygamberlerini
Öldürmeleridir. Bir de bunların, allahın emirlerine karşı gelmeleri ve haram
kıldıklarını helal, helal kıldıklarım ise haram kılarak haddi aşmalarıdır.
Ayet-i kerimede geçen
"Allahın himeyisi"nden maksat, Allahın emriyle müslümanlarm, kitap
ehlinden cizye alarak onlarla zimmilik sözleşmesi yapmaları ve bu sözleşmenin
gereği olarak güven sağlamal andır.
Âyette zikredilen ve
"Himaye" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahid, Katade,
İkrime, Süddi, Reb1 b. Enes, Abdullah b. Abas ve İbn-i Zeyde göre, söz verme ve
ahitte bulunmadır. Buna göre âyetin mânâsı "Yahidiler nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, onlann üzerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak, Allahın,
yaşamaîanna dair müsaadesi bulunan ve müminlerin, cizye alarak eman verdikleri
kimseler hariçtir. Bunlar, bulunduklan yerlerde, canlarını ve mallannı güven
içinde hissederler. [225]
113- Onların
hepsi bir değildir. Ehl-i Kitaptan bir cemaat vardır ki, dosdoğrudurlar. Gece
vakitlerinde Allahın âyetlerini okurlar ve secdeye varırlar.
Kitap ehlinin hepsi
eşit değildir. Bir kısmı müslüman, diğerleri gayri-i müslimdif. Kitap ehlinden
bazdan hakta kararlıdır, doğru yol üzeredir. Allahın nizamına bağlıdır. Gece
vakitlerinde ibadetlerinde Allahın âyetlerini okurlar. Ve secdeye kapanırlar.
Bu âyet-i kerimenin
kimleri anlattığı hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, bundan önce, iki
sınıfa ayrıldıkları belirtilen ehl-i kitabı beyan etmekte, onlardan, mümin
olanların sıfatlarını zikretmektedir. Zira, yüz onuncu âyette ehl-i kitabın
bir kısmının mümin olduğu, çoğunluğunun ise İslamı kabul etmeyerek kendi
dinlerinden dahi çıktıklan beyan edilmiş, bu âyet-i kerimede de ehl-i kitabın
müminlerinin sıfatları zikredilmiş ve övülmüşlerdir. Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Selam, Sa'lebe b. Saye, Üseyd b.
Saye, Esed b. Übeyd ve benzeri kişiler müslüman olunca Yahudilerin Hahamla-n ve
iman etmeyen kâfirleri, müslüman olanlar hakkında şunları söylemeye başladılar.
"Muhammede ancak şerlilerimiz iman edip tabi olmuşlardır. Şayet onlar
seçkinlerimiz olsalardı atalarının dinini bırakıp başka bir dine
gitmezlerdi" İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
b- Abdullah
b. Mes'ud ve Süddiye göre ise bu âyet-i kerime, İslamı kabul etmeyen ehl-i
kitap ile Muhammed ümmetini anlatmaktadır. Ehl-i kitabın, Mu-hammed ümmetine
eşit olmayacağım ve Muhammed ümmetinin, âyette zikredilen sıfatlan
taşıdıklarını beyan etmektedir.
Taberi, daha önceki
âyetlerle irtibatlı olması bakımından birinci görüşün tercihe şayan olduğunu
söylemiştir. Çünkü yüz onuncu âyette ehl-i kitabın, mümin ve dinden ayrılan
fasıklar olarak iki sınıfa ayrıldıkları zikredildikten sonra bu âyette de ehl-i
kitabın hepsinin eşit olmadığı, mümin olanlarının, zikredilen sıfatlarla
kâfirlerden üstün oldukları beyan edilmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Dosdoğrudurlar" diye tercüme edilen sıfatı, MUcahid tarafından
"Adaletlidirler." şeklinde, Katade, Rebi b. Enes ve Abdullah b. Abbas
tarafından "Allanın kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklinde, Süddi
tarafından ise "İtaatkârdırlar." şeklinde izah edilmiştir.
Taberi, "Alahın
kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklindeki izahı tercih etmiş, diğer
görüşlerin de buna yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Allahın kitabı ve dini
üzere olanlar, aynı zamanda adaletli ve itaakâr olurlar.
Taberi, Numan b.
Beşirin Resulullahtan rivayet ettiği şu hadisin ifadesinin bu âyetteki kelimesinin
ifade şekline benzediğini söylemiştir. Ha-dis-i Şerifte buyuruluyor ki:
"Allahın koyduğu
sınırların önünde durup öteye geçmeyenlerle, o aşanların misali, bir geminin
çeşitli bölümlerine binmek isteyen şu topluluk gibidirler. Kavimden bazıları
kur'a neticesinde geminin üst tarafına bazıları da alt tarafına düşmüşlerdir.
Alt tarafta olanlar su almaya gittiklerinde üst tarafta bulunanların yanından
geçmek zorundadırlar. Bu nedenle onlar "Bizler, kendi bulunduğumuz yerde
bir delik açsak ta üstümüzde bulunanlara sıkıntı vermesek nasıl olur?"
derler, Şayet üstte bulunanlar, altta bulunanları, bu isteklerinde serbest
bırakacak olurlarsa (Gemi delinmiş olacağı için) hepsi birden helak olurlar.
Şayet üstte bulunanlar alttakilere engel olacak olurlarsa hem kendileri
kurtulmuş hem de onlar kurtulmuş olurlar. [226]
Ayet-i kerimede, ehl-i kitaptan olan müminlerin sıfatlan zikredilirken
"Gece
vakitlerinde Allahın âyetlerini okurlar..." buyurulmaktadır. Bu ifadeden
maksat, Katade, Rebi1 b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre, "Gecenin belli
vakitlerinde Allahın âyetlerini okurlar." demektir.
Süddiye göre, bundan
maksat, "Gecenin içinde Allahın âyetlerini okurlar." demektir.
Abdullah b. Mes'uda göre "Yatsı namazını kılarlar." demektir. Mansura
göre "Akşamla yatsı arasında namaz kılarlar." demektir,
Taberi diyor ki:
"Bu görüşler, zahirde farklı iseier de gerçekte birbirlerine yakındırlar.
Zira, Allahın âyetlerini, yatsı namazında okuyan da, yatsıyla akşam namazı
arasında kılmış olduğu herhangi bir-namazın içinde okuyan da Allahın âyetlerini
gecenin bir anında veya içinde okumuş olandır. Taberi sözlerine devamla diyor
ki: "Bu görüşlerin birbirlerine çok yakın olmalarıyla birlikte, görünürde
tercihe şayan olanı "Yatsı namazını kılarken AHahın âyetlerini okumaktır."
diyen görüştür. Zira, hiçbir ehl-i kitap, yatsv vaktinde namaz kılmamaktadır.
Allah teaîa, bu âyette özellikle Muhammed Ümmetini yatsı namazını kılmakla
övmektedir. [227]
114- Aliaha
ve âhiret gününe iman edenler, iyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayır
işlerine koşuşurlar. İşte onlar, salihlerdendir.
Bu müminler, Aliaha ve
âhiret gününe iman ederler. İnsanlara da, Aliaha ve Peygamberine iman etmek
gibi iyilikleri emrederler. Allahı inkâr etme ve Peygamberini yalanlama gibi
kötülüklere mani olurlar ve her türlü hayıra koşarlar. İşte bunlar, salih
kullardandır. [228]
115-
Yaptıkları hiçbir hayır asla inkâr edilmeyecektir. Allah, takva sahiplerini çok
iyi bilendir.
Bu müminlerin
yaptıkları herhangi bir hayır, Allah katında asla zayi edilmeyecek, aksine,
Allah onlara, yaptıklarının mükhafaatını tam olarak verecektir. Allah,
kendisinden korkan ve karşı gelmekten kaçınanları çok iyi bilendir. Allah
onlara, yaptıklarının karşılığını verecektir.
Bu konuda diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyunılmaktadır: "...Şüphesiz ki Allah, iyilik
yapanların kükafaatını zayi etmez. [229]
116-
Şüphesiz ki inkâr edenlerin malları da evlatları da Allaha karşı kendilerine
hiçbir fayda vermeyecektir. İşte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedi olarak
kalacaklardır.
Şüphesiz ki ehl-i
kitaptan fâsik olanların biriktirmiş oldukları malları ve yetiştirmiş oldukları
evlatları, Allanın cezai and irmasi karşısında kendilerine hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Onlar, cehennemliktirler ve orada ebidi olarak kalacaklardır.
Allah teala, bu âyet-i
kerimede, yüz onuncu âyette geçen, ehli-i kitabın fâsıklannı ve Hz. Muhammedi
inkârda, onlara benzeyenleri tehdit etmektedir.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyunılmaktadır: "Rableri-ni inkâr edenlerin
amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küle benzer. Kazandıklarını
ellerinde tutamazlar. İşte en büyük sapıklık budur[230]
117-
Onların, bu dünya hayatında sarfcttikleri şeyin durumu, kendilerine zulmeden
bir kavmin ekinlerine isabet edip onu yok eden çok soğuk bir rüzgarın durumuna
benzer. Onlara Allah zulmetmedi fakat onlar, kendi kendilerine zulmettiler.
Kâfirlerin, bu dünya
hayatında, sevap almak için harcadıkları şeyler, çok soğuk bir rüzgarın
durumuna benzer. Öyle ki, o rüzgar, kendi kendine zulmeden bir topluluğun
ekinlerine isabet etmiş ve onu imha etmiştir. Allah, bu kâfirlerin yaptıkları
amelleri bu şekilde yok edecek ve ümitlerini boşa çıkaracaktır. Amellerini boşa
çıkararak Allah onlara zulmetmiş değildir. Fakat kendilerini cehenneme
götürecek işler yaparak bunlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
Âyet-i kerimede,
Kafirlerin Sarf hayır işi gibi görünen harcamalarının aslında faydası
olmadığını, aksine onlar için zarara yol açacağını ifade etmektedir.
Âyet-i kerimede geçen
"Kâfirlerinsarf ettikleri şey"den maksat, Mücahide göre kâfirlerin
dünya hayatındayken hayır işlerinde harcadıkları mallardır. Süddiye göre ise,
kâfirlerin, kalben inanmadıkları halde, dilleriyle söylemiş oldukları
sözlerdir.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiş ve kâfirlerin, dünya hayatındayken, sevap kazanmak için
harcadıkları mallarından âhirette hiçbir fayda göremeyeceklerini beyan
etmiştir. [231]
118- Ey iman
edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin. Onlar size, fenalık
yapmaktan geri durmazlar. Sizin, sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri
ağızlarından dökülür. Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer sizler,
Allanın emir ve yasaklarını, öğüt ve uyarılarını düşünen insan-lar san iz, biz
size öğüt ve ibret alacağınız âyetlerimizi açıkladık.
Bu âyette Allah teala
müminlere, kâfirlerden dostlar ve samimi arkadaşlar edinip müslümanlann
sırlarını onlara aktarmalamîi yasaklıyor ve kâfirlerin, müminleri aldatıcı
hainler ve küstahlar olduklarını bildiriyor ki, müs-lümanlar kendi
kanaatlerince faydalı görseler dahi kâfirlerle dosluk kurmaktan uzakl aşsınlar.
Bu hususta başka
âyetlerde de şöyle buyuruluyor. "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri
görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin de doğru yoldan sapmanızı
istiyorlar. [232]
"Ey iman edenler,
Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar, birbirinin dostudur. Sizden kim,
onları dost edinirse, şüphesiz ki onlardan olur. Muhakkak ki Allah, zalim
kavmi hidayete erdirmez. [233]
Abdullah b. Abbas,
Mücahid, Katade, Rebi1 b. Enes, Süddi İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre bu
âyet-i kerime, müminlere, münafıkları yakın dost edinmemelerini emretmektedir.
Zira mü si umanlardan bazıları, İslam gelmeden önce "Yahudi ve
münafıklarla olan dostluklarını sürdürmek istemişler ve onlarla içli dışlı
olmaya devam etmişlerdir. Allah teala, bu âyeti indirerek müminlerin, Yahudi
ve münafıkları yakın dost edinmelerini yasaklamıştır.
Bu hususta Ezher b.
Raşid diyor ki. "Enes b. Malik, Resulullahın şu hadisini rivayet etti.
"Siz, müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın ve yüzüklerinize Arapça yazı
işletmeyin. [234]Ezher b. Raşit diyor ki:
"Biz, bunun ne demek olduğunu anlamadık. Nihayet Hasan-ı Basri yanımıza
geldi. İnsanlar bunun mânâsını ondan sordular. O da şu cevabı verdi:
"Yüzükleriniz Arapça işletmeyin" ifadesinin manisi
"Yüzüklerinize "Muhammed" ismini kazdırmayın." demektir.
Şirk ehlinin ateşiyle aydınlanmayın." demek ise "İşlerinizde onlarla
istişare etmeyin." demektir. Sonra Hasan-ı Basri "Allanın kitabında
bu izahın doğruluğunu beyan eten âyet şudur." dedi ve "Ey iman
edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin." âyetini okudu.
Taberi diyor ki: Bu
âyette zikredilenlerden maksat, sadece münafıklar değil, müsl umanların
Medinede, çevrelerinde bulunan ve İslama karşı kinleriyle tanınan Yahudilerdir.
Zira, müminlere karşı açıkça savaşan müşrikler, müminler tarafından dost
edinilmiyorlar, sadece müminlerle anlaşma yapıp onlara dost görünmeye çalışan
Yahudileri dost ediniyorlardı. Bu nedenle âyet, müminleri, onları yakın dost
edinmekten men etti. [235]
119- Sîz o
kimselersiniz ki, onları seversiniz. Onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz,
kitabın tamamına iman edersiniz. Onlar size rastladıkları zaman "İman
ettik." derler. Başbaşa kaldıklarında ise, size karşı kinlerinden dolayı
parmaklarının uçlarını ısırırlar. Onlara de ki: "Kininizden ölün."
Şüphesiz ki Allah, kalblerin özünü çok iyi bilendir.
Ey müminler, sizler
öyle insanlarsınız ki bu kâfirleri seviyorsunuz. Onlara iyi davranıyor ve
onlan ziyaret ediyorsunuz. Onlar ise sizleri sevmiyorlar. Bilakis size karşı
düşmanlık ve tuzak kurma hisleri besliyorlar. Yine sizler, Alla-hm,
Peygamberine indirdiği kitapların hepsine iman ediyorsunuz, onlar ise size
indirilen kitabı inkâr ediyorlar. Siz, müminlerle karşılaştıkları zaman hakkı
gizleyerek ve sizden çekinerek "Muhammede geleni tasdik edip iman
ettik." diyorlar. Halbuki sizlerin, onlan göremeyeceğiniz bir yerde
birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman size karşı olan kin ve nefretlerinden
dolayı parmak uçlarını ısırıyorlar.
Ey Muhammed, de ki:
"Kininizden dolayı geberin, Şüphesiz ki Allah, göğüslerinizin içinde
bulunan öfkeyi, sıkıntıyı, hayırı ve şerri çok iyi bilendir. Ve ona göre
sizlere layık olduğunuz karşılığı verecektir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede müminlerle kâfirlerin birbirlerine karşı olan davranışlarını ve
duyğulannı beyan etmektedir. Müminler, kâfirlere karşı iyi niyetli ve acıma
duygusuna sahip iken kâfirler müminlere karşı katı kalbli ve kindardırlar. Bu
hususta Katade diyor ki: "Allaha yemin olsun ki, mümin olan insan, mÜnafıkı
hoş görür, onu barındırır, ona merhamet eder. Şayet münafık, müminin sahib
olduğu şeye sahib olsa müminlerin kökünü kurutur." [236]
120- Size
bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük
dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder Allahtan korkar-sanız, onların
hiylcleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını
ilmiyle kuşatmıştır.
Eğer sizlere, zafer,
kaynaşma ve birleşme gibi bir iyilik dokunacak olsa bu onları Öfkelendirir ve
kötülerine gider. Şayet size mağlubiyet, tartışma ve ih-
tilafa düşme gibi bir
kötülük dokunacak olursa onlar bundan memnun kalırlar ve bundan dolayı
sevinirler. Eğer siz, Allaha itaatte ve yasakladığı şeylerden ka-çmmakta
sabredecek ve rabbinizin cezalandırmasından korkacak olursanız, bu isyankâr
münafıkların tuzakları sizlere hiç bir zarar veremez şüphesiz ki Allah onların
yaptıktan fitne ve fesadı, insanları Allah yolunda alıkoymalarını tesbit
ettirmekte ve onlara, layık oldukları cezayı artırmak için kendilerini de
yaptıklarını da kuşatmaktadır. [237]
121- Ey
Muhammcd, sabahleyin erkenden ailenin yanından ayrılıp müminleri savaş
yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
bilendir.
Ey Muhammed,
sabahleyin ailenden ayrılıp müminleri, düşmanlarına karşı savaşacakları
mevkilerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, sözlerinizi çok iyi işiten,
içlerinizde olanları ve durumlarınızı çok iyi bilendir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, bundan önce geçen âyet-i kerime ile bağlantılıdır. Bu
sebeple âyetin izahı şöyledir. "Ey müminler, eğer bana itaatte ve
Peygamberimin emirlerine uymada sabreder ve yasakladığım şeylerden korkup
kaçacak olursanız, Yahudi kâfirlerinin tuzakları size hiçbir zarar vermez. Zira
Allah size yardım eder. Nitekim Bedir savaşında, zelil halde iken sabretmeniz
ve Allahtan korkmanız sebebiyle Allah size yardım etmiş ve sizi, düşmanınıza
galip getirmiştir. Şayet sizler, emrime karşı gelir, sizi yükümlü kıldığım vazifeleri
yerine getirmekte sabretmez ve yasakladığım şeyden kaçınmayacak olursanız,
sizin başınıza, Uhut savaşında gelen olaylar gelir. Hatırlayın o zamanı ki
Peygamberiniz, müminleri, sabahın erken saatinde, savaşacakları yere yerleştirmişti.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimede zikredilen, Resulullahın, savaşçıları yerlerine yeri eşti rmesi
olayında hangi savaşın kastedildiği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahid,
Katade, Reb' b. Enes, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i İs-haka göre, bu âyette
işaret edilen savaş, Uhut savaşıdır.
b- Hasan-ı
Basriye göre ise bu savaş Hendek savaşadır.
Taberi, birinci
görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira bundan
sonra gelen âyetteki "Nerdeyse
bozguna uğrayacak" olan iki topluluktan maksat, bütün müfessirlere göre
Ensardan, Beni Seleme ve Beni Harise kabileleridir. Bunların, neredeyse
bozguna uğrama halleri, Abdullah b. übey b. Selulün, Uhut savaşında,
Resulullahın ordusundan ayrılıp gitmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Bu da
göstermektedir ki bu âyet-i kerime, uhut savaşına işaret etmektedir.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Eğer denecek olursa ki" Bu âyette, işaret edilen
savaştan maksadın, Uhut savaşı olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Çünkü bu Ayette,
Resulullahın sabahleyin erkenden ailesinden ayrılıp gittiği ve müminleri
savaşacakları yerlere yerleştirdiği zikredilmektedir. Halbuki Resulul-lah
Uhutta Cuma namazı kıldırdıktan sonra müminleri, savaşmak için alıp götürmüştür.
Nitekim bu hususta İbn-i İshak, Muhammed b. Mesleme, Muhammed b. Yahya, Asım
b. Ömer ve Husayn b. Abdurrahmanın, Resulullahın Cuma günü namazı kıldırdıktan sonra,
Ensardan vefat eden bir kişinin de cenaze namazını kıldırıp zırhını giyerek
Uhut savaşına gittiğini rivayet ettiklerini zikretmiştir. O halde nasıl olur
da Resulullah sabahleyin erkenden Uhuda gitmiş olabilir? Cevaben denilir ki.
"Resulullahın, müminleri, savaşacakları yerlere yerleşti rmesinden
maksat, sahabileriyle, nasıl savaşacağını istişare etmesidir. Zira,
Kureyşliler, çarşamba günü gelip Uhut dağının eteğinde karargâh kurmuşlar,
perşembe ve Cuma günlerini orada geçirmişler, Resulullah da cuma günü öğleden
sonra çıkıp cumartesi günü Uhut dağının eteğine varmıştır. Resulullah,
Ku-reyşlilerin Uhuda geldiklerini duyunca sahabeleriyle Medinenin içinde
kalarak, kendilerini savunarak mı yoksa Uhuda gidip düşmanla sahada çarpışarak
mı savaş yapılması hususunda sahabileriyle istişare etmiştir. İşte âyet-i
kerime Resu-lullahm, sabahleyin erkenden yaptığı bir istişareye işaret
etmektedir. [238]
Uhut savaşı, Hicretin
Üçüncü Yılının Şevval ayında meydana gelmiştir. Uhut savaşının en Önemli sebibi
şudur: Resulullahın ordusu Bedir savaşında Kureyşin ileri gelenlerini öldürmüş
ve büyük ganimetler elde etmiştir. Bunun üzerine, Ölen müşriklerin oğullan ile
sağ kalan liderler Kureyşin, reislerinden olan Ebu Süfyana: "Bütün
servetimizi Muhammedle savaşmak için harca." demişlerdir. Bunun üzerine
Ebu Süfyan, çeşitli çevrelerden topladığı paralı askerlerden bir ordu meydana
getintıiştir. Sayılan üç bini bulan bu ordu, Mekkeden gelerek Medinenin
yakınında bulunan Uhut dağının eteklerinde karargâh kurmuştur. Bu haberi alan
Resulullah, Cuma günü, namazı kıldırdıktan sonra, Nec-car kabilesine mensup
olan Mâlik b. Amr'm da cenaze namazım kılmış ve asha-bıyla, düşmana nasıl karşı
koyacaklarını görüşmüştür. Münafıklardan olan Abdullah b. Übeyy, düşmanın üzerine
gitmeyip Medinede kalmalarını teklif etmiş ve demişitir ki: "Düşman, olduğu yerde kalmaya
devam ederse kötü bir yerde hapsedilmiş gibi olur. Medineye hücum ederse
erkeklerimiz savaşır, kadınlar ve çocuklar da onlara taşlarla karşı koyarlar.
Şayet hiçbir şey yapmadan dönüp giderlerse, ümitsizce dönüp giderler."
Bazı sahabiler,
Özellikle Bedir savaşına katılmayanlar ise: "Müslümanların, Medineden
çıkıp düşmana hücum etmelerini teklif etmişlerdir. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) Zırhını giymiş ve gelmiştir. Düşmanın üzerine gidilmesini teklif
edenlerden bazıları, Resulullahı böyle görünce, yaptıkları tekliften dolayı
pişman olmuş ve şöyle demişlerdir: "Acaba biz, Resulullahı zorladık
mı?" "Ey Allanın Resulü, dilersen Medinede kalalım," Resulullah
da şu cevabı vermiştir: "Bir Peygamber zırhını giydikten sonra Allah, onun
karar verdiği hususta hükmünü verinceye kadar geri dönmesi ona yakışmaz."
Peygamber efendimiz,
sahabilerden meydana gelen bin kişilik ordusuyla düşmanın üzerine doğru hareket
edince, Medinede kalalım teklifini yapan Abdullah b. Übeyy, kendi teklifini
kabul edilmemesini bahane ederek, üç yüz kişilik kuvvetiyle ordudan ayrılarak
geri dönmüş, kendisi ve arkadaşları şöyle demişlerdir: "Bugün bu ordunun
savaşabileceğini bilseydik size tabi olurduk. Fakat bizler, sizin
savaşabileceğiniz kanaatinde değiliz."
Resulullah (s.a.v.)
geri kalan ordusuyla yola devam etmiş ve Uhut dağının eteklerinde konaklamış,
ordusunun arkasını dağa vererek şöyle demiştir: "Kimse ben emir vermeden
sakın savaşı başlatmasın."
Resulullah bundan
sonra, yediyüz kişilik ordusunu savaş düzenine sokmuş elli kişiden meydana
gelen okçulann başına da Abdullah b. Cübeyr'i komutan tayin etmiş ve onlara
şöyle demiştir: "Düşmana galip geldiğimizi görseniz de yerinizden ayrılmayın.
Düşmanın bize galip geldiğini görseniz yerinizden ayrılıp bize yardımcı olmaya
kalkmayın. Kuşların, bizim cesetlerimizi parçalayıp götürdüğünü görseniz de
yerinizden ayrılmayın."
Resululîah (s.a.v.)
ordunun sancağmı Mus'ab b. Umeyr'e vermiş, bir kısım çocukların da savaşa
katılmalarına müsade etmiştir.
Düşman ordusu da savaş
düzenine girmiş, üçbin kişiden meydana gelen düşman birliklerinin sağ kanadına
Halid b. Velid, sol kanadına, Ebu Cehil'in oğlu İkrime tayin edilmiş,
sancakları da Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi olan Beni Ab-tlüddar oğullarından Ebu
Aziz b. Umeyr'e verilmiştir.
İki ordu savaşa
mübareze şeklinde başladı. Önce müşriklerden Ebu Âmir, onbeş adamıyla birlikte
meydana çıktı ve Müslümanlara meydan okudu. Müşriklerin sancaktarı Talha b. Ebi
Talha önce çıktı. Müslümanlardan da Hz. Ali ona karşı çıktı. Vuruştular Hz. Ali
Talhayı bir hamlede yere serdi. Bunun üzerine Talhanm kardeşi Osman ileri
atıldı. Ona da Hz. Hamza cevap verdi ve onu da bir hamlede öldürdü. Bundan sonra her iki taraf
birbirine girdi ve umumi bir savaş başladı. Saflar birbirine girmiş şiddetli
bir vuruşma başlamıştı. Hz. Hamza Ebu Dücane ve diğer bütün İslam kahramanları
akıllara durgunluk verecek kahramanlıklar gösteriyor, düşmanı perişan
ediyorlardı. İslam ordusu içinde en gözde kahraman Hz. Hamza idi. Hz. Hamza
Bedir savaşında da Ebu Süfyanın karısı Hind'in babasını öldürmüştü. Bundan
dolayı Hind, Hz. Hamzaya karşı müthiş bir kin besliyor ve onu öldürtmek için
fırsat kolluyordu. Bu iş için de Vahşi adındaki bir köle ile anlaşmış Hz.
Hamzayı Öldürdüğü takdirde kendisini hürriyetine kavuşturacağını vaadetmişti.
Vahşi Habeş usulü mızrak atmakta çok usta idi. Savaş sırasında bir kenara
siperlenerek Hz. Hamzayı kollamaya başladı. Hz. Hamza saflar arasında
kahramanca dövüşüyor iki eliyle tuttuğu kılıcıyla müşrikleri kırıp geçiriyordu.
İşte bu sırada Vahşi bir yolunu bularak Hz. Hamzaya bir mızrak fırlatarak
kanıma sapladı ve Hz. Hamza şehid oldu.
Fakat savaş bütün
hızıyla devam ediyor, müşrikler saf dışı kalıyor, Müslümanlar devamlı
ilerliyorlardı. Hz. Ali ve Ebu Dücanenin şiddetli saldırışları müşrikleri
yerinden oynatıyor onları perişan ediyordu.
Düşman artık nerdeyse
hezimete uğramıştı. Fakat henüz iş bitmiş değildi. Bu durumu gören
Müslümanların bazıları, düşmanın takibini bırakıp ganimet toplamaya başladı.
Ayrıca Peygamber efendimizin, "Yerinizden asla ayrılmayın." diye
tenbih" ettiği okçular da, düşmanın mağlup olmakta olduğunu görünce,
onlar da ganimet toplamak için yerlerini terkettiler. Başlarında bulunan Abdullah
b. Cübeyr onlara, Resulüllahın tenbihini hatırlattı ise de dinletemedi. Yanında
beş on kişi kaldı.
Okçulann yerlerini
terkettiklerini gören düşman süvarilerinin başı Halid b. Velid, bu durumdan
istifade ederek Müslümanları arkadan çevinnek için harekete geçti. Karşı koyan
az sayıdaki okçuları şehit ederek Müslümanları arkadan Çevirdiler. Düşman
Süvarileri, ganimetle meşgul bulunan Müslümanlara âni bir baskın yaptılar. İşte
bu sırada tam bir kargaşa ve panik başladı. Kimin kime vurduğu belli olmuyordu.
Bu kargaşa içinde Resulüllahın yanında on iki kişi kadar sahabi kalmıştı.
Müslümanlar, Peygamber efendimizin nerede olduğunu bilemez duruma gelmişlerdi.
Müslümanlar hem düşmanla vuruşuyor hem de Peygamberimizi arıyorlardı. Onu
gören Kâ'b b. Mâlik "Ey Müslümanlar Resulullah burada" diye
bağırmıştı. Bunun üzerine müşrikler bütün güçleriyle o tarafa doğru hücum
ettiler. Hz. AH ve arkadaşları da bütün güçleriyle Resulullahı koruyorlardı.
Bu arada Peygamberimiz, yüzünden ve dudağından yara almıştı. Bunun üzerine
sahabe, Resulüllahın etrafını sarmış, vücutlannı ona siper yapmışlardı.
Bilhassa Ebu Dücane, gelen oklara ve her türlü saldırıya karşı vücudunu siper
yapıyordu.
Peygamber efendimiz,
yanında bulunanlarla birlikte düşmanın hücumundan kurtulmak için bir tepeye
çıkmışlardı. Ebu Süfyan, Müslümanların oraya çıktıklarını görünce oraya da
hücum etmişse de Hz.Ömer ve diğer sahabilerin okla karşı koymaları sebebiyle
yaklaşamarmştır.
Ebu Süfyan da Uhut
dağının eteğinde, Peygamberimizin çıktığı tepenin karşısında bir tepeye
çıkmıştı. "Muhammed içinizde mi?" diye bağırmış cevap veren olmamış
"Ebubekir orada mı?" diye sormuş yince cevap alamamış "Ömer
aranızda mı?" diye ybağırmış yine cevap alamayınca "Demek ki bunların
hepsi Ölmüş" diye seslenmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bunların hepsi
buradadır ey Allanın düşmanı." diye cevap vermiştir. Kureyş ordusu,
ölülerini toplayıp gömdükten sonra, harp sahasını terkederek çekildi.
Müslümanlar, şehitlerini defnetmek için harp sahasına geldiklerinde gördükleri
manzara yürekler parçalayıcı idi. Kureyşli müşrikler Müslüman şehitlerin
kulaklarım ve burunlarını kesmişler, cesetleri parça parça etmişlerdi.
Peygamberimiz, amcası Hz. Hamzayı aramaya başladı. Onu bulunca yüreği
parçalandı. Kulakları, bumu kesilmiş karnı deşilmiş, ciğeri çıkarılmış bir
haldeydi. Bu durumu gören Peygamberimizin üzüntüsünü tarif etmek mümkün
değildi.
Müslümanlar
şehitlerini toplayıp defnettiler. Şehitlerin sayısı yetmiş kişiydi. Şehitleri
defnettikten sonra mahzun ve mükedder olarak Medineye döndüler.
Kureyş ordusu, Uhuttan
çekildikten sonra Revha ya gelmişti. Orada bu işi bitinTiek ve Medine üzerine
yürümek fikrinde olanlar vardı. Fakat bir yandan da onlar çekilirken,
Peygamberimizin emriyle Müslüman gözcüler, onların hareketlerini ve ne yapmak
istediklerini takibediyorlardı. Onların tekrar Medineye dönme niyetlerinin
anlaşılması üzerine, takibe karar verildi. Müslümanlar tekrar toparlandılar ve
düşmanı takibe başladılar. Kureyş ordusu Revha da bulunduğu sırada,
Müslümanların da Hamraül Esed'e geldikleri haberini aldılar ve Medineye
hücumdan vaz geçerek Mekkeye müteveccihen çekip gittiler. Böylece Müslümanlar
savaşı kazanmış olmadılarsa da sonunda tekrar üstünlğü ve nüfuzu elde ettiler. [239]
122- Hani
sizden iki topluluk nerdeyse bozguna uğrayacaktı. Halbuki Allah, onların
yardımcısıydı. Müminler sadece Allaha güvensinleh
Bir zaman sizden,
Harise oğullan ile Seleme oğullarından meydana gelen iki topluluk,
düşmanlarının karşısına dikilmekte geveşemeye ve Allahın Resulünü bırakıp
başarısızlığa uğramaya yüz tutmuşlardı. Fakat Allah onları korudu. Zira,
düşmanlarına karşı onun yardımcısı Allahtı. O halde müminler, bütün işlerinde
Allaha dayanıp ona güvensinler.
Buhari, Cabir b.
Abdullahin şöyle dediğini rivayet etmektedir.
"Bu âyet-i
kerime, iki topluluk oluşturan biz Harise oğullarıyla Seleme oğullan hakkında
nazil olmuştur. Bu âyetin bizler hakkında nazil olmayışı beni seyind irmezdi.
Çünkü âyetin devamında "Halbuki Allah her ikisinin de yardım-cısıdır"
buyurulmaktadır. [240]
123- Siz
güçsüz iken, şüphesiz ki Allah size Bedir savaşında yardım etti. Allahtan
korkun ki şükredesiniz.
Sizin sayınız az,
düşmanınızın sayısı da çok olduğu için sizler güçsüz iken, şüphesiz ki Allah,
Bedir savaşında düşmanlarınıza karşı size yardım etti. O halde Allaha itaat
ederek ve haramlarından kaçınarak ondan korkun ki size verdiği zafere karşılık
ona şükretmiş olasınız.
Bedir mevkiine bu adın
verilmesinin sebebi hususunda iki görüş zikredilmiştir. Şa'biye göre Bedire bu
adın verilmesinin sebebi, Cüheyne kabilesinden "Bedir" diye
adlandırılan bir adamın orada su kuyusu bulunmasındandır. Abdullah b. Cafer ve
Muhammed b. Salİhe göre ise Bedir o yere verilen addır. Herhangi bir kimsenin
adı değildir. [241]
Bedir, Medineye seksen
mil mesafede bulunan, Mekke ile Medine araş1 da bir yerin adıdır. Suriye ve
diğer kuzey memleketlerine giden kervan üzerinde bulunmaktadır. İşte Müslümanlarla
MekkeK müşrikler arasında ilk vaş burada olmuştur.
Kureyşlüer, Mekkeden
Medineye hicret eden miislümanlan orada da rahat bırakmak istemiyor, onları
ortadan kaldırmak için çare arıyorlardı. Bu sebeple Medinelilerden Hz.
Peygamberi ve Mekkeden gelen miislümanlan Medi-neden çıkarmalarını istiyor,
Medine yakınlanna kadar gelip hayvanlarına ve çobanlarına zarar veriyor onları
korkutup sindirmeye çalışıyorlardı.
Müşrikler ayrıca
Medineye karşı esaslı bir saldırıya geçmek için hazırlıklara başlamışlar ve bu
iş için maddi imkânlar temin etmek için de Ebu Süfyan başkanlığında Suriyeye
bir Ticaret Kervanı göndennişlerdi.
Peygamber efendimiz de
onların bu niyetlerini çok iyi bildiği için bu kervanın engellenmesi veya ona
el konması gerektiğini düşünüyordu. Kervanın otuz kırk kadar muhafızı
bulunuyordu. Peygamber efendimiz, Şamdan dönmekte olan bu kervanın
takibedilmesini emretmişti.
Diğer taraftan Ebu
Süfyan da Müslümanların, kervanı vuracakları haberini almış ve yardım istemek
için Mekkeye bir haberci göndermişti. Haberci Mekkeye varmış büyük bir
feryatla, kervanın Müslümanlar tarafından vurulacağı haberini vermişti.
Mekkeli müşrikler,
özellikle Ebu Cehilin teşvikleriyle bin kadar kişi toplayarak Mekkeden hareket
etmişlerdi.
Diğer taraftan
Peygamberimiz de, Ramazan ayının sekizinci gününde Medtneden, üç yüz küsur
ashabıyla çıkıp Bedirde kervanı yakalamak üzere hareket etti, Zafran vadisine
vardıklarında, Kureyşlilerin büyük bir ordu ile hareket ederek Medineye doğru
gelmekte olduklarını haber aldılar. Müslümanlar, aslında böyle bir orduyla
savaşmak için değil kervanı vurmak için çıkmışlardı.
Hz. Peygamber bu
durumda ashabıyla istişare etti ve onların bu yeni durum hakkındaki
fikirlerini Öğrenmek istedi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer fikirlerini söyleyerek
düşmanla karşı [aşılmasını teklif ettiler. Sonra Mikdat ayağa kalktı ve dedi
ki:"
- Ey Allahın Resulü,
Allanın emrettiği yolda devam et. Biz sana tabiyiz ve itaat ederiz. Biz,
İsraioğullannın Musaya dediği gibi: "Sen git de rabbinle birlikte savaş
biz burada oturacağız." demeyiz. Biz senin sağında solunda, Önünde arkanda
seninle beraberiz."
Peygamberimiz bundan
sonra Ensarın fikrini öğrenmek istedi. Çünkü o, Ensar iie, Akabe beyatlannda,
kendisini Medinede koruyacaklarına dair söz almış, Medine dışında cereyan
edebilecek bir savaş hali aralarında söz konusu olmamıştı. Bu sebeple onların
bu durumda ne düşündükleri önemliydi. Ensara hitaben:
- "Sizler
reyinizi söyleyiniz." Buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz şöyle konuştu:
- "Ey Allahın
Resulü biz sana inandık, Allah tarafından getirdiğin şeyin hak olduğunu kabul
ettik, sana tâbi olduk. Artık ne dilersen emrindeyiz. Seni gönderen Allah hakkı
için, eğer denize girsen, seninle beraber biz de gireriz, hiçbirimiz geri
kalmayız. Biz, düşmana karşı savaşmaktan çekinmeyiz, sabrederiz ve sadakattan
ayrılmayız. Allahtan dilerim ki, bizden memnun olacağın işler nasibetsin. Hemen
istediğini tarafa gidelim."
Peygamber efendimiz bu
sözlerden çok memnun oldu ve bu konuşmalar-, dan sonra Müşriklerle savaşmak
üzere Bedire doğru hareket ettiler.
Diğer taraftan Ebu
Süfyan, kervanın yolunu değiştirmiş, Bedire uğramadan deniz tarafını
takibederek kaçıp gitmişti.
Her iki ordu da Bedire
gelip yerlerini aldılar. Ancak Müslümanların tuttukları yer, kumsal ve
yürünmesi zor bir yerdi. Fakat o gece yağmur yağdı ve arazi sertleşti. Sulan
eksik olan müslümanlar sularını doldurdular. Allahın bir lütfü olarak yıkanıp
ihtiyaçlarını giderdiler. Müslümanlar Bedire gelinceye kadar çok yorulmuşlardı
ve uykusuz kalmışlardı. Düşmanın sayısı kendilerinden çok fazlaydı. Bu
halleriyle savaşacak durumda değillerdi. Normalde bu halet-i Ruhiye içinde
bulunan insan, uyuyamaz, sıkıntı ve endişeden kurtulmaz. Ancak Allah tarafından
bir iütuf olmak üzere, o gece İslam ordusu endişesiz bir şekilde yatıp sabaha
kadar çok rahat bir uyku uyudu. Ertesi sabah maneviyattan çok yüksek ve dinç
olarak uyandılar.
Müşriklerin sayıları
çoktu, fakat savaşma azmi bakımından aralannda bir fikir birliği yoktu.
BazıJan: "Nasıl olsa kervan kurtuldu artık niçin savaşalım?" diyor.
Bir kısmı, Müslümanlar içinde bulunan akrabalarına karşı savaşmak istemiyor
bir kısmı da Müslümanlara yapılanın, haksızlık olduğuna inanıyordu.
Fakat Ebu Cehil ve
onun gibi düşünenler tehdit ve tahrikleriyle müşrikleri savaşa razı ettiler.
Artık savaş kaçınılmazdı ve her an başlamak üzereydi.
Beri tarafta
Resululîah (s.a.v.) Cenab-ı Hakka yalvanyor ve diyordu ki:
- Ya rabbi, bana
vaadettiğin yardımı lütfet. Ya rabbi, bu bir avuç Muvah-hit bugün yok olursa,
yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."
Hz. Ebubekir
Resulullahın bu şekilde dua ve yalvarışları karşsında dedi ki
- Ya Resululîah, duan
arşı titretti. Allah, vaadini elbette yerine getirecek."
Bu manzara ashabı
heyecana getirdi, hepsinin gözlerinden yaşlar boşandı. Peygamberimiz o anda şu
âyeti okudu: "Bütün bu toplananlar hezimete uğrayıp
dağılacaklar ve kaçacaklardır. [242]
Her iki taraf savaş
durumuna girmişti. Savaş önce mübareze uzulüyle başladı. Müşriklerden Âmir-i
Hadrami ortaya çıktı. Öldürülen akrabasının intikamını almak istiyordu. Ona
karşı Müslümanlardan, Hz. Ömerin azadh kölesi Mihca çıktı ve şehid oldu. Sonra
müşriklerden Esved çıktı ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve Esvedi bir hamlede
yere serdi. Sonra onun ardından ortaya çıkan Şeybeyi de yine Hz. Hamza öldürdü.
Müşriklerden Utbenin oğlu Velidi de Hz. Ali öldürdü. Durum bu şekilde
Müslümanların üstünlüğü ile devam ederken birden her iki taraf birbirine girdi
ve umumi bir çatışma başladı. Ramazan ayının on yedisi, günlerden Cuma idi.
Bedir meydanında toz duman göklere yükseliyor kılıç şakırtıları ve cenk
naraları etrafı inletiyordu.
Kureyşli müşrikler
sayıca çok, hazırlık bakımından da üstün oldukları için daha başlangıçta zaferden
emin idiler. Fakat maddi hazırlıktan daha önemlisi, manevi güçtü ve imandı.
Müşrikler işte bu hususu hesap edememişlerdi.
Çok şiddetli cereyan
eden çarpışmalar sonunda müşrikler mağlup oldular. Ebu Cehil dahil olmak üzere
reislerini, ileri gelenlerini kaybettiler. Perişan oldular. "Bedire varıp
orada içkiler içip kadınlar oynatarak herkese gücümüzü göstermeden geri
dönmem" diyen Ebu Cehile, Bedir toprakları mezar olmuştu. Hatta kendisine
bir mezar bile nasibolmamişü. Çünkü sonunda müşrik ölüleri toplanıp bir kuyuya
doldurulmuşlardı.
Savaş, Müslümanların
çok açık ve kesin zaferiyle sona ermişti.
Bu savaşta Kureyşten
yetmiş kişi ölmüş Müslümanlar da on dört şehit vermişlerdi. Bu savaşın
teferruatı, incelikleri, hikmetleri ve İslâm tarihindeki büyük önemi Siyer ve
Mağazi kitaplarından okunmalıdır. [243]
124- O zaman
sen, müminlere: "Rabbinizin, gökten idrilîmiş üç bin melekle size yardım
etmesi yetmez mi?
Ey Muhammed, sen o
Bedir savaşı sırasında müminlere şöyle diyordun: "Düşmanlarınıza karşı savaşmaları
için, rabbinizin gökten size yardımcı olarak üç bin melek göndermesi yetmez
mi?" [244]
125- Evet,
şayet sabreder Allahtan korkarsamz ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize
gelirlerse rabbiniz,
özel işaretleri
bulunan beş bin melekle size yardım eder.
Şayet düşmanlarınıza
karşı sabreder ve Allahtan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda
üzerinize gelirlerse rabbiniz, özel işaretleri bulunan beş bin melekle size
yardım eder.
Müfessirler, müminleri
dektekleyecekleri bildirilen meleklerin hangi savaşta gelip destek
vereceklerinin vaadedildiği ve bu vaadin şartlarının tahakkuk edip etmediği,
bu nedenle de meleklerin, fiilen yardıma gelip gelmedikleri hususunda çeşitli
görüşler zikretmişlerdir.
a- Âmir
eş-Şa'b'ye göre Allah teala, meleklerin, müminlere destek için geleceklerini
Bedir savaşında vaadetmiştir. Ancak meleklerin gelmeleri için düşmanların,
Müslümanların üzerine üst taraftan saldınnalanni şait koşmuştur. Düşmanları
böyle bir saldırıda bulunmadığından, melekler de fiilen müslüman-lann yardımına
gelmemişlerdir.
Bu hususta Âmirin
şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Bedir savaşında müslümanlara,
Kürz b. Cabir el-Muharibin, müşriklere yardım edeceği haberi ulaştı. Bu,
müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine, âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi,
Allah tealanın, üç bin melekle, hatta sabrederlerse beş bin melekle
müslümanları destekleyeceği bildirildi. Fakat Kürz'e, müşriklerin mağlup oldukları
haberi ulaştı. Kürz de müşrikleri desteklemedi. Allah teala da vaadinde beyan
ettiği, düşmanın üzerlerine gelme şartı gerçekleşmediğinden müminleri beş bin
melekle desteklemedi.
b- Malik b.
Rebia, Abdullah b. Abbas, Ebu Davud el-Mazini, Resululla-hın azadlı kölesi Ebu
Rafı ve Katadeye göre de Allah teala, müminleri melek-leklerle destekleyeceğini
Bedir savaşında bildirmiştir. Müminler de sabretmişler, Allah tealadan
korkmuşlar, Allah teala da onlan vaadettiği gibi fiilen meleklerle
desteklemiştir. Bu hususta, Malik b. Rebianın, gözlerini kaybettikten sonra
şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Şayet ben, bu anda sizinle Bedire
gitsey-dim ve gözlerim de görüyor olsaydı meleklerin hangi vadiden çıkıp
geldiklerini,hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim. [245]
Abdullah b. Abbas da
Gifar oğullarından bir kişinin kendisine şunları anlattığını rivayet etmiştir:
"Ben, amcamın oğlu ile birlikte gidip Bedir vadisine bakan bir dağın
üzerine çıktık. Biz o zaman müşriktik. Felaketin kimin başına geleceğini
gözlüyor ve neticede, yağma yapacaklarla birlikte yağmalamak istiyorduk. Biz,
dağın başında bulunduğumuz sırada bize aniden bir bulut yaklaştı. Bulutun
içinden at solumaları işittik. Bir kişinin de atına "Haydi Hayzum
(Ceb-railin atının adı) dediğini duyduk. Bunun üzerine amcamın oğlunun
(korkudan). ödü patladı ve orada öldü. Ben de neredeyse helak olacaktım.
Kendime zorla hakim oldum, [246]
Abdullah b. Abbas
demiştir ki: "Melekler, Bedir savaşının yapıldığı günün dışındaki
herhangi bir günde savaşmamışlardır. Bedir savaşının dışındaki günlerde
melekler, müslumanların sadece sayılanın çoğaltmak için onlara katılıyor ve
onlara destek oluyorlar fakat fiilen vuruşmaya katılmıyorlardı. [247]
Bedir savaşına katılan
Ebu Davud el-Mazeni diyor ki: "Ben, Bedir savaşında, boynunu vurmak için
bir adamı kovalıyordum. Henüz kılıcım ona dokunmadan, başının önüme düştüğünü
gördüm. Böylece anladım ki, onu ben değil başka birisi öldürdü. [248]
Resulullahın azadlı
kölesi Ebu Rafi diyor ki: "Ben, Abdulmuttalibin oğlu Abbasın kölesi idim.
Bizim eve İslam ginnişti. Abbas da karısı Ümmi Fadl da ben de müslüman
olmuştuk. Abbas, kavminden korkuyor ve onlara karşı çıkmak istemiyordu. Bu
nedenle de müslüman olduğunu gizliyordu. Abbas, kavmine ödünç verdiği bir çok
mala sahipti. Ebu Leheb, Bedir Savaşına katılmamış, yerine Hişamın oğlu
ei-Asi'yi göndermişti. Savaşa gitmeyenler, yerlerine bu şekilde başkalarını
gönderiyorlardi. Bu nedenle savaşa katılmayan herkes yerine bir adam
göndermişti. Ebu Leheb'e, Bedir'de Kureyşin mağlup olduğu haberi ulaşınca Allah
onu zelil düşürdü ve rüsvay etti. Biz ise, kendimizi güçlü ve aziz hissetmeye
başladık. Ben, bünyesi zayıf bir kişiydim. Zemzem odasında ok yapıyordum:
Allaha yemin olsun ki yine bir gün ben, o odada oturmuş oklar yapıyordum.
Yanımda da Ürnmü Fadl oturuyordu. Biz, gelen haberlerden dolayı sevinçliydik.
O sırada Ebu Leheb şerli bir şekilde çıkageldi. Odanın yanında oturdu. Sırtını
benim sırtıma dönmüştü. Bu şekilde otururken halktan bazıları "İşte Ebu
Süfyan b. el-Haris b. Abdulmuttalib geldi." dediler. Bunun üzerine Ebu Leheb
"Hele buraya gel. Hayatım hakkı için gerçek haberler sendedir." dedi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan b. el-Haris gelip Ebu Lehebin yanına oturdu. Halk
başlarına toplanmıştı. Ebu Leheb "Yeğenim söyle bana, mesele nasıl
oldu?" dedi. Ebu Süfyan b. el-Haris de şöyle cevap verdi. "Vallahi
biz o insanlarla karşılaştık. Sanki onlar bizim omuzumuza binmişlerdi. Bizi
diledikleri yerlere sürüp götürüyorlar ve bizlerden dilediklerini de esir
alıyorlardı. Alîaha yemin olsun ki böyle olduğu halde içimizden hiçbirini
kınamadım. Zira bizler, gökle yer arasını dolduran alaca atlar üzerinde bulunan
beyaz tenli adamlarla karşılaştık. Vallahi bunlar hiçbir şey bırakmıyorlar,
hiçbir şey de bunlara karşı gelmiyordu." dedi. Ebu Rafı diyor ki:
"Bunun üzerine dayanamayıp odanın perdesini kaldırarak dedim ki:
"Vallahi .bunlar meleklerdir. [249]
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Bedir savaşında
(Babamı) kendisine "Ebul Yeser" adı verilen, Kâ'b. b. Amr esir
almıştı. Resulullah, Kâ'ba "Ey Ebul Yeser, sen bunu nasıl esir alabildin?"
dedi. (Zira Ebul Yeser kısa boylu Abbas ise iri yarı birisiydi) Ebul Yeser de
"Buna karşı bana daha önce ve daha sonra kendisini hiç görmediğim bir adam
yardım etti. Onun şekli şöyle ve şöyle idi." dedi. Bunun üzerine Resulullah
"Şüphesiz ki ona karşı sana yüce bir melek yardım etti." buyurdu[250]
Bedirde müslümanları
destekleyen meleklerin sayısı hakkında Katadenin şunlafı söylediği rivayet
edilmektedir. "Önce müslümanlara yardım olarak bin melek gönderildi. Sonra
onların sayısı üç bine çıkarıldı. Daha sonra da beş bine çıkarıldı. Evet,
Allah, müslümanlara Bedirde beş bin meleği yardımcı olarak gönderdi.
c Abdullah
b. Ebi Evfaya göre ise Allah teala müminleri, meleklerle destekleyeceğini
Bedir savaşında vaad etmiş ancak, Allaha itaatte, düşmanlarına karşı savaşta
sabretmeleri ve Allanın haram kıldığı şeylerden kaçınmaları halinde,
meleklerin, her savaşta kendilerini destekleyeceklerini bildirmiştir. Ancak
müslümanlar. Allanın istediği böyle bir sabn ve takvayı sadece Hendek savaşında
göstermişler, Allah da onları, Hendek savaşından sonra Beni Kureyza
Yahudilerini kuşatmasında meleklerle desteklemiştir. Bu hususta, Abdullah b.
Ebi Evfanın, şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Biz, Kureyza ve Nadr
oğullan Yahudilerini Allanın dilediği kadar kuşatma altında tuttuk. Bize fetih
ihsan edilmedi. Geri döndük. Resulullah, evinde başını yıkamak isterken
Cebrail ona geldi ve "Ey Muhammed, siz silahı bıraktınız ama, melekler
teçhizatlarını bırakmadılar." dedi. Resulullah bir parça bez isteyip
başına sardı. O, başını yıkayıp bitirmemişti. Sonra bizi, tekrar silah başına
çağırdı. Bizler, yılmış vaziyette, belli olmayan bir maksat için gidiyonnuş
gibi, Kureyza ve Nadr oğullarına doğru çıkıp gittik. İşte o gün, Aziz ve Celil
olan Allah, bizlere destek olarak üç bin melek gönderdi ve bize, fethi ihsan
etti. Biz de Allanın bize lütfettiği nimet ve üstünlükle geri döndük.
d- Dehhak,
İbn-i Zeyd ve İkrimeye göre ise, Allah teala, müminleri Bedir savaşında bin
kadar melekle desteklemiştir. Nitekim bu hususta bir âyet-i kerimede şö'yle
Duyurulmuştur: "Hani bir zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o:
"Ben size peşpeşe bin melekle yardım edeceğim" diye dileğinizi kabul
etmişti. [251] Buna mukabiMJhut
savaşında da sabrettikleri ve Allahtan korktukları takdirde, müminleri üç bin
melekle, hatta beş bin melekle destekleyeceğini vaadetmiş fa*kat müminler bu
savaşta sabretmedikleri ve takvaya uygun davranmadıklarından dolayı Allah da
onları meleklerle desteklememiştir."
Taberi diyor ki:
"bu konuda şöyle denilmesi daha isabetlidir." "Allah teala bu
âyetlerde, Peygamberine emretmiştir ki, o, müminlere desin ki:
"Rabbini-zin sizi üç bin melekle desteklemesi size yetmez mi?" Şayet
sabreder ve Allahtan korkarsanız, Allah sizi beş bin melekle desteklemiş
olacaktır.
Taberi devamla diyor
ki: "Âyetlerin bu ifadelerinde müminlerin üç bin veya beş bin melekle
desteklenip desteklenmediklerini ortaya koyan bir delil yoktur. İhtimaldir ki
bir kısım ravilerin izah ettikleri gibi, Allah, müminleri, meleklerle fiilen
desteklemiştir. Yine muhtemeldir ki başka bir kısım ravilerin zikrettikleri
gibi Allah müminleri meleklerle fiilen desteklememiştir. Müminlerin üç veya beş
bin melekle desteklendiğini beyan eden sahih bir haber sabit değildir. Bu
bakımdan bu konuda delilsiz konuşmak caiz olmadığından iki görüşleri birini
kabul etmek mümkün değildir. Buna mukabil, Allah tealanın müminleri Bedir
savaşında bin melekle desteklendiği şu âyet-i kerimede sabittir. "Hani bir
zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o, "Ben size peşpeşe bin melekle
yadım edeceğim." diye dileğinizi kabul etmişti. [252]
Uhut savaşma gelince
onda müminlerin, melekler tarafından desteklendiğini söylemektense
desteklenmediğini söylemek daha evladır. Zira melekler tarafından desteklenmiş
olsalardı kesin bir galibiyet elde ederlerdi.
Âyet-i kerimede,
müminlere, yardımcı olarak gelecekleri vaad edilen meleklerin işaretli
olacakları zikredilmiştir. Meleklerin işaretlerinin ne okluğu hususunda farklı
görüşler zikredilmiştir.
Ebu Üseyd ve Abdullah
b. Zübeyrden nakledilen bir görüşe göre meleklerin nişaneleri, ucunu arkaya
doğru sarkıttıkları san renkli sarıklardır. Zübeyrin sangı da bu renkte idi.
Mücahide göre ise
meleklerin atlarının kuyrukları kısaltılmış, yeleleri yünle veya karmızı yünle
süslenmişti. Yine Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, meleklerin
atlarının yeleleri kısaltılmış, kakül ve kuyrukları ise yünlerle süslenmiştir.
Reb' b. Enese göre,
meleklerin atları alaca renkli idi,
Katade, Dehhak ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Meleklerin nişaneleri,
atlarının yünlerle süslenmiş olmasdır.
İkrirniye göre ise, meleklerin
işaretleri, savaş kıyafetinde olmalarıdır.
Hz, AH (r.a.) dan
rivayet edildiğine göre ise, beyaz renkli yün elbiseler giyerek ve beyaz yeleli
atlara binerek geldikleri söylenmektedir. Ebu Hureyre-den nakledildiğine göre
de, melekler kırmızı yün elbiseler giyerek gelmişlerdir. Daha başka
rivayetlerde de çeşitli renk ve elbiselerle işaretlenmiş olarak geldikleri
söylenmektedir. Belki de her mücahid bunları başka başka renklerde görmüştür.
Allah teala,
müminlerin, düşmanların saldırılarına manız kaldıklarında sabretmeleri halinde
onlara melekleri yardımcı göndereceğini vaadetmektedir. Bundan sonra da bu
şartların tahakkuku halinde yardım edeceği ümit edilir. Yeter ki müminler,
Allah düşmanları karşısında sabretsin, can ve mallarını o yokla
feta etmeye hazır
olsunlar. [253]
126- Allah
bu yardımı size sadece bir müjde olsun ve kalbiniz huzura kavuşsun diye yaptı.
Zafer ancak her şeye
galip, hüküm ve hikmet
sahibi olan Allah ta
rafından dır.
Allah, meleklerle size
yardım edeceği vaadini sadece bir müjde olsun ve kalbleriniz huzura kavuşup
sükuna erişsin diye yaptı. Düşmanınıza karşı muzaffer olmak, sayı ve mühimmat
çokluğu ile değil ancak Allah katından olan yardım iledir. Çünkü zafer ancak,
her şeye galip olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. O halde
sadece Allaha güvenin, ondan yardım isteyin. Sayının çokluğuna aldanmayın. Zira
zafer sayı ile değil ancak Allanın yardımı iledir. [254]
127- Böylece
Allah, kâfirlerden bir bölümünün kökünü kessin veya onları rüsvay etsin de
ümitsiz olarak geri dönsünler.
Allah size Bedir
savaşında yardım etti ki böylece, kâfirlerden bir topluluğun kökünü kurutsun
veya onları, size karşı galip gelmekten ümitsizliğe düşürerek rüsvay etsin de
ümitsiz bir şekilde çekilip gitsinler.
Süddi, bu âyeti Bedir
savaşına değil Uhut savaşına yorumlamış ve âyetin, orada öldürülen on sekiz
müşrik'e işaret ettiğini söylemiştir. [255]
128- Senin
elinde bir şey yoktur. Allah ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azap
eder. Çünkü onlar zalimdirler.
Ey Muhammed, kulların
işi hususunda senin elinde bir şey yoktur. Onların işi Allaha aittir.
Aralarında dilediği hükmü verir. Dilerse onların tevbelerini kabul eder veya
onlara azabeder. Çünkü onlar, azaba layık olan zalimlerdir.
Enes b. Malik, Hasan-ı
Basri, Katade, Rebi' b. Enes, Miksem ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir
görüşe göre bu âyet-i kerime, Resulullahın Uhut savaşında yüzünün yaralanması
ve dişinin kırılması sebebiyle, müşriklerin iman edeceklerinden ümit keserek şu
hadis-i şerifini buyurması üzerine nazil olmuştur: "Bu hususta Enes b.
Malik diyor ki: "Resulullahın yüzü yaralandı, ön dişi kırıldı. Omuzuna bir
ok isabet etmişti. Öyle ki yüzünden kan akmaya başlamıştı. Resulullah yüzünü
siliyor ve şöyle diyordu. "Kendilerini Allaha davet eden Peygamberlerine
bunu yapan bir ümmet nasıl iflah olabilir?" İşte bunun üzerine Allah teala
"Senin elinde bir şey yoktur. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder
veya onlara azabeder. Çünkü onlar zalimlerdir." âyetini indirdi.
Abdullah b. Ömer, Ebu
Hureyre ve Ebubekir b. Abdurrahmana göre ise bu âyetin nüzul sebebi,
Resulullahın bir kısım insanlar aleyhine bedduada bulunmasıdır. Bu hususta
Abdullah b. Ömer diyor ki:
"Resulullah, Uhut
savaşında "Ey Allahim, sen Ebu Süfyana lanet et . ""Ey Allanın,
sen, Haris b. Hişama lanet et," Ey AUahım sen. Safvan b. Ümey-yeye lanet
et." dedi. Bunun üzerine "Senin elinde bir şey yoktur. Allah ya onların
tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlara zalimdirler."
âyetini indirdi. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü onlara daha sonra
miislüman oldular ve müslümanlıklannı güzel yaptılar. [256]
Bu hususta, Ebu
Hureyre de diyor ki:
"Kesulullah, bir
kişinin aleyhine veya lehine dua etmek istediğinde, rüku-dan sonra, kunut
şeklinde dua ededi. Resulullah, eledikten sonra şöyle derdi: "Ey Allahım,
hamd sana aittir. Ey AUahım, sen, Ve-lİdin oğlu Velidi, Hişamın oğlu Selemeyi,
Ebi Rebianın oğlu Ayyaşı kurtar. Ey Allahım sen Mudar kabilesine baskı yapmayı
artır. Sen onların yıllarını, Yusufun yıllan gibi kıtlık yılları kıl. "Ebu
Hureyre diyor ki: "Resulullah bu duayı açıktan yapardı. Bazı sabah
namazlarında da Arapların bazı kabilelerini kastederek "Ey Allahım, filan
ve filana lanet et." derdi. Nihayet Allah teala "Senin elinde bir şey
yoktur.." âyetini indirdi[257]
129-
Göklerde ve ycr(fc ne varsa hepsi Allahindar. O, dilediğini bağışlar,
dilediğine de azabeder. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.
Ey Muhammed, senin
elinde bir şey yoktur. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allaha
aittir. O, yarattıklarından dilediğinin tevbesini kabul edip onu bağışlar ve
dilediğini de cezalandırıp ona azabeder. Allah, günahları çokça affeden ve
kullarına çokça merhametli davranandır. [258]
130- Ey iman
edenler, kat kat afiz yemeyin. Allahtan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
Ey iman edenler,
cahiliye döneminde birbirinizden kat kat faiz aldığınız gibi müslüman olduktan
sonra da faizle muamele yapmayın. Allahtan korkun ki kurtuluşa erip Allanın
azabından kurallasınız.
Cahiliye döneminde,
borcun ödeme vadesi gelince faizci, borçluya şöyle derdi: Ya borcunu ödersin
veya faiz iki kat artarak alacağın vadesi uzatılmış olur. "Bu yolla her
yıl faizler artıyor ve alacaklar her sene bir misli daha fazlala-şıyordu.
Ayet-i kerime, faizli muamelenin yasak olduğunu bildiriyor ve cahiliye
teamülünden olan bu çirkin muameleyi kaldırıyor. [259]
131-
Kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşinden sakının,
Allah teala, faizin yasak olduğunu beyan
ettikten sonra "Ey iman edenler, Allanın, kendisini inkâr edenler için
hazırladığı o cehennem ateşinden korkun." buyuruyor. Böylece faizcilerin,
Allahtan korkup bu huylarından vaz geçmedikleri takdirde, aslında kâfirler
için hazırlanmış olan cehennem ateşine onların da gireceklerini beyan
etmektedir. [260]
132- Allaha
ve Peygamberine itaat edin ki merhamet olunasıniz.
Allanın size yasaklamış
olduğu faizi terkedip bu hususlarda Allaha ve Peygamberine itaat edin ki size
merhamet edilsin ve böylece azaba uğratılmaya-sınız.
İbn-i İshak bu âyet-i
kerimenin, Unut savaşında Resulullahın emrini dinlemeyen sahabilere sitemde
bulunduğunu söylemiştir. [261]
133-
Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. O
cennet, Allahtan korkanlar için hazırlanmıştır.
Günahlarınızı örtmeyi
ve affettinneyi gerektiren amellere ve genişliği yedi gök ve yer kadar olan
cennete koşuşun. O cennet. Allanın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan
takva sahipleri için hazırlanmıştır.
* Rivayet edilir ki
"Roma İmparatoru Herakliyüs, Peygamber efendimiz (s.a.v.) e mektup yazarak
şöyle demiştir: "Sen beni, genişliği göklerle yer kadar olan cennete davet
ediyorsun. Acaba cehennem nerede?" Bunun üzerine Resulullah efendimiz
şöyle buyurmuştun "Sübhanallah, gündüz geldiğinde gece nerede olur? [262]
Resulullah (s.a.v.) bu
sözüyle şunu kastetmiştir: "Bizim gündüzleyin geceyi görmeyişimiz, onun
yokluğunu gerektimıez. O, Allanın dilediği yerdedir."
Aslında âyet-i kerime,
cennetin genişliğini, insanların aklına yaklaştırmak için, göklerle yerin
genişliğini bir misal olarak zirketmiştir. Yoksa cennetin gerçek genişliğinin
ne kadar olduğunu ancak Allah bilir. [263]
134- O takva
sahibi olanlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar. Öfkelerini
yenenler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah, iyilik yapanları sever.
O takva sahipleri,
bolluk zamanlarında da sıkıntı ve darlık zamanlarında da mallarım Allah yolunda
harcarlar. Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler. İnsanların kusurlarını
bağışlarlar. Allah, iyilikte bulunanları sever.
Ayet-i kerimede, takva
sahiplerinin üç sıfatı zikredilmektedir. Bunlardan birincisi cömertliktir. Bu
hususta Peygamber efendimizden şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir:
"Cömert insan
Allaha yakındır, cennete yakındır insanlara yakındır. Cehennemden ise uzaktır.
Cimri kişi ise Allahtan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır.
Cehenneme ise yakındır. Muhakkak ki Cömert olan cahil kişi, Allaha, âbid olan
bir cimriden daha sevimlidir. [264]
Bu sıfatlardan
ikincisi: Öfkeyi yenme sıfatıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu hususta da
şöyle buyurmaktadır:
"Sizler,
içinizden kimi kahraman sayarsınız?" Sahabiler "Kimsenin yenemediği
kişiyi." dediler. Resulullah "Kahraman bu değil, kızdığı zaman öfkesini
yenendir. [265]
Üçüncüsü ise
başkalarının küsurunu bağışlama sıfatıdır. Resulullah efendimiz bu hususta da
şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir sadaka,
malı eksiltmez. Allah, başkasını affeden kulun, mutlaka şerefini artırır.
Allah, kendi rızası için alçak gönüllü davranan bir kulun ise derecesini
mutlaka yükseltir. [266]
135- Onlar,
bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allahı
hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allahtan
başka kim bağışlar? Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler.
Onlar, bir hayasızlık
yaptıklarında veya Allaha isyan edip cezayı hak ederek kendilerine
zulmettiklerinde, işledikleri günaha dair Allahm tehdidini hemen hatırlarlar.
Rablerinden, günahlarının bağışlanmasını, cezaya uğratılma-malannı dilerler.
Allahtan başka günahları kim bağışlar ki?
Onlar, işlemiş
oldukları günahlarda Allahm kendilerini cezalandıracağını bile bile ısrar
etmezler. Bilakis tevbe eder ve affedilmelerini isterler.
Bu âyet-i kerimede de
takva sahiplerinin, bir günah işlemeleri halinde hemen tevbe ederek Allahtan,
bağışlanmalarını istedikleri ve günahlarında ısrar
etmedikleri beyan edilmektedir.
Resullah (s.a.v.)
buyurmaktadır ki:
"Ey insanlar,
Allaha tevbe edin. Zira ben ona günde yüz kere tevbe ediyorum. [267]
Âyette zikredilen ve
"Hayasızlık" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı
"Çirkin amel ve Allahın izni dışında yapılan işler"dir.
Cabİr b. Abdullah ye Süddiye
göre burada zikredilen kelimesinden maksat, zina etmektir.
Ata b. Ebi Rebah ve
Abdullah b. Mes'uda göre bu âyet-i kerime müslü-manlara, günahların affedilmesi
hususunda İsraioğullarına tanınan imkândan daha büyük bir imkânın tanındığını
beyan etmek için idrilmiştir. Zira İsraioğul-lan günah işledikleri zaman,
sabahleyin kapılarına, işledikleri günah ve keffareti yazılırdı. îsrailoğullan,
kendilerinden istenen keffareti yerine getirerek günahlarını affetirme
imkânına sahib oluyarlardı. Halbuki, müslümanlarm, günahlarını affettirmeleri,
sadece dilleriyle, rablerinden af dilemeleri şeklinde olmaktadır. İşte âyet-i
kerime, müslümanlara verilen bu özelliği beyan etmektedir.
Tevbe edilerek
günahların affını dileme hususunda:
Hz. Alinin şunları
söylediği rivayet edilmektedir. "Bana, herhangi bir
kimse Resulullahtan bir şeyi anlattığında
ben ona, anlattığını, Resulullahtan duyduğuna dair yemin ettirirdim. Yemin
ederse ona inanırdım. Ebubekir bana dedi ki: (O doğru söylerdi:) "Ben,
ResuluIIahın şöyle dediğini işittim: "Hiçbir adam yoktur ki, bir günah
işlesin sonra da kalkıp temizlensin, namaz kılsın. Daha sonra da, Allahtan
kendisini affetmesini istesin de Allah da onu affetmesin." Sonra da
Resulullah "Onlar, bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri
zaman Aüahı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler."
âyetini okudu. [268]
Âyet-i kerimede
"Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." buyrul-maktadır.
Katadeye göre bu
ifadeden maksat, "Yaptıkları günahta devam etmezler. Ondan vaz geçip
Allahtan affedilmelerini dilerler." demektir.
Hasan-ı Basri ve
Mücahide göre bu ifadeden maksat, "Günah işlemeyi kasteder fakat onu
işlemezler." demektir. Bunlara göre bir günahı fiilen işleyen, onda ısrar
etmiş sayılır.
Süddiye göre ise
"Günahta israr"dan maksat, günah işledikten sonra tevbe etmemek ve
susup kalmaktır.
Taberiye göre, tercihe
şayan olan görüşün, "Günahta ısrar etmekt"en maksadın "Günah
işlemeye devem etmek"tir. Diyen veya "İşlenen günahtan tevbe
etmemektir" diyen görüşlerdir. Günah işlemeyi kastedip sonra da fiilen
günah işlemeyi "günahta ısrar" saymanın bir mânâsı yoktur. Zira günah
işlemeyene "Günahkâr" denilmez. Ta ki, onu işleyene, "Günahında
ısrar eden" densin. Nitekim bu hususta:
Peygamber efendimiz
buyurmuştur ki: "Af dileyen, ısrar etmiş sayılmaz. O günahı bir günde
yetmiş kere işlemiş dahi olsa. [269]
136- İşte
bunların mükâfaalı, rablcri tarafından bağışlanmak, altlarından ırmaklar akan
ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfaatı ne
güzeldir.
İşte sıfatlan
zikredilen bu insanların itaatjarıha karşı sevap ve mükâfaatlan, rableri
tarafından günahlarının affedilip cezalarının kaldırılması ve altlarından
ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennete girmeleridir. Allah
için çalışanlara bu cennetler ne güzel bir mükûfaattır. [270]
137- Sizden
önce de Allahın nice kanunları gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da
yalanlayanların hali nice olmuş bir görün.
Ey Muhammed ümmeti,
sizden Önce nice ümmetlerin olayları gelip geçmiştir. Onların yurtlarında
gezip dolaşın. Peygamberlerini yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğunu
bir görün. Helak olmuş ve hüsrana uğratılmışlardır.
Ey müminler, sizler
Uhut savaşında galip gelmeyişinize üzülmeyin Zira bu, kâfirlere bir mühlet
vermedir. Onların akıbeti de Nuh, Lut ve Salih kavimleri gibi geçmiş
ümmetlerin akıbetine benzeyecektir." Görüldüğü gibi, bu âyet-i kerime,
Uhut savaşında müşriklere galip gelemeyen müslümanlan teselli etmekte ve
müşriklerin akıbetlerinin kötü olacağını bildirmektedir. [271]
138- Bu,
insanlara bir açıklama ve AHahtan korkanlar için bir hidayet rehberi ve
öğüttür.
Size beyan ettiğim bu
şey, insanlara bir açıklama, hak yolu gösterme, takva sahiplerine de bir öğüt
ve hatırlatmadır.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimeyi iki şekilde izah etmişlerdir:
Hasan-ı Basri ve Rebi'
b. Enese göre buradaki ism-i işaretten maksat, Ku-ran-ı Kerimdir. Buna göre de
âyetin mânâsı şöyledir "Bu Kur"an, insanlar için, hükümleri ve
geçmişteki hadiseleri açıklayan bir rehber, takva sahipleri için ise
doğru yolu gösteren bir kılavuz ve bir
öğüttür."
İbri-İ İshaka göre
İse, buradaki ism-i işaretten maksat, yukarıda zikredilen meselelerdir. Buna
göre ayetin mânâsı şöyledir: "Ey müminler, size izah ettiğim bu husus ta,
insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için ise, hak yola ileten bir
rehber ve bir öğüttür."
Taberi, bu son izah
şeklini tercih etmiştir. [272]
139-
Müminler, geveşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız en üstün sizsiniz.
Ey iman edenler,
gevşemeyin, Uhut savaşında verdiğiniz kayıplardan dolayı sızlanmayın. Eğer
size vadettiği hususlarda Muhammede inanıyorsanız bilin ki sonunda galip
gelecek olan sizlersiniz.
Allah teala bu âyet-i
kerimede müminleri, Uhut savaşında verdikleri kayıplardan dolayı teselli
etmekte, en sonunda yine onların galip geleceklerini haber vermektedir.
Bu hususta İbn-i
Cüreyc diyor ki: "Resulullahın sahâbileri Uhut vadisinde yenilgiye
uğradılar. Onlar birbirlerine "Filan ne yaptı, falan ne yaptı? dediler.
Birbirlerine ölenleri bildirdiler. Ve Resulullahın öldürüldüğünü de
birbirlerine anlattılar. Bu sebeple büyük bir üzüntü içine düştüler. Onlar bu
hakleyken Halid b. Veîid, müşriklerin süvarileriyle birlikte Uhut dağının
üstüne çıktı. Müslümanlar ise dağın eteğinde idiler. O sırada müslümanlar,
Resulullahın sağ olduğunu gördüler ve çok sevindiler. Resuîullah, Allaha dua
ederek "Ey Allahim bizim senden başka hiçbir gücümüz yoktur. Bu beldede
şu topluluk dışında sana kulluk edecek hiçbir kimse de yoktur." dedi.
Bunun üzerine müslümanların okçularından bir topluluk harekete geçip dağa
çıktılar. Müşriklerin süvarilerine ok attılar. Böylece Allah onları mağlup etti
ve dağın üstüne müslümanlar çıkmış oldular;İşte ayet-i kerimenin "Eğer
inanıyorsanız en üstünsünüz" bölümü bu olaya işaret etmektedir.
Abdullah b. Abbas da
diyor ki: "Halid b. Velid Uhut dağının üzerine çıkmaya yöneldi.
Resulullaha da "Ey Allahim, bizim üst tarafımıza onlar çıkmasın."
diye dua etti. İşte bunun üzerine Allah teala "Müminler, gevşemeyin, üzülmeyin.
Eğer iman ediyorsanız, en üstün sizlersiniz." âyetini indirdi. [273]
140- Eğer
siz, bir yara almışsanız, aynı yarayı düşmanlarınız olan topluluk ta almıştır.
Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviriz ki Allah, iman edenleri
belirtsin. İçinizden şahitler meydana çıkarsın. Allah, zalimleri sevmez.
Ey müminler topluluğu,
sizler, savaşta zayiat verdiyseniz düşmanlarınız olan toplulukta ta aynı
zayiatı vermiştir. Biz bu günleri insanlar arasında değiştiririz. Bazan mağlup
olur bazan da galip gelirsiniz. Bunun sebebi de Allanın, sizden mümin olanları
münafıklardan ayırması ve içinizden bir kısmınızı şahitler edinmesidir. Yani
sizlerden bazılarını şahitler yapmak istemesi ve şahitlik mertebesine
eriştirmesi içindir. Allah, günah işleyip cezayı hak ederek kendilerine
zulmedenleri sevmez. O hakle ümitsizliğe düşmeyin. Yeri geldiğinde cihada çıkmaktan
asla geri durmayın.
Ayette zikredilen ve
"Yara" diye tercüme edilen kelimesi, mücahih,
Hasan-ı Basri, Katade, süddi, İbn-i ishak
ve Abdullah b. Abbasa göre "Yaralanma ve öldürülme" mânâlarına
gelmektedir. Burada, âyet-i kerime uhut savaşında, arkadaşları Öldürülen ve
yaralanan müminlere hitabetmekte ve onları teselli etmektedir. Çünkü müminler,
Uhut savaşında öldürülmüş ve yara almışlarsa kâfirlerde Bedir savaşında aynı
şeylere uyratılmışlardır. O halde müminlerin, mağlubiyetten sonra ümitsizliğe
kapılmamalan gerekmektedir.
Ayet-i kerimede
"Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz." Duyurulmaktadır.
Bu ifadeden maksat, savaşta galip gelmenin, taraflar arasında el değiştirmesidir.
Bedir savaşında galibiyet müminlerin olmuş, Uhut savaşında da müşriklere
kaymıştır. Bunun hikmeti ise Allah tealinin, mağlubiyetle imtihan ettiği
müminlerin, gerçekten mümin olanlarım münafıklardan ayıngası ve bir kısım
müminlere de şehadet şerbetini tatürmasıdır.
Abdullah b. Abbas,
âyetin "Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz."
bölümünün izahında şunlan söylemiştir. "Uhut savaşı sonunda müslüman-lann
verdikleri zayiattan sonra Resulullah, Uhut dağının üzerine çıktı. Ebu Süfyan
da oraya geldi ve "Ey Muhammed, ortaya çıksana, ortaya çıksana harp nö-betleşedir.
Bir gün bizim lehimize, bir gün de sizin lehininizedir." dedi. Bunun
üzerine Resulullah sahabilerine "Buna cevap verin" dedi. Sahabiler de
"Eşit değli, eşit değil, bizden öldürülen cennette, sizden öldürülenler
ise cehennem ateşindedirler." elediler. Ebu Süfyan da "Bizim Uzza
putumuz var. Sizin Uzza-nız yoktur." dedi. Resulullah da buyurdu ki
"Deyin ki" Bizim dostumuz Allahtır. Sizin ise dostunuz yoktur."
Ebu Süfyan da "Hübel putu sen yücel." dedi. Resulullah da buyurdu ki
"Deyin ki "En yüce ve en büyük olan Allahtir." Ebu Süfyan dedi
ki: "Bizim de sizin de buluşacağımız yer, küçük Bedirdir." İşte
âyet-i kerimenin bu bölümü bu durumu izah etmektedir. [274]
141- Ve
Allah, iman edenleri arındırsın. Kâfirleri mahvetsin.
Allahın, sizi Uhut savaşında mağlup edip
Bedir savaşında da galip getirmesinin sebeplerinden biri de, iman edenleri
imtihan edip, gerçekten inananları münafıklardan seçip arındırmak ve kâfirleri
mahvetmek istemesindendir. Zira münafıkların dilleriyle söylediklerinin,
kalblerindeki inançlara uymadığı, müminlerin mağlup olma durumlarında ortaya
çıkmaktadır. [275]
142- Yoksa
Allah, içinizden, cihad edenleri belirtmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan
cennete gireceğinizi mi zannettiniz?
Yoksa Allanın, mümin
kullarına, Mücahid olanları belirtmesinden ve sabredenlerinizi bildirmesinden
önce cennet gibi yüce makamlara ereceğinizi mi zannediyorsunuz?
Bu hususta başka
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadir: "Yoksa siz, başı boş bırakılacağınızı
ve içinizden cihad edenleri ve Allahtan, Peygamberden ve mü m in türden
başkasını sırdaş edinmeyenleri, Allanın bilmediğini mi sandınız? Şüphesiz ki
Allah, bütün yaptıklarınızı bilir[276]
"İnsanlar sadece
iman ettik demekle bırakılıp imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?" [277]
143-
Gerçekten siz, ölümle karşılaşmadan evvel onu arzu ediyordunuz. İşte onu
gördünüz. Fakat hâlâ bakıp duruyorsunuz.
Ey Muhammed ümmeti,
düşmanlarınızla savaşmadan ve ölümü görmeden Önce, Bedir savaşına katılan
müminler gibi, sevaplara nail olasınız diye, ölmeyi arzuluyordunuz. İşte siz,
ölümü yakından gördünüz. Hâlâ bekleyip duruyorsunuz.
Mücahid, Katade, Rebi'
b. Enes. Hasan-ı Basri, Süddi ve ibn-i İsalı ak a göre bu âyet-i kerime. Bedir
savaşında bulunmayıp ta kâfirlerle savaşmak isteyen ve Uhut savaşına
katıldıklarında da istedikleri gibi savaşmayan müslüman-lara işaret etmekte ve
savaşta bozguna uğrayanlara sitem etmektir.
Katade diyor ki:
"Müminler, müşriklerle karşı karşıya gelip savaşmayı istiyorlardı. Uhut
savaş.nda düşmanla karşılaşınca bozguna uğradılar. Bu sebeple kaçanlara sitem
edildi ve sabredip direnenler övüldü."
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Gereksiz yere
düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allahtan afiyet dileyin. Şayet
karşılaşacak olursanız da sabırlı oîun ve bilin ki cennet, kılıçların gölgesi
altındadır. [278]
144-
Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçti. Şimdi
o ölür veya öldürülürce, ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi
üzerine geri dönerse Allaha hiçbir zarar veremez. Allah, şükredcnlcri
mükâfaatlandıracaktır.
Muhammed de ancak
kendisinden önce gelen -ve vadeleri yeterek ölüp dünyadan giden Peygamberler
gibi bir Peygamberdir. Şayet o ölür veya öldürü-lürse Allaha iman ettikten
sonra tekrar inkâra mı döneceksiniz? Dinilen çıkıp mürted mi olacaksınız?
Sizden kim iman ettikten sonra dinden çıkar ve kâfir olursa, elbette ki o,
Allaha hiçbir zarar veremez. O kimse ne Allanın azametine bir küçüklük ne de
mülküne bir eksiklik verebilir. Allah, kendisine şükredcnleri, hakta kararlı
oldukları ve dine sarıldıkları için mükâfaatlandmlaeaktır.
Hz. Ali (r.a.)
"Allah, şükredenleri mükâfaatlandıracaktır." ifadesindeki
"Şükredenler" den maksadın, dinlerinde karar kılanlar olduğunu,
bunların da Ebubekir ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Hz. Ali (r.a.) derdi
ki: "Ebubekir, şükredenlerin önderi ve Allanın dostlarının önderidir. O,
insanların, Allaha en çok şükredeni ve en çok sevimli olanıdır."
Müfessirler diyorlar
ki: Müşrikler, Uhut savaşında Resulullahın öldürüldüğüne dair yalan haberi
yayınca müminlerin kalbine bir gevşeme ve zafiyet inmişti. Bunun üzerine bu
âyet-i kerime nazil oldu ve gevşekliklerinden dolayı müminlere sitem etti.
Bu hususta Katade
diyor ki: "Bu âyet, Uhut savaşında yaralanan ve arkadaşları Öldürülen
müminlere işaret etmektedir. Zira bunlar Resulullah hakkında tartışmaya
girişmişlerdir. Bir kısım insanlar, "Eğer bu hak Peygamber olmuş olsaydı
öldürülmezdi." dediler. Sahabilerin ileri gelenleri ise "Sizler,
Peygamberiniz Muhammedin savaştığı gibi savaşın. Ta ki, Allah size fethi ihsan
etsin veya siz de Peygamberinize kavuşmuş olasınız." dediler. İşte bunun
üzerine bu âyet,i Celile nazil oldu.
Rebi' b. Enes diyor
ki: "Savaş sırasında muhacirlerden bir adam Ensardan olan binadamın
yanından geçti. Ensardan olan adam kana bulanmış bir haldeydi. Muhacirlerden
olan adam ona "Ey filan, sen Muhammedin öldürüldüğünü hissettin mi?"
dedi. Ensardan olan adam da ona "Eğer Muhammed öldüyse o tebliğ ederek
vazifesini yaptı. Siz, dininiz uğranda savaşın." dedi. İşte bunun üzerine
bu âyet nazil oldu.
Süddi diyor ki:
"Resulullah, Uhut gününde müşrikleri görünce, okçulara, müşriklerin
süvarilerinin karşısında, Uhut dağının altında mevzi lenmel erini emretti ve
onlara "Bizim onlara galip geldiğimizi görseniz dahi yerinizden ayrılmayın.
Zira sizler, yerinizde kaldığınız müddetçe bizim onlara galip gelmemiz devam
eder." dedi. Okçuların başına da, Havvat b. Cübeyrin kardeşi Abdullah b.
Cübeyri emir tayin etti. Zübery b.
el-Avvam ve Mikdat b. el-Esved müşriklerin üzerine hamle yaparak onları
hezimete uğrattılar. Resuüah ve diğer sahabileri de hamle yaparak Ebu Süfyanı
mağlup ettiler. Müşriklerin süvarilerinin başında bulunan Halid b. Velid,
müşriklerin mağlubiyetini görünce ilerlemeye çalıştı. Fakat müslümanlann
okçularının ok atmaları üzerine ilerleyemedi. Fakat müs-lüman okçular,
Resulullahın ve sahabilerinin, müşriklerin ordusunun içinden ganimet
topladıklarını görünce bazıları, "Biz buradan ayrılmayalım, Resulullahın
emrine karşı gelmeyelim." dedilerse de çoğunluk yerlerini terkedip ordunun
içine gittiler. Halid b. Velid, okçuların ayrıldığını görünce atlılara
seslendi, hücuma geçtiler. Okçuları Öldürdüler ve Resulullahın diğer
sahabilerine karşı hücum geçtiler. Müşrikler de süvarilerinin savaştıklarını
görünce onlar da savaş giriştiler. Müslümanlara karşı yoğun bir saldırı
başlattılar. Onların bir kısmını öldürerek mağlup ettiler. Haris oğullarından
"İbn-i Kamie" diye adlandırılan Abdullah gelip Resulullaha bir taş
attı. Onun ön dişlerinden birini ve burnunu kırdı. Yüzünü yaraladı. O anda
Resulullahın sahabileri dağılıp çeşitli yerlere gitmişlerdi. Bazıları Medineye
dönmüş bazıları da dağın yamacındaki kayanın üzerine çıkmış bakıyorlardı.
Resulullah da müminleri kendisine çağırıyor ve "Ey Allanın kullan bana
yönelin ey Allanın kullan bana yönelin." diyordu. Bunun üzerine
Resulullahın etrafında otuz kadar insan toplandı. Onlar Resulullahın önünde
gidiyorlardı. Fakat Resulullahın önünde ancak Talha ve Sehl b. Hu-neyf
durabilmişlerdi. Talha, Resulullahı atılan oklara karşı koruyordu. Koluna
isabet eden bir ok'tan dolayı daha sonra kolu çolak kalmıştı. Bir ara müşriklerden
Übey b. Halef el-Cumahi çıkıp geldi. Bu kişi, Resullahi Öldüreceğine dair yemin
etmişti. Resulullah da ona "Bilakis ben seni öldüreceğim." dedi. O da
"Ey yalancı nereye kaçıyorsun?" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona
hamle yaptı. Zırhının kenanndan onu hafifçe yaraladı. Übey yere düştü ve öküz
gibi bögümıeye başladı. Onu alıp götürdüler ve ona: "Sende yara yok."
dediler. O da "O demedi mi ki "Ben seni öldüreceğim." Vallahi bu
yara, bütün Rabia ve Mu-dar kabilelerinde bulunacak olsa onların hepsini
öldürür." dedi. Ve bir gün veya daha az bir zaman sonra, müşrikler Mekkeye
dönerken "Şerif denen yerde bu yaradan Öldü.
Savaş sırasında
Resulullahın öldüğü haberi yayılmıştı. Uhuttaki kayaya sığınan insanlardan
bazılan "Bizim, Abdullah b. Übeye göndereceğimiz bir elçimiz olsa da
gelip bizim için Ebu Süfyandan eman alsa. Ey kavim şüphesiz ki Muhammed
öldürüldü. Gelip sizi de öldünnelerinden önce geri dönüp kavminize
gidin." dediler. Enes b. Nadr ise "Ey kavim, şayet Muhammed
öldürüldüyse onun rabbi de öldürülmedi ya. Muhammed (s;a.v.) niçin savaştıysa
siz de onun için savaşın. Ey Allahım, ben şunlann söylediklerinden beriyim. Ve
şu müşriklerin de yaptıklanndan beriyim." dedi. Sonra da kılıcıyla savaşa
girişti ve öldü-riilünceye kadar savaştı Resulullah, insanları çağırmaya devam
eti. Nihayet kayanın üzerinde bulunan insanlann yanına vardı. Onlar Resulullahı
görünce tanıyamadılar. İçlerinden biri yayına ok yerleştirerek Resulullaha
atmak istedi. Re-sululla da "Ben Allanın Resulüyüm." dedi. Bunun
üzerine kayanın üstünde bulunan müslümanlar Resulullahın sağ olduğunu görünce
çok sevindiler. Resulullah da sahabilerinden, düşmana teslim olmayanlan
görünce o da buna sevindi. Onlar, Resulullahın etrafında toplanınca üzüntüleri
gitti. Ve onlar, zaferden, ona ulaşmaktan ve sahabilerin öldürülmelerinden
konuşmaya başladılar. Allah teala da: "Muhammed öldürüldü, artık kavminize
dönün." diyenlere karşı "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce
de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse ökçelerinizin
üzerine geri mi döneceksiniz?" âyetini indirdi. [279]
145- Allahm
izni olmadan hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Bu yazılmış bir eceldir. Kim
dünya menfaatini isterse ondan kendisine veririz. Şükrcdenlcri
mükâfaatlandıracağız.
Allanın takdir ettiği
ecele ulaşmadan, Muhammed dahil, hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Bu,
Allah tarafından yazılmış bir eceldir. Hiçbir kimse vadesi gelmeden
ölmeyecektir. Kim, işlediği amellerle dünya mükâfaatını isterse, ona dünya
hayatında kendisi için takdir edileni veririz. Artık onun, Allahm ikramlarından
bir payı yoktur. Kim de yaptıklarıyla, Allahm, salih ameller işleyenler için
hazırladığı âhiret mükâfaatını isterse biz onu, dünyada nzıklandır-makla birlikte ona âhiret
mükâfaatları veririz. Evet şükredenleri bu boj mükâfaatlarla
mükâfaatlandıracağız
-^Âyet-i Kerimede, her
canlı için bir ecel takdir edildiği beyan edilmektedir. Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır:
"Her ümmetin bir
eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geribırakabilirler ne de
ileri alabilirler. [280]
"De ki:
"Allahm dilediğinin dışında benim, kendime ne bir zarar ne de bir fayda
sağlamaya gücüm yeter. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde
onu ne bir an geciktirebilirler ne de öne
alabilirler. [281]
"Eğer Allah,
insanları zulümleri yüzünden, hemen cezai andı rsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı
bırakmazdı. Fakat Allah, onlan belli bir vakte kadar erteler. Vâdeleri
geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ne de bir an öne alabilirler. [282]
"Hiçbir ümmet
ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir. [283]
146- Nice
Peygamberler vardır ki, rablcrinc ihlasla kulluk cdcıı bir çok kimseler onlarla
birlikte savaşmışlardır. Allah yolunda kendilerine isabet eden zorluklara
aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğme-mişlcrdir. Allah,
sabredenleri sever.
Nice Peygamberler
gelip geçmiştir ki onlarla beraber bir çok ih]aslı ve samimi insanlar
savaşmışlardır. O insanlar zayıflık göstermemiş ve düşmanlarına boyun
eğmemişlerdir. Allah, cihadda sabredenleri sever. Gevşeyip zaafı yete düşenleri
değil.
*Habbab b. Eret diyor
ki: "Bir gün Resulullah (s.a.v.). Kâbenin gölgesinde hırkasını yastık
yapmış yaslanırken biz ona dedik ki: "Ey Allanın Resulü, bizim için
yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerden, kişi alınıp götürülüyor,
onun için bir çukur kazılıyor, içine konuyordu. Testere ile vücudu başından
aşağı ikiye bölünüyordu. Bütün bunlar onu dininden ayıramıyordu. Etinin
altındaki sinir ve kemikleri demir taraklarla taranıyor bu da o kimseyi
dininden ayıramıyordu. AUaha yemin olsun ki bu iş tamam olacaktır. Öyle ki bir
yolcu san'adan Hadramuta kadar yürüyecek, bu yolculukta başka kimseden değil
sadece Allahtan korkar olacak bir de sürüsü için kurdun saldırmasından
korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." [284]
Âyet-i kerimede geçen
ve "Rablerine ihlasla kulluk edenler." diye tercüme edilen kelimesi,
âlimler tarafından çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir.
a- Abdullah
b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, KataUe, İkri-me, Mücahid, Rebi1 b.
Enes, Dehhak, Süddi ve İbni-i İshaka göre kelimesinden maksat,
"Topluluklar ve binlerce insan" demektir. Bu izaha göre âyetin mânâsı,
"Nice Peygamberler vardır ki onlarla birlikte bir çok topluluklar,
binlerce insan savaşmışlardır." şeklindedir.
b- Abdullah
b. Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bu kelimeden
maksat, "Âlimler ve fatihler" demektir.
c- İbn-i
Mübarekten nakledilen başka bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Sabırlı
takva sahipleri" elemektir.
d- İbn-i
Zeyde göre bu kelimeden maksat, "Uyanlar ve tabi olanlar" demektir.
e- Bazı
Basrah Nahivcilere göre bu kelimeden maksat, "Rablerine kulluk edenler"
demektir.
f- Bazı Küfe
âlimlerine göre ise bu kelimeden maksat, "Âlimler ve binlerce insan"
demektir.
Taberi nun,
kelimesinin çoğulu olduğunu, mânâsının da "Sayısı çok bir cemaat"
demek olduğunu söylemiştir. [285]
147- Onların
sözü sadece: Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizde aşırı davranışımızı
bağışla. Ayaklarımızı yerinde sabit tut. Kâfir kavme karşı bize yardım
et." demektir.
O Peygaberlere tabi
olan "RibbiyyûrTun sözleri: "Ey rabbimiz, günâhlarımızı; hata
işleyerek haddi aşmamızı affet. Savaşta ayaklarımızı kararlı ki. Senin
birliğini ve Resulünün Peygamberliğini inkâr eden kâfir topluluğa karşı sen
bizi muzaffer kıl." şeklindedir,
Bu âyet-i kerime,
geçmiş ümmetlerin sabır ve metanetlerini anlatarak Uhut savaşında düşmanın
önünden kaçan müminleri kınamakta ve sabredenleri ise övmektedir. [286]
148- Allah
onlara hem dünya nimetini hem de âhiretin özel sevabını verdi. Allah, iyilik
yapanları sever.
Allah onlara,
düşmanlarına galip getirerek, dünya nimetlerinin en hayırlısını verdi. Ve
âhiret nimetlerinin en güzeli olan cenneti de bahşederek hahiretin güzel
sevabını verdi. Bu, onların yapmış oldukları salih amellerin karşılığıdır.
Allah, iyilik yapanları sever. [287]
149- Ey iman
edenler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizi gerisin geri küfre çevirirler de
hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
Ey iman edenler, şayet
sizler, Peygamberinizin Peygamberliğini inkâr eder, Yahudi ve Hristiyan
kâfirlere itaat edecek olursanız, onlar sizi, iman etmenizden sonra kâfirliğe
döndürürler de dünya ve âhiretinizi kaybeder ve hüsrana uğrayanlardan
olursunuz.
Âyet-i kerime,
müminlerin hiçbir zaman kâfirlerin yaldızlı söz ve vaad-lerine kanarak onlara
uymamalarını tavsiye etmekte aksi halde sonuçta dinden
çıkarak hüsrana düşeceklerini ihtar
etmektedir. Zira kâfirin müslüman için hayır düşünmesi mümkün değildir. [288]
150- Hayır,
yardımcınız Allahtır. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.
Hayır, o din
düşmanlarının sözleri de doğru değildir, özleri de. O halde kâfirleri dost
edinmeyin. Sizin dostunuz ve yardımcınız Allahtır. Sadece ona sığının. O
yardım edenlerin en hayırlısıdır. [289]
151-
Allanın, hakkında hiçbir şey indirmediği şeyleri ona ortak koştuklarından
dolayı, yakında kâfirlerin kalblcrine korku salacağız. Onların varacağı yer
ateştir. Zalimlerin karargahı ne kötü bir yerdir.
Allahın, haklarında
hiçbir delil indirmediği putları, Allaha ortak koşmaları sebebiyle, Uhutta
size karşı savaşan kâfirlerin kalblerine yakında korku salacağız. Kıyamet
gününde onların sığınakları cehennem ateşidir. Zalimlerin makamı olan o ateş
ne kötü bir yerdir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, Resulullalıın, sahabilerine, düşmanlarına karşıyardım edeceğini,
sonunda düşmanlarını cehennem azabına koyacağını vaadetmektedir. Yeter ki
müminler, Allaha verdikleri sözden ayrılmasınlar. Ona itaate sımsıkı sarılmış
olsunlar.
Süddi bu âyet-i
kerimenin, Hamrâul Esed hadisesine işaret ettiğini söylemiştir. Şöyle ki, Ebu
Süfyan ve müşrikler Uhut savaşından sonra Mekkeye giderlerken Müslümanları
tamamen mağlup etmeden geri dönmelerinden dolayı pişman olmuşlar ve kendi
kendilerine şöyle demişlerdir. "Ne kötü bir iş yaptık. Onlan öldürdük.
Fakat sıra Mekkeden kovulanlara gelince onları bıraktık. Haydi geri dönelim ve
onların kökünü kazıyalım." Fakat Allah onların kalblerine korku saldı ve
onlar mağlup oldular. Şöyle ki onlar bir Bedevi ile karşılaştılar. Ona ücret
vererek dediler ki: "Sen Muhammedi görecek olursan, O'na karşı ne
kadar asker hazırladığımızı bildir."
Aziz ve Celil olan Allah, Kureyşlüerin bu durumunu Resulullaha bildirdi.
Resulullah Kureyşliîeri takibe başladı. "Hamrâul Esed" denen yere
varınca Kureyşliler korkup yollanna devam ettiler. İşte bu âyet-i kerime
onların bu halini tasvir etmektedir.
Resulullah efendimiz
de kâfirlerin kalblerine korkunun nasıl salındığını beyan ederek buyuruyor ki:
"Bana, benden
Önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir. Bir aylık mesafede
bulunan düşmanın kalbine korku salınarak bana yardım edilmiştir. Yeryüzü
beniıı için mescid ve temiz kılınmıştır. Ümmetimden kim namaz vaktine erişirse
namazını kılsın. Bana ganimet helal kılınmış benden önce ise hiçbir kimseye
helal kılınmamıştır. Bana, şefaat etme verilmiştir. Benden önceki Peygamberler
sadece kendi kavimlerine gönderilirlerken ben bütün insanlık için Peygamber
olarak gönderildim. [290]
152- Allanın
izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman, Allah size verdiği
vaadinde durdu. Ne zaman ki başarısızlığa
düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz, Allah size, sevdiğiniz zaferi
gösterdikten sonra isyan ettinz. Kiminiz dünyayı istedi kiminiz de âhireti
diledi. Sonra Allah, imtihan etmek için sizi onlardan uzaklaştırdı ve sizi
affetti. Allah, müminlere karşı lütuf sahibidir.
Ey, Uhut savaşma
katılan Resulullahın sahabileri, AUahın hükmü ve müsaadesiyle düşmanlarınızı
öldürdüğünüz zaman Allah, düşmanlarınıza galip geleceğinize dair olan vaadinde
durdu. Ne zaman ki gevşediniz, korktunuz, başarısızlığa uğradınız ve Allanın
emri olan savaş hakkında tartışmaya giriştiniz. Allah, arzuladığınız zaferi
size gösterdikten sonra. Peygamberimizin emrine karşı gelip savaş için yerleştirildiğiniz
mevzileri terkettiniz. İşte o zaman içinizden bazıları dünya ganimetini
istiyor, yerlerinden ayrılıyor diğer bazılarınız ise âhiret sevabını
arzuluyordu. Mağlup olmanızdan sonra Allah, imanlarınız hakkında sizi imtihan
etmesi, samimi olanlarınızı münafıklardan ayırdetmesi için sizi, düşmanlarınız
olan müşriklerden uzaklaştırdı. Şüphesiz ki Allah, günahlarınız sebebiyle sizi
cezalandınnaktan vaz geçip affetti. Zira savaşta sizi helak etmedi. Allah,
iman edenlere karşı lütuf sahibidir.
Bu âyet-i kerimede,
Uhut savaşındaki okçuların durumuna işaret edilmektedir. Bilindiği gibi Uhut
savaşında Peygamber efendimiz (s.a.v.) müslü-manları arkadan korumaları için
yetmiş tane okçuyu Uhut dağına yerleştirdi ve onlara "Biz, galip gelsek te
mağlup olsak ta yerlerinizden ayrılmayın." buyurmuştu. Fakat okçular ilk
anda müsltimanlann galip geldiklerini görünce onlardan bir çoğu yerlerini
bırakıp ganimet toplamaya koştular. Böylece Resulullahın emrine muhalefet
ettiler. Müşrikler, okçuların, yerlerini terlettiklerini görünce. arkadan
hücuma geçtiler. Ve müsltimanlann dağılmalarım sağladılar. Böylece Peygamber
(s.a.v.) in emrine muhal afet sebebiyle felakete düşmüş oldular."
Müfessirlere göre bu
âyet-i kerimenin: "AHahııı izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman Allah,
size verdiği vaadinde durdu." cümlesindeki "Vaadinde durdu"
ifadesinden maksat, Resulullahın, okçuların, yerlerinde durmaları halinde
müminlerin galip geleceklerini bildirmesidir. Zira, okçular yerlerinde iken
müs-lü mani an arkalarından kuşatmak isteyen müşrik süvarilerini geri çekilmeye
mecbur etmişler böylece müslümanlar, müşrikleri mağlup etmiş ve Allah
teala-nın, Peygamberinin diliyle vadettiği zafer gerçekleşmiştir.
Âyet-i kerimenin
"Ne zaman ki başarısızlığa düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz,
Allah size, sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettiniz." bölümü de
Resulullahın, "Bizim galip geldiğimizi de mağlup olduğumuzu da göresiniz
yerinizden ayrılmayın." emrine okçuların uymadıklarını beyan etmektedir.
Zira, okçuların başında bulunan Abdullah b. Cübeyr ve onların az bir kısmı,
Resulullahın emrine bağlı kalarak yerlerinden ayrılmamayı isterlerken, okçuların
çoğunluğu, savaşın zaferle neticelendiği ve ganimet toplamaya imkân doğduğu
gerekçesiyle, Abdullaha ve arkadaşlarına muhalefet etmişler ve yerlerini
terkederek savaş ahnında ganimet toplamaya gitmişler, neticede de müminlerin
mağlup olmalarına sebep olmuşlardır.
Âyet-i kerimenin
devamında okçuların bu iki gurubu tasvir edilerek ganimete gidenlerin, dünyayı
istedikleri, yerlerinde kalanların da âhireti istedikleri beyan edilmektedir.
Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şunu söylediği rivayet edilmektedir. "Uhut
savaşı oluncaya kadar Resulullahın sahabilerinden herhangi birinin, ünyayı ve
metaını istediğim tahmin etmiyordum."
yine âyet-i kerimenin
devamında "Sonra Allah, imtihan etmek için sizi onlardan
uzaklaştırdı." buyuru İm aktadır. Bu ifadeden maksat, şudur "Sonra Allah,
sizleri imtihan edip gerçekten mümin olanlarınızı, münafık olanlardan
ayır-detmek için, zafere erişmenizden sonra sizin elinizi müşriklerin üzerinden
çekip aldı. Sizler galip iken, Peygamberin emrine karşı geldiğiniz için sizi
mağlup etti. Çeşitli kayıplar verdiniz."
Âyet-i kerimenin
sonunda "Ve Allah sizi affetti." buyurulmaktadır.
Hasan-ı Basri, İbn-i Cübeyr
ve İbn-i İshaka göre bu ifadeden maksat, "Allah yine de sizi korudu.
Hepinizi toptan yok etmedi." demektir. Bu hususta Hasan-ı Basrinin şunları
söylediği rivayet edilmektedir. "İçlerinde Resulullahın amcası bulunan
yetmiş kişinin öldürülmesine Resulullahın ön dişinin kırılıp yüzünün
yaralanmasına rağmen Allah onları nasıl affetmiş olabilir? Evet, Allah onların
kökünü kurutmayarak affetmiştir. Bunlar, Allahm Resulüyle birlikte olan, Allah
yolunda Allah düşmanlarına karşı savaşan ve kendilerine yasaklanan bir şeyi
yaptıkları için bu kadar üzüntüye sokulmadan bırakılmamışlardır. Günümüzde ise
fasıklann en fasıkı, her türlü büyük günahı işlemeye cesaret göstennekte, her
türlü kötülüğü irtikabetmekte, bununla birlikte bunları yapmasının bir mahzuru
olmadığını sanmaktadır. Bu fasık kişi, neyin en olduğunu elbette
anlayacaktır." [291]
153- O zaman
sîzler uzaklara kaçıyor kimseye dönüp bakmıyordunuz. Halbuki Peygamber sizi
arkanızdan çağırıyordu. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü
üstüne üzüntü verdi. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
O zaman sizler,
vadilere ve dağlara doğru koşuyor, düşman korkusundan birbirinize dönüp
bakmıyordunuz bile. Halbuki Peygamber arkanızdan, kendisine doğru gitmeniz
için sizi çağırıyordu. Böylece Allah sizleri ve Peygamberden uzaklaşmanız ve
rabbinize isyan etmeniz sebebiyle üzüntü üstüne üzüntü vererek cezalandırdı ki
elde edemediğiniz zaferlerden dolayı üzülmeyesiniz ve verdiğiniz kayıplardan
dolayı kederlenmeyesiniz. Allah, yaptıklannızdan çok iyi haberdardır. İyilik
edeni de bilir kötülük edeni de.
Âyet-i kerimenin
başında geçen ve "Uzaklara kaçıyordunuz." diye tercüme edilen
cümlesi, iki şekilde okunmuştur.
a- Hicaz,
İrak ve Şam kurralan bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Zira, bu kıraat şekline
göre bu cümlenin mânâsı "Sizler düz arazide veya yukarıdan aşağıya doğru
koşuyordunuz." demektir. Uhut savaşında müminler düz vadilere ve
aşağılara doğru koştuklarından bu kıraat şeklinin daha isabetli olduğunu
söylemişler, Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir.
b- Hasan-ı
Basri ise bu cümleyi şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre cümlenin mânâsı
"O zaman sizler, yukarılara doğru tirmanıyordunuz." demektir. Bu
kıraati tercih edenler, Süddi, Mücahid ve Abdullah b. Abba-sın, Uhut savaşında
müminlerin mağlubiyetten sonra dağa yukarı kaçtıklarını söylemelerine binaen
tercih etmişlerdir.
Âyet-i kerimede
"Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü
üstüne üzüntü verdi." buyurulmaktadır. Burada ağır basan üzüntülerin, daha
hafif olanlarını unutturduğu ifade edilmektedir. Müfessirler. âyette zikredilen
"Üzüntü üstüne üzüntü" ifadesindeki üzüntülerden neyin kastedildiği
ve birincisinin hangi şeye ikincisinin neye delalet ettiği hususunda farklı
görüşler zikretmişlerdir.
a- Katade ve
Mücahide göre, müslümanlann hissettikleri birinci üzüntü, Hz. Muhammed (s.a.v.)
in öldürüldüğünü duymalarıdır. İkinci üzüntü ise Müslümanların uğradıkları,
Öldürülme olayları ve aldıkları yaralardır.
b-Yine
Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre Müslümanların
hissettikleri birinci üzüntüden maksat, arkadaşlarının öldürülmeleri ve
yaralanmalarıdır. İkinci üzüntüden maksat ise Resulullahın öldürülüğünü
duymalarıdır.
Süddi ve diğer bir
kısım âlimlere göre Müslümanlann hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, zafere
ulaşmamaları ve ganimet elde edememeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise
savaşın sonunda Ebu Süfyanın, dağın başına tırmanarak müslümanlara karşı
böbürlenmesidir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Uhut savaşın-
Tabcrİ Tefsiri C. II, Forma: 25
daki yenilgiden sonra
Resulullah harekete geçmişti. O, kendisinden uzak düşen sahabilerini
toparlanmaya çağırıyordu. Resuluîlah bu çağırışına devam ederken kayaların
üzerine çıkan sahabilerinin yanma yaklaştı. Onlar ilk anda Resulullahı
tanıyamadıkları için içlerinden biri okunu yayma yerleştirerek Resulullaha atmak
istedi. Bunun üzerine Resulullah "Ben Allanın Resulüyüm" dedi. Onun
sağ olduğunu gören müslümanlar çok sevindiler. Sahabilerinden düşmana karşı koyacak
birinin bulunması da Resulullahı sevindinnişti. Sahabiler gelip Resululla-hın
etrafında toplandılar. O anda üzüntüleri gitmişti. Onlar, zafere erişemediklerini,
ganimet elde edemediklerini ve bir kısım arkadaşlarının öldürülmelerini
konuşuyorlardı. İşte o anda Ebu Süfyan gelip onların üst tarafına çıktı. Müslümanlar
Ebu Süfyanı kendilerinin üst tarafında görünce daha önceki üzüntülerini
unuttular. Ebu Süfyanın oraya çıkmış olmasından dolayı üzüldüler. Resulullah,
müslümanlara: "Onlar bizden yukarı çıkmamalıydılar. Ey Allahım eğer sen bu
topluluğu öldürecek olursan artık sana kulluk edecek kimse kalmaz." dedi.
Sonra sahabilerine emir verdi. Onlar, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına taş attılar
ve onları aşağa inmeye mecbur ettiler. İşte o sırada Ebu Süfyan: "Ey
Hübel putu sen yücel, Hanzalya karşılık bir Hanzala Bedir gününe karşılık bir
gün.." dedi. Zira bu savaşta Hanzala b. Rahib öldürülmüştü. Bedir
savaşında da Ebu Süfyanın oğlu Hanzala öldürülmüştü.
d- Adullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Müslümanların hissettikleri
birinci üzüntü, mağlup olmalarından, ikinci üzüntü ise düşmanlarının, tekrar
kendilerine saldırma ihtimalindendir. Müslümanlar, daha sonra hissettikleri bu
ikinci üzüntü ile, önceden ölülerine ve yaralılarına olan üzüntülerini
unutmuşlardır. Bu izaha göre, âyette "Kaybettiğinize" diye belirtilen
ifadeden maksat, "Kaybettiğiniz ölülere" demektir. "Başınıza
gelen diye" belirtilen ifadeden maksat ise, yaralanmalarıdır. Yani
müslümanlar mağlup olma ve düşmanın tekrar toparlanması üzüntüsünden, arkadaşlarının
Öldürülmesini ve yaralanmalarını unutmuşlardır.
Taberi diyor ki
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, şöyle diyen görüştür.
"Müslümanların, hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, Resulullahın öldürüldüğünü
zannetmeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise, savaşın sonunda tekrar düşmanın,
kendilerine saldıracaklarını zannetmeleridir. Müslümanların hissettikleri bu
iki üzüntü onlara, kaçırdıkları zaferi, ganimeti ve uğradıkları öldürülme ve
yaralanmayı unuttunTiuştur."
Ayet-i kerimede
"Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye."
buyurulmaktadır. Müfessirler burada müminlerin kaybettikleri şeyden ve başlarına
gelen şeyden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. [292]
154- Sonra o
üzüntünün arkasından Allah, üzerinize bir emniyet bir uyku indirdi. O uyku
içinizden bir cemaati buruyordu. Diğer bir cemaat ise canlarının derdine
düşmüşlerdi. Allah hakkında gerçekle ilgisi olmayan cahiliyet zannında
bulunuyorlardı. "Bu işte bizim bir düşüncemiz var mı?" diyorlardı. Ey
Muhammcd, de ki: "Bütün işler Allaha aittir." Onlar, içlerinde sana
açıklamadıkları şeyleri saklıyorlar. "Eğer bu işte bizim bir düşüncemiz
olsaydı burada öldürülmczdik." diyorlar. De ki: "Evlerinizde bile
olsanız, kendilerine öldürülmek takdir edilenler, düşüp ölecekleri yere
varırlar. Allah bunları, içinizde gizlediklerinizi denemek ve kalblcrinizdcki
kötülükleri temizlemek için yaptı. Allah, kalblcrin özünü çok iyi bilendir.
Sonra Allah, size
gelen o üzüntünün arkasından, ihlaslı insanlara bir emniyet ve uyku gönderdi.
Bu uyku, içinizde imanlı olan topluluğu buruyordu. Münafık olan diğer bir
topluluk ise sadece canlarının derdine düşmüş ve gözlerinden uyku kaçmıştı.
Onlar, Allanın emirlerinde şüphe ettikleri ve Peygamberini yalanladıkları için
Allah hakkında haksız yere cahiliye topluluğunun zanla-nnda bulunuyorlar ve bu
münafıklar şöyle diyorlardı: "Bu işte b|zim bir düşüncemiz yok. Eğer bu
hususta bizim fikrimiz sorulsaydı savaşa çıkmazdık."
Ey Muhammed, bu
münafıklara de ki: "Bütün işler Allaha aittir. O, dilediği gibi
tasarrufta bulunur. Onlar, içlerinde sana açıklamadıkları inkâr ve şüpneyi
gizliyorlar ve diyorlar ki: "Müşriklerle savaşma hususunda bizim de düşüncemiz
alınsaydı onların karşısına çıkmazdık ve bu savaşta bizden herhangi bir kimse
öldürülmemiş olurdu." Ey Muhammed onlara de ki: "Şayet sizler, müminlerle
beraber savaşa çıkmayıp evlerinizde kalsaydıniz bile yine de kindileri-ne
öldürülmek takdir edilen insanlar, düşüp ölecekleri yere varıp orada öldürüleceklerdi.
Allah bunları, içinizde gizlediğiniz şüpheyi denemek, münafıklığınızı
müminlere açıklamak ve kalbîerinizdeki bozuk inançlarınızı açığa çıkarıp net
bir şekilde göstermek için yaptı. Allah, yarattıklarının kalbinde bulunan hayın
da şerri de, imanı da inkârı da çok iyi bilendir.
Ebu Talha (r.a.) diyor
ki:
"Biz, Uhut
savaşında düşmanın karşısında saf halindeyken bizi uyku kaplamıştı. Öyle ki,
kılıcım elimden düşüyor onu alıyordum. Tekrar düşüyor tekrar
alıyordum. [293]
Sahabe-i Kirmanın
savaşta uyumaları, müminlerin enerji ve güçlerini toplamaları ve Allanın
zaferinin geleceğine güven duymaları içindi. Çünkü uyku, güven alametidir.
Korkan kişinin gözüne uyku girmez.
Bu hususta Süddi diyor
ki: "Müşrikler Uhut savaşında ayrılıp giderken, gelecek yıl Bedir
mevkiinde tekrar müslümanlarla karşı karşıya geleceklerini söylediler.
Resulullah da "Evet, olur." dedi. Bunun üzerine Müslümanlar, müşriklerin,
Medineye baskın yapacaklarından korktular. Resulullah, müşriklerin arkasından
birini gönderdi ve ona şöyle tenbih etti: "Git bak, eğer onların, yüklerinin
yanında oturduklarını ve atlarından uzak olduklarını görürsen bil ki, onlar
çekilip gitmekteler. Şayet onları, atlarına binmiş ve yüklerinden uzakta görürsen
bil ki onlar Medineye baskın yapacaklardır." Müminlere de "Allahtan
korkun, sabredin." dedi ve onları, savaşta sabırlı olmaya teşvik etti.
Resulullah, müşriklerin, hemen gidip yüklerinin yanında oturduklarını öğrenince
sesinin çıkabildiği en yüksek sesiyle, müşriklerin geçip gittiklerini ilan
elti. Bunu işiten müminler, Peygambere inanarak rahatladılar ve uykuya daldır.
Münafıklar ise Resulullaha inanmadıklarından, müşriklerin, kendilerine baskın
yapacağı korkusuyla canlarının derdine düştüler.
Görüldüğü gibi
münafıklar, Resulullaha inanmadıklarından dolayı Uhut savaşından sonra korku
içinde kalmışlar ve kendi kendilerine "Şayet, savaşmaya
dair bizim görüşümüz alınsaydı bu şekilde
mağlup olmazdık." demeye başlamışlardı. Bu sözü söyleyenlerden biri de
Muattıp b. Kuşeyr idi. Allah teala ise münafıkları bu şekilde rüsvay etmiş,
içlerinde gizledikleri şeyleri Resulullaha ve ümmetine bildinniştir. [294]
155- İki
topluluk karşılaştığı gün, içinizden, savaştan yüzçcvircnlcrin yaptıkları bazı
günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. Allah onları
affetti. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve kullarına yumuşak davranandır.
Müslüman toplulukla
müşriklerin karşılaştığı Uhut savaşında içinizden, savaştan kaçarak mağlubiyete
sebep olanlarınızın işledikleri bazı günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını
kaydırmak ve onları hatalara sürüklemek istiyordu. Allah onlan artık affetti.
Cezai and ırmaktan vaz geçti. Şüphesiz ki Allah, günahları çokça affeden ve
çok yumuşak davranandır. Emrine karşı gelenlerin cezasını vermekte acele
etmez.
Müfessirler, bu
âyette, Uhut savaşı sırasında kaçtıkları zikredilen kişilerden kimlerin
kastedildiği hususunda şunları zikretmişlerdir.
a- Hz. Ömer,
Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir görüşe göre bu âyette, kaçtıkları
zikredilen insanlardan maksat, Uhut savaşı esnasında kaçan bütün müminlerdir.
b- Süddiye
göre ise bu âyette, kaçtıkları zikredilen kişiler, Uhut savaşından kaçarak
Medineye gidenlerdir. Zira, Uhut savaşından kaçanların bazıları dağdaki kayanın
üzerine çıkmışlar, diğer bazıları ise Medineye gitmişlerdir. Âyet-i kerime bu
sonuncuları zikretmektedir.
c- İkrimeye
göre burada, kaçtıkları zikredilen kişiler, Rafı1 b. Mualla, Ebu Huzeyfe b.
Utbe ve diğer belli kişilerdir. Bu hususta daha başka rivayetler de vardır. [295]
156- Ey iman
edenler, siz, inkâr eden ve yeryüzünde sefere çıkan ya da savaşa giden
kardeşleri için "Eğer yanımızda olsalardı ölmez ve öldü-rülmczlcrdi."
diyenler gibi olmayın. Onların bu sözleri, Allabin, kalblcrİn-de bir üzüntü
meydana getirmesi içindi. Dirilten de öldüren de Allahtır. Allah,
yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Ey iman edenler,
Abdullah b. Selulün arkadaşları olan şu münafık kâfirler gibi olmayın. Onlar,
ticaret maksadıyla bir yere gidip te orada ölen veya gaziler olarak sefere
çıkıp ta orada öldürülen, inkarcılıkta beraber oldukları kardeşleri için şöyle
demişlerdi. "Eğer yanımızda olsalardı, yolculukta ölmez veya savaşta
öldürülmezlerdi." Böylece Allah, onların bu sözlerini kalblerinde bir
üzüntü vesilesi olarak bıraktı. Dirilten de öldüren Allahtır. AHah,
yaptıklarınızı çok iyi görendir.
Bu âyet-i Kerime,
müminleri cihada teşvik etmekte, münafıkların da ci-had etmekten korktuklarını
beyan etmektedir.
Bu âyette zikredilen
ve müminlerin, kendilerine benzememeleri emredilen kişilerden maksat, Süddi ve
Mücahide göre, Abdullah b. Übey b. Selui'dür. İbn-i İshaka göre ise bütün
münafıklardır.
Yine bu âyette
zikredilen "Yeryüzünde sefere çıkan" ifadesinden maksat, Süddiye göre
"Ticaret için çıkan"
demektir. İbn-i İshaka
göre ise "Allaha ve Resulüne itaat için çıkan" demektir. [296]
157- Yemin
olsun ki, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allanın bağışlaması ve
rahmeti, biriktirdiğiniz şeylerden daha hayırlıdır.
Ey müminler, şüphesiz
ki Ölüm mutlaka gerçekleşecektir. Ancak, Allah yolunda ölmek veya öldürülmek,
kazançlı bir ölümdür. Böyle bir ölüm insanlar için, biriktirecekleri geçici
dünya mallarından elbetteki daha hayırlıdır. O halde sizler de münafıklar gibi
Allah yolunda cihad etmekte tereddüt etmeyin.
Bu hususta diğer bir
âyet-î kerimede şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki AUah, cihad eden
müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü
onlar, Allah yolunda savaşırlar, Öldürürler ve Öldürülürler. Bu, Allanın,
Tevratta, İncilde ve Kur'anda olan gerçek vaadidir. Allahtan daha fazla kim
ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alış verişe sevinin. İşte büyük
kurtuluş budur. [297]
158- Yemin
olsun ki eğer ölür veya öldürülürseniz mutlaka Allanın huzurunda
toplanacaksınız.
Ey müminler, şüphesiz
ki, öîseniz de veya başkaları tarafından öldürülse-niz de sonunda mutlaka,
Allanın huzurunda bir araya getirileceksiniz. Allah sizlere, amellerinizin
karşılığını verecektir. O halde sizler, Allaha yaklaştıran cihad etme ve Allaha
ittaatta bulunma gibi amelleri, dünyaya gönül vermeye ve geçici dünya malıyla
meşgul olmaya tercih edin. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. [298]
159- Allanın
rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı kalbi
olsaydın, muhakkak kî insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları
affet ve bağışlanmalarını dile. İşlerde onlarla istişare et. Bir işe de azmettin
mi Allaha tevekkül et. Şüphesiz ki AHah, tevekkül edenleri sever.
Ey Muhammed, Allahın,
senin kalbine yerleştirdiği merhamet duygusu sebebiyle arkadaşlarına yumuşak
davrandın, onların kusurlarına katlandın. Eğer sen, sert ve katı kalbli birisi
olsaydın, muhakkak ki insanlar etrafından dağılır giderler ve seni tek başına
bırakırlardı. Fakat Allah sana lütufta bulundu ve ahlakını güzelleştirdi,
kalbini yumuşattı. Öyleyse onları affet ve Allahın, onları
bağışlamasını dile. Başınıza gelecek
sıkıntılarda seni dinlemeleri için, kalblerini ısındırman ve gönüllerini alman
için, ortaya çıkan ciddi işlerde onlarla istişare et. Kesin olarak karar
verdikten sonra da, arkadaşlarının görüşlerine uysa da uymasa da bu kararını
tatbik et ve bütün işlerinde Aliaha tevekkül et, ona güven. Şüphesiz ki Allah,
kaza ve kadere rıza gösteren, hükmüne boyun eğen ve bütün işlerinde kendisine
güvenenleri sever.
Peygamber efendimiz,
önemli meselelerde Allah tealanin enirine uyarak sahabe ile istişarede
bulunmuştur. Nitekim Bedir, Uhut, Hendek ve Hudey-biye gibi savaşlarda sahabe
ile istişarede bulunduğu bilinmektedir.
Müfessirler,
Resulullaha vahiy gelip yol gösterdiği ve yanlış davrandığında uyanlıp
davranışları düzeltildiği halde, Allah tealamn ona, sahabileriyle istişare etmesini
emretmesindeki hikmeti, farklı şekillerde izah etmişlerdir.
a- Katade,
Rebi' b. Enes ve İbn-i İshaka göre, Resulullahın, sahabileriyle istişare
etmesinin emredilmesinin sebebi, sahabilerin gönlünün hoşnut edilmesi ve
onların dine karşı bağlılıklarının kuvvetlendirilmek istenmesidir. Zira,
Resu-lullah, savaş gibi tehlikeli işlerde sahabileriyle istişare edince onlar,
Resulullahın, kendilerini dinlediğini ve onlarla yardimlaştığını hisseder,
böylece huzur içinde onun kararına boyun eğmiş olurlardı. Aslında Allah teala,
Resulullahı vahiy ile destekleyerek herhangi bir kimse ile istişare etmesine
ihtiyaç bırakmamıştır.
b- Dehhak ve
Hasan-ı Basriye göre ise, Allah tealamn, Resulullaha saha-beleriyle istişare
etmesini emretmesinin sebebi, istişare etmenin faziletli bir iş olduğunu
belirtmesi içindir.
c- Süfyan b.
Uyeyneye göre ise, Allah tealanın Resulullaha, sahabileriyle istişare etmesini
emretmesinin sebebi, Resulullahtan sonra gelen müminlerin de kendi aralarında
istişareye başvurmalarının gerekliliğini öğretmelidir. Zira, Allah teala,
vahiy ile Resulullaha yol göstermiştir. Ondan sonra gelen müminler için böyle
bir imkân olmadığından, Allah teala, Resulullaha istişare yaptırarak onlara
doğruyu bulma yolunu göstenniştir. Ta ki müminler, birbirleriyle istişare edip
hakka ulaşsınlar.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanın Resulullaha, müminlerle istişare etmesini emretmesinin
sebebi, hem şeytanın vesvesesine kapılma tehlikesine manız kalabilecek olan
müminlerin gönüllerini hoşnut etmektir. Hem de müminlere, bir sıkıntı anında
nasıl davranacaklarını öğretmektir. Böylece müminler, Resullahm hayatında
olduğu gibi, ondan sonra da zor meselelerde aralarında istişare etsinler, heva
ve heveslerine kapılmadan doğruyu bulsunlar.
Âyet-i kerimenin
sonunda, "Bir işe de azmettin mi Aliaha tevekkül et."
Duyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey Muhammed sana bir mesele
hakkında, bizim emrimiz geldiği için bir
işi yapma hususunda karar verdin mi artık Aliaha tevekkül et ve onu yap. Bunu
yapman, sahabilerinin görüşüne uygun olsa da olmasa da farketmez. [299]
160- Eğer
Allah size yardım ederse, size galip gelecek kimse yoktur. Şayet sizi yardımsız
bırakırsa ondan sonra size kim yardım edecek? Müminler sadece Aliaha
güvensinler.
Ey iman edenler, eğer
Allah, düşmanlarınıza karşı size yardım ederse, onlar aleyhinizde birleşseler
dahi size galip gelecek hiçbir kimse yoktur. Şayet Allah sizi yardımsız
bırakırsa ondan başka size kim yardım edebilir? O halde müminler, insanlara
değil yalnızca Aliaha güvensinler ki Allah, yardım ve zaferiyle onları
kurtarsın. Kimseye muhtaç etmesin. [300]
161- Hiçbir
Peygambere, ganimet malına (Ümmet malına) hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, hıyanet
ederse, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese kazandığının
karşılığı tanı olarak verilir. Onlara zulmedilmez.
Hiçbir Peygabere,
ganimet malından bir şeye hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, müslümanlara ait
ganimet malından bir şeye hıyanet ederse, kıyamet günü o hıyanet ettiği şeyi
boynunda taşıyarak mahşer yerine gelecektir. Sonra herkese kazandığının
karşılğı tam olarak verilecek ve hiçbir kimseye zulmedil meyecek-tir
Kurralar, bu âyette
geçen ve "Hıyanet etme" diye tercüme edilen fiilini iki şekilde
okumuşlardır.
1- Hicaz ve
Irak kurralarından bir topluluk bu fiili, Kur'an-i Kerimede tesbit edildiği
şekliyle şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati esas alan
müfessirler ayet-i kerimenin bu bölümünü,
çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas ve Said b. Cübeyr, bu âyet-i kerimenin Bedir savaşındaki ganimet
mallarından, kırmızı renkli bir kadife kumaşın kaybolması üzerine, bir kısım
insanların "Belki de onu Resulullah almıştır." demeleri üzerine nazil
olduğunu söylemişlerdir.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki:
"Bu âyet-i kerime
Bedir savaşında nazil olmuştur. Savaştan sonra ganimet mallarından, kırmızı
renkli bir kadife kumaş kaybolmuş ve bazı kişiler şöyle demişlerdi.
"Belki onu, Allanın Resulü almıştır." işte bunun üzerine bu âyet
nâzii olmuştur. [301]
b- Yine Abdullah b.
Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre, onlar, âyetin bu kıraat
şeklini esas almışlar ve bu âyetin iniş sebebinin, Resu-lullahın göndermiş
olduğu bir müfrezenin getirdiği ganimetleri alıp onlara teslim etmemesi
üzerine nazil olmuştur.
Bunlara göre âyet-i
kerime, Resulullaha gelen ganimetleri, müfrezeler dahi getirmiş olsa, o
ganimeti, hak edenlere adil bir şekilde dağıtmasını emretmektedir.
c- Yine bu
kıraati esas alan İbn-i İshak, Süddi ve Mücahide göre Allah te-ala bu âyet-i
kerimede Hz. Muhammedin, kendisine vahyedilen şeylerden herhangi bir şeye ihanet
etmediğini bildimıektedir. Bunlara göre fiili mutlak ihanet etmek mânâs
nidadır.
2- Medine
kurralannın çoğunluğu ile Küfe kurralan ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu
kıraati esas alanlar da kendi aralarında âyete farklı mânâlar vermişlerdir.
a- Hasan-ı
Basri, Katade ve Rebi' b. Enese göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir.
"Sahabilerinin, ganimet malını alarak peygambere ihanet etmeleri onlara
yakışmaz. Bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Bedir savaşında elde
edilen ganimet mallarından bir kısmını saklayan sahabiier hakkında nazil olmuş
ve onlar Peygambere karşı olan bu davranışlarından dolayı uyanlmişlar-
b- Diğer
bazılarına göre, âyetin bu bölümünün mânâsı "Bir Peygamberin ganimetten
mal almakla itham edilmesi yakışmaz." demektir.
Taberi birinci kıraat
şeklini tercih etmiş ve âyetin mânâsının da "Ganimet mallarından herhangi
bir şeye ihanet etmek. Peygamberlerin sıfatlarından değildir. Böyle bir şeyi
yapan da Peygamber değildir." demek olduğunu söylemiştir. Zira, âyetin son
bölümü, bu mânâya uygun düşmektedir.
Âyet-i kerimede
"Kim hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir."
Duyurulmaktadır. Resulullahın, ganimet mailanndan herhangi bir şeye ihanet
edenin, kıyamet günündeki halini beyan ederek şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:
"Resulullah bir
gün kalkıp aramızda bir hutbe irad etti. Ganimetten bir şeye ihanet etme
meselesini anlattı ve bu hususun büyük bir mesele olduğunu bildirdi ve şöyle
buyurdu: "Sakın sizden birinizi, kıyamet gününde boynunun üzerinde meleyen
bir koyunla veya kişneyen bir at ile karşılaşmış olmıyayım. O kimse "Ey
Allahm Resulü, sen beni kurtar." diyecek ben de "Sana bir şey yapacak
güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim. Yine sizden birinizi
boynunun üzerinde böğüren bir deve ile karşılamış olmıyayım. O kişi bana
"Ey Allanın Resulü, beni kurtar." diyecek ben de ona: "Sana bir
şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim.
Yine sizden birinizi, boynunun üzerinde, altın veya gümüş bulunarak
karşılaşmış olmıyayım." O kişi bana "Ey Allahın Resulü, beni
kurtar." diyecek ben de ona "Sana bir şey yapacak güçte değilim.
Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim veya sizden birinizi, boynunun
üzerinde sallanan bir parça elbise ile karşılamış olmıyayım. O
kimse "Ey Allahm Resulü beni
kurtar" diyecek. Ben de ona: "Sana bir şey yapacak güçte değilim.
Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim[302]
Ebu Humeyd es-Saidi
diyor ki:
"Resulullah, Esed
kabilesinden, İbn-i el-Lutbiyye isimli bir kişiyi zekat toplamak için memur
tayin etti. O kişi dönüp gelince zekattan topladığı mallar için "Bu
sizindir. Bu da bana aittir. Çünkü bu bana hediye edilmiştir." dedi. Bunun
üzerine Resulullah (s.a.v.) minbere çıktı. Allaha hamdedip onu övdükten sonra
şöyle buyurdu: "Ne oluyor bir vazifeliye ki, ben onu gönderiyorum o da
döndüğünde "Bu mallar sizindir, bunlar da bana hediye edildi." diyor.
Babasının veya annesinin evinde otursun da görsün bakalım, ona hediye ediliyor
mu, edilmiyor mu? Muhammedin nefsi, kudret elinden olan Allaha yemin olsun ki,
sizden herhangi bir kimse o sadakalardan bir şey olacak olursa o kimse,
kıyamet gününde o sadakayı mutlaka boynunda taşıyarak gelecektir. Onun
boynunda, böğüren bir deve veya böğüren bir sığır, yahut meleyen bir koyun şeklinde
olacaktır." Sonra Resulullah ellerini yukan kaldırdı. Öyle ki biz onun
koltuk altı beyazlanın gördük. O şöyle buyurdu: "Ey Allahım tebliğ ettim
mi? Ey Ailahim tebliğ ettim mi? [303]
Abdullah b. Ömer diyor
ki: "Bir zaman Resulullah, Sa'd b. Ubadeyi zekat
toplamakla vazifelendirdi ve ona "Ey
Sa'd, sakın sen kıyamet gününde böğüren bir deveyi sırtında taşıyarak gelmiş
olma." dedi. Sa'd da "Ben ne o deveyi alırım ne de kıyamet gününde
onu yüklenerek getiririm." dedi. Bunun üzerine Resulullah onu vazifeden muaf
tuttu. [304]
162- Allahın
rızasına tabi olanla Allahm gazabına uğrayan kimse bir olur mu? Gazaba
uğrayanın yeri cehennemdir. O ne kötü bir varılacak yerdir.
Allahm emirlerini
tutup yasaklarından kaçarak, onun rızasını kazananla, onun gazabına uğrayan hiç
bir olur mu? Gazabına uğrayının sığınağı cehennemdir. O cehennem ne kötü bir
yerdir.
Dehhak, bu âyet-i
kerimeyi, bir önceki âyetle i iti bati ayarak buna şu şekilde mânâ vermiştir.
"Ganimetten herhangi bir şeye ihanet etmeyerek Allahın rızasına tabi olan
kimse, ganimetten herhangi bir şeye ihanet ederek, Allahın gazabına uğrayan
kimse gibi olur mu? Allahın gazabına uğrayanın, varacağı yer cehennemdir. Orası
ne kötü varılacak bir yerdir.
İbn-i İshak ise bu
âyeti genel mânâda alarak şu şekilde mânâ vermiştir. "İnsanların hoşuna
gitse de gitmese de, Allahın rızasına tabi olan kimse ile sırf insanları razı
etmek ve onları kızdınnamak için Allahm gazabına uğrayan kimse bir midir?
Allahın gazabına uğrayanın sığınacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varılacak
bir yerdir.
Taberi, Önceki âyetle
irtibatlı olması hasebiyle, birinci izah şeklinin tercihe şayan olduğunu
söylemiştir. [305]
163-
Onların, Allah katında kendilerine göre dereceleri vardır. Allah, onların
yaptıklarını çok iyi görendir.
Allahm rızasına tabi olanlarla
gazabına uğrayanların, Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allahın rızasına
tabi olanlara ikramda bulunulur ve sevaplar verilir. Allahm gazabına uğrayanlar
ise hor ve hakir düşürülür ve cezaya çarptınlırlar. Allah, onların yaptıklarını
çok iyi görendir. Bütün insanların yaptıklarım zaptettirmektedir. Hiçbir şey
ona gizli değildir.
Ibn-i İshak ve
Abdullah b. Abbas, âyeti bu şekilde izah etmişler âyette geçen
"Onlar" zamirinin hem Allanın rızasına tabi olanları hem de gazabına
tabi olanları ifade ettiğini zikretmişlerdir.
Mücahid ve Süddi ise,
âyette geçen "Onlar" zamirinin sadece, Allahm rızasına tabi olanlara
ait olduğunu, bu nedenle âyetin mânâsının şöyle olduğunu söylemişlerdir:
"Allahm rızasına tabi olanların Allah katında üstün dereceleri vardır.." [306]
164-
Şüphesiz ki Allah, müminlere iütufta bulundu. Zira daha önce onlar açık bir
sapıklık içinde bulunuyorken onlara, içlerinden, kendilerine Allanın âyetlerini
okuyan, kendilerini temizleyen ve kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber
gönderdi.
Allah, müminlere lütuf
ve ihsanda bulunmuştur. Çünkü Allah onlara kendi içlerinden bir Peygamber
göndermiştir. O Peygamber müminlere, Allahm âyetleri olan Kur'anı okur, onları
mânevi kirler olan günahlardan temizler. Onlara AH ahin kitabını ve Resuiullahın,
hikmet kaynağı olan sünnetini öğretir. Halbuki onlar, Peygamber gönderilmeden
önce apaçık bir sapıklık ve koyu bir cehalet içindeydiler.
Allah tealamn,
kullarına en büyük lütuf ve nimeti, aydınlatıcı bir nur olan Peygamber
efendimiz (s.a.v.)i göndermesidir. Allah teala bütün bu kainatı ve kainatın
içinde bulunan gökleri ve yeri, ayı ve güneşi, yıldızlan ve diğer gezegenleri,
denizleri ve ırmakları, dağları ve bitkileri yaratmış, bunların bizim içim bir
lütuf olduğunu söylememiş fakat Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.)i göndenne
nimetinin büyük bir lütuf olduğunu beyan etmiştir. Bu da bu nimetin büyüklüğünü
göstennektedir. [307]
165-
Düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibet size gelince mi "Bu
bize nereden geldi." dediniz? Ey
Muhammed, onlara de
ki: "bu başınıza gelen kcndinİzdcndir. Şüphesiz ki Allah her şeye
kadirdir."
Bedir savaşında,
düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibetin Uhut savaşında size bir
katı dokununca mı: "Biz, müslümaniz bu bize nereden geldi?"
diyorsunuz? Ey Muhammed, onlara de ki: "İtaat etmeyi bırakıp benim emrime
de karşı gelmeniz sebebiyle başınıza gelen bu musibet kendi nefsiniz-deııdir.
Şüphesiz ki Allah her şeyi yapmaya kadirdir."
Müminler Bedir
savaşında, müşriklerden yetmiş kişi öldürüp yetmiş kişiyi de esir almışlardır.
Uhutta ise müminlerden sadece yetmiş kişi Öldürülmüştür. Bu sebeple müminlerin
uğradıkları zararın iki katını müşriklere verdikleri zikredilmektedir.
Âyet-i kerimede geçen
"Başınıza gelen, kendinizdendir." ifadesi, iki şekilde izah edilmiştir:
a- Katade,
İkrime Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre "Kendinizdendir."
ifadesinden maksat, Uhut savaşında, Resuiullahın "Medinede kalarak
kendinizi savunun." emrine karşı gelmeleri ve Uhuta gitmekte ısrar
etmeleridir. Bu yüz- , den kendi kusurlarının karşılığını görmüşler ve mağlup
olmuşlardır. '
b- Ubeyde
es-Selmaniye göre ise bu ifadeden maksat, Bedir savaşında, müşrikleri öldürme
yerine oları esir almaları ve fidye karşılığında salıvermeleridir. Bu hususta
Hz. Alinin şunları söylediği rivayet edilmektedir:
Müslümanlar Bedir
savaşında müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı.
Resulullah (s.a.v.) bu esirler hakkında sahabileri ile istişare etmiş, Allah
tealamn, kendisine, bunların ya boyunlarının vurulmasını veya ilerde bunların
sayısı kadar ölü vermek karşılığında fidye alarak şerbet bırakabileceklerini
emrettiğini söylemiştir.
Sahabilerden bazıları,
bunların boyunlarının vurulmasınfisterken diğerleri "Ey Allanın Resulü,
bunlar bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdir. Biz bunlardan fidye alıp
serbest bıraksak, aldığımız fidye ile de düşmana karşı güçlen-sek, içimizden
ilerde bunların sayısı kadar da şehit vermiş olsak olmaz mı?" dediler. Ve
sonuçta esirlerden fidye alınarak serbest bırakıldı.
Daha sonra Uhut
savaşında müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Böylece Bedirde serbest
bırakılan yetmiş esire karşılık yetmiş müslümari Öldürülmüş oldu. Âyet-i
kerime buna işaretle "Bu başınıza gelen kendinizdendir." [308]
166-167- İki
topluluğun karşılaştığı günde size gelen musibet Allahın izniylcdir. Ve
müminleri ortaya çıkarması, münafıkları da belirtmesi içindir. Münafıklara
"Gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun." denildiği halde
şöyle dediler: "Biz savaşmayı bilseydik size tabi olurduk." O gün
onlar inkâra imandan daha yakındırlar Ağızlarıyla, kalblcrinde olmayan şeyi
söylüyorlar. Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir.
Müslüman ve müşrik,
iki topluluğun karşı karşıya geldiği Unut savaşında, sizin başınıza gelen
öldürme ve yaralanma felaketleri, Allahın izni ve onun kaza ve kaderiyledir. Ve
ayrıca Allahın, müminleri ortaya çıkarması, münafıkları belirtmesi içindir.
Münafıklara: "Gelin bizimle beraber müşriklere karşı Allah yolunda savaşın
veya kalabalık sayınızla bizi savunun." denildiği halde onlar, "Biz
savaşmayı bilseydik elbette ki size tabi olurduk." dediler.
Abdullah b. Übey b.
Selul ve arkadaşlarından oluşan ve Uhut savaşında Allahın Resulünden geri kalan
bu münafıklar, o savaş günü, inkâra imandan daha yakın idiler. Ağızlarıyla,
kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlardı. Allah ise onların gizlediklerini çok
iyi bilendir.
* Bu âyet-i kerimenin,
Abdullah b. Übey b. Selul ve benzerleri hakkında nazil olduğu söylenmektedir.
Bilindiği gibi İbn-i Selul, daha Uhut'a varmadan "Şevt" denen yerde,
kendisine tabi olan üç yüz kişiyle birlikte Resulullahın ordusundan ayrıldı.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kendinizi savunun" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Süddi
ve İbn-i Cüreyce göre "Sayınızı çoğaltın. Böylece düşmanınızı defetmiş
olursunuz." demektir. Ebu Avn el-'Enşariye göre ise "Düşmanın Önünde
durun." demektir. [309]
168-
Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için "Eğer bize uy-salardı
öldürülmezlcrdi." dediler. Onlara şöyle de. "Eğer iddianızda doğru
iseniz haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın."
O münafıklar, Uhut
savaşına gitmeyerek oturup kaldıkları hakle, münafık kardeşleri için dediler
ki: "Eğer sözümüzü dinleselerdi orada öldürülmezlerdi." Ey Muhammed,
sen bu münafıklara de ki: "Eğer bu iddianızda doğru iseniz ölümü
kendinizden uzaklaştırın. Yani, "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi."
diyorsunuz. Siz bırakın bu iddiayı da şayet gücünüz yetiyorsa ölümü önce
kendinizden uzaklaştırın. Buna gücünüz yetmeyeceği muhakkaktır. Zira ölüm sizi
nerede olursanız yakalayacaktır. O halde böyle konuşmanızın ne mânâsı vardır?
Bu âyet de Abdullah b.
Übey ve arkadaşlan hakkında nazil olmuştur. [310]
169- Allah
yolunda öldürülenleri, sakın ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler.
Rablcri katından rızıklandırılmaktadiriar.
Sakın Allah yolunda
şehit düşenleri, bir şey hissetmeyen, herhangi bir şeyden zevk almayan,
nimetlerden istifade etmeyen ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler,
rableri katından nzıklandınlmaktadırlar.
* Bir hadis-i şerifte
Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kardeşleriniz
Unut savaşında canlarını kaybedince, Allah onların ruhlarını, yeşil renkli
kuşlar şeklindeki yaratıklara verdi. Onlar cennetin intaklarına gelir su
içerler, onun meyvelerinden yerler ve arşın gölgesindeki, altından yapılmış
kandillerin çevresinde konaklarlar. Onlar, yiyecek ve içeceklerinin temiz ve
lezzetli oluşunu, konaklarının Ua güzelliğini görünce şöyle dediler:
"Bizim diri olduğumuzu ve cennette nzıklandırıldığımızı, mümin
kardeşlerinize kim tebliğ ederki onlar, cihaddan geri kalmasınlar ve savaştan
çekinmesinler." Bunun üzerine Allah teala "Bunu kullanma, sizin
yerinize ben bildireyim." dedi. Ve bu âyet-i kerimeyi indirdi. [311]
Abdullah b. Abbas,
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Şehitler,
cennetin kapısındaki nehirin aydınlattığı yerde yeşil bir kubbenin
içindedirler. Onlara, sabah akşam nzıklan cennetten getirilmektedir[312]
Cabir b. Abdullah
diyor ki: "Ben, Resulullahın şöyle buyurduğunu işit-tim."Ey Cabir,
ben, seni müjdelemiyeyim mi?" Dedim ki: "Evet müjdele ey Allanın
Resulü." Dedi ki: "Ey Cabir, senin babam Uhutta öldürüldüğü yerde
Aliah tekrar diriltti. Sonra ona "Ey Amr'ın oğlu Abdullah, sana ne yapmamı
arzu edersin?" dedi. Baban da dedi ki: "Ey rabbim, beni tekrar
dünyaya döndürmeni isterim. Ta ki, senin uğrunda savaşıp tekrar öldürülmüş olayım."
Abdullah b. Mes'ud,
Katade, Rebi1 b. Enes ve Dehhaka göre bu âyet-i kerime, Uhut savaşında şehit
düşenlerin nerede olduklarını soran kişelere cevap olarak inmiştir.
Enes b. Malike göre
ise, B'ir-i Maııne hadisesinde şehit düşen sahabiler hakkında nazil olmuştur. [313]
170-
Allanın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerle sevinç içindedirler. Geride
kalıp kendilerine yctişemeyclcrc, onlar için bir korku ve üzüntü olmadığını
müjdelerler.
Onlar, Allahın
kendilerine lütfundan verdiği nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Ölmeyip
geride diri kalan ve kendilerine yetişemeyen kardeşlerine "Onlar için bir
korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir de." müjdesini verirler. Zira
kardeşlerinin de kendileri gibi Allanın düşmanlarına karşı cihad ettiklerini ve
öldü itil düklerinde, onların da nimetlere kavuşturulacaklarını bilirler.
Süddi diyor ki:
"Şehide bir mektup getirilir. Onda, dünyadan göçüp âhirete giden
kardeşleri ve aile efradının geldikleri bildirilir ve ona denir ki: "Filan
günde filan kişi, falan günde falan zat gelecek." O da, dünyada kaybolanların
bulunmaları halinde sevindiği gibi sevinir. [314]
171- Allahın
nimetini, lütfunu ve Allahın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.
Aliah yolunda
Öldürülenler, Allahın nimetini, lütfunu ve Allahın, müminlerin mükâfaatmı asla
zayi etmeyeceğini, diğer müminlere müjdelerler. Kendileri de bunlara
sevinirler.
*'Peygamber efendimiz,
şehitlere cennette nasıi ikram edileceğini beyan ederek buyuruyor ki:
"Öldükten sonra
Allah katında ikram gören hiçbir kul7 bütün dünya ve içindekiler kendisine
verilse dahi tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit müstesnadır-. O,
şehitliğin üstünlüğünü gördüğü için, tekrar dünyaya dönüp bir daha Öldürülmeyi
(Tekrar şehit olmayı) arzular. [315]
172- O
müminler, kendilerine yara isabet ettikten sonra da AİIah ve Resulünün davetine
uydular. Onlardan iyilik yapıp Allahtan korkanlar için büyük bir mükâfaat
vardır.
Burada zikredilen
müminler, Uhut savaşı bittikten sonra "Hamraul Esed" denilen yerde
tekrar Resulullahın çağırışına uyup ona tabi olanlardır.
Uhut savaşında
Peygamber efendimiz yaralandıktan sonra, müşrikler oradan uzaklaşınca,
Peygamber efendimiz düşmanın tekrar geri dönebileceğini düşünerek
"Bunların izini kim takibedecek?" dedi. Hz. Ebubekir ve Zübeyr b.
Av-vamm da içinde bulunduğu yetmiş kişi kadar olan bir gurup Resulullahın bu
ça-ğınsına uydular ve Hamraul Esede kadar yürüdüler. Bunları gören müşriklerin
kalbine Allah bir korku saldı ve mağlup bir şekilde kaçıp gittiler. Ve Müslümanlar
emniyet içinde Medineye döndüler[316]
173-
İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan
korkun." dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demiş-ı Ur:
"Allah bize yeter o ne güzel vekildir.
* Müşrikler, Uhut
savaşının sona ermesinden sonra Mekkeye doğru yola çıktıklarında Ebu Süfyan:
"Medineye dönüp müslmanların kökünü kazımadan niçin geri dönüyoruz?"
diyerek geri dönüp tekrar hücum etmek istemiş ve yanlarından geçen bir
Bedeviye bahşiş de vererek "Git Muhammede söyle tekrar geliyoruz."
demiş bu sırada Allah teala, durumu Peygamberimiz Hz. Muham-med (s.a.v.)e
bildirmiş o da ordusunu hazırlayarak Hamraul Esede doğru yürümüş ve orada o
Bedevi ile karşılaşmış. Bedevi kendisine söyleneni onlara iletmiştir, işte
gelen bu haber üzerine müminlerin aldıkları tavın âyet-i kerime şöyle beyan
etmektedir.
İnsanlar o müminlere:
"Düşmanlarınız size karşı koymak ve sizinle savaşmak için asker
topladılar. Onlardan korkun çünkü onlara karşı sizin gücünüz yoktur."
dediklerinde bu, onlann imanlarını artırdı ve onlar: "Allah bize yeter,
Allah kendisim dost edinenlere ne güzel bir vekildir." diye cevap
verdiler.
Müfessirler,
Resulullahın sahabilerine "Düşmanlarınız size saldırmak üzere
toplandılar." sözünün ne zaman ve kimler tarafından söylendiği hususunda
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- İbn-i
İshak, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre
sahabilere bu söz Uhut savaşından sonra, müşriklerin takibine çıkan Resulullaha
Hamraul Esed mevkiinde, Abd-i Kays oğullarına ait Kervan tarafından söylenmiştir.
Bu hususta, Muhammed
b. İshak, şunları anlatmaktadır.: Mabed b. Ebu Mabed el-Huzai, Hamraul Esed
mevkiinde, Resulullahın yanından geçiyordu. O sırada Mabed müşrikti. Ancak
Hazaa oğullarının müslümanlan da müşrikleri de Tihame bölgesinde, Resulullahın
sırdaşları ve müttefikleriydiler. Orada olup biten şeyleri Resulullahtan
saklamazlardı. Mabed dedi ki: "Ey Muhammed, vallahi senin uğradığın şey,
bizim ağırımıza gitti. Bizler Allanın seni muhafaza etmesini isterdik."
Sonra Mabed, Resulullahı Hamraul Esed'de bırakıp yoluna devam etti.
"Revha" denen yerde Ebu Süfyan ve arkadaşlarına kavuştu. Onlar, tekrar,
Resulullah ve sahabileriyle savaşmak üzere hazırlık yapıyorlardı ve kendi
kendilerine şöyle demişlerdi: "Biz Muhammedin arkadaşlarını, onlann ileri
gelenlerini ve komutanlarım TJhutta öldürdükten sonra onlann kökünü kurutmadan
geri mi dönelim? Onlann geride kalanlanna tekrar hücum edelim ve onlardan
kurtulalım." Eb Süfyan, Mabedi görünce: "Ey Mabed, arkanda ne
var?" dedi. Mabed de: "Arkamda Muhammed var. Arkadaşlarıyla birlikte
yola çıkmışlar. Daha Önce benzerini görmediğim bir kalabalıkla sizi arıyorlar.
Onlar size karşı ateş püskürüyorlar. Karşılaştığınız zaman, Muhammedden geri
kalmış olanlar onun yanında toplanmışlar. Daha önce yaptıklarına pişman
olmuşlar. Onlann içinde size karşı öyle bir kin var ki, ben bundan Önce böyle
bir kin görmemiştim." Ebu Süfyan ise "Vay haline, sen ne
diyorsuıı?"dedi. Mabed: "Vallahi senin (Medine) tarafına gitmemeni,
böylece senin atlarının kaküllerini görmeyi istiyorum. (Yani, gidersen
öldürülürsün. Ben de senin atlarının kaküllerini gönnez olurum.) dedi. Ebu
Süfyan "Vallahi onların geri kalanlarının kökünü kurutmak için toplanıp
hücuma hazırlanmıştık." dedi. Mabed: "Ben senin, bunu yapmamanı isterim."
dedi. Ebu Süfyan "Vallahi onlardan gördüğüm halleri, beni onlar hakkında
şiir söylemeye şevketti" diye ilave etti. Mabedin bu telkinleri Ebu
Süfyanı ve onunla beraber olanları Medine üzerine yürümekten vaz geçirdi. Ebu
Süfyanın yanından Abd-i Kays oğullarına ait bir Kervan geçiyordu. Ebu
Süfyan: Nereye gidiyorsunuz?" dedi.
Onlarda "Medineye gidiyoruz." dediler. Ebu Süfyan "Niçin?"
dedi. Onlar: "Biz, yiyecek maddeleri almak için gidiyoruz." dediler.
Ebu Süfyan: "Sizler, benden bir mektup götürüp Muhammede verir misiniz?
Bunun karşılığında ben size daha sonra Ukaz panayırında şuna kuru üzüm
yükliyeyim." dedi. Onlar da "Evet, olur." dediler. Ebu Süfyan:
"Ona deyin ki, biz onlann geride kalanlarının kökükünü kurutmak için
toplanıp ona ve sa-habilerine doğru geliyoruz." dedi. Resulullah, Hamraul
Esed mevkiinde iken bu Kervan gelip ona Ebu Süfyanın söylediklerini anlattı.
Resulullah da: "Allah bize yeter o ne güzel vekildir." dedi. İşte
âyet-i kerime bu olayı anlatmaktadır.
Bu izaha göre âyete
zikredilen "İnsanlar"dan maksat, Abd-i Kays oğullarına ait olan
Kervandır. "Ordu toplayan düşman"dan maksat ise Ebu Süfyan ve
ordusudur.
,
b- Mücahid
ve İkrimeye göre ise, düşmanlarının bir araya gelerek kendilerine saldıracağı
haberi, Resulullaha ve sahabilerine, Uhut savaşından bir sene sonra gittikleri
küçük Bedir mevkiinde söylenmiştir. Zira, Uhut savaşı bittikten sonra Ebu
Süfyan, Resulullaha "Gelecek yıl, karşilacağımız yer, adamlarımızı
öldürdüğünüz Bedir mevkii olsun." demiş Resulullah da "Evet,
olur." demişti. Resulullah verdiği sözün gereğini yerine getirerek ertesi
yıl, küçük Bedir mevkiine gitti. Onlar, müşriklerle karşılaştıklarında
Kureyşin ne yaptığını soruyorlardı. Müşrikler de müminlerin kalbine korku
salmak için "Onlar sizinle savaşmak için çokça adam topladılar. Onlardan
korkun." diyorlardı. Fakat müminler onlardan korkmuyorlar "Allah bize
yeter o ne güzel vekildir." diyorlardı. İşte orada müslümanlar, Bedir
mevkiinde panayıra rastladılar. Oradan alış veriş edip ticaret yaptılar. Bu
sebeple bundan sonra gelen âyet, onlann bu durumunu tasvir ederek
"Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allanın nimeti ve lütfuyie geri
döndüler." buyurmaktadır.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün daha evla olduğunu, zira bundan önce geçen âyetin, Resulullaha
tabi olan kişilerin yaralı olduklarını beyan ettiğini, müminlerin ise Uhut
savaşını müteakiben yaralı oldukları muhakkaktır. Bir yıl sonra meydana gelen
Bedir olayında, yaralıların bulunmadığı bilinmektedir. [317]
174-
Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allahın nimeti ve lüt-fuyla geri
döndüler ve Allahın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Resulullah ve
sahabileri düşmanı Hamraul Esede kadar takibettikten sonra, kendilerine hiçbir
eziyet ve kötülük dokunmadan, Allahın nimeti ve lütfuyla evlerine geri
döndüler. Ve Allahın Peygamberine itaat ederek Allahın rızasına uydular. Allah,
yarattıklarına karşı büyük lütuf sahibidir. [318]
175- O kişi
ancak dostlarını korkutmak isteyen bir şeytandır. Onlardan korkmayın. Eğer
mümin iseniz benden korkun.
Sizi korkutmak isteyen
o kişinin (Bedevinin) yaptığı ancak kendisini dost edinenler vasıtasıyla korku
salmak isteyen şeytanın yaptığı bir iştir. Siz onların topluluğundan korkmayın.
Çünkü ben size zaferi garanti ediyorum. Fakat sizler, hakkıyla iman
edenlerseniz. Benim emrime karşı gelmekten korkun. [319]
176- İnkâra
koşuşanlar seni üzmesin. Onlar, Allaha hiçbir zarar vermezler. Allah onlara,
âhirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.
Ey Muhammed, inkâra
koşuşan şu münafık kafirler seni üzmesin. Çünkü onlar dinden çıkıp kâfir
olmalarıyla Allaha hiçbir zarar veremezler. Ancak kendilerine zarar verirler.
Allah bunlara âhiret sevabından bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir
azap vardır. O da cehennem ateşidir. [320]
177-
Şüphesiz ki imana karşılık inkârı satın alanlar, Allaha hiçbir zarar
veremezler. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Şüphesiz ki imanı
verip kâfirliği alan bu münafıklar, dinden çıkmakla Allaha hiçbir zarar
vermezler. Onlara, bu yaptıklarından dolayı can yakıcı bir azap vardır.
Allah teala, bundan
önceki âyetlerde, mümin kullarını samimi olmaya, bütün işlerinde kendisine
yönelmeye ve emirlerine boyun eğmeye teşvik etmekte ve onları dumanlarına
karşı cihad etmeye, dostlanni yalnız bırakmayıp onlara yardım etmeye davet
etmektedir. Bu âyetlerde ise, münafıkların hallerini tasvir etmekte, onların,
Allaha hiçbir zarar veremeyeceklerini beyan etmekte ve onların cehenneme
gireceklerini haber vennektedir. [321]
178-
Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu
zannctmesinlcr.Biz onlara mühleti ancak, günahlarını artırsınlar diye
veriyoruz. Onlar için alçaltın bir azap vardır.
İnkâr edenler,
ömürlerini uzatarak kendilerine mühlet vermenizin sakın kendileri için hayırlı
olduğunu zannetmesinler. Biz onların ecellerini, ancak günahlarının artması
için uzatıyoruz. Onlar için hor ve hakir düşüren bir azap vardır.
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle duyuruluyor: "Onlar, kendilerine mal ve oğullar
lütfederken, iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? [322]"Onların
mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla dünya hayatında
onlara ancak azabetmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister. [323]
179- Allah,
müminleri, içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Nihayet, murdarı
temizden ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kılacak da değildir. Fakat Allah,
Peygamberlerinden dilediğini seçip gaybı bildirir. O halde Allaha ve
Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve Al-lahtan korkarsanız, sizin için
büyük bîrmükâfaat vardır.
Allah, müminleri,
içinde bulunduğunuz, müminin münafıktan ayirdedil-mediği bu karışık durumda
bırakacak değildir. Nihayet zorluklarla imtihan ederek temiz olan mümini,
murdar olan münafıktan ayıracaktır. Allah sizi, gayba vâkıf kılarak kullarının
kalbindekini size bildirecek değildi ki mümini münafıktan ve kâfirden
ayırabilesiniz. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçip ona, kullarının
kalbinde olan bazı gayblan bildirir. O halde Allaha ve Peygamberine iman edin.
Şayet Peygamberlere iman eder ve Allahtan korkarsanız sizin için büyük bir
mükâfaat.vardır.
Mücahid diyor ki:
"Allah teala, münafıklarla müminleri Uhut savaşı imtihanı ile
birbirlerinden ayırmıştır.
Katade ve Süddi ise:
"Allah teala bu âyette, hicret ve cihadla müminleri kâfirlerden
ayırdedeceğini beyan etmiştir." demişlerdir.
Taberi, daha önceki
âyetlerin, münafıklar hakkında olması hasebiyle birinci görüşü tercih
etmiştir.
Bu âyet-i kerime,
Allahtan başka hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğini, bu nedenle kimin gerçek mümin
kimin de münafık olduğunun kesin olarak an-1 aşılamayacağını, bu sebeple de
Allahın, insanları bir takım imtihanlardan geçirip gerçek müminle münafık]
ortaya çıkaracağını beyan etmekte, ayrıca, seçmiş olduğu Peygamberine, gayba
ait bazı olayları haber vereceğini bildirmektedir.
Bu hususta diğer
âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: "Gaybı o bilir. Kimseye gaybı
göstennez." "Ancak, Peygamber olarak seçtiği kimse bunun dışındadır.
Çünkü Allah, seçtiği Peygamberin önüne ve ardına gözetleyici ko-yar[324]
Bu hususta Süddi diyor
ki: "Allah sizi gayba vâkıf kılacak ta değildir." ifadesinden maksat,
"Allah, Muhammedi gayba vâkıf kılacak değildir." demektir.
İbn-i İshakdadiyorki:
"Allah sizi, gayba vâkıf kılacakta değildir." ifadesinden maksat,
"Ey müminler, Allah sizleri, imtihan edeceği gayba ait olaylara
vâkıf kılacak değildir ki, o olayların,
aleyhinize olanlarından kaçmasınız." demektir.
Taberi diyor ki:
"Bu ifadenin izahında tercihe şayan olan görüş şudur. "Ey müminler,
Allah sizleri, kullarının kalbindekine vâkıf kılacak değildir ki, onlardan
mümin olanları, münafık ve kâfirlerden ayıredebilesiniz. Bu sebeple Allah,
kullarını bir kısım sıkıntı ve belalarla birbirlerinden aymr. Nitekim Unut
savaşında düşmana karşı savaşma yoluyla onlan birbirlerinden ayirdetmiştir.
Böylece sizler, müminleri kâfir ve münafıklardan ayırdedebilesiniz. Ancak Allah,
Peygamberlerinden bazılarını vahiy yoluyla, kullarının kalbinde bulunan şeylere
vâkıf kılar." [325]
180-
Allanın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar,
bunun, kendileri için hayiriı olduğunu sakın zannetmesinler. Bilsinler ki bu,
onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına
dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allaha aittir. Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.
Allanın, dünyada
kendilerine verdiği nimetler hususunda cimrilik yaparak, zekatlarını
vermeyenlerin tutumlarının, kendileri için kıyamette hayırlı olacağını sakın
zannetmesinler. Bilakis bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları o mal,
kıyamette onların boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası ancak
Allaha aittir. Çünkü o, devamlı diridir ve sonu olmayandır. O, yaptığınız her
şeyden haberdardır. İyilikte bulunanı iyiliği ile mükâfaatlandıracak, kötülükte
bulunanı da kötülüğü ile cezalandıracaktır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Zannetmesinler" diye tercüme edilen fiili iki şekilde okunmuştur.
a- Hicaz
ve.Irak kurralarından bir topluluk bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kiraata
göre âyetin mânâsı mealde zikredildiği gibidir.
b- Diğer
bazı kurralar ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Taberi de bu kıraat şeklini
tercih etmiştir. Âyeti bu şekilde okuyanlar, ona çeşitli şekillerde mânâ
vermişlerdir
Süddiye göre bu
ifadenin izahı şöyledir: Ey Muhammed, Allanın, dünyada kendilerine verdiği
mallar hakkında cimri davrananların ve bu mallarından, Allanın farz kıldığı
zekatı vermeyenlerin bu cimriliklerinin, kendileri için kıyamet gününde
hayırlı olacağını zannetme. Bilakis, âhirette onların bu cimri davranışları
kendileri için şer olacaktır.
Abdullah b. Abbas ve
Mücahide göre ise bu ifadenin manâsı şöyledir: "Ey Muhammed, sakın sen,
Allahın, lütfundan, kendilerine verdiği Tevratta, senin sıfatlarını insanlara
anlatmakta cimri davranan Yahudilerin bu cimriliklerinin kendileri için
hayırlı olacağını zannetme."
Taberi, ikinci
kıraattaki birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki cimrilikten
maksadın, "Zekat vermemek" demek olduğunu söylemiştir. Zira bu âyetin
devamındaki "Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır."
ifadesini, Resulullahın, zekat vermemek olarak izah ettiği, birçok hadislerde
zikredilmiştir. Ayrıca bundan sonra gelen âyette, müşrik ve Yahudilerin, zekat
vermemek için "Şüphesiz ki Allah fakirdir, bizler zenginiz." dedikleri
ve böylece zekatla alay ettikleri belirtilmektedir. Bu da gösteriyor ki, buradaki
cimrilik yapılan şeyden maksat, zekattır.
Ayet-i kerimenin
devamında "Cimrilik yaptıkları şey kıyamet gününde boyunlarına
dolanacaktır." Duyurulmaktadır. Müfessirler, âyetin bu bölümünü çeşitli
şekillerde izah etmişlerdir.
a-
Bazılarına göre ayetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: Allah, kıyamet gününde
farz olan zekatı vermeyenin zekatını, gerdanlık gibi boynuna dolaya-caktır. Bu
hususta Resulullahtan şu hadis-i şerifler zikredilmiştir. Muaviye b. Hiyde
diyor ki:
"Ben,
Resulullahın şöyîe buyurduğunu işittim." Herhangi bir kimse gelir de
efendisinden arta kalan malını ister o da onu vermezse kıyamet gününde o kimse
için dilini dışan çıkanp onu yalayan kel bir yılan çağırılır. O yılan, onun
vermediği arta kalan malıdır. [326]
Abdullah b. Mes'ud
Resıılullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Malının zekatını
vermeyen hiçbir kimse yoktur ki Allah, kıyamet gününde, vermediği o zekatını,
boynunda büyük bir yılan haline getirmiş olmasın." Sonra Resulullah, Aziz
ve Celil olan Allanın kitabından bunun doğruluğunu ortaya koyan "Allanın
kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun
kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilsinler ki bu onlar için bir
serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde onlann boyunlarına dolanacaktır."
âyetini okuduk[327]
Hicr b. Beyan
ResuluIIahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Herhangi bir kimse
akrabasına gider de ondan, Allanın kendisine verdiği şeylerden arta kalanı
ister, o akrabası da o şeyi vermekte cimri davranacak olursa kıyamet gününde
Allah, o kimse için cehennem ateşinden, dilini dışarı atan büyük bir yılan
çıkarır, o yılan sonunda o kişinin boynuna dolanır." Resulullah bundan
sonra bu âyeti okudu.
Ebu Hureyre de
Resıılullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah kime mal verir de
o da malının zekatını vermezse, o malı, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta
bulunan büyük bir yılan şekline sokulur ve kıyamet gününde o yılan onun boynun
dolanır. Yılan o kişiyi iki avurdundan yakalar ve şöyle der: "işte senin
malın benim. Senin hazinen benim." Sözünü bitirdikten sonra Resulullah
efendimiz, bu âyet-i kerimeyi okumuştur. [328]
b- İbrahim
en-Nehaiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Cimrilik yaptıkları şey
kıyamet gününde ateşten bir gerdanlık olarak onların boynuna dolanacaktır.
c- Abdullah
b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Muhammedin Peygamberliğini
gizleyen Yahudi Hahamları, kıyamet gününde, gizledikleri bu şeyin günahını
sırtlarında taşıyacaklardır.
d- Mücahide
göre, bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Dünyadayken cimrilik yaptıkları şeyi
kıyamet gününde getirmeye zorlanacaklardır."
Taberi diyor ki:
Tercihe şayan olan görüş buradaki, cimrilik ettikleri beyan edilen şeyden
maksat, zekat mallandır." diyen görüştür. Zira zikredilen hadisler ve rivayetler
bunu ifade etmektedir.
Âyet-i kerimede:
"Göklerin ve yerin mirası ancak Allaha aittir." Duyurulmaktadır.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki, "Miras, ölen bir malikin
mülkünün, sağ kalan mirasçılarına intikal etmesidir. Yaratıklar yok olmadan önce
de bütün göklerin ve yerin mülkiyeti Allaha ait olduğuna göre, Allanın göklere
ve yere mirasçı olması ne demektir?" Cevaben denilir ki, "Allah teala
bu ifade ile kendisinin devamlı olarak diri olduğunu, baki olduğunu, diğer
bütün yaratıkların ise yok olacaklarım beyan etmiştir. Bu itibarla, dünyada
iken bir takım eşyaya sahip gibi görünenlerin de sonunda Öleceklerini ve
sahibolduklan şeylerin gerçek malikinin de Allah teala olduğu gerçeğinin ortaya
çıkacağını beyan etmektedir. [329]
181-
"Şüphesiz ki Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözünü
Allah elbette işitmiştir. Onlann söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere
öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz: Tadın o yakıcı azabı."
Allah, Yahudilerin
"Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz." sözlerini duymuştur.
Biz onlann yapmış olduklan iftiraları ve Peygamberleri haksız yere
öldünnelerini yazacağız ve "İftiranızın cezası olarak tadın o yakcı
azabı," diyeceğiz.
Abdullah b. Abbas,
Süddi, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin ve
bundan sonra gelen bir kısım âyetlerin, ResuluIIahın döneminde bulunan
Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Abdullah b.
Abbas, diyor ki "Ebubekİr es-Sıddiyk, Yahudilere ait olan ve "Beytül
Makdis" diye adlandırılan, Yahudilerin, içinde kitap okuduktan Medreşeye
girdi. Yahudilerden bir çoğunun âlimleri ve Hahamları olan "Finhas"
isimli birinin etrafında toplandıklarını gördü. Onun yanında yine, Hahamların
ileri gelenlerinden biri olan Eşya' da bulunuyordu. Ebubekir, Finhasa
"Vay haline ey Finhas, Allahtan kork ve müslüman ol. Allaha yemin olsun ki
siz, Muhamme-din. Allanın Peygamberi olduğunu ve Allah katından size, doğru
olanı getirdiğini biliyorsunuz. Siz onun, yanınızda bulunan Tevrat ve İncilde
de yazılı olduğunu görüyorsunuz." dedi. Finhas da Ebubekire
"Vallahi, ey Ebu bekir, bizim , Allaha bir ihtiyacımız yoktur. Biz fakir
değiliz. O bize muhtaçtır. Bize göre o fakirdir. Onun bize yalvardığı gibi biz
ona yalvaramayız. Bizim ona ihtiyacımız yoktur. O ise bize karşı ihtiyaçsız
değildir. Şayet onun bize ihtiyacı olmasaydı, arkadaşınız Muhammedin zannettiği
gibi biz ona mallarımızı ödünç olarak vermezdik. O, (Allah) size faizi
yasaklerken.bize faiz veriyor. Şayet onun bize ihtiyacı olmasaydı bize faiz vermezdi."
dedi. Bunun üzerine Ebubekir hiddetlendi ve Finhasın yüzüne dehşetli bir tokat
indirdi ve şöyle dedi: "Hayatım kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki,
eğer bizimle sizin aranızda anlaşma olmasaydı, ey Allah düşmanı elbette ki
senin boynunun vururdum." Bunun üzerine Finhas, Resulullaha gitti ve ona :
"Ey Muhammet!, bak arkadaşın bana ne yaptı?" dedi. Resulullah
Ebubekire "Seni bunu yapmaya sevkeden sebep nedir?" diye sordu.
Ebubekir de dedi ki: "Ey Allanın Resulü, bu Allah düşmanı aşırı bir söz
söyledi. Bu zannediyor ki Allah fakir de kendileri zengin. İşte böyle söyleyince
sözleriden dolayı kızdım ve yüzüne vurdum." Finhas bunu inkâr etti.
"Ben böyle bir şey söylemedim." dedi. İşte bunun üzerine Allah teala
Finhası yalanlayıp Ebubekiri tasdik ederek "Şüphesiz ki Allah fakirdir
biz ise zenginiz." diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların
söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle
diyeceğiz. "Tadın o yakıcı azabı." âyetini indirdi. [330]
182- Bu
azap, sizin yaptıklarınızdan dolayıdır. Yoksa Atlah kullarına asla zulmcdici
değildir.
Ey "Allah
fakirdir biz ise zenginiz." diyen ve haksız yere Peygamberleri öldüren
Yahudiler, kıyamet gününde size "Can yakıcı azabı tadın." diyeceğiz.
Böyle deyişimizin sebebi, sizin, dünya hayatındayken işlediğiniz amellerdir.
Yoksa Allah âdildir, haksız yere herhangi bir kimseyi cezalandırarak zulmetmez.
Zira Allah, kullarına asla zulmedici değüdir. [331]
183- Onlar:
"Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir Peygambere iman
etmememiz hususunda Allah bize ahit verdi." derler. Ey Muhammcd, onlara
şöyle de: "Benden önce de size Peygamberler apaçık delillerle ve bu
söylediğinizle geldi. O halde iddianızda samimi iseniz niçin onları
öldürdünüz?
Onlar şöyle
diyorlardı: "Bize, Allaha yaklaştıran bir kurban getirip, kestiği o
kurbanı da gökten bir ateş inip yemedikçe hiçbir Peygambere iman etmeyeceğimize
dair Allah bize ahit verdi: Ey Muhammed, onlara de ki: "Benden önce size,
Peygamberliklerinin doğruluğunu gösteren delillerle ve sizin iddia ettiğiniz
kurban mucizesi ile Peygamberler geldi. Eğer iman etme iddianızda samimi iseniz,
bütün deliller ortaya çıktıktan sonra o Peygamberleri niçin öldürdünüz? O halde
sizler, gerçekten iman etmek için delil aramıyor, inadınızdan böyle yapıyorsunuz.
* Abdullah b. Abbas ve
Dehhak diyorlar ki: "Önceki ümmetlerde bir kişi, tasaddukta bulunur da,
sadakası kabul edilirse, gökten bir ateş iner onun sadakasını yerdi. Bu da o
kişinin, iddiasında haklı olduğunu gösterirdi. Yahudiler, bu âyet-i kerimede
zikredildiği gibi, Resulullahtan böyle bir mucize istemişlerdir. Fakat Allah
teala, Yahudilere, bu gibi mucizelerle gelen Peygamberleri de öldürdüklerini
hatırlatarak istediklerinde samimi olmadıklarını, sadece Hz. Muhammedi
yalanlamak için bu gibi söyleri ile sürdüklerini beyan etmiştir. [332]
184- Şayet
seni yalanlıyorlarsa, senden önce apaçık deliller, sahi fd er ve aydınlatıcı
kitap ile gelen Peygamberler de yalanlanmıştı.
Ey Resulüm, şayet
onlar seni yalanlıyorlarsa buna üzülme, zira senden
önce gelen Peygamberler de bunlar
tarafından yalanlanmışlardı. Halbuki o Peygamberler onlara, kesin ve açık
delillerle, ilahi kitaplarla ve yolları aydınlatan Tevrat ve İncil gibi
kitaplarla gelmişlerdi.
*Bu âyet-i kerime,
Peygamber efendimizi, Yahudilerden ve diğer müşriklerden görmüş olduğu
sıkıntılara karşı teselli etmektedir. [333]
185- Her
nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde yaptıklarınızın karşılığı size mutlaka
eksiksiz verilecektir. Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa,
şüphesiz o, kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir
şey değildir.
Allahın Peygamberini
yalanlayan ve Allaha karşı iftiralarda bulunan bu Yahudilerin akıbeti de diğer
bütün yaratıklar için takdir edilen akıbet gibi olacaktır. Zira, her nefis
ölümü tadacaktır. O halde ey Muhammed, seni yalanlayan ve Allaha karşı iftirada
bulunan o Yahudilerin ve müşriklerin, yalanlama ve iftiralarına karşı üzülme.
Ey insanlar, biz kıyamet gününde size, yaptıklarınızın karşılığını tam olarak
vereceğiz. Hayır işleyene hayır, şer işleyene de şer vereceğiz. Kim de
cehennem azabından kurtulur ve cennete konacak olursa işte gerçekten kurtuluşa
eren o'dur. Dünyanın lezzeti, ziynetleri ve zevkleri ise aldatıcı ve geçici
şeylerden başkası değildir. Sizler, bu aldatıcı ve geçici dünya metaı ile zevke
dalarsınız. Halbuki o, neticede sizin başınıza felaketleri, musibetleri ve
3çvmediğiniz şeyleri getirir.
Taberi diyor ki:
"Abdurrahman b. Sabit, bu âyette zikredilen kelimesini "Değersiz ve
az bir şey" mânâsında almışsa da aslında bu kelimenin mânâsı
"Aldatmak"tir. Bu itibarla, dünya malı az olsun çok olsun,
aldatıcıdır. Kulun, kendisim ona kaptırarak rabbinin emir ve yasaklarından
gafil olmaması gerekir.
Ebu Hureyre,
Resulullahın, bu âyetin izahında şunu buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Şüphesiz ki, cennette bir kamçı kadar yer, dünyadan ve onun içinde
bulunan şeylerden daha hayırlıdır. İsterseniz şu âyeti okuyun. "Kim,
cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa şüphesiz o kurtuluşa
ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir. [334]
Bu hususta, Peygamber
efendimiz diğer bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Kim, cehennem
ateşinden uzaklaştırılıp cennete konulmayı istiyorsa, Allaha ve âhiret gününe
iman etmiş olarak ölsün ve insanlara, kendisine yapılmasını arzuladığı şeyleri
yapsın. [335]
186- Şüphe
yok ki, siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olacaksınız. Sizden
önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allaha ortak koşanlardan mutlaka birçok
c/.iyct verici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Aüahtan korkarsanız,
bilin ki bu azmi gerektiren işlerdendir.
Mallarınız ve
canlarınıza gelen felaketlerle mutlaka imtihan olacak, sizden önce kendilerine
kitap verileri Yahudi ve llrisliyanlardan ve Allaha ortak koşan müşriklerden
bir çok eziyetler göreceksiniz. Şayet bu eziyetlere karşı sabreder ve Allaha
itaat ederek ondan korkarsanız şüphesiz ki bu davranışınız, azmi gerektiren
işlerdendir.
Yahudilerin incitici
laflan: "Şüphesiz ki Allah, fakirdir." AUahın eli bağlıdır,
cimridir." gibi sözleridir. Hristiyanlann sözleri ise "İsa Mesih
Allanın oğludur." "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür." gibi
sözlerdir.
Ehl-i kitap bu gibi
sözleri söylüyor diğer müşrikler de Resulullaha, söz ve davranışlarıyla eziyet
ediyorlardı. İşte âyet-i kerime bütün bunlara işaret etmektedir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- İkrime
diyor ki: Bu âyet, Resulullah, Ebubekir ve Kaynuka oğullanılın lideri olan
Yahudi Finhas hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Resulullah, Ebubekir
es-Sıddıki Finhasa göndermiş ve ondan maddi destek talep etmiş ve ona bir de
mektup yazmıştır. Resulullah, Ebubekire "Benim yanıma dönünceye kadar
sakın kendi görüşünle hareket etme." dedi. Ebubekir, kılıcını kuşanarak
Finhasa gitti. Mektubu ona verdi. Finhas mektubu okuyunca "Rabbiniz,
kendisine yardım etmenize mi muhtaç oldu?" dedi. Bunun üzerine Ebubekir,
"Onun boynunu kılıçla vunnak istedi. Fakat o, Resulullahin "Dönünceye
kadar sakın kendi görüşünle hareket etme." sözünü hatırladı ve vunnaktan
vaz geçti. İşte bunun üzerine bu âyet ve bundan önceki âyetler nazil oldu.
b- Zühriye
göre ise bu âyet-i kerime, Kâ'b b. el-Eşref hakkında nazil olmuştur. Bu kişi,
şiirleriyle müşrikleri, Resulullaha ve sahabilerine karşı kışkırtıyor ve
Resulullahı kotüiüyordu. Bu sebeple, içlerinde Muhammed b. Mesleme \ Ütü Abs'm
da bulunduğu, Ensardan beş kişi, Kâb b. el-Eşrefe gittiler. Kâ'b, Medii. .jjîin
üst tarafında, kavminin meclisinde bulunuyordu. Gelenleri görünce içine korku
düştü ve hallerini beğenmedi. Onlar, "Biz sana bir ihtiyaç için geldik.
" dediler. Kâ'b "Biriniz bana yaklaşsın ve ihtiyacınızı
anlatsın." dedi. İçlerinden biri ona yaklaşarak "Biz sana,
zırhlarımızı satarak bedellerini alıp infak edelim diye geldik." dedi.
Kâ'b da dedi ki: "Vallahi eğer bunu yapacak olursanız, bu adam gelip size
konakladığından beri büyük bir sıkıntıya düştüğünüz belli" dedi. Onlar,
geceleyin ortalığın sakinleştiği bir vakitte Kâ'bın yanına tekrar
gideceklerine dair sözleştiler. Sonra gelip Kâ'bı seslediler. Karısı ona
"Bunlar bu saatte sana, hoşuna gidecek bir şey için gelmiş
olamazlar" dedi. Kâ'b "Onlar bana meselelerini anlatmışlardı."
dedi. ve çıkıp onlarla konuştu. Onlara "Size vereceğim hunna karşılığında
rehin olarak çocuklannızı bana verimlisiniz?" dedi. Onlar, "Bizler,
çocuklarımız hakkında "Bu bir vesk karşılığında rehin verilmiştir."
"Şu iki vesk karşılığında rehin verilmiştir." şeklinde söylenilerek
ayıplanmalarından utanırız." dediler. Kâ'b, "Kadınlarınızı bana rehin
olarak verir misiniz?" dedi. Onlar, "Sen insanların en yakışıklı
olanısınz. Biz sana gü-vcnemeyiz. Bu yakışıklılığın karşısında hangi kadın sana
karşı diretebilir ki?
Fakat biz sana
silahlarımızı rehin verebiliriz. Bizim bugün silahlara da ne kadar ihtiyacımız
olduğunu biliyorsun." dediler. Kâ'b "Haydi sulhlarınızı getirin ve istediğinizi
yüklenip götürün." dedi. Onlar, "Aşağı in de sen bizden teslim al biz
de senden teslim alalım." dediler. Kâ'b inmek isterken karısı ona yapıştı
ve ona "Kavmine bir kişi gönder de senin de bunlar gibi adamların gelip
yanında bulunsunlar." dedi Kâ'b "Bunlar, benim uyuduğumu görseler
beni uyandırmazlar." dedi. Karısı" "Sen onlara evin içinden
konuş" dedi. Kâ'b dinlemedi, onların yanına indi. Ondan güzel kokular
saçılıyordu. Müslümanlar "Nedir bu kokular?" dediler. Kâ'b "Bu,
(Karısını kastederek) filanın annesine ait olan kokudur." dedi.
Müslümanlardan biri onun kokusunu koklamak gerekçesiyle ona yaklaştı ve onu
kucakladı. Sonra arkadaşlarına: "Öldürün bu Allah düşmanını." dedi.
Bunun üzerine Ebu Abs, Kâ'bın böğrüne mızrağını sapladı. Muhammed b.Mesleme
de kılıçla boynunu vurdu ve dönüp gittiler. Bunun üzerine Yahudiler korkuya
kapıldılar. Resulullaha varıp "Bizim efendimiz, suikastla öldürüldü."
dediler. Resulullah.da onlara, Kâ'bın yaptıklarını, müşrikleri müslümanlarin
aleyhine kışkırttığını ve onlara eziyet ettiğini anlattı[336]
c- Üsame b.
Zeyd ise, bu âyet-i kerimenin, Abdullah b. Übey vb. müşriklerin ve ehl-i
kitabın hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Übey, müslüman olmadan
Önce, Resulullah kendisini İslama davet etmek üzere merkeple yanına varınca,
merkebinin dışkısını kastederek "Bu bizi rahatsız etti." diyerek
Resulullahı hoş karşılamamıştır. Bu sebeple onu üzmüştür. İşte âyet-i kerime
bunun gibi meseleler hakkında nazil olmuştur[337]
187- Bîr
zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu İnsanlara açıklayacaklarına,
onda olanları gizlemeyeceklerine dair ahit almıştı. Onlar ise bunu arkalarına
attılar ve az bir değere değiştiler. Bu alış verişleri ne kötüdür.
Ey Muhammed, Allahuı,
kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristîyan-1 ardan, Tevrat ve İncilde, senin
Peygamberliğini insanlara açıklayacaklarına ve bu kitaplarda bulunanları
gizlemeyeceklerine dair kesin söz aldığı zamanı hatırla. O, kendilerine kitap
verilenler bunu arkalanna attılar. AUahın emrini bırakıp
ona verdikleri sözü
bozdular. Kitapta yazılı olan, senin Peygamberliğin gibi bazı hususları
gizleme karşılığında, dünya metaından basit bir değer aldılar. Alla-ha
verdikleri sözü bozarak karşılığında satın aldıktan şey ne kötüdür.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede zikredilen ehi-i kitaptan kimlerin kastedildiği hususunda farklı
görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Süddi, Said b. cübeyr ve İbn-i Direyce göre bu âyette zikredilen
ehl-i kitaptan maksat, sadece Yahudilerdir. Âyet, Finhas ve Eşya' gibi Yahudi
Hahamlarına işaret etmektedir.
b- Katadeye
göre ise bu âyet-i kerime, kendisine dînî ilimler verilen herkesi
kapsamaktadır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivayet edilmektedir.
"İşte Allah, ilim ehlinden bu ahdi almıştır. Kim, bir şey bilir ise, onu
başkasına Öğretsin. Sizler ilmi gizlemekten kaçının. Zira ilmi gizlemek, helak
olmaktır. Hiçbir kimse de kendisini, bilmediği bir şeyi söylemeye zorlamasın.
Aksi takdirde Allanın dininden dışarı çıkar ve kendisini zorlayanlardan
olur." Denilir ki: "Söylenilmeyen ilim, harcanmayan hazineye benzer.
İnsanlara aktarılmayan hikmet, yeyip içmeyen bir puta benzer. "Yine
denilir ki: "Ne mutlu konuşan âlime ve ne mutlu dinlediğini tutan
dinleyiciye. Birincisi ilmi bilen, onu öğreten ve insanları ona çağırandır.
İkincisi ise, hayıfı işiten, onu koruyuan ve ondan faydalanandır.
c- Abdullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetin bu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Ey Muhammed, bir zaman Allah, Peygamberlerden, kavimlerine
karşı ahit almıştı." Buna göre burada zikredilen ehl-i kitaptan maksat,
Peygamberlerdir. [338]
188- O,
yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenleri sakın
azaptan kurtulmuş zannetme. Sakın bunu sanma. Onlar için can yakıcı bir azap
vardır.
Ey Muhammed, senin
Peygamberliğini insanlardan saklayarak, yaptıklarıyla sevinen ve kendileri
Allaha ibadet etmedikleri halde, insanların, kendilerini "itaatkâr
kullar" diye övmelerinden memnun olan ehl-i kitabın, Alhıhın azabından
kurtulacaklarını sakın zannetme. Böyle bir taliminde sakın bulunma. Onlar için
âhirette can yakıcı bir azap vardır.
Müfessirler bu âyette
zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Ebu Said
el-Hudri ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime bazı münafıklar hakkında
inmiştir. Resulullah, savaşa çıktığında, bunlar savaşa gitmeyip yerlerinde
kalırlardı. Resulullah döndükten sora da ondan üzür dilerler ve savaşmadıkları
halde, insanların, özürlerini kabul ederek kendilerini övmelerini isterlerdi.
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, Yahudiler hakkında nazil olduğunu
söylemişler ancak, Yahudilerin, hangi ameli işleyenleri hakkında nazil olduğu
hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.
aa- Said b.
Cübeyr ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Finhas ve Eşya' gibi, insanları
saptırmakla sevinen ve aynı zamanda insanların kendilerini, âlim olarak
övmelerini isteyen Yahudi Hahamları hakkında nazil olmuştur.
bb- Dehhak,
Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i
kerime, Resulullah yalanlamada ittifak içinde olmaktan dolayı sevinen, aynı
zamanda insanların, kendilerine "Namaz kılanlar, oruç tutanlar" diyerek
övmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
cc- Mücahide
göre ise bu âyet-i kerime Allanın, kendilerine verdiği Tev-ratı değiştirmekten
dolayı sevinen ve insanların bu değiştirmeden dolayı kendilerini Övmesini
isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
dd- Said b.
Cübeyre göre bu âyet-i kerime, Allanın İbrahim (a.s.)ın ailesine verdiği
üstünlüklerle sevinen ve bunların gereğini yapmadıkları halde insanların
kendilerini Övmesini isteyen Yahudiler hakkında nâzfl olmuştur.
ee- Abdullah
b. Abbasa göre bu âyet, Resulullahın, kendilerine bir şey sorması üzerine onu
gizleyen, bu gizlemelerinden dolayı da sevinen ve aynı zamanda Resululİaha
verdikleri yanlış cevap ile de Resulullah ve müminler tarafından övülmelerini
isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor
ki:
"Resulullah,
Yahudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar, sorduğu şeye doğru cevap
vermeyip gerçeği gizlediler ve başka bir cevap verdiler. Resu-lullahin yanından
ayrılırken de, soruya doğru cevap vermiş gibi görünerek ayrıldılar ve bundan
dolayı takdir edilmelerini istediler. Ayrıca doğru cevap vermemelerinden
dolayı da sevindiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [339]
ff- Katadeye
göre ise bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar,
Resulullaha gelmişler, sapıklıklarına bağlı oldukları halde, Re-sulullaha tabi
imişler gibi görünmüşler ve gerçekte iman etmedikleri halde Re-sulullahın
kendilerini övmesini istemişlerdir. İşte âyet-i kerime bunları ifade etmektedir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin bundan
Önceki âyette belirtilen ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söyleyen
görüştür. [340]
189- Göklerde
ve yerde olanların mülkü ancak Allahındır. O, her şeye kadirdir.
Yahudiler:
"Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz. [341]diyorlardı,
Halbuki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkü sadece Allaha aittir. O halde
o nasıl fakir olabilir? Allah her şeye kadirdir. Her yalancı ve iftiracının
cezasını derha vermeye de gücü yetendir. [342]
190- Göklerin
ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için
şüphesiz deliller vardır.
Ey insanlar ibret
alın. Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında ve bunların içinde
ihtiyacınız olan şeyleri var etmesinde, gece ile gündüzün birbirin ardınca
gelmesinde akıl sahipleri için ibretler vardır. Gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelmesi, gündüzün çalışıp rızık temin etmeniz, geceleyin de istirahat
etmeniz içindir. Allah bunları sizin menfaatiniz için böyle takdir etmiştir.
Bunu ancak, aklı selim sahipleri idrak ederler. [343]
191- Onlar,
ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allahı zikrederler. Göklerin
ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler. "Rabbimiz, sen bunu boş
yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz, lîi-zi, cehennem ateşinden
koru."
O akl-ı selim
sahipleri, Allahı namazda, ayakta dururken, otururken, istirahat sırasında,
yanlan üstüne yatarken anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ve
bunların, kendilerini yaratanın büyüklüğünü göstennesi hususunda düşünürler ve
şöyle derler: "Ey rabbimiz, sen bu yaratılanları boş yere ve eğlence olsun
diye yaratmadın. Elbette ki sen bunları çok önemli bir sebeple yarattın.
Gökleri ve yeri. orda yaşayan yaratıklarını, amellerine göre mükâfaatl and
ırmak veya cezalandırmak için yarattın. Ey rabbimiz biz seni, boş işler
yapmaktan tezin ederiz. Sen bizi, cehennem ateşinden koru."
İbn-İ Cüreyc diyor ki:
"Burada , ayakta dururken, otururken ve yatarken Allahı zikretmekten
maksat, onu namazda, namazın dışında ve kur'an okurken anmak demektir. [344]
192- Rabbimiz,
sen kimi cehennem ateşine koyarsan, şüphesiz onu rezil etmişsindir. Zalimlerin
hiç yardımcıları yoktur.
Yine onlar şöyle
derler: "Ey rabbimiz, kullarından kimi cehennem ateşine sokarsan şüphesiz
ki sen, onu hor ve hakir etmişsindir. Zalimler için; ne kendilerine yardım
edecek bir yardımcı, ne de onları, Allahın azabından kurtaracak bir kurtarıcı
vardır.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede zikredilen ve Allahın, cehennem azabına soktuktan sonra hor ve hakir
ettiği belirtilen kişilerden kimlerin kastedildiği
hususunda iki görüş
zikretmişlerdir.
a- Enes b.
Malik, Said b. el-Müseyyeb ve İbn-i Cüreyce göre burada zikredilen insanlardan maksat, devamlı olarak cehennemde
kalacak olan kâfirlerdir. Zira, rezil ve rüsvay edilenler bunlardır. Sonunda
cennete girecek olan müminler Önceden, günahları icabı cehenneme girmiş olsalar
da, rezil ve rüsvay edilenlerden sayılmazlar ve bu âyetin kapsamına ginnezler.
b- Cabir b.
Abdullaha göre ise bu âyette, rezil ve rüsvay edilecekleri belirtilen
insanlardan maksat, cehennem azabına girecek olan herkestir. İster orada ebedi
olarak kalsın isterse sonradan oradan-çıkarılmış olsun. Zira, cehenneme
sokmaktan daha büyük bir rezil etme olamaz.
Taberi, Cabirin
görüşünü tercih etmiş ve rezil etme mânâsının bu görüşe daha uygun olduğunu
söylemiştir. [345]
193-
Rabbimiz, biz: "Rabbinizc iman edin." diyerek imana davet eden bir
davetçiyi işittik ve îman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla.
Kötülüklerimizi ört, Canımızı iyilikte bulunanlarla beraber al.
Rabbimiz, biz,
"Rabbinize iman eden" diyerek iman etmeye çağıran bir davetçiyi
işittik ve onu tasdik ettik. Ey rabbimiz sen bizim günahlarımızı bağışla.
Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Kötü amellerimizi lütfunta ve merhametinle
ört ve bizleri, kendilerinden razı olduğun kullarınla beraber öldür."
Müfessirler, bu âyette
zikredilen "Davet eden"den neyin veya kimin kastedildiği hususunda
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Muhammed
b. Kâ'b el-Kureziye göre burada zikredilen "Davet eden"den maksat,
kur'an-ı Kerimdir. Çünkü, bütün müminler Resulullahı görüp onu işitmemişlerdir.
b- İbn-i
Cüreyce ve İbn-i Zeyde göre ise, buradaki "Davet ederTden maksat, Hz.
Muhammed (s.a.v.)dir.
Taberi birinci görüşün
daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu âyette sıfatlan belirtilen insanlardan
çoğu, Resulullahı görmemişler ve onun davetini de işitmemişlerdir. Bu âyette
zikri geçen "Davet eden"den maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu, Cin
süresindeki âyetlerden de anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde şöyle buyuruluyor:
"Ey Muhammed de ki: "Bana şu vahyedildi: "Cinlerden bir topluluk
Kur'an okumamı dinlemiş ve şöyle demişler: "Gerçekten biz, benzerini hiç
duymadığımız, hidayete ileten, eşsiz bir Kur'an işittik ve ona iman ettik. [346]
194-
Rabbimiz, Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadcttiklcrini ver. Kıyamet gününde
bizi rezil etme. Şüphesiz sen vaadinden dönmezsin.
Rabbimiz,
Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadettiğin zaferi hemen ver. Günahlarımız
yüzünden kıyamette bizi rezil ve rüsvay etme. Şüphesiz ki sen, vaadinden
dönmezsin.
Müfessirler, akl-ı
Selim sahibi olan müminlerin, Allah Tealanın, vaa-dettiği şeyden dönmeyeceğini
bildikleri halde "Ey rabbimiz, sen bize Peygamberlerin vasıtasıyla
vaadettiklerini ver." şeklinde duada bulunlannm sebebinin ne olduğu
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Bir kısım
âlimlere göre, her ne kadar âyetteki ifade istek şeklindeyse de aslında bu
ifadeden maksat, haber vermedir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey
rabbimiz, biz, iman etmeye çağıran bir davet edeni işittik ve iman ettik. Ey
rabbimiz, bizim günahlarımızı affet, kötülüklerimizi ört. Bizi takva sahipleriyle
birlikte vefat ettir ki, Peygamberlerinin diliyle vaadettiğin şeyleri bizlere
vermiş olasın ve bizi kıyamet gününde rüsvay etmeyesin."
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise. burada zikredilen ifade, istek bildirmektedir,
Ancak, bunu isteyen müminler Allanın vaadini yerine getireceğinden şüphe
ettiklerinden dolayı bunu istemiş değiller, fakat onlar, kendilerini buna
layık görmeyerek Allanın, mümin kullarına vaadettiği şeyleri, kendilerine de
vermesini istemişlerdir. Bunların izahına göre âyetin mânâsı şöyledir: Ey rabbimiz,
sen Peygamberinin diliyle, mümin kullara vermeyi vaadettiğin nimetleri bize de
ver."
c- Başka bir
kısım âlimlere göre de buradaki ifade istek bi İd ilmektedir. Fakat müminlerin
isteği, Allanın, kâfirlere karşı müminlere vaadettiği zaferi acele olarak
yermesini istemektir. Burada müminler. Allanın, vaadinden döneceğinden şüphe
etmemişler fakat onlar AİIahın vaadinin, zaman geçmeden acele olarak
gerçekleşmesini istemişlerdir.
Taberi de bu son görüşün
tercihe şayan olduğunu beyan etmiş ve özetle şunları söylemiştir: "Bu
ayette zikredilen sıfatlar, Resulullahın sahabelerinden, vatanını, evini ve
ailesini bırakarak Allaha ve Resulüne hicret eden müminlerin ve Resulullaha
tabi olan diğer müminlerin sıfatlandır. Bu müminler, AİIahın ve kendilerinin
düşmanlarına karşı, rablerinden kendilerini derhal zafere ulaştırmasını
istemişler artık düşmana karşı sabırlarının kalmadığım ve Allah lealanın
"Halim" sıfatının gereği olarak düşmanlarına mühlet vermesinin
kendilerini güç duruma düşüreceğini söylemek istemişlerdir. Nitekim bundan
sonra gelen âyet-i kerime, hicret eden, yurtlarından çıkarılan, Allah yolunda
eziyet gören, savaşan ve öldürülen müminlerin dilediklerinin kabul edildiğini
beyan etmektedir ki bu âyette de zikredilen müminler aynı müminlerdir.
İstekleri de, zaferin acele olarak verilmesidir. [347]
195- Rableri
onların dualarını kabul edip şu cevabı verdi: "Şüphesiz ben, erkek olsun
kadın olsun içinizden amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler
birbirinizdensiniz. Hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, benim
yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin günahlarını
mutlaka örteceğim ve onları Allah katından bir mükafaat olarak, altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfaatın en güzeli Allah kalındadır.
Rableri onların
dualarım kabul etti ve dedi ki: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun,
içinizden amel eden herhangi bir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler
birbirinize destek olmakta ve aynı dine mensup olmakta ve benim sevabıma
erişmekte aynı durumdasınız. Topluluklarım ve aşirtlerini bırakıp hicret
edenlerin, müşrikler tarafından yurtlarından çıkarılanların, bana itaat ve
ibadeti sebebiyle kendilerine eziyet edilenlerin, Allanın kelamını yüceltmek için
savaş anların ve Allah yolunda şehit düşenlerin günahlarım mutlaka affedeceğim.
Kötülüklerini örteceğim. Onların, Allah yolunda verdikleri imtihanlara
karşılık. altlarında ırmaklar
akan cennetlere mutlaka koyacağım. Gözlerinin gütmediği; kulaklarının
işitmediği, herhangi bir insanın hatnna gelmeyen güzel nimetler, ancak Allah
katındadır.
Mücahid ve Ümmü
Selemenin çocuklarından birinin rivayet ettiğine göre Ümmü Seleme, Resulullaha
"Ey Allahın Resulü, hicret etme hususunda erkekler zikrediliyor fakat bizler
zikredilmiyoruz." demiş, bunun üzerine "Rableri onların dualarını
kabul edip şu cevab vermiş ve "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun
içinizden, amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem." âyetini
indirmiştir.
Âyet-i kerimede,
hicret eden. Allah yolunda eziyet gören, savaşan ve öldürülen müminlerin,
bağışlanıp cennete konacakları zikredilmektedir. Bu hususta Abdullah b. Amr b.
el-Ass, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet etmektedir.
"Şüphesiz ki
cennete girecek olan iki fırka, kendileriyle sevilmeyen şeyler uzaklaştırılan
(Kendilerine zor işler yaptırılan) muhacirlerin fakirleridir. Onlara bir şey
emredildiğinde dinler ve itaat ederler. Onlardan birinin, Devlet başkanına bir
ihtiyacı olsa, ölünceye kadar onun ihtiyacı karşılanmaz ve o ihtiyaç içinde
ölür gider. Şüphesiz ki Aziz ve Celil olan Allah, kıyamet gününde cennete
çağırır O da cennet de bütün süs ve ziynetleriyle gelir. Allah, "Ey
yolumda savaşan, öldürülen ve eziyet gören ve yine benim yolumda çihad eden kullarım,
siz cennete girin" buyurur. Onlar cennete, hesaba çekilmeden ve herhangi
bir azap görmeden
gireceklerdir. [348]
196-197- Ey
Muhammcd, kâfirlerin, diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın. Bu, az bir
geçimliktir. Sonra onların varacakları yer, cehennemdir. O ne kötü bir
döşektir.
Ey Muhammed,
kâfirlerin, ülke ülke gezip dolaşmaları, Allahın onlara, inkârlarına rağmen
mühlet vermesi, sakın seni aldatmasın. Bu onların, dünyada gelip geçici az bir
geçimlikleridir. Sonra onların vanp sığınacakları yer, cehennemdir. O ne kötü
bir döşek, ne kötü bir yatılacak yerdir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede Resulullaha hitabetmektedir. Ancak asıl muhataplar, kâfirlerin dünya
hayatındaki rahatlıklarına hayret eden müminlerdir. Onlara kâfirlerin bu
hallerine aklanmamaları bildirilmektedir. [349]
198- Fakat
rablerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada
ebedi olarak kalacaklardır. Allah tarafından ağırlanacaklardır. İyilikte
bulunanlar için Allah katında olan şeyler daha hayırlıdır.
Fakat rablerinin
emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar için, altlarından
ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu
onlara, Allahın katından bir ikramdır. Allah katında olan hayat, ikram ve güzel
meskenler, takva sahipleri için, bu kafirlerin, içinde yüzdükleri geçici dünye
nimetlerinden daha hayırlıdır. O halde kâfirlerin sürdürdükleri geçici dünya
safasi sizleri sakın imrendirmesin. [350]
199- Kitap
ehlinden, Aliaha boyun eğerek, Allaha, size indirilene ve kendilerine
indirilene iman edenler vardır. Allahın âyetlerini az bir değere değişmezler.
İşte onların, rablcrî katında mükâfaatları vardır. Şüphesiz ki Allah, hesabı
süratli olandır.
Kendilerine Tevrat ve
İncil verilen ehl-i kitaptan, Allaha itaatta boyun eğerek Allahın birliğine,
size indirilen Kur'ana ve kendilerine indirilen Tevrat ve İncile iman edenler
vardır. Onlar, kendilerine indirilen kitapta mevcut olan, Muhammedin sıfatlan
gibi bazı âyetleri tahrif etmek karşlığında az bir dünya değerini satın almazlar.
İşte onlar için, itaatlerinin ve amellerinin karşılığı olarak kıyamet gününde
rableri katında mükâfaatlan vardır. Şüphesiz ki Allah, kullarını süratle
hesaba çekendir. Çünkü onun, hesap işlemleri yapmaya ve bunun için bir zamana
ihtiyacı yoktur. İrade ettiği an hesaplar bitiverir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir.
a- Cabir b.
Abydullah, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Resulullahın
döneminde Habeşistan Kralı olan Necaşi hakkında nazil olmuştur. Zira Necaşi
ölünce Resulullah sahabilerine, onun gıyabında cenaze namazı kılmalarım
emretmiş, münafıklar da "Bakın şuna, hiç görmediği Hristiyan bir adamın
cenaze namazını kılıyor." demişler bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil
olmuş ve ehl-i kitaptan, müminlerin bulunduğunu bildirmiştir.
Peygamber efendimizin,
Necaşi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Memleketinizde
bulunmayan kardeşiniz Necaşi öldü. Onun cenaze namazını kılın. [351]
b- İbn-i
Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, Yahudilerden müslüman olan
Abdullah b. Selam vb. kişiler hakkında nazil olmuştur.
c- Mücahide
göre ise bu âyet-i kerime, Yahudi ve Hristiyanlardan müslüman olan bütün
insanlar hakkında nazil olmuştur. Taberi de âyet-i kerimenin genel ifadesini
gözönünde bulundurarak Mücahidin bu görüşünü tercih etmiş, "Necaşi
hakkında nazil oldu" diyenlerin görüşlerinin buna ters düşmeyeceğini
söylemiştir. Zira, özel bir mesele hakkında inmiş olsa da âyetin mânâsının genel
olduğu muhakkaktır. [352]
200- Ey iman
edenler, sabredin. (Düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (Hudutlarını/da) nöbet
bekleyin. Allatılan korkun ki kurtuluşa ereğiniz.
Ey iman edenler,
dininiz hususunda, rabbinize itaatte ve bütün emir ve yasakiann gereğini
yapmakta sabırlı olun. Düşmanlarınıza karşı tahammül gösterin ki zafere
ensesiniz. Sınırlarda düşmanlarınıza ve din düşmanlarına karşı nöbet bekleyin.
Müslümanları koruyun. Allahtan korkun ve emirlerine karşı gelmeyin ki kurtuluşa
erip ebedi olan nimetlere kavuşasınız. -
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Allah yolunda
sınırda bir gün nöbet tutmak, dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha
hayırlıdır. Sizden birinizin cennette sahibolacağı bir kamçı boyu yer, dünyadan
ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Allah yolunda akşam ve sabah
yürümek, dünya ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. [353]
Müfessirler, bu âyet-i
kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:
a- Hasan-ı
Basri, Katade, İbn-i Cüreyc ve Dehhaka göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey
iman edenler, dininizin hükümlerine sabredin. Kâfirlere karşı sabırlı olun ve
kâfir ve müşriklerin karşısında nöbet tutun."
b- Muhammed
b. Kâ'b el-Kureziye göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler,
dininizin hükümlerine karşı sabredin. İtaatiniz karşılığında size venne-yi
vaadettiğim şeyleri beklemekte sabırlı olun ve düşmanınızın karşısında nöbet
tutun."
c- Zeyd b.
Esleme göre bu âyetin mânâsı şöyledir. "Ey iman edenler, cihatta sabırlı
olun. Düşmanınıza karşı sabredin ve onların karşısında nöbet tutun." Zeyd
b. Eşlem diyor ki: "Bir zammı Ebu Ubeyde b. el-Cerreh, Ömer b. el-Hattaba
mektup yazarak ona, Rumların askerî yığınak yaptıklarını ve onlardan herkesin
korkar durumda olduğunu belirtmiştir. Ömer de ona şu cevabı yazmıştır:
"Mümin bir kula ne kadar sıkıntı gelse de, Allah o sıkıntıyı ondan alır.
Elbette ki bir zorluk iki kolaylığa galip gelemez. Allah teala kitabında şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler, sabredin (düşmanlarınıza karşı) sabırlı
olun. (hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allahtan korkun ki kurtuluşa
eresiniz."
d- Ebu
Seleme b. Abdurrahman ise, bu âyeti şu şekilde izah etmiştir. "Ey iman
edenler, sabredin. İnsanlara karşı sabırlı olun. Ve namaza bağlı kalın. Bir
vakti kıldıktan sonra diğer vakti bekleyin." Bu hususta Ebu Hureyrenin,
Resu-lullahın şöyle buyurduğunu zikrettiği rivayet edilmektedir.
"Ben sizlere,
Allanın, kendisiyle hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği bir şeyi
göstereyim mi?" Sahabiler "Evet, ey Allanın Resulü." demişler
Resulul-lah da "Zorluklara rağmen, abdesti mükemmel bir şekilde almak,
mascitlere çokça adımlarla gitmek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı
beklemektir. İşte "İrtibatlı" olmak bu demektir. [354]
Taberi, âyetin
izahında, bu görüşlerden tercihe şayan olanının şöyle diyen görüşe olduğunu
söylemiştir. "Ey iman edenler, dininize ve rabbinize itaatte sabredin.
Düşmanlarınıza karşı sabırlı olun ve onların karşısında nöbet tutun."
Taberi bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir.
"Ayette zikredilen, birinci sabır, mutlak olarak zikredilmiştir. Bu
itibarla her türlü sabır bu
ifadedanin içine girer. İkinci sabır ise müşareket ifade eden bir siyga ile
ifade edilmiştir. Bu da, insanlar arasında karşılıklı olarak cereyan eder ki
bundan maksat da müslürnanların, kâfirler karşısında metanet göstermeleri
demektir. "Nöbet bekleyin" diye tercüme edilen kelimesinin kökü dır.
Bu da diğer bir âyette de zikredildiği gibi düşmanla savaşmak maksadıyla at
beslemek ve muhafaza etmektir. Düşmanın önünde nöbet tutan insanlar, kendilerini
sınırlarda hapsettiklerinden ve oradan ayrılmadıklarından, onlara da bu sıfat
verilmiştir.
Kur'an-ı Kerimde
zikredilen kelimeleri, Arapçadaki asıl mânâlarından çıkarıp başka mânâlarda,
herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu
itibarla kelimesinden maksadın, Nöbet tuttunuz" demek olduğu muhakkaktır. [355]
[1] Al-i İmran:69
[2] Al-i İmran:70
[3] Al-i İmran:71
[4] Al-i İmran:72
[5] Al-i İmran:78
[6] Al-i İmran:99
[7] Al-i İmran:12
[8] Al-i İmran:19
[9] Al-i İmran:28
[10] Al-i İmran:102
[11] Al-i İmran:103
[12] Al-i İmran:111
[13] Al-i İmran:120
[14] Al-i İmran:121
[15] Al-i İmran:190
[16] Al-i İmran:191
[17] Al-i İmran:19
[18] Al-i İmran:20
[19] Al-i İmran:28
[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/195-198.
[21] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/199.
[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/199-202.
[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/202-203.
[24] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/203.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/204
[26] Bakara suresi, 2/26
[27] En'am suresi, 6/125
[28] Muhammed suresi 47/17
[29] Hud suresi 11/1
[30] Hud suresi U/49
[31] Hud suresi 11/40
[32] Müminun suresi, 23/27
[33] Kasas suresi, 28/32
[34] Nemi suresi, 27/12
[35] Tâhâ suresi, 20/20
[36] A'raf suresi, 7/107
[37] Hüd suresi, 11/100
[38] En'am suresi, 6/158
[39] Âl-i İmran 3/59
[40] Buhari, K. tefsir el-Kur'an, sure 3, bab: 1/Tirmizî,
K. Tefsir el-Kıır'an sure 3, bnb: 1 Hadis No. 2993, 2994
[41] Buhari K. Tefsir cl-Kur'an sure 3, bab: 1
[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/204-214.
[43] Fussilet suresi, 41/46
[44] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.6 S. 302 /Tirmizî, K.
ed-Dâvad, hab: 90 Hadis No. 3522
[45] Ahmed b. Ilanbel, Müsned, C. d S. 315
[46] Tirmizi, K. cl-Katler, bab: 7 Hadis No. 2140
"Tirmizi, bu hadisin, Nevras Ümmü Seleme Abdullah b. Emr ve Uz. Aişeden
rivayet edildiğini ve bu hadisin IIASIiN bir hadis olduğunu, bu hadisi bu
senede. Enesin yerine, Cabir b. Abdullah'ları rivayet edenlerin de bulunduğunu,
ancak Enesten rivayetin, daha sahih olduğunu söylemiştir.
[47] Ahıncd.b. Ilanbel, Müsned, C.4 S. 182
[48] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S. 168
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/215-218.
[49] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/218.
[50] Al-i İmran suresi, 3/91
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/219.
[51] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/219-220.
[52] Ebu Davud, K. el-tmara, bab: 22, Hadis No. 3001
[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/220-221.
[54] Enfal suresi, 8/44
[55] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. t S. 117
[56] Yunus suresi, 10/22
[57] Enfal suresi, 8/44
[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/221-225.
[59] Duhari. K. en-Nİkâh, bab: 17/Tirmizi, K. el-Edeb, bab:
31 Hadis No. 2780 İbn-i Macc, K. el-Fitcn bab: 19, Hadis No: 3998
[60] Buharı, K. el-Hayztw bab.K. ez. Zekâ!, bab: 44/MüsIim
K. el-iman b. 132 IİN 79
[61] En fal suresi. 8/28
[62] Buhari, K. el-Müsâkat, bab: 12, K. el-CiHad b.
48/Müslim K. ez-Zekât bab: 24 I İN. 987
[63] Bir Uk'iyye bir "Rıtl"ın on ikide biri. Bir
"Rıil" ise yaklaşık 2564 gramdır.
[64] Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 32
[65] Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 30, 31
[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/266-229.
[67] Müslim, K. el-Cenııet, bab: 9 Hadis No: 2829
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/230-231.
[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/231.
[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/232.
[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/232-233.
[71] Âl-i İmran suresi 3/85
[72] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/233-234.
[73] Müslim, K. el-inıan, bab: 240, Hadis No. 153
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/235.
[74] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/236.
[75] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/237.
[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/237-238.
[77] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/239.
[78] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/239.
[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/239-240.
[80] Bakara suresi, 2/28
[81] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/240-241
[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/241-242.
[83] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/242-243.
[84] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/243
[85] Buhari, K. el-İ'üsam, bab: 20, K. el-Biiyıı1 b. 60, K.
cs-S»Ih, bab: 5/Miislim, K. el-Akdiye babı 17, 18, Hadis No. 1918 /Ebıı Davııd
K. es-Sünne bab: 5 Hadis No. 4606
[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/244-245.
[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/245.
[88] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/245-246.
[89] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/246-247.
[90] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, bab: 2
[91] Buhari, K. Bed'iil halk, bab: 11/ Ahmed b. Hanbel,
Müsnetl, C. 2 S. 523
[92] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/248-249.
[93] Âl-i İninin suresi, 3/44
[94] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/249-252.
[95] Meryem suresi, 19/3-6
[96] Enbiya suresi, 21/89
[97] Meryem suresi, 19/5
[98] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/252-253.
[99] Ahmed b. Hanbel, Müsned,C5 S. 388
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/253-255.
[100] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/255-256.
[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/256-257.
[102] Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 62 Hadîs No. 3877
[103] Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 63, Hadis No: 3878
[104] Buhari, K. el-Et'ime, bab: 25/Müsüm, K. Fadail
es-Sahabe, 6,7 HN 2431
[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/258-260.
[106] Ahmed, b. Hanbel Müsned, C. 3 S. 75
[107] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/260.
[108] Meryem suresi, 19/11
[109] Nah! .suresi
[110] En'am suresi 6/19
[111] En'am suresi 6/121
[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/261-262.
[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/262-263.
[114] Meryem suresi 27/33
[115] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/263-264.
[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/264
[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/264-265.
[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/265-266.
[119] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/267.
[120] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/267.
[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/268-269.
[122] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/270.
[123] Nisa suresi, 4/ 56,58
[124] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/270.
[125] Buharı, K. el-Enbiya, bab: 49 K. el-Rüyü bab: 102, K.
el-Mezalim, bah: 31/ Tirmizi, K. el Fişten bab: 54 Hadis No. 2233 /tbn-İ Mace
K. el-Fiten bab: 33, Hadis No : 4078
[126] Ahmed b. Hanbel, Müsned C.2 S. 240, 272
[127] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S.437,405 / Ebu Dpvud K.
el-Melahim, bab: 14 HN. 4324
[128] Rum suresi, 30/40
[129] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/271-274
[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/274.
[131] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/275.
[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/275.
[133] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/275-276.
[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/276.
[135] Btıhari, K. el-Mağa2İ, bab: 72/Ahmed b. Hanhel, Müsned
C.l S. 414
[136] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No. 2999
[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/277-278.
[138] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/278.
[139] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/279.
[140] Tevbe suresi 9/31
[141] Âl-i İmran suresi, 3/64
[142] Buhari, K. Bed'UI Vahy. bab: 6, K. Tefsir el-Kuran,
sure 3, bab: 4
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/279-285.
[143] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/285-286.
[144] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/286-287.
[145] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/287-288.
[146] Tkınizi, K. Tefsir e]-Kur'an sure, 3 bab: 3 Hadis No:
2995
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/288.
[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/289.
[148] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/289.
[149] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/289-290.
[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/290-291.
[151] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/291-293.
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/293-294.
[153] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/294-295.
[154] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/295-296.
[155] Buhari, K. eMIusunıât, bab: 4/Tirmizi, K. Tefsir
el-Kur'an, bab: 4 HN. 2996
[156] Ahmed b. Hanbel, C, 4 S. 191
[157] Buharı, K. er-Rehn, bub: 6
[158] Müslim, K. el-İnıaıı, bab: 171, Hadis No: 106 / Neseî
K. el-Bey, bab: 5/ Ebu Davud K. el-Li-bas, hah: 28, Hadis No: 4087
[159] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/296-300.
[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/300.
[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/300-301.
[162] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/302.
[163] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/302-304.
[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/304-305.
[165] Lokman suresi, 31/25
[166] Ru'd suresi, 13/15
[167] Müminim suresi, 23/ 84, 85
[168] Yunus suresi, 10 / 90, 91
[169] R:ui suresi, 13/15
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/305-306.
[170] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/306-307.
[171] Âl-i lınran suresi, 3/97
[172] Bakara suresi, 2/62
[173] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/307-308.
[174] Âl-i tmran suresi, 3/89
[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/308-309.
[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/309.
[177] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/309-310.
[178] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/310.
[179] Nisa Suresi,
4/18
[180] Şura Suresi, 42/25
[181] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/310-312.
[182] Buharı, K. er-Rıknk, bah: 49 / Müslim, K.
eİ-MünafıkAın, kıh: 52, Hiklis No: 2805
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/312-313.
[183] insan suresi 76/7
[184] Haşr suresi 59/9
[185] Bakara suresi 2/245
[186] Tirmizi, K. Tefsir el-Kıır'an, sure 3, b.5 I İN. 2997
[187] Buharı K. Tefsir el-Kur'an sure 3, baht 5
[188] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/313-315.
[189] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l S. 273,278
[190] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l S. 274
[191] Nisa suresi, 4 / 160, 161
[192] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/315-318.
[193] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/318.
[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/319.
[195] Buharı, K. el-En biya, bîıb: 10, 40/ Müslim, K.
el-Mesacid bab: 1,2 HN : 520
[196] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/319-321.
[197] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 5; bah: 15, Hadis
No: 3055
[198] Bkz. Ncseî, K. el-Menasik, bab: 1
[199] Bkz. Ncseî, K. el-Menasik, bab: 2 Hadis No: 2884, 2885,
2886
[200] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 3, bab: 6 Hadis No:
2998
[201] Tirınizi,K.el-Hac,bab: 3, Hadis No: 812
[202] Âl-i İmran suresi, 3/85
[203] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/321-326.
[204] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/326.
[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/326-328.
[206] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/328.
[207] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/328-329.
[208] TeğabUıı suresi, 64/ 16
[209] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/329.
[210] Müslim, K. Fadail es-Sahabe bab: 37, Hadis No: 2408
[211] İbn-i Mace, K. elfiten, bab: 17 Hadis No: 3993 / Ahmet
[212] Bkz. İbn-i Hişaın, Sirel, C.l S. 425 - 427
[213] Neseî, K. fahrim ed-Deın, bab: 6
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/330-334.
[214] Timizi, K. el-Fiten bab: 9, Hadis No: 2169 / Ahmecl b.
Hanbeİ Müsned C.5 S.388, 390, 391
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/334.
[215] En'am suresi. 6/159
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/335.
[216] Müslim, K. el-fadaü, bab: 27, Hadis No: 2293 / Buharı,
K, el-fiten
[217] Bkz. Tinnizi, K. Tefsir el-Kur"an sure 2, Hadis
No: 3000
[218] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/335-336.
[219] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/336.
[220] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/337.
[221] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/337.
[222] İbn-i Mâce, K. ez-Zühd, bab: Hadis No. 4288/Ahmed b.
Hanbel, Müsned, C.4 S. 447
[223] Buharı, K. er-Rikak, bab: 45, 46/Tirmizi K. el-Cennet,
bab: 13, Hadis No: 2547
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/338-339.
[224] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/340.
[225] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/340-341.
[226] Buhari, K. eş-Şerike, bab: 6
[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/341-343.
[228] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/343.
[229] Tevbe suresi, 9/120
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/343-344.
[230] İbrahim suresi, 14/18
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/344.
[231] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/344-345.
[232] Nisa suresi, 4/44
[233] Mnide suresi, 5/51
[234] Ncseî, K. ez-Ziynel, bab: 51/ Ahmed b. Hanbel,
Müsııed, C. 3 S. 99
[235] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/345-346.
[236] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/347.
[237] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/347-348.
[238] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/348-349.
[239] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/349-352.
[240] Buhari K.
Tefsir el-Kur'on. sure 3, bab: 8
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/352-353.
[241] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/353.
[242] Kamer suresi 54/45
[243] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/353-356.
[244] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/356.
[245] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633
[246] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633
[247] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 634
[248] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633
[249] İbn-i Hişam, C. 1 S. 647
[250] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1 S. 353
[251] Enfal Suresi, 8/9
[252] Enfal Suresi, 8/9
[253] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/357-361.
[254] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/361-362.
[255] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/362.
[256] Tirmizi K. Tesir d-Kur'an, Sun: 3, Hadis No: 3004
[257] Buharı, K. Tefsir el-Kıır'an sure 3, hab: 9
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/362-364.
[258] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/364.
[259] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/364.
[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/365.
[261] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/365.
[262] Teberi, C. 3 S. 60
[263] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/365-366.
[264] Tirmizi, K. el-tîirr, hab: 40, Hadis No: 1961
[265] Müslim, K. el-Birr, bab: 106, Hadis No: 2608
[266] Müslim K. el-Birr, bab: 69 Hadis No: 2588
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/366-367.
[267] Müslim, K. ez. Zikr, batı: 42, Hadis No: 2702
[268] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No: 3006
[269] Tirmizi, K. ed-D3vâl, bab: 107, Hadis No: 3559
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/367-369.
[270] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/370.
[271] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/370.
[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/370-371
[273] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/371.
[274] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/372-373.
[275] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/373.
[276] Tevbe suresi, 9/16
[277] Ankebut suresi, 29/2
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/373.
[278] Buhari, K. el-Cihad, bab: 156 /Müslim, K. el-Cihaıl bab:
20,1iadi.s No: 1742
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/374.
[279] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/375-377.
[280] Araf suresi 7/34
[281] Yunus suresi 10/49
[282] Nahl suresi, 16/61
[283] Hicr Suresi 15/5
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/377-378.
[284] Buharı, K. el-Mcnakıb, bab: 25, K. el-îkrah,bab: I/Ebu
Davud, K-el-Cihad bab 97, Hadis No: 2649
[285] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/378-379.
[286] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/380.
[287] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/380.
[288] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/380-381.
[289] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/381.
[290] Buharı, K. et-Teyemmtim, bab: 1, K. es-Saluh, bab:
Müslim, K. el-Mcsacİd bab: 3,5,8 Hadis No: 521
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/381-382.
[291] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/382-384.
[292] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/384-386.
[293] Buharı, K. Tefsir el-Kur'nn sure 3, bab: 11, K.
cI-Mağazi, bab: 20
[294] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/387-389.
[295] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/389.
[296] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/390.
[297] Tevbe suresi, 9/111
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/390-391.
[298] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/391.
[299] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/391-393.
[300] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/393.
[301] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No : 3009 /
Ebu Davııd K. cl-IIanıf hab: 1 Hadis No : 3971
[302] Buhari, K. el-Cihad bab: 189 Müslim K. el-lmara bab:
24 Hadis No : 1831
[303] Müslim, K. el-îmara, bab: 26 Hadis No: 1832
[304] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/393-397.
[305] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/397.
[306] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/397-398.
[307] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/398.
[308] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/399.
[309] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/400.
[310] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/401.
[311] Ebıı Davud, K. el-Cihad bab: 25 Hadis No : 2520
[312] Ahmed b. Hanbel, Müsned ,C.l S. 266
[313] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/401-402.
[314] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/403.
[315] Buharı K. El-Cihad, bab: 6 / Müslim K. el-îmare, bab:
108, Hadis No: 1877
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/403.
[316] Bkz. Buhari, K. el-Magazi bab: 25
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/404.
[317] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/404-406.
[318] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/407.
[319] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/407.
[320] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/407.
[321] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/408.
[322] Müminim suresi, 23/55, 56
[323] Tevbe suresi, 9/85
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/408.
[324] Cin suresi, 72/26,27
[325] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/409-410.
[326] Neseî K. ez. Zekat bab: 71/Ahmed b. Hanbel, Miisned.C.
5 S. 3
[327] Tirmizi, K. Tefsir el-Rıır"an sure 3 Hadis No:
3012
[328] Buharı, K.. Tefsir cl-Kur'an, Sure 3, bab: 14 K.
ez-Zekât, bab: 3 / Neseî K. ez-Zekâl bab: 20
[329] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/410-413.
[330] Bakanız. Siret-i İbn-i Hişarn, C.l S. 558, 559
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/413-414.
[331] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/414.
[332] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/415.
[333] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/415-416.
[334] Tirmizi, K. Tefsir d-Kıır'an sure 3, Hadis Nü: 3013
[335] Müslim, K. ol-îmarc h;ıb: 49, Hadis No: 148S / Neseî,
K. el-lVy'ü. bab: 25
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/416-417.
[336] Rakınız. Buharı, K. cl-Magazi, babı 15
[337] Rkz. Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure 3 bab: 15
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/417-419.
[338] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/419-420.
[339] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure 3 hah: 16 Tinnizi, K.
Tefsir el-Kur'nn sure 3, Hadis No: 3014
[340] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/420-422.
[341] Al-i İmran suresi, 3/181
[342] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/422.
[343] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/422-423.
[344] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/423.
[345] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/423-424.
[346] Cins suresi, 72/1,2
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/424-425.
[347] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/425-426.
[348] Ahmed b. Hanbel, Müsnctl.C.2 S. 168
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/426-428.
[349] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/428.
[350] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/428.
[351] Ahmcd b. Hanbel, Müsned, C.3 S. 369, 400
[352] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/429-430.
[353] Buhari, K. cl-Cihad, bab:73
[354] Müslim, K. et-Taharcf, tah: 41, Hadis No: 251
[355] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/430-432.