AL-İ İMRAN SURESİ 2

GİRİŞ. 2

UHUT SAVAŞI 60

BEDİR SAVAŞI 62

 


AL-İ İMRAN SURESİ

 

GİRİŞ

 

Âl-i İmran Suresi İkiyüz âyettir ve Medinede nazil olmuştur. "Âl-i İm­ran" "İmran ailesi" demektir. İmran, Hz. Musanın babasının adıdır. Hz. Merye-min babasının adı da İmran'dır.

İmran ailesi, içinden Peygamberlerin çıktığı mübarek bir ailedir. Bu Su­rede İmrandan, Hz. Meryemden, Zekeriyya aleyhisselamdaıı ve Hz. Meryemin Hz. İsayı babasız olarak dünyaya getimıesinden bahsedilmiş ve muhtemelen bu ailenin ismine izafeten bu Sureye "Âl-i İmran" adı verilmiştir.

Bu Surenin ilk seksen küsur âyetinin, Necran Ilıristiyanlanndan bir heye­tin, Medeniye gelişleri sırasında nazil olduğu rivayet edilmektedir. Yemende bulunan Necran Hıristiyanlarından bir heyet Medineye gelmiş, Resulullah (s.a.v.) ile dini konularda görüşmüşler yapmışlar ve Hz. İsa hakkında tanışmak istemişlerdir. Konuşmaların sonunda, kendilerine teklif edilen İslam dinini ka­bul etmemişler fakat İslamın hakimiyetini kabul etmek zorunda kalarak, vere­cekleri Cizyeyi toplamak üzere tayin edilen Ebu Ubeyde b. Cerrah ile birlikte memleketlerine dönmüşlerdir.

Sure-i Celilede, Hıristiyanların, Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkındaki yakı­şıksız isnatları ve sapık inançları reddedilmekte, Hz. İsanın, babasız olarak dün-yay gelişi ve bu olayın, Hz. Âdemin yaratılışında olduğu gibi bir mucize oldu­ğu, Allahın, dilemesi halinde bunlara benzer mucizeleri her zaman yaratabilece­ği ve Allah tealanın, Hz. İsayı kentti katma yükselttiği beyan edilmektedir.

Sure-i Celilede, Yahudi ve Hıristiyanların yani, bütün ehl-i Kitabın, İsla­ma karşı çıkışları, inançları saptırma ve Müslümanları dinlerinde bocalatma gayret ve çalışmaları açıklanmaktadır.

Mekke döneminde Müslümanlar açıkça hakaret ve işkenceye uğruyor, eziyete maruz kalıyorlardı. Ancak Medineye hicret edip orada teşkilatlanarak kuvvet bulmalarından sonra bu dönem kapandı. Fakat İslam düşmanları bu sefer de, Müslümanların inançlarım saptımıak ve zihinlerini bulandırmak için psiko­lojik savaşa başladılar. Özellikle ehl-i Kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam dinine saldıraya geçtiler. İşte onların bu menfur çalışmaları Süren Celilede şöyle anlatılmaktadır.

"Kitap ehlinden bircemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.[1]

"Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde Allahın âyetlerini niçin inkâr edi-yorsunuz. [2]

"Ey kitap ehli, için hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsa-nuz? [3]

"Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi: "îman edenlere indirilene günün başlangıcından iman edin, sonunda inkâr edin. Belki dinlerinden dönerler[4]

"Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini, kitaptan sahasınız diye kitabı dilleriyle eğip bükerler "Bu, Allah katındandir." derler Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Ailaha karşı yalan söyler­ler[5]

"De ki; "Ey kitap ehli, niçin imân edeni Allahın yolundan men ediyorsu­nuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah yap­tıklarınızdan habersiz değildir. [6]

Kitap ehlinin ve diğer İslam düşmanlarının, Müslümanların inançlarını bozmayı hedef alan çalışmaları karşısında, Müslümanların, hak yolda sebat et­meleri gerektiğini emreden ve Allahın, inananlara yardım edeceğini beyan eden âyetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Ey Muhammed, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir. [7]

"Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, araların­daki ihtiras yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim Allahın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. [8]

"Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız ha-li müstesnadır. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allan­dır[9]

"Ey iman edenler, Allahtan korkun ve ancak Müslüman olarak Ölün. [10]

"Hep birlikte Allahın ipine sıkmışı sanlın ve sakın ayrılğa düşmeyin. Al­lahın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz. Al­lah, kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da, onun nimetiyle kardeşler ol­dunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size-böyle açıklıyor ki hidayete eresiniz." [11]

"Onlar, eziyetten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları za­man arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. [12]

"Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kö­tülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder, Allahtan korkarsanız, onla­rın hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır. [13]

Surei-i Celilede Uhut savaşına da işaret buyuruluyor. Unut savaşı, başla­ması, cereyan ediş tarzı, sonucu ve bu sebeple inen hükmler ve tavsiyeler ile, ib­ret ve hikmetlerle dolu dehşetli bir olaydır. Bu olaya Surede: "Ey Muhammed, sabahleyin erkenden, ailenin yanından ayrılıp, müminleri savaş yerlerine yerleş­tirdiğini hatırla. Allah, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir. [14] âyet-i Keri-mesiyle işaret ediliyor. Ve daha sonra Bedir savaşı hatırlatılıyor. Orada mümin­lerin, Allah tarafından gördükleri yardım beyan ediliyor.

Bundan sonra Cenab-ı Hakkın yüceliğine işaret eden âyât-ı kevniyyata, kâinat düzenindeki eşsiz âhenge dikkatler çekiliyor ve buyuruluyor ki:

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır. [15]

"Onlar, ayakta iken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allahı zikreder­ler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ve şöyle derler: "Rabbimiz, sen bunu boşa yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz. Bizi, cehennem ateşinden koru. [16]

Gerçek dinin İslam olduğu büyük hakikati Sure-i Celilede tekrarlanarak

Duyuruluyor ki: "Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, sadece aralarındaki ihtiras yüzünden, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, allahın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok ça­buk görendir. [17]

"Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben Allaha yöneldim. Bana tâbi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oklunuz mu? Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüzceviririerse sana düşen sadece tebliğidir. Allah, kullarını çok iyi görür. [18]

Müminlerin, başkalarını dost edinmemeleri hususunda da şöyle buyurulu­yor:

"Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allahtan bekleyeceği hiçbirşey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allahıdir. [19]

Sure-i Celile, inanç mücadelesi, meydan muharebesi ve benzeri olayları dile getiriyor. Kitap ehli ve diğer İslam düşmanlarının yaptıklarını beyan ederek İslam tarihindeki en hareketli bir dönemi gözler önüne seriyor.

Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla[20]

 

1- Elif, Lâm, Mim.

Mukatta'a harflerinin açıklaması Bakara suresinin başında geçmiştir. Bu açıklamalar için oraya bakınız. [21]

 

2- Allah, kendisinden başka ilah olmayan, daima diri olan ve yarat­tıklarını koruyup idare edendir.

Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak Allahtır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan hiçbir kimse yoktur. Çünkü Allah, rabhkta ve Hanlıkta tek­tir. O, devamlı diri olan, ölmeyen ve yok olmayandır. O, yarattıklarını koruyup nzıklandırarak onları sevk ve idare edendir.

Allah teaîa bu sure-i celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının bulunmadığını, Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır. Böylece Hz. İsanın Allah veya Allahın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara cevap vermiştir.

Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendi­mizle tartışmış ve Hz. İsanın Allah veya Allahın oğlu olduğunu yahut da üç ila­hın üçüncüsü olduğunu iddia etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hz. İsanın da kendileri gibi insan ve Allahın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de Hristiyanların bu bâtıl iddialarını redde­derek Allahın tek bir ilah olduğunu, ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın be­yan etmiştir.

Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, Resulullaha gelen Hristiyan Necranlıla-rın heyetini şöyle anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış binekli olarak Re-sulullaha geldi. İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on döıt kişiden üçü de onların reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebu Harise b. Alkame isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve görüşünden aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu.

Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplan­tıları yöneten kişiydi. Bu de "Seyyid" diye vasıflandırılmıştı.

Ebu Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.

Ebu Harise, bunların içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona iti­bar etmişler, maddi destekte bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebu Ha-risenin ilmi ve dinde ictihad derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed b. Cafer diyor ki: "Bu heyet Medinede Resulullaha geldi. Resulullah ikindi nama­zım kılarken Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbi­seleri bulunuyordu. Onlar, Ebu Harise, b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtüle­rini giyinmişlerdi. Onları gören Resulullahın s ah abi I erinden bir kısmı "Biz bun­lar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince Resu­lullahın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Resulullah sahabilerine: "Bıra­kın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Ken­disine "Âkıb" ünvam verilen Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebu Harise b. Alkame Evs, Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah ve Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi. Resulul­lah bunlardan Ebu Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hz. İsanın Allah okluğunu, bazıları, Allanın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncsü olduğunu söylüyordu.

Bu heyette bulunan iki papaz Resulullah ile konuşunca Resulullah onlara "Müslüman olun." dedi. Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler. ResuluUiüı tekrara onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi mü si uman olun." dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler. Re­sulullah da: "Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Alaha çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar: "O halde ey Muhammed, İsanın babası kim?" diye sordu­lar. Resulullah da onlara cevap veımeyip bir müddet sustu, tşte bu sırada Allah teala, Hristiyanlann ihtilafa düştükleri bu konu hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Allah, kendisinden başka ilah olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir." Allah te­ala bu sureye, kendisini Hri s ti yani arın iftiralarından arındırarak başladı. Bir ol­duğunu, yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece Hristiyalarm uydurdukları inkarcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi red­detti ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti.

Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından şunları rivayet etmiş­tir. "Bu Hristiyanlar Resulullaha geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tar­tıştılar. Resulullaha: "İsanın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allah tealaya karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine Resulullah onlara: "Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına ben­zer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resulullah: "Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İs an in ise sonunda ölüp gideceğini bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet biliyoruz." dediler. Resulullah: "Rab­bimizin her şeyi sevk ve idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandirdığım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Evet biliyoruz." dediler. Resulullah da: "Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da: "Ha­yır" dediler. Resulullah: "Aziz ve Celil olan Allaha, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dedi­ler. Resulullah: "İsa, Allahm bildirdiği dışında, yerde ve göklerde olanlar hak­kında bir şey bilinni?" dedi. Onlar da "Hayır" dediler. Resulullah: "Rabbimiz, İsayi ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi. Onlarda "Evet biliyoruz." dediler. Resulullah: "Rabbimizin yemek yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının olmadığını bilmiyor musunuz?"dedi. Onlar da "Evet" biliyoruz." dediler. Resulullah: "Annesi İsaya, diğer kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor muydu?" diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler. Resulullah da: "Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine Allah teala, ÂI-i İmran suresinin baş tarafındaki âyetleri indirdi.

Âyet-i kerimede, Allah teala kendisini "Daima diri olan" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmiştır. Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir:

a- Muhammed b. Cafer ve Reb' b. Enes göre Allah teala, bu sıfatla kendi­sinin devamlı baki olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde kendisinde bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan insanın hiçbir zaman ilah olamayacağını bildirmiştir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre Allah teala bu sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve idare etmeye gücü yetmekle ve dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için imkânsız olmayacağı ile sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, her­hangi bir şeyi sevk ve idareye gücü yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir.

c- Başka bir kısım âlimlere göre, Allah teala bu sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir hayata sahip olduğunu belirtmek ve "Hayat" sıfatıyla sıfatlan­dığını bildirmek istemiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Yine âyet-i kerimede, Allah teala kendisini "Yarattıklarını koruyup idare eden" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştir.

Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde, Alka-me-b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi, birinci kıraatin çok yay­gın olması sebebiyle onu tercih etmiştir.

Müfessirler, bu sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir..

a- Mücahid ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her şeyi koru­yarak, her varlığı rızıklandirarak dilediği şekilde bozma, değiştirme, artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip çevirerek sevk ve idare edendir.

b- Muhammed b. Cafere göre ise mânâsı, bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan demektir. Yani, Allah teala, yaratıkları gibi bir yerden ayrılıp diğer yere gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki Neeran heyetinin, kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böy­le bir sıfata asla sahip değildir.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve kelimesinin mânâsının, "Her şeyi nzi ki andırarak, savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çe­virerek sevk ve idare eden" demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu keli­meyi bu mânâda kulanmıslardır. Hz. Ömerin bu kelimeyi şeklinde okumasının sebebinin ise Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde okuyarak başka bir mânâ kasetmediğini söylemiştir. [22]

 

3-4 Ey Muhammed, Allah, sana geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi. İnsanlara doğru yolu göstermek için daha önce de Tevrat ve İncili indirmişti. Şimdi ise hak ile bâtılı ayıran (Kur'anı) indirdi. Şüphesiz ki Allanın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, her şeye galiptir, hak edenlerin cezasını verendir.

Ey Muhammed, rabbin sana, Tevrat ve İncile tâbi olanların ihtilaf ettikle­ri hususlarda, hakkı ortaya koyan bu kitabı indirdi. Bu k itap, Allah tarafından, önceki Peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden bir kitaptır. Rabbin bu ki­taptan önce, insanlara Allahın birliğini ve dininin hükümlerini açıklamak için Musaya Tevratı, İsaya da İncili indirmiştir. Şimdi ise İsa hakkında ve diğer hu­suslarda hak ile bâtılı ayırdeden ve akılları tatmin edici kesin bir delil olan kur'aru indirdi. Şüphesiz ki Allahın âyetlerini, ilahhğım ve birliğini gösteren de­lilleri inkâr eden, İsayi ilah ve rab kabul eden kâfirlere, kıyamet gününde şiddet­li bir azap vardır. Allah, hükümranlığında her şeye galiptir. Azab etmeyi diledi­ği zaman, yapacağı azabı önleyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, hak edenlerin cezasını verendir. Âyetlerini ve diğer delillerini inkâr edenlerden intikam alan­dır.

Bu âyet-i kerime, gerçek açıklandıktan sonra ona karşı inat edenler ve delillerle ispat edildikten sonra doğru yoldan ayrılanlar için bir ikaz ve tehdittir.

Ayet-i kerimede zikredilen ve "Hak ile bâtıl ayırdeden" diye tercüme edi­len kelimesi, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr tarafından Hz. İsa hak­kında ileri sürülen iddialar hususunda hakkı bâtıldan ayıran şeklinde izah edil­miş Katade ve Reb' b. Enes tarafından ise "îslamın bütün hükümleriyle hakkı bâtıldan ayıran" diye izah edilmiştir. Bunlara göre burada Kur'an-ı Kerimin sıfatıdır. Allah tela Kur'anı Hz. Muhammed (s.a.v.) e indirerek hak ile bâtılın arasını ayırmıştır. Kuranla nelerin helal nelerin haram olduğunu açıkla­mış, ceza hükümlerini beyan etmiş, farzları emretmiş, kendisine itaat edilmesini istemiş ve kendisine isyan edilmesini yasaklamıştır. İşte bu yolla Kur'an hak ile batılı birbirinden ayırmıştır.

Taberi buradaki kelimesinin, Resulullah ile Hz. İsa hakkın­da tartışan Hristiyanlann arasını ayırdeden mânâsına yorumlanmasının daha ev­la olduğunu söylemiştir. Zira bundan önceki âyette Allah teala Hz. Muhammed (s.a.v.) e kitabı indirdiğini beyan ederek Kur'anı indirdiğini zikretmiştir. Burada zikredilen nida Kur'an mânâsına almak faydasız bir tekrar olur ki, bu ilahi kelamda bulunmaması gereken bir şeydir[23]

 

5- Şüphesiz ki yerde ve gökte hiçbir şey Allaha gizli değildir.

Şüphesiz ki yerde ve gökte bulunan herhangi bir şey Allaha gizli değildir. O halde Meryemoğlu İsa hakkında tartışan şu Hristiyanlann durumu hiç ona gizli kalır mı? Elbette ki Allah onların bu hallerini çok iyi bilmektedir. Ve âhirette bu sapıklıklarının cezasını verecektir. [24]

 

6- Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren o'dur. Ondan başka ilah yoktur. O herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

O sizlere, annelerinizin kamında erkek, dişi, beyaz, siyah, kırmızı gibi di­lediği şekilleri ve renkleri verendir. İsayi da annesinin karnında şekillendiren o'dur. O halde bu durumda olan İsa nasd ilah olabilir? Allahtan başka ilah yok­tur. Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak o'dur. O, her şeye galiptir, emir­lerinde ve yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

Abdullah, b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabilerin, bu âyetin izahında şunları söyledikleri rivayet edilmiştir: "Nutfe ana rahmine ulaştıktan sonra vücutta kırk gün dolaşır. Sonra kırk gün kan pıhtısı olarak kalır. Sonra kırk gün bir et parçası olarak kalır. Şekkillenme durumuna gelince Allah ona şeklini verecek bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak getirir onu et parçasına karıştırır, yoğurur sonra ona, emrolunduğu gibi şekil verir ve: "Bu erkek mi olacak dişi mi? Cennetlik mi olacak Cehennemlik mî? Rızkı ne­dir, ömrü nedir? Eserleri ne olacaktır? Başına ne gibi musibetler gelecektir? di­ye sorar. Allah teala emreder melek te yazar. Kişi Ölünce vücudu, o toprağın alındığı yere defnedilir. [25]

 

7- Sana kitabı indiren o'dur. Onun (kitabın) bir kısım âyetleri muh­kemdir, (mânâsı açıktır) Bu âyetler kitabın anasıdır. (esasıdır) Diğer bir kı­sım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblcrindc eğrilik bulu­nanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik hepsi rabbimiz kalından­dır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.

Ey Muhammed, Kur'anı sana indiren Allahtır. O kur'anın bir kısım âyetleri açıktır, üzerinde başka türlü yorum yapılamaz. Bu âyetler, vaad tehdit, sevap, ceza, helal, haram, öğüt ve ibretleri açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu

âyetler, dinin temeli olan kitabın esasıdır. Bunlar, farzları, cezaları, hükümleri ve bütün zaruri olan husustan kapsamaktadır. Kur'anın diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür. Kelimeleri birbirine benzemekte fakat mânâları değişiktir. Kalblerinde haktan ayrılma, doğrudan sapma eğilimi bulu­nanlar bu müteşabih âyetlere uyarlar. Bunların gayesi karışıklık meydana getir­mek, fitne çıkannak ve Allanın, muhkem âyetlerle açıkladığı doğru izahı bıra­kıp âyetleri, kendi arzu ve istelerine göre yorumlamaktır. Halbuki bu müteşabih âyetlerin mânâlarını yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olan sağlam bilgili âlimler ise şöyle derler: "Biz, müteşabih âyetlerin izahım bilmesek te muhkem ve müteşabih olan bütün âyetlerin rabbimiz katından geldiğine kesinlikle iman ederiz." Allanın kitabındaki müteşabih âyetler hakkında herhangi bir şey söyle­mekten çekinen ve bunlardan öğüt alanlar ancak akıl sahibi olan kimseledir.

Müfessirler, bu âyet-i kerimede bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredi­len "Muhkem" kelimesinden ve diğer bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Müteşabih" kelimelerinden neyin kastedildiği huşunda çeşitli görüşler zikret­mişlerdir:

a- Abdulla b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi' b. Enes ve Deh-hakka göre "Muhkem" demek, hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya nesheclici olan âyetler demektir. "Müteşabih" demek ise "Hükümleri nes-hedilmış olan ve kendileriyle amel edilmesi kaldırılan âyetlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Muhkem olan âyetler, neshedici olan, helali ve haramı belirten, cezalan ve farzları beyan eden, bu itibarla, iman edilen ve hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hükümleri kaldırılan, sonra zikredilmesi icabederken önce zikredilen, Önce zikredilmesi gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin ola­rak zikredilen âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.

b- Mücahide göre muhkem olan âyetler, Allahın, içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin olarak zikrettiği âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, lafız-lan farklı olduğu halde mânâları birbirine benzeyen âyetlerdir. Bu itibarla, bun­ların ifade ettikleri hükümler birbirine karıştırılırlar. Şu âyet-i kerimeler, bu gibi âyetleri heva ve heveslerine göre te'vil edenlere işaret etmektedir. "Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vennekten çekinmez. İman edenler onun rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise: Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptınr, birçokları­nı da doğru yola iletir, Allah bununla, sadece yoldan çıkanları saptırır. [26]Al­lah hidayete erdirmek isterse onun gönlünü "İslama" açar. Kimi de saptırmak is­terse, sanki gö'ğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. İşte böylece

Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır, [27]Şu âyet ise bu gibi âyetlere iman edip teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir. "Doğru yolu bulanla­ra gelince, Allah onların hidayetini artırır ve onlara "Takva" bahşeder. [28]

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'e göre ise, buradaki muhkem âyetlerden maksat, sadece bir mânâya tevili mümkün olan âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise birden çok mânâya te'vil edilmeleri mümkün olan âyetlerdir. Bu hususta Muhammed b. Caferin şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Muhkem âyeter, içlerinde Allahın kesin delilleri bulunan, mümin kullan günahlardan ko­ruyan, karşı çıkanları ve bâtılı mahkum eden âyetlerdir. Bunları konuldukları mânâlardan çıkarmak veya tahrif etmek kabil değildir. Müteşabih olan âyetler ise, çeşitli yönlere te'vil edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir. Allah kullarını, bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle de imtihan etmiştir. Bu âyetler, bâtıl te'villerle te'vil edilmemeli ve ge­çek mhanâl arından saptı nlmamalıdırl ar.

d- İbn-i Zeyde göre ise muhkem olan âyetler, geçmiş ümmetlerin ve onla­ra gönderilen Peygamberlerin kıssaalanm başka türlü anlaşılmaya imkan ver-meycek şekilde, açık, ve detaylı olarak beyan eden hayetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını, çeşitli surelerde, birbirine benzeyen şekillerde anlatan âyetlerdir. Mesela, bir kıssa, lafızları aynı, mânâları farklı şekilde anlatılmış bir kıssa da lafızları farklı mânâları aynı şekilde anlatılmış olur.

Bu hususta îbn-i Vehb diyor ki: "İbn-i Zeyd, Hûd suresinin baş tarafı olan "Elif, Lâm, Râ" "Bu Kur'an, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haber­dar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem kılınmış ve sonra geniş olarak açık-İanmış bir kitaptır. [29]âyetlerini okudu. Sonra şunları söyledi: "Allah tela bu surenin, baştan yirmi dört âyetinde, Resulullahı zikretmiş, ondan sonra gelen yinTfnjört âyette de Hz. Nuhun hadisesini anlatmış ve sonunda şöyle buyurmuş­tur. "Ey Muhammed, sana vahyettiğimiz bu kıssa, gaip haberlerdendir. Bundan önce, sen de, milletin de bunu bilmiyordunuz. Sabret. Şüphesiz ki hayırlı sonuç Allahtan korkanlarındır. [30]Sonra Âd'ı daha sonra Salihi, daha sonra İbrahimi daha sonra Lut'u ve daha sonra da Şuaybi zikretmiştir. İşte bunlar, muhkem ola­rak zikredilen ve detaylı olarak anlatılan kıssalardır. Müteşabih olan kıssa ise Hz. Musanın, bir çok yerde zikredilen kıssasidır. Bu kıssaların hepsi aynı mânâya gelmektedir. Mesela Hz. Nuhun kıssasında geçen müteşabih kelimeler Onları gemiye yükle[31] onları alıp gemiye bindir. [32] Hz. Musanın kıssasında geçen müteşabih kelimelerimi/'•1 "Elini koynuna sok. [33]"Elini koynuna sok. [34]Bir de ne görsün o bir yılan olmuş. [35]"O hemen, apaçık bir yılan oluverdi[36] İbn-i Zeyd diyor ki: "Sonra Allah, te-ala Hud suresinde Hud'u on üç âyette, Salihi sekiz âyette, İbrahimi sekiz âyette, Lutu sekiz âyette, Şuaybi on üç âyette, Musayi dört âyette zikretmiştir. Böylece Hud suresinin yüz âyetinde Allah teala, Peygamberlerle kavimleri arasında hük­münü beyan etmiş, sonunda şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber, sana anlattığı­mız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bazılarıdır. Onların bir kısmı hâlâ ayak­tadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir. [37] İbn-i Zeyd devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin müteşabih âyetleri hakkında, Allahın, imtihan etmeyi ve sap­tırmayı dilediği kimse şöyle der: "Ne oluyor bu meseleye de şöyle olmuyor?" "Ne oluyor bu meseleye de böyle olmuyor?"

e- Cabir b. Abdullahîan nakledilen diğer bir görüşe göre muhkem âyetler, âlimlerin, tevillerini bilebildikleri, mânâlarını anladıkları ve tefsir edebildikleri âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hiçbir kimsenin bilmeye imkân bulamadığı, bilgileri ancak Allahın nezdinde bulunan âyetlerdir. Mesela: Meryemoğlu İsanın gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı, kıyametin kopma anı ve dünyanın yok olma zamanına işaret eden âyetler bu türdendir. Çünkü bunların vakitlerini Ancak Allah teala bilmektedir. Bu görüşte olan âlimler, mânâları bilinmeyen âyetlere "Müteşabih âyetler" dinelimesinin sebebi olarak şunları zikretmişlerdir. "Allah teala, bazı surelerin başlarında bulunan gibi mukattaa harflere müteşabih âyetler "Birbirine benzeyen âyetler" ismini vermiştir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine benzemekte ve cümlelerin hesa­bında kullanılan Ebced hesabının harflerine mutabık olmaktadırlar. Resululiahın döneminde yaşayan Yahudilerden bir topluluk bu gibi harfleri, Ebced hesabıyla hesaplayarak İsi amin ve Müslümanların ne kadar devam edeceğini, Hz. mııham-medin ve ümmetinin ne zaman ortadan kalkacağını öğrenmeye çalışmışlardır. İşte Allah teala bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara bildirmiştir ki: Bu gibi müteşabih harfler aracı­lığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmaları boşunadır. Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir yolla bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.

Taberi diyor ki: Muhkem ve müteşabih âyetler hakkında zikredilen bu görüşler arasında, muhkem ve müteşabihin te'viline en yakın olan görüş, Cabir b. Abdullahtan nakledilen bu son görüştür. Zira Allah teala, Peygamberi Mu­hammed (s.a.v.) e indirmiş olduğu bütün âyetlerini, ona ve ümmetine bir açıkla­ma ve bütün âlemlere bir yol gösterici olarak indirmiştir. Kur'anın içinde insan­ların muhtaç olmadıkları âyetlerin bulunması veya muhtaç oldukları hakle mânâlarını bilmeye imkânları bulunmayan bir kısım âyetlerin bulunması asla caiz görülemez. Madem ki durum böyledir, o halde Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün âyetlere, Allanın kulları muhtaçtırlar. O âyetleri anlamak zorundadırlar. Ancak, bu âyetlerin bazılarını anlamak kolaydır diğer bir kısım âyetler vardır ki onların mânâlarından bir çok yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan var iken yine o mânâların bazı yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan yoktur. Mesela şu âyet-i kerime bu kabildendir." "...Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldi­ği gün, daha önce inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nef­se, iman fayda vermeyecektir. [38]Bu âyet-i kerimede. Allanın hangi alâmetleri geldiği zaman kişinin iman etmesinin fayda vermeyeceği beyan edil­memektedir. Kulların, mücerred akıllanyla bunu bilmeye imkânları yoktur. Bu nedenle Resulullah, geldiği takdirde iman etmenin artık fayda vermeyeceği alâmetin, güneşin batıdan doğması alameti olduğunu beyan etmiştir. Burada kulların bilmeye muhtaç oldukları mânâ, tevbenin fayda verdiği vaktin sıfatını bilmeleridir. Resulullah da bunu açıklamıştır. Burada kulların, tevbenin fayda vermeyeceği zamanı, yılı, ayı ve günleriyle sınırlandırılmış olmaya ihtiyaçlan olmadığından Allah teala onlara bu gibi zamanlan bildirmemiş, Resulullah da onlara açıklamamıştır. Zira, bunu bilmeleri onlara ne tlini yönden ne de dünya açısından herhangi bir fayda sağlayacaktır. İşte Allah tealanın, âyetlerin mânâlarından kendi nezdinde saklı tuttuğu ve kullarana öğretmediği mânânalar bu gibi mânâlardır. Yahudiler de, mukattaa harfler ve bu gibi mânâları bilmeye çalıştıklanndan Allah teala, onlara bu gibi mânâları bilemeyeceklerini ve bunla-n ancak kendisinin bildiğini beyan etmiştir. Evet, müteşabih olan âyetler daha önce zikrettiğimiz gibi İsanın inmesini belirten, güneşin batıdan doğmasını bil­diren, kıyametin kopacağını haber veren vb. âyetlerdir. Bunlann ifade ettikleri vakitlerin ne zaman geleceği bilinmemektedir. Bunlann bilgisi ancak Aİlaha ait­tir. Bunlann dışında bulunan bütün âyetler ise muhkemdir. Muhkem âyetler, ya herkesin anlayabileceği şekilde açık ve seçiktirler veya birçok şekilde tefsir edi-lebilcek mahiyettedirler. Bu mânâlan ya bizzat Allah teala açıklamıştır veya Hz. Muhammed, onları ümmetine izah etmiştir. Bu itibarla bunlann mânâlan, üm­metin âlimlerine gizli kalmamıştır.    .

Ayet-i kerimede "Muhkem âyetler, kitabın anasıdır (esasıdır)" Duyurul­maktadır. Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği hakkında iki görüş zikretmislerdir.

a- Bazılarına göre bunlara "Kitabın anasıdır" denmesinin seebi farzların, cezaların ve diğer hükümlerin onların içinde olmasındandır. Zira Araplar, her şeyin ileri gelenini kelimesini ilave ederek ifade ederler. Mesala Mekkeye Merv şehrine Kervanın reisine adım vermişlerdir. İbn-i Zeyde göre ise "Kitabın anası" de­mek "Kitaptaki âyetin her türünü içinde toplayan" demektir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Kitabın anası" ifadesinden maksat, surelerin baş taraftandır. Çünkü sureler bu baş taraflanyla tanınırlar. Mesela, Bakara suresi ile tanınır. Âl-i İmran suresi  ile tanınır.

Âyet-i kerimede geçen ve "Kalblerdeki eğrilik" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b. Cafer tarafından "Kalblerinde haktan sap­ma eğilimi bulunanlar" şeklinde, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından ise "Kalblerinde şek ve şüphe bulunanlar" şeklinde izah edil­miş, İbn-i Cüreyc de, bunlardan maksadın münafıklar olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar." buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyiii bu­lunanlar, âyetlerin lafızları birbirine benzeyen ve mânâlan çeşitli ol ani an n a tabi olup onu çeşitli şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yol­dan ayrılma hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, ayetlerin te'villerini bil­mekte güçsüz olan kimselerin kafalarım karıştırsınlar. Böylece kendi sapikhkla-nnı aşılama imkânı bulsunlar.

Abdullah b. Abbas bu ifadeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sap­ma eğilimi bulunan insanlar, muhkem olan âyetleri müteşabih olan âyetlere gö­re, müteşabih olan âyetleri de muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışır­lar. Böylece insanlann kafalarını kanştın-nak isterler. Allah da onların kafalarını kanştınr.

Muhammed b. Cafer ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: "Kalblerinde haktan sapma duygusu bulunanlar, uydurdukları ve bid'at olarak icadettikleri şeyleri tasdik ettirmek için kitabın âyetlerinden çeşitli şekillerde yorumlanabilecek olanlarına uyarlar ki söylediklerine delil olsun ve ortaya bir şüphe atmış olsunlar.

Süddi de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Kalblerinde haktan sap­ma duygusu olanlar, neshedilen ve nesheden âyetlere tabi olurlar ve şöyle der­ler: "Niçin nesheden âyet gelinceye kadar, neshedilen âyetle şöyle amel edildi?" Sonra o bırakıldı ve nesheden âyetle amel edilmeye başlandı? Daha önce gelip te neshedilen âyetle amel etümıektense daha baştan itibaren son gelen âyetle amel edilmiş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Buna göre Kur'anın bir yerinde geçen bir âyetle amel eden kimse cehennem azabına uğratılmakla tehdit edilmek­te, başka bir yerde zikredilen bir âyette aynı ameli işleyene herhangi bir ceza vaadedilmemektedir. Bu nasıl olur?" derler ve böylece insanları saptırmaya çalı­şırlar.

Müfessirler bu âyette zikredilen ve kalblerinde haktan sapma isteği bu­lunduğu bildirilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Rebi' b. Enes, bunların, Resulullaha gelen Necran Hrıstiyanlan olduk­larını söylemiştir. Bu hususta Rebi'nin şunları söylediği rivayet edilmektedir." Necran Hristiyanlarının heyeti Resulullaha gelmiş, onunla tartışmaya girmiş ve şöyle demişlerdir: "Sen, İsamn, Allanın sözü ve ruhu olduğunu zannetmiyor musun?". Resulullah onlara "Evet o öyledir." demiştir. Hristiyanlar da "Senin bu sözün bizim için kâfidir." demişler, işte bunun üzerine Allah teala "Kalble­rinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur'anın, müteşabih olan âyetlerine uyarlar." âyetini indirmiştir. Başka bir âyetinde de buyurmuştur ki: "Allah katında İsamn durumu da Âdemin durumu

gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra da ona "Ol" dedi ve o da Oluver­di[39]

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen, sap­ma duygusu taşıyan insanlardan maksat, Yasirb. Ahtab, Huyey b. Ahtab gibi Resulullahın ve ümmetinin ne kadar devam edeceğini gibi mukattaa harflerden çıkannaya çalışan Yahudilerdir. İşte Allah teala bu Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur: "Kalblerinde hidayeten sapma isteği bulunan bu Yahudiler, çeşitli yönlere çekilebilen mukattaa harflerini te'vil etme­ye geriştiler. Bundan maksatları fitne çıkarmak ve heva ve heveslerine göre âyetleri yorumlamaktır."

c- Katade ve Hz. Aişeden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bö­lümünde zikredilen "Kalblerinde sapma duygusu bulunan kişiler "deri, 'maksat, Kur'an-ı Kerimin çeşitli te'villere ihtimali bulunan âyetlerini yanlış bir şekilde yorumlayarak Resulullahın getirdiği dine bid'at sokmak isteyen her insandır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivayet edilmektedir. Katatle: "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur'anın müteşabih âyetlerine uyarlar" âyetini okuduktan sonra demiştir ki: "Şa­yet, Haruriye (Harici) fırkası ve Sebeiyye fırkası bu insanlardan sayilmazlarsa başka kimler sayılacaktır? Yemin olsun ki, Bedir savaşına katılan, Hudeybiye-de Resulullah ile birlikte Biat-i Rıdvan'ı yapan muhacirlerde ve Ensarda, bilgi edinmek için yeteri kadar haber, öğüt almak isteyen için yeteri kadar öğüt bulunmaktadır. Yeter ki kişi, aklını kullanıp gözünü açsın. Şüphesiz ki Hariciler, Medinede, Samda ve Irakta Resulullahın sahabileri bulunduğu bir zamanda Müslümanlara karşı çıktılar. O gün Resulullahın hanımları da hayattaydı. Valla­hi, sahabilerden ve Resulullahın hanımlarından ne bir erkek ne de bir kadın Ha­ricilere katıldı. Onlar, Haricilerin durumlarını tasvip etmiyorlar ve onlara mey­letmiyorlardı. Bilakis onlar, Resullahın, daha sonra ortaya çıkacak olan bu in­sanları ayıpladığını ve onları sıfatlarıyla tanıttığını anlatıyorlardı. Evet, sahabi-ler, Haricilere kalberiyle buğzediyor, dilleri ile yeriyor onlarla karşılaştıktan za­man elleriyle de sert davranıyorlardı. Yemin olsun ki eğer Haricilerin tutumları, doğru bir yol olsaydı onlar ümmetle birleşirdi. Fakat onların yollan sapıklıktı. Bu nedenle aynlığa düştüler. Evet, herhangi bir husus Allanın gönderdiği hü­kümler dışındaki bir şeyden kaynaklanırsa, o hususta çokça ihtilaf edildiğini gö­rürsün. Hariciler, uzun zamandan beri bu işi istiyorlardı. Onlar bu işte başarılı olabildiler mi? Sübbahallah... Bu kavmin sonra gelenleri, daha önce geçmiş olanlardan nasıl oluyor da ibret almıyorlar? Şayet onlar hidayet üzere olsaydılar. Allah onlan galip getirir ve başarıya ulaştınrdı, onlara yadım ederdi. Fakat onlar bâtıl üzere olduklan için Allah onlan yalanladı ve ayaklanın kaydırdı. Gördüğü­nüz gibi Hariciler, her başlannı kaldırdıklarında Allah onlann delillerini çürüt­müş, konuştuklarını yalanlamış ve kanlannı akıtmıştır. Batıl düşüncelerini içle­rinde gizlediklerinde de bu düşünceleri kalbelerinde bir yaraya dönüşmüş ve kendileri için bir üzüntü kaynağı olmuştur. Eğer onlar bunu açığa vuracak olur­larsa Allah onların kanlannı akıtmaktadır. Allaha yemin olsun ki onların edin­dikleri din kötü bir dindir, Siz ondan kaçının. Allaha yemin olsun ki Yahudilik bid'attir, Hristiyanlık bid'attır. Sebeilik bid'attır. Bunlar ne Allanın kitabında ne de Peygamberin sünnetinde bulunan şeylerdir.

Bu âyetin izahında Hz. Aişenin de şunlan söylediği rivayet edilmektedir.

Resulullah: "Sana kitabı indiren o'dur. O kitabın bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) bu âyetler kitabın anasıdir. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğirilik bulunanlar, fit­ne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyar­lar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimiz katındadır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür." âyetini okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Ey Aişe, sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki, işte Aİlahın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçmın[40]

Taberi diyor ki: "Ayetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allah tealanın, Re-sulullaha indirdiği müteşabih âyetlere dayanarak Resulullah ile tartışmaya giri­şen kimseler hakkında inmiştir. Bu tartışma Hz. İsa hakkında veya ResuUillahin ve ümmetinin ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların açıklamasını sade­ce Allah bilir." ifadesi göstermektedir ki, Resulullah ile tartışmaya girişenkim-seler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri zamanı (iğrenmeye çalış­mışlardır.

Ayet-i kerimede "Fitne çıkarmak için müteşabih olanlarına uyarlar" buy-rulmaktadır. Burada zikredilen "Fitne"den maksat, "Allaha ortak koşmak"tır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar Allaha ortak koşmak istedikleri için mânâları anlaşılamayan müteşabih âyetlere uyarlar." demektir.

Mücahid ve Muhammed b. Cafere göre ise buradaki fitne"den maksat, şüphe sokmak ve insanların kafalarını kanştınnaktır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar, Kur'anın, çeşitli mânâlara yorumlamaya müsait bulunan müteşabih âyetlerine tabi olurlar ki, insanların kafalarını karıştırsınlar, böylece kalblerinde bulunan bâtıl düşüncelere bir delil bulabilsinler.

Taberi de bu görüşün daha evla olduğunu beyan etmiştir. Âyetin kinler hakkında indiği hususunda da Özetle şunları söylem iştir: "Her ne kadar bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz müşrikler hakkında inmişse de, Kur'anın müteşabih âyetlerini te'vil ederek hak ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bı­rakıp müteşabih âyetleri alarak müminlerin kafasını karıştıran, böylece Aİlahın dinine bid'at sokmak isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu bid'at ister Hristiyanhğa tabi olanlar tarafından ortaya atılmış olsun isterse Ya­hudiliğe tabi olanlar tarafından,ister Mecusiler tarafından ortaya atılmış olsun, isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından ortaya atılmış olsun isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiîer tarafından. Nitekim Resullah bu hususta:

"Ey Aişe sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allahm zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçının. [41] buyurmuş­tur." Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Fitne kelimesinin izahında, bundan maksadın, şüphe sokmak ve insanların kafasını kanştırak olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te bundan maksadın Allaha ortak koşmak olduğunu söyleyen görüşü tercih etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i kerime, müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek istemeleri söz konusu değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri yorumlayarak insanların kalbine bazı şüpheleri sokmaları ve müminlerin kafalarını karıştırmaları, kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu itibarla fitneyi bu son anlamda yorumlamak daha evladır.

Âyet-i kerimede "Arzularına göre açıklamak (Te'vil etmek) niyetiyle mü­teşabih olanlara uyarlar." buyrul m aktadır. Müfessirler, müşriklerin, müteşabih âyetleri, hangi şekliyle te'vil ettikleri takdirde heva ve heveslerine göre te'vil et­miş olcaklan hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbasa göre buradaki te'vüden maksat, Yahudilerin Kur'andaki gibi mukattaa harfleri, cümlelerin hesabında kulandan Ebced hesabıyla hesap yaparak Hz. Muhamme-din ve ümetinin ömürünü bilmek istemeleridir. Yani, kıyametin ne zaman kopa­cağını tesbit etmeye çalışmalarıdır.

b- Süddiye göre ise buradaki te'vilden maksat, bir kısım insanların neshe-dici son hükümlerin gelmesinden Önce onların ne zaman geleceklerini bilmeye çalışmalarıdır.

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise buradaki te'vilden maksat, Kur'an-ı Kerimin, çeşitli yorumlara müsait olan müteşabih âyetlerini, kalblerin­de sapma bulunanların sapıklıkları doğrultusunda yorumlanılarıdır.

Taberiye göre ise, buradaki te'vilden maksat, Abdullah b. Abbas ve Süd-dinin dediği gibi, müteşabih âyetleri, geleceğe ait vakitleri bilmek için te'vil et­mektir. Zira Allah teala, yapılan bu te'vili, kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir. Allah tealadan başkasının bilmeyeceği şeyler ise, daha önce de beyan edildiği gibi, gelecekle ilgili vakit ve olaylardır.

Âyet-i kerimede "Oysa bunların açıklamasını (te'vlini) sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik, hepsi rabbimiz katından-dır." derler. Buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyî iki şekilde izah etmişlerdir.

a- Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz ve Malikin bu âyet-i kerimeyi mealde zikredildiği şekilde tefsir ettikleri rivayet edilmektedir. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bu müteşabih âyetlerin te'viîini yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gidenler bilmezler. Onlar, bu gibi âyetlere iman ettiklerini bildirirler.

b- Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, Rebi' b. Enes ve Muhammed b. Caferden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün te'vili şöyledir. "Müteşabih olan âyetlerin te'viîini ancak Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar bi­lir. İlimde ileri gitmiş olanlar, onların te'villerini bilmeleriyle birlikte, "Biz bun­ların hepsinin rabbimizin katından olduğuna iman ettik." derler.

Görüldüğü gibi birinci görüşte olanlar, cümlenin "Bunun te'viîini ancak Allah bilir." ifadesiyle bittiğini "İlimde ileri gidenler" ifadesinin yeni bir cümle olduğunu söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar ise, "Bunun te'viîini ancka Allah bilir." ifadesiyle cümlenin bitmediğini, ilimde ileri gidenlerin de "Allah" lafzına bağlı olan edatla bağlandığını, bu itibarla, müteşabih olan âyetlerin mânâsını hem Allah tealanın hem de ilimde ileri gidenlerin bildiğini söylemişlerdir. Ta-beri birinci görüşü tercih etmiş ve ilimde ileri gidenlerin, müteşabih âyetlerin te'villerini bilmeyeceklerini söylemiştir. Taberi, "Te'vil" kelimesinin Arapçada mânâsının, "Tefsir etmek, baş vurmak, bir şeyin neticesinf almak" mânâlarına geldiğini söylemiş ve buna dair Arap edebiyatından şiir örnekleri göstermiştir.

Âyet-i kerimede geçen ve "İlimde ileri gidenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Sağlam bilgi elde eden, bilgi-

lerini kuvvetlice ezberleyen ve bilgilerine şek ve şüphe katmayan âlimlerdir." Ebudderda ve Ebu Ümame el-Bâhilî Resulullahtan" sarsılmaz şekilde sağlam olan" kimdir? diye sorulduğunu, Resulullahın da: "O, yeminini yerine getiren, lisanı doğruyu söyleyen, kalbi söylediğine göre doğru olan ve karnı iffetli olandır. İşte "İlmi sarsılmaz derecede sağlam olan bu­dur." buyurduğunu söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Cüreyeden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen âlimlerin "İlimleri sarsılmayan" sıfatıyla sıfatlanmalarının sebebi, onların müteşabih âyetlere "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katmdadır." demelerindendir. Yani onlann ilimlerinin sarsıl­maz olması, imanlarının sağlam oluşundandır. [42]

 

8- Onlar: "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblcrinıîzi (haktan) kaydırma, bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz kî sen çok bağışta bulunansın, (derler.)

O, ilimde ileri gidenler derler ki: "Ey rabbimiz, bizi hidayete kavuşturup iman etmeye muvaffak kıldıktan sonra, kalblerimizi doğruluktan kaydırma. Kendi katından bizlere rahmet, başarı ve hakta kararlılık bahşet. Şüphesiz ki, sen kullarına nimetini çokça nasibedensin.

Taberi diyor ki: "Allah teala bu âyet-i kerimede sağlam ilim sahibi olanları: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi hidayete erdirdikten sonra haktan saptırma." şeklindeki dualarından dolayı övgüsüne layık gördüğüne göre kaderi inkâr eden bir kısım cahillerin. "Allanın, bazı kullarının kalblerini itaatinden saptırması bir zulümdür." demelerinin açık bir yanlışlık olduğu ortaya çıkmak­tadır. Zira mesele onlann iddia ettikleri gibi olsaydı: "Ey rabbimiz, bizi hidayete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan saptırma." diyenler övülmez bilakis kınanırdı. Ve ilimde ileri gidenler: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi haktan kaydırma." derlerken, "Ey rabbimiz sen, bize zulmetme, bize haksızlık yapma." demiş olurlardı ki böyle bir duayı ilmi sağlam olanlar değil cahiller yapmış ola­bilir. Çünkü Allah teala kullarına asla zulmetmez, onlara haksız davranmaz. Ni­tekim bunu kullarına bildirerek şöyle buyurmuştur: "... Rabbin, kullarına karşı asla zulmeden değildir. [43]

Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasının ileri sürdüğü iddia fasit olduğuna göre buradan anlaşılmaktadır ki, Allah tealanın, kullarından bazılarının kalbini itaatinden saptırması onun tarafından bir adalettir. Bu nedenledir ki, kendisin­den, kalblerini saptırmamasını isteyen kullarını övmüştür. Nitekim bu hususta Allah tealanın nezdinde büyük mevkii olan Resulullahın dahi ondan kalbini hakta kararlı kılmasını ve değiştirmemesini istemesi de bu gerçeği göstermekte­dir. Bu hususta Resulullahtan, birbirini destekleyen çeşitli hadisler rivayet edil­miştir.

Şehr b. Havşeb, Ümrnü Selemeden şunları işittiğini rivayet etmiştir.

Ümmü Seleme demiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) dualarında çokça "Ey kalbleri çeviren AHahım, sen benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." derdi. Dedim ki "Ey Allanın Resulü, kalbler değişir mi? Resullah buyurdu ki: "Evet, Allahın, Âdemoğullarından yarattığı hiçbir beşer yoktur ki onun kalbi Allahın paımakla-nndan iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. Eğer Aziz ve Celil olan Allah dilerse o kalbi düzeltir, dilerse kaydırır. Biz, rabbimiz olan Allahtan dileriz ki bizi hidayete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan kaydırmasın. Yine on­dan dileriz ki bize katından rahmet bahşetsin. Çünkü o, çokça bahşedendir." Ümmü Seleme diyor ki: Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, benim, kendim için yapacağım bir duayı bana öğretmez misin?" Resulullah dedi ki: "Evet, öğreti­rim." De ki: "Ey, Peygamber Muhammedin rabbi olan Allahim, sen benim gü­nahlarımı affet, kalbimin öfkesini gider ve sağ kaldığım müddetçe beni saptıran fitnelerden koru. [44]

Diğer bir rivayette Şehr b. Havşeb diyor ki:

"Ümmü Sekmeye dedim ki: "Ey müminlerin annesi, Resulullah senin ya­nında kaldığı zaman onun en çok yaptığı dua neydi?" Dedi ki: "Onun en çok yaptığı dua: "Ey kalbleri (halden hale) çeviren Allahım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." duasıydı. Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, "Ey kalbleri çeviren Allahım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." şeklindeki duanı ne çok yapıyorsun?" dedi ki: "Ey Ümmü Seleme, hiçbir insan yoktur ki onun kalbi Aziz ve Celil olan Allahın pamuklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. O, dilediğini düzeltir dilediğini kaydırır. [45]

Enes, b. Malik diyor ki: "Resulullah (s.a.v.) "Ey kalbleri çeviren Allahım, sen kalbimi elinin üzere sabit kıl." diyerek çokça dua ederdi. Dedim ki: "Ey Al­lahın Resulü, biz sana ve getirdiklerine iman ettik sen bizim için korkuyor mu­sun?" Dedi ki: "Evet, çünkü kalbler, Allahın parmaklarından iki pamıağı arasın­dadır. O, bunları dilediği gibi çevirir[46]

Nevvas b. Sem'an el-Kilâbî diyor ki: "Ben Resulullahin şöyle buyurduğu­nu işittim: "Hiçbir kalb yoktur ki o, âlemlerin rabbi olan Allahın parmaklarından iki parmağının arasında bulunmuş olmasın. O, kalbi düzeltmek istediğinde düzeltir, kaydırmak istediğinde de kaydırır." Nevvas diyor ki: "Resullah şöyle derdi: "Ey kalbleri çeviren Allahım, sen, kalblerimizi dinin üzere sabit kıl. Tera­zi, Aziz ve Celi olan rahmanın elindedir. Onun ketlerinden birini kaldırıp diğe­rini indirir. [47]

Abdullah b. Amr b. el-Ass diyor ki:

"Ben, Resulullahin şöyle buyurduğunu işittim:" Şüphesiz ki bütün Âdemoğullannın kalbleri, Aziz ve Celil olan rahmanın parmaklarından iki par­mağının arasındadır. O kalblerin hepsi bir kalb gibidir. Allah onlan dilediği gibi çevirir. Ey kalbleri çeviren Allahım, sen bizim kalblerimizi itaatma[48]

 

9- Ey rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez." der­ler

Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gü­nünde insanları bir araya toplayacak olansın. O gün bizleri affet ve esirge. Şüp­hesiz ki sen, sana iman edene ve Peygamberlerine tabi olana yaptığın vaadden dönmezsin.

* Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Allah te al anın sıfatları­nı haber verir mahiyete ise de aslında Kur'anın tümüne iman edenlerin duaları­nın bir kısmını beyan etmektedir." [49]

 

10- Şüphesiz ki inkâr edenlerin malları ve evlatları, Allaha karşı ken­dilerine hiçbir şey sağlamaz. İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar.

Şüphesiz ki, Yahudi, münafık ve diğer kâfirlerden, hakkı söyleyen Mu­hammedi inkâr edenleri, mallan ve evlatları, Allanın azabından koni yamayacak ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacaktır. Âhirette cehennemin yakıtı işte bun­lardır.

* Allah inkâr etmenin en büyük suç olduğunu ve Allahı inkâr edenleri hiçbir şeyin kurtaramaycağmı başka bir âyet-i kerime de şöyle beyan ediyor: "İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur. [50]

 

11- Bunların durumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin du­rumu gibidir. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıvcrdi. Allah, cezası çok şiddetli olandır.

Bu kâfirlerin davranışı, Firavunu ailesinin ve onlardan önce geçen Nuh, Hud, ve Lut gibi Peygamberlerin , azgınlaşan ümmetlerinin davranışları gibidir. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıp helak etti. Malları ve evlatları kendilerine fayda vermedi. Allah, kendisini inkâr edene ve Peygamberini yalanlayana karşı cezalandırması çok şiddetli olandır.

* Allah teala bu âyette, kâfirleri, daha bu dünyadayken azgınlıkları sebe­biyle helak ettiğini beyan etmekte ve müminleri, kâfirler karşısında güçsüz olsa­lar dahi, onlardan çekinmemeye teşvik etmektedir. Bu kâfirlerin akıbeti, Fira­vun ve diğer azgın kavimlerin akıbeti gibi olabilir. O halde müminler, kendile­rinden güçlü olsalar bile kâfirlerden korkmamalıdırlar,

Ayet-i kerimede zikredilen ve "Firavun ailesinin durumu" diye tercüme edilen kelimesi, Reb'i b. Enes tarafından "Firavun ailesinin âdeti" şeklinde, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Mücahid tarafından "Firavun ailesinin ameli ve

işi" şeklinde, Süddi tarafından ise "Firavun ailesinin yalanlaması" şeklinde izah edilmiştir. Taberi de kelimesinin asıl mânâsının "Bir işi yoğun bir şekilde yapmak ve onu yaparken yorulmak" olduğunu , sonra bu kelimenin hal, durumve âdet mânâlarında kullanıldığını söylemiştir. [51]

 

12- Ey Muhammet!, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacak­sınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir."

Ey Muhammed, Yahudilerden olan şu kâfirlere de ki: "Yakında bir hezi­mete uğratılıp bir araya biriktirilecek ve cehenneme sürüleceksiniz Cehennem ne kötü bir döşektir."

Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerimenin, Bedir savaşında müşrikler mağlup edildikten sonra, kendilerine Müslüman olmaları teklif edilen Yahudiler hakkında indiğini söylemiştir.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resulullah Bedir savaşında Kureyşlilere ağır kayıplar verdirdikten sonra Medineye gelmiş bütün Yahudileri Beni Kay-nuka çarşısında toplamış ve onlara: şunu söylemişti: "Ey Yahudi topluluğu, Ku-reyşin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Müslüman olun." Bunun üze­rine Yahudiler şu cevabı vermişlerdir: "Ey Muhammed, savşmasını- bilmeyen acemi Kureyşlilerden bir kaç kişiyi öldürmen seni gururlandırmasın. Eğer sen, bizimle savaşacak olsan bizim ne olduğumuzu ve bizim gibileriyle karşılaşma-

mış olduğunu anlarsın." İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. [52]

Âyet-İ kerime, Yahudilerin de yakında Müslümanlara mağlup olacakları­nı haber vermiştir. Nitekim daha sonra Yahudilerle yapılan anlaşmayı onların bozarak müslümanlara ihanet etmeleri üzerine Yahudiler cezalandırılmış ve bir kısmı Medineden sürgün edilmiş, diğer bir kısmı ise öldürülmüştür. [53]

 

13- (Bedir savaşında) Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardır. Birisi Allah yolunda savaşıyordu diğeri ics kâfirdi. Onlar, karşı tarafı göz­leriyle iki misli olarak görüyordu. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, görecek gözleri olanlar için bir ibret vardır.

Ey Yahudi topluluğu, savaşta karşı karşıya gelen şu iki taplulukta sizin için konan: "Mağlup olacaksınız." hükmünün doğruluğunu gösteren bir delil ve alâmet vardır. Bunlardan Peygamber ve ashabının meydana getirdiği topluluk, Allanın dini için savaşıyordu. Kureyş müşriklerinden oluşan diğer topluluk ise inkarcılık uğrunda savaşıyordu.

Müslüman topluluk, kâfir topluluğun sayılarının, kendi sayılarının iki ka­tı olduğunu bizzat gözleriyle görüyorlardı. Allah, kullarından dilediğini zaferiy­le destekler. Şüphesiz ki az topluluğun, çok topluluğa galip gelmesinde, aklını kullanan ve gerçekleri gören basiret sahipleri için âyetler ve ibretler vardır.

* Âyette zikredilen, iki tapluHıktan, Allah yolunda savaşanlardan maksat, Abdullah b Abbas, İkrime ve Mücahide göre Bedir savaşında, Kureyş müşrikle­rine karşı savaşan Resulullah ve sahabileridir. Kâfir topluluktan maksat ise bu savaşta Resulullaha karşı savaşan müşriklerdir.

Âyet-i kerimede: "Onlar, karş tarafı gözleriyle iki misli olarak görüyor­lardı." buyurulmaktadır. Kurralâr âyetin bu bölümündeki "Görürler" diye tercü­me edilen fiilini üç şekilde okumuşlardır.

1- Medine Kurralan bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kira-ata göre âyetin mânâsı şöyledir. "Ey Yahudiler, birbirleriyle karşı karşıya gelen

Müslüman ve müşrik topluluğunda sizin için bir ibret vardır. Bu topluluklardan Müslüman olanlar, Allah yoluda savaşıyorlardı. Kureyş müşrikleri ise müslü-manlara karşı mü'cadele ediyorlardı. Ey Yahudiler, sizler müşriklerin sayısının, Müslümanların iki katı olduğunu bizzat gözünüzle görürsünüz. Buna rağmen Müslümanlar onlara galip gelmişlerdir. Siz de bundan ibret alın. Kureyş müşrik­lerinin akıbetine uğramayın."

Görüldüğü gibi bu izaha göre Yahudiler, müşriklerin, Müslümanların iki katı olduğunu bizzat gözleriyle görmüşlerdi.

2, Bütün Küfe ve Basra kurralan ve Mekke kurralarının bazıları bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kirataa göre âyetin mânâsı çeşitli şekil­lerde izah edilmiştir.

a- Ey Yahudiler, birbirleriyle karşılaşan toplulukta sizin için bir ibret var­dır. Bunlardan bir topluluk Allah yolunda savaşan Müslümanlardır. Diğeri ise inkarcı olan kâfirlerdir. Müslümanlar, müşrik topluluğun kendilerinin İki kati olduğunu bizzat gözleriyle görmüşlerdir. Buna rağmen yılmamışlar ve onları mağlup etmişlerdir.

Görüldüğü gibi bu izaha göre Allah teala, müşriklerin gerçek sayısını Müslülanlara az göstermiştir. Çünkü müşriklerin sayısı, Müslümanların üç misli kadar hatta üç mislinden de fazla idi. Allah onların sayısını müminlere bu âyette zikredildiği gibi bir ara kendilerinin iki katı kadar gösterdi. Diğer bir durumda da müşriklerin sayısını müslümanlara kendi sayılan kadar gösterdi,

Abdullah b. Mes'ud bu âyet-i kerimeyi okuduktan sonra şunları söylemiş­tir: "Bu durum, Bedir savaşında olmuştur. Biz, müşriklere baktık. Onların bizim iki katımız olduklarını gördük. Tekrar onlara baktık. Bu defa onların bizden tek bir kişi dahi fazla olmadıklarını gördük. İşte bu son durum, Aziz ve Celil olan Allanın şu âyetinde zikredilmektedir. "O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine getirmek için onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allaha döndürülür. [54]

b- Abdullah b. Abbas ise burada, görenlerin müslümanlar, görülenlerin de müşrikler olduğunu söylemiş, müslumanların, müşriklerin sayısını k endileri-nin iki katı gördüklerini ve bu sayının, müşriklerin gerçek sayısı olduğunu, Al­lah tealanın, onların sayılarını müminlerin gözünde azaltmadığını, çünkü onla­rın sayısının altı yüz yirmi altı olduğunu söylemiştir. Ancak Allah teala, Mü­minlere yardım ederek kâfirleri mağlup ettiğinden, müminlerin yükünü bu şekil­de hafifletmiştir." demiştir. Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbastan nakledilen bu görüş, Bedir savaşma katılan müşriklerin sayısı hakkında birbirini destekle­yen çeşitli haberlere muhaliftir. Zira, Bedir savaşına katılanların sayıları hakkı nda dokuz yüz ile bin arası mı yoksa bin mi oldukları hakkında ihtilaf edilmiştir. Dokuz yüz'den aşağısı söz konusu olmamıştır. Mesala Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud Bedir savaşma katılan müşriklerin sayısının bin olduğunu söylemişler­dir. Bu hususta Hz. Alinin şunlan söylediği rivayet edilmektedir.

"Biz, Medineye gidince oranın meyvelerinden yedik. Oranın havası bize ağır geldi ve sıcaklık bizi perişan etti. Resulullah, Bedir hakkında haber toplu­yordu. Müşriklerin, oraya yöneldikleri haberi bize ulaşınca Resulullah Bedire doğru yürüdü. Bedir. Bir kuyunun adıdır. Biz, müşriklerden önce o kuyuya var­dık. Kuyunun başında müşriklerden iki kişi bulduk. Bîri Kureyştendi diğeri de Ukbe b. Ebu Muaytın kölesi idi. Kureyşli olan adam kaçtı. Biz, Ukbe b. Ebi Muaytın kölesini yakalayıp getirdik. Biz ona "Topluluğunuzun sayısı ne ka­dar?" diye her sorduğumuzda o bize "Vallahi onların sayılan çok, kendileri güç­lüdür," diyordu. Müslümanlar da, bunu söyledikçe onu duyuyorlardı. Nihayet onu Resulullaha getirdiler. Resulullah ona "Topluluğunuzun sayısı ne kadar?" dedi. O da: "Valahi onların sayılan çok, kendileri güçlüdür."eledi. Resulullah, sayılannı söylemesi için son derece çaba harcadı. Fakat adam diretti. Sonra Re­sulullah ona: "Kaç deve kesiyorsunuz?" dedi. O da "Her gün on deve." diye ce­vap verdi. Bunun üzerine Resulullah: "Topluluk bin kişidir. Çünkü bir deve yüz kişi içindir." buyurdu[55]

Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Biz müşriklerden birini Bedirde esir almış­tık. Biz ona "Sayınız kaç kişiydi?" diye sorduk. O da: "Bin kişiydi." dedi.

Urve b. Zübeyr, Katade, Rebi' b. Enes ve ibn-i Cüreyc ise, Bedir savaşına katılan müşriklerin sayısının, bin ile dokuz yüz kişi arasında olduklarını söyle­mişlerdir. İşte bütün bu rivayetler, Abdullah b. Abbastan nakledilen rivayete muhaliftir. Bu nedenle müşriklerin sayısı dokuz yüzden fazladır.

c- Diğer bir kısım âlimler ise, Allah tealanın, müslümanlara müşriklerin sayısını az gösterdiğini, bunun müslümanlar için bir mucize olduğunu aslında müşriklerinin sayısının, ise dokuz yüzden fazla olduğunu söylemişlerdir. Bu gö­rüşte olan âlimlere göre Allah teala, müşrikleri müslümanlara az göstermiştir. Fakat Allah teala burada, Yahudilere müşriklerin sayısının müsîüm ani ardan faz­la olduğunu buna rağmen müslümanların onlara galip geldiğini beyan etmek is­temiştir. Âyetin baş tarafındaki "Sizin için " Zamiri ile açıkça Yahu­dilere hitabedilmiş, buradaki"Onlar görürler" şeklindeki üçüncü şahıs fiili ile Yahudiler kastedilmiştir. Arapçada ikinci şahsa hitabederken üslu­bu değiştirip üçüncü şahsa konuşur gibi hitabetmek caizdir ve bu hitap sanatına "İltifat" denmektedir. İşte bu âyette de bu sanat mevcuttur. Nitekim şu âyet-i ke­rimede bu sanat açıkça görülmektedir. "Sizi karada ve denizde yürüten Allahtır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri tatlı bir rüzgârla muntazam götürürken ve yol­cular da neşeli iken bir fırtına çıkarak onlara her taraftan gelip çepeçevre kuşa­tıldıklarını anlayınca "Dini sadece Allaha tahsis ederek ona şöyle dua ederler: "Yemin olsun ki sen bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden oluruz. [56]İzahını yaptığımız bu Âl-i İmran suresinin on üçüncü âyetinde ifade edilen "Gö-renler"den maksadın Yahudiler olduğunu söyleyen âlimler demişlerdir ki: "Eğer denecek olursa ki, nasıl olur da Yahudiler, müşrikleri, müslümanların iki katı olarak görmüş olabilirler? Halbu ki müşrikler, müslümanların üç katı idiler. Ce­vaben deriz ki: "Yahudiler, müşrikleri müslümanların iki katı olarak gördüler." ifadesinden maksat "Yahidiler, müslümanların sayısı ile birlikte müşriklerin sa-yısmı iki kat olarak gördüler." demektir. Buna göre, müşriklerin sayısının dokuz yüzden fazla olduğu ortaya çıkmaktadır. Arapçada bu gibi üsluplar kullanılmak­tadır.

d- Başka bir kısım âlimler ise, Aîlah tealanın, müslümanları kafirlere, kendi sayılarının iki katı olarak gösterdiğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu görüş, âyetin zahirine terstir. Çünkü Allah teala baş­ka bir âyetinde her bir gurubun gerçek sayısını diğerine az gösterdiğini, müslü­manlara zafer nasibetmek için savaşmayı teşvik ettiğini beyan etmiş ve buyur­muştur ki: "O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine getirmek için onlan sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah döndürü!ür." [57]

3- Diğer bazı âlimler bu fiili şeklinde okumuşlardır. Mânâsı "Allah onlan size iki kat olarak göstemıiştir." şeklindedir.

Taberi diyor ki: "Bu kıraat şekillerinden tercih edilen şeklinde olanıdır. Bunun mânâsı ise "Müslümanlar, kâfir olan fırkayı kendi sayılarının iki katı olarak görüyorlardı." şeklindedir. Allah, kâfirlerin gerçek sayılarını mü­minlere bir defasında bu kadar azaltarak göstermiş diğer bir defasında da kendi sayılan kadar göstermiştir. Başka bir defasında ise onlann sayılarını müslüman-lann gözünde iyice azaltmış Öyle ki müslümanlar onları, kendi sayilanndan da­ha az olarak tahmin etmişlerdir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud bu hususta şöyle demiştir: "Bedir savaşında müşrikler bizim gözümüze az gösterildi. Öyle ki, ya­nımda bulunan birine dedim ki: "Sen bunlann yetmiş kişi olduklarını görüyor musun?" O da dedi ki: "Ben onların yüz kişi olduklannı görüyorum. "Bundan sonra biz, müşriklerden bir adam esir aldık. Ona sorduk ki: "Siz kaç kişiydiniz? O da dedi ki: "Bin kişiydik." Taberi diyor ki: "Abdullah b. Mesuddan nakklilen bu haber göstennektedir ki Müslümanlar, müşriklerin sayısını değişik zamanlar­da, farklı şekillerde takdir etmişlerdir. Hepsinde de onlan, gerçek sayılarından daha az gömıüşlerdir. Allah teala, müslümanların bu halini, iki fırkanın da ger­çek sayısını bilen Yahudilere haber vererek onlan, ibret almaya, sayılannın çok­luğu ile gururlanmamaya ve müşriklerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmesinden kaçınmaya çağınnıştır.

Bazı âlimler, iki taraftan birinin diğerini çok gömıesi ifadesinden, sayıları çok görülenlerin müminler olduğunu zira gökten meleklerin inerek müminleri desteklediklerini söylemişlerdir. Diğer bazı alimler ise, sayılan çok görülenlerin kâfirler olduğunu söylemişlerdir. Bunlar diyorlar ki: "Bedir savaşında müminle­rin sayılan üç yüz küsur kişi iken kâfirlerin sayısı dokuz yüz küsur idi." Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

Mücahid diyor ki: "İki topluluğun karşılaştığı gün, müslüman ve kâfir topluluklann karşı karşıya geldiği Bedir savaşı günüdür." [58]

 

14- Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili at­lara, havyanlara ve ekinlere karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü göste­rildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah kalındadır.

İnsanlara, arzuladıkları, kadın, oğul, kantar kantar altın ve gümüş, gören­lerin boşuna giden mükemmel güzilliklere sahip besili ve nişanlı atlar, deve sı­ğır, koyun gibi havyanlar ve ekinler güzel gösterildi. Bu sayılanlar, dünya haya­tında hoşa giden geçimliklerdir. Allanın katında ise, takva sahipleri için, gidile­cek güzel yerler vardır.

*Âyfet-i kerime, dünya nimetlerinden insanın en çok hoşuna giden şeyleri zikretmekte ve bunların, hayır yolunda kullanılmadıkları takdirde kişiyi gaflete düşürüp rabbinden uzaklaştırabileceklerine dikkati çekmekte ve bunların başın­da da kadınları zikretmektedir.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Ben, benden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırak-madım[59] Yine Resulullah (s.a.v.) kadınlara hitaber şöyle buyurmuştur:

"Ben, akh ve dini eksik olan siz kadınlardan, kararlı bir erkeğin aklını da­ha çok çelen bir varlık görmedim." Kadınlar:

Ey Allanın Resulü, dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? diye sordu­lar. Resulullah buna cevaben buyurdu ki:

Bir kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğinin yarısı değilmi dir." (Bir erkeğin şahitliği yerine iki kadının şahitliği gerekmiyor mu)? Kadınlar dediler ki:

- Evet. "Resulullah da buyurdu ki:

- İşte bu, kadının aklının eksikliğindendir. "Ve tekrar sordu:"

- Kadın, hayız halindeyken namazını ve orcunu bırakmaz mı? Dediler ki:

- Evet. Resulullah bunun üzerine de buyurdu ki:

- "İşte bu da onun dininin eksikliğindendir. [60]

Oğulların ve malların da insanlar için bir imtihan vesilesi olduğunu şu âyet-i kerime de ifade etmektedir: "Bilin ki mallarınız ve oğullarınız sizin için ancak bir imtihandır. Büyük mükâfaat ise elbette Allah nezdindedir. [61]

Resulullah (s.a.v.) kişinin sahip olduğu atların da kendisini yoldan çıkar­maya vesile olabileceğini beyanla buyuruyor ki:

"At bazı kimseler için sevap işleme vasıtası, bazı kimseler için ihtiyaç gi­derme vasıtası bazi kimseler için de bir günah işleme aracıdır. At, şu kimseler için sevap işleme vasıtasıdır: O kimse atını Allah yolunda kullanır. Onu çayıra veya bahçye bağlar. At ipinde bağlı iken bile, çayır ve bahçeden dokunduğu şeyler o kişi için sevap kaynağıdır. Şayet ipini koparıp bir veya iki kere yukarı kalkarak şahlanacak olsa, bundan meydana gelen iz ve eserler ve dışkı dahi o kişi için sevap kaynağıdır. Şayet at, sahibinin arzusu hilafına, geçtiği bir nehir­den su içse bile bu da o kişi için bir sevap kaynağıdır. Evet, böyle bir at, sahibi için sevap kaynağıdır. At, şu kimse için de ihtiyaç gidenne vasıtasıdır. O kimseatını, kimseye muhtaç olmamak ve iffetli bir şekilde yaşamak için besler. Sonra da Allanın, o atın boynu ve sırtı üzerindeki hakkını unutmaz. İşte at bu kişi için vasıtasıdır. O kimse atı, böbürlenerek ve gösteriş için ve müslümanlara karşı kullanmak için besler. İşte bu kimsenin beslediği at kendisi için bir günah işle­me vasıtasıdır. [62]

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Resulullahın, AH ahin hak Peygamberi olduğunu bildikleri halde ona tabi olmayan Yahudileri kınamaktır.

Âyet-i kerimede geçen kelimesinde ifade edilen miktarın öl­çüsünün ne olduğu hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

a- Muaz b. Cebel, Abdullah b. Ömer, Asım b. Ebinnücud, Ebu Hureyre ve Übey b. Kâ'ba göre bir kıntar, bin iki yüz Ukıyyedir. [63] Bu hususta Taberi, Übey b. Kâ'b'ın Resulullahtan, bir kınların bin iki yüz Ukiyye olduğuna dair bir hadis rivayet ettiğini zikretmiştir.

b- Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bir Kıntar, bin iki yüz Dinardır. Bu hususta da Taberi Hasan-ı Bas­rinin, Resulullahtan Mürsel bir hadis rivayet ettiğini zikretmiştir.

c- Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bir Kıntar'dan maksat, on iki bin Dirhem veya Bin Dinardır.

d- Said b. el-Müseyyeb, Katade, Ebu Salih ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre bir Kıntar, seksen bin dirhem veya yüz Rıtl'dır.

e- Mücahid ve Abdullah b. Ömerden nakledilen başka bir görüşe göre bir Kıntar, yetmiş bin Dinardır[64]

f- Ebu Nadraya göre bir Kıntar, bir öküz derisi dolusu kadar altındır[65] Rebi' b. Enese göre bir Kıntar "Çokça mal" demektir.

Taberi diyor ki:" Arapçayı bilen ilim erbabı, Arapların kınları belli bir öl­çüyle smirlamadaklarını, bu kelimenin, ağırlığı ölçülen cisimler için kullanıldı­ğını söylemişlerdir. Bu görüşün isabetli olması gerekir. Çünkü o belli bir miktar olsaydı yukarıda izah edilen farklı görüşler ortaya çıkmazdı. Kıntar hakkında doğru olan görüş Rebi1 b. Enesin dediği gibi onun "Çok mal" demek olduğunu söyleyen görüştür.

Ayette geçen ve "Kıntar" kelimesinin pekiştirici sıfatı gibi tercüme edilen kelimesinden maksat, Rebi' b. Enes, Katade ve Dehhaka göre "kat kat ve çokça" demektir. Süddiye göre ise bu kelimeden maksat, "Dinar ve dir­hem şeklinde basılmış" demektir.

Taberi diyor ki: "Kıntar kelimesinin ifade ettiği miktar hakkında Enes b. Mâlikin, Resulullahtan bir hadis rivayet ettiği zikredilmektedir. O da Resululla-hnı "Kıntar iki bindir." Hadisidir, Şayet bu hadisin senedi sahih olsaydı bunu bı­rakıp başkasına başvurmazdık.

Âyet-i kerimede, atların sıfatı olarak zikredilen ve "Besili" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edil­miştir.

a- Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebza, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri Rebi' b Enes ve Mücahidden nakledilen bir görüşe göre keli­mesinden maksat, "Otlayan" demektir.

b- Mücahid, İkrime, ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre bura­da geçen kelimesinden maksat, "Güzel ve mükemmel" demektir.

c- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat "Nişaneli ve alâmetli" demektir.

d- İbn-i Zeyde göre kelimesinden maksat, "Cihad için hazır­lanmış" demektir.

Taberi diyor ki: "Atların sıfatı olarak zikredilen kelimesi hakkında beyan edilen görüşlerden tercihe şayan olan "Alaca olarak nişanlanan ve güzel görünümlü olan" demektir. Zira Arapçada kelimesinin mânâsı "Nişanlanmak ve belirtmek" demektir. Güzel görünümlü atlar, Allah te-ala tarafından, renkleri ve alacahklarıyla nişanelenmiş, şekilleri güzel gösteril­miştir.

Âyet-i kerimede zikredilen diğer "Hayvanlardan maksat ise, En'am sure­sinin yüz kırk üç ve yüz kırk dördüncü âyetlerinde zikredilen, koyun, keçi, sığır ve devedir.

Âyet-i kerimenin sonunda "Varılacak güzel yer ise Allahin kalındadır." buyrulmaktadır. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki "Kıyamet gününde Allahin nezdinde can yakıcı azap ve dehşetli bir ceza bulunduğu halde, nasıl oluyor da Allahm katında varılacak güzel bir yer bulunduğu zikrediliyor? Ceva­ben denilir ki: "Burada, özel vasıftaki insanların varacakları yer bildirilmekte­dir. Bunlar da takva sahibi müminlerdir. Eğer o varılacak güzel yerin neresi ol­duğu sorulacak olursa oranın, bundan sonra gelen âyette, Allah tealanın zikretti­ği yer olduğu söylenir. [66]

 

15- Ey Muhammcd, de ki: "Size, bundan daha hayırlısını haber ve­reyim mi? Allahtan korkanlar için rablcri katında, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allanın rızası vardır. Allah, kullarını çok iyi görendir.

Ey Muhammed, de ki: "Dünya hayatının çok sevilen geçimliklerinden daha üstün ve hayırlısını size bildirip öğreteyim mi? Şöyle ki: Allanın farzlarım yerine getirip yasaklarından kaçınarak ona itaat eden ve ondan korkanlar için rableri katında, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cen­netler, dünyadaki kadınlarda bulunan hayız ve nifas gibi tiskindirici şeyler ken­dilerinde bulunmayan tertemiz eşler ve Allanın rızası vardır. Allah, kullarının yaptıklarını çok iyi görür. Kimin kendisinden korktuğunu, kimin de kendisine karşı çıkıp isyan ettiğini iyi bilir. İyilik yapanı mükâfaatlandınr, kötülük yapanı ise cezalandırır.

* Müfessirler, bu âyetteki soru cümlesinin nerede bittiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Bazılarına göre ifadesinde bitmiştir. Buna göre âyetin mânâsı "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?" demektir.

Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

b- Diğer bazılarına göre som ifadesinde bitmiştir. Buna gö­re de âyetin mânâsı şöyledir: "Ben size, rablerinden korkanlar için daha hayırlı olanı haber vereyim mi?"

Allah teala burada, en sonunda cennetlikleri rızasına kavuştaracağını zik­retmiştir. Çünkü nimetlerin en yücesi, Allahin rızasını kazanmaktır. Bu sebep­lerdir ki müminler birbirlerine dua edip en iyi dileklerini sunarlarken "Allah senden razı olsun" temennisinde bulunurlar. Bu hususta Ebu Said el-Hudriden Resulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah, cennetliklere, "Ey cennetlikler," diye seslenecek, onlar da "Leb-beyk ve Sa'deyk" "Emret, emret. Emrinle mutluyuz, emrinle mutluyuz ey rabbi-miz. Hayır senin ellerindedir." derler. Allah da "Razı oldunuz mu?"diye sorar. Onlar da "Ey rabbimiz, nasıl razı olmayalım? Sen bize, yaratıklarından hiçbir kimseye vermediğin nimetleri verdin." derler. Allah: "Ben size, bunlardan daha üstünün vereyim mi?"der. Onlard da "Ey rabbimiz, bunladan daha üstün ne ola­bilir?" derler. Allah da "Sizin üzerinize rızamı indiririm, artık ondan sonra size bir daha gazap etmem."der[67]

 

16- Onlar şöyle derler: Rabbimiz, şüphesiz biz iman ettik. Günahla­rımızı bağışla ve bizi cehennem azabında koru.

O takva sahipleri, Allaha şöyle yalvaranlardır: Ey rabbimiz, şüphesiz ki biz sana, Peygamberine ve Peygamberlerinin senin katından getirdiklerine iman ettik. Sen bizim günahlarımızı affmi a ört ve bizi cehennem azabından koru. Onunla bize azap etme. [68]

 

17- Onlar, sabredenler, doğru söyleyenler, itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vaktitlerinde af dileyenlerdir.

Allahın cennetine ve nzasina erişecek olan o takva sahipleri, sıkıntıların­da ve zorluk anlarında ve haram işlememek için sabredenler, imanlarında, söz­lerinde ve işlerinde doğru olanlar, Allaha itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar, seher vakitlerinde de rablerinden af dileyenlerdir.

* Müfessirler bu âyette zikredilen ve "Af dileyenler" diye tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikret­mişlerdir.

a- Katadeye göre, buradaki ( vakitlerinde namaz kılanlar" demektir. kelimesinden maksat, "Seher

b- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik ve Cafer b. Mu-hammed göre buradaki  kelimesinden maksat, seher

vakitleride Allahtan affedilmelerini dileyenlerdir. Taberi de bu görüşü tercih et­miştir.

c- İbn-i Zeyde göre ise buradaki ( sabah namazlarını cemaatle camilerinde kılanlardır. kelimesinden maksat, [69]

 

18-AlIah, kendisinden başka ilah olmadığına, adaleti ayakta tutarak şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler. Allahatn başka ilah yoktur. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Allah, yarattıkları arasında adaleti ayakta tutarak, kendisinden başka ilah olmadığına, bütün varlıkların yaratıcısı olması hasebiyle kendisinden başka hiç­bir şeyin gerçek ibadete layık olmadığına şahitlik etmiştir. Melekler ve ilim sa­hipleri de Allahtan başka ilah olmadığına, Allahtan başkasını rab edinenlerin yalancı olduklarına şahitlik etmişlerdir. Allah, kendisinden başka ilah olmayan dır. O, her şeye galiptir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

Müfessirler, bu âyette zikredilen "Allah şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler." ifadelerindeki şahitliği çeşitli şekillerde tefsir etmiş­lerdir.

a- Bazılarına göre buradaki şahitlikten maksat, bilinen bir şeyi haber ver­medir. Buna göre Allahın şahitliği, kendi varlık ve birliğini haber vermesidir. Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise, Allahın kendilerine bildirdiği varlığı ve birliğini haber vermeleridir.

b- Diğer bazılarına göre ise, Allahın şahitliği, kendisinin, mevcudatı yara­tarak varlığını göstermesidir. Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise Allahın varlı­ğını gösteren mevcudatı görüp bu sebeple Allahın varlığını kabu etmeleridir.

"Adaleti ayakta tutma" sıfatının kime ait olduğu hakkında da farklı görüş­ler zikredilmiştir. Taberinin tercih ettiği görüşe göre bu, Allah tealanın sıfatıdır. Buna göre âyetin mânâsı, mealde zikredildiği gibidir.

Diğer bazı âlimlere göre de bu sıfat, ilim sahiplerine aittir. Bu görüşe gö­re âyetin meali şöyle olmaktadır: "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, ondan başka ilah olmadığına şahitlik etmişlerdir". Allah teala bu âyet-i kerime ile, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tartışmaya girişen Hristiyan Necran he­yetinin, Hz. İsaya isnad etmiş oldukları "Allanın oğlu" şeklindeki iddialarını reddetmiş, kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını eşi benzeri ve emsali bu­lunmadığını beyan etmiştir. Buna hem bizzat kendisini hem de Meleklerinin ve âlim kullanılın şahitlik ettiklerini beyan etmiştir. Böylece Resulullah ile asılsız bir tartışmaya girişen Hristiyan Necranlıların heyetine cevap vermiş ve onları susturmuştur. [70]

 

19- Şüphesiz ki Allah katında din, İslamdır. Kendilerine kitap veril­miş olanlar, aralarındaki ihtiras yüzünden ancak kendilerine Hini geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allahın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Al­lah, hesabı çabuk görendir.

Şüphesiz ki Allanın, şeriat olarak Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği ve ondan başkasını kabul etmediği hak din, İslamdır. Kendilerine İncil verilen Hristiyanlar, aralarındaki düşmanlıktan, başkanlık, saltanat ve Hükümdarlık ih­tirası yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten ve gerçeği tam olarak anladıktan sonra ihtilafa düştüler. Kim, AH ahin, düşünüp ibret alacaklar için ortaya koyduğu âyet ve delillerini inkâr ederse bilsin ki Allah, çok hızlı hesap gören­dir. Her insanın amelini kolaylıkla ve süratle tesbit edip karşılığını verendir.

"Allah, hesabı çok çabuk görendir." demek, Allah, bütün yaratıkları en kısa zamanda hesaba çeker ve bir işi yapması onu, diğer işten alıkoymaz." de­mektir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadir. "Kim İs-lamdan başka bir din ararsa onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. [71]

Taberi diyor ki: "Burada zikredilen "Din" kelimesinin asıl mânâsı "itaat etmek ve boyun eğmek"tir. "İslam" kelimesinin mânâsı da "Zelil bir şekilde bo­yun eğmek ve teslim olmak"tır. Bu mânâlara göre âyetin izahı şöyledir: "Allah katında gerçek itaat, dillerin ve kalblerin boyun eğerek Allaha kulluklarını ikrar etmeleri, emir ve yasaklarında zelil bir şekilde itaat etmeleridir. Bu hususta bö­bürlenmemeleri, itaatten ayrılmamaları herhangi bir yaratığını ilahlıkta ve rab-lıkta ona ortak koşmam al and ir.

Ayette "Kendilerine kitap verildiği" zikredilen kimselerden maksat, Mu-hammed b. Cafer b. Zübeyre göre, kendilerine İncil verilen Hristiyanlardır. Al­lah teala, bunlara, İsa hakkında ve diğer hususlarda doğru olanı bildirdikten sonra onlar, sadece birbirlerine düşmanlıklarından, başkanlık ve saltanat sevda­larından dolayı bu hususlarda ihtilafa düşmüşler. Hz. İsa hakkında çeşitli iftira­larda bulunmuşlardır. Onların bu ihtilafları, cehaletlerinden değil, birbirlerine düşmanlıkları d an, mal ve mevki hırslarındandır.

Rebi' b. Enese göre ise bu âyette zikredilen "Kendilerine kitap verildiği halde ihtilafa düşenler"den maksat, Yahudilerdir. Çünkü, Hz. Musaya Ölüm ge­lip çatınca İsraioğullanndan yetmiş kadar âlimi çağırdı ve Tevratı olanlara tes­lim etti ve Tevratm koruyuculuğunu onlara verdi. Fakat her âlim Tevratın bir bölümünü yanına aldı. Musa Öldükten sora yerine Yuşa b. Nün geldi. Birinci, ikinci ve üçüncü asırlar geçince Yahudilerin arasına ayrılık düştü. Bunlar, o yet­miş kişinin âlim olan evlatlarındandı. Öyle ki, onlar birbirlerinin kanlarını dök­tüler. Aralarında kötülükler oldu ve bu işi de "Kendilerine ilim verilenler" sırf dünyanın mülk ve saltanatına olan hırslarından dolayı yaptılar. Bunun üzerine Allah.da onlara zorbalarını musallat kıldı. Rebi b. Enes diyor ki: Hz. Ömerin oğlu Abdullah bu âyeti çokça okur ve derdi ki: "Kendilerine kitap verilenler sırf düyyanin malını ve saltanatını istemelerinden dolayı ihtilafa düşmüşledir. Val­lahi bize de İhtilaf, dünyaya düşkünlükten gelmiştir. Aslında bizi, Allanın kitabı ve Resulullahın sünnetine göre idare eden ve onların mucibince bizden hesap soran bir kişi başımızda bulunduktan sonra bizim ona karşı çıkmamızı gerekti­ren herhangi bir sebep yoktur. Fakat bize ihtilaflar, dünyaya düşkün olma yü­zünden gelmiştir." [72]

 

20- Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben, Allaha yöneldim. Bana tabi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olma­yanlara de ki: "İslam oldunuz mu?" Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüzçevirirlersc sana düşen sadece tebliğdir Allah, kullarını çok iyi görendir.

Şayet Hristiyanlar, İsa hakkında seninle tartışmaya girer ve bâtıl iddialar­la seninle cedelleşirlerse de ki: "Ben, dilimle, kalbimle ve bütün azalarımla yal­nızca Allaha boyun eğip teslim oldum. Bana tabi olanlar da Allaha teslim oldu­lar. Kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristiyanlarla okur yazarlığı olmayan Arap müşriklerine de ki: "Teslim oldunuz mu? Yani, Allanın birliğini kabul edip ibadeti ve ilahlığı sadece ona tahsis ettiniz mi? Şayet onlar Müslüman olur­larsa, yani boyun eğip sadece Allaha kulluk ederlerse, şüphesiz ki onlar, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer onlar, senin davet ettiğin tevhid inancından, İslamdan yüzçevirirlerse, ey Muhammed, bil ki sen, sadece tebliğ edicisin. Sana düşen ancak, ilahi hükümleri tebliğ etmektir. Allah, kulların yaptıklarını çok iyi gören­dir. Onlara, amellerinin karşılğım verecektir.

Peygamber efendimiz, bütün insanlığın, kendisini Peygamber olarak kabul edip İslam dinine iman etmesi gerektiğini beyan ederek buyuruyor ki:"Muhammedin nefsi kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki bu ümmet­ten herhangi bir kimse Yahudi ve Hristiyan da olsa, beni duyduğu halde bana gönderilenlere iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur. [73]

 

21- Allahın âyetlerini inkâr edenleri, haksız yere Peygamberleri öl­dürenleri ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenleri can yakıcı bir azapla müjdele

Ey Muhammed, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, Allahın, âyetlerini İnkâr edenleri, Zekeriyya, Yahya ve benzeri Peygamberleri haksız yere öldürenleri ve yine insanlardan, adaleti emredip Allaha isyan etmeyi yasaklayan kimseleri öl­dürenleri, can yakıcı bir azapla müjdele.

Bu âyet-i kerime, her ne kadar özel olarak Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup hakkında nazil olmuşsa da hükmü geneldir. Yani, bu çeşit fiilleri işle­yen herkes, sonunda can yakıcı bir azaba uğrayacaktır.

Ma'kil b. Ebi Miskin, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyette zikredilen "Adaleti emredenlerden maksat, İsrailoğullarının, Allahın gönderdiği vahyi in­sanlara tebliğ edenleridir. İsraioğullan, Peygamberlerini öldürdükleri gibi böyle olan isanları da öldürürlerdi. Bu hususta Ebu Ubeyde b. el-Cerrah diyor ki: "De­dim ki "Ey Allahın, Resulü, kıyamet gününde insanlardan azabı en şiddetli ola­cak olanlar kimlerdir?" Resulullah da buyurdu ki: "Bir Peygamberi öldüren ve­ya kötülüğü emredip iyiliği yasaklayandır." Sonra Resulullah bu âyeti ve bun­dan sonra gelen âyeti okudu ve daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebu Ubeyde, İs-railoğullan, bir günün başlangıcında kırk üç Peygamber öldürmüşlerdir. Bunun üzerine İsrailoğullarının ibadetlerini eksiksiz olarak yerine getirenlerden yüz on iki kişi, Peygamberleri öldürenlere iyiliği emredip kötülükten sakmdirmaya gi­rişmişler, bunun üzerine, Peygamberleri öldürenler o kimseleri de günün sonun­da öldürmüşlerdir. Aziz ve Celil olan Allah işte bu âyetinde bu kimseleri zikret­mektedir." [74]

 

22- İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa çıkanlardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

İşte o, Allahın âyetlerini inkâr eden, haksız yere Peygamberleri öldüren ve insanlara adaletli olmayı emredenleri katledenler hem dünyada hem de âhirette amelleri boşa gidenlerdir. Dünyada kendilerine lanet okunması ve kı­nanmaları ile amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlar, bâtıl bir yolda va sapıklık üzere bulunmuşlardır. Bu sebeple Allah onların adım sanını yok etmiş, onları lanetlemiş ve yüzlerindeki maskeyi düşürmüştür. Âhirette ise nimetlerden mah­rum olmaları ve cehennemde ebedi kalmaları ile amelleri boşa çıkacaktır. Onla­rın, Allaha karşı herhangi bir yardımcıları ve Allahın azabından kurtaranları da yoktur. [75]

 

23- Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Ara­larında hüküm vermesi için Allahın kitabına çağmlıyorlar da sonra onlar­dan bir kısmı yüzçeviriyor. Zaten onlar, devamlı yüz çevirenlerdir.

Ey Muhammed, kendilerine Tevrattan biraz pay verilen o insanları gör­mez misin? Onlar, seninle tartıştıkları bazı konularda, aralarında hüküm vermesi için Allahın katından geldiğini kabul ettikleri Tevratin hükümlerine çağırılıyor-lar da içlerinden bir gurup yüzçeviriyor. Zaten onlar, bile bile yüzçeviren bir topluluktur..

Müfessirler, bu âyette Yahudilerin, hükmünü kabul etmeye davet edil­dikleri kitabın hangi kitap olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbasa göre bu kitaptan maksat, Tevratür. Resulkıllah, çeşitli fırkalara ayrılan Yahudileri, Tevratın, neshedilmemiş bazı hükümlerini kabul etmeye davet etmiş fakat Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Ayet-i ke­rime bu hususa işaret etmektedir. Said b. Cübeyr ve İkrime bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah, Medinedeki "Beytül Medaris" denen yerde bir Yahudi topluluğunun yanına vardı ve onları Allaha davet etti. Nuaym b. Amr ve Haris b. Zeyd, "Ey Muhammed, sen hangi din üzeresin?" dediler. Resulullah de: "İbrahimin milleti ve dini üzereyim." dedi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi." dediler. Resulullah da onlara: "O halde gelin Tevrata baş vuralım. Bizimle sizin aranızda o bulunsun." dedi. Onlar kabul et­mediler. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi ve bundan sonra ge­len âyeti indirdi.  -

b- Katade ve İbn-i Cüreyce göre ise bu âyette Yahudilerin, hükmünü ka­bul etmeye davet edildikleri kitaptan maksat, Resulullaha indirilen Kur'an-ı Ke­rimdir. Resulullah, Yahudileri, aralarında hak ile hüküm vermek için Kur'ana davet etmiş fakat Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Bu hususta Katadenin, şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Bu âyette davet edildikleri zikredilenler, Allah düşmanı Yahudilerdir. Onları aralarında hüküm varılmak için Allanın ki­tabı Kur'ana ve aralannda hüküm vermesi için Hz. Muhammede çağırılmışlar­dır. Fakat onlar, Hz. Muhammedi kendi ellerinde bulunan Tevrat ve încilde ya­zılı olarak buldukları halde onun davetinden yüzçevirmişler, kabul etmemişler­dir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan Resulullahın hicret ettiği Medinenin çevresinde bulunan Yauhidilerin iman ettikleri Tevratın hü­kümlerini kabule çağırıldıklarını söyleyen görüştür. Resulullah. Yahudileri Tev­rata, kendileriyle ihtilaf ettiği hususlar için davet etmiştir. Aralarında ihtilaf et­tikleri hususlar, Resulullahın Peygamberliği de olabilir, Hz. İbrahİmin Peygam­berliği ve dini de olabilir. İslamı kabul etmeleri de olabilir, herhangi bir cezanın tesbiti hususu da olabilir.

Çünkü Yahudiler, bütün bu meselelerde Resulullah ile ihtilafa düşmüşler, Resulullah da onlan Tevratın hükmüne davet etmiş, onlar ise bunu kabul etme­mişler bazıları da Tevratın hükümlerini Resulullahtan gizlemeye çalışmışlardır. Ayet-i kerimede, Resulullahın, Yahudileri hangi hususta Tevratın hükmüne da­vet ettiği beyan edilmemektedir. Bu itibarla, bizim, ihtilaf konusu mesele için "Şu meseledir." dememiz, delilsiz bir iddia olur. Zaten bizim, o meseleyi bilme­ye ihtiyacımız da yoktur. Çünkü Yahudiler, yukarıda zikredilen bütün bu mese­lelerde Resulullahın davetini kabul etmek zorundaydılar. Fakat onlar kabul et­mediler ve Allah tealanın kitabında yerilmeyi hak etmiş oldular. [76]

 

24- Bu onların, "Ateş bize sadece sayılı bir kaç gün dokunacaktır." demelerindendir. Yaptıkları iftiralar, dinleri hususunda kendilerini aldat­mıştır,

Yahudilerin, Tevratın hükmüne karşı çıkmalarının gerekçesi şu sözleri­dir. "Ateş bize sadece buzağıya taptığımız kırk gün müddetle dokunacaktır."

Yani, "Tevrata karşı çıkabiliriz. Zira biz, sadece buzağıya taptığımız gün sayısı kadar yanacağız." Onları, dinleri hususunda "Biz, Allanın oğulları ve dostlarıyız." diyerek uydurmuş oldukları yalanlan ve hurafeler aldatmıştır. [77]

 

25- Geleceğinde şüphe olmayan günde onları topladığımız ve herke-sizin kazandığı kendisine tam olarak verilip hiçbir haksızlığa uğratılmadığı zaman onların halleri ne olacak?

Onları, gelmesinde şüphe olmayan âhiret gününde bir araya toplayacağı­mız zaman onların hali ne olacaktır? O korkunç günde onların görecekleri azap ve .cezalandırma ne büyük olacaktır. O gün harkese kazandığı hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verilecek ve kimse zulme uğratılmaktan ve hakkının yen­mesinden korkmayacaktır. Çünkü iyilikte bulunanın iyiliği eksiltilmeyecek, kö­tülük yapan ise hak ettiği cezadan fazlasıyla cezalandırılmayacaktır. [78]

 

26- Ey Muhammcd, de ki: "Ey mülkün sahibi Allahım, mülkü diledi­ğine verir dilediğinden de o mülkü alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye kadirsin.

Ey mülkün sahibi, ey dünya ve âhiret hükümranlığını elinde bulunduran Allahım, sen mülkü dilediğine verir onu malik yapar ve onu dilediğine hakim kılarsın. Dilediğinden de mülkü alıp onu mahrum edersin. Mülkü ve hükümran­lığı dilediğine verir onu aziz kılarsın. Dilediğinden de mülkü ve hükümranlığı alır, düşmanlarım ona musallat ederek zelil kılarsın. Hayır ancak senin elinde­dir. Şüphesiz sen, her şeye kadirsin. Senden başka hiçbir kimsenin bunlara gücü yetmez.

Bu âyet-i kerime, hükümranlığın Allaha ait olduğunu, yarattıkları üze­rinde dilediği gibi tasarrufta bulunuğunu, kendi hikmeti gereği bazılarını aziz bazılarını da zelil kıldığını, buna kimsenin müdahale edemeyeceğini beyan et­mektedir. Katade diyor ki: "Bu ayeti kerime, Resulullahın, İranın ve Bizansın yönetiminin ümmetine verilmesini istemesi üzerine nazil olmuştur. Ve mülkün asıl sahibinin Allah teala olduğunu, onu kullarından dilediğine verip dilediğin­den de çekip alacağını beyan etmiştir. [79]

 

27- Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve dilediğini de hesapsız olarak rızık-landınrsın,

Ey Allahım sen, eksilttiğin gecenin saatlerini, uzattığın gündüzün içine ve gündüzün saatlerini de gecenin içine katarsın. Sen ölü olan meniden diri olan insanı çjkanr, diri olan insandan ölü olan meniyi çıkarırsın. Dilediğini de hesap­sız olarak nzıklandırırsın. Zira senin hazinelerin eksilmez.

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, Dehhak ve İbn-i Zeyd "Gecenin gündüze, gündüzün de geceye katılmasını" gece ve gündüzün uzayıp kısalması olarak tefsir etmişlerdir. Yani geceler kısaldığında kısaltılan saatler gündüzlere, gündüzler kısaltıldığında da kısaltılan saatler gecelere ekle­nir." demişlerdir.

"Ölüden dirinin, diriden de ölünün çıkarılması" ifadesi müfessirler tara­fından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Mes'ud, Mücahid, Dehhak, İsmail b. Ebi Halid, Katade, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyde göre bu ifadeden maksat, bütün canlı varlıkların, ölü mahiyetinde olan meniden, meninin de canlı varlıklardan çıkarılmasıdır,

b- İkrimeye göre ise, "Çekirdekten hurma ağacının, hurma ağacından çe­kirdeğin, taneden başağın, başaktan tanenin, yumurtadan tavuğun, tavuktan da yumurtanın çıkarılmasıdır.

c- Hasan-ı Basriye göre bu ifadeden maksat, ölü mahiyetinde olan kâfirden müminin, müminden de kâfirin çıkarılmasıdır. Hasan-ı Basri demiştir ki: "Müminin gönlü diri olduğu için ona "Diri" kâfirin kalbi de "Ölü" olduğu için ona da "Ölü" denilmiştir."

Taberi, bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, diriden maksadın, insan, ölüden maksadın da meni olduğunu söylemiştir. Taberi, diri olan varlığın cisminden koparılan veya ayrılan he şeye "Ölü" dendiğini, meni de insanın vücudundan ayrıldığı için ona bu ismin verildiğini bu meniden de canlı varlıklar meydana geldiği için onlara da "Diri" dendiğini zikretmiştir. Taberi bu âyetin "Allahı nasıl inkâr ederseniz? Halbuki siz, ölüler idiniz sizi o diriltti. Sonra öldürecek, sona tekrar diriltecektir. Nihayet ona döndürüleceksinz. [80]âyetine benzediğini söylemiştir. Taberi diyor ki "Bu ifadeyi" Taneden başak, başaktan tane, yumurtadan tavuk, tavuktan yumurta, müminden kâfir, kâfirden mümin çıkarma." şeklinde izah edenlerin izahlarının makul bir yönü varsa da âyetin zahirinin, insanlar arasında kullanılan dile göre yorumlanması daha uy­gundur. [81]

 

28- Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allahtan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sa­kınmanız hali müstesnadır. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Sonunda dö­nüş ancak Allahadir.

Müminler, diğer mümin kardeşlerini bırakıp ta düşmanları olan kâfirleri dost ve yardımcı edinmesinler. Dinleri hususunda onlarla samimi olup müslü-manların sırlarını onlara aktarmasın!ar. Bunu yapanların, Allahtan bekleyecek­leri hiçbir şeyleri yoktur. Allah onlardan beridir. Onlar da Allahtan uzaktırlar. Ancak kâfirlerden çekinme haliniz müstesnadır. Bu durumda dillerinizle dostlu­ğunuzu söyleyip kalblerinizle onlara düşmanlık besleyebilirsiniz. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Ona karşı isyan etmeyin ve düşmanlarım dost edinmeyin. Öldükten sonra dönüşünüz ancak Allahadir. O, sizleri âmellerinize göre he­saba çekecektir.

* Bazı müminlerin, Yahudilerden arkadaşları vardı. Onlarla dostluk kuru­yorlardı. Sahabilerin bir kısmı bunlara "Yahudilerden uzak durun. Sizi dinini?_-den çıkarıp iman etmenizden sonra sizi saptırmasınlar. Onlarla arkadaşlıktan çe­kinin" demişlerdi. Buna rağmen, dostluk kuran müminler bu öğüdü dinlemedi­ler ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Abdullah b. Abbas, İkrime, Ebul Âliye ve Dehhak, "Takiyye'nin dille olabileceğini, amel ile caiz olmadığını söylemiş­lerdir. Yani, kâfirlerin hakimiyeti altında bulunan kimseler, onlar tarafından, ha­yati bir tehlikeye düşecek şekilde tehdit edildikleri takdirde dilleriyle günah olan sözleri söyleyebilirler. Kâfirlerin dostları olduklarını lisanen ifade edebilir­ler. Fakat bir puta secde etmeleri istendiğinde tehdit ne olursa olsun boyun eğ­meleri caiz olmaz. İkrime, tehdit edilen kişinin hayati bir tehlike karşısında, kendisinden isteneni söyleyebileceğini ancak başka bir nıüsKimamn kanını akı-tamayacağmı ve malını gaspedemeyeceğini söylemiştir.

Katade ise burada zikredilen "Onlardan sakınmanız hali müstesnadır." di­yen tercüme edilen ifadesini "Ancak sizinle akra­ba olan kâfirler müstesnadır. Onlara akrabalık alakası gösterebilirsiniz." şeklin­de İzah etmiştir.

Taberi, Katadenin bu izahının, âyetin zahirinden uzak olması hasebiyle makbul olmadığını söylemiştir. [82]

 

29- De ki: "içinizde olanı gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadirdir.

Ey Muhammed, kâfirleri dost edinen şu insanlara de ki: "Sizler, kâfirleri dost edinme meselesini içinizde gizleseniz de, dillerinizle ve davranışlarınızla açığa vursanız da Allah onu bilir. Çünkü hiçbir şey ona gizli değildir. Allah, göklerde bulunanları da yerde bulunanları da bilir. O halde Allah, kalbinizde bulunan, kâfirlere muhbbet besleme duygusunu veya bu duygunuzu açıkça gös­termenizi nasıl olur da bilmez Allah, her şeye kadirdir. Kâfirlere karşı dostluk beslemenizin cezasını derhal verebilir. [83]

 

30- Herkesin, yaptığı hayırı ve işlediği kötülüğü hazır bulacağı o kı­yamet gününde kişi, yaptığı kötülükle kendisi arasında uzun bir mesafe bu­lunmasını isteyecektir. Allah, sizi, kendisinden sakındırır. Allah, kullarına karşı çok merhametlidir.

Ey müminler, o günü düşünün ki, herkes yaptığı hayırı ve işlediği kötülü­ğü önünde hazır bulacak, işlediği kötülük ile kendi arasında uzun bir mesafe bu­lunmasını arzu edecektir. Allah, sizleri kendisinden sakındırır. O gün, azabına uğramaktan kaçınmanızı ister. Allah, kullarına karşı çok merhametli olandır. Kullanın ceza ve gazabından sakındırması da merhametininin gereğidir.

Müfessirler, bu âyet-i kerimeyi, irabına göre şu şekillerde izah etmişler­dir:

Bazılarına göre bu âyetin mânâsı şöyledir; Kişi yaptığı hayır ve işlediği kötülükleri önüne serilmiş vaziyette gördüğü o kıyamet gününde kendisiyle o günün arasında uzun bir mesafe bulunmasını arzular."

Diğer bazılarına göre ise mânâ şöyledir: "Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı önünde hazır bulacaktır. İşlediği kötülüklerle kendisi arasında da uzak bir mesafe bulunmasını arzulayacaktır.

Yine diğer bazılarına göre âyetin mânâsı şöyledir: Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı hazır bulacaktır. Şayet bir kötülük işlemiş ise de onun, kendisinden çok uzak olmasını isteyecektir.

Başka bir kısım alimlere göre ise âyetin izahı şöyledir: Allah sizi, kendi­sinden g günde korkutur ki, o gün herkes yaptığı hayın önünde hazır bulacaktır. Kişi o gün işlediği kötü amel ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını ister. [84]

 

31- De ki: "Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Ey Muhammed de ki: Eğer sizler, gerçekten, Allahı sevdiğinizi iddia edi­yorsanız iddianızı ispatlamak için bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve geçmiş­teki günahlarınızı bağışlasın. Allah, günahları çokça bağışlayan ve kullarına karşı çok merhametli davranandır.

Şurası bir gerçektir ki Allahı tanıdığını ve sevdiğini iddia eden herkesin Allanın Peygamberi olan Hz. Muhammedi de tanıması ve sevmesi ve de onun yolundan ayrılmaması gerekir. Resulullahın yolundan ayrılan herkes, sapıklık içindedir. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyumaktadir:

"Kim, bizim, üzerinde bulunduğumuz yolun dışında başka bir amel işler­se o amel reddedilir. [85]

Müfessirler bu âyetin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Resulullah döneminde bir kısım insanlar "Biz, rabbimizi seviyoruz." de­mişlerdir. Bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirmiş ve Hz. Mu-hammede emretmiştir ki "Biz rabbimizi seviyoruz." diyenlere de ki "Eğer sizler, gerçekten Allahı seviyorsanız onun Peygamberi olan bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." Böylece Allaha teala, Hz. Muhammede uymayı, sevgisi için bir alâmet, ona karşı çıkmayı da azabı için bir nişane yap­mıştır.

b- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise bu âyet Hz. İsa hakkında Re­sulullah ile tartışan Necran Hristi yani arının heyeti hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bu son görüş tercihe şayandır. Zira bu surenin başından buraya kadar, doğrudan veya dolaylı olarak Necran heyeti zikredilmiştir. Sure­nin başından buraya kadar, Resulullah döneminde yaşayıp ta "Biz Allahı seviyoruz" diyen bir topluluktan bahsedilmemiş, aynca Hasan-ı Basriden rivayet edilen bu haberin sıhhatine dair herhangi bir delil de bulunmamıştır. Ancak Ha­san-ı Basri, bu toplulukla, Necran heyetini kastetmiş olursa o zaman da âyetin nüzul sebebi, bizim tercih ettiğimiz sebep olur. Yani, Allah tela bu âyet-i keri-mesiyle kendisini sevdiklerini iddia eden Necran heyeti Hristiy ani arına, Hz. Muhammede tabi olmalarını ve ancak ona tabi olduklarında kendisini sevmiş olabileceklerini bildinniş, Allah rızası için Hz. İsayı sevdikleri iddialarının da ancak Hz. Muhammede tabi olmalarıyla doğru olabileceğini beyan etmiştir. [86]

 

32- De ki: AUaha ve Peygambere itaat edin. Şayet onlar, davet ettiğin şeyden yüzeevirirlersc onlara söyle, şüphesiz ki Allah, bile bile hakkı inkâr eden o kâfirleri sevmez.

Ey Muhammed, sana gelen Necran heyetine de ki: "Allaha ve Peygambe­ri Muhammede itaat edin. Şayet onlar, davet ettiğin şeyden yüz çevirirlerse on­lara söyle, şüphesiz ki Allah, bile bile hakkı inkâr eden o kâfirleri sevmez. [87]

 

33-34- Şüphesiz ki Allah, Âdemi, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinin soyundan olarak âlemlerden üstün kıldı. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

Şüphesiz ki Allahı, Âdemi, Nuhu, İbrahim ailesinden olan müminleri, İmran ailesinden olan müminleri, dini yönden, bütün âlemlerden üstün kıldı. Çünkü onlar müslümandı. Bunlar, din ve takva bakımından, ihlas ve tevhid inancı yönünden birbirlerinden olan soylardır. Allah, kullarının sözlerini işiten ve yaptıklarını çok iyi bilendir.

Katade diyor ki: "Allah teala bu âyette iki üstün insanı ve iki salih aile--yi zikretmiş ve bunlan âlemlerden üstün kıldığını beyan etmiştir. Hz. Muham­med. (s.a.v.) de bu iki aileden biri olan Hz. İbrahim ailesindendir.

Âyet-i kerimede "Onlar birbirlerinin soyundandı." buyuruluyor. Burada onların, kan bağı açısından birbirlerinden olduğu kastedilmeyip, din, takva, dü­rüstlük bakımından birbirlerinin aynı oldukları, Allaha itaat ve samimiyette bir­birlerine benzedikleri belirtilmektedir. Cenab-ı Hakkın, onları üstün kılması hu­susu şöyle açıklanabilir:

Allah teala, Hz. Ademi balçıktan yarattı, ona ruhundan üfledi, melekleri ona saygı için secde ettirdi. Ona her şeyin ismini öğretti. Onu önce cennetine yerleştirip daha sonra, hikmeti gereği yeryüzüne indirdi. Böylece Hz. Âdem, di­ğer varlıklara karşı seçkin bir kimse oldu.

Allah teala, Hz. Nuhu ise, insanların ilk defa putlara tapması ve kendisine ortak koşması zamanında Peygamber olarak gönderdi. Ona uzun ömür verip do­kuz yüz elli sene kadar insanları hak yola davet ettirdi. O insanlar, Nuhun eniri­ni dinlemeyince, ona tabi olanların dışında bütün insanları suda boğdu. Böylece Nuhu seçkin bir insan kıldı.

Allah teala Hz. İbrahimi de diğer insanlardan seçmiş, Hz. Muhammed (s.a.v.) dahil bir çok Peygamberi onun soyundan göndermiştir.

Burada "Seç i İm işler" den olduğu zikredilen îmran ailesinden maksat da Hz. Meryemin babası İmrandır. Allah teala onun soyundan Hz. Meryemi ve on­dan da insanlığın ilk yaratılışını hatırlatmak üzere, babasız olarak Hz. İsayı meydana getimıiş böylece İmran ailesini de seçin kılmıştır. [88]

 

35- Bir zaman İmranın karısı şöyle demişti: "Rabbim, karnımda ta­şıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden ka­bul et şüphesiz sen, çok iyi işiten, çok iyi bilensin.

Bir zaman Meryemin annesi, İnsanın da ninesi olan, İmranın karısı, Fa-kuz kızı Hanne şöyle demişti: "Ey rabbim, kamımda bulunan çocuğu, yalnızca senin Beytül Makdisine hizmet etmesi için adadım. Benim adak yapmamı kabul et. Şüphesiz ki sen, duamı çok iyi işiten halimi de çok iyi bilensin."

Âyet-i Kerimede zikredilen İmranın karısı, Fakuzun kızı Hannedir. Bu kadın Zekeriya (a.s.)m karısının kızkardeşidir. Kocası ise Yaşhim oğlu İm-ran'dır. Hannenin karnındaki çocuğu, Allanın evine hizmet etmek için adaması­nın sebebi Muhammed b. İshak tarafından şu şekilde rivayet edilmiştir: Mu­hammed b. İshak demiştir ki: "Zekeriyya ile îmran, iki bacı ile evlendiler. Bu bacılardan biri, Zekeriyyanm oğlu Yahyanın annesi diğeri ise İmranın kızı Mer­yemin annesidir. (Yani, Yahya ile Meryem teyze çocuklarıdır.) İmran, karısı Hanne, Meryeme hamile iken vafat etti. Hanne, ileri yaşlarına kadar çocuk do-ğurmamıştı. O, Allah tealanın seçkin kıldığı bir ailedendi. Bir gün, bir ağacın gölgesi altında otururken bir kuşun, yavrularını beslediğini gördü ve kendisinin de çocuğu olmasını arzuladı. Allah tealaya, kendisine çocuk vermesi için yal­vardı bundan sonra Meryeme hamile kaldı. Hamileliği sırasında kocası İmran vefat etti. Hanne de kamında bulunan çocuğu Allaha adadı. Onu adamasının mânâsı şuydu. Adanan çocuk Kiliseye vakfedilmiş oluyordu. Artık o çocuk sa­dece Allaha kulluk ediyor ve ondan dünyevi bir fayda beklenmiyordu.

Âyette zikredilen ve "Sadece sana hizmet etmek üzere" diye tercüme edi­len ifadesinden maksat, dünyevi herhangi bir meşgaleden uzak, hürrAHaha ibadete tahsis edilmiş" demektir. Mücahid, Şa'bi, Saitl b. Cübeyr, Katade, Süddi, Rebi1 b. Enes, Dehhak ve İkrime bu ifadeden maksadın, çocuğun Havra ve Kiliseye hizmet etmeye tahsis edilmesi olduğunu söylemişlerdir. Böy­le bir kimse, dünya işleriden elini çektiği için "Hürriyetine kavuşturulmuş" mânâsına gelen vasfı verilmiştir. [89]

 

36- Onu doğurunca şöyle dedi: "Rabbim, ben onu kız doğurdum: Halbuki Allah onun ne dourduğunu çok iyi biliyordu. Erkek, kız gibi değil­dir Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum."

İmranın karısı Hanne, adadığı çocuğu doğrunca şöyle dedi: "Ey rabbim, ben, adadığım çocuğu kız doğurdum. Halbuki Allah, her yarattığının ne doğur­duğunu çok iyi bilir. Bu sebeple Hannenin bunu belirtmesine gerek yoktu. Han­ne, rabbine karşı mazeretini belirterek şöyle devam etti "Erkek kız gibi değildir. Erkek, hizmet etmeye daha elverişlidir. Zira kız, doğum ve hayız gibi durumlar­dan ötürü, Beytül Makdise yani Kudüsteki mabede bazan giremez. Ayrıca erkek daha güçlü ve daha kararlıdır. Ben çocuğa Meryem adını koydum. Ben -onu ve soyunu, kovulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyor ve himayene bırakı­yorum.

Allah, İmranın karısının duasını kabul etti. Meryemi ve oğlu İsayı Şey­tanın şerrinden korudu. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (s.a.v.) in şöyle buyurduğu rivayet ediliyor:

"Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, anasından doğrdu anda Şeytan ona do­kunmuş olmasın. Çocuk, Şeytanın bu dokunmasından dolayı ilk defa ağlar. An­cak Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır."

Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki: "Bu hususta isterseniz şu âyeti okuyun. "Meryemi ve neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden senin himayene sığındırırım. [90]

Diğer bir hadis-İ şerif de şöyle Duyuruluyor:

"Bütün insanlar analarından doğdukları zaman, Şeytan onların iki böğrü­ne dürter. Meryem oğlu İsa hariç, Şeytan ona da dürtmeye teşebbüs etmiş fakat onu koruyan perdeye çarpmıştır. [91]

Aynca Hz. Meryemin annesinin bu üuasi üzerine Hz. Meryem ve banın günah işlemedikleri, Allah tealanın, Hz. İsaya verdiği kesin iman ve ihlas sebe-, biyle onun, karada yürür gibi denizlerin üzeride de yürüdüğü rivayet edilmekte­dir. [92]

 

37- Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti ve onu, güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekcriyyayi, onun bakımına memur etti. Zckkcriyya, Mcryc-min bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. "Bu sana nereden geldi ey Meryem? "dedi. Meryem: "O, Allah tarafından-dır. Şüphesiz ki Allah, dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır." dedi.

Rabbi Meryemin, Beytül Makdisin hizmetine tahsis edilmesini annesin­den güzel bir şekilde kabul etti. Ve Meryemi, erginlik çağına erinceye kadar, yerden biten çiçekler gibi koruyup büyüttü. Zekeriyyayı, onu yetiştirmekle gö­revlendirdi. Zekeriyya, Meryemin bulunduğu özel yere her girdiğinde onun yanında çeşitli nziklar buluyordu. Onun yanında yaz mevsiminde kış meyveleri kış mevsiminde de yaz meyveleri görüyordu. Bunun üzerine Zekerriya: "Bu n-ziklar sana nereden geliyor ey Meryem?" diye sordu Meryem: "Bunlar, Allanın katından gönderilen nzıklardir." diye cevap verdi.

* Âyet-i kerimede geçen ve "Zekeriyyayi onun bakımına memur etti." şeklinde tercüme edilen ifadesi, İki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz, Medine ve Basra kurralan bunu şeklinde okumuş­lardır. Bu kıraata göre bu ifadenin manâsı "Zekeriyya kendiliğinden onun bakı­mını üzerine aldı." demektir.

b- Bütün Küfe kurralan ise şeklinde harfinin şeddesiyle okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin mânâsı ise "Allah, Zekeriyyayı Meryemi bakmaya vaziflendirdi." şeklindedir. Taberi bu son kıraat şeklini ve bu izah tarzını tercih etmiş ve özetle şunları söylemiştir. "Bize erişen haberlere gö­re Zekeriyya ile diğer bir kısım insanlar, Hz. Meryemi bakıp büyütme hususun­da ihtilaf etmişler sonra oklarını Ürdün nehirine atmak suretiyle Kıır'a çekmiş­ler, neticede Kur'a Hz. Zekeriyyaya çıkmış ve Meryemi bakıp bütümeyi üstlen­miştir. Kur'anın nasıl çekildiği hususunda bir kısım ilim ehli şunu söylemişler­dir: "Oklarını Ürdün nehrine atınca Zekeriyyanin oku, nehrin bir kenarında diki­lip kalmış su onu götürememiş, diğer oklan ise alıp gitmiştir. Bu durumda diğer tartışanlar içinde Zekeriyyanın, Meryemin bakımına daha layık olduğunu gös­termiştir. Diğer bir kısım âlimler de, kur'ada Zekeriyyanın okunun nehirden yu­karı doğru yükseldiğini, diğerlerinin oklarının ise nehire düşüp gittiğini, bunun da Zekeriyyanın Meryeme bakmaya daha layık olduğunu göstermeye delil oldu­ğunu söylemişlerdir.

İkrime: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Meryemin iş­lerine kim bakacak diye kalemlerini atıp kur'a çekerlerken sen, yanlarında değil­din. Bu hususta çekişirlerken de yanlarında bulunmuyordun. [93]âyetini izah ederken şöyle demiştir. "Onlar, kalemlerini (asalarını) attılar. Onlan su alıp gö­türdü. Sadece Zekeriyyanın kalemi yukarı doğru yükseldi. Su onu götüremedi. Bunun üzerine Meryemin bakımını Zekeriyya üzerine aldı.

Süddi, "Rabbi onu güzel bir şekilde kabu etti ve onu güzel bir şekilde ye­tiştirdi." âyetinin izahında şunları söylemiştir: Annesi Meryemi doğurduktan so­ra onu bir beze sarmış ve Mabedin mihrabına götürmüştür. (Bazı âlimlere göre ise Meryemi ergenlik çağına eriştikten sonra oraya götürmüştür.) Mabedde Tev-ratı yazanlar, kendilerine bu gibi kimseler getirildiğinde onun kimin bakıp eği­teceğini tesbit etmek için aralarında kur'a çekiyorlardı. O zaman da Tevratı ya­zanların en efdali olan Hz. Zekeriyya da onların içinde bulunuyordu, Meryemin teyzesi, Zekeriyyanın hanımı idi. Meryemi getirip onun bakımı hususunda ara­larında kur'a çekmeye teşebbüs edince Zekeriyya onlara "Buna bakmaya en la­yık olan kimse benim. Çünkü onun teyzesi benim hanımımdır." dedi. Fakat kur'a çekenler, onun teklifini kabul etmediler. Ürdün nehrine gittiler. Kendisiyle yazı yazdıkları kelemlerini Ürdün nehrine attılar. Kalemi dikilip kalan kimse Meryemin bakımını üstlenecekti. Hepsinin kalemi suya kapılıp gitti. Sadece Ze­keriyyanın kalemi sanki çamura saplanmış gibi suyun üzerine saplanıp kaldı. Böylece Zekeriyya Meryemin bakımını üzerine aldı. Onu evine götürdü. Âyette zikredilen "Mihrap"tan maksat da onun evidir.

İkrime ise, Meryemin bakımı işini şöyle anlatmaktadır: Meryemin annesi onu bir beze sararak alıp Hz. Musamn kardeşi Harunun oğlu olan Kâhinin oğul­larına götürdü. Kâhinin oğullan Kâbenin hizmetçileri gibi Beytül Makdisin hiz­metçileri idiler. Meryem onlara "Alın bu adağı, ben bunu buraya hizmete ada­dım. Bu benim kazımdır. Adetli olan, kiliseye giremez ve ben bunu tekrar evi­me döndürmem." dedi. Onlar da: "Bu bizim İmamımızın kızıdır." dediler. Çün­kü İmanın bunların namazlarını kıldıran İmamlan ve kurbanlarını kesen rehber­leriydi. Orada bulunan Zekeriyya "Bunu bana verin. Çünkü onun teyzesi benim hanımımdır." dedi. Onlar ise "Bu bizim İmamımızın kızı, gönlümüz onu sana teslim etmeye razı değil." dediler. İşte o zaman, Tevratı yazdıkları kalemlerle kur'a çektiler. Kur'a Zekeriyyaya çıktı. O da Meryemin bakımını üzerine aldı.

Diğer bir kısım âlimler, Hz. Zekeriyyanın, Meryemin bakımını üzerine alması hususunda özetle şunları söylemişlerdir: "Meryemin annesi Hanna, Mer­yemi doğurduktan sonra kocası gibi o da Ölmüştür. Zekeriyyanın hanımı Faku-zun kızı "İşâ" Meryemin teyzesi idi. Bu sebeple Zekeriyya Meryemi kur'a çek­meden yanına almış bakıyordu. Fakat İsraioğullannın uğradıkları şiddetli kıtlık­tan dolayı Zekerriyya, Meryemin bakımını devam ettimnekte güçlük çekmeye başladı. Bu sebeple aralarında kur'a çektiler. Yine de Meryemin bakımı Zeke-riyyu ya düştü. Fakat Allah teala, Meryeme bol nzıklar verdi ve onu Zekeriyya­ya yük yapmadı.

Taberi bundan önceki göriişü tercih etmiş, Hz. Zekeriyyanın, Meryemin bakımını daha başlangıçta kur'a ile düstlendiğini söylemiştir.

Âyet-i kerimede Zekeriyya Meryemin bulunduğu mihraba her geldiğinde onun yanında yiyecek nzık buldu." Duyurulmaktadır. Zikredilen rıziktan mak­sat, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Mücahide göre mevsimi olmadığı halde görülen üzümdür. Delıhak, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu rızıktan maksat, yaz mevsiminde görülen kış meyveleri, kış mevsiminde de görülen yaz meyveleridir. Muham-med b. İs hak a göre ise, burada zikredilen rızıktan maksat, Zekeriyyanın Merye­me götürdüğü yiyecekler dışında başka nzıklardır.

Âyette zikredilen "Mihrap" kelimesinden maksat, "Mabedin on kısmı" demektir. Aslında her toplantı yerinin ve namazgahın ön kısmına bu isim veril­mektedir. Âyet-i kerimede Zekeriyya (a.s.) in Meryeme "Ey Meryem bu sana nereden geldi?" şeklinde nzıklan sorduğu zikredilmektedir. Zekeriyyanin bunu sornıa sebebi şudur, Zekeriyya, Meryemin üzerine yedi kapıyı kilitliyor ve dışa­rı çıkıyordu. Sonra yanma girdiğinde yaz mevsiminde kış meyvesini, kış mevsi­minde de yaz meyvesini buluyordu. Gördüğü bu durumdan dolayı hayrete düşü­yor ve Meryeme" Bu sana nereden geldi?" diye soruyor Meryem de bu nzıkla-nn Allah katından gönderildiğini ifade ediyordu. [94]

 

38- İşte orada Zekeriyya rabbine dua etti. Ey Rabbim, bana kendi katından temiz bir nesil ihsan et. Şüphesiz ki sen, duayı çok iyi işitensin." dedi.

İşte orada Zekeriyya, kendisinin ihtiyar hanımının da kısır olmasına rağ­men, rabbine yönelerek dua etti ve şöyle dedi: "Ey rabbim, katından bana temiz ve salih bir evlat bahşet. Şüphesiz ki sen, sana yalvaranın duasını çok iyi işiten ve kabul edensin.

Âyet-i kerimede, Zekeriyya (a.s.) Meryemin, hiçbir vasıta olmaksızın belli nzıklarla nzıklandırıldığını görünce, yaşının büyük hanımının da kısır ol­masına rağmen, AHahın kendisine çocuk vermesini arzuladi. İsta orada rabbin-den kendisine temiz bir soy vermesini niyaz etti. Bu hususta Siiddi diyor ki: "Zekeriyya, Meryemin bu halini görünce dedi ki "Meryeme kış mevsiminde yaz meyvesini, yaz mevsiminde de kış meyvesini veren rab, bana da müsait olmayı­şıma rağmen elbette ki çocuk vermeye kadirdir. Sonra kalkıp namaz kıldı. Gizli olarak rabbine şu âyetlerde zikredilen münacaatlarda bulundu. "Hani bir zaman Zekeriyya rabbine gizlice niyaz etmişti." Şöyle demişti: "Rabbim, zayıfladım, bir deri bir kemik kaldım, saçlarım ağardı. Ey rabbim, şimdiye kadar sana dua edip te hiç mahzun ve mahrum olmadım." "Doğrusu ben, kendimden sonra yerime geçecek yakınlarımdan endişelendim. Hanımımın da çocuğu olmuyor. Ba­na, yerime geçecek bir oğul lütfet." "Bana ve Yakup oğullarına vâris olsun. Onu, nzanı kazananlardan eyle. [95]"Zekeriyya yi da hatırla. O, bir zaman rab­bine: "Rabbim, beni tek başıma evlatsız bırakma. Vârislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz etti[96]

Taberi diyor ki: "Nesil (zürriyet) kelimesi "Tek bir kimse" mânâsına da gelir. "Çok kimseler" manâsına da. Ancak, burada nesilden maksat, tek bir kim­se demektir. Çünkü Zekeriyya (a.s.) başka bir duasında "Bana bir veli (Oğul) bahşet[97] demiş. "Veliler bahşet" dememiştir. [98]

 

39- Zekeriyya mabedde kalkıp namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: "Allah sana, kendi sözüyle meydana gelen (İsayı) tasdik eden, efendi, iffetli ve salihlerden bir Peygamber olan Yahyayı müjdeliyor."

Zekeriyya mabedin ön tarafında, ayakta durup namaz kılarken melekler ona şöyle seslenmişlerdi. "Ey Zekeriyya, şüphesiz ki Allah seni, Yahya adında bir oğul ile müjdeliyor. O, babasız olarak yalnızca Allahın "Ol" demesiyle mey­dana gelecek olan İsayı tasdik eden, İbadetinde ve ahlakında milletinin şereflisi olan, son derece iffetli ve salih kullarından bir Peygamberdir.

Âyet-i kerimede geçen ve "Seslendiler" diye terdim edilen fiili bütün Medine kurcası tarafından ve bir kısım Basra ve Küfe kurrası tarafın­dan, Kur'anda zikredildiği şekliyle müennes fiil olarak okunmuştur. Küfe âlimlerinden bir kısmı ise bu fiili şeklinde, müzekker olarak okumuş­lardır. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı şudur: "Cebrail Zekeriyya-ya şöyle seslendi." Abdullah b. Mes'ud, âyetin bu cümlesini ikinci kıraatin ifade ettiği manâyı ifade eder şekilde şöyle okumuştur.Süddi de âyete ikinci kıraat şekline göre mânâ vermiş, meleklerden maksadın, sadece Cebrail okluğunu söylemiştir.

Taberi iki kıraat şeklinin de yaygın ve sahih olduğunu, ancak Hz. Zeke-riyyaya seslenen kimsenin Cebrail değil melekler topluluğu olduğunu söyleme­nin daha doğru olacağını zikretmiş, Kur'an-ı kerimi, te'vilini ihtiyaç olmadıkça Arap dilinde kullanılan en açık ifade şekillerine göre tefsir etmenin daha doğru olacağını söylemiştir. Bu da "Melekler" ifadesinden sadece Cebrail değil, me­lekler topluluğu olduğunu gösterir,

Âyet-i kerimede, meleklerin Hz. Zekeriyyayı oğlu Yahya ile müjdelediği zikredilmektedir. "Yahya" kelimesinin asıl mânâsı "Hayatını devam ettiren ve yaşayan" demektir. Katade, Hz. Yahyaya bu adın verilmesinin sebebinin, Alla­nın onu imanla ihya etmesi olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Allanın sözü ile meydana geldiği bildiri­len kişiden maksat, Mücahid, Rakkaşi, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi, Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen rivayetlere göre Hzl. İsadır. Çünkü o, Allah tealanm "Ol" demesiyle babasız olarak Hz. Meryem in rahminde olmuştur. Bu sebeple ona "Allahm sözü" denmiştir. Taberi diyor ki; Bazı Bas-ralı alimler, burdaki "Allanın sözü" ifadesinden maksadın, Allanın kitabı oldu­ğunu söylemişlerdir. Onların bu görüşlerine göre tefsir etme, cesaretten başka bir şey değildir."

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Efendi" diye tercüme edilen "Seyyid" ke­limesi Katade ve Said b. Cübeyr tarafından "Halim selim" şeklinde izah edilmiş, Mücahid ve Rakkası tarafından "Allah nezdinde üstün olan" şeklinde izah edil­miş, Dehhak, Süfyan es-Sevri ve Abdullah b. Abbas tarafından "Hafim, selim ve takva sahibi" şeklinde izah edilmiş, İlerime tarafından ise "Gazabına mağlup olmayan" şeklinde izah edilmiştir. İbn-i Zeyd de "Seyyid" kelimesinden maksa­dın "Şerefli kimse" demek olduğunu söylemiştir. Katade "Vallahi Yahya ibadet­te de, yumuşak ahlaklı olmakta da, ilimde ve takvada da efendiydi." demiştir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "İffetli" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından şu şekillerde izah edilmiştir:

a- Said b. ei-Müseyyeb tarafından "Cinsel organı müsait olmayan" şek­linde izah edilmiştir. Ve bu hususta Amr b. ej-As'ın şöyle söylediğini işittiğini rivayet etmiştir: Resulullah buyurmuştur ki "Kıyamet gününde Ademoğullarından herkesin bir günahı olacaktır. Ancak, Zekeriyaya oğlu Yah­ya hariçtir." Amr b. el- As diyor ki: "Sonra Resulullah elini yere uzattı küçük bir ağaç parçası aldı ve buyurdu ki: "Bunun sebebi şudur ki, erkeklerde olan şey Yahyada bu çöp kadardı. Bu sebeple Allah teala onu "Efendi ve iffetli" diye isimlendirdi.

b- Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre burada zikredilen, kelimesinden maksat, erkeklik suyu olmayan" demektir,

c- Abduiîah b. Mes'ud, Said b. Cübeyr, Mücahid, Rakkaşi, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre ise demek, kadınlara yak­laşmayan" demektir.

Bu âyet, hayırların anahtarının namaz olduğuna, duaların, namazı kıl­makla kabul edileceğine işaret etmektedir. Herhangi bir ihtiyacı olan kişi, huşu ile, namaza yönelmeli sonra rabbine yal varmalıdır.

Nitekim Resulullah (s.a.v.) in başına bir sıkıntı geldiğinde hemen namaz kılardı. [99]

 

40- Zckerriya şöyle dedi: "Ey rabbim, ben iyice ihtiyarlamış ve ka­rım da kısır iken benim nasıl oğlum olabilir? Allah: "Bu böyledir, Allah di­lediğini yapar" dedi.

Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: "Ey rabbim, benim nasıl oğlum ola­cak? Yaşım çok ilerlemiş hanımım da kısırdır. Allah, "Bu böyledir. Allah seni daha önce ortada yok iken var ettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun halde sana çocuk verecektir." dedi.

Taberi diyor ki: "Zekeriyya (a.s.) Allahin Peygamberi olduğu halde "Ey rabbim, ben iyice ihtiyarlamış ve karım da kısır iken benim nasıl oğlum olabi­lir?" Sözünü nasıl söyledi? Halbuki melekler kendisine oğlu olacağını müjdele­mişlerdi. Zekeriyya, meleklerin doğru söylediklerinden şüphe mi etmişti? Hal­buki bu mümin bir kula bile yakışmaz. Nerede kaldı ki Peygambere yakışsın? Yoksa Zekeriyya, Allanın kudretini inkâra mı kalkmıştı? Bu ise daha büyük bir suçtur. Zekeriyyadan bunun beklenmesi abestir." Cevaben denilir ki: "Bu husus­ta Süddi ve İkrime şunları söylemişlerdir."Melekler Hz. Zekeriyyayı bir oğlu olacağı ile müjdelemelerinden sonra Şeytan ona gelip, müjdeleyenlerin Allanın elçileri olmadıklarım, bu sözlerin Şeytan tarafından söylendiğini, Zekeriyyaya söylemiş bunun üzerine Zekeriyya, içine düşen şüpheyi bertaraf etmek için me­selesinin açıklığa kavuşmasını istemiş, ve âyette zikredilen sorusunu sormuştur.

Taberi "Burada, Zekeriyyanm sorusunun, kendisine müjdelenen çocuğun, kısır olan hanımından mı yoksa başka bir kadından mı olacağını öğrenmek için sormuş olabileceğini söylemiştir.

Bazı alimlere göre ise Zekeriyya (a.s.) bu soruyu, Allanın vaadinden şüp­he ettiği için değil, müjdesini sağlamlaştırmak için sormuştur.

Zekeriyyanm bu sorusu üzerine Allah teala şöyle buyurmuştur: "Bu böy­ledir. Allah seni daha önce ortada yok iken varettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun halde sana çocuk verecektir. [100]

 

41- Zekeriyya: "Rabbim, o halde bana bir alâmet ver." dedi. Allah da "Senin alâmetin, insanlarla, işaretle anlaşman dışında, üç gün konuşma-mandır. Rabbini çokça an. Akşam sabah onu tesbit et." dedi.

Zekeriyya şöyle dedi: "Ey rabbim, çocuğumun ne zaman doğacağına dair bana bir alamet ver." Allah: "Senin alametin, dilin alınmadan, herhangi bir has­talığa yakalanmadan insanlarla, işaretleşmen dışında üç gün konuşmam and ir. Rabbini çokça an, çünkü bu hal, rabbini anmana engel olmayacaktır. Rabbini akşam sabah tesbit et ve onu yücelt." dedi.

Katade, Rebi1 b. Enes, ve Cüveybir b. Nusayr, Hz. Zekeriyyanm oğlu­nun olacağına dair bir alamet istemesi üzerine Allah tealanın ona alemet olarak üç gün konuşamayacağını bildirmiş olması, onu bir nevi cezalandırmadır. Bu hususta Katade diyor ki: "Melekler, Zekeriyya (a.s.) bizzat ağızlarıyla konuşa­rak Yahyayı müşdelemişler, bununla birlikte Zekeriyya (a.s.), Yahyanın ne za­man meydana geleceğine dair bir delil istemiş, Allah teala da onu, bu istediğin­den dolayı, bir nevi cezalandırarak üç gün ancak ima ile konuşacağını bildirmiştir.

Ayet-i kerimede geçen ve "İşaretle anlaşma" diye tercüme edilen kelimesi, Arapçada çok defa "Duduklarla işaret etme"

mânâsında kullanılmaktadır. Bazan kaş ve gözle işaret etme mânâsına da gel­mektedir. Bazan, fısıltı gibi kısık sesle konuşmalara da denilmiştir. Müfessirler, bu âyette zikredilen kelimesinden maksadın hangi or­ganla işaret etmek olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahide göre buradaki kelimesinden maksat, dudakları oynatarak işaret etmektir. Buna göre Zekeriyya (a.s.) oğlu Yahyanın doğmasın­dan önce üç gün konuşamamış ancak duduklannı oynatarak işaret edebilmiştir.

b- Dehhak, İbn-i Zeyd, Katade, Süddi, Abdullah b. Kesir, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Abbasa göre ise buradaki kelimesinden maksat, el ve kaş ile işaret etmektir. Buna göre Zekeriyya (a.s.) insanlarla üç gün konuşama­mış, söylemek istediğini ancak elleriyle ve başıyla işaret ederek bildirmiştir.

Âyet-i kerimede Allah teala, Zekeriyyaya üç gün konuşamayacağını bil­dirdikten sonra kendisini çokça anmasını ve akşam sabah teşbih etmesini emret­miştir. Bu hususta Muhammed b. Ka'b diyor ki: "Eğer Allah '.eala, kullarından herhangi birine kendisini anmayı terketmeye ruhsat verecek olsaydı bu ruhsatı Zekeriyyaya verirdi. Çünkü ona, üç gün konuşamayacağını bildirmesine rağmen yine de kendisini bu günlerde çok zikretmesini emretmiştir.

Taberiye göre âyette geçen ve "Akşam" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, güneşin zeval vaktinden başlayarak batması anına kadar devam eden zamandır. Yani öğlenden akşama kadar olan zamandır. "Sabah" di­ye tercüme edilen kelimesinden maksat ise, şafakın sökmesinden itibaren başlayıp kuşluğa kadar devam eden vakittir. Nitekim bu âyetin izahında Mücahid den maksadın, sabahın ilk vakti, den mak­sadın da, güneşin meyledişinden itibaren batması anma kadar devam eden za­man oldğunu söylemiştir. [101]

 

42- Melekler de şöyle demişti: "Ey Meryem, şüphesiz kî Allah, seni seçti ve tertemiz kıldı. Ve seni, âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.

Hanne, kızı Meryemi Allaha kulluk etmeye adayınca Melekler gelip: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni, kendisine itaat içn seçti. Seni şüphelerden ve manevi kirlerden temizledi. Ve seni, zamanındaki âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." dediler.

Âyette zikredilen "Allah seni tertemiz kıldı." ifadesinden maksat "Senin dinini şüphelerden ve manevi kirlerden temiz kıldı." demektir. "Seni, âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." ifadesinden maksat ise "Allah, kendisine itaat etmen sayesinde zamanındaki bütün kadınlardan üstün kıldı." demektir. Resululhıh, Hz. Meryemin üstünlüğünü beyan eden bir çok hadis-i şerif buyurmuştur. Bun­lardan bazıları şunlardır.

"Ali b. Ebi Talib r.a. diyor ki: "Ben Resulullahın şöyle buyurduğunu işit­tim:

"Cennetin kadınlarının en hayırlısı, Huveylidin kazı Halicedir Yine cen­netin kadınlarının en hayırlısı İmran kızı Meryem d ir[102]

Enes b. Malik te ResuHahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Âlemlerin kadınlarından (örnek olma bakımından) şunlar sana kâfidir. İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma ve Firavu­nun karısı Âsiye[103]

Ebu Musa el-Eş'ari, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

"Erkeklerden çok kimse kemale ermiştir. Kadınlardan ise İmran kızı Meryem bir de Firavunun karısı Âsiye dışında kimse kemale ermemiştir. Aişe-nin diğer kadınlara göre üstünlüğü ise Tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibi-dir, [104]

Taberi, Hz. Fatımanın şunlan söylediği rivayet etmiştir. "Bir gün ben, Ai-şenin yanında iken Resulullah içeri girdi ve bana gizlice bir şey söyledi. Ben ağ­ladım. Tekrar gizlice bir ey söyledi. Bu defa da güldüm. Aişe benden bunu sor­du. Dedim ki: "Acele ediyorsun. Resulullahın sırrını sana mı bildireceğim?" "Bunun üzerine Aişe vazgeçti. Resuluîlah vefat edince Aişe bu meseleyi bana tekrar sordu. Ben de dedim ki: "Resulullah bana gizlice demişti ki: "Cebrail her yıl Kur'am benden bir kere dinlerdi. Şimdi ise Kur'anı iki kere dinledi. Her Pey­gamberin Ömrü kendisinden önce gelen peygamberin ömrünün yansı kadardır. Kardeşim Isanm ömrü yüz yirmi seneydi. Şimdi benim ömrüm altmış yıllıktır. Bu yılın içinde öleceğimi sanıyorum. Âlemlerin kadınlarından hiçbir kadının başına senin başına gelecek olan musibet gelmemiştir. Sabretme bakımından bir kadının derecesinden aşağı düşme. "İşte ben bu söz üzerine ağladım. Sonra Re-sulullah buyurdu ki: "Sen, cennet kadınlarının hanım efendisisin. Ancak, Mer­yem el-Betül müstesnadır." İşte bunun üzerinde de güldüm." [105]

 

43- Ey Meryem, rabbine boyun eğ. Ona secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.

Ey Meryem, itaatini samimi olarak, sadece rabbine yap. Secde et ve seni seçip üstün kıldığı için, rabbine şükrederek onun önünde huşu ile eğilenlerle be­raber sen de eğil.

*Âyet-i kerimede geçen ve "Boyun eğ" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahide göre "Namazda kunutunu uzun yap" Rebİ' b. Enese göre "Ayakta dur." Evzaiye göre "Ayağa kalk" Katadeye ve Süddiye göre "İtaat et" Hasan-ı Basriye göre "İbadet et." Said b. Cübeyre göre ise "İhlaslı ol" demektir. Bu hususta Ebu Said el-Hudri, Resulullahın şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir. "Kur'anm herhangi bir yerinde kunut kelimesi zikredilcek olursa bundan maksat, Allaha ibadettir. [106]

Mücahid diyor ki: "Hz. Meryeme bu emir geldikten sonra o kadar ayakta durmuştu ki topukları şişmişti." Evzai de diyor ki: "Hz. Meryemin ayakları ilti­haplanıp onlardan irin akmıştı."

Taberi buradaki "Kunuf'dan maksadın "Allaha itaatte ihlaslı olmak." de­mek olduğunu, Allah tealamn Hz. Meryeme "Ey Meryem, rabbine ibadette ih­laslı ol, sadece onun nzası için ibadet et. Ona itaatte huşu içinde ol. İbadette bo­yun eğ." buyurduğunu söylemiştir. [107]

 

44- Bunlar, sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Mcrycmi kim bakacak diye kalemlerini atıp kur'a çekerlerken sen yanlarında değildin. Bu hususta çekişirlerken de yanlarında bulunmuyordun.

Ey Muhammed, sana anlattığımız İmranm karısına, kızı Meryeme, Zeke-riyya, oğlu Yahya ve diğer Peygamberlere ait olan bu haberler senin ve kavmi­nin bilmediğiniz gaip haberlerindendir. Biz onları sana vahyediyoruz. Merye­min bakımını kimin üzerine alacağını tesbit etmek için kalem şeklindeki okları­nı kur'a için atarlarken sen onların içinde değildin. Bu hususta birbirleriyle tartı­şırlarken de sen onların yanında bulunmuyordun.

Âyet-i kerimede geçen "Gaip haberi eri "nden maksat, Hz. Muhammedin kavminin ve bir çok insanların bilmediği, Allah tealamn bildirmesiyle ancak iki ehl-i kitabın Haham ve Ruhbanlarının bilebilecekleri haberlerdir. Allah teala bu gibi haberleri Hz. Muhammede bildirerek onun hak Peygamber olduğunu inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara, Resulullahın doğruluğunu ispatlamış, onu yalan­layanları ise susturmuştur. Çünkü onlar, Resulullahın, okur yazarlığı omayan bir kişi olduğunu Allahin kendisine bu haberleri bildimıemesi halinde onun bunları bilemeyeceğini biliyorlardı. Böylece karşı çıkmaktan âciz kalmışlardı.

Âyette zikredilen "Sana vahyettiğimiz" ifadesinden maksat, "Sana indir­diğimiz ve sana gönderdiğimiz" demektir. Vahyetmenin asıl mânâsı vahyedenin bildirmek istediği şeyi, vahyedilene ulaştınnasıdır. Bu ulaştırma çeşitli vasıta­larla olur.

a- Yazıyla olabilir

b- İşaretle olabilir. Nitekim şu âyetteki vahyetmekten maksat, işarettir. "Zekeriyya mabedden kavminin önüne çıktı, onlara "Sabah akşam Allahı teşbih edin." diye işarette bulundu. [108]

c- İlhamla olabilir. İşte şu âyetlerdeki vahyetmekten maksat da ilhamdır. "Ey Peygamber, rabbin arıya" Dağlarda, ağaçlarda ve yapılan kovanlarda yuva edin, sonra her çeşit mahsulden ye. Rabbinin hazırladığı uygun yollardan git." diye ilham etti. "Anların kannlanndan, içinde insanlar için şifa bulunan çeşitli renklerde şerbet çıkar. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir millet için büyük bi. ibret vardır." [109]

d- Elçi göndermek suretiyle olabilir. Şu âyetteki vahyetmekten maksat da budur.11 De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha yücedir?" De ki: "Allahtır. O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu kur'an, sizi ve haberi kentlilerine ulaşanları uyarmam için bana vahyolunmuştur. Allah ile beraber başka ilahlar bulunduğu­na siz mi şahitlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben şahitlik etmiyorum." De ki: "O, an­cak bir olan ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan beriyim. [110]

e- Vahyetmek bazan da Şeytanın vesvese vermesi manâsına gelir. Şu âyetteki vahyetmekten maksat da budur: "Kesilirken üzerine Allahın adı zikre­dilmeyen hayvanlan yemeyin. Bunu yapmak Allahın yolundan çıkmaktır. Şüp­hesiz ki Şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vesvese verirler. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki Allaha ortak koşanlar olursunuz. [111]

Âyette zikredilen "Kalemler"den maksat, Katadeye göre "Oklar" demek­tir. Zira, Hz. Meryem, İsraioğullarının imamlarının ve efendilerinin kızı olduğu için bunu kimin bakıp büyüteceği hususunda tartıştılar. Bunun üzerine oklarını atarak kur'a çektiler. Kur'a, Hz. Meryemin teyzesinin kocası olan Zekeriyyaya çıktı. Zekeriyya da onu ailesinin içine alıp büyüttü.

Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre ise burada zikredilen "Kalemler"den maksat, gerçek kalemlerdir. Çünkü İmranın karısı, kızı Meryemi getirip Mesci­de adadığını belirtince, orada vahiy yazan kâtipler, Meryemi bakıp büyütme hu­susunda kalemleriyle kur'a çekmişler ve kur'a Zekeriyyaya çıkmıştır. İşte Allah teala, Hz. Muhammede, bu kur'a çekilirken orada bulunmadığını, bu itibarla bu haberleri bilemeyeceğini, bu haberlerin kendisine Allah teala tarafından bildiril­diği için onun hak Peygamber olduğunu beyan etmiş böylece onu yalanlamaya kalkışan iki kitap ehlini de kınamıştır. [112]

 

45- Bir zaman Melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah seni kendi tarafından bir kelime ile (emriyle meydana gelecek olan bir çocukla) müjdeler ki onun adı Meryemoğlu İsa Mcsihtir. Dünya ve âhirette şeref sahibi ve Allaha yaklaştırılanlardandır.

Bir zaman melekler Meryerne şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni, Allahın sözü ile meydana gelecek olan bir çocuk ile müjdeliyor. Onun adı, Meryemoğlu İsa Mesihtir. O, hem dünyada hem de âhirette şerefli ve yüce mertebelere sahip biridir. Kıyamet gününde Allaha yaklaştırılanlardan ola-

Âyet-i kerimede geçen maksat, Katadeye göre Allahın "Ol" emridir. Allah tealanın bu emriyle İsa meydana geldiği için ona "Kelime" ismi verilmiştir.

Abdullah b. Abbasa göre buradaki "Kelime" den maksat, Hz. İsanın bir adıdır.

Taberi, buradaki "Kelime" den maksadın, haber ve mesaj demek olduğu­nu, âyetin mânâsının ise "Ey Meryem, Allah seni bir haberle müjdeliyor." Bu haber de, adı "Meryemoğlu İsa" olacak olan bir çocuğun meydana gelmesidir.

Âyette zikredilen "Mesih" kelimesinin asıl mânâsı "Silinmiş olan" de­mektir. Hz. İsaya bu ismin verilmesinin sebebi ise, onun günahlarının silinip te­mizlendiğini belirtmek içindir. Âyette Hz. İsaya "Meryemoğlu" denmesinin se­bebi, hem İsanın Allanın oğlu olduğunu iddia eden Hristiyanlara hem de onun, gayr-i meşru bir çocuk olduğunu iddia eden Yahudilere cevap vermek içindir. Zira, o, Hristiyanlann iddia ettikleri gibi Allahın oğlu değil, Meryemin oğludur. Yahudilerin iddia ettikleri gibi gayr-i meşru bir çocuk değil, Allahın emriyle Meryemden, babasız olarak meydana gelmiş bir çocuktur. [113]

 

46- İnsanlara beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır, O, salih kimselerden olacaktır.

İsa, beşikte küçük bir çocuk ikin de, ergenlik çağına gelmiş büyük bir in­san iken de insanlarla konuşacaktır ve o, salih kullarından olacaktır.

* Hz. îsanın, daha beşikte bir bebek iken insanlarla konuştuğunu şu âyet-i kerimeler beyan etmektedir. "Meryem, İsayı yüklenerek kavmine getirdi. Kav­mi, hayretler içinde şöyle dediler: "Ey Meryem, doğrusu sen, görülmemiş bir iş yaptın." Ey Harunun kızkardeşi Meryem, senin ne baban ahlaksız nede Annen iffetsizdi." "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, beşikteki lir çocukla nasıl konuşuruz?" dediler. "İsa, (Allahın kudr&tiyle dile gelerek) şiiyle dedi: Şüphesiz ben, Allahın bir kuluyum. O bana, mutlaka kitap verecek ve beni Pey­gamber seçecektir." "Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Haya­tım boyunca namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti." "Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni asla zalim ve isyankâr yapmadı." "Doğduğum gün, ölece­ğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selam ve emniyet yeniliştir. [114]

Âyet-i kerimeda, Allah tealanın, Hz. Meryemi hem bebek iken hem de yetişkin iken insanlarla konuşacak olan bir oğul ile müjdelediği zikredilmekte­dir. Hz. İsanın, bebek iken konuştuğu, yukarıda zikredilen âyetlerde izah edil­miştir. Yetişkin iken konuşmasından maksat ise, bir kısım âlimlere göre onun, ergenlik çağma geldikten sonra kendisine Peygamberlik verilmesi üzerine, Pey­gamberliğini insanlara tebliğ etmesidir.

İbn-i Zeyde göre ise İsanın yetişkin iken insanlarla konuşmasında mak­sat, dünyanın sonuna yakın zamanda, Deccal ile savaşmak için tekrar dünyaya döndüğünde, çevresindeki insanlarla konuşmasıdır.

Âyet-i kerime, Hz. İsanın hayatta olduğuna açık bir delildir. Çünkü onda Hz. İsanın kemale enrıiş yaşlı bir insan olarak diğer insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Bu durum âhir zamanda Hz. İsanın gökten inmesinden sonra mümkün olacaktır. Aynca âyet-i kerime Necran Hristiyanlan heyetinin "batıl id­dialarına bir cevaptır. Zira âyet, Hz. İsanın da diğer insanlar gibi hayatın çeşitli aşamalarından geçmiş olduğunu belirtmiştir. [115]

 

47- Meryem "Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışkcn benim na­sıl çocuğum olur?" dedi. Allah da şöyle dedi: "Bu böyledir. Allah, dilediği­ni yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece "Ol" der. O da hemen olurverir.

Meryem şöyle dedi: "Ey rabbim, benim nasıl çocuğum olur ki? Ben, evli değilim. Bana hiçbir insan hiçbir zaman dokunmamıştir." Allah da ona şöyle dedi: "Bu böyledir. Allah, senden çocuk meydana gelmesini dileyecek, onu in­sanlara bir alamet ve bir ibret kılacaktır. Çünkü Allah dilediğini yapar ve diledi­ğini dilediği şekilde yaratır. O, babasız olarak çocuk yaratmaya da kadirdir. O, bir şeyin olmasını dileyince ona sadece "Ol" der. O da hemen oluverir. [116]

 

48- Allah ona kitabı hikmeti Tcvratı ve İncili öğretecektir.

Allah ona okuyup yazmayı, kendisine vahyedeceği hikmetli sünnetleri, Musaya indirdiği Tevratı ve kendisine indireceği İncili öğretecektir.

* Âyette zikredilen "Hikmet"ten maksat, Katade ve İbn-i Cüreyce göre "Sünnet" demektir. Allah teala, bu ayet-i kerimede Hz. İsaya, Musaya vermiş olduğu Tevratı ve kendisine indireceği İncili öğreteceği gibi ona sünneti de öğ­reteceğini beyan etmiş ve sünnete de "Hikmet" adını vererek onun mertebesinin yüceliğini bildirmiştir. [117]

 

49- Onu, İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecektir. (İsa onla­ra şöyle diyecektir.) Ben sîze rabbiniz tarafından bir mucize ile gönderil­dim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üfüreceğim. O da Alla-hın izniyle (canlı) bir kuş olacaktır. Körü ve alaca hastalığına yakalanmış olanı iyileştiririm. Allanın izniyle ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evleri­nizde biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer inanıyorsanız, şüphesiz ki bunlarda sizin için büyük bir ibret vardır.

Allah, İsayi, İsraioğullanna bir Peygamber olarak gönderecek ve İsa on­lara şöyle diyecektir: "Şüphesiz ki ben, rabbiniz tarafından size Peygamberliği­min doğruluğunu gösteren alamet getirdim. Şöyle ki: Ben size, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üfüreceğim. O da Allanın izniyle canlı bir kuş ola­caktır. Doktorların tedavi etmekten âciz oldukları körü ve alaca hasatalığına ya­kalanmış olanı iyileştireceğim. Kendi gücümle değil fakat Allanın izni ve kud­retiyle ölüleri dirilteceğim. Görmediğim halde sizin yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri size haber vereceğim. Eğer inanıyorsanız şüphesiz ki bun­larda sizin için büyük bir ibret vardır.

* Bu âyet-i kerime, Hz. İsanın bir kısım mucizelerini zikretmektedir. Bunlardan biri, çamurdan kuş yapmasıdır. Muhammed b. İshak özetle diyor ki:

"Bir gün, Hz. İsa, okuma yazma öğrenen gençlerle beraberken eline bir miktar çamur alıp onlara dedi ki: "Bu çamurdan bir kuş yapayım mı?" Onlar da: "Bu­nun yapabilir misin?" dediler. Hz. İsa da: "Evet, rabbimin izni ile yaparım." de­di. Sonra o çamurdan bir kuş yaptı ve ona üfleyerek "Allanın izniyle kuş ol." dedi. O çamur da uçan bir kuş oldu. Çocuklar gidip meseleyi hocalarına anlattı­lar ve bu haberi yaydılar. İsraioğulları da İsa hakkında araştırma yapmaya başla­dılar. Bunun üzerine Hz. Meryem, İsayı bir merkebe bindirerek alıp kaçtı.

Hz. İsanın diğer bir mucizesi de körleri iyileştirmekti. Bu ayette zikredi­len ve "Kör" diye tercüme edilen kelimesi Mücahide göre "Gün­düz görüp gece görmeyen" demektir.

Katade ve Abdullah b. Abbasa göre "Annesinden kör olarak doğan." de­mektir. Süddi, Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basrieden nakledilen di­ğer bir görüşe göre "Kör" demektir. İkrimeye göre ise "Görmesi zayıf olan ve gözlerinden su akan" demektir.

Taberi kelimesinin Arapçada bilinen mânâsının "Kör" de­mek okluğunu, bu itibarla, bu kelimeyi "Gece görüp gündüz görmeyen veya görmesi zayıf olan" mânâlannda yorumlamanın doğru olmadığını söylemiştir. Zira, âyeti kerimede, Allah tealanin Hz. İsaya, doktorların iyileştirmekten âciz kaldıktan hastalıkları iyileştirme mucizesini verdiği beyan edilmektedir. Gece görmeme ve görme kabiliyetinin zayıf olması gibi durumlar insanlar tarafından tedavi edilebilecek hastalıklar olmaları hasebiyle mucize olmaktan uzaktırlar. Buradaki kör'ü, "anadan doğma kör" anlamında izah etmek daha uygundur." de­miştir.

Hz. İsanın mucizelerinden biri de ölüleri diriltmesiydi. Hz. İsa, AUahtan, bir ölüyü diriltmesini isterdi. Allah da onun duasını kabul edip Ölüyü diriltirdi.

Bir başka mucizesi de, kavminin yeyip içtiklerini ve evlerinde gizledikle­ri şeyleri bilmesiydi. Rivayet edilir ki Hz. İsa, gençlerden herhangi birine şöyle derdi: "Ailen senin için şöyle bir yemek sakladı." çocuk eve gider ailesinden o yemeği isterdi. Ailesi ona "Bunun sana kim söyledi?" diye sorduğunda da "İsa söyledi." derdi.

Katade ise, Hz. İsanın, gökten inen yemeği, kavminin yeyip yemediğini veya biriktirdiğini bildiğini söylemiştir. Zira, İsa onlara indirilen yemeklerin bi­riktirilmesin in yasak olduğunu söylemiştir. İsrailoğullan ise buna uymamışlar­dır. [118]

 

50- Ben, benden önceki Tcvralı tasdik ederek ve daha önce size ha­ram olan bazı şeyleri size helai kılmak için gönderildim. Rabbinizdcn size bir mucize getirdim. Allahtan korkun ve bana itaat edin.

Ben, benden Önce gönderilen Tevratı tasdik edip onun, Allah katından geldiğine iman ederek ve İncilin istisna ettiği konular hariç o Tevratın hükümle­riyle amel edici olarak gönderildim. Bir de, daha önce size haram kılınmış olan deve eti, iç yağı, bazı kuş ve balık çeşitlerini size helal kılmak için gönderildim, ayrıca size, rabbiniz katından Peygamberliğimin hak olduğunu ortaya koyan ve daha önce zikrettiğim deliller getirdim.

Ey İsraioğullan, size emrettiği ve yasakladığı hususlarda Allahtan korkun ve sizleri davet ettiğim hususlarda bana itaat edin.

Katade diyor ki: "Hz. İsanın getirdiği şeriat, Hz. Musaııın getirdiğinden daha yumuşaktı. Zira Hz. İsanın getirdiği şeriatla insanlara deve eti, bağırsak ve işkembe yağlan, bir kısım kuşlar ve balıklar hanım kılınmıştı. Allah teala, İsaya gönderdiği şeriatla pençeli kuşlar dışındaki şeyleri insanlara helal kıldı. [119]

 

51- Şüphesiz ki Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O haî-de ona kullak edin. İşte dosdoğru yol budur.

Diğer yaratıklar gibi ben de Allahın bir kuluyum. Ancak Allah bana Pey­gamberlik ve Peygamberliğimi doğrulayan mucizeler venniştir. Allah benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O halele, yalnızca rabbiniz olan Allaha ibadet edin. Doğru yol işte budur. Bu, kendisinde eğrilik bulunmayan sağlam bir yoldur.

Taberi diyor ki: "Herne kadar bu ayet-i kerime, Hz. İsadan bir haber nakletmekte ise de aslında bu, Hz. Muhammedle tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı Resulullaha bir u"elildir. Zira onlar, Hz. İsa hakkında, onu uluhiyet mertebesine ulaştıracak çeşitli iddialarda bulunmuşlar, âyet-i kerime de onların bu iddialarını çürütmüş, Hz. İsanın, Allahi rab kabul ettiğini bildir­miştir. [120]

 

52- İsa, onların inkârını hissedince "Allah yolunda benim yardımcı­larım kimdir?" dedi. Havariler de şöyle dediler: "Allah dinin yardımcıları biziz. Biz, Allaha iman ettik ve şahit ol ki, biz nıüslümanlarız."

İsa, İsraioğullarınm kâfirliklerini ve kendi Peygamberliğini yalanlamala­rını hissedince, Allahın dinini yalanlayan bu inkarcılara karşı "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlertir?" demişti. İsanın arkadaşları olan Havariler de şöyle dediler: "Allahın dininin yardımcıları bizi. Biz, Allaha iman ettik. Ey İsa şahit ol ki biz, gerçekten Müslümanız."

Bu âyet-i kerime gösteriyor ki bütün Peygamberlerin dini, Tevhid dini olan İslamdır.

Âyet-i kerimede, Hz. İsanın, kendilerine tebliğde bulunduğu insanların inkâra düştüklerini anlayınca Havarilerden yardım istediği zikredilmektedir. Hz. İsanın, Havarilerden yardım istemesinin sebebi ise Süddiye göre, insanlara dini tebliğ etmek istemesidir. Mücahide göre ise kendisini öldürmeye teşebbüs eden insanlara karşı kendisini savunmak istemesidir. Bu hususta Süddi, özellikle şun­ları anlatmaktadır." Allah teala, Hz. İsayı Peygamber olarak gönderip ona, in­sanları dine davet etmeyi emredince İsa, İsrailoğullannı dine çağırmış, İsrailo-ğulları da onu sürgün etmişlerdir. Hz. İsa, annesiyle birlikte çıkıp yeryüzünde dolaşmaya başlamışlardır. Bir köye varıp orada bir adama misafir olmuşlar o da onlara ikramda bulunmuştur. Kendisine misafir oldukları adamın ülkesinde, in­sanlara zulmeden, her gün halktan birine, kendisini ve ordusunu yedirip içinne-yi emreden bir Kral vardı. Kralın tayin ettiği sıra Hz. İsa ve annesini misafir eden adama gelince onlar bunu yapmaktan âciz olmaları dolayisiyle derin derin düşünmeye başlamışlardı. Hz. Meryem meseleyi Hz. İsaya söyledi ve buna bir çare bulmasını istedi. Hz. İsa bu işe bir çare bulmasının hayırholmayacağınt bildinnesine rağmen annesi ısrar etti. Bunun üzerine Hz. İsa, bir mucize olarak kendilerini misafir eden adamın yemeklerini, Kral ve ordusunu yedirip içirecek kadar bollaştırdı. Kral, içkiyi içtikten sora, ev sahibine, içkinin nereden geldiği­ni sordu. Ev sahibi meseleyi sakladıysa da Kralın ısrarı üzerine bunu Hz. İsanın sağladığını bildirdi. Bunun üzerine Kral, kendi yerine geçirmek istediği ölü oğ­lunun diriltilmesini Hz. îsadan istedi. İsa, onu diriltmesinin iyi olmayacağını bildirdiyse de Kral ısrar eti. Hz. İsa da oğlunu diriltti. Bu defa halk Krala ve oğ­luna karşı, zulümlerinin devam edeceği endişesiyle ayaklandı. Birbirleriyle sa­vaşa girdiler. İsa ve annesi bu sebeple orayı terkedip gitmek zorunda kaldılar. Isa ve annesiyle birlikte bir de Yahudi yola çıktılar. Yahudinin yanında iki ek­mek, İsanın yanında da bir ekmek bulunuyordu. Yahudi, ekmeğinin birini gizli­ce yemek istedi. İsa bunu hissetti. Bu hususu Yahudiye hatırlattı. Fakat Yahudi inkâr etti ve yanında sadece bir ekmek bulunduğunu söyledi. Yolda giderlerken Hz. İsa, Yahudiye, hayvanı kesip etini yedikten sonra onu tekrar diriltme gibi çeşitli mucizeler gösterip onun aslında iki ekmeği bulunduğunu itiraf ettirmeye çalıştıysa da Yahudi devamlı olarak inkâr etti. Nihayet yırtıcı hayvanların eşele­yerek çıkardıkları bir hazineye rast geldiler. Yahud^bu hazineyi almak istediyse de Hz. İsa, onu almanın hayırlı olmayacağnı bildirdi. O sırada geriden dört adam gelip hazineyi sahiplendiler. İçlerinden ikisini çarşıya gönderip yiyecek ve binek getirmelerini istediler. Çarşıdan dönenler, kendilerini göndeıen arka­daşlarının yemeklerine zehir koyarak onları öldürmeyi planladılar. Geride ka­lanlar da, çarşıdan gelen arkadaşlarını öldürerek hazineyi aralarında bölüşmeyi planladılar. Adamlar gelir gelmez onları öldürdüler. Fakat yemeği yeyinci ken­dileri de öldüler. Bunun üzerine Hz. İsa, Yahudiye "Gel şu hazineyi çıkar da ha­zineyi aramızda üçe taksim edelim." dedi. Yahudi: "Niçin ikiye değil de üçe taksim edileceğini sorunca Hz. İsa> üç ekmeğin sahibine üç hisse verileceğini ifade etti. Bunun üzerine Yahudi kendisinde iki ekmeği bulunduğunu itiraf etti. Hz. İsa da bütün hazineyi o Yahudiye verdi ve "Senin dünya ve âhirette bütün payın budur." dedi. Adam, hazineyi alıp giderken hazineyle birlikte yere gömül­dü. Hz. İsa annesiyle birlikte yürürken Havarilerin yanma vardı. Onlar orada ba­lık avlıyorlardı. Onlara: "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da "Biz, balık avlıyoruz, dediler. Hz. İsa "Bizimle beraber gelmezmesiniz? İnsanları avlaya­lım?" (onlan ikna ederek dine sokalım) dedi. Onlar da "Sen kimsin?" dediler. O da "Ben, Meryemoğlu İsayım." dedi. Havariler işte orada iman ettiler. Ve onun­la birlikte yola koyulup gittiler. İşte âyette bunlar zikredilmektedir.

Müfessirler, Havarilere, niçin bu adın verildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Zira, "Havari" kelimesinin lügat mânâsı "Bembeyaz olan" de­mektir.

a- Said b. Cübeyre göre, Havarilere,bu ismin verilmesinden sebebi elbise­lerinin beyaz olmasıdır.

b- Ebu Erteeye göre onlara bu ismin verilmesinin sebebi, onların elbise temizleyecisi olmalarındandır.

c- Katade ve Dehhaka göre ise, onlara bu ismin verilmesinin sebebi, Hz. isanın samimi ve net dostları olmalarındandır. Zira her Peygamberin samimi dostuna bu isim verilmiştir. Taberi de bu görüşü, tercih etmiştir.

Âyet-i kerimenin sonunda Havarilerin "Şahit ol ki biz, müslümanlanz." dedikleri beyan edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, İslam dini, Hz. İsanın da, on­dan önce gönderilen Peygamberlerin de dinidir. Yahudilerin iddia ettikleri, Ya­hudilerin ve Hristiyanlann ileri sürdükleri Hristiyanlık, Peygmberlerin dinleri değildir. Sonradan uydurulmuş şeylerdir. [121]

 

53- Rabbimîz, senin indirdiğine iman ettik ve Peygamberlere uyduk. Bizi, şahitlerle beraber yaz."

Havariler sözlerine devam ederek dediler ki: "Ey rabbimiz, Peygamberin İsaya indirdiğin kitaba iman ettik ve Peygamberin İsaya tabi olup hak yolda ona yardımcı olduk. Sen, bizi de hakka şahitlik eden, Peygamberlerini tasdik eden ve senin birliğine iman eden kişilerle beraber yaz." [122]

 

54- Kâfirler gizlice tuzak kurdular. Allah da onları kurduğu tuzağa düşürdü. Allah, tuzak kuranların cezasını en iyi verendir.

îsraioğullannın kâfirleri, İsayı öldürmek için gizlice tuzak kurdular. Al­lah da îsayı göğe kaldırıp onlardan birisini İsaya benzeterek İsraioğullarını, kur­dukları tuzağa düşürdü. Şüphesiz ki Allah, tuzak kuranların cezasını en iyi ve­ren, Peygamberlerini şerli insanların hiylelerinden en iyi koruyandır.

Bu hususta şu âyet-i kerimelerde de buyuruluyor ki: "İnkâr edip Merye-me büyük bir iftira attıkları ve "Meryemoğlu, Allahm Resulü Mesih îsayı biz öldürdük." dedikleri için Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsayı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü. İhtilafa düştük­leri bu hususta gerçekten şüphe içindedirler. Onların "Zann"a uymaktan başka bir bilgileri yoktur. Kesin olarak İsayı öldürmediler. Bilakis Allah onu kenüi ka­tına yükseltti. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. [123]

Bu âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi Allah teala Hz. İsayı göğe kaldır­mış, onunla birlikte orada bulunanlardan birisini Hz. İsanın şekline sokmuştur. Böylece kâfirlerin tuzaklarını tersine çevirmiştir. [124]

 

55- Hani Allah İsaya şöyle demişti: "Ey isa seni vefat ettirecek be­nim. Seni katıma yükseltecek, kafirlerden seni tertemiz olarak ayıracak, sana tabi olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacak ta be­nim. Sonra dönüşünüz yine banadır. İhtilaf ettiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim.

Bir zaman Allah İsaya şöyle demişti: "Ey İsa, ben seni, diri olarak yeryü­zünden alacağım ve katıma yükselteceğim. Seni, Peygamberliğini inkar edenler­den kurtarıp arındıracağım. Senin şeriatın üzere yürüyerek sana tabi olanları, kı­yamet gününe kadar Peygamberliğini inkâr edenlerden üstün kılacağım.

Ey, İsa hakkında ihtilaf edenler, kıyamet gününde dönüşünüz banadır. O tabi olup olmama hususunda ki ihtilaflarınızda aranızda hükmümü vereceğim."

Âyet-i kerimede geçen ve "seni vefat ettirecek benim." şeklinde tercü­me edilen ifadesi, mUfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Rebi1 b. Enes ve Hasan-ı Basriye göre bu ifadeden maksat, "Ben seni uyutup, uyku halindeyken kaldırıp katıma yükselteceğim." demektir. Bu hususta Hasan-ı Basri, Resulullahm Yahudilere "Şüphesiz ki İsa ölmedi. O, kıyamet kopmadan önce tekrar size dönecektir." buyurduğunu rivayet etmiştir.

b- Matarül Verrak, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc, Kâ'bul Ahbar, Muham-med b. Cafer ve İbn-i Zeyde göre ise burada zikredilen "Vefat ettirme"den mak­sat, yeryüzünden alıp yukarı kaldırmaktır. Bu hususta Kâ'bul Ahbar diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, Meryemoğlu İsayı, insanları kendi yoluna davet eden, onlan müjdeleyen bir Peygamber olarak gönderdiği halde elbette ki onu (bu gö­revini yerine getirmeden) Öldürecek değildi. İsa, kendisine uyanların azlığını ve kendisini yalanlayanların çokluğunu görünce bu durumu Aziz ve Celil olan Al-laha şikayet etmiş. Allah da ona "Ben seni vefat ittireceğim ve kaldırıp kendime alacağım." diye vahyetmiştir. Allah, "Benim nezdime yükselttiğim kimse ölü olmaz. Ben seni, bir gözü kör olan Deccala karşı göndereceğim. Sen onu öldü­receksin ve ondan sora yirmi dört sene yaşayacaksın. Onda sonra ise seni gerçek Ölümle öldüreceğim." demiştir. Kâ'bul Ahbar diyor ki: "Resulullahın şu hadisi, bu zikredileni doğrulamaktadır. "Benim, başında, İsanın da sonunda bulunduğu bir ümmet nasıl helak olabilir?"

c- Vehb b. Münebbih ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görü­şe göre buradaki "Vefaf'dan maksat, gerçekten Öldürmedir. Bu hususta Vehb diyor ki: "Allah teala, Meryemoğlu İsayı gündüzleyin üç saat öldürdü. Sonra onu çekip kendine aldı.

d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise buradaki âyet-i celilerin cümleleri­nin dizisinde takdim tehir vardır. Ayetin mânâsı şöyledir: "Hatırla o zamanı ki, Allah, İsaya "Ben seni kendime yükselteceğim. Seni kâfirlerin iftiralarından arındıracağım ve seni tekrar yeryüzüne indirdikten sonra vefat ettireceğim,"

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki "Vefat et­tireceğim." ifadelerinden maksadın "Seni yeryüzünden kaldınp kendime yüksel­teceğim." demek olduğunu söyleyen görüştür. Zira, Meryemoğlu İsanın tekrar yeryüzüne ineceğine, Deccalı öldüreceğine, belli bir müddet yaşadıktan sonra öleceğine, ve müslümanlann onun cenazesini kılıp defnedeceklerine dair, Resu-lullahtan mütevatir haberler zikredilmiştir. Şu hadis-i şerifler de bunlardandır. Ebu Hureyre (r.a.) Resulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Ruhum, kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki, adaletli bir hakem olarak Meryemoğlu İsanın içinize inmesi yakındır. O, haçı kıracak, domuzu öl­dürecek ve cizye almayı kaldıracak. (Yani ehl-i kitaptan cizye alarak dinleri üzerinde kalmalarını kabul etmeyecek, mutlaka mü si uman olmalarını isteyecek­tir.) Mal bollaşacak öyle ki kimse ona iltifat etmeyecektir. [125] Hadisin devamı Müsnedde şöyledir:

"Meryemoğlu İsa, "Feccir Revha" denen yerden Hac veya Umre yapmak yahut da her ikisini birlikte yapmak için ihrama girecektir. [126]

Diğer bir rivayette, Ebu Hureyre,. Resuluîlahın şöyle buyurduğunu zikret­miştir.

"Peygamberler baba bir kardeşlerdir. Dinleri bir, anneleri ise farklıdır. Ben, insanların, Meryemoğlu İsaya en layık ve en yakın olanıyım. Çünkü be­nimle onun arasında herhangi bir Peygamber yoktur. O, mutlaka yeryüzüne ine­cektir. Siz onu gördüğünüz zaman tanıyın. O, orta boylu, beyaz ve kmnızı tenli, saçları düz olan biridir. Başına herhangi bir ıslaklık dokunmasa dahi, sanki ba­şından su damlar gibidir. O, iki sarımtırak elbisenin içinde olacaktır. O, haçı kı­racak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve diğer dinleri ortadan kaldıra­caktır. Onun zamanında Allah, İslamın dışındaki bütün dinleri helak edecektir. Yine Allah, onun zamanında, yalancı Deccal Mesihi helak edecek, yeryüzünde güvenlik hakim olacaktır. Öyle ki develer arslanlarla, sığırlar kaplanlarla, ko­yunlar kurtlarla birlikte otlayacaklar, çocuklar gençler, yılanlarla oynayacaklar ve bunlar, birbirlerine zarar vermeyeceklerdir. İsa yeryüzünde Allahın dilediği kadar kalacak (Ebu Davudun rivayetinde kırk yıl kalacak şeklindedir) Sonra ve­fat edecek, Müslümanlar onun cenazesini kılıp defnedeceklerdir. [127]

Taberi diyor ki: "Şayet Allah teala, Hz. İsayı öldürmüş olsaydı, artık onu bir daha öldürmesi söz konusu olmazdı. Zira Allah teala, herhangi bir kulunu iki kere öldürmez. O bize, kullarını yaratacağını sonra öldüreceğini sonra da tekrar dirilteceğini belirtmiştir. Bu husus şu âyet-i kerimede açıkça zikredilmiştir. "Sizi yaratan sonra nzıklandıran, sonra Öldüren ve sonra diriltecek olan Aîlah-tır... [128]

Taberi sözlerine devamia diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Hz. İsaya ait haberleri zikrediyor ise de aslında bu, Resulullah ile İsa hakkında tar­tışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı, Resulullaha bir delildir. İsanm, öldürülmediğini ve aşılmadığını ortaya koymaktadır."

Allah teala, âyet-i kerimede, Hz. İsaya tabi olanları, kıyamet gününe ka-da, kâfirlerden üstün kılacağını beyan etmiştir. "Hz. isaya tabi olanlar"dan mak­sat, Katade, Reb' b. Enes, ibnh-i Cüreyc, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre Müslü-maniardır. Bu görüşe göre ayetin mânâsı şöyledir. "Ey İsa, senin yolunda ve di­nin olan İslamda sana uyan müslümanlan, senin Peygamberliğini yalanlayan ve senin getirdiklerini reddeden kâfirlerden kıyamet gününe kadar üstün kılaca-.ğım."

İbn-i Zeyde göre ise, Hz. îzaya tabi olanlardan maksat, Hristiyanlar, kâfirlerden maksat ise Yahudilerdir. Buna göre âyetin mânâsı "Ey İsa, sana tabi olan Hristiyanlan, kıyamet gününe kadar, seni inkâr eden Yahudilerden üstün kılacağım." şeklindedir. [129]

 

56- Kâfirleri ise dünya ve âhirctte şiddetli bir azaba uğratacağım, Onların yardımcıları da olmayacaktır.

İsanın Peygamberliğini inkâr eden ve onun hakkında asılsız sözleri söyle­yen kâfirleri, dünyada öldürme, esir edilme, zelil ve hakir olma gibi cezalara çarptıracağım. Âhirette ise, içinde ebedi olarak kalacaktan cehenneme koyarak şiddetli bir azaba uğratacağım. Onların, Aliaha karşı bir yardımcıları ve kendile­rini Allanın azabına karşı savunacak bir koruyucuları da bulunmayacaktır. [130]

 

57- İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfaatlarını tam olarak verecektir. Allah, zalimleri sevmez.

îsaya iman edip, Allanın farz kıldığı amelleri işleyenlerin mükâfaatlannı, Allah eksiksiz olarak verecektir. Allah,zalim kimseleri asla sevmez. O halde ya­rattıklarının mükâfaatlannı eksilterek hiç onlara zulmeder mi?

Bu âyet-i kerime, kâfirler için bir tehdit, müminler için de bir müjdedir. [131]

 

58- Bu sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmet dolu Kur'andandir.

Ey Muhammed, Cebrail vasıtasıyla sana okuduğumuz bu haber ve kıssa­lar, seni yalanlayan Yahudi ve Hristiyanlara karşı sana verdiğimiz delil ve ibret­lerdir. Hakkı batıldan ayıran hikmetlerin kaynağı olan Kur'andandir. [132]

 

59- Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "01" dedi ve o da oluverdi.

Yaratılış bakımından İsa, Âdeme benzemektedir. İsanın babasız olarak yaratılması, Âdemin hem annesiz hem de babasız olarak yaratılmasından daha garip değildir. Allah, Âdemi kudretiyle annesiz ve babasız olarak topraktan ya­rattı. Sonra ona "01" dedi. O da oluverdi. İsanın yaratılışı da böyledir. Allah onu Cebrail vasıtasıyla Meryeme ilka etti ve ona "01" dedi. O da hemen oluverdi.

* Hristiyanlar, Hz. İsa sadece babasız olarak yaratıldığı için ona "Allanın oğlu" demişlerdir. Fakat hem annesiz hem de babasız olarak yaratılan Âdem için acaba ne derler? Ve onun yaratılışını nasıl izah ederler?

Âmir eş-Şa'bi, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, İkrime, Muhammed b. Cafer ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin, Resulullah ile, Hz. İsa hakkında tartış­maya giren Necran Hristiyanları heyetine bir cevap olarak Resulullaha indirildi­ğini söylemişlerdir.

Bu âyet hakkında, Abdullah b. Abbasın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Necran halkından bir heyet, Muhammed (s.a.v.) e geldi. İçlerinde "Seyyid" ve "Âkıb" diye vasıflandırdıkları iki kişi de bulunuyordu. Onlar, Muhammed (s.a.v.) e "Sen niçin bizim arkadaşımızı sana yakışmayacak şekilde anıyorun?" dediler. Resulullah "Arkadaşınız kimdir?" diye sordu. Onlar da "O, İsadır, sen onun, Allahm kulu olduğunu iddia ediyorsun." dediler. Resulullah da: "Evet, o Allanın kuludur." diye cevap verdi. Onlar da "Sen, hiç babasız doğan İsanın bir benzerini gördün mü? Veya böyle birisi sana bildirildi mi?" diye sorup sonra Resulullahm yanından çıktılar. Bunun üzerine Cebrail Resulullaha, her şeyi işi­ten ve bilen Allahm emrini getirdi ve Resulullaha dedi ki: "Onlar sana geldikleri zaman onlara de ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "Ol" dedi ve o da oluverdi."

Süddi ise bu âyetin nüzul sebebinin Resulullaha gelen Hristiyan Necran heyeti olduğunu, özetle şu şekilde izah etmiştir. "Gelen heyet Resulullaha "Sen İsa hakkında ne dersin?" diye sordu. Resulullah da onlara "O, Allahm kulu, ru­hu ve sözüdür." dedi. Onlar da "Hayır, o böyle değildir. O, Allahtır, Mülkünün başından inip gelmiş ve Meryemin içine girmiş sonra da ondan çıkmıştır. Böy­lece bizlere kudretini ve durumunu göstemıiştir. Sen, babasız olarak yaratılmış olan herhangi bir insan gördün mü?" dediler. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, bu âyeti indirdi... [133]

 

60- Ey Muhammed, bu, rabbîn tarafından bir gerçektir. O halde şüphe edenlerden olma.

Ey Muhammed, İsa hakkında sana bildirilen malumat, rabbinin katından gelen bir gerçektir. O halde sen bu hususta şüphe edenlerden olma. [134]

 

61- Kim, sana ilim geldikten sonra seninle, onun hakkında mücadele ederse, ona şöyle de: "Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım sonra yalvaralım da yalancıların üzerine Allanın lanetini dileyelim.

Ey Muhammed sana, İsa hakkında bilgi gelip onun, Allanın kulu olduğu bildirildikten sonra kim seninle onun hakkında tartışmaya girişirse ona de ki: "Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizzat kendimizi ve kendinizi çağıralım da hep birlikte dualarımızı kabul etmesi için Allaha yalvaralım ve yalancıları Allanın lanetiyle lanetleyelim."

Hz. İsa ile ilgili bu âyetlerin, Hristiyan olan Necranlılann, Resulullaha gelen ve Hz. İsa hakkında onunla tartışmak isteyen heyeti hakkında nazil olduk­ları rivayet edilmiştir.

Necranlılar Resulullaha gelip onunla isa hakkında tartışarak, o zamanın âdetinden olan "Lanetieşme"yi teklif ettiler. İşte bunun üziren bu âyetler nazil oldu.

Huzeyfe el-Yeman diyor ki: "Necranın reislerinden, Âkıb ve Seyyid un­vanı verilen kişiler Resulullaha geldiler. Onunla mübahele yapmak istediler. Fa­kat bunlardan biri diğer arkadaşına "Bunu yapma, Allaha yemin olsun ki eğer o gerçekten Peygamber ise ve biz de onunla mübahele edersek bundan sonra ne biz kurtuluruz ne de soyumuz." dedi. Bunun üzerine o iki kişi Resuiullaha dedi­ler ki: "Biz sana istediğini vereceğiz sen bizimle birlikte güvenilen bir kişi gön­der. Bizimle güvenilmeyen bir kişi gönderme." Bunun üzerine Resulullah: "Ben sizinle beraber, gerçekten güvenilir olan bir kişi göndereceğim." dedi. Sahabiler bu şerefe nail olmaya hazırlandılar. Resulullah buyurdu ki "Kalk ey Ebu Ubey-de b. el-Cerrah." Ebu Ubeyde  ayağa kalkınca: "İşte ümmetin emin kişisi budür." buyurdu[135]

Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki:          

"Bu âyet-i kerime nazil olunca, Resulullah Aliyi, Fatimayı, Hasan ve Hü-seyini çağırdı ve dedi ki: "Ey Allahım, işte benim ehlim bunlardır." [136]

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: Şayet Resulullahı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış olsalardı, geri döndüklerinde ne ailelerini ne de malların bulabilirlerdi.

MÜBAHALE: Bu işe "Lanetleşme" derler ve bunu şöyle yaparlardı. Her iki taraf, kadınları ve çocuklarıyla birlikte bir yerde toplanıp kendi inanç ve id­dialarının doğruluğunu savunur ve sonunda "Allahm laneti yalancının üzerine olsun." derlerdi. İşte Necranlılar bu âdete uyarak Resuluilaha da bu şekilde mü-bahale yapmayı teklif etmişlerdi. Fakat bunun sonucundan korkarak kendi tek­liflerinden vaz geçmişlerdir. [137]

 

62- Şüphesiz bu, gerçek haberdir. Allahtan başka bir ilah yoktur. Muhakka ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey Muhammed, İsa hakkında sana anlattığımız bu kıssa, şüphesiz ki ger­çek bir haberdir. Âlemlerin rabbi olan Allahtan başka hiçbir yaratık, ibadete la­yık değildir. Çünkü Allahtan başka ilah yoktur. Şüphesiz ki Allah, kendisine is­yan edenleri cezai andırmakta her şeye galiptir, emir ve işlerinde hüküm ve hik­met sahibidir. [138]

 

63- Eğer yüzçevirirlcrse, şüphesiz kî Allah, bozguncuları çok iyi bilir.

Ey Muhammed, eğer bunlar, sana gelen hak dinden yüzçevirirlerse bil ki Allah, bozgunculuk çıkaranları çok iyi bilendir. Onlan adaletiyle cezalandıra­caktır. [139]

 

64- De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız Allaha kulluk edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Ailahı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin." Eğer yüzçe­virirlerse deyin ki "Şahit olun bizler müslümanlarız."

De ki: "Ey ehl-i Kilap olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, bizimle si­zin aranızda aynı olan hak bir söze gelelim. Yalnız Allaha kulluk edelim. Alla­hm dışında kendilerine tapınılanlardan uzaklaşıp yalnız ona ibadet edelim. Put, Haç ve Tağut gibi herhangi bir şeyi ona ortak koşmayalım. Bir kısmımız Alluhı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin. Birbirimize Allaha isyan hususun­da itaat etmeyelim. Ve Aİlaha secde"edercesine birbirimizin Önünde eğilmeye­lim.

Eğer bunlar senin davet ettiğin hak sözden yüzçevirirlerse, ey müminler, onlara deyin ki: "Şahit olun. Bizler, Allaha boyun eğen, dillerimizle ve kalbleri-mizle onu anan Mü si üm ani an z."

* Müfesşirler, bu âyet-i kerimenin kimin hakkicla nazil olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Medine-i Münevverenin çevresinde bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahu­diler, Hz. İbrahim hakkında Resulullah ile takışmaya girişince Allah teala bu âyeti indirmiş ve Resulullaha, Yahudileri çağırarak onlara, âyette belirtilen hu­susları bildirmesini emretmiştir.

b- Muhammed b. Cafer, Süddi, ve İbn-i Zeyd ise bu âyet-i Kerimenin, Hristiyan Necranlılann gönderdikleri heyet hakkında nazil olduğunu söylemiş­lerdir. Resulullah onları Mübahaleye davet ettiğinde "Lanetleşmekten" kaçın­maları üzerine bu defa onları, daha kolay olan bu âyetin beyan ettiği şeyleri ka­bul etmeye davet etmiştir. Fakat onlar, bunu da kabul etmemişlerdir.

Taberiye göre ise, bu âyyette zikredilen ehi-i kitaptan maksat, hem Yahu­diler hem.de Hristiyanlardır, Zira ehl-i Kitap denince her kişi de anlaşılmakta­dır. Buradaki, ehl-i kitabın, sadece bir kısmına ait olduğuna dair sahih bir delil yoktur. O hakle, âyetin her iki ehl-i kitabı da kastederek, onlan tevhid inancına davet ettiğini söylemek daha isabetlidir. Çünkü Allanın birliğini ve sadece ken­disine ibadet edileceğini kabul etme, her yaratığın vazifesidir. Ve ona gönderi­len bir emirdir.

Âyet-i" kerimede geçen ve "Müsavi" diye tercüme edilen ke­limesi, Katade ve Rebi' b. Enes tarafından "Adaletli" mânasında izah edilmiş, Taberi de bunu tercih etmiştir. "Aramızda müsavi olan söz"den maksat, Katade ve Rebi' b. Enese göre, âyette bu sözden sonra zikredilen hususlardır. Ebul Âliyeye göre ise bu sözden maksat, kelimesidir.

İnsanların birbirlerini rabler edinmelerinden maksat ise, İbn-i direyce göre, Aüaha isyanda birbirlerine itaat etmeleridir. Allah teala bu hususta başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "Onlar, Hahamlarını', Papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allahtan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allaha ibadet etmekle emrolunmuş-fardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir. [140]İkrimeye göre ise, kulların birbirlerini rab edinmelerinden maksat, birbirlerine secde etmeleridir.

Buhari bu âyetin izahında şu hadis-i şerifi zikretmiştir.

Resulullah (s.a.v.) Bizans imparatoru ve zamanın Hıristiyanlarının lideri durumunda bulunan Herakliyüse mektup yazarak onu ve ona tabi olanları Müs­lüman olmaya davet etmiş ve mektubuna bu âyet-i kerimeyi de yazmıştır.

Mektup, o anda Kudüs topraklarında bulunan Herakliyüse ulaştığında ti­caret için orada bulunan ve henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan ve arka­daşlarıyla Herakliyüs arasında şöyle bir görüşme cereyan etmiştir:

Abdullah b. Abbas bu olayı Ebu Süfyandan naklen şöyle anlatmaktadır

Ebu Süfyan, Kureyşlilerin, Resulullah ile yaptıkları Hudeybiye musala-hasının yürürlükte okluğu bir dönemde, ticaret maksadıyla Şam topraklarında bulunuyormuş. Herakliyüs, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına adam gönderip yanına çağırmış. Ebu Süfyan ve arkadaşları, Herakliyüs ve Rum büyüklerinin bulundu­ğu İlya şehrine varmışlar Herakliyüs Rum ileri gelenleriyle birlikte bulunduğu meclise, Ebu Süfyanı ve arkadaşlarını çağırmış, ayrıca bir de tercüman getirmiş­tir: Herakliyüs "Peygamberlik iddia eden bu kişiye soy bakımından en yakın olanınız kim?" diye sormuş Ebu Süfyan "Ona soy bakımından en yakın olan be­nim." demiştir. Herakliyüs, "Onu bana yaklaştırın, arkadaşlarını da yakına geli­rin ve onun arkasında durdurun." demiş sonra tercümana yönelerek: "Sen bu adamın arkasında duranlara bak. Ben bundan, Peygamberlik iddia eden o kişi hakkında sorular soracağım. -Şayet bana yalan söyleyecek olursa onlar bunu ba­na arkadan işaretle bildirsinler." dedi.

Ebü Süfyan diyor ki: "Vallahi arkadaşlarım yalanımı surda burda söyler­ler diye utanmasaydım onun (Yani Resulullahin) hakkında yalan uydururdum." Ondan sonra bana ilk sorusu şu oldu:

- Peygamber olduğunu söyleyen o kişinin, sizin içinizde soyu nasıldır?

- O, içimizde soyu temiz birisidir.

-  içinizde, ondan önce bu sözü (Peygamberlik iddiasını) söylemiş olan var mıdır?

- Hayır.

- Atalarının içinde Kanıl vamııydı? -Hayır.

- Ona tabi olanlar, halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflanmıdır?

- Halkın İleri gelenleri değil zayıflarıdır.

- Ona tabi olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu?

- Anıyorlar, eksilmiyorlar.

- İçlerinde onun dinine girdikten sonra kızarak o.dinden çıkan var mı?

- Hayır. Yoktur.

- Bu iddiasından önce onu hiç yalancılık suçladığınız oldu mu?

- Hayır.

- Hiç sözünden döndüğü oluyor mu?

-  Hayır olmuyor. Ancak şu anda onunla belli bir süreye kadar bir barış antlaşması içindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz.

Ebu Süfyan diyor ki: "Ben bu konuşma sırasında, sözlerime kendiliğim­den bir şeyler katmaya imkân verecek bu sözden başkasını bulamadım. Herakli-

yüs devamla dedi ki:

- Onunla hiç savaştınız mı?

- Evet savaştık.

- Savaşlarınız nasıl sonuçlandı?

- Aramızdaki savaşlar nöbetleşe geçti. Bazan o bizi yenilgiye uğratıyor bazan da biz onu.                                                 - Peki size ne emrediyor?

-Bize, "Yalnız Alluha ibadet edin. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Atala­rınızı», söylediklerini terkedin." diyor ve bize namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı ve akrabalarımızla ilgilenmeyi emrediyor."

Bu sözlerden sonra Heıakliyü, tercümanına dedi ki: "Bu adama söyle, onun soyunu sordum, soyunun temiz olduğunu söyledin. Peygamberler de işte böyle kavimlerinin temiz soylularından gönderilirler. "İçinizden daha önce bu iddida bulunan herhangi bir kimse oldu mu?" dedim. "Hayır" dedin. Ondan ev­vel bu iddiada bulunmuş bir kimse olsaydı" Bu kimse, daha önce onaya konan bir iddiaya uyan bir kimsedir." diyebilirdim. "Ataları içinde hiçbir Kral varmı-dır" diye sordum. "Hayır" dedin.

Eğer ataları içinde bir Kral bulunmuş olsaydı "Bu da babasının iktidarını geri almaya çalışan bir kimsedir," derdim. "Bu iddiada bulunmadan önce onu hiç yalancılıkla suçlamış mıydınız?" diye sordum. "Hayır" dedin. Çok iyi bili­yorum ki daha önce insanlara karşı yalan soylemeyen bir kimsenin Allaha karşı yalan söylemeyeceği muhakkatır. "Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflan mı tabi oluyor?" diye sordum. Ona insanların zayıflarının tabi okluğunu söyle­din. Zaten Peygamberlere bunlar tabi olular. "Ona tabi olanlar artıyor mu eksili-yor mu?" diye sordum. Onların arttıklarını söyledin. İşte iman meselesi böyle­dir. Tamamlanıncaya kadar bu minval üzere devam eder. "İçlerinde onun dinine girdikten sonra'dini beğenmeyerek ondan çıkanlarvarmı?" diye sordum. "Hayır" dedin. İmanın lezzeti kalbe işleyince işte böyle olur. "Hiç sözünden döner mi?"

diye sordum. "Hayır" dedin. İşte Peygamberler böyledir. Verdikleri sözden dön­mezler. "Size ne emrediyor?" diye sordum. Yalnız Allaha ibadet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emrettiğini, sizleri putlara tapmaktan men ettiğini ayrı­ca size namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğruysa o zat, şu ayaklarımın bastığı yerlere de bir gün sa­hip olacaktır. Ben böyle birinin çıkacağını çok iyi biliyordum. Fakat bunun, si­zin aranızdan çıkacağını sanmıyordum. Eğer onunla başabaş kalabileceğimi bil­sem onunla görüşebilmek için bütün zorlukları katlanırdım. Yanında olsaydım (hizmet ederek) ayaklarını yıkardım."

Bu sözlerden sonra Herakliyüs, Resulullahın kendisine verilmek üzere Diriye (r.a.) vasıtasıyla Busra emirine gönderilen mektubunu istedi. Getiren adam onu Herakliyüse verdi. O da aldı ve okudu. Mektupta şöyle yazıyordu:

Bismillahirrahmanirrahîm

Allahın kulu ve Peygamberi Muhamrnedden, Rumların iideri Herakliyü­se. AHahın selamı hidayete tabi olanlara olsun. Mesele şu ki, seni İslam daveti ile davet ediyorum. Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Ve Allah sana iki kat mükâfaat versin. Eğer kabul etmezsen sana tabi olanların günahı da senin boy-nundadır. " De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız Allaha kulluk edelim. Ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allahı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin. Eğer yüzçevirir-lerse deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlanz. [141]

Ebu Süfyan diyor ki: "Herakliyüs sözlerini bitirip mektubu okuduktan so­ra çevresinde gürültüler koptu. Sesler yükseldi ve biz oradan çıkarıldık. Bunun üzerine arkadaşlarıma şöyle dedim: "İbn-i Ebi Kebşenin (Muhammedin) işi o kadar ciddi ha?" Baksanıza Beni Asfann (Romanın) Kralı bile ondan korkuyor." O günden itibaren, sonunda onun galip geleceğini kesinlikle anlamıştım. Niha­yet Allah benim kalbime İslarnı soktu. [142]

 

65- Ey kitap ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki

Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklinizi kuiianmazmısı-nız?

Ey, İncil ve Tevrata tabi olan ehl-i kitap, Rahman olan Allahın dostu İb­rahim hakkında niçin tartışıyor, aranızda mücadeleye girişiyorsunuz? Her bireri­niz, İbrahimin, kendi dinine mansup olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki Tev­rat da İncil de ancak İbrahimin vefatından sonra idirilmiştir. O halde nasıl olur da İbrahim, sizin dininizden olur? Bu sözünüzün yanlış olduğunu düşünmez mi­siniz?

Abdullah b. Abbas ve Katade bu âyet-i kerimenin, Hz. İbrahim hakkın­da tartışan ve her birinin, İbrahimin kendi dininden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyahlar hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu hususta Abdullah Abbas diyor ki: Necran Hristiyanlan ile Yahudi Hahamları, Resulullahın yanın­da bir araya geldiler ve tartıştılar. Yahudi Hahamları "İbrahim ancak Yahudi-dir." Hristiyanlar da: "İbrahim ancak Hristiyandır." dediler, İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi ve her iki guruba da, Hz. İbrahimin, onla­rın dininden olmadığını bildirdi;

Rebi' b. Enes, Mücahid ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu ayet, İbrahim hakkında tartışan Yahudiler hakkında inmiştir. Bu hususta Katade diyor ki: "Bize nakledildiğine göre Resuluîlah, Medinede yaşayan Yahudileri müminlerle Yahudiler arasında müsavi bir söz olan kelime-i Tevhide ve yalnız Allah kulluk etmeye davet etti. Onlar, Hz. İbrahimin hakkında, Resuluîlah ile tartıştılar ve onun Yahudi olarak öldüğünü iddia ettiler. Bunun hüzerine Allah teala onları yalanlayarak bu ayeti indirdi. [143]

 

66- Diyelim ki siz, bildiğiniz hususlarda tartışıyorsunuz. Peki bilme­diğiniz hususlarda niye tartışıyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsi­niz.

Ey Yahudi ve Hristiyan topluluğu, haydi diyelim ki, kitaplarınızda budu-ğunuz ve haklarında bilgi sahibi olduğunuz dini meselelerde tartışıyorsunuz, hakkında hiçbir bilginiz olmadığı halde İbrahim ve onun dini hakkında niçin tartışıyorsunuz? İşlerin gerçek yüzünü Allah bilir sizler bilemezsiniz. O halde

batıl iddialarla tartışmaya girişmeyin.

Süddi diyor ki: "Burada zikredilen ehl-i kitabın bildiği şeylerden mak­sat, onlara haram kılınan ve emredilen şeylerdir. Bilmedikten şeyden.maksat ise Hz. İbrahimin durumudur. Katade ise diyor ki: "Onların bildikleri şeyden mak­sat, müşahade ettikleri ve bizzat gördükleri şeylerdir. Bilmedikleri şeyden rrçak-sat ise müşahade etmedikleri ve bizzat görmedikleri şeylerdir. [144]

 

67- İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönel­miş bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.

İbrahim ne Yahudi idi ne de HristLyandı. Fakat o, Allahın emrine tabi olan, doğru yola yönelen bir müslümandı. Kalbiyle ve bütün azalarıyla ona bo­yun eğen bir kimseydi. O, putlara veya yaratıklardan herhangi birine tapan müş­riklerden değildi.

Allah teala.bu âyet-i kerime ile Hz. İbrahim ve onun dini hakkında tar­tışan ve onun, kendi dinlerinden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyanlan yalanlamış, Hz. ibrahimin, Hanif dini olan İslam dinine mensup olduğunu, AUa-hı bırakıpjbaşka yaratıklara tapan müşriklerden olmadığım beyan etmiştir,

İslam gelmeden önce bir kısım insanların, Yahudi, ve Hristiyan olmadık­ları ve onlanh, Hz. İbrahimin dini olar Hanif dini üzere yaşadıkları zikredilmek­tedir. Bu hususta, Hz. Ömerin torunu Salim, babası Abdullahtan şunu rivayet et­mektedir. "Bir zaman Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Şama gitti. Orada, tabî olacağı bir dini araştırıyordu. Yahudilerden bir alimle karşılaştı. Ona dininin durumunu sordu ve dedi ki: "Belki ben, sizin dininize girerim. Dininizin nasıl olduğunu bana söyle." Yahudıde ona dedi ki: "Allahın gazabından payını almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." Zeyd de: "Ben zaten Allahın azabından kaçıyorum. Ben onun gazabından hiçbir şeyi yüklenemem ve benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu anlattığın şey bulunmayan bir din gösterebilir misin?" dedi. Yahudi ona: "Böyle bir din bilmiyorum. Ancak Hanif olursan bu dediğin olur." dedi. Zeyd: "Hanif nedir?" diye sordu. Yahudi: "O, İbrahimin dinidir. O, Yahudi değildi Hristiyan da. O, yalnızca Allaha .ibadet ediyordu." diye cevap verdi. Bunun üzerine Zeyd, Yahudinin yanından aynhp Hristiyan âlimlerinden biri ile görüştü. Ona da dini hakkında sorular sordu ve ona: "Bel ki ben, sizin di­ninize girebilirin. Dininizin ne olduğunu bana anlat." dedi. Hristiyan ise "Sen, AH ahin lanetinden payını almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." dedi. Zeyd de: "Benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu söylediğin şey bulunmayan bir din gösterebilir misin? dedi, Hristiyan da ona: "Yahudinin söy­lediği gibi "Ben böyle bir din bilmiyorum. Ancak Hanif olursan bu olur." dedi. Bunun üzerine Zeyd, Hristiyanın yanından da ayrıldı. O, Yahudi ve Hristiyanın Hz. İbrahim hakkında ittifak ederek söyledikleri tavsiyeye razı oldu. Ellerini gö­ğe doğru kaldırıp: "Ey Allahim, ben seni şahit tutuyorum ki, ben İbrahimin dini üzereyim" dedi. [145]

 

68- Doğrusu insanlardan İbrahimc en yakın olanlar, ona tabi olan­lar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin dostudur.

Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, onun yolunda gidip Alla­nın bir olduğuna inananlar, batılı bırakıp hakka eğilenler ile bu Peygamber Mu-hammed ve ona iman edenlerdir. Allah, düşmanlara k arşı müminlerin dostudur.

* Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Resulullah buyurdu ki: "Her bir Peygamberin, Peygamberlerden dostları vardır. Benim, onlardan dostum, atam olan ve rabbimin dostu olan İbrahimdir. Sonra Resulullah: "Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin dostudur." âyetini okudu. [146]

 

69- Kitap ehlinden bir cemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.

Ey müminler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan bir zümre, sizi hak dinden saptırıp inkâra düşürmek ve helak etmek arzusundadırlar. Halbuki onlar, bu davranışlarıyla ancak kendilerini saptırır ve helak ederler. Çünkü on­lar, yaptıklarıyla Allahın gazabını ve lanetini hak ederler. Böylece helak olurlar. Ve onlar bunun farkında değildirler.. [147]

 

70- Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde, Allahın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

Ey kitap ehli, âyetlerin, rabbiniz tarafından size bildirilen gerçekler oldu­ğuna şahitlik ettiğiniz halde, Allahın size gönderilen kitabının âyetlerini niçin inkâr edersiniz?

* Bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber (s.a.v.) in Peygamber olarak gelece­ğini, kendi kitaplarından okudukları halde onu inkâr eden ehli-i kitabı kınamak­tadır. Çünkü onlara inen Tevrat ve İncilde, Hz. Muhammedin sıfatlan açık bir şekilde zikredilmiştir. Onlar, sıfatları görmelerine rağmen Resulullahı yalanla­maya ve inkâra kalkışmışlardır. [148]

 

71- Ey kitap ehli, niçin hakkı batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?

Ey ehl-i kitap, niçin dilinizle Muhammede iman ettiğinizi söyleyip, kalb-lerinizle onu inkâr ederek hakki batıla karıştırıyor, Muhammedin Peygamberliği ve sıfatları, sizin kitabınızda mevcut olduğu halde bu gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki sizler bunun farkındasınız.

Âyette zikredilen "Hak"tan maksat, Abdullah b. Abbas, Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre îslamdır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilik ve Hristiy anlıktır. Yahudi ve Hristi yani arın batıl olan kendi dinlerini, hak olan İs­lam dinine karıştırmak istemeleri, Abdullah b. Abbasın neklettiği gibi şu şekilde olmuştur. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Sayf, Adiy b. Zeyd, Haris b. Avf, birbirlerine şöyle dediler: "Gelin muhammede ve arkadaşla­rına indirilene sabahleyin iman edelim. Akşamleyin de onu inkâr edelim. Böyle­ce onların dinlerini karıştırır ve onları, dinleri hakkında şüpheye düşürürüz. Umulur ki bu sayede onlar da bizim yaptığımız şeyi yaparlar ve dinlerinden dö­nerler." İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi.

İbn-i Zeyde göre ise âyette zikredilen "HakMtan maksat, Allah tealanın Hz. Musaya indirdiği Tevrattır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilerin bizzat kendi elleriyle yazıp ona sokuşturdukları şeylerdir. [149]

 

72- Kitap ehlinden bir topluluk şöyle dedi: "İman edenlere indirilen­lere, günün başlangıcında iman edin, sonunda inkâr edin. Bel ki dinlerin­den dönerler.

Ehl-i Kitap olan Yahudilerden bir güruh şöyle dedi: "Müminlere indirile­ne gündüzün başlangıcında iman edin ve onu gündüzün sonunda inkâr edin. Böylece belki dinleriden dönerler

Yahudiler, müminlerin inancını sarsmak maksadıyla birbirlerine: "On­lara indirilene günün başlangıcında iman edin fakat günün sonunda onu inkâr edin." tavsiyesinde bulunuyorlar ve bunu yaptıktan sonra da, kendi kendilerine "Bu insanların, günün başlangıcında iman edip sonra dönmeleri, bu dindeki ek­siklik ve kusurdandır." diye İslarmn aleyhinde propaganda yapıyorlardı. Yahu­diler bunu, zayıf müslümanlan, imanlarında şüpheye düşürmek için yapıyorlar­dı.

Yahudilerin, gündüzün başlangıcında iman ettiklerini, sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymaları, Katade, Ebu Mâlik ve Süddiye göre, bizzat dilleriy­le söylemeleri şeklinde oluyordu. Bu hususta Süddi diyor ki: "Anne bölgesinde bulunan köylerin on iki Hahamı vardı. Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: "Siz, gündüzün başında Muhammedin dinine girin ve "Şahadet ederim ki Muhammed haktır ve doğru söyleyendir." deyin. Gündüzün sonu olunca da inkâr edin ve de­yin ki: "Biz, âlimlerimize ve Hahamlarımıza başvurarak bunu onlardan sorduk. Onlar da bize dediler ki: "Muhammed yalancıdır ve siz müslümanlann dayan-dığnız herhangi bir şey yoktur," Bunun üzerine tekrar dinimize döndük. Bizim dinimiz bize, sizin dininizden daha sevimlidir." Hahamlar, telkinlerine devam ederek dediler ki: Böyle yaptığınız takdirde belki onlan, şüpheye düşerler ve kendi kendilerine derler ki: "Bunlar gündüzün başlangıcında bizimle beraberdi­ler. Acaba bunlar dinlerinden niçin döndüler?" Südcii diyor ki: "İşte Allah teala Peygamberine bu âyetle, Yahudilerin bu gibi davranışlarım bildirdi.

Mücahid ve Abdullah b. Abbasa göre ise, Yahudilerin, gündüzün başlan­gıcında iman ettiklerini, günzüdün sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymala­rı, Resulullah ile birlikte sabah namazını kılıp akşamleyin dinden çıktıklarını belirtmek şeklinde oluyordu. Veya, sabahleyin dilleriyle iman ettiklerini söylü­yor akşamleyin, Yahudilere ait olan ibadeti yapıyorlar ve bu şekilde iman edip tekrar döndüklerini belirtiyorlardı. [150]

 

73- Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. "Ey Mu­hammed de ki: "Şüphesiz ki hidayet Allahın hidayetidir. Size verilenin benzerinin başka birine verilmesinden veya rabbinizin katında aleyhinize delil gctirilmeleriden korkarak mı tasdik etmiyorsunuz? De ki: "Şüphesiz ki lütuf Allahın elindedir. Onu, dilediğine verir. Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.

* Bir kısım müfessirler bu âyetin, Kur'an-ı kerimin mânâsının anlaşılması bakımından Kur'an-ı Kerimin en zor âyetlerinden biri olduğunu .söylemişlerdir. Bunun sebebi âyette geçen ifadelerden bir kısmının, hem Yahudilerin sözleri hem de Allah tealanın, Resulullaha, söylemesini emrettiği sözler olması ihtima-1 indendir.

Ayetin, "Sizin dinize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." bölümü­nün, Yahudilerin sözü olduğu ve "Ey Muhammed, de ki: Hidayet Ali ahin hida­yetidir." bölümünün de Resulullaha, söylemesi emredilen söz olduğu kesindir. Ancak, âyetin diğer bölümlerinin, kimin sözü olduğu kesin değildir. Bu nedenle müfessirler, âyetin izahında zorlanmışlar ve takdir ettikleri farklı faraziyelere başvurarak, âyeti izah etmeye çalışmışlardır. Taberinin, âyeti izahı özetle şu şe­kildedir:

a- Âyetin içindeki "Ey Muhammed de ki: " Hidayet Allanın hidayetidir." ifadesi dışındaki diğer ifadelerin tümünün Yahudilerin sözü olduğunu farzeden müfessirler bu âyete şu şekilde mânâ vermişlerdir. "Yahudiler birbirlerine dedi­ler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." Ey Muhammed sen de de ki: "Şüphesiz ki hidayet, Allanın hidayetidir." Yine Yahudiler dediler ki: "Size verilen Tevratın ve size gönderilen Musanın benzerinin bir başkasına, yani Muhammede ve ümmetine de" verileceğine inanmayın. Yine sizler, rabbi-niz huzurunda aleyhinize delil getirilerek mağlup edileceğinize de inanmayın."

Taberi, Mücahidin bu âyeti bu şekilde izah ettiğini zikretmiştir.

b- Ayet-i kerimenin, "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik et­meyin." kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu fakat diğer tamamının Allah tea­lanın, Resulullaha söylemesini emrettiği sözler olduğunu takdir eden müfessir­ler, âyete şu şekilde mânâ vennişlerdir: "Yahudiler birbirlerine dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey muhammed, sen de onlara de ki: "Asil açıklama Allanın açıklamasıdır. Onun açıklaması da şudur ki, siz ümrriet-i Muhammede verilenin benzeri, başka hiçbir kimseye verilmemiştir ki Yahudiler, rableri huzurunda sizinle tartışıp sizi mağlup etsinler. Çünkü size ve­rilenler onlara verilenlerden daha afdaldir. Taberi, Süddinin âyeti bu şekilde izah ettiğini söylemiştir.

c- Yine, âyetin "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." kısmının Yahudilerin sözü olduğunu, diğer kısımlarının ise, Allah tealanın, Re­sulullaha söylemesini emrettiği sözler olduğunu söyleyen başka bir kısım mü­fessirler, âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "Yahudiler dediler ki: Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed sen de o Yahudilere de ki: "Ey Yahudiler topluluğu, hidayet Allahın hidayetidir. O halde sizin dışı­nızdaki insanları kıskanarak size verilen kitap ve Peygamberin benzerinin bir başkasına da verilmesini veya rabbinizin huzurunda başkaları tarafından delil­lerle mağlup edileceğinizi inkâra kalkışmayın ve reddetmeyin. Zira lütuf, Allahın elindedir. Onu, kullarından dilediğini verir.

Taberi, Katade, ve Rebi' b. Enesin, âyeti bu şekilde izah ettikleri naklet-miştir.

d- Başka bir kısım müfessirler, âyet-i kerimenin "Sizin dininize tabi olan­lardan başkasını tasdik etmeyin." Kısmının ve "Rabbinizin katında sizin aleyhi­nize delil getirmiş olurlar." kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu iğer kısımları­nın ise, Allah tealanın, Resulullaha söylemesini emrettiği sözler olduğunu söy­lemişler ve âyet-i kerimeye şu şekilde,mânâ vermişlerdir." Yahudiler dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed, sen de de ki: "Şüphesiz ki hidayet Allahın hidayetidir. O da size verdiği kitabın benze­rini başkalarına da vermesidir. Yahudiler dediler ki: "Allahın Tevratta size açık­ladığı şeyleri müslümanlara haber vermeyin ki rabbinizin huzurunda onu aleyhi­nize delil olarak kullanmasınlar." Taberi, İbn-i Cüreycin âyeti bu şekilde izah ettiğini zikretmiştir.

Taberi bu görüşü seçmiş, âyetin, ehl-i kitaptan, gündüzün başlangıcında iman etmeyi, sonunda da inkâr etmeyi emreden kişilerin sözü olduğunu, ancak "Hidayet Allahın hidayetidir." cümlesinin bir muteriza cümlesi olduğunu, bu cümlenin faydasının ise, batıl iddialarda bulunan Yahudilerin kendi sözleri için­de tekzib etmek olduğunu söylemiş ve âyete şu şekilde mânâ vermiştir: "Yahu­diler dediler ki: "Ey Yahudiler topluluğu, sizin dininize tabi olanlardan başkası­nı tasdik etmeyin. Ey Muhammed, sen de onlara de ki: "Şüphesiz ki hidayet, Al­lahın hidayeti ve beyan etme, onun beyan etmesidir. Siz Yahudiler toplululuğu-nun iddiaları değildir. Yine Yahudiler dediler ki: "Size verilen kitap ve Peygam­berin benzerinin bir başkasına verileceğine veya imanınızdan dolayı herhangi bir kimsenin, sizi, rabbinizin huzurunda mağlup edeceğine de inanmayın." Ey Muhammed de ki: "İmana muvaffak kılma ve İslama kavuşturma lütfü, Allahın elindedir. Ne sizin elinizde ne harhangi bir yaratığın elindedir. Allah, lütfü bol olan ve bu lütfa layın olanı çok iyi bilendir." Taberi diyor ki: "Bu izah şeklini tercih etmemizin sebebi, mânâsının daha sahih olması, Arapça ifade şekline da­ha uygun düşmesi ve âyetin, cümlelerinin birbirleriyle daha fazla irtibatlı sayıl-masıdir. Diğer görüşler ise sıhhatten uzak bir kısım zorlamalardır ve hoş olma­yan ifadelerdir. [151]

 

74- Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder ve Allah büyük lütuf sahi­bidir.

Allah, İslam ve iman gibi nimetlerini, dilediğine tahsis eder. O büyük lütuf salibidir. [152]

 

75- Kitap ehlinden öyîe kimseler vardır ki ona yüklerle emanet bı-raksan onu sana geri verir. Onlardan öylesi de vardır ki, bir dinar da ema­net bıraksan ısrarla üzerinde durmadıkça onu sana geri vermez. Bu onla­rın "Kitap ehlinden olmayan ümmHcrc karşı hiçbir mes'uliyctimiz yok­tur." dcmclerindcndir. Onlar bile bile, AHaha karşı yalan söylemektedir­ler.

Kitap ehlinden olan Yahidilerden öyle insanlar vardır ki, güvenilen insan­lardır. Onlara yüklerle emanet bıraksan, ihanet etmeden onu sana geri verirler. Öyleleri de vardır ki, hain insanlardır. Onlara tek bir dinar dahi emanet etsen, ıs­rarla üzerinde durmadıkça onu sana geri iade etmezler. O Yahudilerin böyle davranmaları: "Kitap ehlinden olmayan ümmi, yani okur yazarlığı olmayan Araplara karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onların mallarını bize hıelal kılmıştır." demeierindendir. Onlar, bile bile Allaha karşı yalan söylemektedirler. Allah, onlara hiçbir şeyi helal kılmış değildir.

Taberi diyor ki: "Allah teala bu âyet-i kerime ile, ehli-i kitap olan Ya­hudilerden bir kısmının, verilen emanete ihanet etmeyen güvenilir kimseler ol­duklarını, diğer bir kısmının ise verdikleri sözleri bozan ve emanete ihanet eden kimseler olduklarını bildirmiştir. Ta ki müminler mallarını onlara teslim etme­sinler ve onlara aldanmasını ar. Çünkü onlardan çoğu, müminlerin mallarını kendilerine helal görürler.

Ayet-i kerimede geçen ve "Israrla üzerinde durmadıkça" şeklinde tercü­me edilen ifadesi, Katade ve Mücahid tarafından "Alacağını ısrarla isteme" şeklinde izah edilmiş, Süddi tarafından ise "Devamlı olarak başucunda durma" diye izah edilmiştir. Taberi birinci görüşü tercih et­miştir. Yine âyet-i kerimede geçen ve "Bu, onların, ümmîlere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur." demeierindendir. Şeklinde tercüme edilen ifadesi iki şekilde izah edilmiştir:

Katade, Süddi Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir gö­rüşe göre bu ifadede^ maksat şudur "Yahudiler dediler ki: Okur yazarlığı olma­yan ve müşrik olari Arapların mallarını almanızda bir sakınca yoktur. Zira Atlalı, onların mallarını bize helal kılmıştır. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah düşman­ları yalan söylediler. Cahiliye döneminde olan her şey ayaklarımın altındadır. Ancak verilen emanetler müstesnadır. Zira emanet, sahibine verilmelidir. Sahibi ister takva sahibi olsun ister facir."

İbn-i Cüreyc ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Yahudilerin, Müslümanların kendilerine emanet ettikleri mallara ihanet etmeyi caiz görmelerinin sebebi, Yahudilerin, Müslümanları dinlerini değiştiren kişiler saymaları ve Tevratın, kendilerine dinini değiştirenlerin mallarına el koymaları­nın caiz olduğunu bildirmesidir. Bu âyetin izahında İbn-i Cüreyc diyor ki: "Müslümanladan bir kısım adamlar, cahiliye döneminde Yahudilerle alış veriş yapmışlardı. Müslüman olduktan sonra Yahudilere satıp ta parasını almadıkları eşyanın parasını istediler. Bunun üzerin Yahudiler: "Sizin bizde ne bir emaneti­niz vardır ne de bizim aleyhimize dâvada bulunabilirsiniz. Çünkü siz, üzerinde bulunduğunuz dini terkettiniz. Biz, kitabımız olan Tevratta bunun böyle olduğu­nu görüyoruz. Sa'saa diyor kî: "Bir adam, Abdullah b. Abbastan şunu sorarak dedi ki: "Biz, Zımmilerin mallarından tavuk, koyun gibi bir kısım hayvanları alıyoruz." (Bunun hükmü nedir?) Abdullah b. Abbas ta dedi ki: "Onları alırken ne diyorsunuz?" O da dedi ki: "Bunda bizim için bir mahzur yoktur." diyoruz. Abdullah b. Abbas dedi ki: "Bu ehl-i kitabın" Ümmilere karşı hiçbir mes'uliyeti­miz yoktur." demelerine benzemektedir. Ehl-i kitap, Cizyeyi verdikleri müddet­çe onların mallan size helal değildir. Ancak gönül hoşluğu ile verdikleri helal­dir." [153]

 

76- Hayır, durum böyle değildir. Kim ahdini yerine getirir ve Allah-tan korkarsa, şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Hayır, ehl-i kitabın "Okur yazarlığı olmayan cahil insanlardan aldığımız emanetle riayet etmekle yükümlü değiliz." demeleri doğru değildir. Fakat ehl-i kitaptan kim, Tevratta Hz. Muhammede ve onun getirdiği "Emanetleri yerine verin." gibi emirlere ve bütün yasaklara iman edeceğine dair Allaha verdiği ahdi yerine getirir ve Ali ahin yasakladığı, inkâr ve isyandan, Allahtan korkarak kaçı­nacak olursa bilsin ki Allah, kendisinden korkanları ve azabından kaçınanları sever.

Abdullah b. Abbas, âyette geçen ve "Allahtan korkarsa" diye tercüme edilen kelimesini "Alana ortak koşmaktan kaçınırsa" şeklinde izah itmiştir. [154]

 

77- Şüphesiz ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip carşılğında az bir değeri satın alanlar var ya, işte onların, âhirette nasibi yoktur. Allah, onlarlarla konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakma­yacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap var­dır.

Gerçek şu ki, kendilerine gönderilen kitapta, Muhammed ve onun getir­diklerine iman edeceklerine dair Allaha verdikleri sözü ve yalan yere yaptıkları yeminlerini, dünya malından az bir değere değişenler var ya, işte onların, âhirette cennet nimetlerinden hiçbir nasipleri yoktur. Allah onlara, kendilerini sevindirecek bir şey konuşmayacak, kıyamet gününde onlara merhamet nazarıy­la bakmayacak ve onları inkâr ve günah kirlerinden tem izlemeyecektir. Ayrıca onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Müfessirler, bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ve kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Ebu Rafı1, Kenane b. Ebul Hakik, Kâ'b x el-Eşref ve Huyey b. Ahtab hakkında nazil olmuştur.

b- Abdullah b. Mes'ud, Vâil b. Hucr ve Adiy b. Umeyr'e göre bu âyet-i kerime, Eş'as b. Kays ile onun hasmı olan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abduüah b. Mes'ud demiştir ki: Resullah şöyle buyurdu.

"Kim, bir Müslümanm herhangi bir malını ondan haksız yere almak için yalan yere yemin edecek olursa o kimse Allahın huzuruna çıktığında onun, ken­disine karşı gazaplı olduğunu görecektir. Abdullah b. Mes'udu dinleyen Eş'as b. Kays da şöyle demiştir: "Vallahi bu olay benim hakkında olmuştur. Şöyle ki "Benimle bir Yahudi arasında (ortak) bir arazi vardı. Yahudi, benim arazinin sa­hibi olduğumu inkâr etti. Ben onu Resulullaha şikâyet ettim. ResuluUah bana dedi ki: "Senin şahidin var mı?" Ben de "Hayır" dedim. Resulullah, Yahudiye dedi ki: "Yemin et." Ben de dedim ki: "Ey Allahın Resulü, böyle olursa Yahudi yemin etler ve benim malımı alıp götürür." İşte bunun üzerine Allah teala, "Şüp­hesiz ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir de­ğeri satın alanlar var ya..." âyetini indirdi[155]

Adiy b. Umeyre diyor ki:

"Kinde kabilesinde îmriül Kays b. Abis isimli adam ile Hadramutlu bir adam bir arazi hakkında Resulullahın huzurunda muhakeme oldular. ResuluUah dâva konusu yerin kendisine ait olduğnu iddia eden Hadramutluya, şahit getir­mesini söyledi. Fakat onun şahidi yoktu. Bunun üzerine ResuluUah, îmriül Kaysın yemin etmesine karar verdi. Hadramutlu adam dedi ki: "Ey Allanın Resulü, eğer sen buna yemin etme imkânı verecek olursan vallahi bu benim arazimi alır götürür." Bunun üzerin Resulullah, "Kim kardeşinin bir malım haksız olarak al­mak için yalan yere yemin edecek olursa, Alanın huzuruna çıktığında, onun, kendisine gazaplı olduğunu görecektir." buyurdu ve "Şüphesiz ki, Allaha ver­dikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini okudu. Bunun üzerine İmriül Kays dedi ki: "Ey Allanın Resu­lü, bu araziyi terkedip bırakana ne mükâfaat var?" Resulullah da: "Cennet var," diye cevap verdi. İmriül Kays da bunun üzerine "Şahit ol ben o arazinin tümünü ona bıraktım." dedi[156]

Ebu Vâlil diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud (r.a.) dedi ki:

"Kim, yalancı olduğu halde yemin eder de o yemini ile bir mal kazanacak olursa Allanın huzuruna çıktığında, onun kendisine gazaplı olduğunu görecek­tir. Allah teala, bu durumu beyan eden şu âyeti indirmiştir: "Şüphesiz ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satan alan­lar var ya..." Ebu Vâil sözlerine devamla diyor ki: Sonra Eş'as b. Kays çıkıp ya­nımıza geldi ve Abdullah b. Mes'udu kastederek dedi ki: "Ebu Abdurrahman sizinle ne konuşuyordu?" Dedim ki: "Biz onunla şunu konuşuyorduk: "Eş'as dedi ki: "Abdullah b. Mes'ud doğru söylemiş, vallahi bu âyet benim hakkımda indi­rildi. Şöyle ki, benimle bir kişi arasında bir kuyu hakkında ihtilaf vardı. Biz, meselemizi Resulullaha arzettik. Resulullah da buyurdu ki: "Ya sen şahit getire­ceksin ya da o yemin edecektir." Dedim ki: "Bu takdirde o, hiç önemsemez ye­min eder." Resulullah da bana dedi ki: "Kim yalan yere yemin eder de onunla bir mal kazanacak olursa o, Allanın huzuruna çıktığında Allanın kendisine ga­zaplı olacağını görecektir. Allah, bunu doğrulayarak şu âyeti indirmiştir." dedi ve sonra "Şüphesiz ki Allaha verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılı­ğında az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini okudu[157]

c- Âmir'e göre ise âyet-i kerimenin nüzul sebebi, malım satmak için ya­lan yere yemin eden bir adamın yeminidir.

Âmir diyor ki: "Bir adam malını satmak için sabahleyin pazara götürdü. Akşam olunca bir kişi gelip onunla pazarlık etmeye başladı. Adam da: "Sabah­leyin şöyle şöyle fıat verilmesine rağmen satmadığına, akşam olmasaydı, söyle­diği fiata satmayacağına dair yemin etti. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti indirdi. Mücahid, Katade, İmran b. Husayn ve Said b. el-Müseyyeb bu âyet-i kerimenin, yalan yere yemin eden kişiler hakkında nazil olduğunu söylemişler­dir.

Yalan yere yemin ederek başkasının malını haksız şekilde alan kişi için diğer bir hadisinde de Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır." Peygamber efendimiz bu sözlerini üç defa tekrarlamıştır. Bunun üzerine Ebu Zer: "Bunlar zarar etmiş, hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar ya Resulul­lah?" demiş. Resulullah da: "Bunlar, kibirinden dolayı elbisesini uzatan, yaptık­ları iyilikleri başa kakan ve yalan yere yemin ederek sattığı şeyi iyi gösterenlerclir[158] buyurmuştur. [159]

 

78- Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini kitaptan sunasınız diye kitSbı dilleriyle eğip bükerler ve "Bu, Ailah kalın­dadır." derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Allaha karşı yalan söylerler.

Yahudilerden bir topluluk, tahrif ettikleri şeyleri, Allanın kitabından sa~ nasmiz diye dilleriyle kitabı eğip bükerler. Halbuki uydurdukları bu şeyler, Al-Iahın kitabından değildir. Onlar: "Bu, Allah katmdandır. Bunu Peygamberlere indirdi." derler, Halbuki o, Allah katından değildir. Bir iftiradır. Onlar, dünya malından değersiz şeyleri isteyerek, bile bile kasıtlı bir şekilde Allaha karşı ya­lan söyleler.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Onlar, Allanın indirmediği şeyleri Allanın kitabına ilve ediyorl arlardı"[160]

 

79- Allanın, kendisine kitap, hüküm ve Peygamberlik verdiği kimse­nin, insanlara "Allahı bırakıp bana kullar olun." demesi yaraşmaz. Fakat onun insanlara "Kitabı öğretmeniz ve onu okumanız sayesinde rabbinize halis kullar olun." demesi yaraşır.

Hiçbir beşere yakışmaz ki, Allah ona kitap indirsin, ona hikmeti Öğretsin ve Peygamberlik versin de sonra o, kalkıp insanlara "Allahı bırakıp bana kullar olun." desin. İnsanları kendisine tapmaya çağırsın. AH ahin, kendisine bu üstün­lükleri verdiği kişiye yakışan odur ki, "Kur'anı insanlara öğretmeniz ve onu okumanız sayesinde ve bunun bir gereği olarak rabbinize karşı âlim, hikmet sa­hibi, takva sahibi, salih ve halis k ullarolun."desin.

Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunları söylemiştir: "Yahudi Hahamlanyla Necran Hristiyanları, Resulullahın huzurun­da bir araya geldikleri zaman, Resulullah onları müslüman olmaya davet etmiş, bunun üzerine Kureyza Yahudilerinden olan Ebu Rafi şöyle demiştir. "Ey Mu-hammed, Hristiyanların İsaya yaptıkları gibi, bizim de sana tapmamızı mı isti­yorsun?" Necran Hristi yani annd an "Revs" diye vasıflandırılan biri de "Ey Mu-hammed, sen bizden kendine tapmamızı mı istiyor ve bizi buna davet ediyor­sun?" demiştir. Bunun üzerine Resulullah: "Allanın dışında başka bir şeye iba­det etmemizden veya onun dışında başka bir şeye ibadet edilmesini emretme­mizden Allaha sığınırız. Allah beni ne böyle bir şeyle göndenııiş ne de bunu ba­na emretmiştir" buyunnuştur. İşte bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur.

İbn-i Cüreyce göre ise bu âyet-i Celilenin nüzul sebib şudur: Yahudiler­den bir kısım insanlar, Allanın, kendilerine gönderdiği Tevratı tahrif ederek Al­lahı bırakıp insanlara tapıyorlardı. İşte bu âyet-i Cehle onlara işaret etmektedir.

Âyet-i kerimede geçen ve "Halis kullar olun" diye tercüme edilen C İSÇ ) "Rabbaniyyin" kelimesi, Ebu Rezin tarafından "Hikmet sahipleri ve âlimler" diye izah edilmiş, Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Mücahid, Yahya b. Akiyl ve Dehhak tarafından, "Fakihler ve âlimler" diye izah edilmiş, Abdullah b. Abbas tarafından "Hikmet sahipleri ve fakihler" diye izah edilmiş, Said b. Cübeyr tarafından, "Hikmet sahipleri ve müttakiler" diye izah edilmiş, İbn-i Zeyd tarafından ise "İdareciler ve liderler" diye izah edilmiştir.

Taberi "Rabbaniyyin" kelimesi hakkında özetle şunları söylemiştir: "Rabbaniyyîn" kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı İse "İnsanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idare eden" de­mektir. Bu nedenle, alimler de, fakihler de, hikmet sahipleri de, müttakiler de, liderler de eğiticiler de, "Rabbaniyyîn" kelimesinin ihtiva ettiği mânâya girmek­tedirler. Çünkü bunlardan herbiri, kendi ihtisasları alanında insanları yetiştirir­ler, eğitirler işlerini düzeltirler, sevk ve idare ederler. [161]

 

80- Si/c, melekleri ve Peygamberleri rabîcr edinmenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz, müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?

Allahın kendisine kitap, hikmet ve Peygamberlik verdiği bir insanın, me­leklere ve Peygamberlere ibadet ederek onları rabler ve ilahlar edinmenizi em­retmesi de yaraşmaz. Hiç, siz Müslüman olup Alîaha itaat ve Resulullaha boyun eğmenizden sonra, Peygamberiniz sizlere, Allahın birliğini inkâr etmeyi emre­der mi?

Bu âyet-i kerime de daha Önce izah edildiği gibi Yahudi ve Hristiyan-lardan bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar Hz. Muhammed (s.a.v.) e "Ey Mu-hammed, Hristjy ani arın İsaya taptıkları gibi bizim de sana tapmanızı mı istiyor­sun?" demişler, Resulullah da onlara "Allahtan başka herhangi bir şeye tapmak­tan veya ibadet edilmesini emretmekten Allaha sığınırım." demiştir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. [162]

 

81- Bir zaman Allah, Peygamberlerden ahit almıştı: Ne zaman size bir kitap ve hikmet verirsem ve sonra size bir Peygamber gelip o yanınızda bulunanı tasdik ederse, ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz, ikrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?" demiş onlar da: "İkrar ettik." demişler Allah da "Şahit olun. Ben de sizlerle beraber şahitlerindc-nim" demişti.

Ey ehl-i kitap, hatırlayın bir zaman Allah, Peygamberlerden kuvvetli bir ahit almış ve "Ey Peygamberler, sizlere ne zaman kitap ve hikmet verirsem sonra da tarafımdan, sizin yanınızda bulunanı tasdik eden bir Peygamber gelirse ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz. İkrar edip buna dair ahdimi üzerini­ze aldınız mı?" demiş onlar da "İkrar ettik." demişler Allah da "Ey Peygamber­ler, siz bu ahde şahit olun Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim." demiş­ti.

Allah teala, Hz. Âdemden itibaren. İnsanlığı hak yola iletmek için çeşit­li peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler bazan tek kişi bazan da aynı za­manda birden fazla sayıda bulunmuşlardır.

Âyet-i kerime, Peygamberlerin, aynı dâvayı tebliğ etmeleri sebebiyle bir­birlerine iman etmelerini ve birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğini beyan et­mekte ve bu hususta Allah tealanın onlardan söz aldığım, onların da bunu kabul ettiklerini bildirmektedir.

Bütün Peygamberlerin birbirlerine iman edip birbirlerini destekledikleri hakle. Hz. Musanm ümmetinden olan Yahudilere Hz. İsanin ümmetinden olan Hristiyanlara ne oluyor da kendi Peygamberlerinin iman ettiği Hz. Muhammede iman etmiyor ve onu desteklemiyorlar? Onlar, bu davranışlarıyla kendi dinleri­ne de ters düşüyorlar.

Âyet-i kerimede, Allah tealanın, Peygamberlerden, birbirlerine iman et­melerine ve birbirlerine yardımcı olmalarına dair ahit aldığı zikredilmektedir. Bu arada, kendilerinden ahit alınanların, Peygamberler olduğu zikrediliyorsa da müfessirler, kendilerinden ahit alınan bu kişilerden maksadın, aslında kimler ol­duğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Mücahİd ve Rebi' b. Enese göre, burada kendileriden ahit alındığı be­yan edilenlerden maksat, Peygamberler değil, kendilerine Peygamber gönderi­len ehl-i kitaptır. Zira, âyetin devamında "Gönderilecek olan Peygambere mut­laka iman edecek ve yardımda bulunacaksınız." buyrulmaktadır. Peygamberle­rin, kendilerinden sonra gelen Peygamberlere iman ettikleri muhakkaktır. Bu se­beple onlara böyle bir emrin verilmesine gerek yoktur. Aynca Peygamberler, kendilerinden sonra gelecek olan Peygambere yardım ecedek durumda değiler-Uir. Çünkü bizzat onların kendilerini yalanlayan kavimlerine karşı yardım edil­meye ihtiyaçları vardır. Onların başkalarına yardım etmeleri beklenemez. Bun­dan da anlaşılmaktadır ki, âyette iman etmeleri ve gönderilen Peygambere yar­dım etmeleri istenenlerden maksat, kendilerine kitap verilen ümmetlerdir. Nite­kim Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'bın bu âyetteki kıraatlan bu izahı des­teklemektedir.

b- Abdullah b. Abbas, Tavus, Ali b. Ebi Talib, Katade, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre ise burada kendilerinden söz alınanlar, âyette zikredildiği gibi üm­metler değil sadece Peygamberlerdir. Allah teala, Peygamberlerden birbirlerine iman etmelerine ve birbirlerini desteklemelerine dair söz almış, aynca, en son gönderilecek olan Hz. Muhammede de iman etmelerini ve onun Hak Peygamber olduğunu, ümmetlerine bildirerek yardım etmelerini emretmiştir.

c- İkrime veya Said b. Cübeyrin, Abdullah b. Abbastan naklettiklerine göre ise burada kendilerinden söz alınanlardan maksat, hem Peygamberler hem de ümmetleridir. Âyette sadece Peygamberler zikredilmiştir. Çünkü onlardan alınan ahit, ümmetlerinden de alınmış gibidir. Buna göre Allah teala hem gön­derdiği Peygamberlerden hem de Peygamberlerin ümmetlerinden, Peygamberle­rine iman etmelerine ve onları destekleyip yardım etmelerine dair söz almıştır. Bu nedenle bu Peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammede iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Ona karşı çıkmalan ve yalanlamaları, ahitlerini boz­maktır.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: Âyette kendi­lerinden ahit alındığı zikredilen insanlardan maksat, hem Peygamberler hem de onların ümmetleridir.

Allah teala, Peygamberlerinden birbirlerine iman etmelerine ye birbirleri­ne yardım etmelerine dair ahit almış, Peygamberler de ümmetlerinden bu ahdi aynen almışlardır. Böylece ümmetler de Peygamberlere iman edeceklerine ve onları destekleyeceklerine dair söz vermişlerdir. Âyette, Peygamberlerden ahit alındığı açıkça zikredil d iğinden Peygamberlerden değil de ümmetlerinden ahit alınmıştır." demenin hiç bir anlamı yoktur. Aynca buna delil gösterilen Abdul­lah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'bm kiraatlanna dair kesin bir rivayet yoktur. Diğer yandan Peygamberlerden herhangi birinin, diğerine iman etmemesi düşünüle­meyeceğinden, "Peygamberlere böyle bir emir gönderilmemiştir." demek makul bir iddia değildir. [163]

 

82- Bundan sonra kim yüzçevirirse, işte onlar, fasıkların ta kendileri­dir.

Artık Allanın bütün Peygamberlerinden ve onların ümmetlerinden, Pey­gamberlere iman etmelerine ve onları desteklemelerine dair bir söz aldıktan sonra kim Peygamberlere iman etmekten ve onlara yardım etmekten yüzçevirir­se işte onlar, Allaha itaatten aynlan fâsıklann ta kendileridir. Zira onlar bu hal­leriyle bütün Peygamberlerin talimatına karşı çıkmış ve kendi arzularına uymuş olurlar.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu iki âyet, Allah tealanırı, belli şeyleri yapmalarına dair Peygamberlerinden ve onların ümmetlerinden ahit aldığına da­ir beyanda bulunuyorsa da, bunlar Resulullahm hicreti esnasında, Medinenin çevresinde bulunan Yahudilere, Hz. Muhammed geldiğinde ona iman edecekle­rine dair kendilerinde ahit alındığını bildirmektedirler. Zira onların ataları olan Yahudilerden ve o atalarına gönderilen Peygamberlerden böyle bir ahit alınmış­tır. Onlar da bu ahitle yükümlüdürler. [164]

 

83- Allahın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez ona teslim olmuştur. Ve yine ona döndürüle­cektir.

Allahın dininden başka bir din mi arıyor ve onu istiyorlar? Halbuki gök­lerde ve yerde ne varsa hepsi Allaha boyun eğmiş, onun ilahlığı önünde teslim olmuşlardır. Müminler isteyerek teslim olmuşlar kâfirler ise Allahın azabını gördükten sonra istemeyerek te olsa teslim olmuşlardır. Onlar, Öldükten sonra Allaha döndürülecekler, Allah, onların amellerinin karşılığını verecektir. İyilik edene iyiliğin, kötülük edene de kötülüğün karşılığı verilecektir.

Âyet-i kerimede "Göklerde ve yerde bulunanların isteyerek ve isteme­yerek Allaha boyun eğdikleri, ona teslim oldukları zikredilmektedir. İsteyerek boyun eğip teslim olanlardan maksat, Peygamberler, müminler ve melekleridir. İstemeyerek boyun eğenlerden maksat ise müfessirler tarafından çeşitli şekiller­de izah edilmiştir.

a- Mücahid ve Ebul Âliyeye göre bunlardan maksat, Allahın yaratıcılığını kabu edip bununla beraber, ibadette ona ortak koşan müşriklerdir. Bunlar, Alla­ha samimi bir şekilde kulluk etmedikleriden, istemeyerek ona boyun eğmişler­dir. Nitekim bu hususta başka bir âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır. "Ye­min olsun ki, eğer kâfirlere" Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan onlar mutlaka "Allah" derler. [165]

b- Abdullah b. Abbasa göre, istemeyerek boyun eğenlerden maksat, ken­dilerinden ahit alınırken istemeyerek ahit verenlerdir.

c- Mücahide göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kâfirlerin gölgelendir. Nitekim bu hususta başka bir âyette: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allaha secde ederler, gölgeleri de sabah akşam Allaha boyun eğer. [166] buyuru İm aktadır.

d- Cabir b. Âmire göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat diliyle inkâr ettiği halde kalbiyle İslamın hak olduğunu idrak edenlerdir.

e- Hasan-ı Basri ve Matarül Verrak'a göre ise, istemeyerek boyun eğen­lerden maksat, kılıç zoruyla Müslüman olduklarını söyleyenlerdir.

f- Katadeye göre ise istemeyerek teslim olanlardan maksat, Allanın aza­bını gözleriyle görerek ister istemez iman edenlerdir. Nitakim şu âyetlerde "Ey Muhammet!, de ki: Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım yeryüzü ve oradakiler ki­mindir?" "Allahındir" diyecekler. O halde hiç düşünmez misiniz?" de[167] "îs-railoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve ordusu onlara zulmetmek ve sadır-mak maksadıyla peşlerine düşmüşlerdi. Firavun, boğulacağı anda "îsrailoğuUa-nnın iman ettiğinden başka ilah olmadığına iman ettim. Ve ben müslümanarda-nini." dedi." "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Ve fesat çıkaranlardandın. [168]Duyurulmak suretiyle bu hususa işaret edilmektedir.

g- Abdullah b. Abbasa göre ise, bu âyette zikredilen, isteyerek boyun eğenlerden maksat, Allaha isteyerek ibadet edenlerdir. İstemeyerek boyun eğen­lerden maksat ise, Allaha istemeyerek ibadet edenlerdir. Nitekim şu âyette bu husus ifade edilmektedir. "Göklerde ve yerde olanlar ister istemez Allaha secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam Allaha boyun eğer. [169]

 

84- Ey Muhammed, de ki: Allaha, bize indirilene, İbrahime, İsmai-le, İshaka, Yakuba ve torunlara indirilene, rableri tarafından Musaya, İsa-ya ve bütün Peygamberlere verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayı­rım yapmayı?,. Biz, Allaha teslim olanlarız."

Ey Muhammed, Allahın dininden başka bir din arayan Yahudilere de ki:

"Biz, rabbimiz olan Allaha, bize indirilen kitap ve vahye, Allahın dostu İbrahi-me ve İbrahimin iki oğlu olan İsmail ve İshaka ve onun torunu olan Yakuba ve sonra gelen on iki toruna indirilenlere, Musaya verilen Tevrata, İsaya verilen İn-cile ve diğer Peygamberlere indirilenlere iman ettik. Biz, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, bunların bir kısmına iman edip diğerlerini yalanlayarak aralarında ayının yapmayız, hepsine iman ederiz. Biz, Allaha boyun eğen ve onun rabhğmt ikrar edenleriz.

Taberi, "Torunîar"dan maksadın Hz. Yakubun, Yusufun kardeşleri olan on iki oğlu olduğunu söylemiştir.

Görülüyor ki İslamiyet, Allah tarafından gönderilmiş olan bütün diğer ilahi kitap ve Peygamberleri tasdik etmektedir. Hatta onları kabul etmeyi, iman esaslarından saymıştır. Bu, İslamın yüceliğine büyük bir delildir.

Halbuki Yahudi ve Hristiyanlar gibi ehl-i kitap olan kimseler, İslamiyet ve onun Peygamberini kabul etmezler. Bunlar birbirlerinin dinini de kabul et­mezler. Bu halleriyle ne kadar büyük bir sapıklık içinde bulundukları apaçık or­tadır. [170]

 

85- Kim, İslamda başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edil­meyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

Kim İslamdan başka bir din ararsa Allah onun aradığı o dini asla kabul etmeyecektir. Ayrıca o kişi âhirette Allahın rahmetini kaybedip hüsrana düşen­lerden olacaktır.

Âyet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, îslamm dışındaki Yahudilik ve Hris-tiyanhk gibi bütün dinlerin hükmü kaldırılmıştır. Bundan sonra kıyamete kadar bütün insanlann tek dînî İslamdır. Ondan başka din arayan kimse sapıklık için­dedir.

İkrime, bu âyetin izahında şunları söylemiştir: İslamın dışındaki bir dini, din kabul eden kimsenin bu dininin kabul edilemeyeceği beyan edilince butun din sahipleri "Müslüman biziz" demişlerdir. Bunun üzerine Allah teala, Müslü­manların Hac yapmalarını emrederek "Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir. [171] âyetini indirrniş, böylece Müslümanlığın dışındaki dinlere mensup olanlar Hac yapmamışlar ve Müslüman olmadıkları ortaya çıkmış ve böylece iddiaları çürümüştür.

Abdullah b. Abbas ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Allah teala önce "Şüphesiz ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabitlerden Allaha, ve âhiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyecekler de. [172] âyet-i kerimesini indirmiş bundan sonra da "Kim İslamdan başka din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." ayeti kerimesini indirmiş böylece, İslamdan başka herhangi bir dinin hak dini sayılmayacağı beyan edilmiştir.. [173]

 

86- İman edip Peygamberlerin hak olduğuna şahitlik ettikten ve ken­dilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir kavmi, Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.

Muhammedin Peygamberliğine iman edip onun hak Peygamber olduğu­nu tasdik ettikten ve Peygamberin doğru olduğunu ortaya koyan açık deliller geldikten sonra, onun Peygamberliğini yalanlayan bir topluluğu Allah naşı! doğru yola iletir? Allah, inkârı imana tercih eden zalim bir topluluğu hidayete erdirmez.

Müfessirler bu âyet-i kerimede zikredilen ve "İman ettikten sonra kâfir 'olan ve bu sebeple Allanın hidayetine erişemeyecek olanlar"dan kimlerin kaste­dildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas İkrime, Mücahid ve Süddiden nakledilen bir görüşe göre, bu âyet-i kerime, Haris b. Süveyd el-Ensari isimli kişi hakkında nazil ol­muştur. Bu kişi Müslüman olduktan sonra, dinden çıkmış, müşriklere katılmış sonra da pişman olup ve kavmine, Resulullaha gidip tekrar İslama dönmek iste­diğini söylemelerini bildirmiş kavmi de bunu Resulullaha arzetmişler işte bunun üzerine tekrar Haris hakkında daha sonra gelen "Ancak bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. [174] âyet-i kerimesi nazil olmuş kavmi de durumu ona bildirmiş o datekrar Müslüman olmuştur.

b- İkâmeden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ebu Âmir er-Rahib, Haris b. Süveyd ve bunlar gibi on iki kişi hakkında nazil olmuş­tur. Bunlar İslam dininden çıkıp Kureyş müşriklerine katılmışlar daha sonra ise ailelerine mektup yazarak tevbe edip tekrar İslama dönmelerinin mümkün olup omayacağnı sormuşlar bunun üzerine bunlar hakkında bu surenin seksen doku­zuncu âyeti nazil olmuş ve tekrar İslama girebileceklerini beyan etmiştir.

c- Abdullah b Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir görüşe gö­re buradaki İslama girip tekrar çıkanlardan maksat, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Çünkü bunlar, kendilerine gelen Tevrat ve İncilde, Hz. Muham­medin sıfatlanın bularak, gelmeden önce ona iman etmişler fakat Hz. Muham-mede Peygamberlik geldikten sonra da onu inkâr etmişlerdir.

Taberi diyor ki: "Ayet-i kerimenin zahiri, bu son görüşe daha uygundur. Ancak birinci görüşte olanların sayısı daha fazla ve Kur'ana ait bilgileri daha güçlüdür. Bu itibarla bu âyet-i kerimenin, Haris b. Süveyd gibi, önce Müslüman olup daha sonra dinden çıkan kişiler hakkında inmiş olması mümkündür. An­cak, âyetin genel ifadesi, bu gibi duruma düşen herr insanı kapsadığından Resu-lullah gelmeden ona iman eden, geldikten sonra da onu inkâra kalkışan ehl-i ki­tabın da bu âyetin muhteviyatına girdiğini söylemek uygundur. [175]

 

87- Bunların cezası, Allanın, meleklerin ve bütün insanların laneti­nin, üzerlerine olmasıdır.

Bunların yaptıklarının cezası, Allanın, meleklerin ve bütün insanların la­netinin, onların üzerlerine olması ve AH ahin rahmetinden kovulmalarıdır.

Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, dinden çıkan mürtedler, dünyada da âhirette de lanete maruzdurlar. Çünkü bunlar, İslamın yüceliğini gördükleri ve onu iyice bildikleri halde inkâr etmiş ve dinden çıkmışlardır. Bu sebeple onların cezaları daha şiddetlidir. [176]

 

88- O lanet içinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlardan azap hafifle-tilmeyeccktir. Onlara mühet de verilmeyecektir.

Onlar, AUahın azabı içinde ebedi olarak kalacaklardır. O azap onlardan hafıfletilmeyecektir. Onlara, özür dilemek veya tevbe etmek için bir mühlet de verilmeyecektir. [177]

 

89- Ancak, bundan sonra tcvbc edip kendilerini düzeltenler müstes­nadır. Çünkü Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Günâh işledikten veya îslamdan çıktıktan sora tevbe eden ve amellerini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz ki Allah, günahları çokça affeden ve çok merhamet edendir.

Allanın rahmeti çok geniştir. En büyük suçlardan olan dinden dönme suçunu işleyin kimse dahi tevbe ettikten sonra onun tevbesi kabul edilir. Yeter ki tevbe ihlas ve sam imi yetiyle yapılsın. [178]

 

90- Şüphesiz ki iman ettikten sonra inkâr eden sonra da inkârda ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.

Şüphesiz ki Muhammede iman ettikten sonra onu inkâr eden, sonra da Allaha isyanları artırarak inkârda ileri gidenlerin, kâfirlikten dönüp iman etme­dikçe tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Hak yoldan sapanlar işte bunlardır.

Bu âyet-i kerimeyi müfessirler çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

Katade, Hasan-ı Basri ve Ata el-Horasani, burada zikredilen kimselerden maksadın Yahudiler olduğunu söylemişlerdir. Zira bunlar önce Hz. Musaya iman etmişler sonra Hz. İsayı inkâr ederek kafir olmuşlar, daha sonra da Hz. Muhammedi inkâr ederek inkârlarında iyice ileri gitmişlerdir. Bunlar, ölüm sar­hoşluğundan önce hakka boyun eğip tevbe etmeyeceklerinden, Ölüm anındaki tevbelerinin de kendilerine fayda vermeyeceğindendir ki âyet-i kerime , tevbele-rinin kabul edilmeyeceğini beyan etmiştir. Nitekim diğer bir âyet-i kerimede "Günah işleyip te kendisine ölüm gelince "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul olunmaz. İşte bunlar için can yakıcı bir azap ha­zırladık. [179] bu yurul maktadır.

Ren" ve Ebu Âliyeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredi­lenler, daha önceki Peygamberlere iman ettikleri halde Hz. Muhammedi inkâr eden, sonra da günahlarım artıran kimselerdir. Bunlar inkârlarına devam ettikle­ri müddetçe günahlarından tevbe etmeleri kabul edilmeyecektir.

İkrime ve İbn-i Cüreycden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zik­redilenlerden maksat, Peygamberlerine önce iman ettikten sonra kâfir olan ve kâfirliklerine devam ederek te inkârlarım arttıran kimselerdir. Bunların, kâfir olarak ölmeleri halinde daha önceki iman etmeleri ve o hallerindeyken yapmış oldukları tevbeleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onlar, sonunda kâfir olmuşlar ve inkâr üzere ölmüşlerdir.

Süddiye göre ise âyette zikredilenlerden maksat, iman ettikten sonra kâfir olan, daha sonra da inkârlarına devam edip o inkâr üzere ölerek inkârlarını artı­ran kimselerdir. İşte bunların ölüm anındaki tevbeleri kabul edilmeyecektir.

Taberi bu âyetin izahında, tercih edilen görüşün şöyle olduğunu söyle­miştir. "Âyet-i kerime, Hz. Muhammed (s.a.v.) in sıfatlarını Tevratta buldukları için o gönderilmeden önce ona iman eden, gönderildikten sonra da onu inkâr eden ve bu inkârlarında devam ederlerken bir kısım günahlar işleyen Yahudileri beyan etmektedir. Bunların, inkârları halinde işledikleri günahlarından dolayı yaptıkları tevbeler kabul edilmeyecektir. Ta ki Hz. Muhammedi inkârlarından vaz geçip tevbe etsinler.

Taberi (levamla diyor ki: Bizim, bu âyette zikredilen insanlardan maksa­dın, Yahudiler olduğunu söylememimizin nedeni, bundan önceki ve sonraki âyetlerin Yahudileri zikretmesindendir. Âyetleri, kendisinden Önceki ve sonraki âyetlerin kapsadığı mânâlarla yorumlamak daha evladır. Bizim burada zikredi­len "İnkârlarını artırırlar" ifadesini "İnkâr halindeyken günah işlerler" şeklinde izah etmemizin sebebi de kâfirlerin, kâfirlik halinde yaptıkları tevbelerinin ka­bul edilmemesidir. Zira, iman etmedikçe kâfirin tevbesinin kabul edilmeyeceği beyan edilmiş, buna mukabil iman ettiği takdirde, herkesin tevbesinin kabul edi­leceği, Allah teala tarafından vaad edilmiş ve buyurulmuştur ki: "Kullarının tev-besini kabul eden, günahlarını affeden ve yaptıklarını bilen o'dur." [180]

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşler içerisinde, ecelleri geldi­ğinde inkârından tevbe edenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir." diyen görüşü niçin redUetiniz?" denilecek olursa, cevaben deriz ki: "Bunu reddetmemizin se­bebi şudur: Evvela, kulun tevbesi hayatta iken sözkonusudur. Öldükten sonra artık tevbe diye bir şey sözkonusu değildir. İkinci olarak, kulun ruhu bedende olduğu müddetçe tevbesinin kabul edileceği Allah teala tarafından vaadedilmiş ve bu hususta da görüşlerine itibar edilen âlimler icrna etmişlerdir. Öyle ki bir kâfir göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman kalması anında tevbe edecek olsa ona müslüman muamelesi yapılır. Mesela, cenaze namazı kılınır. Mirasında İs-lami hükümler uygulanır. Bu sebeple Ölüm anında inkarcının inkârından vazge­çerek tevbe etmesinin kabul edilmeyeceğini söyleyen görüş dayanaksızdır. Yine bu görüşler içerisinde, bu âyet-i kerimeden maksat, "Kâfir iken iman edip tevbe eden sonra da tekrar kâfir olup inkâr üzere ölenlerin, önceki iman ve tevbeleri-nin kabul edilmeyeceği bildirilmek istenmesidir." diyen görüş te isabetli değil­dir. Zira, âyet-i kerimede zikredilen insanların, önce kâfir sonra mümin sonra da kâfir oldukları zikredilmemekte sadece Önce mümin oldukları halde sonra inkâra düştükleri beyan edilmektedir. Bu nedenle Önce inkâr ve isyanlarından tevbe etmeleri bahse konu edilmediğinden âyette, kabul edilmediği beyan edilen tevbelerden maksadın o önceki tevbeler olduğu söylenebilsin. Bütün bu neden­lerle âyet-i Kerimenin izahı bizim zikrettiğimiz şekliyle daha isabetli bir izahtır. [181]

 

91- Şüphesiz inkar edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzü­nü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

Doğrusu Muhammedin Peygamberliğini ve onun getirdiği dini inkâr edip bu inkârları üzere ölen Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibi kâfirler affedilmeleri için, yeryüzü doluşunca altını fidye olarak verseler dahi, bunların hiçbirisinden, bu verdikleri kabul edilmeyecektir. İşte bunlar için can yakıcı bir azap vardır ve bunların, kendilerini Allahin azabından kurtaracak bir yardımcı ve dostları da yoktur.

Bu hususta Enes, b. Mâlik, Resulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu ri­vayet ediyor:

"Kıyamet gününde kâfir getirilecek ve ona "Şayet senin yeryüzü dolusu altının olsaydı onu fidye olarak verir miydin?" denilecek o da: "Evet" diyecek­tir. Bu defa ona "Senden, bu söylediğinden daha kolayı istenmişti." Denilecektir. [182]

 

92- Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişe­mezsiniz. Ne harcarsanız, Allah onu mutlaka bilir.

Ey müminler, sevdiğiniz ve arzuladığınız şeyleri Allah yolunda harcama-dıkça takvaya ve cennete asla ulaşamazsınız. Allah yolunda harcadığınız her şe­yi şüphesiz ki Allah çok iyi bilir. Allah, o yaptığınız şeylerin karşılığını size ve­recektir.

Âyette zikredilen ve "İyilik" diye tercüme edilen kelime­sinden maksat, Allanın, kullarına yapacağı iyiliktir. Bu nedenle Âmir b. Mey-mun ve Süddi gibi âlimler buradaki kelimesini "Cennet" diye tercü­me etmişlerdir. Zira, Allanın, kullarına yapacağı en büyük iyilik, onlan cehen­nemden kurtarıp cennetine koymasıdır.

Sahabe-i Kiram bu âyet-i kerimeyi duyunca mallarının en değerlilerini Allah yolunda harcamışlardır. Bu hususta Mücahid diyor ki: "Ömer b. el-Hatab, Ebu Musa el-Eş'afklen, Medain şehri fethedildikten sonra oradan getirilen cari­yelerden, kendisi için bir cariye satın almasını istedi. Cariye gelince Hz. Ömer: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyetini okudu ve Cariyeyi âzâd etti. Mücahid diyor ki: "Bu âyet-i kerime şu iki âyet gibidir." O samimi müminler, adaklarını yerine getirirler. Şeni yaygın olan bir günden korkarlar[183]Daha önce Medineyi yurt edinip imanı kalblerine yerleştirenler, hicret edip kendilerine gelen müminleri severler. Onlara verilen ganimet mal I arından dolayı içleride hiçbir çekemezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. [184]

Enes b. Malik diyor ki:

"Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişemezsi­niz." âyet inince yahut da: "O kimdir ki Allah için güzel bir ödünç takdime etsin de AÜah da ona karşılığını kat kat versin. [185] âyeti inince, bir bahçesi bulunan Ebu Talha dedi ki: "Ey Allanın Resulü, benim bahçem Allah içindir. Şayet ben bunu gizli olarak tasadduk edebilseydim açıkça söylemezdim." Resulullah da buyurdu ki: "Sen o bahçeyi akrabalarına ver. [186]

Diğer bir rivayette Enes b. Mâlik şöyle demiştir:

"Sevdiğiniz şeylerden Allah için hannadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz, "âyeti inince Ebu Talha dedi ki: "Ey Allanın Resulü, Allah buyuruyor ki: "Sev­diğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." Benim en sevgili malım Beyruha bahçesidir. Bunu Allah için tasadduk ettim. Ben bu bah­çeden, Allah katında iyiliğe erişmeyi ve sevabının birikmesini ümit ediyorum. Ey Allahın Resulü, sen bu bahçeyi, Allahın sana gösterdiği yere tahsis et." Bu­nun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Ne güzel, bu gelip geçici bir maldır. Ne söylediğini işittim. Benim kanaatim şu ki sen bu bahçeyi akrabalarına ver." Enes diyor ki: Ebu Talha dedi ki: "Ey Allahın Resulü, söylediğini yapayım." Sonra Ebu Talha o bahçeyi akrabaları ve amca oğullan arasında taksim etti. [187]

Meymune b. Mihran diyor ki: "Bir adam Ebu Zer'e "Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sordu. Ebu Zer de: "İslamın direği olan namazdır. Cihad ise amellerin zirvesidir. Sadaka da çok acaip bir şeydir, (fazilet çoktur)" dedi. Adam: "Ey Ebu Zer, benim en güvendiğim amelimi zikretmedin." dedi. Ebu Zer de dedi ki: "O da nedir?" Adam: "Oruçtur." dedi. Ebu Zer: "Bu bir, Allaha yak­laşma vasıtasıdır. Faka amellerin üstün olanlarından değildir." Sonra "Sevdiği­niz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyetini oku­du.

Amr b. Dinar diyor ki: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça as­la iyiliğe erişemezsiniz." âyeti inince Zeyd b. Harise "Sel" diye adlandırılan atı­nı alıp Resulullaha getirdi ve "Ey Allahın Resulü, sen bunu sadaka olarak ver." dedi. Resulullah, atı alıp Zeydin kendi oğlu Üsameye verdi. Bunun üzerine Zeyd "Ey Allahın Resulü, ben bunu sadaka vermenizi istediydim." dedi. Resu­lullah da: "Sadakan kabul edilmiştir." buyurdu. [188]

 

93- Tevrat inmezden evvel Yakubun kendi nefsine haram kıldığın­dan başka bütün yiyicekler, İsrailoğullarına helal idi. Ey Muhammed de ki: Eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun,"

Yakubun neslinden meydana gelen İsrailoğullarına, Musaya Tevrat gel­meden öene, Yakubun bizzat kendisine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler helal idi. De ki: "Ey Yahudi topluluğu, eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun ki yalancı olduğunuz orltaya çıksın.

Müfessirler, bu âyet-i kerimede "İsrail" diye isimlendirilen Hz. Yaku­bun, Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin, Tevrat tarafından da haram kılınıp kıhnmadiğı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddiye göre Hz. Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi, Tevrat inince de İsraioğullanna haram kılmıştır. Şöyle ki "Hz. Yakup ge­celeri "İrkunnisa" diye adlandırılan sinir (siyatik) hastalığından rahatsızlanıyor, gündüzleri ise iyileşiyordu. Bunun üzerine hastalığında iyileştiği takdirde etle­rin içindeki damarları yemeyeceğine dair Allaha yemin etti. Allah da Tevratta, damarları İsrailoğullanna haram kıldı.

Dehhaka göre ise Hz. Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi Tevrat gelince İsraioğullarına haram kılmıştır. Fakat, İsraioğullan, atalan Hz. Yakuba tabi olarak onun haram kıldığını kendilerine haram kılmışlar sonra da bunun, Allah tarafından kendilerine haram kılındığını iddia etmişlerdir. Âyet-i kerime, onların bu iddialarını yalanlamaktadır.

Abdullah b. Abbasa göre ise, Hz. Yakubun kendisine haram kıldığı şey, tevrat gelince Allah teaia tarafından İsrailoğullanna haram kılınmamış ancak Hz. Yakup, kendisine haram kıldığı şeyi, kendi soyundan gelenler için de haram kılmıştır. Bu sebeple Yahudiler, atalan Yakubun emrine uyarak onun haram kıl­dığı şeyleri yemez olmuşlardır.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu görüşün, Abdullah b. Abbasın ya­nında, Katade tarafından da nakledildiğini söylemiştir. Buna göre, Tevrat inince Hz. Yakup, kendisine haram kıldığı herhangi bir şeyi İsrailoğullanna helal veya haram kılmamış. Ancak Hz. Yakup bazı şeyleri kendisine haram kaldığı gibi evlatlarına da haram kılmıştır. Soyundan gelen evlatlan, babalarının bu yasağı­na uymuşlardır.

Müfessirler Hz. Yakubun Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişirdir.

a- Abdullah b. Abbas, Ebu Miclez, Katade ve Mücahitten nakledilen bir görüşe göre Hz. Yakubun kendisine haram kıldığı şey, etlerin içinde bulunan damarlardır. Şöyle ki, Hz. Yakup siyatik hastalığına yakalandığında, eğer Allah kendisini bu hastalıktan iyileştirecek olursa hiçbir damar yemeyeceğine dair Al-laha yemin ederek adakta bulunmuş ve böylece damar yemeyi kendisine haram kılmıştır.

b- Abdullah b. Kesir, Ata b. Ebi Rebah, Hasan-ı Basri ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyler, deve etleri ve sütleridir. O, yaklandığı siyatik hastalığın­dan şifa bulduğu takdirde kendisi için en sevimli olan deve eti ve sütünü kendi­sine haram kılacağına dair adakta bulunmuş ve bunları kendisine haram kılmış­tır.

c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Hz. Yakup, hem damar yemeyi hem de deve etlerini yemeyi kendisine haram kılmıştır.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve buna dair şu hadis-i şerifleri zikret­miştir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

Yahudilerden bir topluluk Resulullaha geldiler ve ona: "Ey Ebul Kasım, sana soracağımız bir kısım özel sorularımızı cevaplandır. Bunların cevabını Peygamber olmayan bilemez." dediler. Sorularından biri de şu idi. "Tevrat in­meden önce Yakubun, kendisine haram kıldığı yiyecek nedir?" Resulullah şu cevabı verdi: "Musaya Tevratı indiren Allah hakkı için söyleyin, Yakup (a.s.) ağır bir şekilde hastalınıp ve hastalığı uzun süre devam edince, Allanın k endisi-ni bu hastalıktan kurtarması halinde, kendisi için en sevimli içeceği ve en se­vimli yiyeceği haram kılacağına dair Allaha adakta bulunmamış mıydı? Onun en sevdiği yemek deve eti en sevdiği içecek te deve sütü değil miydi? "Bunun üzerine Yahudiler, "Allah için doğru söyledin "dediler[189] Fakat soru ve ce­vaplan devam etti. Resulullaha Allahtan gelen meleğin Cebrail olduğunu öğre­nince

"Cebrail savaşma, çatışma emirlerini ve Allanın azap emirlerini getiren bir melektir. Bu, bizim düşmanımızdır. Eğer "Allahtan bana gelen melek rah­meti indiren, yağmuru yağdıran ve bitkileri bitiren Mikâildir." üeseydin sana uyardı rk." dediler ve yine iman etmediler[190]

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunlar zikredilmektedir:

a- Yahudiler "Dinler, birbirlerinin getirdiği hükümleri neshetmez" iddiası ile Hz. Muhammed (s.a.v.) in getirdiği İslam dinini kabul etmiyorlardı. Çünkü İslam dini, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa ait bir takım hükümleri neshediyordu.

Bu âyet-i Celile onlara cevap vererek, kendilerinde de nesih hadisesinin bulun­duğunu beyan etmektedir. Çünkü daha önce bütün İsrailoğullanna helal olan yemeklerin bir kısmını, Hz. Yakbun, kendisine haram kıldığım ve ondan sonra gelenlerin de ona uyduklannı beyan etmektedir.

b- Yahudiler: "İlahi dinlerin hükümlerinin birbirine uygun olması gerek­tiği iddiasıyla da İslarni kabul etmiyorlardı. Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.v.) e "Sen, İbrahimin dininde olduğunu iddia ediyorsun. Nasıl oluyor da İbrahimin yemediği deve etini yiyor ve içmediği deve sütünü içiyorsun?" diyorlardı. Bu âyet-i kerime nazil oldu ve onlara deve eti ve sütünün, îbrahime, İsmaile, İshaka ve Yakuba helal olduğunu, fakat Yakubun belli bir sebepten dolayı bu eti kendi­sine haram kıldığını, böylece bu âdetin, torunlarında da devam ettiğini beyan et­ti ve Yahudilere "Aksini iddia ediyorsanız Tevratı getirip okuyun." dedi.

c- "Yahudilerin, zulmetmetleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan alı­koymaları, yasakladıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle, daha önce kendilerine helal kılınan temiz şelyeleri onlara haram kıldık. [191] âyeti ve benzerleri nazil olunca Yahudiler bunlara kızmışlar ve kendilerine haram kılınan şeylerin, eskidenn beri haram olan şeyler olduğunu ve ilk defa kendilerine haram kılınmadığım iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymuş ve kendi kitapları olan Tevrata başvurularak gerçeğin ortaya çıkarılacağını be­yan etmiştir. [192]

 

94- Bundan sonra AHaha karşı kim yalan uydurursa işte onlar, za­limlerin ta kendileridir.

Artık Kur'an geldikten sonra kim hâlâ "Tevrattan sonra kitap ve Peygam­ber gelmeyecek" der de o Tevratın hükümlerini kabul eder ve Cumartesi günü­nü kutsal sayarsa işte o, AHaha karşı yalan uyduran zalimin ta kendisidir. Veya size Tevrat gelip siz de onun hükümlerini okuduktan sonra artık biz veya sizden kim, Allaha karşı yalan uydurur da Allanın, Tevratta, damarları, deve eti ve sü­tünü haram kıldığını iddia edecek olursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Şa'bi, bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. [193]

 

95- De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse hakka yönelen İbrahimin di­nine tabi olun. O, müşriklerden değildi.

Ey Muhammed, de ki: "Allah, bize bildirdiği haberlerde doğru söyledi. O halde sizler, Allanın seçtiği din üzere bulunduğunuz iddianızda samimi iseniz, tahrif edilmiş Yahudi ve Hristiyanhğa değil. Al lalım dostu olan İbrahimin, hak­ka yönelen Hariif didine tabi olun. İbrahim hiçbir zaman Yahudi ve Hristiyan müşriklerden değildi. Fakat o, Hanif didine mensuptu, müslümandı. ibadet ve itaati sadece rabbine yapardı. [194]

 

96- Şüphesiz ki İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Mekkcdc bu­lunan mübarek ve âlemler için bir hidayet kaynağı olandır.(Kâbedir.)

Şüphesiz ki yeryüzünde insanların, Allaha ibadet etmeleri için yapılan ilk mecsid, Mekkede bulunan mübarek Beytül Atik'tir. Yani Kabedir. Burası bütün yaratılanlar için bir hidayet kaynağıdır.

Müfessirler "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Hz. Ali, Hasan-ı Basri, Matar ve Said b. Cübeyr bu ifadeden maksatlın "İnsanların ibadet etmeleri için kurulan ilk ev olduğunu söylemişlerdir. Zira iba­det için kurulmayan evlerin, Kâbeden önce mevcut-oldukları bir gerçektir." Bu hususta Halid b. Ar'ara diyor ki: "Bir adam ayağa kalkıp Ali b. Ebu Talibe dedi ki: Sen Beytullahı bana anlatınınsın? O, yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" Ali de "Hayır, Nuh kavmi, Hud kavmi ne olacak? (onlar evsiz mi yaşadılar?) Kabe mübarek bir ev olarak ve hidayet rehberi olarak yapılan ilk evdir" (yani "Ka'be ibadet için) yapılan ilk ev'dir." demiştir.

b- Mücahid Abdullah b. Amr, Süddi ve Katadeye göre ise "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesinden maksat, Kfıbenin, yeryüzü ver edilme­den önce yaratıldığını beyan etmektir. Bu hususta Abdullah b. Amr'ın şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Allah, Kâbeyi yeryüzünden iki bin sene önce yaratmıştır. Allahın arşı suyun üzerinde iken Kabe beyaz bir köpük şeklinde ya­ratılmış ve bunun ardından, yeryüzü düzenli hale getirilmiştir."

c- Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesinden maksat, Kâbenin, üzerinde kurulduğu yerin, Allah tealanın yeryüzünde yarattığı ilk yer olmasıdır. Zira Kabe, Hz. Âdemle birlikte gökten indirilmiş, onun için tayin edilen yere konmuş ve Arşın etrafında tavaf edildiği gibi onun da etrafında tavaf edilmesi emredilmiştir. Orayı ilk tavaf eden Hz. Âdem olmuş, daha sonra da onun soyundan gelenler tavaf etmişlerdir. An­cak Nuh tufanı olunca, yeryüzü sakinlerine gelen felaketin Kâbeye dokunma­ması için Allah onu göklere kaldırmış, onu temizlemiş, Kabe gökte Beytül ma­mur olmuştur. Yani onu gök ehli tavaf etmeye devam etmiştir. Sonra Hz. İbra­him gelmiş, göğe kaldırılan Kâbenin temelleri üzerine bu günkü Kâbeyi yap­mıştır.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Kâbenin ibadet için yapılan ilk ev olduğunu söyleyen görüştür. Zira bu hususta Resulullah (s.a.v.) den sahih bir haber rivayet edilmiştir. Bu hususta Ebu Zer el-öifari diyor ki:

"Dedim ki" Ey Allahın Resulü, yeryüzünde yapılan ilk mescid hangisi­dir?" Resulullah buyurdu ki: "Mescid-i Haramdır." dedim ki: "Ondan sonra han­gisidir?" buyurdu ki: "Mescid-i Aksa'dır. Dedim ki: "Aralarında ne kadar zaman geçmiştir?" Buyurdu ki: "Kırk yıl. [195]

Âyet-i kerimede geçen ve "Mekke" diye tercüme edilen Bek-ke kelimesinin asıl mânâsı "Kalabalık" demektir. Kabe tavaf edilirken, orada çokça izdiham olduğu için mecazi anlamda Mekkenin kendisine "Kalabalık" denmiştir. Asıl mânâsı ise "Kalabalık yer" demektir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bekke, insanların kalabalık olduğu dendiğine göre ve kalabalık ta da tavaf ederken meydana geldiğine göre bu keli­meden maksat, sadece Kâbenin kendisi değil aynı zamanda Kâbenin çevresin­deki Mescid-i Haramdır. Mescid-i Haramın dışındaki yerler ise Bekke değil Mekkedir. Bu durum böyle olduğuna göre Bekke'den maksadın Mekke vadisi olduğunu, Mekkeden maksadın da Harem bölgesi olduğunu söyleyenin görüşü isabetsizdir. Nitekim Ebu Mâlik el-Gifari, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Zübeyr, Katade, Atiyye el-Avfı, Zühri, Ata, ve Damre b. Rabia'ya göre de Bekkeden maksat, Mescid-i Haramdır. Mekkeden maksat ise Mekke vadisidir. Bu hususta Katade de şunu söylemiştir. "Bekke, insanların ka­labalık oldukları yerin adıdır. İnsanlar, Mescid-i Haramda çokça kalabalık ol­duklarından, orada kadın ve erkeğin karışık olarak birbirlerinin önünde ve arka­sında namaz kılmaları caiz kılınmıştır. Dehhaka göre ise Bekke'den maksat, Mekkedir.

Âyet-i kerimede, Mescid-i Haram, "Mübarek" olarak sıfati andın Imıştır. Bunun sebebi, Mescid-i Haramda Kâbeyi tavaf etmenin, günahların affına sebep olmasıdır. [196]

 

97- Orada apaçık deliller vardır. İbrahimin makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbeyi haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir.

Orada Allahın kudretini gösteren ve İbrahimin eserlerini ortaya koyan apaçık alâmetler ve Hacerül Esved ile Hatim arasında. İbrahimin makamı vardır. Kim, sığınma isteyerek oraya girerse o, emniyet içinde olur. Oraya gitmeye gü­cü yeten herkese, Allah için Kâbeyi ziyaret edip Hac yapmak farzdır. Kim d Haccın farz olduğunu inkâr ederse, bilsin ki Allah o kimseye de, yaratıklarında herhangi bir kimseye de asla muhtaç değildir.

Bu âyet-i kerime, Haccın farz olduğunu bildirmektedir. Buna dair başk .âyetler de vardır. Haccm farziyetini ve eda edilişi şeklini belirten hadis-i şerifler ise pek çoktur. Hac, Müslümana ömründe bir kere farzdır.

Peygamber efendimizden bu hususta şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir. Hz. Ali diyor ki:

"Bu âyet nazil olunca: "Ey Allanın Resulü Hac yapmak her yıl mı gerek­lidir?" diye sordular. Resulullah cevap vermedi. Tekrar: "Her yıl mı gereklidir?" diye sordular. Resulullah cevap vermedi. Tekrar "Her yıl mı gereklidir?" diye sordular. Resulullah: "Hayır. Şayet "Evet" diyecek olsaydım her yıl farz olur­du." cevabını verdi. [197] Bu hadis-i şerifin benzerini, Nesei, Ebu Hureyre ve İbn-i Abbastan [198] İbn-i Mace İbn-i Abbastan, Hz. Aliden ve Enes b. Mâlikte[199] rivayet etmişlerdir.

Âyet-i kerimede "Orada apaçık deliller vardır." buyurulmaktadır. Müfes-sirler, apaçık delillerden neyin kastedildiği hususunda çeşitli izahlarda bulun­muşlardır.

Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre buradaki apaçık deliller­den maksat, Hz. İbra İlimin makamı, Meş'aril Haram ve benzeri yerlerdir.

Hasan-ı Basriye göre buradaki apaçık deliller'den maksat, Hz. İbrahimin makamı, bir de oraya girenlerin güven içinde olmalarıdır.

Süddiye göre ise, sadece Hz. İbrahimin makamıdır. Katade ve Mücahide göre de Hz. İbrahimin makamı, oradaki apaçık delillerden sadece bir tanesidir. Taberi de bu görüşü tercih etmiş diğer delillerden bazılarının da Hacerül Esved ve Hatim olduğunu söylemiştir.

Ayet-i kerimede "Kim oraya girerse emniyette olur." buyurulmaktadır. Katade, Hasan-ı Basri, Mücahid ve Ata, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah et­mişlerdir: Kim cahiliye döneminde bir suç işledikten sonra Mescid-i Harama gi­recek olur idiyse ona ceza uygulanmazdı. O kişi güven içinde olurdu. "Bu izaha göre âyet-i kerime, cahiliye döneminde hakim olan bir örfü beyan etmektedir. İslam geldikten sonra bu örf kaldırılmıştır. Bu itibarla her kim bir hırsızlık ya­par veya zina eder yahut haksız yere birisini öldürecek olursa, Kâbeye sığınması onu yakalayıp cezalandırmaya engel değildir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ubeyd b. Umeyr, Şa'bi, Ata b. Ebi

Rebah ve Süddiye göre ise "Kim Mescid-i Harama girerse emin olur." ifadesin­den maksat, "Şu anda insanlardan kim Mescİd-i Harama,girecek olursa o kimse güven içindedir." demektir. Bu görüşte olanlara göre bir insan cinayet işler de Kâbeye sığınacak olursa kendi iradesiyle dışarı çıkmadıkça ona ceza uygulan­maz. Ancak dışarı çıkmasını sağlamak için kendisine bir şey satılamaz ve kimse tarafından barındırılamaz. Bu hususta Mücahid diyor ki. "Abdullah b. Abbas dedi ki. "Bir adam birini öldürdüğünden veya hırsızlık yaptığından dolayı ceza­yı hak eder de Mescid-i Harama girecek olursa ona bir şey satılamaz ve o kimse banndınlamaz. Ta İd o, açlıktan kıvransın, mescitten çıksın ve kendisine ceza uygulansın." Ben de İbn-i Abbasa dedim ki. "Ben bu kanaatta değilim. Ben şu kanaatteyim. Böyle bir suç işleyen kimse yakalanmalı, dışan çıkarılıp kendisine ceza uygulanmalı. Zira o kişinin, suç işledikten sonra Mescid-i Harama girmesi onun ancak suçluluğunu artırır. Bu hususta Abdullah b. Ömer de: "Ben Mescid-İ Haramda babam Ömerin katilini görecek olsam onu oradan zorla çıkarmam." demiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Şa'bi bu durumdaki kişinin, Mescid-i Haramın içinde suç işlemiş olmasını istisna etmişlerdir. Eğer bir kişi Mescid-i Haramın içinde suç işleyecek olursa ona Mescid-i Haramın içinde, suçunun cezası verilir.

Yahya b. Ca'deye göre ise "Kim Mescid-i Harama girerse güven içinde olur." ifadesinden maksat, "Kim Mescid-i Harama girerse o, cehennem ateşin­den güven içinde olur." demektir.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve "Kim bir suç işler de Mescid-i Hara­ma girecek olursa güven içinde olur. Ta ki kendi iradesiyle oradan çıkıncaya ka­dar. Oradan çıktıktan sonra ise işlediği suçun cezası ona uygulanır. Ancak Mes­cid-i Haram içinde suç işleyecek olursa o suçunun cezası Mescid-i Haramın içinde dahi uygulanır." demiştir.

Âyet-i kerimde "Oraya gitmeye gücü yeten herkese Allah için kâbeyi Haccetmek fardır." buyrulmaktadir. Müfessirler, Hacca güç yetirmenin ne de­mek olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Ömer, Arar, b. Dinar, Abdullah b." Abbas, Atâ, Süddi, Said b.Cü-beyr, Hasan-ı Basri, Abdulla b. Ömer ve Hz. Aliye göre "Hacca gitmeye güç yetinnek"ten maksat, yol azığı ve bineğin bulunması d ır.Btınlara göre yol azığı­na ve Hacca gidecek bineğe sahibolan herkesin Hacca gitmesi farzdır. Zira bu hususta:

Abdullah b. Ömer bir adamın Resulullaha: "Hacca güç yetirmek ne de­mektir ya Resulullah?" diye sorduğunu, Resulullahın da "Yol azığı ve binektir. [200] buyurduğunu rivayet etmiştir.

Hz. AH de Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim kendi­sini Beytullaha ulaştıracak azığa ve bineğe sahibolur da buna rağmen Hac yap­mazsa artık o kimsenin Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesi farketmez. Zira Allah, kitabında "Oraya gitmeye gücü yeten herkese Allah için Kâbeyi Haccet­mek farzdır." buyurmuştur[201]

b-. Abdullah b, Zübeyr, Dehhak, Ata, Âmir eş-Şa'bi ve Hasan-i Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre "Hacca gitmeye güc yetirmek"ten maksat, "Oraya ulaşacak güce sahibolmaktir." Kişi yürümeyle de bu güce sahibolabilir, binekle de. Bazan da kişi, her ikisinin de bulunmasına rağmen, yol emniyeti ol­madığından Hacca gitme gücüne sahibolmayabilir. Kısaca, herhangi bir yolla Hacca gidebilen kimse, oraya gitmeye gücü yeten kimseder. O kişinin Hacca gitmesi farzdır.

c- îkrimeye göre "Hacca gitmeye güç yetirmek"ten maksat, kişinin sıh­hatli olmasıdır. Sıhhatli olan herkesin Haccetmesi gerekir.

d- İbn-i Zeyde göre "Hacca gitmeye güç yetinnek"ten maksat, nafaka, vücut salığı ve binek yönünden Hacca gidecek güç ve kuvvette olmaktır. Buna göre, bir kişinin Hacca gidecek kadar nafakası ve bineği olsa dahi vücudu sıh­hatli olmazsa onun Hacca gitmesi farz değildir. Keza vücudu sıhhatli olsa da na­faka bulamasa veya bineği olmasa yine onun Hacca gitmesi farz değildir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan, Abdullah b. Zübeyr, Atâ, ve arkadaşlarının zikrettikleri ikinci görüştür. Zira, âyet-i kerimede "Hac-cın yoluna güç yetinenler" ifadesi zikredilmiştir. Bu itibarla, Hacca gitmeye her­hangi bir yol bulan kimsenin Haccetmesi farzdır. Bu itibarla, bir kimsenin, kö-türüm olması veya acizliği yahut düşmanın engel olması veya yolda suyun az bulunması, azığın yetersizliği ve kişinin yürümekten acizliği gibi engeller bu­lunmadığı takdirde Hacca gidebilen herkes için Hac farzdır. Şayet bu zikredilen engellerden biri bulunacak olursa Hacca gitmeye bir yol bulamayacağı düşünüleceğinden, Haccetmesi farz değildir. Taberi sözlerine devamlı diyor ki "Bizim bu görüşü tercih edişimizin sebebi, Allah tealanın, Haccın farziyetini mutlak bir güç yetirmeye bağlamış olmasdır. Allah teala, güç yetirmeyi mutlak bir şekilde zikrettikten sonra, güç yetirmenin belli şeyler olduğunu söylemenin bir mânâsı yoktur. Bu hususta, güç yetinnenin azık ve binekten ibaret olduğunu, Resulul-lahtan nakleden haberlerin senetleri tartışılabilir olduğundan bu haberleri dini meselelerde delil kabul etmek isabetli değildir.

Âyet-i kerimenin sonunda "Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir." buyurulmaktadır. Âyette, inkâr edilen şeyin ne olduğu açık­lanmamaktadır. Bu sebeple müfessirler, bu hususta çeşitli görüşler zikretmişler­dir.

a- Abdullah b. Abbas, Dehhak, Ata, İmran el-Kattan, Hasan-ı Basri ve Mücahide göre burada zikredilen, inkâr edilecek şeyden maksat, Haccın farziye-tidir. Yani, kim, haccın farziyetini inkâr ederse bilsin ki, Allahın ona da, yapa­cağı Hacca da ihtiyacı yoktur. Zira Allahın, âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yok­tur.

b- Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre "İnkâr edilecek şey"den maksat, Haccın yapılması halinde sevap kazanılacağım, yapılmaması halinde ise günah işlenmiş olacağını ve cezalandırmayı inkar et­memektir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim, Haccettiğinde sevap kazanacağını, etmediğinde de cezalandırılacağını inkâr edecek olursa bilsin ki, Alanın âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." şeklindedir.

c- Mücahid, Dehhak, Âmir, Abdullah b. Ömer ve İkrimeden nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat, Aüahı ve âhiret gününü inkâr etmektir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim AUahı ve âhiret günün inkâr edecek olursa, bilsin ki, Allahın, âlemlerden hiçbir kimsenin ibadetine ih­tiyacı yoktur." elemektir. Bu hususta İkrime diyor ki: "Kim, İslamdan başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. [202] âyeti kerimesi nazil olun­ca diğer dinlerde olan insanlar, "Müslüman biziz" dediler. Bunun üzerine Allah teala "Oraya giüneye gücü yeyten herkese Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkar ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir." âyetini indirdi. Müminler Hac yaptılar.Kafirler ise Hacca gitmediler. Böylece "Müslüman biziz" iddiaları çürümüş oldu."

d- İbn-i Zeyde göre "İnkâr edilecek şey "den maksat, Kâbedeki apaçık de­lil sayılan Hz. İbrahimin makamıdır.

e- Ata b. Ebi Rebaha göre buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat Beytuilahtır.

f- Süddiye göre ise, bundan maksat, ölünceye kadar, Hac yapmamaktır. Buna göre âyetin mânâsı "Kim, hayatı boyunca Hac yapmaz da ölürse bilsin ki, Allahın, âlemlerden hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur." demektir.

Taberi bu görüşlerden tercihe şayan olan görüşün, birinci görüş olduğu­nu, buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksadın, Haccın farziyetini inkâr etmek olduğunu söylemiş, buna delil olarak ta "Kim inkâr ederse." ifadesinin, Haccm farz olduğunu belirten ifadenin ardından zikredilmesini göstermiştir. Ayrıca, zikredilen bu görüşlerin, lafızları birbirinden farkıl ise de ifade ettikleri mânâların birbirlerine yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Haccm farziyetini inkâr eden, onu eda etmenin sevabını ve etmemenin günahını da inkâr etmiş olur. Keza, Haccın farziyetini inkâr eden kimse dinden çıkmış olur. Artık bu ki­şinin Hacdaki alâmetleri delil kabul etmesi beklenemez. [203]

 

98- Ey Muhammet!, de ki: "Ey kitap ehli, Allahın âyetlerini niçin İnkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah, sizin yaptıklarınıza şahittir.

De ki: "Ey kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, Allahın, Mu-hammedin Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren delillerini niçin inkâr edi­yorsunuz? Halbuki Allah, yaptıklarınıza, Aîlahı ve Resulünü kasıtlı olarak inkâr etmenize, şahittir. [204]

 

99- De ki: "Ey kitap ehli, niçin iman edeni Allahın yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsu­nuz? Allah, Yaptıklarınızdan habersiz değildir.

De ki: "Ey kitap ehli, Allah ve Resulüne iman eden müminleri, Allahın doğru yolundan niçin saptırıyor ve o yola gitmelerine engel oluyorsunuz? Siz­ler, engellediğiniz o yolun doğru ve hak olduğuna şahit olduğunuz halde, onu eğri göstermeye, müslumanların ayağını kaydırmaya hidayetten çıkarıp dalalete düşürmeye çalışıyorsunuz. Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir. Böylelerin yaptığını cezasız bırakmayacaktır.

* Süddi diyor ki: Ehl-i kitaptan birine "Muhammedin Peygaberliğini Al­lah tarafından size gönderilen kitaplarda buluyor musunz?" diye sorulduğunda "hayır" derdi. Böylece kendi kitaplarında mevcut olan Hz. Muhammed (s.a.v.) in sıfatlarını saklamak suretiyle insanları ona iman etmekten ve ona tabi olmak­tan alıkoyuyorlardı.

Taberi diyor ki: "Bu ve bundan önceki âyet, Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olduktan sonra, onları cahiliye dönemindeki, gibi birbirlerine tekrar düşman olma durumuna çevirmek için bu iki kabileyi birbirine düşürmeye çalı­şan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Allah teala bu iki âyetle o Yahudiyi azarlamış, yaptığı şeyin çirkin bir iş olduğunu bildirmiş ve Resuluîlahın sahabi-lerini de bu gibi kışkırtmalarla ihtilafa düşmemeleri hususunda uyurmaştır. Ko­nuyla ilgili olarak, Zeyd b. Eşlem diyor ki: "Resuluîlahın, Evs ve Hazreç kabile­sine mensup sahabileri bir yerde oturmuş sohbet ediyorlardı. Onların yanından, inkarcılığı katmerli, müslümanlara karşı kin ve kıskançlık dolu, yaşı ilerlemiş, Şa's b. Kays adındaki bir Yahudi geçti. Müslümanların bir arada olmaları, bir­birleriyle kaynaşmaları ve aralarının İslam dini sayesinde düzelmiş olması bu kişiyi Öfkelendirdi. Zira Müslüman olmalarından önce bu iki kabile cahiliye dö­neminde birbirlerinin düşmanlarıydılar. Şa's b. Kays kendi kendine şöyle dedi: "Bu ülkede deve çobanlarının ileri gelenleri bir araya geldiler. Vallahi bunların ileri gelenleri burada bir araya geldikleri müddetçe bizim burada onlarla birlikte kalmamız imkânsızdır. "Sonra Şa's, kendisiyle birlikte bulunan bir Yahudi gen­cini, Müslümanların yanına gönderdi. O gence "Git yanlarına otur. Onlara, iki-kabilenin arasında geçen Buas harbini ve daha önceki savaşlarfhatırlat ve onla­rın bu savaş hakkında birbirlerine karşı söyledikleri şiirlerini oku." dedi. Genç Yahudi gidip söylenenleri yaptı. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlar tar­tışmaya başladılar. Birbirlerine karşı övünmeye giriştiler. Öyle ki iki kabileden birer kişi bineklerine bindiler. Bu kişiler, Evs kabilesinden Evs b. Kayzi, Hazreç kabilesinden Cebbar b. Sahr idiler. Bunlar, birbirleriyle ağız kavgası yaptılar. Sonra biri diğerine "Vallahi eğer isterseniz şu anda Buas savaşını başlatabilirz." dedi. Bunun üzerine iki grup ta birbirlerine karşı gazaplandı ve "Savaşarız" de­diler ve "Haydin silah başına, Medine meydanında buluşalım." diye bağırıştılar. Çıkıp oraya gittiler. İnsanlar birbirleriyle tartışıyorlardı. Cahiliye döneminde ol­duğu gibi Evslîler kendi gruplarına katılıp bir tarafta yığmak yaptalır. Hazreçli-ler de kendi gruplarına katılarak başka bir tarafta toplandılar. Mesele Resululla-ha duyuruldu. Bunun üzerine Resulullah, muhacirden olan sahabileriyle çıkıp onların yanına vardı ve onlara "Ey müslümanlar topluluğu, Ailahtan korkun, Al-lahtan. Ben sizin aranızda bulunduğum halde, cahiliye davetlerine mi uyuyorsu­nuz? Allahın sizi, İslama kavuşturmasından, Ulamla size ikramda bulunmasın­dan, İslam ile sizden cahiliye davranışlarını kaldırmasından, onunla sizi inkarcılıktan kurtarmasından ve İslam ile sizin aranızı kaynaştırmasından sonra da mı, daha önceki inkârınıza döneceksiniz?" dedi. Bunun üzerine taraflar, bu durumun, Şeytanın bir kışkırtması ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladı­lar. Ellerinden silahlarını atıp ağlamaya başladılar. Evs ve Hazreçliler birbirleri­nin boynuna sarıldılar. Sonra oradan ayni arak Resulullah ile birlikte itaat içinde dağılıp gittiler. Allah da, Allah düşmanı Şa's b. Kaysın tuzağını boşa çıkardı ve Şa's'ın hakkında bu iki âyeti indirdi. Evs kabilesinden olan Evs b. Kayzi ve Haz-reç kabilesinden olan Cebba b. Sahr ve bunlar gibi davranan kişiler hakkında da bu âyetlerden sonra gelen şu âyeti indirdi. [205]

 

100- Ey iman edenler, kendilerine kitap verilenlerin, bir kısmına uyarsanız İman etmenizden sonra sizi kâfirliğe çevirirler

Ey, Allaha ve Peygamberine iman eden müminler, kendilerine Tevrat ve İncil verilen kitap ehlinden bir kısmına uyarsanız onlar sizi, iman etmenizden sonra kâfirliğe döndürürler.

Allah teala, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiy ani ardan herhangi bir öğü­dün kabul edilmesini veya onlarla istişarede bulunmayı yasaklıyor. Çünkü on­lar, içlerinde kin, kıskançlık ve ihanet duygulan taşirlaar. [206]

 

101- Allanın âyetleri size okunup dururken ve aranızda da onun Pey­gamberi bulunurken, nasıl olur da inkâr edersiniz? Kim, AHahın dinine sımsıkı sarılırsa şüphesiz ki o, doğru yola iletilmiştir.

Sizler, Aüahın, Peygambere indirdiği âyetlerini okuyorken içinizde de si­ze doğru yolu gösteren ve sizleri zulüm ve sapıklıktan alıkoyan Peygamberi bu­lununken nasıl olur da, iman ettikten sonra kâfir olursunuz? İslamdan ayrılır mürted olursunuz? Acaba rabbinizin katında özürünüz ne olacaktır? Kim Alla­nın dinine ve onun itaatine sımsıkı sanlacak olursa şüphesiz ki o, doğru yol olan İslama ulaştırılmış olur.

Abdullah b. Abbas bu âyetin de, İslama girdikten sonra tekrar birbirle­riyle dövüşmeye ve savaşmaya girişmek isteyen Evs ve Hazreç kabileleri hak­kında nazil olduğunu söylemiştir. [207]

 

102- Ey iman edenler, Allahtan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün.

Ey iman edenler, Allaha itaat edip ona karşı gelmekten kaçınarak, daima onu hatırdan çıkannayarak ve verdiği nimetlere karşı şükredip nankörlük yap­mayarak Allahtan hakkıyla korkun ve ancak mü si umanlar olarak ölün.

Abdullah b. Mes'ud, Allahtan hakkıyla korkmanın, hiç isyan etmeden ona itaat etmekle, hiç unutmadan onu anmakla ve hiç nankörlük etmeden ona şükretmekle gerçekleşeceğini söylemiştir.

Abdullah b. Abbas ise, Allahtan hakkıyla konnanın, Allah yolunda hak­kıyla cihad etmekle, Allah uğrunda, kınayanın kınamasından korkmamakla, kendileri, babalan ve çocuklan aleyhine de olsa adaleti ayakta tutmakla gerçek­leşeceğini söylemiştir.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin, "Gücünüzün yettiği kadar Allahtan kor­kun. [208] âyetiyle neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas ve Tâvus'a göre bu âyet-i kerime muhkemdir. Mensuh değildir.

Katade, Reb' b. Enes, Süddi ve İbn-i Zeyde göre ise önce bu. âyet-i keri­me gelmiş, kullar, Allahtan hakkıyla komıakla yükümlü kılınmışlar ve bu onla­ra pek ağır gelmiştir. Daha sonra yaratıklarının acizliğini bilen Alah teala, lütfü ve rahmetiyle bu emri hafifletmiş ve "Allahtan gücünüzün yettiği kadar korkun" âyetini indinniştir. [209]

 

103- Hep birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düş­meyin. Allanın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düş­man idiniz, Allah, kalblcrinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun ni-mctiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz, Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki hidayete eresiniz.                                      '

Ey iman edenler, hep birlikte, Allahın size, sımsıkı sarılmayı emrettiği di-dine, kelamına yapışın. Allahın dini hususunda sakın ayrılığa düşmeyin. Ona itaatte birleşin ve kaynaşın. Allahın, üzerinizde olan lütfunu ve nimetini hatırla­yın. Bir zaman sizler, cahiliye döneminde, birbirinizi öldüren düşmanlardınız. Allah, İslam dini sayesinde kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun İslam dini nimetiyle samimi kardeşler oldunuz. Artık aranızda kin ve çekemez-lik kalmadı. Daha önce sizler, bir ateş çukurunun kenannda bulunuyordunuz. İman etmeniz suretiyle Allah sizi oradan kurtardı. Alan size ayetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulmuş olsanız ve hak yolundan sapmayınız.

Âyette zikredilen "Allahın ipi"nden maksat, Abdullah b. Mes'ud ve Şa'biye göre, İslam topluluğudur. Katade, Süddi, Mücahid, Ata, Abdullah b. Mes'ud ve Ebu Said el-Hudriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikre­dilen "Allahın ipi"nden maksat, Kur'an-i Kerim ve onda bulunan emirlerdir. Bu hususta Zeyd B. Erkanı, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

"Aziz ve Celil olan Allahın kitabı, onun gökten yeryüzüne doğru uzanan ipidir. Kim ona uyacak olursa doğru yolda olur. Kim de onu terkedecek olursa sapıklığa düşmüş olur. [210]

Ebu Âliye ve ibn-i Zeyde göre ise burada zikredilen "Allahın ipi"nden maksat, Allahı samimi bir şekilde birlemektir.

Âyet-i kerimede, Müminlere, ayrılığa düşmamaleri emredilmektedir. Bu hususta Katade şöyle demiştir: "Allah, sizlerin ayrılığa düşmenizi çirkin görmüş, sizi ondan sakındırmış ve size onu yasaklamıştır. Buna mukabil Allah si­zin dinleyip itaat etmenizi, birbirinizle kaynaşmanızı ve bir cemaat olmanızı is­temektedir. Sizler de gücünüz yettiği kadar kendiniz için» Allahın razı olduğu durumu seçin. Kuvvet ancak Altaha aittir.

Enes b. Mâlik te Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Şüphesiz ki İsraioğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Onların hepsi cehennem ateşinde olacak sadece bir fırkası olmayacaktır. O da cemaat halinde olan fırkadır. [211]

Âyet-i kerimede zikredilen "Allahın nimeti'nden maksat, İsi amin, mü-minleri kaynaştırması ve bir araya getirmesidir. Ayette zikredilen "Düşman-hk"tan maksat ise savaş düşmanlığıdır. Zira bu âyet-i kerime, müslüman olma­dan önce yüz yinm yıl birbirlerini yok edercesine savsan Evs ve Hazreç kabile­lerine işaret etmektedir. İslam gelince, birbirleriyle savaşan bu iki kabile İslama girip kardeş olmuşlar ve öteden beri süregelen savaşa son vermişlerdir.

Evs ve Hazreç kabilelerinin nasıl müslüman oldukları hakkında, özetle şunlar zikredilmektedir:

îbn-i İshak bu hususta şunları rivayet etmiştir: Evs kabilesinden olan Sü-veyd b. Samit, Hac veya umre yapmak için Mekkeye gelmişti. Süveyd sabırlı ve metanetli, şair, şerefli ve soylu bir kimse olduğu için kavmi ona "Mükemmel" mânâsına gelen "Kâmil" adını vermişti. Onun Mekkeye geldiğini duyan Resu-lullah onun Önüne çıktı, onu Allaha ve İslama davet etti. Bunun üzerine Süveyd: "Ey Muhammed, belki de sende bulunan şey bende bulunan gibidir." dedi. Re-sulullah ona, "Sende ne var?" diye sordu. O da "Bende Lokmanın sahifeleri (Yani ona verilen hikmetler) mevcuttur." dedi. Resulullah: "Onu bana gösterir-misin? dedi. Süveyd, sahifeleri Resulullaha gösterdi. Resulullah "Bu, güzel bir sözdür. Fakat bende bulunan bandan daha üstündür. O, Allahın bana gönderdiği Kur'andır. O, bir hidayet ve bir nurdur." dedi. Resulullah ona, Kur'andan âyetler okudu ve onu İslama davet etti. Süveyd İslama soğuk bakmadı ve "Şüphesiz bu güzel bir söz." dedi. Sonra ayrılıp gitti. Medinede kavminin yanına varınca çok zaman geçmeden, Hazreç kabilesinden olanlar onu öldürdüler. Süveydin kav­minden olan bir kısım insanlar, onun hakkında şöyle diyorlardı. "Bize göre Süveyd, müslüman olarak öldürüldü." Süveydin öldürülüşü, Evs ile Hazreç arasın­da geçen Buas harbinden önce idi. [212]

İbn-i İshak, Hazreçlilerin, Mekkeye gelip Resuîullah ile görüşmelerini ise şöyle izah etmiştir: Enes b. Rafı', Abdül Eşhel oğullarından, içlerinde İlyas b. Muazın da bulunduğu bazı gençlerle birlikte Mekkeye gelmişlerdi. Bunlar, ka­vimleri Hazreçin aleyhine, Kureyş kabilesiyle anlaşma yapmak istiyorlardı. Re-sulullah bunlann geldiği duyunca yanlanna vanp oturdu ve onlara "Siz, elde et­mek için geldiğiniz şeyden daha hayırlısını istermisiniz?" dedi. Onlar da: "O ne­dir?" diye sordular. Resuİullah: "Ben, Allanın peygamberiyim. O beni, kullarına gönderdi. Ben, kulları, yalnızca Allaha kulluk etmeye, her hangi bir şeyi ona or­tak koşmamaya davet ediyorum. Allah bana kitap indirdi." dedi. Resuİullah, sözlerine devam ederek onlara islamı anlattı ve Kur'andan âyetler okudu. Bunun üzerine yeni yetişen gençlerden, İl^as b. Muaz şunları söyledi. "Ey kavim, val­lahi davet edildiğiniz bu şeyler, elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlı­dır." Bunun üzerine Enes b. Rafi', Batha'nm topraklarından bir avuç alarak İlya-sın yüzüne serpti ve ona "Sen bu işlere karışma. Yemin olsun ki biz, bundan başka bir şey için geldik." dedi. Bunun üzerine İlyas sustu. Resuİullah kalkıp gitti. Medineliler de oradan ayrılarak Medineye döndüler. İşte bundan sonra Evs ile Hazreç kabileleri arasında Buas savaşı meydana geldi. Aradan çok zaman geçmeden İlyas b. Muaz öldü. Ölürken tehlil ve tekbir getirdiği, Aliaha hamde-dip teşbih ettiği nakledilmektedir. Onun Müslüman olarak ölmesinde kavmi şüphe etmemektedir. Evet, böylece İlyas, bulunduğu mecliste Resulullahtan duyduğu sözler sayesinde İslamı hissetmişti.

İbn-i İshak diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, dinini açığa çıkarmayı, Peygamberini Aziz kılmayı ve vaadini yerine getirmeyi dileyince Resuİullah Ensarla karşılaştığı dönemde Mekkede, dışardan gelen insanlara dini tebliğ et­meye başladı. Her mevsimde yaptığı gibi, Ensar ile görüştüğü mevsimde de Arap kabilelerini dine davet etti. O, Akabe mevkiinde bulunurken Hazreç kabi­lesinden, Allanın kedileri için hayır dilediği bir toplulukla karşılaştı. Resuİullah onlara "Sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da "Bizler Hazreç kabilesinden bir topluluğuz" dediler. Resuİullah "Sizler, Yahudilerle anlaşması bulunan kim-selerdenmisiniz?" diye sordu. Onlarda "Evet" dediler. Resuİullah, "Oturmazmı-sınız?, sizinle biraz konuşalım, "dedi." Onlar da: "Evet olur." dediler. Resuİul­lah ile birlikte oturdular. Resuİullah onlan, Aziz ve Celil olan Allaha davet etti. Onaîara İslamı teklif etti ve Kur'an okudu. Allah tealanın, onların İslama girme­leri için sebep kıldığı meselelerden biri de şuydu: Hazreçliler memleketlerinde Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Yahudiler, kitap ehli ve bilgi sahibiydiler. Hazreçliler ise Allaha ortak koşan ve putlara tapan kimselerdi. Bunlar memleketlerinde, Yahudilere galip durumdaydılar. Aralarında bir olay çıktığında Ya­hudiler onları tehdit ederek şöyle diyorlardı: "Şüphesiz ki pek yakında bir Pey­gamber gönderilecek, onun zamanı gelmiştir. Biz ona tabi olacağız. Onunla bir­likte sizleri Âd ve İrem gibi öldüreceğiz. "Resuİullah bu topluluğa konuşup on­ları Allaha davet edince onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: "Ey kavim, vallahi sizler biliyorsunuz ki işte bu Yahudilerin sizi kendisiyle tehdit ettikleri Peygam­berdir. Buna sizden önce Yahudiler iman etmiş olmasınlar. "Bunun üzerine Re-sulullahın davetini kabul ettiler. Onu tasdik ettiler ve Resulullahın kendilerine teklif ettiği İslamı kabullendiler. Ve şöyle dediler: "Biz, geride Öyle bir kavim bıraktık ki onların arasındaki düşmanlık ve kötülük hiçbir kavmin arasında yok­tur. Umulur ki senin sayende Allah onları birleştirir. Şimdi biz, onların yanma döneceğiz. Onları senin emrine çağıracağız ve senin davetinle kabul ettiğimiz bu dini onlara da arzedeceğiz. Şayet onlar da bu din üzerinde birleşecek olurlar­sa artık senden daha güçlü bir kimse olamaz." Bundan sonra Hazreçliler, mümin olarak Resulullahın yanından ayrılıp gittiler. Onlar altı kişiydiler. Bunlar Medi­neye gidip kavimlerinin yanına varınca onlara Resulullahı anlattılar ve kendile­rini İslama davet ettiler. Böylece aralarında İslam yayılmaya başladı. Öyle ki, Ensann evleriden hiçbir ev kalmadı ki orada Resuİullah anılmış olmasın.

Ertesi yıl olunca aynı mevsimde Ensardan on iki kişi geldi. Resuİullah ile "Akabe" denen yerde buluştular. Burada birinci Akabe lbiatını yapülar. Medine-li Ensar, Resuİullah ile "Kadınların biati" diye adlandırılan bir biatta bulundular. Bu da Müslümanlara henüz savaşın farz kıhnmadığı bir zamanda idi.

Bu âyette Allah teala, kâfirliği bir cehennem çukuruna, kâfirleri de o çu­kurun kenarında bulunup oraya düşmeye mahkum olanlara benzetmiştir. İslamı ise o çukura düşmeye engel olan sebep olarak vasıflandirrnıştır. Allah, iman edenleri kurtaracak, kâfirler ise layık oldukları cezaya çarpılacaklardır.

Âyet-i kerime, müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları lazım geldiğini emretmekte ve parçalanmayı, çeşitli hiziplere bölünmeyi yasaklamak­tadır. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir hadisi şerifinde:

"Benden sonra fitne ve fesat olacaktır. Kimin cemaatten ayrıldığını ve Muhammed ümetinin işlerini karıştırdığım görürseniz onu Öldürün. O şahıs kim olursa olsun. Zira, Allanın yardımı cemaatle birlikte olanlaradır. Cemaatten aynlan kişi ile de Şeytan beraber koşar." buyurmuştur. [213]

 

104- İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.

Ey iman edenler, içinizden, insanları islam nizamına davet eden, Muham-mede ve getirdiği dine iman etmek gibi iyilikleri emredip, Allahı inkâr ile Pey­gamberi yalanlama gibi kötülüklerden de men eden bir topluluk oluşsun. İşte kurtuluşa erenler, Allanın cennetini ve nimetlerini kazananlar bunlardır.

Buradaki "İyilik"ten maksat, şeriatın uygun gördüğü her söz ve iştir. "Kotülük"ten maksat da onun reddettiği her söz ve iştir.

Bu âyet-i kerime, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın dini bir veci­be olduğunu beyan etmektedir. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) de bir hadis-i şeri­finde şöyle buyuruyor.

"Hayatım kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki ya iyiliği emredip kö­tülüğe mani olursunuz veya pek yakın bir zamanda Allah, sizin üzerinize bir ce­za gönderir sonra onun kaldırılması jçin dua ederseniz de duanızı kabul et­mez. [214]

 

105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünen ve ihtilafa düşenler gibi olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır.

Sakın, kendilerine Allanın apaçık âyet ve delilleri geldikten ve hakkı öğ­rendikten sonra Allanın dininde ihtilafa düşen ve bölük pörçük olan Yahudi ve Hristiyanlar gibi olmayın. İşte ihtilaf ederek parça parça olan bu gibi insanlar için Allah katında büyük bir azap vardır.

Bu hususta diğer bir ayette de şöyle Duyuruluyor: "Ey Muhammed, din­lerini parça parça edip fırkalara ayrılanlarla artık senin bir alakan kalmamıştır. Onların işi Allaha kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını onlara bildirecektir. [215]

 

106- O gün bazı yüzler ağaracak bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir." İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" O halde inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı."

Kâfirlere büyük bir azabın verildiği gün, müminlerin yüzleri ağaracak, kâfirlerin yüzleri ise kararacaktır. Yüzleri kararan kâfirlere şöyle denecektir: "Allanın, rabbiniz olduğunu tasdik ettikten sonra onun birliğini inkâr ederek, kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkârınız sebebiyle cehennem azabını tadın.

Müfessirler, âyet-i kerimede "İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz ?" di­ye kendilerine hitap edileceği ve âhirette yüzlerinin kararacağı beyan edilen in­sanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Katade ve Süddiye göre âyetin bu bölümünde sıfatları zikredilen bu in­sanlardan maksat, önce Müslüman olup sonra dinden çıkan kişilerdir. Nitekim Resulullah bu gibi insanlara işaretle şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki ben, havuzun (Havz-ı Kevsirin) başında bulunacağım. Siz­den, bana gelenlere bakacağım. Bir kısım insanlar, benim arkamdan yakalanıp götürülecekler. Ben de diyeceğim ki "Ey rabbim, bunlar bendendir. Benim üm-metimdendir. "Bana denilecek ki: "Onlann, senden sonra ne yaptıklarını bilmi­yor musun? Vallahi' onlar senden sonra gerisini geri dönmeye devam ettiler. (Dinden çıktılar) [216]

b- Ebu Ümame el-Bâhilîye göre ise bu âyetten, âhirette yüzleri kararacağı zikredilen kimselerden maksat, Hariciye fırkasidır. [217]

c- Hasan-ı Basriye göre âhirette yüzleri kararacak olan bu insanlardan maksat, münafıklardır. Bunlar, dilleriyle iman ettiklerini söylemelerine rağmen kalplerinde inkarcılığı saklamışlar ve yaptıkları amelleriyle de kâfir olduklarını hissettimuşlerdir. Bu nedenle âhirette onlara "îman etmenizden sonra kâfir mi oldunuz?" diye sorulacaktır.

d- Übey b.Kâ'b'a göre ise, âhirette yüzleri ak olacak insanlardan maksat, bütün müminler, kararacak olan insanlardan maksat ise bütün kâfirlerdir. Kâfirlere "İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" denmesinin sebebi, onların, Ademin sulbünden zerrecikler halinde çıkarıldıklarında, iman ettiklerini söyle­meleri, doğup dünyaya geldikten sonra da kâfir olmalarındandır. Taberi bu gö­rüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve demiştir ki: "Zira âyet-i kerimenin, âhirette bütün insanları iki sınıfa ayırdığını, bunlardan, yüzleri ak olanların, mü­minler olduklarına göre, yüzleri kararanların da bütün kâfirleri kapsadığı aşikârdır. Bunların, sadece kâfirlerden bir sınıfı ifade ettiğini söylemenin gereği yoktur. Zira Allah teala âyette umumi bir ifade ile beyanda bulunmuştur. [218]

 

107- Yüzleri ağaranlar ise Allanın rahmetindetlirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

İmanlarında kararlı olan ve Tevhid inancına bağlı kalan, yüzleri ağarmış mutlu müminler ise, Allanın bağışladığı cennet ve nimetler içinde olacaklar ve orada ebedi olarak kalacaklardır. [219]

 

108- İşte bunlar, Allahın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyo­ruz. Allah, âlemlere zulmetmek istemez.

İşte bunlar, Allahtan gelen öğütler ve onun apaçık delilleridir. Ey Mu-hammed, biz onlan sana, doğru ve kesin olarak bildiriyoruz. Allah, yarattıkla­rından hiç birisine zulmetmek istemez.

Burada zikredilen "Âyetler"den maksat, Resulullahm sahabilerini, Yahu­dileri ve diğer ehl-i kitabı anlatan, ahitlerini yerine getirenlere ve ahitlerini bo­zanlara ne yapılacağını belirten âyetlerdir. Allah teala, bunları Hz. Muhamme-de, Cebrail vasıtasıyla okuduğunu beyan etmiş, herkese hak ettiği mükaafaat ve cezayı vereceğini bildirmiştir. Yüzleri ak olanların bunu hak ettikleri için ak ol­duğu, kara olanların da buna layık oldukları için kendilerine böyle davranıldiğı, Allah tealanın, hiçbir kimseye zulmetmek istemediği beyan edilmiştir. [220]

 

109- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allahındir. Bütün işler Allaha döner.

Göklerde ve yerde iyi olsun kötü olsun her ne varsa, iyilik yapan kötülük yapan her kim bulunuyorsa hepsi AHahın yarattığı şeyler ve kimselerdir. Bütün işler sonunda Allaha döner. O halde onlar da Allaha dönecekler ve Allah, herke­se hak ettiği ceza veya mükâfaatı verecektir.

Madem ki göklerde ve yerde bulunan her şey Allaha aittir ve onun hük­müne tabidir o halde Allahın herhangi bir yaratığına zulmetmesi onun şanına yakışmaz. Zira zalim, nüfuzunu artınnak, iktidarını sağlamlaştımıak ve mülkü­ne mülk katmak için zulmeder. Allah tealanın bunları yapmaya ihtiyacı yoktur. Zira o, bütün yaratıkların mutlak maliki ve mutlak hakimidir. [221]

 

110- Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülüğe mani olursunuz ve AHaha iman edersiniz. Eğer ki­tap ehli de iman etseydi cihetteki onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan îman edenler varsa da çokları yoldan çıkmışlardır.

Ey Muhammed ümmeti, siz Allah katında ümmetlerin en hayırlısı ve en üstünüsünüz. İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı kimselerseniz. Öyle ki bütün gücünüzle insanları, Allah nizamı olan İslama sokmaya çalışırsınız. Allah ve onun şeriatına iman etme gibi iyilikleri emreder AUaha ortak koşma ve isyan etme gibi kötülüklere mani olur ve Allaha samimiyetle iman edip ona kulluk edersiniz. Kendilerine Tevrat ve İncil gönderilen kitap ehli de Muhammed ve Kur'ana iman etmiş olsalardı, Ailah katında kendileri için daha hayırlı olurdu. Bunlardan, Abdullah b. Selam ve Sa'leb b. Saye gibi iman edenler varsa da ço­ğunluğu, bağlı olduklarını iddia ettikleri dinlerinden de ayrılmışlardır. Zira ken­di dinleri de, İslam geldikten sonra herkesin İslama gimıesi gerektiğini emret­mektedir.

Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Kim, insanlık için ortaya çıkarılmış hayırlı ümmetten olmak isterse, Allanın koştuğu şu şartları yerine getirsin. O şartlar, iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmak ve Allaha iman etmektir."

Müfessirler bu âyette "Hayırlı Ümmet" olarak zikredilen "İnsanlardan kimlerin kastedildikleri hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas, İkrİme ve Dehhaktan nakledilen bir gö­rüşe göre burada zikredilen "En hayırlı ümmeften maksat, Resulullahın sahabi-lerinden belli bir topluluktur. Bunlar da, Abdullah b. Abbasa göre, Resulullahm sahabilerinden, Mekkeden Medineye hicret edenlerdir. İkrimeye göre bunlar, Abdullah b. Mes'ud, Ebu Huzeyfenin azadlı kölesi Salim, Übey b. Kâ'b ve Mu-azb. Cebeldir.

b- Mücahid, Ebu Hureyre ve atiyyeye göre âyette zikredilen sıfatlan taşı­yan her ümmet, en hayırlı ümmettir.

c- Rebi' b. Enese göre burada zikredilen en hayırlı ümmetten maksat, Muhammed ümmetidir. Zira İslam dinine en çok tabi olanlar Muhammed üm­metidir.

d- Hasan-ı Basriye göre ise, burada zikredilen en hayırlı ümmetten mak­sat, geçmişteki bütün ümmetleri tamamlayan ve onların en sonuncusu olan Muhammed ümmetidir. Taberi de bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve delil olarak şu hadis-i şerifi zikretmiştir.

"Sizler yetmiş ümmeti tamamlayanlarsınız. Siz onların en hayırlısı ve Al­lah katında en üstünsünüz[222]

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:   '

"Resulullah ile bir çadırda bulunuyorduk. Bize şöyle buyurdu: "Sizler, cennet ehlinin dörtte biri olmaya razı olumlusunuz?" "Evet" dedik. Resulullah: "Üçte biri olmaya razı olumlusunuz? dedi. Evet. dedik. Resulullah "Cennet ehli­nin yansı olmaya razı olur musunuz?" dedi. "Evet" dedik. Sonra şöyle buyurdu: "Muhammedin hayatı, kudret elinde olan Allah'a yemin yemin olsun ki ben siz­lerin, cennet ehlinin yansım teşkil edeceğinizi ümit etmekteyim. Zira cennete ancak müslüman olan kişi girecektir. Sizler, müşriklerin arasında, siyah bir bo­ğanın derisindeki beyaz bir tüy kadarsınız. [223]

 

111- Onlar, eziyet I en başka, size bir zarar veremezler. Sizinle savaş­tıkları zaman arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.

Ey iman edenler, o fasıklar size bir şey yapamazlar. Sadece, Alİaha ortak koşmak, inkârda bulunmak ve sizleri sapıklığa davet etmek suretiyle size eziyet verirler. O kitap ehli olan fasıklar, sizinle savaştıktan zaman mağlup olup kaçar­lar. Sonra da, Allahı ve Peygamberini inkâr ettikleri için, Allah tarafından ken­dilerine yardım edilmez.

Bu âyet-i kerime, müminlere bir vaadciir. Allah, vaadinden asla dön­mez. Bizler ne zaman hakkıyla iman edersek işte o zaman Allahın vaadine eriş­miş oluruz. [224]

 

112- Allah ve insanların himayesinde olanlar müstesna, nerede olur­larsa olsunlar, onlara zillet damgası vurulmuştur. Allahın gazabını hak et­mişlerdir. Onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Bu onların, Allanın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere Peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan etmelerinden haddi aşmalarındandır.

Yahudiler, yeryüzünde nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara zillet de damgası vurulmuştur. O damgadan kurtulamazlar. Allahın himayesi ve insanla­rın himayesinde bulunanlar müstesnadır. Diğerleri Allahın gazabına uğramışlar­dır. Ayrıca onlara aşağılık ve miskinlik damgası vurulmuştur. Bunların zelil, adi ve miskin olmalarının sebebi, Allahın Peygamberinin doğruluğunu gösteren de­lillerini inkâr etmeleri ve haksız yere, Allahın, insani ara .gönderdiği Peygamber­lerini Öldürmeleridir. Bir de bunların, allahın emirlerine karşı gelmeleri ve ha­ram kıldıklarını helal, helal kıldıklarım ise haram kılarak haddi aşmalarıdır.

Ayet-i kerimede geçen "Allahın himeyisi"nden maksat, Allahın emriyle müslümanlarm, kitap ehlinden cizye alarak onlarla zimmilik sözleşmesi yapma­ları ve bu sözleşmenin gereği olarak güven sağlamal andır.

Âyette zikredilen ve "Himaye" diye tercüme edilen kelimesin­den maksat, Mücahid, Katade, İkrime, Süddi, Reb1 b. Enes, Abdullah b. Abas ve İbn-i Zeyde göre, söz verme ve ahitte bulunmadır. Buna göre âyetin mânâsı "Yahidiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlann üzerine zillet damgası vu­rulmuştur. Ancak, Allahın, yaşamaîanna dair müsaadesi bulunan ve müminle­rin, cizye alarak eman verdikleri kimseler hariçtir. Bunlar, bulunduklan yerler­de, canlarını ve mallannı güven içinde hissederler. [225]

 

113- Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitaptan bir cemaat vardır ki, dosdoğrudurlar. Gece vakitlerinde Allahın âyetlerini okurlar ve secdeye varırlar.

Kitap ehlinin hepsi eşit değildir. Bir kısmı müslüman, diğerleri gayri-i müslimdif. Kitap ehlinden bazdan hakta kararlıdır, doğru yol üzeredir. Allahın nizamına bağlıdır. Gece vakitlerinde ibadetlerinde Allahın âyetlerini okurlar. Ve secdeye kapanırlar.

Bu âyet-i kerimenin kimleri anlattığı hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, bundan önce, iki sınıfa ayrıldıkları belirtilen ehl-i kitabı beyan etmekte, onlar­dan, mümin olanların sıfatlarını zikretmektedir. Zira, yüz onuncu âyette ehl-i ki­tabın bir kısmının mümin olduğu, çoğunluğunun ise İslamı kabul etmeyerek kendi dinlerinden dahi çıktıklan beyan edilmiş, bu âyet-i kerimede de ehl-i kita­bın müminlerinin sıfatları zikredilmiş ve övülmüşlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Selam, Sa'lebe b. Saye, Üseyd b. Saye, Esed b. Übeyd ve benzeri kişiler müslüman olunca Yahudilerin Hahamla-n ve iman etmeyen kâfirleri, müslüman olanlar hakkında şunları söylemeye baş­ladılar. "Muhammede ancak şerlilerimiz iman edip tabi olmuşlardır. Şayet onlar seçkinlerimiz olsalardı atalarının dinini bırakıp başka bir dine gitmezlerdi" İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

b- Abdullah b. Mes'ud ve Süddiye göre ise bu âyet-i kerime, İslamı kabul etmeyen ehl-i kitap ile Muhammed ümmetini anlatmaktadır. Ehl-i kitabın, Mu-hammed ümmetine eşit olmayacağım ve Muhammed ümmetinin, âyette zikredi­len sıfatlan taşıdıklarını beyan etmektedir.

Taberi, daha önceki âyetlerle irtibatlı olması bakımından birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü yüz onuncu âyette ehl-i kitabın, mü­min ve dinden ayrılan fasıklar olarak iki sınıfa ayrıldıkları zikredildikten sonra bu âyette de ehl-i kitabın hepsinin eşit olmadığı, mümin olanlarının, zikredilen sıfatlarla kâfirlerden üstün oldukları beyan edilmiştir.

Âyet-i kerimede geçen ve "Dosdoğrudurlar" diye tercüme edilen sıfatı, MUcahid tarafından "Adaletlidirler." şeklinde, Katade, Rebi b. Enes ve Abdullah b. Abbas tarafından "Allanın kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklinde, Süddi tarafından ise "İtaatkârdırlar." şeklinde izah edilmiştir.

Taberi, "Alahın kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklindeki izahı tercih et­miş, diğer görüşlerin de buna yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Allahın kitabı ve dini üzere olanlar, aynı zamanda adaletli ve itaakâr olurlar.

Taberi, Numan b. Beşirin Resulullahtan rivayet ettiği şu hadisin ifadesi­nin bu âyetteki kelimesinin ifade şekline benzediğini söylemiştir. Ha-dis-i Şerifte buyuruluyor ki:

"Allahın koyduğu sınırların önünde durup öteye geçmeyenlerle, o aşanla­rın misali, bir geminin çeşitli bölümlerine binmek isteyen şu topluluk gibidirler. Kavimden bazıları kur'a neticesinde geminin üst tarafına bazıları da alt tarafına düşmüşlerdir. Alt tarafta olanlar su almaya gittiklerinde üst tarafta bulunanların yanından geçmek zorundadırlar. Bu nedenle onlar "Bizler, kendi bulunduğumuz yerde bir delik açsak ta üstümüzde bulunanlara sıkıntı vermesek nasıl olur?" derler, Şayet üstte bulunanlar, altta bulunanları, bu isteklerinde serbest bıraka­cak olurlarsa (Gemi delinmiş olacağı için) hepsi birden helak olurlar. Şayet üst­te bulunanlar alttakilere engel olacak olurlarsa hem kendileri kurtulmuş hem de onlar kurtulmuş olurlar. [226]                                                                      Ayet-i kerimede, ehl-i kitaptan olan müminlerin sıfatlan zikredilirken

"Gece vakitlerinde Allahın âyetlerini okurlar..." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Katade, Rebi1 b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre, "Gecenin belli vakitlerin­de Allahın âyetlerini okurlar." demektir.

Süddiye göre, bundan maksat, "Gecenin içinde Allahın âyetlerini okur­lar." demektir. Abdullah b. Mes'uda göre "Yatsı namazını kılarlar." demektir. Mansura göre "Akşamla yatsı arasında namaz kılarlar." demektir,

Taberi diyor ki: "Bu görüşler, zahirde farklı iseier de gerçekte birbirlerine yakındırlar. Zira, Allahın âyetlerini, yatsı namazında okuyan da, yatsıyla akşam namazı arasında kılmış olduğu herhangi bir-namazın içinde okuyan da Allahın âyetlerini gecenin bir anında veya içinde okumuş olandır. Taberi sözlerine de­vamla diyor ki: "Bu görüşlerin birbirlerine çok yakın olmalarıyla birlikte, görü­nürde tercihe şayan olanı "Yatsı namazını kılarken AHahın âyetlerini okumak­tır." diyen görüştür. Zira, hiçbir ehl-i kitap, yatsv vaktinde namaz kılmamakta­dır. Allah teaîa, bu âyette özellikle Muhammed Ümmetini yatsı namazını kıl­makla övmektedir. [227]

 

114- Aliaha ve âhiret gününe iman edenler, iyiliği emreder kötülük­ten men ederler. Hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar, salihlerdendir.

Bu müminler, Aliaha ve âhiret gününe iman ederler. İnsanlara da, Aliaha ve Peygamberine iman etmek gibi iyilikleri emrederler. Allahı inkâr etme ve Peygamberini yalanlama gibi kötülüklere mani olurlar ve her türlü hayıra koşar­lar. İşte bunlar, salih kullardandır. [228]

 

115- Yaptıkları hiçbir hayır asla inkâr edilmeyecektir. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilendir.

Bu müminlerin yaptıkları herhangi bir hayır, Allah katında asla zayi edil­meyecek, aksine, Allah onlara, yaptıklarının mükhafaatını tam olarak verecek­tir. Allah, kendisinden korkan ve karşı gelmekten kaçınanları çok iyi bilendir. Allah onlara, yaptıklarının karşılığını verecektir.

Bu konuda diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyunılmaktadır: "...Şüphe­siz ki Allah, iyilik yapanların kükafaatını zayi etmez. [229]

 

116- Şüphesiz ki inkâr edenlerin malları da evlatları da Allaha karşı kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. İşte onlar, cehennemliktirler. Ora­da ebedi olarak kalacaklardır.

Şüphesiz ki ehl-i kitaptan fâsik olanların biriktirmiş oldukları malları ve yetiştirmiş oldukları evlatları, Allanın cezai and irmasi karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, cehennemliktirler ve orada ebidi olarak ka­lacaklardır.                   

Allah teala, bu âyet-i kerimede, yüz onuncu âyette geçen, ehli-i kitabın fâsıklannı ve Hz. Muhammedi inkârda, onlara benzeyenleri tehdit etmektedir.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyunılmaktadır: "Rableri-ni inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küle benzer. Kazandıklarını ellerinde tutamazlar. İşte en büyük sapıklık budur[230]

 

117- Onların, bu dünya hayatında sarfcttikleri şeyin durumu, kendi­lerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet edip onu yok eden çok soğuk bir rüzgarın durumuna benzer. Onlara Allah zulmetmedi fakat onlar, ken­di kendilerine zulmettiler.

Kâfirlerin, bu dünya hayatında, sevap almak için harcadıkları şeyler, çok soğuk bir rüzgarın durumuna benzer. Öyle ki, o rüzgar, kendi kendine zulmeden bir topluluğun ekinlerine isabet etmiş ve onu imha etmiştir. Allah, bu kâfirlerin yaptıkları amelleri bu şekilde yok edecek ve ümitlerini boşa çıkaracaktır. Amellerini boşa çıkararak Allah onlara zulmetmiş değildir. Fakat kendilerini cehen­neme götürecek işler yaparak bunlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Âyet-i kerimede, Kafirlerin Sarf hayır işi gibi görünen harcamalarının aslında faydası olmadığını, aksine onlar için zarara yol açacağını ifade etmekte­dir.

Âyet-i kerimede geçen "Kâfirlerinsarf ettikleri şey"den maksat, Mücahi­de göre kâfirlerin dünya hayatındayken hayır işlerinde harcadıkları mallardır. Süddiye göre ise, kâfirlerin, kalben inanmadıkları halde, dilleriyle söylemiş ol­dukları sözlerdir.

Taberi birinci görüşü tercih etmiş ve kâfirlerin, dünya hayatındayken, se­vap kazanmak için harcadıkları mallarından âhirette hiçbir fayda göremeyecek­lerini beyan etmiştir. [231]

 

118- Ey iman edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin. On­lar size, fenalık yapmaktan geri durmazlar. Sizin, sıkıntıya düşmenizi ister­ler. Kinleri ağızlarından dökülür. Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer sizler, Allanın emir ve yasaklarını, öğüt ve uyarılarını düşünen insan-lar san iz, biz size öğüt ve ibret alacağınız âyetlerimizi açıkladık.

Bu âyette Allah teala müminlere, kâfirlerden dostlar ve samimi arka­daşlar edinip müslümanlann sırlarını onlara aktarmalamîi yasaklıyor ve kâfirlerin, müminleri aldatıcı hainler ve küstahlar olduklarını bildiriyor ki, müs-lümanlar kendi kanaatlerince faydalı görseler dahi kâfirlerle dosluk kurmaktan uzakl aşsınlar.

Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyuruluyor. "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. [232]

"Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar, birbiri­nin dostudur. Sizden kim, onları dost edinirse, şüphesiz ki onlardan olur. Mu­hakkak ki Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez. [233]

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Rebi1 b. Enes, Süddi İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime, müminlere, münafıkları yakın dost edin­memelerini emretmektedir. Zira mü si umanlardan bazıları, İslam gelmeden önce "Yahudi ve münafıklarla olan dostluklarını sürdürmek istemişler ve onlarla içli dışlı olmaya devam etmişlerdir. Allah teala, bu âyeti indirerek müminlerin, Ya­hudi ve münafıkları yakın dost edinmelerini yasaklamıştır.

Bu hususta Ezher b. Raşid diyor ki. "Enes b. Malik, Resulullahın şu hadi­sini rivayet etti. "Siz, müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın ve yüzüklerinize Arapça yazı işletmeyin. [234]Ezher b. Raşit diyor ki: "Biz, bunun ne demek ol­duğunu anlamadık. Nihayet Hasan-ı Basri yanımıza geldi. İnsanlar bunun mânâsını ondan sordular. O da şu cevabı verdi: "Yüzükleriniz Arapça işletme­yin" ifadesinin manisi "Yüzüklerinize "Muhammed" ismini kazdırmayın." de­mektir. Şirk ehlinin ateşiyle aydınlanmayın." demek ise "İşlerinizde onlarla isti­şare etmeyin." demektir. Sonra Hasan-ı Basri "Allanın kitabında bu izahın doğ­ruluğunu beyan eten âyet şudur." dedi ve "Ey iman edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin." âyetini okudu.

Taberi diyor ki: Bu âyette zikredilenlerden maksat, sadece münafıklar de­ğil, müsl umanların Medinede, çevrelerinde bulunan ve İslama karşı kinleriyle tanınan Yahudilerdir. Zira, müminlere karşı açıkça savaşan müşrikler, müminler tarafından dost edinilmiyorlar, sadece müminlerle anlaşma yapıp onlara dost görünmeye çalışan Yahudileri dost ediniyorlardı. Bu nedenle âyet, müminleri, onları yakın dost edinmekten men etti. [235]

 

119- Sîz o kimselersiniz ki, onları seversiniz. Onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz, kitabın tamamına iman edersiniz. Onlar size rastladıkları za­man "İman ettik." derler. Başbaşa kaldıklarında ise, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Onlara de ki: "Kininizden ölün." Şüphesiz ki Allah, kalblerin özünü çok iyi bilendir.

Ey müminler, sizler öyle insanlarsınız ki bu kâfirleri seviyorsunuz. Onla­ra iyi davranıyor ve onlan ziyaret ediyorsunuz. Onlar ise sizleri sevmiyorlar. Bi­lakis size karşı düşmanlık ve tuzak kurma hisleri besliyorlar. Yine sizler, Alla-hm, Peygamberine indirdiği kitapların hepsine iman ediyorsunuz, onlar ise size indirilen kitabı inkâr ediyorlar. Siz, müminlerle karşılaştıkları zaman hakkı giz­leyerek ve sizden çekinerek "Muhammede geleni tasdik edip iman ettik." diyor­lar. Halbuki sizlerin, onlan göremeyeceğiniz bir yerde birbirleriyle başbaşa kal­dıkları zaman size karşı olan kin ve nefretlerinden dolayı parmak uçlarını ısırı­yorlar.

Ey Muhammed, de ki: "Kininizden dolayı geberin, Şüphesiz ki Allah, gö­ğüslerinizin içinde bulunan öfkeyi, sıkıntıyı, hayırı ve şerri çok iyi bilendir. Ve ona göre sizlere layık olduğunuz karşılığı verecektir.

Allah teala bu âyet-i kerimede müminlerle kâfirlerin birbirlerine karşı olan davranışlarını ve duyğulannı beyan etmektedir. Müminler, kâfirlere karşı iyi niyetli ve acıma duygusuna sahip iken kâfirler müminlere karşı katı kalbli ve kindardırlar. Bu hususta Katade diyor ki: "Allaha yemin olsun ki, mümin olan insan, mÜnafıkı hoş görür, onu barındırır, ona merhamet eder. Şayet münafık, müminin sahib olduğu şeye sahib olsa müminlerin kökünü kurutur." [236]

 

120- Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder Allahtan korkar-sanız, onların hiylcleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır.

Eğer sizlere, zafer, kaynaşma ve birleşme gibi bir iyilik dokunacak olsa bu onları Öfkelendirir ve kötülerine gider. Şayet size mağlubiyet, tartışma ve ih-

tilafa düşme gibi bir kötülük dokunacak olursa onlar bundan memnun kalırlar ve bundan dolayı sevinirler. Eğer siz, Allaha itaatte ve yasakladığı şeylerden ka-çmmakta sabredecek ve rabbinizin cezalandırmasından korkacak olursanız, bu isyankâr münafıkların tuzakları sizlere hiç bir zarar veremez şüphesiz ki Allah onların yaptıktan fitne ve fesadı, insanları Allah yolunda alıkoymalarını tesbit ettirmekte ve onlara, layık oldukları cezayı artırmak için kendilerini de yaptıkla­rını da kuşatmaktadır. [237]

 

121- Ey Muhammcd, sabahleyin erkenden ailenin yanından ayrılıp müminleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, her şeyi çok iyi işi­ten, çok iyi bilendir.

Ey Muhammed, sabahleyin ailenden ayrılıp müminleri, düşmanlarına karşı savaşacakları mevkilerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, sözlerinizi çok iyi işiten, içlerinizde olanları ve durumlarınızı çok iyi bilendir.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, bundan önce geçen âyet-i kerime ile bağlantılıdır. Bu sebeple âyetin izahı şöyledir. "Ey müminler, eğer bana itaatte ve Peygamberimin emirlerine uymada sabreder ve yasakladığım şeylerden kor­kup kaçacak olursanız, Yahudi kâfirlerinin tuzakları size hiçbir zarar vermez. Zira Allah size yardım eder. Nitekim Bedir savaşında, zelil halde iken sabretme­niz ve Allahtan korkmanız sebebiyle Allah size yardım etmiş ve sizi, düşmanı­nıza galip getirmiştir. Şayet sizler, emrime karşı gelir, sizi yükümlü kıldığım va­zifeleri yerine getirmekte sabretmez ve yasakladığım şeyden kaçınmayacak olursanız, sizin başınıza, Uhut savaşında gelen olaylar gelir. Hatırlayın o zamanı ki Peygamberiniz, müminleri, sabahın erken saatinde, savaşacakları yere yerleş­tirmişti.

Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikredilen, Resulullahın, savaşçıları yer­lerine yeri eşti rmesi olayında hangi savaşın kastedildiği hakkında iki görüş zik­retmişlerdir.

a- Mücahid, Katade, Reb' b. Enes, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i İs-haka göre, bu âyette işaret edilen savaş, Uhut savaşıdır.

b- Hasan-ı Basriye göre ise bu savaş Hendek savaşadır.

Taberi, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira bundan sonra gelen âyetteki "Nerdeyse bozguna uğrayacak" olan iki topluluktan mak­sat, bütün müfessirlere göre Ensardan, Beni Seleme ve Beni Harise kabileleri­dir. Bunların, neredeyse bozguna uğrama halleri, Abdullah b. übey b. Selulün, Uhut savaşında, Resulullahın ordusundan ayrılıp gitmesi üzerine ortaya çıkmış­tır. Bu da göstermektedir ki bu âyet-i kerime, uhut savaşına işaret etmektedir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denecek olursa ki" Bu âyette, işaret edilen savaştan maksadın, Uhut savaşı olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Çünkü bu Ayette, Resulullahın sabahleyin erkenden ailesinden ayrılıp gittiği ve müminleri savaşacakları yerlere yerleştirdiği zikredilmektedir. Halbuki Resulul-lah Uhutta Cuma namazı kıldırdıktan sonra müminleri, savaşmak için alıp gö­türmüştür. Nitekim bu hususta İbn-i İshak, Muhammed b. Mesleme, Muham­med b. Yahya, Asım b. Ömer ve Husayn b. Abdurrahmanın, Resulullahın Cuma günü namazı kıldırdıktan sonra, Ensardan vefat eden bir kişinin de cenaze na­mazını kıldırıp zırhını giyerek Uhut savaşına gittiğini rivayet ettiklerini zikret­miştir. O halde nasıl olur da Resulullah sabahleyin erkenden Uhuda gitmiş ola­bilir? Cevaben denilir ki. "Resulullahın, müminleri, savaşacakları yerlere yer­leşti rmesinden maksat, sahabileriyle, nasıl savaşacağını istişare etmesidir. Zira, Kureyşliler, çarşamba günü gelip Uhut dağının eteğinde karargâh kurmuşlar, perşembe ve Cuma günlerini orada geçirmişler, Resulullah da cuma günü öğle­den sonra çıkıp cumartesi günü Uhut dağının eteğine varmıştır. Resulullah, Ku-reyşlilerin Uhuda geldiklerini duyunca sahabeleriyle Medinenin içinde kalarak, kendilerini savunarak mı yoksa Uhuda gidip düşmanla sahada çarpışarak mı sa­vaş yapılması hususunda sahabileriyle istişare etmiştir. İşte âyet-i kerime Resu-lullahm, sabahleyin erkenden yaptığı bir istişareye işaret etmektedir. [238]

 

UHUT SAVAŞI

 

Uhut savaşı, Hicretin Üçüncü Yılının Şevval ayında meydana gelmiştir. Uhut savaşının en Önemli sebibi şudur: Resulullahın ordusu Bedir savaşında Kureyşin ileri gelenlerini öldürmüş ve büyük ganimetler elde etmiştir. Bunun üzerine, Ölen müşriklerin oğullan ile sağ kalan liderler Kureyşin, reislerinden olan Ebu Süfyana: "Bütün servetimizi Muhammedle savaşmak için harca." de­mişlerdir. Bunun üzerine Ebu Süfyan, çeşitli çevrelerden topladığı paralı asker­lerden bir ordu meydana getintıiştir. Sayılan üç bini bulan bu ordu, Mekkeden gelerek Medinenin yakınında bulunan Uhut dağının eteklerinde karargâh kur­muştur. Bu haberi alan Resulullah, Cuma günü, namazı kıldırdıktan sonra, Nec-car kabilesine mensup olan Mâlik b. Amr'm da cenaze namazım kılmış ve asha-bıyla, düşmana nasıl karşı koyacaklarını görüşmüştür. Münafıklardan olan Ab­dullah b. Übeyy, düşmanın üzerine gitmeyip Medinede kalmalarını teklif etmiş ve demişitir ki: "Düşman, olduğu yerde kalmaya devam ederse kötü bir yerde hapsedilmiş gibi olur. Medineye hücum ederse erkeklerimiz savaşır, kadınlar ve çocuklar da onlara taşlarla karşı koyarlar. Şayet hiçbir şey yapmadan dönüp gi­derlerse, ümitsizce dönüp giderler."

Bazı sahabiler, Özellikle Bedir savaşına katılmayanlar ise: "Müslümanla­rın, Medineden çıkıp düşmana hücum etmelerini teklif etmişlerdir. Bunun üzeri­ne Resulullah (s.a.v.) Zırhını giymiş ve gelmiştir. Düşmanın üzerine gidilmesini teklif edenlerden bazıları, Resulullahı böyle görünce, yaptıkları tekliften dolayı pişman olmuş ve şöyle demişlerdir: "Acaba biz, Resulullahı zorladık mı?" "Ey Allanın Resulü, dilersen Medinede kalalım," Resulullah da şu cevabı vermiştir: "Bir Peygamber zırhını giydikten sonra Allah, onun karar verdiği hususta hük­münü verinceye kadar geri dönmesi ona yakışmaz."

Peygamber efendimiz, sahabilerden meydana gelen bin kişilik ordusuyla düşmanın üzerine doğru hareket edince, Medinede kalalım teklifini yapan Ab­dullah b. Übeyy, kendi teklifini kabul edilmemesini bahane ederek, üç yüz kişi­lik kuvvetiyle ordudan ayrılarak geri dönmüş, kendisi ve arkadaşları şöyle de­mişlerdir: "Bugün bu ordunun savaşabileceğini bilseydik size tabi olurduk. Fa­kat bizler, sizin savaşabileceğiniz kanaatinde değiliz."

Resulullah (s.a.v.) geri kalan ordusuyla yola devam etmiş ve Uhut dağı­nın eteklerinde konaklamış, ordusunun arkasını dağa vererek şöyle demiştir: "Kimse ben emir vermeden sakın savaşı başlatmasın."

Resulullah bundan sonra, yediyüz kişilik ordusunu savaş düzenine sok­muş elli kişiden meydana gelen okçulann başına da Abdullah b. Cübeyr'i ko­mutan tayin etmiş ve onlara şöyle demiştir: "Düşmana galip geldiğimizi görse­niz de yerinizden ayrılmayın. Düşmanın bize galip geldiğini görseniz yerinizden ayrılıp bize yardımcı olmaya kalkmayın. Kuşların, bizim cesetlerimizi parçala­yıp götürdüğünü görseniz de yerinizden ayrılmayın."

Resululîah (s.a.v.) ordunun sancağmı Mus'ab b. Umeyr'e vermiş, bir kı­sım çocukların da savaşa katılmalarına müsade etmiştir.

Düşman ordusu da savaş düzenine girmiş, üçbin kişiden meydana gelen düşman birliklerinin sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına, Ebu Cehil'in oğ­lu İkrime tayin edilmiş, sancakları da Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi olan Beni Ab-tlüddar oğullarından Ebu Aziz b. Umeyr'e verilmiştir.

İki ordu savaşa mübareze şeklinde başladı. Önce müşriklerden Ebu Âmir, onbeş adamıyla birlikte meydana çıktı ve Müslümanlara meydan okudu. Müş­riklerin sancaktarı Talha b. Ebi Talha önce çıktı. Müslümanlardan da Hz. Ali ona karşı çıktı. Vuruştular Hz. Ali Talhayı bir hamlede yere serdi. Bunun üzeri­ne Talhanm kardeşi Osman ileri atıldı. Ona da Hz. Hamza cevap verdi ve onu da bir hamlede öldürdü. Bundan sonra her iki taraf birbirine girdi ve umumi bir savaş başladı. Saflar birbirine girmiş şiddetli bir vuruşma başlamıştı. Hz. Ham­za Ebu Dücane ve diğer bütün İslam kahramanları akıllara durgunluk verecek kahramanlıklar gösteriyor, düşmanı perişan ediyorlardı. İslam ordusu içinde en gözde kahraman Hz. Hamza idi. Hz. Hamza Bedir savaşında da Ebu Süfyanın karısı Hind'in babasını öldürmüştü. Bundan dolayı Hind, Hz. Hamzaya karşı müthiş bir kin besliyor ve onu öldürtmek için fırsat kolluyordu. Bu iş için de Vahşi adındaki bir köle ile anlaşmış Hz. Hamzayı Öldürdüğü takdirde kendisini hürriyetine kavuşturacağını vaadetmişti. Vahşi Habeş usulü mızrak atmakta çok usta idi. Savaş sırasında bir kenara siperlenerek Hz. Hamzayı kollamaya başla­dı. Hz. Hamza saflar arasında kahramanca dövüşüyor iki eliyle tuttuğu kılıcıyla müşrikleri kırıp geçiriyordu. İşte bu sırada Vahşi bir yolunu bularak Hz. Ham­zaya bir mızrak fırlatarak kanıma sapladı ve Hz. Hamza şehid oldu.

Fakat savaş bütün hızıyla devam ediyor, müşrikler saf dışı kalıyor, Müs­lümanlar devamlı ilerliyorlardı. Hz. Ali ve Ebu Dücanenin şiddetli saldırışları müşrikleri yerinden oynatıyor onları perişan ediyordu.

Düşman artık nerdeyse hezimete uğramıştı. Fakat henüz iş bitmiş değildi. Bu durumu gören Müslümanların bazıları, düşmanın takibini bırakıp ganimet toplamaya başladı. Ayrıca Peygamber efendimizin, "Yerinizden asla ayrılma­yın." diye tenbih" ettiği okçular da, düşmanın mağlup olmakta olduğunu görün­ce, onlar da ganimet toplamak için yerlerini terkettiler. Başlarında bulunan Ab­dullah b. Cübeyr onlara, Resulüllahın tenbihini hatırlattı ise de dinletemedi. Ya­nında beş on kişi kaldı.

Okçulann yerlerini terkettiklerini gören düşman süvarilerinin başı Halid b. Velid, bu durumdan istifade ederek Müslümanları arkadan çevinnek için ha­rekete geçti. Karşı koyan az sayıdaki okçuları şehit ederek Müslümanları arka­dan Çevirdiler. Düşman Süvarileri, ganimetle meşgul bulunan Müslümanlara âni bir baskın yaptılar. İşte bu sırada tam bir kargaşa ve panik başladı. Kimin kime vurduğu belli olmuyordu. Bu kargaşa içinde Resulüllahın yanında on iki kişi ka­dar sahabi kalmıştı. Müslümanlar, Peygamber efendimizin nerede olduğunu bi­lemez duruma gelmişlerdi. Müslümanlar hem düşmanla vuruşuyor hem de Pey­gamberimizi arıyorlardı. Onu gören Kâ'b b. Mâlik "Ey Müslümanlar Resulullah burada" diye bağırmıştı. Bunun üzerine müşrikler bütün güçleriyle o tarafa doğ­ru hücum ettiler. Hz. AH ve arkadaşları da bütün güçleriyle Resulullahı koruyor­lardı. Bu arada Peygamberimiz, yüzünden ve dudağından yara almıştı. Bunun üzerine sahabe, Resulüllahın etrafını sarmış, vücutlannı ona siper yapmışlardı. Bilhassa Ebu Dücane, gelen oklara ve her türlü saldırıya karşı vücudunu siper yapıyordu.

Peygamber efendimiz, yanında bulunanlarla birlikte düşmanın hücumundan kurtulmak için bir tepeye çıkmışlardı. Ebu Süfyan, Müslümanların oraya çıktıklarını görünce oraya da hücum etmişse de Hz.Ömer ve diğer sahabilerin okla karşı koymaları sebebiyle yaklaşamarmştır.

Ebu Süfyan da Uhut dağının eteğinde, Peygamberimizin çıktığı tepenin karşısında bir tepeye çıkmıştı. "Muhammed içinizde mi?" diye bağırmış cevap veren olmamış "Ebubekir orada mı?" diye sormuş yince cevap alamamış "Ömer aranızda mı?" diye ybağırmış yine cevap alamayınca "Demek ki bunların hepsi Ölmüş" diye seslenmiş. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bunların hepsi buradadır ey Allanın düşmanı." diye cevap vermiştir. Kureyş ordusu, ölülerini toplayıp göm­dükten sonra, harp sahasını terkederek çekildi. Müslümanlar, şehitlerini defnet­mek için harp sahasına geldiklerinde gördükleri manzara yürekler parçalayıcı idi. Kureyşli müşrikler Müslüman şehitlerin kulaklarım ve burunlarını kesmiş­ler, cesetleri parça parça etmişlerdi. Peygamberimiz, amcası Hz. Hamzayı ara­maya başladı. Onu bulunca yüreği parçalandı. Kulakları, bumu kesilmiş karnı deşilmiş, ciğeri çıkarılmış bir haldeydi. Bu durumu gören Peygamberimizin üzüntüsünü tarif etmek mümkün değildi.

Müslümanlar şehitlerini toplayıp defnettiler. Şehitlerin sayısı yetmiş ki­şiydi. Şehitleri defnettikten sonra mahzun ve mükedder olarak Medineye dön­düler.

Kureyş ordusu, Uhuttan çekildikten sonra Revha ya gelmişti. Orada bu işi bitinTiek ve Medine üzerine yürümek fikrinde olanlar vardı. Fakat bir yandan da onlar çekilirken, Peygamberimizin emriyle Müslüman gözcüler, onların hare­ketlerini ve ne yapmak istediklerini takibediyorlardı. Onların tekrar Medineye dönme niyetlerinin anlaşılması üzerine, takibe karar verildi. Müslümanlar tekrar toparlandılar ve düşmanı takibe başladılar. Kureyş ordusu Revha da bulunduğu sırada, Müslümanların da Hamraül Esed'e geldikleri haberini aldılar ve Medine­ye hücumdan vaz geçerek Mekkeye müteveccihen çekip gittiler. Böylece Müs­lümanlar savaşı kazanmış olmadılarsa da sonunda tekrar üstünlğü ve nüfuzu el­de ettiler. [239]

 

122- Hani sizden iki topluluk nerdeyse bozguna uğrayacaktı. Halbu­ki Allah, onların yardımcısıydı. Müminler sadece Allaha güvensinleh

Bir zaman sizden, Harise oğullan ile Seleme oğullarından meydana gelen iki topluluk, düşmanlarının karşısına dikilmekte geveşemeye ve Allahın Resulü­nü bırakıp başarısızlığa uğramaya yüz tutmuşlardı. Fakat Allah onları korudu. Zira, düşmanlarına karşı onun yardımcısı Allahtı. O halde müminler, bütün işlerinde Allaha dayanıp ona güvensinler.

Buhari, Cabir b. Abdullahin şöyle dediğini rivayet etmektedir.

"Bu âyet-i kerime, iki topluluk oluşturan biz Harise oğullarıyla Seleme oğullan hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin bizler hakkında nazil olmayışı beni seyind irmezdi. Çünkü âyetin devamında "Halbuki Allah her ikisinin de yardım-cısıdır" buyurulmaktadır. [240]

 

123- Siz güçsüz iken, şüphesiz ki Allah size Bedir savaşında yardım etti. Allahtan korkun ki şükredesiniz.

Sizin sayınız az, düşmanınızın sayısı da çok olduğu için sizler güçsüz iken, şüphesiz ki Allah, Bedir savaşında düşmanlarınıza karşı size yardım etti. O halde Allaha itaat ederek ve haramlarından kaçınarak ondan korkun ki size verdiği zafere karşılık ona şükretmiş olasınız.

Bedir mevkiine bu adın verilmesinin sebebi hususunda iki görüş zikre­dilmiştir. Şa'biye göre Bedire bu adın verilmesinin sebebi, Cüheyne kabilesin­den "Bedir" diye adlandırılan bir adamın orada su kuyusu bulunmasındandır. Abdullah b. Cafer ve Muhammed b. Salİhe göre ise Bedir o yere verilen addır. Herhangi bir kimsenin adı değildir. [241]

 

BEDİR SAVAŞI

 

Bedir, Medineye seksen mil mesafede bulunan, Mekke ile Medine araş1 da bir yerin adıdır. Suriye ve diğer kuzey memleketlerine giden kervan  üzerinde bulunmaktadır. İşte Müslümanlarla MekkeK müşrikler arasında ilk vaş burada olmuştur.

Kureyşlüer, Mekkeden Medineye hicret eden miislümanlan orada da ra­hat bırakmak istemiyor, onları ortadan kaldırmak için çare arıyorlardı. Bu se­beple Medinelilerden Hz. Peygamberi ve Mekkeden gelen miislümanlan Medi-neden çıkarmalarını istiyor, Medine yakınlanna kadar gelip hayvanlarına ve ço­banlarına zarar veriyor onları korkutup sindirmeye çalışıyorlardı.

Müşrikler ayrıca Medineye karşı esaslı bir saldırıya geçmek için hazırlık­lara başlamışlar ve bu iş için maddi imkânlar temin etmek için de Ebu Süfyan başkanlığında Suriyeye bir Ticaret Kervanı göndennişlerdi.

Peygamber efendimiz de onların bu niyetlerini çok iyi bildiği için bu ker­vanın engellenmesi veya ona el konması gerektiğini düşünüyordu. Kervanın otuz kırk kadar muhafızı bulunuyordu. Peygamber efendimiz, Şamdan dönmek­te olan bu kervanın takibedilmesini emretmişti.

Diğer taraftan Ebu Süfyan da Müslümanların, kervanı vuracakları haberi­ni almış ve yardım istemek için Mekkeye bir haberci göndermişti. Haberci Mekkeye varmış büyük bir feryatla, kervanın Müslümanlar tarafından vurulaca­ğı haberini vermişti.

Mekkeli müşrikler, özellikle Ebu Cehilin teşvikleriyle bin kadar kişi top­layarak Mekkeden hareket etmişlerdi.

Diğer taraftan Peygamberimiz de, Ramazan ayının sekizinci gününde Medtneden, üç yüz küsur ashabıyla çıkıp Bedirde kervanı yakalamak üzere ha­reket etti, Zafran vadisine vardıklarında, Kureyşlilerin büyük bir ordu ile hare­ket ederek Medineye doğru gelmekte olduklarını haber aldılar. Müslümanlar, aslında böyle bir orduyla savaşmak için değil kervanı vurmak için çıkmışlardı.

Hz. Peygamber bu durumda ashabıyla istişare etti ve onların bu yeni du­rum hakkındaki fikirlerini Öğrenmek istedi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer fikirleri­ni söyleyerek düşmanla karşı [aşılmasını teklif ettiler. Sonra Mikdat ayağa kalktı ve dedi ki:"

- Ey Allahın Resulü, Allanın emrettiği yolda devam et. Biz sana tabiyiz ve itaat ederiz. Biz, İsraioğullannın Musaya dediği gibi: "Sen git de rabbinle birlikte savaş biz burada oturacağız." demeyiz. Biz senin sağında solunda, Önünde arkanda seninle beraberiz."

Peygamberimiz bundan sonra Ensarın fikrini öğrenmek istedi. Çünkü o, Ensar iie, Akabe beyatlannda, kendisini Medinede koruyacaklarına dair söz al­mış, Medine dışında cereyan edebilecek bir savaş hali aralarında söz konusu ol­mamıştı. Bu sebeple onların bu durumda ne düşündükleri önemliydi. Ensara hi­taben:

- "Sizler reyinizi söyleyiniz." Buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz şöy­le konuştu:

- "Ey Allahın Resulü biz sana inandık, Allah tarafından getirdiğin şeyin hak olduğunu kabul ettik, sana tâbi olduk. Artık ne dilersen emrindeyiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girsen, seninle beraber biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz, düşmana karşı savaşmaktan çekinmeyiz, sabrede­riz ve sadakattan ayrılmayız. Allahtan dilerim ki, bizden memnun olacağın işler nasibetsin. Hemen istediğini tarafa gidelim."

Peygamber efendimiz bu sözlerden çok memnun oldu ve bu konuşmalar-, dan sonra Müşriklerle savaşmak üzere Bedire doğru hareket ettiler.

Diğer taraftan Ebu Süfyan, kervanın yolunu değiştirmiş, Bedire uğrama­dan deniz tarafını takibederek kaçıp gitmişti.

Her iki ordu da Bedire gelip yerlerini aldılar. Ancak Müslümanların tut­tukları yer, kumsal ve yürünmesi zor bir yerdi. Fakat o gece yağmur yağdı ve arazi sertleşti. Sulan eksik olan müslümanlar sularını doldurdular. Allahın bir lütfü olarak yıkanıp ihtiyaçlarını giderdiler. Müslümanlar Bedire gelinceye ka­dar çok yorulmuşlardı ve uykusuz kalmışlardı. Düşmanın sayısı kendilerinden çok fazlaydı. Bu halleriyle savaşacak durumda değillerdi. Normalde bu halet-i Ruhiye içinde bulunan insan, uyuyamaz, sıkıntı ve endişeden kurtulmaz. Ancak Allah tarafından bir iütuf olmak üzere, o gece İslam ordusu endişesiz bir şekilde yatıp sabaha kadar çok rahat bir uyku uyudu. Ertesi sabah maneviyattan çok yüksek ve dinç olarak uyandılar.

Müşriklerin sayıları çoktu, fakat savaşma azmi bakımından aralannda bir fikir birliği yoktu. BazıJan: "Nasıl olsa kervan kurtuldu artık niçin savaşalım?" diyor. Bir kısmı, Müslümanlar içinde bulunan akrabalarına karşı savaşmak iste­miyor bir kısmı da Müslümanlara yapılanın, haksızlık olduğuna inanıyordu.

Fakat Ebu Cehil ve onun gibi düşünenler tehdit ve tahrikleriyle müşrikle­ri savaşa razı ettiler. Artık savaş kaçınılmazdı ve her an başlamak üzereydi.

Beri tarafta Resululîah (s.a.v.) Cenab-ı Hakka yalvanyor ve diyordu ki:

- Ya rabbi, bana vaadettiğin yardımı lütfet. Ya rabbi, bu bir avuç Muvah-hit bugün yok olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."

Hz. Ebubekir Resulullahın bu şekilde dua ve yalvarışları karşsında dedi ki

- Ya Resululîah, duan arşı titretti. Allah, vaadini elbette yerine getirecek."

Bu manzara ashabı heyecana getirdi, hepsinin gözlerinden yaşlar boşandı. Peygamberimiz o anda şu âyeti okudu: "Bütün bu toplananlar hezimete uğrayıp dağılacaklar ve kaçacaklardır. [242]

Her iki taraf savaş durumuna girmişti. Savaş önce mübareze uzulüyle başladı. Müşriklerden Âmir-i Hadrami ortaya çıktı. Öldürülen akrabasının inti­kamını almak istiyordu. Ona karşı Müslümanlardan, Hz. Ömerin azadh kölesi Mihca çıktı ve şehid oldu. Sonra müşriklerden Esved çıktı ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve Esvedi bir hamlede yere serdi. Sonra onun ardından ortaya çıkan Şeybeyi de yine Hz. Hamza öldürdü. Müşriklerden Utbenin oğlu Velidi de Hz. Ali öldürdü. Durum bu şekilde Müslümanların üstünlüğü ile devam ederken bir­den her iki taraf birbirine girdi ve umumi bir çatışma başladı. Ramazan ayının on yedisi, günlerden Cuma idi. Bedir meydanında toz duman göklere yükseliyor kılıç şakırtıları ve cenk naraları etrafı inletiyordu.

Kureyşli müşrikler sayıca çok, hazırlık bakımından da üstün oldukları için daha başlangıçta zaferden emin idiler. Fakat maddi hazırlıktan daha önemli­si, manevi güçtü ve imandı. Müşrikler işte bu hususu hesap edememişlerdi.

Çok şiddetli cereyan eden çarpışmalar sonunda müşrikler mağlup oldular. Ebu Cehil dahil olmak üzere reislerini, ileri gelenlerini kaybettiler. Perişan ol­dular. "Bedire varıp orada içkiler içip kadınlar oynatarak herkese gücümüzü göstermeden geri dönmem" diyen Ebu Cehile, Bedir toprakları mezar olmuştu. Hatta kendisine bir mezar bile nasibolmamişü. Çünkü sonunda müşrik ölüleri toplanıp bir kuyuya doldurulmuşlardı.

Savaş, Müslümanların çok açık ve kesin zaferiyle sona ermişti.

Bu savaşta Kureyşten yetmiş kişi ölmüş Müslümanlar da on dört şehit vermişlerdi. Bu savaşın teferruatı, incelikleri, hikmetleri ve İslâm tarihindeki büyük önemi Siyer ve Mağazi kitaplarından okunmalıdır. [243]

 

124- O zaman sen, müminlere: "Rabbinizin, gökten idrilîmiş üç bin melekle size yardım etmesi yetmez mi?1' diyordun.

Ey Muhammed, sen o Bedir savaşı sırasında müminlere şöyle diyordun: "Düşmanlarınıza karşı savaşmaları için, rabbinizin gökten size yardımcı olarak üç bin melek göndermesi yetmez mi?" [244]

 

125- Evet, şayet sabreder Allahtan korkarsamz ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirlerse rabbiniz,

özel işaretleri bulunan beş bin melekle size yardım eder.

Şayet düşmanlarınıza karşı sabreder ve Allahtan korkarsanız ve düşman­larınız da hemen o anda üzerinize gelirlerse rabbiniz, özel işaretleri bulunan beş bin melekle size yardım eder.

Müfessirler, müminleri dektekleyecekleri bildirilen meleklerin hangi savaşta gelip destek vereceklerinin vaadedildiği ve bu vaadin şartlarının tahak­kuk edip etmediği, bu nedenle de meleklerin, fiilen yardıma gelip gelmedikleri hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Âmir eş-Şa'b'ye göre Allah teala, meleklerin, müminlere destek için geleceklerini Bedir savaşında vaadetmiştir. Ancak meleklerin gelmeleri için düşmanların, Müslümanların üzerine üst taraftan saldınnalanni şait koşmuştur. Düşmanları böyle bir saldırıda bulunmadığından, melekler de fiilen müslüman-lann yardımına gelmemişlerdir.

Bu hususta Âmirin şunları söylediği rivayet edilmektedir: "Bedir savaşın­da müslümanlara, Kürz b. Cabir el-Muharibin, müşriklere yardım edeceği habe­ri ulaştı. Bu, müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine, âyet-i kerimelerde belir­tildiği gibi, Allah tealanın, üç bin melekle, hatta sabrederlerse beş bin melekle müslümanları destekleyeceği bildirildi. Fakat Kürz'e, müşriklerin mağlup ol­dukları haberi ulaştı. Kürz de müşrikleri desteklemedi. Allah teala da vaadinde beyan ettiği, düşmanın üzerlerine gelme şartı gerçekleşmediğinden müminleri beş bin melekle desteklemedi.

b- Malik b. Rebia, Abdullah b. Abbas, Ebu Davud el-Mazini, Resululla-hın azadlı kölesi Ebu Rafı ve Katadeye göre de Allah teala, müminleri melek-leklerle destekleyeceğini Bedir savaşında bildirmiştir. Müminler de sabretmiş­ler, Allah tealadan korkmuşlar, Allah teala da onlan vaadettiği gibi fiilen melek­lerle desteklemiştir. Bu hususta, Malik b. Rebianın, gözlerini kaybettikten sonra şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Şayet ben, bu anda sizinle Bedire gitsey-dim ve gözlerim de görüyor olsaydı meleklerin hangi vadiden çıkıp geldiklerini,hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim. [245]

Abdullah b. Abbas da Gifar oğullarından bir kişinin kendisine şunları an­lattığını rivayet etmiştir: "Ben, amcamın oğlu ile birlikte gidip Bedir vadisine bakan bir dağın üzerine çıktık. Biz o zaman müşriktik. Felaketin kimin başına geleceğini gözlüyor ve neticede, yağma yapacaklarla birlikte yağmalamak isti­yorduk. Biz, dağın başında bulunduğumuz sırada bize aniden bir bulut yaklaştı. Bulutun içinden at solumaları işittik. Bir kişinin de atına "Haydi Hayzum (Ceb-railin atının adı) dediğini duyduk. Bunun üzerine amcamın oğlunun (korkudan). ödü patladı ve orada öldü. Ben de neredeyse helak olacaktım. Kendime zorla hakim oldum, [246]

Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Melekler, Bedir savaşının yapıldığı gü­nün dışındaki herhangi bir günde savaşmamışlardır. Bedir savaşının dışındaki günlerde melekler, müslumanların sadece sayılanın çoğaltmak için onlara katılı­yor ve onlara destek oluyorlar fakat fiilen vuruşmaya katılmıyorlardı. [247]

Bedir savaşına katılan Ebu Davud el-Mazeni diyor ki: "Ben, Bedir sava­şında, boynunu vurmak için bir adamı kovalıyordum. Henüz kılıcım ona dokun­madan, başının önüme düştüğünü gördüm. Böylece anladım ki, onu ben değil başka birisi öldürdü. [248]

Resulullahın azadlı kölesi Ebu Rafi diyor ki: "Ben, Abdulmuttalibin oğlu Abbasın kölesi idim. Bizim eve İslam ginnişti. Abbas da karısı Ümmi Fadl da ben de müslüman olmuştuk. Abbas, kavminden korkuyor ve onlara karşı çık­mak istemiyordu. Bu nedenle de müslüman olduğunu gizliyordu. Abbas, kavmi­ne ödünç verdiği bir çok mala sahipti. Ebu Leheb, Bedir Savaşına katılmamış, yerine Hişamın oğlu ei-Asi'yi göndermişti. Savaşa gitmeyenler, yerlerine bu şe­kilde başkalarını gönderiyorlardi. Bu nedenle savaşa katılmayan herkes yerine bir adam göndermişti. Ebu Leheb'e, Bedir'de Kureyşin mağlup olduğu haberi ulaşınca Allah onu zelil düşürdü ve rüsvay etti. Biz ise, kendimizi güçlü ve aziz hissetmeye başladık. Ben, bünyesi zayıf bir kişiydim. Zemzem odasında ok ya­pıyordum: Allaha yemin olsun ki yine bir gün ben, o odada oturmuş oklar yapı­yordum. Yanımda da Ürnmü Fadl oturuyordu. Biz, gelen haberlerden dolayı se­vinçliydik. O sırada Ebu Leheb şerli bir şekilde çıkageldi. Odanın yanında otur­du. Sırtını benim sırtıma dönmüştü. Bu şekilde otururken halktan bazıları "İşte Ebu Süfyan b. el-Haris b. Abdulmuttalib geldi." dediler. Bunun üzerine Ebu Le­heb "Hele buraya gel. Hayatım hakkı için gerçek haberler sendedir." dedi. Bu­nun üzerine Ebu Süfyan b. el-Haris gelip Ebu Lehebin yanına oturdu. Halk başlarına toplanmıştı. Ebu Leheb "Yeğenim söyle bana, mesele nasıl oldu?" dedi. Ebu Süfyan b. el-Haris de şöyle cevap verdi. "Vallahi biz o insanlarla karşılaş­tık. Sanki onlar bizim omuzumuza binmişlerdi. Bizi diledikleri yerlere sürüp götürüyorlar ve bizlerden dilediklerini de esir alıyorlardı. Alîaha yemin olsun ki böyle olduğu halde içimizden hiçbirini kınamadım. Zira bizler, gökle yer arasını dolduran alaca atlar üzerinde bulunan beyaz tenli adamlarla karşılaştık. Vallahi bunlar hiçbir şey bırakmıyorlar, hiçbir şey de bunlara karşı gelmiyordu." dedi. Ebu Rafı diyor ki: "Bunun üzerine dayanamayıp odanın perdesini kaldırarak de­dim ki: "Vallahi .bunlar meleklerdir. [249]

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bedir savaşında (Babamı) kendisine "Ebul Yeser" adı verilen, Kâ'b. b. Amr esir almıştı. Resulullah, Kâ'ba "Ey Ebul Yeser, sen bunu nasıl esir alabil­din?" dedi. (Zira Ebul Yeser kısa boylu Abbas ise iri yarı birisiydi) Ebul Yeser de "Buna karşı bana daha önce ve daha sonra kendisini hiç görmediğim bir adam yardım etti. Onun şekli şöyle ve şöyle idi." dedi. Bunun üzerine Resulul­lah "Şüphesiz ki ona karşı sana yüce bir melek yardım etti." buyurdu[250]

Bedirde müslümanları destekleyen meleklerin sayısı hakkında Katadenin şunlafı söylediği rivayet edilmektedir. "Önce müslümanlara yardım olarak bin melek gönderildi. Sonra onların sayısı üç bine çıkarıldı. Daha sonra da beş bine çıkarıldı. Evet, Allah, müslümanlara Bedirde beş bin meleği yardımcı olarak gönderdi.

c Abdullah b. Ebi Evfaya göre ise Allah teala müminleri, meleklerle des­tekleyeceğini Bedir savaşında vaad etmiş ancak, Allaha itaatte, düşmanlarına karşı savaşta sabretmeleri ve Allanın haram kıldığı şeylerden kaçınmaları halin­de, meleklerin, her savaşta kendilerini destekleyeceklerini bildirmiştir. Ancak müslümanlar. Allanın istediği böyle bir sabn ve takvayı sadece Hendek savaşın­da göstermişler, Allah da onları, Hendek savaşından sonra Beni Kureyza Yahudilerini kuşatmasında meleklerle desteklemiştir. Bu hususta, Abdullah b. Ebi Evfanın, şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Biz, Kureyza ve Nadr oğullan Yahudilerini Allanın dilediği kadar kuşatma altında tuttuk. Bize fetih ihsan edil­medi. Geri döndük. Resulullah, evinde başını yıkamak isterken Cebrail ona gel­di ve "Ey Muhammed, siz silahı bıraktınız ama, melekler teçhizatlarını bırakma­dılar." dedi. Resulullah bir parça bez isteyip başına sardı. O, başını yıkayıp bitir­memişti. Sonra bizi, tekrar silah başına çağırdı. Bizler, yılmış vaziyette, belli ol­mayan bir maksat için gidiyonnuş gibi, Kureyza ve Nadr oğullarına doğru çıkıp gittik. İşte o gün, Aziz ve Celil olan Allah, bizlere destek olarak üç bin melek gönderdi ve bize, fethi ihsan etti. Biz de Allanın bize lütfettiği nimet ve üstün­lükle geri döndük.

d- Dehhak, İbn-i Zeyd ve İkrimeye göre ise, Allah teala, müminleri Bedir savaşında bin kadar melekle desteklemiştir. Nitekim bu hususta bir âyet-i keri­mede şö'yle Duyurulmuştur: "Hani bir zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o: "Ben size peşpeşe bin melekle yardım edeceğim" diye dileğinizi kabul et­mişti. [251] Buna mukabiMJhut savaşında da sabrettikleri ve Allahtan korktuk­ları takdirde, müminleri üç bin melekle, hatta beş bin melekle destekleyeceğini vaadetmiş fa*kat müminler bu savaşta sabretmedikleri ve takvaya uygun davran­madıklarından dolayı Allah da onları meleklerle desteklememiştir."

Taberi diyor ki: "bu konuda şöyle denilmesi daha isabetlidir." "Allah tea­la bu âyetlerde, Peygamberine emretmiştir ki, o, müminlere desin ki: "Rabbini-zin sizi üç bin melekle desteklemesi size yetmez mi?" Şayet sabreder ve Allah­tan korkarsanız, Allah sizi beş bin melekle desteklemiş olacaktır.

Taberi devamla diyor ki: "Âyetlerin bu ifadelerinde müminlerin üç bin veya beş bin melekle desteklenip desteklenmediklerini ortaya koyan bir delil yoktur. İhtimaldir ki bir kısım ravilerin izah ettikleri gibi, Allah, müminleri, me­leklerle fiilen desteklemiştir. Yine muhtemeldir ki başka bir kısım ravilerin zik­rettikleri gibi Allah müminleri meleklerle fiilen desteklememiştir. Müminlerin üç veya beş bin melekle desteklendiğini beyan eden sahih bir haber sabit değil­dir. Bu bakımdan bu konuda delilsiz konuşmak caiz olmadığından iki görüşleri birini kabul etmek mümkün değildir. Buna mukabil, Allah tealanın müminleri Bedir savaşında bin melekle desteklendiği şu âyet-i kerimede sabittir. "Hani bir zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o, "Ben size peşpeşe bin melekle ya­dım edeceğim." diye dileğinizi kabul etmişti. [252]

Uhut savaşma gelince onda müminlerin, melekler tarafından desteklendi­ğini söylemektense desteklenmediğini söylemek daha evladır. Zira melekler ta­rafından desteklenmiş olsalardı kesin bir galibiyet elde ederlerdi.

Âyet-i kerimede, müminlere, yardımcı olarak gelecekleri vaad edilen me­leklerin işaretli olacakları zikredilmiştir. Meleklerin işaretlerinin ne okluğu hu­susunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Ebu Üseyd ve Abdullah b. Zübeyrden nakledilen bir görüşe göre melek­lerin nişaneleri, ucunu arkaya doğru sarkıttıkları san renkli sarıklardır. Zübeyrin sangı da bu renkte idi.

Mücahide göre ise meleklerin atlarının kuyrukları kısaltılmış, yeleleri yünle veya karmızı yünle süslenmişti. Yine Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, meleklerin atlarının yeleleri kısaltılmış, kakül ve kuyrukları ise yünlerle süslenmiştir.

Reb' b. Enese göre, meleklerin atları alaca renkli idi,

Katade, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe gö­re Meleklerin nişaneleri, atlarının yünlerle süslenmiş olmasdır.

İkrirniye göre ise, meleklerin işaretleri, savaş kıyafetinde olmalarıdır.

Hz, AH (r.a.) dan rivayet edildiğine göre ise, beyaz renkli yün elbiseler giyerek ve beyaz yeleli atlara binerek geldikleri söylenmektedir. Ebu Hureyre-den nakledildiğine göre de, melekler kırmızı yün elbiseler giyerek gelmişlerdir. Daha başka rivayetlerde de çeşitli renk ve elbiselerle işaretlenmiş olarak geldik­leri söylenmektedir. Belki de her mücahid bunları başka başka renklerde gör­müştür.

Allah teala, müminlerin, düşmanların saldırılarına manız kaldıklarında sabretmeleri halinde onlara melekleri yardımcı göndereceğini vaadetmektedir. Bundan sonra da bu şartların tahakkuku halinde yardım edeceği ümit edilir. Ye­ter ki müminler, Allah düşmanları karşısında sabretsin, can ve mallarını o yokla

feta etmeye hazır olsunlar. [253]

 

126- Allah bu yardımı size sadece bir müjde olsun ve kalbiniz huzura kavuşsun diye yaptı. Zafer ancak her şeye

galip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah ta rafından dır.

Allah, meleklerle size yardım edeceği vaadini sadece bir müjde olsun ve kalbleriniz huzura kavuşup sükuna erişsin diye yaptı. Düşmanınıza karşı muzaf­fer olmak, sayı ve mühimmat çokluğu ile değil ancak Allah katından olan yar­dım iledir. Çünkü zafer ancak, her şeye galip olan, hüküm ve hikmet sahibi Al­lah tarafındandır. O halde sadece Allaha güvenin, ondan yardım isteyin. Sayının çokluğuna aldanmayın. Zira zafer sayı ile değil ancak Allanın yardımı iledir. [254]

 

127- Böylece Allah, kâfirlerden bir bölümünün kökünü kessin veya onları rüsvay etsin de ümitsiz olarak geri dönsünler.

Allah size Bedir savaşında yardım etti ki böylece, kâfirlerden bir toplulu­ğun kökünü kurutsun veya onları, size karşı galip gelmekten ümitsizliğe düşüre­rek rüsvay etsin de ümitsiz bir şekilde çekilip gitsinler.

Süddi, bu âyeti Bedir savaşına değil Uhut savaşına yorumlamış ve âyetin, orada öldürülen on sekiz müşrik'e işaret ettiğini söylemiştir. [255]

 

128- Senin elinde bir şey yoktur. Allah ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azap eder. Çünkü onlar zalimdirler.

Ey Muhammed, kulların işi hususunda senin elinde bir şey yoktur. Onla­rın işi Allaha aittir. Aralarında dilediği hükmü verir. Dilerse onların tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlar, azaba layık olan zalimlerdir.

Enes b. Malik, Hasan-ı Basri, Katade, Rebi' b. Enes, Miksem ve Abdul­lah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resulullahın Uhut savaşında yüzünün yaralanması ve dişinin kırılması sebebiyle, müşriklerin iman edeceklerinden ümit keserek şu hadis-i şerifini buyurması üzerine nazil olmuş­tur: "Bu hususta Enes b. Malik diyor ki: "Resulullahın yüzü yaralandı, ön dişi kırıldı. Omuzuna bir ok isabet etmişti. Öyle ki yüzünden kan akmaya başlamış­tı. Resulullah yüzünü siliyor ve şöyle diyordu. "Kendilerini Allaha davet eden Peygamberlerine bunu yapan bir ümmet nasıl iflah olabilir?" İşte bunun üzerine Allah teala "Senin elinde bir şey yoktur. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlar zalimlerdir." âyetini indirdi.

Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre ve Ebubekir b. Abdurrahmana göre ise bu âyetin nüzul sebebi, Resulullahın bir kısım insanlar aleyhine bedduada bu­lunmasıdır. Bu hususta Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Resulullah, Uhut savaşında "Ey Allahim, sen Ebu Süfyana lanet et . ""Ey Allanın, sen, Haris b. Hişama lanet et," Ey AUahım sen. Safvan b. Ümey-yeye lanet et." dedi. Bunun üzerine "Senin elinde bir şey yoktur. Allah ya onla­rın tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlara zalimdirler." âyetini indirdi. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü onlara daha sonra miislüman oldular ve müslümanlıklannı güzel yaptılar. [256]

Bu hususta, Ebu Hureyre de diyor ki:

"Kesulullah, bir kişinin aleyhine veya lehine dua etmek istediğinde, rüku-dan sonra, kunut şeklinde dua ededi. Resulullah, eledikten sonra şöyle derdi: "Ey Allahım, hamd sana aittir. Ey AUahım, sen, Ve-lİdin oğlu Velidi, Hişamın oğlu Selemeyi, Ebi Rebianın oğlu Ayyaşı kurtar. Ey Allahım sen Mudar kabilesine baskı yapmayı artır. Sen onların yıllarını, Yusufun yıllan gibi kıtlık yılları kıl. "Ebu Hureyre diyor ki: "Resulullah bu duayı açıktan yapardı. Bazı sabah namazlarında da Arapların bazı kabilelerini kaste­derek "Ey Allahım, filan ve filana lanet et." derdi. Nihayet Allah teala "Senin elinde bir şey yoktur.." âyetini indirdi[257]

 

129- Göklerde ve ycr(fc ne varsa hepsi Allahindar. O, dilediğini ba­ğışlar, dilediğine de azabeder. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Ey Muhammed, senin elinde bir şey yoktur. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allaha aittir. O, yarattıklarından dilediğinin tevbesini kabul edip onu bağışlar ve dilediğini de cezalandırıp ona azabeder. Allah, günahları çokça affeden ve kullarına çokça merhametli davranandır. [258]

 

130- Ey iman edenler, kat kat afiz yemeyin. Allahtan korkun ki kur­tuluşa eresiniz.

Ey iman edenler, cahiliye döneminde birbirinizden kat kat faiz aldığınız gibi müslüman olduktan sonra da faizle muamele yapmayın. Allahtan korkun ki kurtuluşa erip Allanın azabından kurallasınız.

Cahiliye döneminde, borcun ödeme vadesi gelince faizci, borçluya şöy­le derdi: Ya borcunu ödersin veya faiz iki kat artarak alacağın vadesi uzatılmış olur. "Bu yolla her yıl faizler artıyor ve alacaklar her sene bir misli daha fazlala-şıyordu. Ayet-i kerime, faizli muamelenin yasak olduğunu bildiriyor ve cahiliye teamülünden olan bu çirkin muameleyi kaldırıyor. [259]

 

131- Kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşinden sakının, Allah teala, faizin yasak olduğunu beyan ettikten sonra "Ey iman eden­ler, Allanın, kendisini inkâr edenler için hazırladığı o cehennem ateşinden kor­kun." buyuruyor. Böylece faizcilerin, Allahtan korkup bu huylarından vaz geç­medikleri takdirde, aslında kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşine onla­rın da gireceklerini beyan etmektedir. [260]

 

132- Allaha ve Peygamberine itaat edin ki merhamet olunasıniz.

Allanın size yasaklamış olduğu faizi terkedip bu hususlarda Allaha ve Peygamberine itaat edin ki size merhamet edilsin ve böylece azaba uğratılmaya-sınız.

İbn-i İshak bu âyet-i kerimenin, Unut savaşında Resulullahın emrini dinlemeyen sahabilere sitemde bulunduğunu söylemiştir. [261]

 

133- Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cen­nete koşuşun. O cennet, Allahtan korkanlar için hazırlanmıştır.

Günahlarınızı örtmeyi ve affettinneyi gerektiren amellere ve genişliği ye­di gök ve yer kadar olan cennete koşuşun. O cennet. Allanın emirlerini tutup ya­saklarından kaçınan takva sahipleri için hazırlanmıştır.

* Rivayet edilir ki "Roma İmparatoru Herakliyüs, Peygamber efendimiz (s.a.v.) e mektup yazarak şöyle demiştir: "Sen beni, genişliği göklerle yer kadar olan cennete davet ediyorsun. Acaba cehennem nerede?" Bunun üzerine Resu­lullah efendimiz şöyle buyurmuştun "Sübhanallah, gündüz geldiğinde gece ne­rede olur? [262]

Resulullah (s.a.v.) bu sözüyle şunu kastetmiştir: "Bizim gündüzleyin geceyi görmeyişimiz, onun yokluğunu gerektimıez. O, Allanın dilediği yerdedir."

Aslında âyet-i kerime, cennetin genişliğini, insanların aklına yaklaştır­mak için, göklerle yerin genişliğini bir misal olarak zirketmiştir. Yoksa cennetin gerçek genişliğinin ne kadar olduğunu ancak Allah bilir. [263]

 

134- O takva sahibi olanlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda har­carlar. Öfkelerini yenenler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah, iyi­lik yapanları sever.

O takva sahipleri, bolluk zamanlarında da sıkıntı ve darlık zamanlarında da mallarım Allah yolunda harcarlar. Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler. İn­sanların kusurlarını bağışlarlar. Allah, iyilikte bulunanları sever.

Ayet-i kerimede, takva sahiplerinin üç sıfatı zikredilmektedir. Bunlar­dan birincisi cömertliktir. Bu hususta Peygamber efendimizden şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir:

"Cömert insan Allaha yakındır, cennete yakındır insanlara yakındır. Ce­hennemden ise uzaktır. Cimri kişi ise Allahtan uzaktır, cennetten uzaktır, insan­lardan uzaktır. Cehenneme ise yakındır. Muhakkak ki Cömert olan cahil kişi, Allaha, âbid olan bir cimriden daha sevimlidir. [264]

Bu sıfatlardan ikincisi: Öfkeyi yenme sıfatıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu hususta da şöyle buyurmaktadır:

"Sizler, içinizden kimi kahraman sayarsınız?" Sahabiler "Kimsenin ye­nemediği kişiyi." dediler. Resulullah "Kahraman bu değil, kızdığı zaman öfkesi­ni yenendir. [265]

Üçüncüsü ise başkalarının küsurunu bağışlama sıfatıdır. Resulullah efen­dimiz bu hususta da şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir sadaka, malı eksiltmez. Allah, başkasını affeden kulun, mutlaka şerefini artırır. Allah, kendi rızası için alçak gönüllü davranan bir kulun ise de­recesini mutlaka yükseltir. [266]

 

135- Onlar, bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allahı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allahtan başka kim bağışlar? Yaptıkları kötülükte bile bile ıs­rar etmezler.

Onlar, bir hayasızlık yaptıklarında veya Allaha isyan edip cezayı hak ederek kendilerine zulmettiklerinde, işledikleri günaha dair Allahm tehdidini hemen hatırlarlar. Rablerinden, günahlarının bağışlanmasını, cezaya uğratılma-malannı dilerler. Allahtan başka günahları kim bağışlar ki?

Onlar, işlemiş oldukları günahlarda Allahm kendilerini cezalandıracağını bile bile ısrar etmezler. Bilakis tevbe eder ve affedilmelerini isterler.

Bu âyet-i kerimede de takva sahiplerinin, bir günah işlemeleri halinde hemen tevbe ederek Allahtan, bağışlanmalarını istedikleri ve günahlarında ısrar etmedikleri beyan edilmektedir.

Resullah (s.a.v.) buyurmaktadır ki:

"Ey insanlar, Allaha tevbe edin. Zira ben ona günde yüz kere tevbe ediyorum. [267]

Âyette zikredilen ve "Hayasızlık" diye tercüme edilen kelime­sinin asıl mânâsı "Çirkin amel ve Allahın izni dışında yapılan işler"dir.

Cabİr b. Abdullah ye Süddiye göre burada zikredilen kelime­sinden maksat, zina etmektir.

Ata b. Ebi Rebah ve Abdullah b. Mes'uda göre bu âyet-i kerime müslü-manlara, günahların affedilmesi hususunda İsraioğullarına tanınan imkândan daha büyük bir imkânın tanındığını beyan etmek için idrilmiştir. Zira İsraioğul-lan günah işledikleri zaman, sabahleyin kapılarına, işledikleri günah ve keffareti yazılırdı. îsrailoğullan, kendilerinden istenen keffareti yerine getirerek günahla­rını affetirme imkânına sahib oluyarlardı. Halbuki, müslümanlarm, günahlarını affettirmeleri, sadece dilleriyle, rablerinden af dilemeleri şeklinde olmaktadır. İşte âyet-i kerime, müslümanlara verilen bu özelliği beyan etmektedir.

Tevbe edilerek günahların affını dileme hususunda:

Hz. Alinin şunları söylediği rivayet edilmektedir. "Bana, herhangi bir kimse Resulullahtan bir şeyi anlattığında ben ona, anlattığını, Resulullahtan duyduğuna dair yemin ettirirdim. Yemin ederse ona inanırdım. Ebubekir bana dedi ki: (O doğru söylerdi:) "Ben, ResuluIIahın şöyle dediğini işittim: "Hiçbir adam yoktur ki, bir günah işlesin sonra da kalkıp temizlensin, namaz kılsın. Da­ha sonra da, Allahtan kendisini affetmesini istesin de Allah da onu affetmesin." Sonra da Resulullah "Onlar, bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettik­leri zaman Aüahı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler." âyetini okudu. [268]

Âyet-i kerimede "Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." buyrul-maktadır.

Katadeye göre bu ifadeden maksat, "Yaptıkları günahta devam etmezler. Ondan vaz geçip Allahtan affedilmelerini dilerler." demektir.

Hasan-ı Basri ve Mücahide göre bu ifadeden maksat, "Günah işlemeyi kasteder fakat onu işlemezler." demektir. Bunlara göre bir günahı fiilen işleyen, onda ısrar etmiş sayılır.

Süddiye göre ise "Günahta israr"dan maksat, günah işledikten sonra tev­be etmemek ve susup kalmaktır.

Taberiye göre, tercihe şayan olan görüşün, "Günahta ısrar etmekt"en maksadın "Günah işlemeye devem etmek"tir. Diyen veya "İşlenen günahtan tevbe etmemektir" diyen görüşlerdir. Günah işlemeyi kastedip sonra da fiilen günah işlemeyi "günahta ısrar" saymanın bir mânâsı yoktur. Zira günah işleme­yene "Günahkâr" denilmez. Ta ki, onu işleyene, "Günahında ısrar eden" densin. Nitekim bu hususta:

Peygamber efendimiz buyurmuştur ki: "Af dileyen, ısrar etmiş sayılmaz. O günahı bir günde yetmiş kere işlemiş dahi olsa. [269]

 

136- İşte bunların mükâfaalı, rablcri tarafından bağışlanmak, altla­rından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetlerdir. Çalı­şanların mükâfaatı ne güzeldir.

İşte sıfatlan zikredilen bu insanların itaatjarıha karşı sevap ve mükâfaatlan, rableri tarafından günahlarının affedilip cezalarının kaldırılması ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennete girmeleri­dir. Allah için çalışanlara bu cennetler ne güzel bir mükûfaattır. [270]

 

137- Sizden önce de Allahın nice kanunları gelip geçmiştir. Yeryü­zünde dolaşın da yalanlayanların hali nice olmuş bir görün.

Ey Muhammed ümmeti, sizden Önce nice ümmetlerin olayları gelip geç­miştir. Onların yurtlarında gezip dolaşın. Peygamberlerini yalanlayanların akı­betlerinin nasıl olduğunu bir görün. Helak olmuş ve hüsrana uğratılmışlardır.

Ey müminler, sizler Uhut savaşında galip gelmeyişinize üzülmeyin Zira bu, kâfirlere bir mühlet vermedir. Onların akıbeti de Nuh, Lut ve Salih kavim­leri gibi geçmiş ümmetlerin akıbetine benzeyecektir." Görüldüğü gibi, bu âyet-i kerime, Uhut savaşında müşriklere galip gelemeyen müslümanlan teselli etmek­te ve müşriklerin akıbetlerinin kötü olacağını bildirmektedir. [271]

 

138- Bu, insanlara bir açıklama ve AHahtan korkanlar için bir hida­yet rehberi ve öğüttür.

Size beyan ettiğim bu şey, insanlara bir açıklama, hak yolu gösterme, tak­va sahiplerine de bir öğüt ve hatırlatmadır.

Müfessirler, bu âyet-i kerimeyi iki şekilde izah etmişlerdir:

Hasan-ı Basri ve Rebi' b. Enese göre buradaki ism-i işaretten maksat, Ku-ran-ı Kerimdir. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir "Bu Kur"an, insanlar için, hükümleri ve geçmişteki hadiseleri açıklayan bir rehber, takva sahipleri için ise doğru yolu gösteren bir kılavuz ve bir öğüttür."

İbri-İ İshaka göre İse, buradaki ism-i işaretten maksat, yukarıda zikredilen meselelerdir. Buna göre ayetin mânâsı şöyledir: "Ey müminler, size izah ettiğim bu husus ta, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için ise, hak yola ile­ten bir rehber ve bir öğüttür."

Taberi, bu son izah şeklini tercih etmiştir. [272]

 

139- Müminler, geveşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız en üstün sizsiniz.

Ey iman edenler, gevşemeyin, Uhut savaşında verdiğiniz kayıplardan do­layı sızlanmayın. Eğer size vadettiği hususlarda Muhammede inanıyorsanız bi­lin ki sonunda galip gelecek olan sizlersiniz.

Allah teala bu âyet-i kerimede müminleri, Uhut savaşında verdikleri kayıplardan dolayı teselli etmekte, en sonunda yine onların galip geleceklerini haber vermektedir.

Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: "Resulullahın sahâbileri Uhut vadisin­de yenilgiye uğradılar. Onlar birbirlerine "Filan ne yaptı, falan ne yaptı? dediler. Birbirlerine ölenleri bildirdiler. Ve Resulullahın öldürüldüğünü de birbirlerine anlattılar. Bu sebeple büyük bir üzüntü içine düştüler. Onlar bu hakleyken Halid b. Veîid, müşriklerin süvarileriyle birlikte Uhut dağının üstüne çıktı. Müslü­manlar ise dağın eteğinde idiler. O sırada müslümanlar, Resulullahın sağ oldu­ğunu gördüler ve çok sevindiler. Resuîullah, Allaha dua ederek "Ey Allahim bi­zim senden başka hiçbir gücümüz yoktur. Bu beldede şu topluluk dışında sana kulluk edecek hiçbir kimse de yoktur." dedi. Bunun üzerine müslümanların ok­çularından bir topluluk harekete geçip dağa çıktılar. Müşriklerin süvarilerine ok attılar. Böylece Allah onları mağlup etti ve dağın üstüne müslümanlar çıkmış oldular;İşte ayet-i kerimenin "Eğer inanıyorsanız en üstünsünüz" bölümü bu olaya işaret etmektedir.

Abdullah b. Abbas da diyor ki: "Halid b. Velid Uhut dağının üzerine çık­maya yöneldi. Resulullaha da "Ey Allahim, bizim üst tarafımıza onlar çıkma­sın." diye dua etti. İşte bunun üzerine Allah teala "Müminler, gevşemeyin, üzül­meyin. Eğer iman ediyorsanız, en üstün sizlersiniz." âyetini indirdi. [273]

 

140- Eğer siz, bir yara almışsanız, aynı yarayı düşmanlarınız olan topluluk ta almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviriz ki Al­lah, iman edenleri belirtsin. İçinizden şahitler meydana çıkarsın. Allah, za­limleri sevmez.

Ey müminler topluluğu, sizler, savaşta zayiat verdiyseniz düşmanlarınız olan toplulukta ta aynı zayiatı vermiştir. Biz bu günleri insanlar arasında değiş­tiririz. Bazan mağlup olur bazan da galip gelirsiniz. Bunun sebebi de Allanın, sizden mümin olanları münafıklardan ayırması ve içinizden bir kısmınızı şahit­ler edinmesidir. Yani sizlerden bazılarını şahitler yapmak istemesi ve şahitlik mertebesine eriştirmesi içindir. Allah, günah işleyip cezayı hak ederek kendile­rine zulmedenleri sevmez. O hakle ümitsizliğe düşmeyin. Yeri geldiğinde ciha­da çıkmaktan asla geri durmayın.

Ayette zikredilen ve "Yara" diye tercüme edilen kelimesi, mücahih, Hasan-ı Basri, Katade, süddi, İbn-i ishak ve Abdullah b. Abbasa göre "Yaralan­ma ve öldürülme" mânâlarına gelmektedir. Burada, âyet-i kerime uhut savaşın­da, arkadaşları Öldürülen ve yaralanan müminlere hitabetmekte ve onları teselli etmektedir. Çünkü müminler, Uhut savaşında öldürülmüş ve yara almışlarsa kâfirlerde Bedir savaşında aynı şeylere uyratılmışlardır. O halde müminlerin, mağlubiyetten sonra ümitsizliğe kapılmamalan gerekmektedir.

Ayet-i kerimede "Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz." Duyu­rulmaktadır. Bu ifadeden maksat, savaşta galip gelmenin, taraflar arasında el de­ğiştirmesidir. Bedir savaşında galibiyet müminlerin olmuş, Uhut savaşında da müşriklere kaymıştır. Bunun hikmeti ise Allah tealinin, mağlubiyetle imtihan ettiği müminlerin, gerçekten mümin olanlarım münafıklardan ayıngası ve bir kısım müminlere de şehadet şerbetini tatürmasıdır.

Abdullah b. Abbas, âyetin "Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviri­riz." bölümünün izahında şunlan söylemiştir. "Uhut savaşı sonunda müslüman-lann verdikleri zayiattan sonra Resulullah, Uhut dağının üzerine çıktı. Ebu Süf­yan da oraya geldi ve "Ey Muhammed, ortaya çıksana, ortaya çıksana harp nö-betleşedir. Bir gün bizim lehimize, bir gün de sizin lehininizedir." dedi. Bunun üzerine Resulullah sahabilerine "Buna cevap verin" dedi. Sahabiler de "Eşit değli, eşit değil, bizden öldürülen cennette, sizden öldürülenler ise cehennem ateşindedirler." elediler. Ebu Süfyan da "Bizim Uzza putumuz var. Sizin Uzza-nız yoktur." dedi. Resulullah da buyurdu ki "Deyin ki" Bizim dostumuz Allahtır. Sizin ise dostunuz yoktur." Ebu Süfyan da "Hübel putu sen yücel." dedi. Re­sulullah da buyurdu ki "Deyin ki "En yüce ve en büyük olan Allahtir." Ebu Süf­yan dedi ki: "Bizim de sizin de buluşacağımız yer, küçük Bedirdir." İşte âyet-i kerimenin bu bölümü bu durumu izah etmektedir. [274]

 

141- Ve Allah, iman edenleri arındırsın. Kâfirleri mahvetsin. Allahın, sizi Uhut savaşında mağlup edip Bedir savaşında da galip getir­mesinin sebeplerinden biri de, iman edenleri imtihan edip, gerçekten inananları münafıklardan seçip arındırmak ve kâfirleri mahvetmek istemesindendir. Zira münafıkların dilleriyle söylediklerinin, kalblerindeki inançlara uymadığı, mü­minlerin mağlup olma durumlarında ortaya çıkmaktadır. [275]

 

142- Yoksa Allah, içinizden, cihad edenleri belirtmeden ve sabreden­leri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

Yoksa Allanın, mümin kullarına, Mücahid olanları belirtmesinden ve sabredenlerinizi bildirmesinden önce cennet gibi yüce makamlara ereceğinizi mi zannediyorsunuz?

Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmaktadir: "Yoksa siz, başı boş bırakılacağınızı ve içinizden cihad edenleri ve Allahtan, Peygamberden ve mü m in türden başkasını sırdaş edinmeyenleri, Allanın bilmediğini mi sandınız? Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızı bilir[276]

"İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılıp imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?" [277]

 

143- Gerçekten siz, ölümle karşılaşmadan evvel onu arzu ediyordu­nuz. İşte onu gördünüz. Fakat hâlâ bakıp duruyorsunuz.

Ey Muhammed ümmeti, düşmanlarınızla savaşmadan ve ölümü görme­den Önce, Bedir savaşına katılan müminler gibi, sevaplara nail olasınız diye, öl­meyi arzuluyordunuz. İşte siz, ölümü yakından gördünüz. Hâlâ bekleyip duru­yorsunuz.

Mücahid, Katade, Rebi' b. Enes. Hasan-ı Basri, Süddi ve ibn-i İsalı ak a göre bu âyet-i kerime. Bedir savaşında bulunmayıp ta kâfirlerle savaşmak iste­yen ve Uhut savaşına katıldıklarında da istedikleri gibi savaşmayan müslüman-lara işaret etmekte ve savaşta bozguna uğrayanlara sitem etmektir.

Katade diyor ki: "Müminler, müşriklerle karşı karşıya gelip savaşmayı is­tiyorlardı. Uhut savaş.nda düşmanla karşılaşınca bozguna uğradılar. Bu sebeple kaçanlara sitem edildi ve sabredip direnenler övüldü."

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Gereksiz yere düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allahtan afiyet dileyin. Şayet karşılaşacak olursanız da sabırlı oîun ve bilin ki cennet, kılıçların gölgesi altındadır. [278]

 

144- Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygam­berler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürce, ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerine geri dönerse Allaha hiçbir zarar vere­mez. Allah, şükredcnlcri mükâfaatlandıracaktır.

Muhammed de ancak kendisinden önce gelen -ve vadeleri yeterek ölüp dünyadan giden Peygamberler gibi bir Peygamberdir. Şayet o ölür veya öldürü-lürse Allaha iman ettikten sonra tekrar inkâra mı döneceksiniz? Dinilen çıkıp mürted mi olacaksınız? Sizden kim iman ettikten sonra dinden çıkar ve kâfir olursa, elbette ki o, Allaha hiçbir zarar veremez. O kimse ne Allanın azametine bir küçüklük ne de mülküne bir eksiklik verebilir. Allah, kendisine şükredcnleri, hakta kararlı oldukları ve dine sarıldıkları için mükâfaatlandmlaeaktır.

Hz. Ali (r.a.) "Allah, şükredenleri mükâfaatlandıracaktır." ifadesindeki "Şükredenler" den maksadın, dinlerinde karar kılanlar olduğunu, bunların da Ebubekir ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Hz. Ali (r.a.) derdi ki: "Ebubekir, şükredenlerin önderi ve Allanın dostlarının önderidir. O, insanların, Allaha en çok şükredeni ve en çok sevimli olanıdır."

Müfessirler diyorlar ki: Müşrikler, Uhut savaşında Resulullahın öldürül­düğüne dair yalan haberi yayınca müminlerin kalbine bir gevşeme ve zafiyet in­mişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ve gevşekliklerinden dolayı müminlere sitem etti.

Bu hususta Katade diyor ki: "Bu âyet, Uhut savaşında yaralanan ve arka­daşları Öldürülen müminlere işaret etmektedir. Zira bunlar Resulullah hakkında tartışmaya girişmişlerdir. Bir kısım insanlar, "Eğer bu hak Peygamber olmuş ol­saydı öldürülmezdi." dediler. Sahabilerin ileri gelenleri ise "Sizler, Peygamberi­niz Muhammedin savaştığı gibi savaşın. Ta ki, Allah size fethi ihsan etsin veya siz de Peygamberinize kavuşmuş olasınız." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet,i Celile nazil oldu.

Rebi' b. Enes diyor ki: "Savaş sırasında muhacirlerden bir adam Ensardan olan binadamın yanından geçti. Ensardan olan adam kana bulanmış bir haldey­di. Muhacirlerden olan adam ona "Ey filan, sen Muhammedin öldürüldüğünü hissettin mi?" dedi. Ensardan olan adam da ona "Eğer Muhammed öldüyse o tebliğ ederek vazifesini yaptı. Siz, dininiz uğranda savaşın." dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Süddi diyor ki: "Resulullah, Uhut gününde müşrikleri görünce, okçulara, müşriklerin süvarilerinin karşısında, Uhut dağının altında mevzi lenmel erini em­retti ve onlara "Bizim onlara galip geldiğimizi görseniz dahi yerinizden ayrılma­yın. Zira sizler, yerinizde kaldığınız müddetçe bizim onlara galip gelmemiz de­vam eder." dedi. Okçuların başına da, Havvat b. Cübeyrin kardeşi Abdullah b. Cübeyri emir tayin etti. Zübery b. el-Avvam ve Mikdat b. el-Esved müşriklerin üzerine hamle yaparak onları hezimete uğrattılar. Resuüah ve diğer sahabileri de hamle yaparak Ebu Süfyanı mağlup ettiler. Müşriklerin süvarilerinin başında bulunan Halid b. Velid, müşriklerin mağlubiyetini görünce ilerlemeye çalıştı. Fakat müslümanlann okçularının ok atmaları üzerine ilerleyemedi. Fakat müs-lüman okçular, Resulullahın ve sahabilerinin, müşriklerin ordusunun içinden ganimet topladıklarını görünce bazıları, "Biz buradan ayrılmayalım, Resululla­hın emrine karşı gelmeyelim." dedilerse de çoğunluk yerlerini terkedip ordunun içine gittiler. Halid b. Velid, okçuların ayrıldığını görünce atlılara seslendi, hü­cuma geçtiler. Okçuları Öldürdüler ve Resulullahın diğer sahabilerine karşı hü­cum geçtiler. Müşrikler de süvarilerinin savaştıklarını görünce onlar da savaş giriştiler. Müslümanlara karşı yoğun bir saldırı başlattılar. Onların bir kısmını öldürerek mağlup ettiler. Haris oğullarından "İbn-i Kamie" diye adlandırılan Abdullah gelip Resulullaha bir taş attı. Onun ön dişlerinden birini ve burnunu kırdı. Yüzünü yaraladı. O anda Resulullahın sahabileri dağılıp çeşitli yerlere git­mişlerdi. Bazıları Medineye dönmüş bazıları da dağın yamacındaki kayanın üzerine çıkmış bakıyorlardı. Resulullah da müminleri kendisine çağırıyor ve "Ey Allanın kullan bana yönelin ey Allanın kullan bana yönelin." diyordu. Bu­nun üzerine Resulullahın etrafında otuz kadar insan toplandı. Onlar Resululla­hın önünde gidiyorlardı. Fakat Resulullahın önünde ancak Talha ve Sehl b. Hu-neyf durabilmişlerdi. Talha, Resulullahı atılan oklara karşı koruyordu. Koluna isabet eden bir ok'tan dolayı daha sonra kolu çolak kalmıştı. Bir ara müşrikler­den Übey b. Halef el-Cumahi çıkıp geldi. Bu kişi, Resullahi Öldüreceğine dair yemin etmişti. Resulullah da ona "Bilakis ben seni öldüreceğim." dedi. O da "Ey yalancı nereye kaçıyorsun?" dedi. Bunun üzerine Resulullah ona hamle yaptı. Zırhının kenanndan onu hafifçe yaraladı. Übey yere düştü ve öküz gibi bögümıeye başladı. Onu alıp götürdüler ve ona: "Sende yara yok." dediler. O da "O demedi mi ki "Ben seni öldüreceğim." Vallahi bu yara, bütün Rabia ve Mu-dar kabilelerinde bulunacak olsa onların hepsini öldürür." dedi. Ve bir gün veya daha az bir zaman sonra, müşrikler Mekkeye dönerken "Şerif denen yerde bu yaradan Öldü.

Savaş sırasında Resulullahın öldüğü haberi yayılmıştı. Uhuttaki kayaya sığınan insanlardan bazılan "Bizim, Abdullah b. Übeye göndereceğimiz bir el­çimiz olsa da gelip bizim için Ebu Süfyandan eman alsa. Ey kavim şüphesiz ki Muhammed öldürüldü. Gelip sizi de öldünnelerinden önce geri dönüp kavmini­ze gidin." dediler. Enes b. Nadr ise "Ey kavim, şayet Muhammed öldürüldüyse onun rabbi de öldürülmedi ya. Muhammed (s;a.v.) niçin savaştıysa siz de onun için savaşın. Ey Allahım, ben şunlann söylediklerinden beriyim. Ve şu müşrik­lerin de yaptıklanndan beriyim." dedi. Sonra da kılıcıyla savaşa girişti ve öldü-riilünceye kadar savaştı Resulullah, insanları çağırmaya devam eti. Nihayet kayanın üzerinde bulunan insanlann yanına vardı. Onlar Resulullahı görünce tanı­yamadılar. İçlerinden biri yayına ok yerleştirerek Resulullaha atmak istedi. Re-sululla da "Ben Allanın Resulüyüm." dedi. Bunun üzerine kayanın üstünde bu­lunan müslümanlar Resulullahın sağ olduğunu görünce çok sevindiler. Resulul­lah da sahabilerinden, düşmana teslim olmayanlan görünce o da buna sevindi. Onlar, Resulullahın etrafında toplanınca üzüntüleri gitti. Ve onlar, zaferden, ona ulaşmaktan ve sahabilerin öldürülmelerinden konuşmaya başladılar. Allah teala da: "Muhammed öldürüldü, artık kavminize dönün." diyenlere karşı "Muham­med ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz?" âyetini indir­di. [279]

 

145- Allahm izni olmadan hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Bu yazılmış bir eceldir. Kim dünya menfaatini isterse ondan kendisine veririz. Şükrcdenlcri mükâfaatlandıracağız.

Allanın takdir ettiği ecele ulaşmadan, Muhammed dahil, hiçbir nefsin öl­mesi mümkün değildir. Bu, Allah tarafından yazılmış bir eceldir. Hiçbir kimse vadesi gelmeden ölmeyecektir. Kim, işlediği amellerle dünya mükâfaatını ister­se, ona dünya hayatında kendisi için takdir edileni veririz. Artık onun, Allahm ikramlarından bir payı yoktur. Kim de yaptıklarıyla, Allahm, salih ameller işle­yenler için hazırladığı âhiret mükâfaatını isterse biz onu, dünyada  nzıklandır-makla birlikte ona âhiret mükâfaatları veririz. Evet şükredenleri bu boj mükâfaatlarla mükâfaatlandıracağız

-^Âyet-i Kerimede, her canlı için bir ecel takdir edildiği beyan edilmekte­dir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır:

"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geribırakabilirler ne de ileri alabilirler. [280]

"De ki: "Allahm dilediğinin dışında benim, kendime ne bir zarar ne de bir fayda sağlamaya gücüm yeter. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geciktirebilirler ne de öne alabilirler. [281]

"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden, hemen cezai andı rsaydı, yer­yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah, onlan belli bir vakte kadar erte­ler. Vâdeleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ne de bir an öne alabilirler. [282]

"Hiçbir ümmet ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir. [283]

 

146- Nice Peygamberler vardır ki, rablcrinc ihlasla kulluk cdcıı bir çok kimseler onlarla birlikte savaşmışlardır. Allah yolunda kendilerine isa­bet eden zorluklara aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğme-mişlcrdir. Allah, sabredenleri sever.

Nice Peygamberler gelip geçmiştir ki onlarla beraber bir çok ih]aslı ve samimi insanlar savaşmışlardır. O insanlar zayıflık göstermemiş ve düşmanları­na boyun eğmemişlerdir. Allah, cihadda sabredenleri sever. Gevşeyip zaafı yete düşenleri değil.

*Habbab b. Eret diyor ki: "Bir gün Resulullah (s.a.v.). Kâbenin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanırken biz ona dedik ki: "Ey Allanın Resulü, bi­zim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? Bunun üzerine Re­sulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerden, kişi alınıp götürü­lüyor, onun için bir çukur kazılıyor, içine konuyordu. Testere ile vücudu başın­dan aşağı ikiye bölünüyordu. Bütün bunlar onu dininden ayıramıyordu. Etinin altındaki sinir ve kemikleri demir taraklarla taranıyor bu da o kimseyi dininden ayıramıyordu. AUaha yemin olsun ki bu iş tamam olacaktır. Öyle ki bir yolcu san'adan Hadramuta kadar yürüyecek, bu yolculukta başka kimseden değil sade­ce Allahtan korkar olacak bir de sürüsü için kurdun saldırmasından korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." [284]

Âyet-i kerimede geçen ve "Rablerine ihlasla kulluk edenler." diye tercü­me edilen kelimesi, âlimler tarafından çeşitli şekillerde tefsir edilmiş­tir.

a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, KataUe, İkri-me, Mücahid, Rebi1 b. Enes, Dehhak, Süddi ve İbni-i İshaka göre ke­limesinden maksat, "Topluluklar ve binlerce insan" demektir. Bu izaha göre âyetin mânâsı, "Nice Peygamberler vardır ki onlarla birlikte bir çok topluluklar, binlerce insan savaşmışlardır." şeklindedir.

b- Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe gö­re bu kelimeden maksat, "Âlimler ve fatihler" demektir.

c- İbn-i Mübarekten nakledilen başka bir görüşe göre bu kelimeden mak­sat, "Sabırlı takva sahipleri" elemektir.

d- İbn-i Zeyde göre bu kelimeden maksat, "Uyanlar ve tabi olanlar" de­mektir.

e- Bazı Basrah Nahivcilere göre bu kelimeden maksat, "Rablerine kulluk edenler" demektir.

f- Bazı Küfe âlimlerine göre ise bu kelimeden maksat, "Âlimler ve bin­lerce insan" demektir.

Taberi nun, kelimesinin çoğulu olduğunu, mânâsının da "Sayısı çok bir cemaat" demek olduğunu söylemiştir. [285]

 

147- Onların sözü sadece: Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizde aşırı davranışımızı bağışla. Ayaklarımızı yerinde sabit tut. Kâfir kavme karşı bize yardım et." demektir.

O Peygaberlere tabi olan "RibbiyyûrTun sözleri: "Ey rabbimiz, günâhla­rımızı; hata işleyerek haddi aşmamızı affet. Savaşta ayaklarımızı kararlı ki. Se­nin birliğini ve Resulünün Peygamberliğini inkâr eden kâfir topluluğa karşı sen bizi muzaffer kıl." şeklindedir,

Bu âyet-i kerime, geçmiş ümmetlerin sabır ve metanetlerini anlatarak Uhut savaşında düşmanın önünden kaçan müminleri kınamakta ve sabredenleri ise övmektedir. [286]

 

148- Allah onlara hem dünya nimetini hem de âhiretin özel sevabını verdi. Allah, iyilik yapanları sever.

Allah onlara, düşmanlarına galip getirerek, dünya nimetlerinin en hayırlı­sını verdi. Ve âhiret nimetlerinin en güzeli olan cenneti de bahşederek hahiretin güzel sevabını verdi. Bu, onların yapmış oldukları salih amellerin karşılığıdır. Allah, iyilik yapanları sever. [287]

 

149- Ey iman edenler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizi gerisin geri küfre çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

Ey iman edenler, şayet sizler, Peygamberinizin Peygamberliğini inkâr eder, Yahudi ve Hristiyan kâfirlere itaat edecek olursanız, onlar sizi, iman etme­nizden sonra kâfirliğe döndürürler de dünya ve âhiretinizi kaybeder ve hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

Âyet-i kerime, müminlerin hiçbir zaman kâfirlerin yaldızlı söz ve vaad-lerine kanarak onlara uymamalarını tavsiye etmekte aksi halde sonuçta dinden çıkarak hüsrana düşeceklerini ihtar etmektedir. Zira kâfirin müslüman için hayır düşünmesi mümkün değildir. [288]

 

150- Hayır, yardımcınız Allahtır. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Hayır, o din düşmanlarının sözleri de doğru değildir, özleri de. O halde kâfirleri dost edinmeyin. Sizin dostunuz ve yardımcınız Allahtır. Sadece ona sı­ğının. O yardım edenlerin en hayırlısıdır. [289]

 

151- Allanın, hakkında hiçbir şey indirmediği şeyleri ona ortak koş­tuklarından dolayı, yakında kâfirlerin kalblcrine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Zalimlerin karargahı ne kötü bir yerdir.

Allahın, haklarında hiçbir delil indirmediği putları, Allaha ortak koşmala­rı sebebiyle, Uhutta size karşı savaşan kâfirlerin kalblerine yakında korku sala­cağız. Kıyamet gününde onların sığınakları cehennem ateşidir. Zalimlerin ma­kamı olan o ateş ne kötü bir yerdir.

Allah teala bu âyet-i kerimede, Resulullalıın, sahabilerine, düşmanları­na karşıyardım edeceğini, sonunda düşmanlarını cehennem azabına koyacağını vaadetmektedir. Yeter ki müminler, Allaha verdikleri sözden ayrılmasınlar. Ona itaate sımsıkı sarılmış olsunlar.

Süddi bu âyet-i kerimenin, Hamrâul Esed hadisesine işaret ettiğini söyle­miştir. Şöyle ki, Ebu Süfyan ve müşrikler Uhut savaşından sonra Mekkeye gi­derlerken Müslümanları tamamen mağlup etmeden geri dönmelerinden dolayı pişman olmuşlar ve kendi kendilerine şöyle demişlerdir. "Ne kötü bir iş yaptık. Onlan öldürdük. Fakat sıra Mekkeden kovulanlara gelince onları bıraktık. Hay­di geri dönelim ve onların kökünü kazıyalım." Fakat Allah onların kalblerine korku saldı ve onlar mağlup oldular. Şöyle ki onlar bir Bedevi ile karşılaştılar. Ona ücret vererek dediler ki: "Sen Muhammedi görecek olursan, O'na karşı ne kadar asker hazırladığımızı bildir." Aziz ve Celil olan Allah, Kureyşlüerin bu durumunu Resulullaha bildirdi. Resulullah Kureyşliîeri takibe başladı. "Hamrâul Esed" denen yere varınca Kureyşliler korkup yollanna devam ettiler. İşte bu âyet-i kerime onların bu halini tasvir etmektedir.

Resulullah efendimiz de kâfirlerin kalblerine korkunun nasıl salındığını beyan ederek buyuruyor ki:

"Bana, benden Önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir. Bir aylık mesafede bulunan düşmanın kalbine korku salınarak bana yardım edil­miştir. Yeryüzü beniıı için mescid ve temiz kılınmıştır. Ümmetimden kim na­maz vaktine erişirse namazını kılsın. Bana ganimet helal kılınmış benden önce ise hiçbir kimseye helal kılınmamıştır. Bana, şefaat etme verilmiştir. Benden önceki Peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilirlerken ben bütün in­sanlık için Peygamber olarak gönderildim. [290]

 

152- Allanın izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman, Allah size verdiği vaadinde durdu. Ne zaman ki başarısızlığa düştünüz, savaş hususunda mü­nakaşa ettiniz, Allah size, sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettinz. Kiminiz dünyayı istedi kiminiz de âhireti diledi. Sonra Allah, imtihan et­mek için sizi onlardan uzaklaştırdı ve sizi affetti. Allah, müminlere karşı lütuf sahibidir.

Ey, Uhut savaşma katılan Resulullahın sahabileri, AUahın hükmü ve mü­saadesiyle düşmanlarınızı öldürdüğünüz zaman Allah, düşmanlarınıza galip ge­leceğinize dair olan vaadinde durdu. Ne zaman ki gevşediniz, korktunuz, başarı­sızlığa uğradınız ve Allanın emri olan savaş hakkında tartışmaya giriştiniz. Al­lah, arzuladığınız zaferi size gösterdikten sonra. Peygamberimizin emrine karşı gelip savaş için yerleştirildiğiniz mevzileri terkettiniz. İşte o zaman içinizden bazıları dünya ganimetini istiyor, yerlerinden ayrılıyor diğer bazılarınız ise âhiret sevabını arzuluyordu. Mağlup olmanızdan sonra Allah, imanlarınız hak­kında sizi imtihan etmesi, samimi olanlarınızı münafıklardan ayırdetmesi için sizi, düşmanlarınız olan müşriklerden uzaklaştırdı. Şüphesiz ki Allah, günahla­rınız sebebiyle sizi cezalandınnaktan vaz geçip affetti. Zira savaşta sizi helak et­medi. Allah, iman edenlere karşı lütuf sahibidir.

Bu âyet-i kerimede, Uhut savaşındaki okçuların durumuna işaret edil­mektedir. Bilindiği gibi Uhut savaşında Peygamber efendimiz (s.a.v.) müslü-manları arkadan korumaları için yetmiş tane okçuyu Uhut dağına yerleştirdi ve onlara "Biz, galip gelsek te mağlup olsak ta yerlerinizden ayrılmayın." buyur­muştu. Fakat okçular ilk anda müsltimanlann galip geldiklerini görünce onlar­dan bir çoğu yerlerini bırakıp ganimet toplamaya koştular. Böylece Resulullahın emrine muhalefet ettiler. Müşrikler, okçuların, yerlerini terlettiklerini görünce. arkadan hücuma geçtiler. Ve müsltimanlann dağılmalarım sağladılar. Böylece Peygamber (s.a.v.) in emrine muhal afet sebebiyle felakete düşmüş oldular."

Müfessirlere göre bu âyet-i kerimenin: "AHahııı izniyle kâfirleri öldürdü­ğünüz zaman Allah, size verdiği vaadinde durdu." cümlesindeki "Vaadinde dur­du" ifadesinden maksat, Resulullahın, okçuların, yerlerinde durmaları halinde müminlerin galip geleceklerini bildirmesidir. Zira, okçular yerlerinde iken müs-lü mani an arkalarından kuşatmak isteyen müşrik süvarilerini geri çekilmeye mecbur etmişler böylece müslümanlar, müşrikleri mağlup etmiş ve Allah teala-nın, Peygamberinin diliyle vadettiği zafer gerçekleşmiştir.

Âyet-i kerimenin "Ne zaman ki başarısızlığa düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz, Allah size, sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettiniz." bölümü de Resulullahın, "Bizim galip geldiğimizi de mağlup olduğumuzu da göresiniz yerinizden ayrılmayın." emrine okçuların uymadıklarını beyan etmek­tedir. Zira, okçuların başında bulunan Abdullah b. Cübeyr ve onların az bir kısmı, Resulullahın emrine bağlı kalarak yerlerinden ayrılmamayı isterlerken, ok­çuların çoğunluğu, savaşın zaferle neticelendiği ve ganimet toplamaya imkân doğduğu gerekçesiyle, Abdullaha ve arkadaşlarına muhalefet etmişler ve yerle­rini terkederek savaş ahnında ganimet toplamaya gitmişler, neticede de mümin­lerin mağlup olmalarına sebep olmuşlardır.

Âyet-i kerimenin devamında okçuların bu iki gurubu tasvir edilerek gani­mete gidenlerin, dünyayı istedikleri, yerlerinde kalanların da âhireti istedikleri beyan edilmektedir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şunu söylediği rivayet edilmektedir. "Uhut savaşı oluncaya kadar Resulullahın sahabilerinden herhangi birinin, ünyayı ve metaını istediğim tahmin etmiyordum."

yine âyet-i kerimenin devamında "Sonra Allah, imtihan etmek için sizi onlardan uzaklaştırdı." buyuru İm aktadır. Bu ifadeden maksat, şudur "Sonra Al­lah, sizleri imtihan edip gerçekten mümin olanlarınızı, münafık olanlardan ayır-detmek için, zafere erişmenizden sonra sizin elinizi müşriklerin üzerinden çekip aldı. Sizler galip iken, Peygamberin emrine karşı geldiğiniz için sizi mağlup et­ti. Çeşitli kayıplar verdiniz."

Âyet-i kerimenin sonunda "Ve Allah sizi affetti." buyurulmaktadır.

Hasan-ı Basri, İbn-i Cübeyr ve İbn-i İshaka göre bu ifadeden maksat, "Allah yine de sizi korudu. Hepinizi toptan yok etmedi." demektir. Bu hususta Hasan-ı Basrinin şunları söylediği rivayet edilmektedir. "İçlerinde Resulullahın amcası bulunan yetmiş kişinin öldürülmesine Resulullahın ön dişinin kırılıp yü­zünün yaralanmasına rağmen Allah onları nasıl affetmiş olabilir? Evet, Allah onların kökünü kurutmayarak affetmiştir. Bunlar, Allahm Resulüyle birlikte olan, Allah yolunda Allah düşmanlarına karşı savaşan ve kendilerine yasakla­nan bir şeyi yaptıkları için bu kadar üzüntüye sokulmadan bırakılmamışlardır. Günümüzde ise fasıklann en fasıkı, her türlü büyük günahı işlemeye cesaret göstennekte, her türlü kötülüğü irtikabetmekte, bununla birlikte bunları yapma­sının bir mahzuru olmadığını sanmaktadır. Bu fasık kişi, neyin en olduğunu el­bette anlayacaktır." [291]

 

153- O zaman sîzler uzaklara kaçıyor kimseye dönüp bakmıyordu­nuz. Halbuki Peygamber sizi arkanızdan çağırıyordu. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü üstüne üzüntü verdi. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

O zaman sizler, vadilere ve dağlara doğru koşuyor, düşman korkusundan birbirinize dönüp bakmıyordunuz bile. Halbuki Peygamber arkanızdan, kendisi­ne doğru gitmeniz için sizi çağırıyordu. Böylece Allah sizleri ve Peygamberden uzaklaşmanız ve rabbinize isyan etmeniz sebebiyle üzüntü üstüne üzüntü vere­rek cezalandırdı ki elde edemediğiniz zaferlerden dolayı üzülmeyesiniz ve ver­diğiniz kayıplardan dolayı kederlenmeyesiniz. Allah, yaptıklannızdan çok iyi haberdardır. İyilik edeni de bilir kötülük edeni de.

Âyet-i kerimenin başında geçen ve "Uzaklara kaçıyordunuz." diye ter­cüme edilen cümlesi, iki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz, İrak ve Şam kurralan bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Zira, bu kıraat şekline göre bu cümlenin mânâsı "Sizler düz arazi­de veya yukarıdan aşağıya doğru koşuyordunuz." demektir. Uhut savaşında mü­minler düz vadilere ve aşağılara doğru koştuklarından bu kıraat şeklinin daha isabetli olduğunu söylemişler, Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir.

b- Hasan-ı Basri ise bu cümleyi şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre cümlenin mânâsı "O zaman sizler, yukarılara doğru tirmanıyordu­nuz." demektir. Bu kıraati tercih edenler, Süddi, Mücahid ve Abdullah b. Abba-sın, Uhut savaşında müminlerin mağlubiyetten sonra dağa yukarı kaçtıklarını söylemelerine binaen tercih etmişlerdir.

Âyet-i kerimede "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü üstüne üzüntü verdi." buyurulmaktadır. Burada ağır basan üzüntülerin, daha hafif olanlarını unutturduğu ifade edilmektedir. Müfessirler. âyette zikredilen "Üzüntü üstüne üzüntü" ifadesindeki üzüntülerden neyin kas­tedildiği ve birincisinin hangi şeye ikincisinin neye delalet ettiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Mücahide göre, müslümanlann hissettikleri birinci üzüntü, Hz. Muhammed (s.a.v.) in öldürüldüğünü duymalarıdır. İkinci üzüntü ise Müs­lümanların uğradıkları, Öldürülme olayları ve aldıkları yaralardır.

b-Yine Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre Müs­lümanların hissettikleri birinci üzüntüden maksat, arkadaşlarının öldürülmeleri ve yaralanmalarıdır. İkinci üzüntüden maksat ise Resulullahın öldürülüğünü duymalarıdır.

Süddi ve diğer bir kısım âlimlere göre Müslümanlann hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, zafere ulaşmamaları ve ganimet elde edememeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise savaşın sonunda Ebu Süfyanın, dağın başına tırmanarak müslümanlara karşı böbürlenmesidir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Uhut savaşın-

Tabcrİ Tefsiri C. II, Forma: 25

daki yenilgiden sonra Resulullah harekete geçmişti. O, kendisinden uzak düşen sahabilerini toparlanmaya çağırıyordu. Resuluîlah bu çağırışına devam ederken kayaların üzerine çıkan sahabilerinin yanma yaklaştı. Onlar ilk anda Resulullahı tanıyamadıkları için içlerinden biri okunu yayma yerleştirerek Resulullaha at­mak istedi. Bunun üzerine Resulullah "Ben Allanın Resulüyüm" dedi. Onun sağ olduğunu gören müslümanlar çok sevindiler. Sahabilerinden düşmana karşı ko­yacak birinin bulunması da Resulullahı sevindinnişti. Sahabiler gelip Resululla-hın etrafında toplandılar. O anda üzüntüleri gitmişti. Onlar, zafere erişemedikle­rini, ganimet elde edemediklerini ve bir kısım arkadaşlarının öldürülmelerini konuşuyorlardı. İşte o anda Ebu Süfyan gelip onların üst tarafına çıktı. Müslü­manlar Ebu Süfyanı kendilerinin üst tarafında görünce daha önceki üzüntülerini unuttular. Ebu Süfyanın oraya çıkmış olmasından dolayı üzüldüler. Resulullah, müslümanlara: "Onlar bizden yukarı çıkmamalıydılar. Ey Allahım eğer sen bu topluluğu öldürecek olursan artık sana kulluk edecek kimse kalmaz." dedi. Son­ra sahabilerine emir verdi. Onlar, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına taş attılar ve on­ları aşağa inmeye mecbur ettiler. İşte o sırada Ebu Süfyan: "Ey Hübel putu sen yücel, Hanzalya karşılık bir Hanzala Bedir gününe karşılık bir gün.." dedi. Zira bu savaşta Hanzala b. Rahib öldürülmüştü. Bedir savaşında da Ebu Süfyanın oğlu Hanzala öldürülmüştü.

d- Adullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Müslümanların hissettikleri birinci üzüntü, mağlup olmalarından, ikinci üzüntü ise düşmanları­nın, tekrar kendilerine saldırma ihtimalindendir. Müslümanlar, daha sonra his­settikleri bu ikinci üzüntü ile, önceden ölülerine ve yaralılarına olan üzüntülerini unutmuşlardır. Bu izaha göre, âyette "Kaybettiğinize" diye belirtilen ifadeden maksat, "Kaybettiğiniz ölülere" demektir. "Başınıza gelen diye" belirtilen ifade­den maksat ise, yaralanmalarıdır. Yani müslümanlar mağlup olma ve düşmanın tekrar toparlanması üzüntüsünden, arkadaşlarının Öldürülmesini ve yaralanmala­rını unutmuşlardır.

Taberi diyor ki "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, şöyle diyen gö­rüştür. "Müslümanların, hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, Resulullahın öl­dürüldüğünü zannetmeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise, savaşın sonunda tek­rar düşmanın, kendilerine saldıracaklarını zannetmeleridir. Müslümanların his­settikleri bu iki üzüntü onlara, kaçırdıkları zaferi, ganimeti ve uğradıkları öldü­rülme ve yaralanmayı unuttunTiuştur."

Ayet-i kerimede "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye." buyurulmaktadır. Müfessirler burada müminlerin kaybettikleri şeyden ve başla­rına gelen şeyden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. [292]

 

154- Sonra o üzüntünün arkasından Allah, üzerinize bir emniyet bir uyku indirdi. O uyku içinizden bir cemaati buruyordu. Diğer bir cemaat ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Allah hakkında gerçekle ilgisi olmayan cahiliyet zannında bulunuyorlardı. "Bu işte bizim bir düşüncemiz var mı?" diyorlardı. Ey Muhammcd, de ki: "Bütün işler Allaha aittir." Onlar, içle­rinde sana açıklamadıkları şeyleri saklıyorlar. "Eğer bu işte bizim bir dü­şüncemiz olsaydı burada öldürülmczdik." diyorlar. De ki: "Evlerinizde bi­le olsanız, kendilerine öldürülmek takdir edilenler, düşüp ölecekleri yere varırlar. Allah bunları, içinizde gizlediklerinizi denemek ve kalblcrinizdcki kötülükleri temizlemek için yaptı. Allah, kalblcrin özünü çok iyi bilendir.

Sonra Allah, size gelen o üzüntünün arkasından, ihlaslı insanlara bir em­niyet ve uyku gönderdi. Bu uyku, içinizde imanlı olan topluluğu buruyordu. Münafık olan diğer bir topluluk ise sadece canlarının derdine düşmüş ve gözle­rinden uyku kaçmıştı. Onlar, Allanın emirlerinde şüphe ettikleri ve Peygamberi­ni yalanladıkları için Allah hakkında haksız yere cahiliye topluluğunun zanla-nnda bulunuyorlar ve bu münafıklar şöyle diyorlardı: "Bu işte b|zim bir düşün­cemiz yok. Eğer bu hususta bizim fikrimiz sorulsaydı savaşa çıkmazdık."

Ey Muhammed, bu münafıklara de ki: "Bütün işler Allaha aittir. O, dile­diği gibi tasarrufta bulunur. Onlar, içlerinde sana açıklamadıkları inkâr ve şüpneyi gizliyorlar ve diyorlar ki: "Müşriklerle savaşma hususunda bizim de düşün­cemiz alınsaydı onların karşısına çıkmazdık ve bu savaşta bizden herhangi bir kimse öldürülmemiş olurdu." Ey Muhammed onlara de ki: "Şayet sizler, mü­minlerle beraber savaşa çıkmayıp evlerinizde kalsaydıniz bile yine de kindileri-ne öldürülmek takdir edilen insanlar, düşüp ölecekleri yere varıp orada öldürü­leceklerdi. Allah bunları, içinizde gizlediğiniz şüpheyi denemek, münafıklığını­zı müminlere açıklamak ve kalbîerinizdeki bozuk inançlarınızı açığa çıkarıp net bir şekilde göstermek için yaptı. Allah, yarattıklarının kalbinde bulunan hayın da şerri de, imanı da inkârı da çok iyi bilendir.

Ebu Talha (r.a.) diyor ki:

"Biz, Uhut savaşında düşmanın karşısında saf halindeyken bizi uyku kap­lamıştı. Öyle ki, kılıcım elimden düşüyor onu alıyordum. Tekrar düşüyor tekrar alıyordum. [293]

Sahabe-i Kirmanın savaşta uyumaları, müminlerin enerji ve güçlerini toplamaları ve Allanın zaferinin geleceğine güven duymaları içindi. Çünkü uy­ku, güven alametidir. Korkan kişinin gözüne uyku girmez.

Bu hususta Süddi diyor ki: "Müşrikler Uhut savaşında ayrılıp giderken, gelecek yıl Bedir mevkiinde tekrar müslümanlarla karşı karşıya geleceklerini söylediler. Resulullah da "Evet, olur." dedi. Bunun üzerine Müslümanlar, müş­riklerin, Medineye baskın yapacaklarından korktular. Resulullah, müşriklerin arkasından birini gönderdi ve ona şöyle tenbih etti: "Git bak, eğer onların, yük­lerinin yanında oturduklarını ve atlarından uzak olduklarını görürsen bil ki, on­lar çekilip gitmekteler. Şayet onları, atlarına binmiş ve yüklerinden uzakta gö­rürsen bil ki onlar Medineye baskın yapacaklardır." Müminlere de "Allahtan korkun, sabredin." dedi ve onları, savaşta sabırlı olmaya teşvik etti. Resulullah, müşriklerin, hemen gidip yüklerinin yanında oturduklarını öğrenince sesinin çı­kabildiği en yüksek sesiyle, müşriklerin geçip gittiklerini ilan elti. Bunu işiten müminler, Peygambere inanarak rahatladılar ve uykuya daldır. Münafıklar ise Resulullaha inanmadıklarından, müşriklerin, kendilerine baskın yapacağı korku­suyla canlarının derdine düştüler.

Görüldüğü gibi münafıklar, Resulullaha inanmadıklarından dolayı Uhut savaşından sonra korku içinde kalmışlar ve kendi kendilerine "Şayet, savaşmaya dair bizim görüşümüz alınsaydı bu şekilde mağlup olmazdık." demeye başla­mışlardı. Bu sözü söyleyenlerden biri de Muattıp b. Kuşeyr idi. Allah teala ise münafıkları bu şekilde rüsvay etmiş, içlerinde gizledikleri şeyleri Resulullaha ve ümmetine bildinniştir. [294]

 

155- İki topluluk karşılaştığı gün, içinizden, savaştan yüzçcvircnlcrin yaptıkları bazı günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. Allah onları affetti. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve kullarına yumu­şak davranandır.

Müslüman toplulukla müşriklerin karşılaştığı Uhut savaşında içinizden, savaştan kaçarak mağlubiyete sebep olanlarınızın işledikleri bazı günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını kaydırmak ve onları hatalara sürüklemek istiyordu. Allah onlan artık affetti. Cezai and ırmaktan vaz geçti. Şüphesiz ki Allah, günah­ları çokça affeden ve çok yumuşak davranandır. Emrine karşı gelenlerin cezası­nı vermekte acele etmez.

Müfessirler, bu âyette, Uhut savaşı sırasında kaçtıkları zikredilen kişi­lerden kimlerin kastedildiği hususunda şunları zikretmişlerdir.

a- Hz. Ömer, Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir görüşe göre bu âyette, kaçtıkları zikredilen insanlardan maksat, Uhut savaşı esnasında kaçan bütün müminlerdir.

b- Süddiye göre ise bu âyette, kaçtıkları zikredilen kişiler, Uhut savaşın­dan kaçarak Medineye gidenlerdir. Zira, Uhut savaşından kaçanların bazıları dağdaki kayanın üzerine çıkmışlar, diğer bazıları ise Medineye gitmişlerdir. Âyet-i kerime bu sonuncuları zikretmektedir.

c- İkrimeye göre burada, kaçtıkları zikredilen kişiler, Rafı1 b. Mualla, Ebu Huzeyfe b. Utbe ve diğer belli kişilerdir. Bu hususta daha başka rivayetler de vardır. [295]

 

156- Ey iman edenler, siz, inkâr eden ve yeryüzünde sefere çıkan ya da savaşa giden kardeşleri için "Eğer yanımızda olsalardı ölmez ve öldü-rülmczlcrdi." diyenler gibi olmayın. Onların bu sözleri, Allabin, kalblcrİn-de bir üzüntü meydana getirmesi içindi. Dirilten de öldüren de Allahtır. Al­lah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Ey iman edenler, Abdullah b. Selulün arkadaşları olan şu münafık kâfirler gibi olmayın. Onlar, ticaret maksadıyla bir yere gidip te orada ölen veya gaziler olarak sefere çıkıp ta orada öldürülen, inkarcılıkta beraber oldukları kar­deşleri için şöyle demişlerdi. "Eğer yanımızda olsalardı, yolculukta ölmez veya savaşta öldürülmezlerdi." Böylece Allah, onların bu sözlerini kalblerinde bir üzüntü vesilesi olarak bıraktı. Dirilten de öldüren Allahtır. AHah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Bu âyet-i Kerime, müminleri cihada teşvik etmekte, münafıkların da ci-had etmekten korktuklarını beyan etmektedir.

Bu âyette zikredilen ve müminlerin, kendilerine benzememeleri emredi­len kişilerden maksat, Süddi ve Mücahide göre, Abdullah b. Übey b. Selui'dür. İbn-i İshaka göre ise bütün münafıklardır.

Yine bu âyette zikredilen "Yeryüzünde sefere çıkan" ifadesinden maksat, Süddiye göre "Ticaret için çıkan"

demektir. İbn-i İshaka göre ise "Allaha ve Re­sulüne itaat için çıkan" demektir. [296]

 

157- Yemin olsun ki, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allanın bağışlaması ve rahmeti, biriktirdiğiniz şeylerden daha hayırlıdır.

Ey müminler, şüphesiz ki Ölüm mutlaka gerçekleşecektir. Ancak, Allah yolunda ölmek veya öldürülmek, kazançlı bir ölümdür. Böyle bir ölüm insanlar için, biriktirecekleri geçici dünya mallarından elbetteki daha hayırlıdır. O halde sizler de münafıklar gibi Allah yolunda cihad etmekte tereddüt etmeyin.

Bu hususta diğer bir âyet-î kerimede şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki AUah, cihad eden müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın al­mıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, Öldürürler ve Öldürülürler. Bu, Allanın, Tevratta, İncilde ve Kur'anda olan gerçek vaadidir. Allahtan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alış verişe sevinin. İşte büyük kurtuluş budur. [297]

 

158- Yemin olsun ki eğer ölür veya öldürülürseniz mutlaka Allanın huzurunda toplanacaksınız.

Ey müminler, şüphesiz ki, öîseniz de veya başkaları tarafından öldürülse-niz de sonunda mutlaka, Allanın huzurunda bir araya getirileceksiniz. Allah siz­lere, amellerinizin karşılığını verecektir. O halde sizler, Allaha yaklaştıran cihad etme ve Allaha ittaatta bulunma gibi amelleri, dünyaya gönül vermeye ve geçici dünya malıyla meşgul olmaya tercih edin. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. [298]

 

159- Allanın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı kalbi olsaydın, muhakkak kî insanlar etrafından dağılır gider­lerdi. Öyleyse onları affet ve bağışlanmalarını dile. İşlerde onlarla istişare et. Bir işe de azmettin mi Allaha tevekkül et. Şüphesiz ki AHah, tevekkül edenleri sever.

Ey Muhammed, Allahın, senin kalbine yerleştirdiği merhamet duygusu sebebiyle arkadaşlarına yumuşak davrandın, onların kusurlarına katlandın. Eğer sen, sert ve katı kalbli birisi olsaydın, muhakkak ki insanlar etrafından dağılır giderler ve seni tek başına bırakırlardı. Fakat Allah sana lütufta bulundu ve ah­lakını güzelleştirdi, kalbini yumuşattı. Öyleyse onları affet ve Allahın, onları bağışlamasını dile. Başınıza gelecek sıkıntılarda seni dinlemeleri için, kalblerini ısındırman ve gönüllerini alman için, ortaya çıkan ciddi işlerde onlarla istişare et. Kesin olarak karar verdikten sonra da, arkadaşlarının görüşlerine uysa da uy­masa da bu kararını tatbik et ve bütün işlerinde Aliaha tevekkül et, ona güven. Şüphesiz ki Allah, kaza ve kadere rıza gösteren, hükmüne boyun eğen ve bütün işlerinde kendisine güvenenleri sever.

Peygamber efendimiz, önemli meselelerde Allah tealanin enirine uya­rak sahabe ile istişarede bulunmuştur. Nitekim Bedir, Uhut, Hendek ve Hudey-biye gibi savaşlarda sahabe ile istişarede bulunduğu bilinmektedir.

Müfessirler, Resulullaha vahiy gelip yol gösterdiği ve yanlış davrandığın­da uyanlıp davranışları düzeltildiği halde, Allah tealamn ona, sahabileriyle isti­şare etmesini emretmesindeki hikmeti, farklı şekillerde izah etmişlerdir.

a- Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i İshaka göre, Resulullahın, sahabileriyle istişare etmesinin emredilmesinin sebebi, sahabilerin gönlünün hoşnut edilmesi ve onların dine karşı bağlılıklarının kuvvetlendirilmek istenmesidir. Zira, Resu-lullah, savaş gibi tehlikeli işlerde sahabileriyle istişare edince onlar, Resululla­hın, kendilerini dinlediğini ve onlarla yardimlaştığını hisseder, böylece huzur içinde onun kararına boyun eğmiş olurlardı. Aslında Allah teala, Resulullahı va­hiy ile destekleyerek herhangi bir kimse ile istişare etmesine ihtiyaç bırakma­mıştır.

b- Dehhak ve Hasan-ı Basriye göre ise, Allah tealamn, Resulullaha saha-beleriyle istişare etmesini emretmesinin sebebi, istişare etmenin faziletli bir iş olduğunu belirtmesi içindir.

c- Süfyan b. Uyeyneye göre ise, Allah tealanın Resulullaha, sahabileriyle istişare etmesini emretmesinin sebebi, Resulullahtan sonra gelen müminlerin de kendi aralarında istişareye başvurmalarının gerekliliğini öğretmelidir. Zira, Al­lah teala, vahiy ile Resulullaha yol göstermiştir. Ondan sonra gelen müminler için böyle bir imkân olmadığından, Allah teala, Resulullaha istişare yaptırarak onlara doğruyu bulma yolunu göstenniştir. Ta ki müminler, birbirleriyle istişare edip hakka ulaşsınlar.

Taberi diyor ki: "Allah tealanın Resulullaha, müminlerle istişare etmesini emretmesinin sebebi, hem şeytanın vesvesesine kapılma tehlikesine manız kala­bilecek olan müminlerin gönüllerini hoşnut etmektir. Hem de müminlere, bir sı­kıntı anında nasıl davranacaklarını öğretmektir. Böylece müminler, Resullahm hayatında olduğu gibi, ondan sonra da zor meselelerde aralarında istişare etsin­ler, heva ve heveslerine kapılmadan doğruyu bulsunlar.

Âyet-i kerimenin sonunda, "Bir işe de azmettin mi Aliaha tevekkül et." Duyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey Muhammed sana bir mesele hakkında, bizim emrimiz geldiği için bir işi yapma hususunda karar verdin mi artık Aliaha tevekkül et ve onu yap. Bunu yapman, sahabilerinin görüşüne uy­gun olsa da olmasa da farketmez. [299]

 

160- Eğer Allah size yardım ederse, size galip gelecek kimse yoktur. Şayet sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size kim yardım edecek? Mü­minler sadece Aliaha güvensinler.

Ey iman edenler, eğer Allah, düşmanlarınıza karşı size yardım ederse, onlar aleyhinizde birleşseler dahi size galip gelecek hiçbir kimse yoktur. Şayet Allah sizi yardımsız bırakırsa ondan başka size kim yardım edebilir? O halde müminler, insanlara değil yalnızca Aliaha güvensinler ki Allah, yardım ve zafe­riyle onları kurtarsın. Kimseye muhtaç etmesin. [300]

 

161- Hiçbir Peygambere, ganimet malına (Ümmet malına) hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, hıyanet ederse, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese kazandığının karşılığı tanı olarak verilir. Onlara zul­medilmez.

Hiçbir Peygabere, ganimet malından bir şeye hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, müslümanlara ait ganimet malından bir şeye hıyanet ederse, kıyamet günü o hıyanet ettiği şeyi boynunda taşıyarak mahşer yerine gelecektir. Sonra herkese kazandığının karşılğı tam olarak verilecek ve hiçbir kimseye zulmedil meyecek-tir

Kurralar, bu âyette geçen ve "Hıyanet etme" diye tercüme edilen fiilini iki şekilde okumuşlardır.

1- Hicaz ve Irak kurralarından bir topluluk bu fiili, Kur'an-i Kerimede tesbit edildiği şekliyle şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati esas alan müfessirler ayet-i kerimenin bu bölümünü, çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr, bu âyet-i kerimenin Bedir sava­şındaki ganimet mallarından, kırmızı renkli bir kadife kumaşın kaybolması üze­rine, bir kısım insanların "Belki de onu Resulullah almıştır." demeleri üzerine nazil olduğunu söylemişlerdir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bu âyet-i kerime Bedir savaşında nazil olmuştur. Savaştan sonra gani­met mallarından, kırmızı renkli bir kadife kumaş kaybolmuş ve bazı kişiler şöy­le demişlerdi. "Belki onu, Allanın Resulü almıştır." işte bunun üzerine bu âyet nâzii olmuştur. [301]

b- Yine Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe gö­re, onlar, âyetin bu kıraat şeklini esas almışlar ve bu âyetin iniş sebebinin, Resu-lullahın göndermiş olduğu bir müfrezenin getirdiği ganimetleri alıp onlara tes­lim etmemesi üzerine nazil olmuştur.

Bunlara göre âyet-i kerime, Resulullaha gelen ganimetleri, müfrezeler da­hi getirmiş olsa, o ganimeti, hak edenlere adil bir şekilde dağıtmasını emret­mektedir.

c- Yine bu kıraati esas alan İbn-i İshak, Süddi ve Mücahide göre Allah te-ala bu âyet-i kerimede Hz. Muhammedin, kendisine vahyedilen şeylerden her­hangi bir şeye ihanet etmediğini bildimıektedir. Bunlara göre fiili mut­lak ihanet etmek mânâs nidadır.

2- Medine kurralannın çoğunluğu ile Küfe kurralan ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati esas alanlar da kendi aralarında âyete farklı mânâlar vermişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Katade ve Rebi' b. Enese göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir. "Sahabilerinin, ganimet malını alarak peygambere ihanet etme­leri onlara yakışmaz. Bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Bedir savaşında elde edilen ganimet mallarından bir kısmını saklayan sahabiier hakkında nazil olmuş ve onlar Peygambere karşı olan bu davranışlarından dolayı uyanlmişlar-

b- Diğer bazılarına göre, âyetin bu bölümünün mânâsı "Bir Peygamberin ganimetten mal almakla itham edilmesi yakışmaz." demektir.

Taberi birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve âyetin mânâsının da "Ganimet mallarından herhangi bir şeye ihanet etmek. Peygamberlerin sıfatlarından değil­dir. Böyle bir şeyi yapan da Peygamber değildir." demek olduğunu söylemiştir. Zira, âyetin son bölümü, bu mânâya uygun düşmektedir.

Âyet-i kerimede "Kim hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanet ettiği şey­le gelir." Duyurulmaktadır. Resulullahın, ganimet mailanndan herhangi bir şeye ihanet edenin, kıyamet günündeki halini beyan ederek şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a.) diyor ki:

"Resulullah bir gün kalkıp aramızda bir hutbe irad etti. Ganimetten bir şeye ihanet etme meselesini anlattı ve bu hususun büyük bir mesele olduğunu bildirdi ve şöyle buyurdu: "Sakın sizden birinizi, kıyamet gününde boynunun üzerinde meleyen bir koyunla veya kişneyen bir at ile karşılaşmış olmıyayım. O kimse "Ey Allahm Resulü, sen beni kurtar." diyecek ben de "Sana bir şey yapa­cak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim. Yine sizden bi­rinizi boynunun üzerinde böğüren bir deve ile karşılamış olmıyayım. O kişi ba­na "Ey Allanın Resulü, beni kurtar." diyecek ben de ona: "Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim. Yine sizden birini­zi, boynunun üzerinde, altın veya gümüş bulunarak karşılaşmış olmıyayım." O kişi bana "Ey Allahın Resulü, beni kurtar." diyecek ben de ona "Sana bir şey ya­pacak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim veya sizden biri­nizi, boynunun üzerinde sallanan bir parça elbise ile karşılamış olmıyayım. O kimse "Ey Allahm Resulü beni kurtar" diyecek. Ben de ona: "Sana bir şey yapa­cak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim[302]

Ebu Humeyd es-Saidi diyor ki:

"Resulullah, Esed kabilesinden, İbn-i el-Lutbiyye isimli bir kişiyi zekat toplamak için memur tayin etti. O kişi dönüp gelince zekattan topladığı mallar için "Bu sizindir. Bu da bana aittir. Çünkü bu bana hediye edilmiştir." dedi. Bu­nun üzerine Resulullah (s.a.v.) minbere çıktı. Allaha hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: "Ne oluyor bir vazifeliye ki, ben onu gönderiyorum o da döndüğünde "Bu mallar sizindir, bunlar da bana hediye edildi." diyor. Babasının veya annesinin evinde otursun da görsün bakalım, ona hediye ediliyor mu, edil­miyor mu? Muhammedin nefsi, kudret elinden olan Allaha yemin olsun ki, siz­den herhangi bir kimse o sadakalardan bir şey olacak olursa o kimse, kıyamet gününde o sadakayı mutlaka boynunda taşıyarak gelecektir. Onun boynunda, böğüren bir deve veya böğüren bir sığır, yahut meleyen bir koyun şeklinde ola­caktır." Sonra Resulullah ellerini yukan kaldırdı. Öyle ki biz onun koltuk altı beyazlanın gördük. O şöyle buyurdu: "Ey Allahım tebliğ ettim mi? Ey Ailahim tebliğ ettim mi? [303]

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Bir zaman Resulullah, Sa'd b. Ubadeyi zekat toplamakla vazifelendirdi ve ona "Ey Sa'd, sakın sen kıyamet gününde böğüren bir deveyi sırtında taşıyarak gelmiş olma." dedi. Sa'd da "Ben ne o deveyi alırım ne de kıyamet gününde onu yüklenerek getiririm." dedi. Bunun üzerine Resulul­lah onu vazifeden muaf tuttu. [304]

 

162- Allahın rızasına tabi olanla Allahm gazabına uğrayan kimse bir olur mu? Gazaba uğrayanın yeri cehennemdir. O ne kötü bir varılacak yerdir.

Allahm emirlerini tutup yasaklarından kaçarak, onun rızasını kazananla, onun gazabına uğrayan hiç bir olur mu? Gazabına uğrayının sığınağı cehennem­dir. O cehennem ne kötü bir yerdir.

Dehhak, bu âyet-i kerimeyi, bir önceki âyetle i iti bati ayarak buna şu şe­kilde mânâ vermiştir. "Ganimetten herhangi bir şeye ihanet etmeyerek Allahın rızasına tabi olan kimse, ganimetten herhangi bir şeye ihanet ederek, Allahın ga­zabına uğrayan kimse gibi olur mu? Allahın gazabına uğrayanın, varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varılacak bir yerdir.

İbn-i İshak ise bu âyeti genel mânâda alarak şu şekilde mânâ vermiştir. "İnsanların hoşuna gitse de gitmese de, Allahın rızasına tabi olan kimse ile sırf insanları razı etmek ve onları kızdınnamak için Allahm gazabına uğrayan kimse bir midir? Allahın gazabına uğrayanın sığınacağı yer cehennemdir. Orası ne kö­tü varılacak bir yerdir.

Taberi, Önceki âyetle irtibatlı olması hasebiyle, birinci izah şeklinin terci­he şayan olduğunu söylemiştir. [305]

 

163- Onların, Allah katında kendilerine göre dereceleri vardır. Al­lah, onların yaptıklarını çok iyi görendir.

Allahm rızasına tabi olanlarla gazabına uğrayanların, Allah katındaki de­receleri farklıdır. Allahın rızasına tabi olanlara ikramda bulunulur ve sevaplar verilir. Allahm gazabına uğrayanlar ise hor ve hakir düşürülür ve cezaya çarptınlırlar. Allah, onların yaptıklarını çok iyi görendir. Bütün insanların yaptıklarım zaptettirmektedir. Hiçbir şey ona gizli değildir.

Ibn-i İshak ve Abdullah b. Abbas, âyeti bu şekilde izah etmişler âyette geçen "Onlar" zamirinin hem Allanın rızasına tabi olanları hem de gazabına tabi olanları ifade ettiğini zikretmişlerdir.

Mücahid ve Süddi ise, âyette geçen "Onlar" zamirinin sadece, Allahm rı­zasına tabi olanlara ait olduğunu, bu nedenle âyetin mânâsının şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Allahm rızasına tabi olanların Allah katında üstün dereceleri vardır.." [306]

 

164- Şüphesiz ki Allah, müminlere iütufta bulundu. Zira daha önce onlar açık bir sapıklık içinde bulunuyorken onlara, içlerinden, kendilerine Allanın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kitap ve hikmeti öğre­ten bir Peygamber gönderdi.

Allah, müminlere lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Çünkü Allah onlara ken­di içlerinden bir Peygamber göndermiştir. O Peygamber müminlere, Allahm âyetleri olan Kur'anı okur, onları mânevi kirler olan günahlardan temizler. Onla­ra AH ahin kitabını ve Resuiullahın, hikmet kaynağı olan sünnetini öğretir. Hal­buki onlar, Peygamber gönderilmeden önce apaçık bir sapıklık ve koyu bir ce­halet içindeydiler.

Allah tealamn, kullarına en büyük lütuf ve nimeti, aydınlatıcı bir nur olan Peygamber efendimiz (s.a.v.)i göndermesidir. Allah teala bütün bu kainatı ve kainatın içinde bulunan gökleri ve yeri, ayı ve güneşi, yıldızlan ve diğer ge­zegenleri, denizleri ve ırmakları, dağları ve bitkileri yaratmış, bunların bizim içim bir lütuf olduğunu söylememiş fakat Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.)i göndenne nimetinin büyük bir lütuf olduğunu beyan etmiştir. Bu da bu nimetin büyüklüğünü göstennektedir. [307]

 

165- Düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibet size gelince mi "Bu bize nereden geldi." dediniz? Ey

Muhammed, onlara de ki: "bu ba­şınıza gelen kcndinİzdcndir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir."

Bedir savaşında, düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibetin Uhut savaşında size bir katı dokununca mı: "Biz, müslümaniz bu bize nereden geldi?" diyorsunuz? Ey Muhammed, onlara de ki: "İtaat etmeyi bırakıp benim emrime de karşı gelmeniz sebebiyle başınıza gelen bu musibet kendi nefsiniz-deııdir. Şüphesiz ki Allah her şeyi yapmaya kadirdir."

Müminler Bedir savaşında, müşriklerden yetmiş kişi öldürüp yetmiş ki­şiyi de esir almışlardır. Uhutta ise müminlerden sadece yetmiş kişi Öldürülmüş­tür. Bu sebeple müminlerin uğradıkları zararın iki katını müşriklere verdikleri zikredilmektedir.

Âyet-i kerimede geçen "Başınıza gelen, kendinizdendir." ifadesi, iki şe­kilde izah edilmiştir:

a- Katade, İkrime Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre "Kendinizdendir." ifadesinden maksat, Uhut savaşında, Resuiullahın "Medinede kalarak kendinizi savunun." emrine karşı gelmeleri ve Uhuta gitmekte ısrar etmeleridir. Bu yüz- , den kendi kusurlarının karşılığını görmüşler ve mağlup olmuşlardır.  '

b- Ubeyde es-Selmaniye göre ise bu ifadeden maksat, Bedir savaşında, müşrikleri öldürme yerine oları esir almaları ve fidye karşılığında salıvermeleri­dir. Bu hususta Hz. Alinin şunları söylediği rivayet edilmektedir:

Müslümanlar Bedir savaşında müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Resulullah (s.a.v.) bu esirler hakkında sahabileri ile is­tişare etmiş, Allah tealamn, kendisine, bunların ya boyunlarının vurulmasını ve­ya ilerde bunların sayısı kadar ölü vermek karşılığında fidye alarak şerbet bıra­kabileceklerini emrettiğini söylemiştir.

Sahabilerden bazıları, bunların boyunlarının vurulmasınfisterken diğerle­ri "Ey Allanın Resulü, bunlar bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdir. Biz bun­lardan fidye alıp serbest bıraksak, aldığımız fidye ile de düşmana karşı güçlen-sek, içimizden ilerde bunların sayısı kadar da şehit vermiş olsak olmaz mı?" de­diler. Ve sonuçta esirlerden fidye alınarak serbest bırakıldı.

Daha sonra Uhut savaşında müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Böy­lece Bedirde serbest bırakılan yetmiş esire karşılık yetmiş müslümari Öldürül­müş oldu. Âyet-i kerime buna işaretle "Bu başınıza gelen kendinizdendir." [308]

 

166-167- İki topluluğun karşılaştığı günde size gelen musibet Allahın izniylcdir. Ve müminleri ortaya çıkarması, münafıkları da belirtmesi için­dir. Münafıklara "Gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun." denildiği halde şöyle dediler: "Biz savaşmayı bilseydik size tabi olurduk." O gün onlar inkâra imandan daha yakındırlar Ağızlarıyla, kalblcrinde ol­mayan şeyi söylüyorlar. Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir.

Müslüman ve müşrik, iki topluluğun karşı karşıya geldiği Unut savaşın­da, sizin başınıza gelen öldürme ve yaralanma felaketleri, Allahın izni ve onun kaza ve kaderiyledir. Ve ayrıca Allahın, müminleri ortaya çıkarması, münafıkla­rı belirtmesi içindir. Münafıklara: "Gelin bizimle beraber müşriklere karşı Allah yolunda savaşın veya kalabalık sayınızla bizi savunun." denildiği halde onlar, "Biz savaşmayı bilseydik elbette ki size tabi olurduk." dediler.

Abdullah b. Übey b. Selul ve arkadaşlarından oluşan ve Uhut savaşında Allahın Resulünden geri kalan bu münafıklar, o savaş günü, inkâra imandan da­ha yakın idiler. Ağızlarıyla, kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlardı. Allah ise onların gizlediklerini çok iyi bilendir.

* Bu âyet-i kerimenin, Abdullah b. Übey b. Selul ve benzerleri hakkında nazil olduğu söylenmektedir. Bilindiği gibi İbn-i Selul, daha Uhut'a varmadan "Şevt" denen yerde, kendisine tabi olan üç yüz kişiyle birlikte Resulullahın or­dusundan ayrıldı.

Âyet-i kerimede geçen ve "Kendinizi savunun" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Süddi ve İbn-i Cüreyce göre "Sayınızı çoğaltın. Böy­lece düşmanınızı defetmiş olursunuz." demektir. Ebu Avn el-'Enşariye göre ise "Düşmanın Önünde durun." demektir. [309]

 

168- Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için "Eğer bize uy-salardı öldürülmezlcrdi." dediler. Onlara şöyle de. "Eğer iddianızda doğru iseniz haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın."

O münafıklar, Uhut savaşına gitmeyerek oturup kaldıkları hakle, münafık kardeşleri için dediler ki: "Eğer sözümüzü dinleselerdi orada öldürülmezlerdi." Ey Muhammed, sen bu münafıklara de ki: "Eğer bu iddianızda doğru iseniz ölü­mü kendinizden uzaklaştırın. Yani, "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi." diyorsu­nuz. Siz bırakın bu iddiayı da şayet gücünüz yetiyorsa ölümü önce kendinizden uzaklaştırın. Buna gücünüz yetmeyeceği muhakkaktır. Zira ölüm sizi nerede olursanız yakalayacaktır. O halde böyle konuşmanızın ne mânâsı vardır?

Bu âyet de Abdullah b. Übey ve arkadaşlan hakkında nazil olmuştur. [310]

 

169- Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Rablcri katından rızıklandırılmaktadiriar.

Sakın Allah yolunda şehit düşenleri, bir şey hissetmeyen, herhangi bir şeyden zevk almayan, nimetlerden istifade etmeyen ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler, rableri katından nzıklandınlmaktadırlar.

* Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Kardeşleriniz Unut savaşında canlarını kaybedince, Allah onların ruhla­rını, yeşil renkli kuşlar şeklindeki yaratıklara verdi. Onlar cennetin intaklarına gelir su içerler, onun meyvelerinden yerler ve arşın gölgesindeki, altından yapıl­mış kandillerin çevresinde konaklarlar. Onlar, yiyecek ve içeceklerinin temiz ve lezzetli oluşunu, konaklarının Ua güzelliğini görünce şöyle dediler: "Bizim diri olduğumuzu ve cennette nzıklandırıldığımızı, mümin kardeşlerinize kim tebliğ ederki onlar, cihaddan geri kalmasınlar ve savaştan çekinmesinler." Bunun üze­rine Allah teala "Bunu kullanma, sizin yerinize ben bildireyim." dedi. Ve bu âyet-i kerimeyi indirdi. [311]

Abdullah b. Abbas, Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Şehitler, cennetin kapısındaki nehirin aydınlattığı yerde yeşil bir kubbe­nin içindedirler. Onlara, sabah akşam nzıklan cennetten getirilmektedir[312]

Cabir b. Abdullah diyor ki: "Ben, Resulullahın şöyle buyurduğunu işit-tim."Ey Cabir, ben, seni müjdelemiyeyim mi?" Dedim ki: "Evet müjdele ey Al­lanın Resulü." Dedi ki: "Ey Cabir, senin babam Uhutta öldürüldüğü yerde Aliah tekrar diriltti. Sonra ona "Ey Amr'ın oğlu Abdullah, sana ne yapmamı arzu eder­sin?" dedi. Baban da dedi ki: "Ey rabbim, beni tekrar dünyaya döndürmeni iste­rim. Ta ki, senin uğrunda savaşıp tekrar öldürülmüş olayım."

Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi1 b. Enes ve Dehhaka göre bu âyet-i ke­rime, Uhut savaşında şehit düşenlerin nerede olduklarını soran kişelere cevap olarak inmiştir.

Enes b. Malike göre ise, B'ir-i Maııne hadisesinde şehit düşen sahabiler hakkında nazil olmuştur. [313]

 

170- Allanın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerle sevinç içindedir­ler. Geride kalıp kendilerine yctişemeyclcrc, onlar için bir korku ve üzüntü olmadığını müjdelerler.

Onlar, Allahın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Ölmeyip geride diri kalan ve kendilerine yetişemeyen kardeşlerine "Onlar için bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir de." müjdesini verirler. Zira kardeşlerinin de kendileri gibi Allanın düşmanlarına karşı cihad ettiklerini ve öldü itil düklerinde, onların da nimetlere kavuşturulacaklarını bilirler.

Süddi diyor ki: "Şehide bir mektup getirilir. Onda, dünyadan göçüp âhirete giden kardeşleri ve aile efradının geldikleri bildirilir ve ona denir ki: "Fi­lan günde filan kişi, falan günde falan zat gelecek." O da, dünyada kaybolanla­rın bulunmaları halinde sevindiği gibi sevinir. [314]

 

171- Allahın nimetini, lütfunu ve Allahın, müminlerin ecrini zayi et­meyeceğini müjdelerler.

Aliah yolunda Öldürülenler, Allahın nimetini, lütfunu ve Allahın, mümin­lerin mükâfaatmı asla zayi etmeyeceğini, diğer müminlere müjdelerler. Kendile­ri de bunlara sevinirler.

*'Peygamber efendimiz, şehitlere cennette nasıi ikram edileceğini beyan ederek buyuruyor ki:

"Öldükten sonra Allah katında ikram gören hiçbir kul7 bütün dünya ve içindekiler kendisine verilse dahi tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit müstesnadır-. O, şehitliğin üstünlüğünü gördüğü için, tekrar dünyaya dönüp bir daha Öldürülmeyi (Tekrar şehit olmayı) arzular. [315]

 

172- O müminler, kendilerine yara isabet ettikten sonra da AİIah ve Resulünün davetine uydular. Onlardan iyilik yapıp Allahtan korkanlar için büyük bir mükâfaat vardır.

Burada zikredilen müminler, Uhut savaşı bittikten sonra "Hamraul Esed" denilen yerde tekrar Resulullahın çağırışına uyup ona tabi olanlardır.

Uhut savaşında Peygamber efendimiz yaralandıktan sonra, müşrikler ora­dan uzaklaşınca, Peygamber efendimiz düşmanın tekrar geri dönebileceğini dü­şünerek "Bunların izini kim takibedecek?" dedi. Hz. Ebubekir ve Zübeyr b. Av-vamm da içinde bulunduğu yetmiş kişi kadar olan bir gurup Resulullahın bu ça-ğınsına uydular ve Hamraul Esede kadar yürüdüler. Bunları gören müşriklerin kalbine Allah bir korku saldı ve mağlup bir şekilde kaçıp gittiler. Ve Müslü­manlar emniyet içinde Medineye döndüler[316]

 

173- İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlar­dan korkun." dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demiş-ı Ur: "Allah bize yeter o ne güzel vekildir.

* Müşrikler, Uhut savaşının sona ermesinden sonra Mekkeye doğru yola çıktıklarında Ebu Süfyan: "Medineye dönüp müslmanların kökünü kazımadan niçin geri dönüyoruz?" diyerek geri dönüp tekrar hücum etmek istemiş ve yan­larından geçen bir Bedeviye bahşiş de vererek "Git Muhammede söyle tekrar geliyoruz." demiş bu sırada Allah teala, durumu Peygamberimiz Hz. Muham-med (s.a.v.)e bildirmiş o da ordusunu hazırlayarak Hamraul Esede doğru yürü­müş ve orada o Bedevi ile karşılaşmış. Bedevi kendisine söyleneni onlara ilet­miştir, işte gelen bu haber üzerine müminlerin aldıkları tavın âyet-i kerime şöyle beyan etmektedir.

İnsanlar o müminlere: "Düşmanlarınız size karşı koymak ve sizinle sa­vaşmak için asker topladılar. Onlardan korkun çünkü onlara karşı sizin gücünüz yoktur." dediklerinde bu, onlann imanlarını artırdı ve onlar: "Allah bize yeter, Allah kendisim dost edinenlere ne güzel bir vekildir." diye cevap verdiler.

Müfessirler, Resulullahın sahabilerine "Düşmanlarınız size saldırmak üzere toplandılar." sözünün ne zaman ve kimler tarafından söylendiği hususun­da farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İbn-i İshak, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir gö­rüşe göre sahabilere bu söz Uhut savaşından sonra, müşriklerin takibine çıkan Resulullaha Hamraul Esed mevkiinde, Abd-i Kays oğullarına ait Kervan tara­fından söylenmiştir.

Bu hususta, Muhammed b. İshak, şunları anlatmaktadır.: Mabed b. Ebu Mabed el-Huzai, Hamraul Esed mevkiinde, Resulullahın yanından geçiyordu. O sırada Mabed müşrikti. Ancak Hazaa oğullarının müslümanlan da müşrikleri de Tihame bölgesinde, Resulullahın sırdaşları ve müttefikleriydiler. Orada olup bi­ten şeyleri Resulullahtan saklamazlardı. Mabed dedi ki: "Ey Muhammed, valla­hi senin uğradığın şey, bizim ağırımıza gitti. Bizler Allanın seni muhafaza et­mesini isterdik." Sonra Mabed, Resulullahı Hamraul Esed'de bırakıp yoluna de­vam etti. "Revha" denen yerde Ebu Süfyan ve arkadaşlarına kavuştu. Onlar, tek­rar, Resulullah ve sahabileriyle savaşmak üzere hazırlık yapıyorlardı ve kendi kendilerine şöyle demişlerdi: "Biz Muhammedin arkadaşlarını, onlann ileri ge­lenlerini ve komutanlarım TJhutta öldürdükten sonra onlann kökünü kurutma­dan geri mi dönelim? Onlann geride kalanlanna tekrar hücum edelim ve onlar­dan kurtulalım." Eb Süfyan, Mabedi görünce: "Ey Mabed, arkanda ne var?" de­di. Mabed de: "Arkamda Muhammed var. Arkadaşlarıyla birlikte yola çıkmış­lar. Daha Önce benzerini görmediğim bir kalabalıkla sizi arıyorlar. Onlar size karşı ateş püskürüyorlar. Karşılaştığınız zaman, Muhammedden geri kalmış olanlar onun yanında toplanmışlar. Daha önce yaptıklarına pişman olmuşlar. Onlann içinde size karşı öyle bir kin var ki, ben bundan Önce böyle bir kin gör­memiştim." Ebu Süfyan ise "Vay haline, sen ne diyorsuıı?"dedi. Mabed: "Valla­hi senin (Medine) tarafına gitmemeni, böylece senin atlarının kaküllerini gör­meyi istiyorum. (Yani, gidersen öldürülürsün. Ben de senin atlarının kaküllerini gönnez olurum.) dedi. Ebu Süfyan "Vallahi onların geri kalanlarının kökünü kurutmak için toplanıp hücuma hazırlanmıştık." dedi. Mabed: "Ben senin, bunu yapmamanı isterim." dedi. Ebu Süfyan "Vallahi onlardan gördüğüm halleri, be­ni onlar hakkında şiir söylemeye şevketti" diye ilave etti. Mabedin bu telkinleri Ebu Süfyanı ve onunla beraber olanları Medine üzerine yürümekten vaz geçirdi. Ebu Süfyanın yanından Abd-i Kays oğullarına ait bir Kervan geçiyordu. Ebu Süfyan: Nereye gidiyorsunuz?" dedi. Onlarda "Medineye gidiyoruz." dediler. Ebu Süfyan "Niçin?" dedi. Onlar: "Biz, yiyecek maddeleri almak için gidiyo­ruz." dediler. Ebu Süfyan: "Sizler, benden bir mektup götürüp Muhammede ve­rir misiniz? Bunun karşılığında ben size daha sonra Ukaz panayırında şuna kuru üzüm yükliyeyim." dedi. Onlar da "Evet, olur." dediler. Ebu Süfyan: "Ona deyin ki, biz onlann geride kalanlarının kökükünü kurutmak için toplanıp ona ve sa-habilerine doğru geliyoruz." dedi. Resulullah, Hamraul Esed mevkiinde iken bu Kervan gelip ona Ebu Süfyanın söylediklerini anlattı. Resulullah da: "Allah bize yeter o ne güzel vekildir." dedi. İşte âyet-i kerime bu olayı anlatmaktadır.

Bu izaha göre âyete zikredilen "İnsanlar"dan maksat, Abd-i Kays oğulla­rına ait olan Kervandır. "Ordu toplayan düşman"dan maksat ise Ebu Süfyan ve ordusudur.                                               ,

b- Mücahid ve İkrimeye göre ise, düşmanlarının bir araya gelerek kendi­lerine saldıracağı haberi, Resulullaha ve sahabilerine, Uhut savaşından bir sene sonra gittikleri küçük Bedir mevkiinde söylenmiştir. Zira, Uhut savaşı bittikten sonra Ebu Süfyan, Resulullaha "Gelecek yıl, karşilacağımız yer, adamlarımızı öldürdüğünüz Bedir mevkii olsun." demiş Resulullah da "Evet, olur." demişti. Resulullah verdiği sözün gereğini yerine getirerek ertesi yıl, küçük Bedir mev­kiine gitti. Onlar, müşriklerle karşılaştıklarında Kureyşin ne yaptığını soruyor­lardı. Müşrikler de müminlerin kalbine korku salmak için "Onlar sizinle savaş­mak için çokça adam topladılar. Onlardan korkun." diyorlardı. Fakat müminler onlardan korkmuyorlar "Allah bize yeter o ne güzel vekildir." diyorlardı. İşte orada müslümanlar, Bedir mevkiinde panayıra rastla­dılar. Oradan alış veriş edip ticaret yaptılar. Bu sebeple bundan sonra gelen âyet, onlann bu durumunu tasvir ederek "Kendilerine hiçbir kötülük dokunma­dan Allanın nimeti ve lütfuyie geri döndüler." buyurmaktadır.

Taberi bu görüşlerden birinci görüşün daha evla olduğunu, zira bundan önce geçen âyetin, Resulullaha tabi olan kişilerin yaralı olduklarını beyan ettiği­ni, müminlerin ise Uhut savaşını müteakiben yaralı oldukları muhakkaktır. Bir yıl sonra meydana gelen Bedir olayında, yaralıların bulunmadığı bilinmektedir. [317]

 

174- Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allahın nimeti ve lüt-fuyla geri döndüler ve Allahın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibi­dir.

Resulullah ve sahabileri düşmanı Hamraul Esede kadar takibettikten son­ra, kendilerine hiçbir eziyet ve kötülük dokunmadan, Allahın nimeti ve lütfuyla evlerine geri döndüler. Ve Allahın Peygamberine itaat ederek Allahın rızasına uydular. Allah, yarattıklarına karşı büyük lütuf sahibidir. [318]

 

175- O kişi ancak dostlarını korkutmak isteyen bir şeytandır. Onlar­dan korkmayın. Eğer mümin iseniz benden korkun.

Sizi korkutmak isteyen o kişinin (Bedevinin) yaptığı ancak kendisini dost edinenler vasıtasıyla korku salmak isteyen şeytanın yaptığı bir iştir. Siz onların topluluğundan korkmayın. Çünkü ben size zaferi garanti ediyorum. Fakat sizler, hakkıyla iman edenlerseniz. Benim emrime karşı gelmekten korkun. [319]

 

176- İnkâra koşuşanlar seni üzmesin. Onlar, Allaha hiçbir zarar ver­mezler. Allah onlara, âhirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.

Ey Muhammed, inkâra koşuşan şu münafık kafirler seni üzmesin. Çünkü onlar dinden çıkıp kâfir olmalarıyla Allaha hiçbir zarar veremezler. Ancak ken­dilerine zarar verirler. Allah bunlara âhiret sevabından bir pay vermemek isti­yor. Onlar için büyük bir azap vardır. O da cehennem ateşidir. [320]

 

177- Şüphesiz ki imana karşılık inkârı satın alanlar, Allaha hiçbir za­rar veremezler. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Şüphesiz ki imanı verip kâfirliği alan bu münafıklar, dinden çıkmakla Al­laha hiçbir zarar vermezler. Onlara, bu yaptıklarından dolayı can yakıcı bir azap vardır.

Allah teala, bundan önceki âyetlerde, mümin kullarını samimi olmaya, bütün işlerinde kendisine yönelmeye ve emirlerine boyun eğmeye teşvik etmek­te ve onları dumanlarına karşı cihad etmeye, dostlanni yalnız bırakmayıp onlara yardım etmeye davet etmektedir. Bu âyetlerde ise, münafıkların hallerini tasvir etmekte, onların, Allaha hiçbir zarar veremeyeceklerini beyan etmekte ve onla­rın cehenneme gireceklerini haber vennektedir. [321]

 

178- Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannctmesinlcr.Biz onlara mühleti ancak, günahlarını ar­tırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltın bir azap vardır.

İnkâr edenler, ömürlerini uzatarak kendilerine mühlet vermenizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Biz onların ecellerini, ancak gü­nahlarının artması için uzatıyoruz. Onlar için hor ve hakir düşüren bir azap var­dır.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle duyuruluyor: "Onlar, kendilerine mal ve oğullar lütfederken, iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? [322]"Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla dünya ha­yatında onlara ancak azabetmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister. [323]

 

179- Allah, müminleri, içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Nihayet, murdarı temizden ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kı­lacak da değildir. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçip gaybı bildirir. O halde Allaha ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve Al-lahtan korkarsanız, sizin için büyük bîrmükâfaat vardır.

Allah, müminleri, içinde bulunduğunuz, müminin münafıktan ayirdedil-mediği bu karışık durumda bırakacak değildir. Nihayet zorluklarla imtihan ede­rek temiz olan mümini, murdar olan münafıktan ayıracaktır. Allah sizi, gayba vâkıf kılarak kullarının kalbindekini size bildirecek değildi ki mümini münafık­tan ve kâfirden ayırabilesiniz. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçip ona, kullarının kalbinde olan bazı gayblan bildirir. O halde Allaha ve Peygam­berine iman edin. Şayet Peygamberlere iman eder ve Allahtan korkarsanız sizin için büyük bir mükâfaat.vardır.

Mücahid diyor ki: "Allah teala, münafıklarla müminleri Uhut savaşı imtihanı ile birbirlerinden ayırmıştır.

Katade ve Süddi ise: "Allah teala bu âyette, hicret ve cihadla müminleri kâfirlerden ayırdedeceğini beyan etmiştir." demişlerdir.

Taberi, daha önceki âyetlerin, münafıklar hakkında olması hasebiyle bi­rinci görüşü tercih etmiştir.

Bu âyet-i kerime, Allahtan başka hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğini, bu nedenle kimin gerçek mümin kimin de münafık olduğunun kesin olarak an-1 aşılamayacağını, bu sebeple de Allahın, insanları bir takım imtihanlardan geçi­rip gerçek müminle münafık] ortaya çıkaracağını beyan etmekte, ayrıca, seçmiş olduğu Peygamberine, gayba ait bazı olayları haber vereceğini bildirmektedir.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle Duyurulmaktadır: "Gaybı o bilir. Kimseye gaybı göstennez." "Ancak, Peygamber olarak seçtiği kimse bunun dı­şındadır. Çünkü Allah, seçtiği Peygamberin önüne ve ardına gözetleyici ko-yar[324]

Bu hususta Süddi diyor ki: "Allah sizi gayba vâkıf kılacak ta değildir." ifadesinden maksat, "Allah, Muhammedi gayba vâkıf kılacak değildir." demek­tir.

İbn-i İshakdadiyorki: "Allah sizi, gayba vâkıf kılacakta değildir." ifade­sinden maksat, "Ey müminler, Allah sizleri, imtihan edeceği gayba ait olaylara vâkıf kılacak değildir ki, o olayların, aleyhinize olanlarından kaçmasınız." de­mektir.

Taberi diyor ki: "Bu ifadenin izahında tercihe şayan olan görüş şudur. "Ey müminler, Allah sizleri, kullarının kalbindekine vâkıf kılacak değildir ki, onlardan mümin olanları, münafık ve kâfirlerden ayıredebilesiniz. Bu sebeple Allah, kullarını bir kısım sıkıntı ve belalarla birbirlerinden aymr. Nitekim Unut savaşında düşmana karşı savaşma yoluyla onlan birbirlerinden ayirdetmiştir. Böylece sizler, müminleri kâfir ve münafıklardan ayırdedebilesiniz. Ancak Al­lah, Peygamberlerinden bazılarını vahiy yoluyla, kullarının kalbinde bulunan şeylere vâkıf kılar." [325]

 

180- Allanın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun, kendileri için hayiriı olduğunu sakın zannetmesinler. Bil­sinler ki bu, onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allaha aittir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Allanın, dünyada kendilerine verdiği nimetler hususunda cimrilik yapa­rak, zekatlarını vermeyenlerin tutumlarının, kendileri için kıyamette hayırlı ola­cağını sakın zannetmesinler. Bilakis bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları o mal, kıyamette onların boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası an­cak Allaha aittir. Çünkü o, devamlı diridir ve sonu olmayandır. O, yaptığınız her şeyden haberdardır. İyilikte bulunanı iyiliği ile mükâfaatlandıracak, kötü­lükte bulunanı da kötülüğü ile cezalandıracaktır.

Âyet-i kerimede geçen ve "Zannetmesinler" diye tercüme edilen fiili iki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz ve.Irak kurralarından bir topluluk bu fiili şeklin­de okumuşlardır. Bu kiraata göre âyetin mânâsı mealde zikredildiği gibidir.

b- Diğer bazı kurralar ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir. Âyeti bu şekilde okuyanlar, ona çeşit­li şekillerde mânâ vermişlerdir

Süddiye göre bu ifadenin izahı şöyledir: Ey Muhammed, Allanın, dünyada kendilerine verdiği mallar hakkında cimri davrananların ve bu mallarından, Allanın farz kıldığı zekatı vermeyenlerin bu cimriliklerinin, kendileri için kıya­met gününde hayırlı olacağını zannetme. Bilakis, âhirette onların bu cimri dav­ranışları kendileri için şer olacaktır.

Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre ise bu ifadenin manâsı şöyledir: "Ey Muhammed, sakın sen, Allahın, lütfundan, kendilerine verdiği Tevratta, se­nin sıfatlarını insanlara anlatmakta cimri davranan Yahudilerin bu cimrilikleri­nin kendileri için hayırlı olacağını zannetme."

Taberi, ikinci kıraattaki birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki cimrilikten maksadın, "Zekat vermemek" demek olduğunu söylemiştir. Zira bu âyetin devamındaki "Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına do­lanacaktır." ifadesini, Resulullahın, zekat vermemek olarak izah ettiği, birçok hadislerde zikredilmiştir. Ayrıca bundan sonra gelen âyette, müşrik ve Yahudi­lerin, zekat vermemek için "Şüphesiz ki Allah fakirdir, bizler zenginiz." dedik­leri ve böylece zekatla alay ettikleri belirtilmektedir. Bu da gösteriyor ki, bura­daki cimrilik yapılan şeyden maksat, zekattır.

Ayet-i kerimenin devamında "Cimrilik yaptıkları şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır." Duyurulmaktadır. Müfessirler, âyetin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Bazılarına göre ayetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: Allah, kıyamet gününde farz olan zekatı vermeyenin zekatını, gerdanlık gibi boynuna dolaya-caktır. Bu hususta Resulullahtan şu hadis-i şerifler zikredilmiştir. Muaviye b. Hiyde diyor ki:

"Ben, Resulullahın şöyîe buyurduğunu işittim." Herhangi bir kimse gelir de efendisinden arta kalan malını ister o da onu vermezse kıyamet gününde o kimse için dilini dışan çıkanp onu yalayan kel bir yılan çağırılır. O yılan, onun vermediği arta kalan malıdır. [326]

Abdullah b. Mes'ud Resıılullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Malının zekatını vermeyen hiçbir kimse yoktur ki Allah, kıyamet gününde, vermediği o zekatını, boynunda büyük bir yılan haline getirmiş olmasın." Sonra Resulullah, Aziz ve Celil olan Allanın kitabından bunun doğruluğunu ortaya koyan "Allanın kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilsinler ki bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde onlann boyunlarına dolana­caktır." âyetini okuduk[327]

Hicr b. Beyan ResuluIIahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Herhan­gi bir kimse akrabasına gider de ondan, Allanın kendisine verdiği şeylerden arta kalanı ister, o akrabası da o şeyi vermekte cimri davranacak olursa kıyamet gü­nünde Allah, o kimse için cehennem ateşinden, dilini dışarı atan büyük bir yılan çıkarır, o yılan sonunda o kişinin boynuna dolanır." Resulullah bundan sonra bu âyeti okudu.

Ebu Hureyre de Resıılullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah kime mal verir de o da malının zekatını vermezse, o malı, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan büyük bir yılan şekline sokulur ve kıyamet gününde o yılan onun boynun dolanır. Yılan o kişiyi iki avurdundan yakalar ve şöyle der: "işte senin malın benim. Senin hazinen benim." Sözünü bitirdikten sonra Resu­lullah efendimiz, bu âyet-i kerimeyi okumuştur. [328]

b- İbrahim en-Nehaiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Cimrilik yap­tıkları şey kıyamet gününde ateşten bir gerdanlık olarak onların boynuna dolanacaktır.

c- Abdullah b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Muhammedin Peygamberliğini gizleyen Yahudi Hahamları, kıyamet gününde, gizledikleri bu şeyin günahını sırtlarında taşıyacaklardır.

d- Mücahide göre, bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Dünyadayken cimrilik yaptıkları şeyi kıyamet gününde getirmeye zorlanacaklardır."

Taberi diyor ki: Tercihe şayan olan görüş buradaki, cimrilik ettikleri be­yan edilen şeyden maksat, zekat mallandır." diyen görüştür. Zira zikredilen ha­disler ve rivayetler bunu ifade etmektedir.

Âyet-i kerimede: "Göklerin ve yerin mirası ancak Allaha aittir." Duyurul­maktadır. Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki, "Miras, ölen bir malikin mülkünün, sağ kalan mirasçılarına intikal etmesidir. Yaratıklar yok olmadan ön­ce de bütün göklerin ve yerin mülkiyeti Allaha ait olduğuna göre, Allanın gök­lere ve yere mirasçı olması ne demektir?" Cevaben denilir ki, "Allah teala bu ifade ile kendisinin devamlı olarak diri olduğunu, baki olduğunu, diğer bütün yaratıkların ise yok olacaklarım beyan etmiştir. Bu itibarla, dünyada iken bir ta­kım eşyaya sahip gibi görünenlerin de sonunda Öleceklerini ve sahibolduklan şeylerin gerçek malikinin de Allah teala olduğu gerçeğinin ortaya çıkacağını be­yan etmektedir. [329]

 

181- "Şüphesiz ki Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onlann söylediklerini ve Peygamberleri haksız ye­re öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz: Tadın o yakıcı azabı."

Allah, Yahudilerin "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz." sözlerini duymuştur. Biz onlann yapmış olduklan iftiraları ve Peygamberleri haksız yere öldünnelerini yazacağız ve "İftiranızın cezası olarak tadın o yakcı azabı," diye­ceğiz.

Abdullah b. Abbas, Süddi, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin ve bundan sonra gelen bir kısım âyetlerin, ResuluIIahın dö­neminde bulunan Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu husus­ta Abdullah b. Abbas, diyor ki "Ebubekİr es-Sıddiyk, Yahudilere ait olan ve "Beytül Makdis" diye adlandırılan, Yahudilerin, içinde kitap okuduktan Medreşeye girdi. Yahudilerden bir çoğunun âlimleri ve Hahamları olan "Finhas" isimli birinin etrafında toplandıklarını gördü. Onun yanında yine, Hahamların ileri ge­lenlerinden biri olan Eşya' da bulunuyordu. Ebubekir, Finhasa "Vay haline ey Finhas, Allahtan kork ve müslüman ol. Allaha yemin olsun ki siz, Muhamme-din. Allanın Peygamberi olduğunu ve Allah katından size, doğru olanı getirdiği­ni biliyorsunuz. Siz onun, yanınızda bulunan Tevrat ve İncilde de yazılı olduğu­nu görüyorsunuz." dedi. Finhas da Ebubekire "Vallahi, ey Ebu bekir, bizim , Allaha bir ihtiyacımız yoktur. Biz fakir değiliz. O bize muhtaçtır. Bize göre o fakirdir. Onun bize yalvardığı gibi biz ona yalvaramayız. Bizim ona ihtiyacımız yoktur. O ise bize karşı ihtiyaçsız değildir. Şayet onun bize ihtiyacı olmasaydı, arkadaşınız Muhammedin zannettiği gibi biz ona mallarımızı ödünç olarak ver­mezdik. O, (Allah) size faizi yasaklerken.bize faiz veriyor. Şayet onun bize ihti­yacı olmasaydı bize faiz vermezdi." dedi. Bunun üzerine Ebubekir hiddetlendi ve Finhasın yüzüne dehşetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi: "Hayatım kudret elinde olan Allaha yemin olsun ki, eğer bizimle sizin aranızda anlaşma olma­saydı, ey Allah düşmanı elbette ki senin boynunun vururdum." Bunun üzerine Finhas, Resulullaha gitti ve ona : "Ey Muhammet!, bak arkadaşın bana ne yap­tı?" dedi. Resulullah Ebubekire "Seni bunu yapmaya sevkeden sebep nedir?" di­ye sordu. Ebubekir de dedi ki: "Ey Allanın Resulü, bu Allah düşmanı aşırı bir söz söyledi. Bu zannediyor ki Allah fakir de kendileri zengin. İşte böyle söyle­yince sözleriden dolayı kızdım ve yüzüne vurdum." Finhas bunu inkâr etti. "Ben böyle bir şey söylemedim." dedi. İşte bunun üzerine Allah teala Finhası yalanla­yıp Ebubekiri tasdik ederek "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz." diyen­lerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz. "Tadın o yakıcı azabı." âyetini indirdi. [330]

 

182- Bu azap, sizin yaptıklarınızdan dolayıdır. Yoksa Atlah kullarına asla zulmcdici değildir.

Ey "Allah fakirdir biz ise zenginiz." diyen ve haksız yere Peygamberleri öldüren Yahudiler, kıyamet gününde size "Can yakıcı azabı tadın." diyeceğiz. Böyle deyişimizin sebebi, sizin, dünya hayatındayken işlediğiniz amellerdir. Yoksa Allah âdildir, haksız yere herhangi bir kimseyi cezalandırarak zulmet­mez. Zira Allah, kullarına asla zulmedici değüdir. [331]

 

183- Onlar: "Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir Peygambere iman etmememiz hususunda Allah bize ahit verdi." derler. Ey Muhammcd, onlara şöyle de: "Benden önce de size Peygamberler apa­çık delillerle ve bu söylediğinizle geldi. O halde iddianızda samimi iseniz ni­çin onları öldürdünüz?

Onlar şöyle diyorlardı: "Bize, Allaha yaklaştıran bir kurban getirip, kesti­ği o kurbanı da gökten bir ateş inip yemedikçe hiçbir Peygambere iman etmeye­ceğimize dair Allah bize ahit verdi: Ey Muhammed, onlara de ki: "Benden önce size, Peygamberliklerinin doğruluğunu gösteren delillerle ve sizin iddia ettiğiniz kurban mucizesi ile Peygamberler geldi. Eğer iman etme iddianızda samimi ise­niz, bütün deliller ortaya çıktıktan sonra o Peygamberleri niçin öldürdünüz? O halde sizler, gerçekten iman etmek için delil aramıyor, inadınızdan böyle yapı­yorsunuz.

* Abdullah b. Abbas ve Dehhak diyorlar ki: "Önceki ümmetlerde bir kişi, tasaddukta bulunur da, sadakası kabul edilirse, gökten bir ateş iner onun sadaka­sını yerdi. Bu da o kişinin, iddiasında haklı olduğunu gösterirdi. Yahudiler, bu âyet-i kerimede zikredildiği gibi, Resulullahtan böyle bir mucize istemişlerdir. Fakat Allah teala, Yahudilere, bu gibi mucizelerle gelen Peygamberleri de öl­dürdüklerini hatırlatarak istediklerinde samimi olmadıklarını, sadece Hz. Mu­hammedi yalanlamak için bu gibi söyleri ile sürdüklerini beyan etmiştir. [332]

 

184- Şayet seni yalanlıyorlarsa, senden önce apaçık deliller, sahi fd er ve aydınlatıcı kitap ile gelen Peygamberler de yalanlanmıştı.

Ey Resulüm, şayet onlar seni yalanlıyorlarsa buna üzülme, zira senden önce gelen Peygamberler de bunlar tarafından yalanlanmışlardı. Halbuki o Pey­gamberler onlara, kesin ve açık delillerle, ilahi kitaplarla ve yolları aydınlatan Tevrat ve İncil gibi kitaplarla gelmişlerdi.

*Bu âyet-i kerime, Peygamber efendimizi, Yahudilerden ve diğer müşrik­lerden görmüş olduğu sıkıntılara karşı teselli etmektedir. [333]

 

185- Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde yaptıklarınızın karşılığı size mutlaka eksiksiz verilecektir. Kim, cehennem ateşinden uzak­laştırılıp cennete konursa, şüphesiz o, kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir.

Allahın Peygamberini yalanlayan ve Allaha karşı iftiralarda bulunan bu Yahudilerin akıbeti de diğer bütün yaratıklar için takdir edilen akıbet gibi ola­caktır. Zira, her nefis ölümü tadacaktır. O halde ey Muhammed, seni yalanlayan ve Allaha karşı iftirada bulunan o Yahudilerin ve müşriklerin, yalanlama ve ifti­ralarına karşı üzülme. Ey insanlar, biz kıyamet gününde size, yaptıklarınızın karşılığını tam olarak vereceğiz. Hayır işleyene hayır, şer işleyene de şer vere­ceğiz. Kim de cehennem azabından kurtulur ve cennete konacak olursa işte ger­çekten kurtuluşa eren o'dur. Dünyanın lezzeti, ziynetleri ve zevkleri ise aldatıcı ve geçici şeylerden başkası değildir. Sizler, bu aldatıcı ve geçici dünya metaı ile zevke dalarsınız. Halbuki o, neticede sizin başınıza felaketleri, musibetleri ve 3çvmediğiniz şeyleri getirir.

Taberi diyor ki: "Abdurrahman b. Sabit, bu âyette zikredilen kelimesini "Değersiz ve az bir şey" mânâsında almışsa da aslında bu kelimenin mânâsı "Aldatmak"tir. Bu itibarla, dünya malı az olsun çok olsun, aldatıcıdır. Kulun, kendisim ona kaptırarak rabbinin emir ve yasaklarından gafil olmaması gerekir.

Ebu Hureyre, Resulullahın, bu âyetin izahında şunu buyurduğunu rivayet etmiştir. "Şüphesiz ki, cennette bir kamçı kadar yer, dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha hayırlıdır. İsterseniz şu âyeti okuyun. "Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa şüphesiz o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir. [334]

Bu hususta, Peygamber efendimiz diğer bir hadîs-i şerifinde şöyle buyu­ruyor:

"Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konulmayı istiyorsa, Al­laha ve âhiret gününe iman etmiş olarak ölsün ve insanlara, kendisine yapılma­sını arzuladığı şeyleri yapsın. [335]

 

186- Şüphe yok ki, siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allaha ortak koşanlardan mutlaka birçok c/.iyct verici sözler işiteceksiniz. Eğer sabre­der ve Aüahtan korkarsanız, bilin ki bu azmi gerektiren işlerdendir.

Mallarınız ve canlarınıza gelen felaketlerle mutlaka imtihan olacak, siz­den önce kendilerine kitap verileri Yahudi ve llrisliyanlardan ve Allaha ortak koşan müşriklerden bir çok eziyetler göreceksiniz. Şayet bu eziyetlere karşı sab­reder ve Allaha itaat ederek ondan korkarsanız şüphesiz ki bu davranışınız, azmi gerektiren işlerdendir.

Yahudilerin incitici laflan: "Şüphesiz ki Allah, fakirdir." AUahın eli bağlıdır, cimridir." gibi sözleridir. Hristiyanlann sözleri ise "İsa Mesih Allanın oğludur." "Allah, üç ilahın üçüncüsüdür." gibi sözlerdir.

Ehl-i kitap bu gibi sözleri söylüyor diğer müşrikler de Resulullaha, söz ve davranışlarıyla eziyet ediyorlardı. İşte âyet-i kerime bütün bunlara işaret etmek­tedir.

Müfessirler, bu âyet-i kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime diyor ki: Bu âyet, Resulullah, Ebubekir ve Kaynuka oğullanılın lideri olan Yahudi Finhas hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Resulullah, Ebube­kir es-Sıddıki Finhasa göndermiş ve ondan maddi destek talep etmiş ve ona bir de mektup yazmıştır. Resulullah, Ebubekire "Benim yanıma dönünceye kadar sakın kendi görüşünle hareket etme." dedi. Ebubekir, kılıcını kuşanarak Finhasa gitti. Mektubu ona verdi. Finhas mektubu okuyunca "Rabbiniz, kendisine yar­dım etmenize mi muhtaç oldu?" dedi. Bunun üzerine Ebubekir, "Onun boynunu kılıçla vunnak istedi. Fakat o, Resulullahin "Dönünceye kadar sakın kendi görü­şünle hareket etme." sözünü hatırladı ve vunnaktan vaz geçti. İşte bunun üzeri­ne bu âyet ve bundan önceki âyetler nazil oldu.

b- Zühriye göre ise bu âyet-i kerime, Kâ'b b. el-Eşref hakkında nazil ol­muştur. Bu kişi, şiirleriyle müşrikleri, Resulullaha ve sahabilerine karşı kışkırtı­yor ve Resulullahı kotüiüyordu. Bu sebeple, içlerinde Muhammed b. Mesleme \ Ütü Abs'm da bulunduğu, Ensardan beş kişi, Kâb b. el-Eşrefe gittiler. Kâ'b, Medii. .jjîin üst tarafında, kavminin meclisinde bulunuyordu. Gelenleri görünce içine korku düştü ve hallerini beğenmedi. Onlar, "Biz sana bir ihtiyaç için gel­dik. " dediler. Kâ'b "Biriniz bana yaklaşsın ve ihtiyacınızı anlatsın." dedi. İçle­rinden biri ona yaklaşarak "Biz sana, zırhlarımızı satarak bedellerini alıp infak edelim diye geldik." dedi. Kâ'b da dedi ki: "Vallahi eğer bunu yapacak olursa­nız, bu adam gelip size konakladığından beri büyük bir sıkıntıya düştüğünüz belli" dedi. Onlar, geceleyin ortalığın sakinleştiği bir vakitte Kâ'bın yanına tek­rar gideceklerine dair sözleştiler. Sonra gelip Kâ'bı seslediler. Karısı ona "Bun­lar bu saatte sana, hoşuna gidecek bir şey için gelmiş olamazlar" dedi. Kâ'b "Onlar bana meselelerini anlatmışlardı." dedi. ve çıkıp onlarla konuştu. Onlara "Size vereceğim hunna karşılığında rehin olarak çocuklannızı bana verimlisi­niz?" dedi. Onlar, "Bizler, çocuklarımız hakkında "Bu bir vesk karşılığında re­hin verilmiştir." "Şu iki vesk karşılığında rehin verilmiştir." şeklinde söylenile­rek ayıplanmalarından utanırız." dediler. Kâ'b, "Kadınlarınızı bana rehin olarak verir misiniz?" dedi. Onlar, "Sen insanların en yakışıklı olanısınz. Biz sana gü-vcnemeyiz. Bu yakışıklılığın karşısında hangi kadın sana karşı diretebilir ki?

Fakat biz sana silahlarımızı rehin verebiliriz. Bizim bugün silahlara da ne kadar ihtiyacımız olduğunu biliyorsun." dediler. Kâ'b "Haydi sulhlarınızı getirin ve is­tediğinizi yüklenip götürün." dedi. Onlar, "Aşağı in de sen bizden teslim al biz de senden teslim alalım." dediler. Kâ'b inmek isterken karısı ona yapıştı ve ona "Kavmine bir kişi gönder de senin de bunlar gibi adamların gelip yanında bu­lunsunlar." dedi Kâ'b "Bunlar, benim uyuduğumu görseler beni uyandırmazlar." dedi. Karısı" "Sen onlara evin içinden konuş" dedi. Kâ'b dinlemedi, onların ya­nına indi. Ondan güzel kokular saçılıyordu. Müslümanlar "Nedir bu kokular?" dediler. Kâ'b "Bu, (Karısını kastederek) filanın annesine ait olan kokudur." dedi. Müslümanlardan biri onun kokusunu koklamak gerekçesiyle ona yaklaştı ve onu kucakladı. Sonra arkadaşlarına: "Öldürün bu Allah düşmanını." dedi. Bu­nun üzerine Ebu Abs, Kâ'bın böğrüne mızrağını sapladı. Muhammed b.Mesle­me de kılıçla boynunu vurdu ve dönüp gittiler. Bunun üzerine Yahudiler korku­ya kapıldılar. Resulullaha varıp "Bizim efendimiz, suikastla öldürüldü." dediler. Resulullah.da onlara, Kâ'bın yaptıklarını, müşrikleri müslümanlarin aleyhine kışkırttığını ve onlara eziyet ettiğini anlattı[336]

c- Üsame b. Zeyd ise, bu âyet-i kerimenin, Abdullah b. Übey vb. müşrik­lerin ve ehl-i kitabın hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Übey, müslüman olmadan Önce, Resulullah kendisini İslama davet etmek üzere mer­keple yanına varınca, merkebinin dışkısını kastederek "Bu bizi rahatsız etti." di­yerek Resulullahı hoş karşılamamıştır. Bu sebeple onu üzmüştür. İşte âyet-i ke­rime bunun gibi meseleler hakkında nazil olmuştur[337]

 

187- Bîr zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu İnsanlara açıklayacaklarına, onda olanları gizlemeyeceklerine dair ahit almıştı. On­lar ise bunu arkalarına attılar ve az bir değere değiştiler. Bu alış verişleri ne kötüdür.

Ey Muhammed, Allahuı, kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristîyan-1 ardan, Tevrat ve İncilde, senin Peygamberliğini insanlara açıklayacaklarına ve bu kitaplarda bulunanları gizlemeyeceklerine dair kesin söz aldığı zamanı hatır­la. O, kendilerine kitap verilenler bunu arkalanna attılar. AUahın emrini bırakıp

ona verdikleri sözü bozdular. Kitapta yazılı olan, senin Peygamberliğin gibi ba­zı hususları gizleme karşılığında, dünya metaından basit bir değer aldılar. Alla-ha verdikleri sözü bozarak karşılığında satın aldıktan şey ne kötüdür.

Müfessirler bu âyet-i kerimede zikredilen ehi-i kitaptan kimlerin kaste­dildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Süddi, Said b. cübeyr ve İbn-i Direyce göre bu âyette zikredilen ehl-i kitaptan maksat, sadece Yahudilerdir. Âyet, Finhas ve Eş­ya' gibi Yahudi Hahamlarına işaret etmektedir.

b- Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, kendisine dînî ilimler verilen her­kesi kapsamaktadır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivayet edilmekte­dir. "İşte Allah, ilim ehlinden bu ahdi almıştır. Kim, bir şey bilir ise, onu başka­sına Öğretsin. Sizler ilmi gizlemekten kaçının. Zira ilmi gizlemek, helak olmak­tır. Hiçbir kimse de kendisini, bilmediği bir şeyi söylemeye zorlamasın. Aksi takdirde Allanın dininden dışarı çıkar ve kendisini zorlayanlardan olur." Denilir ki: "Söylenilmeyen ilim, harcanmayan hazineye benzer. İnsanlara aktarılmayan hikmet, yeyip içmeyen bir puta benzer. "Yine denilir ki: "Ne mutlu konuşan âlime ve ne mutlu dinlediğini tutan dinleyiciye. Birincisi ilmi bilen, onu öğreten ve insanları ona çağırandır. İkincisi ise, hayıfı işiten, onu koruyuan ve ondan faydalanandır.

c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetin bu bölü­münün mânâsı şöyledir: "Ey Muhammed, bir zaman Allah, Peygamberlerden, kavimlerine karşı ahit almıştı." Buna göre burada zikredilen ehl-i kitaptan mak­sat, Peygamberlerdir. [338]

 

188- O, yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek is­teyenleri sakın azaptan kurtulmuş zannetme. Sakın bunu sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Ey Muhammed, senin Peygamberliğini insanlardan saklayarak, yaptıkla­rıyla sevinen ve kendileri Allaha ibadet etmedikleri halde, insanların, kendileri­ni "itaatkâr kullar" diye övmelerinden memnun olan ehl-i kitabın, Alhıhın aza­bından kurtulacaklarını sakın zannetme. Böyle bir taliminde sakın bulunma. On­lar için âhirette can yakıcı bir azap vardır.

Müfessirler bu âyette zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği husu­sunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Ebu Said el-Hudri ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime bazı münafık­lar hakkında inmiştir. Resulullah, savaşa çıktığında, bunlar savaşa gitmeyip yer­lerinde kalırlardı. Resulullah döndükten sora da ondan üzür dilerler ve savaşma­dıkları halde, insanların, özürlerini kabul ederek kendilerini övmelerini isterler­di.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerimenin, Yahudiler hakkın­da nazil olduğunu söylemişler ancak, Yahudilerin, hangi ameli işleyenleri hak­kında nazil olduğu hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.

aa- Said b. Cübeyr ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Finhas ve Eşya' gi­bi, insanları saptırmakla sevinen ve aynı zamanda insanların kendilerini, âlim olarak övmelerini isteyen Yahudi Hahamları hakkında nazil olmuştur.

bb- Dehhak, Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resulullah yalanlamada ittifak içinde olmaktan dolayı se­vinen, aynı zamanda insanların, kendilerine "Namaz kılanlar, oruç tutanlar" di­yerek övmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

cc- Mücahide göre ise bu âyet-i kerime Allanın, kendilerine verdiği Tev-ratı değiştirmekten dolayı sevinen ve insanların bu değiştirmeden dolayı kendi­lerini Övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

dd- Said b. Cübeyre göre bu âyet-i kerime, Allanın İbrahim (a.s.)ın ailesi­ne verdiği üstünlüklerle sevinen ve bunların gereğini yapmadıkları halde insan­ların kendilerini Övmesini isteyen Yahudiler hakkında nâzfl olmuştur.

ee- Abdullah b. Abbasa göre bu âyet, Resulullahın, kendilerine bir şey sorması üzerine onu gizleyen, bu gizlemelerinden dolayı da sevinen ve aynı za­manda Resululİaha verdikleri yanlış cevap ile de Resulullah ve müminler tara­fından övülmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Ab­dullah b. Abbas diyor ki:

"Resulullah, Yahudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar, sorduğu şeye doğru cevap vermeyip gerçeği gizlediler ve başka bir cevap verdiler. Resu-lullahin yanından ayrılırken de, soruya doğru cevap vermiş gibi görünerek ayrıl­dılar ve bundan dolayı takdir edilmelerini istediler. Ayrıca doğru cevap verme­melerinden dolayı da sevindiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [339]

ff- Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Resulullaha gelmişler, sapıklıklarına bağlı oldukları halde, Re-sulullaha tabi imişler gibi görünmüşler ve gerçekte iman etmedikleri halde Re-sulullahın kendilerini övmesini istemişlerdir. İşte âyet-i kerime bunları ifade et­mektedir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i keri­menin bundan Önceki âyette belirtilen ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söy­leyen görüştür. [340]

 

189- Göklerde ve yerde olanların mülkü ancak Allahındır. O, her şe­ye kadirdir.

Yahudiler: "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz. [341]diyorlardı, Halbuki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkü sadece Allaha aittir. O hal­de o nasıl fakir olabilir? Allah her şeye kadirdir. Her yalancı ve iftiracının ceza­sını derha vermeye de gücü yetendir. [342]

 

190- Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişme­sinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.

Ey insanlar ibret alın. Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında ve bun­ların içinde ihtiyacınız olan şeyleri var etmesinde, gece ile gündüzün birbirin ar­dınca gelmesinde akıl sahipleri için ibretler vardır. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesi, gündüzün çalışıp rızık temin etmeniz, geceleyin de istirahat et­meniz içindir. Allah bunları sizin menfaatiniz için böyle takdir etmiştir. Bunu ancak, aklı selim sahipleri idrak ederler. [343]

 

191- Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allahı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler. "Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz, lîi-zi, cehennem ateşinden koru."

O akl-ı selim sahipleri, Allahı namazda, ayakta dururken, otururken, isti­rahat sırasında, yanlan üstüne yatarken anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hak­kında ve bunların, kendilerini yaratanın büyüklüğünü göstennesi hususunda dü­şünürler ve şöyle derler: "Ey rabbimiz, sen bu yaratılanları boş yere ve eğlence olsun diye yaratmadın. Elbette ki sen bunları çok önemli bir sebeple yarattın. Gökleri ve yeri. orda yaşayan yaratıklarını, amellerine göre mükâfaatl and ırmak veya cezalandırmak için yarattın. Ey rabbimiz biz seni, boş işler yapmaktan te­zin ederiz. Sen bizi, cehennem ateşinden koru."

İbn-İ Cüreyc diyor ki: "Burada , ayakta dururken, otururken ve yatarken Allahı zikretmekten maksat, onu namazda, namazın dışında ve kur'an okurken anmak demektir. [344]

 

192- Rabbimiz, sen kimi cehennem ateşine koyarsan, şüphesiz onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.

Yine onlar şöyle derler: "Ey rabbimiz, kullarından kimi cehennem ateşine sokarsan şüphesiz ki sen, onu hor ve hakir etmişsindir. Zalimler için; ne kendi­lerine yardım edecek bir yardımcı, ne de onları, Allahın azabından kurtaracak bir kurtarıcı vardır.

Müfessirler bu âyet-i kerimede zikredilen ve Allahın, cehennem azabı­na soktuktan sonra hor ve hakir ettiği belirtilen kişilerden kimlerin kastedildiği

hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Enes b. Malik, Said b. el-Müseyyeb ve İbn-i Cüreyce göre burada zik­redilen  insanlardan maksat, devamlı olarak cehennemde kalacak olan kâfirlerdir. Zira, rezil ve rüsvay edilenler bunlardır. Sonunda cennete girecek olan müminler Önceden, günahları icabı cehenneme girmiş olsalar da, rezil ve rüsvay edilenlerden sayılmazlar ve bu âyetin kapsamına ginnezler.

b- Cabir b. Abdullaha göre ise bu âyette, rezil ve rüsvay edilecekleri be­lirtilen insanlardan maksat, cehennem azabına girecek olan herkestir. İster orada ebedi olarak kalsın isterse sonradan oradan-çıkarılmış olsun. Zira, cehenneme sokmaktan daha büyük bir rezil etme olamaz.

Taberi, Cabirin görüşünü tercih etmiş ve rezil etme mânâsının bu görüşe daha uygun olduğunu söylemiştir. [345]

 

193- Rabbimiz, biz: "Rabbinizc iman edin." diyerek imana davet eden bir davetçiyi işittik ve îman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört, Canımızı iyilikte bulunanlarla beraber al.

Rabbimiz, biz, "Rabbinize iman eden" diyerek iman etmeye çağıran bir davetçiyi işittik ve onu tasdik ettik. Ey rabbimiz sen bizim günahlarımızı bağış­la. Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Kötü amellerimizi lütfunta ve merhame­tinle ört ve bizleri, kendilerinden razı olduğun kullarınla beraber öldür."

Müfessirler, bu âyette zikredilen "Davet eden"den neyin veya kimin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Muhammed b. Kâ'b el-Kureziye göre burada zikredilen "Davet eden"den maksat, kur'an-ı Kerimdir. Çünkü, bütün müminler Resulullahı görüp onu işitmemişlerdir.

b- İbn-i Cüreyce ve İbn-i Zeyde göre ise, buradaki "Davet ederTden mak­sat, Hz. Muhammed (s.a.v.)dir.

Taberi birinci görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu âyette sıfatlan belirtilen insanlardan çoğu, Resulullahı görmemişler ve onun davetini de işitmemişlerdir. Bu âyette zikri geçen "Davet eden"den maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu, Cin süresindeki âyetlerden de anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde şöyle buyuruluyor: "Ey Muhammed de ki: "Bana şu vahyedildi: "Cinlerden bir top­luluk Kur'an okumamı dinlemiş ve şöyle demişler: "Gerçekten biz, benzerini hiç duymadığımız, hidayete ileten, eşsiz bir Kur'an işittik ve ona iman ettik. [346]

 

194- Rabbimiz, Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadcttiklcrini ver. Kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz sen vaadinden dönmezsin.

Rabbimiz, Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadettiğin zaferi hemen ver. Günahlarımız yüzünden kıyamette bizi rezil ve rüsvay etme. Şüphesiz ki sen, vaadinden dönmezsin.

Müfessirler, akl-ı Selim sahibi olan müminlerin, Allah Tealanın, vaa-dettiği şeyden dönmeyeceğini bildikleri halde "Ey rabbimiz, sen bize Peygam­berlerin vasıtasıyla vaadettiklerini ver." şeklinde duada bulunlannm sebebinin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bir kısım âlimlere göre, her ne kadar âyetteki ifade istek şeklindeyse de aslında bu ifadeden maksat, haber vermedir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey rabbimiz, biz, iman etmeye çağıran bir davet edeni işittik ve iman ettik. Ey rabbimiz, bizim günahlarımızı affet, kötülüklerimizi ört. Bizi takva sa­hipleriyle birlikte vefat ettir ki, Peygamberlerinin diliyle vaadettiğin şeyleri biz­lere vermiş olasın ve bizi kıyamet gününde rüsvay etmeyesin."

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise. burada zikredilen ifade, istek bil­dirmektedir, Ancak, bunu isteyen müminler Allanın vaadini yerine getireceğin­den şüphe ettiklerinden dolayı bunu istemiş değiller, fakat onlar, kendilerini bu­na layık görmeyerek Allanın, mümin kullarına vaadettiği şeyleri, kendilerine de vermesini istemişlerdir. Bunların izahına göre âyetin mânâsı şöyledir: Ey rabbi­miz, sen Peygamberinin diliyle, mümin kullara vermeyi vaadettiğin nimetleri bize de ver."

c- Başka bir kısım âlimlere göre de buradaki ifade istek bi İd ilmektedir. Fakat müminlerin isteği, Allanın, kâfirlere karşı müminlere vaadettiği zaferi acele olarak yermesini istemektir. Burada müminler. Allanın, vaadinden döneceğinden şüphe etmemişler fakat onlar AİIahın vaadinin, zaman geçmeden acele olarak gerçekleşmesini istemişlerdir.

Taberi de bu son görüşün tercihe şayan olduğunu beyan etmiş ve özetle şunları söylemiştir: "Bu ayette zikredilen sıfatlar, Resulullahın sahabelerinden, vatanını, evini ve ailesini bırakarak Allaha ve Resulüne hicret eden müminlerin ve Resulullaha tabi olan diğer müminlerin sıfatlandır. Bu müminler, AİIahın ve kendilerinin düşmanlarına karşı, rablerinden kendilerini derhal zafere ulaştırma­sını istemişler artık düşmana karşı sabırlarının kalmadığım ve Allah lealanın "Halim" sıfatının gereği olarak düşmanlarına mühlet vermesinin kendilerini güç duruma düşüreceğini söylemek istemişlerdir. Nitekim bundan sonra gelen âyet-i kerime, hicret eden, yurtlarından çıkarılan, Allah yolunda eziyet gören, savaşan ve öldürülen müminlerin dilediklerinin kabul edildiğini beyan etmektedir ki bu âyette de zikredilen müminler aynı müminlerdir. İstekleri de, zaferin acele ola­rak verilmesidir. [347]

 

195- Rableri onların dualarını kabul edip şu cevabı verdi: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun içinizden amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların ve öldü­rülenlerin günahlarını mutlaka örteceğim ve onları Allah katından bir mükafaat olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfaatın en güzeli Allah kalındadır.

Rableri onların dualarım kabul etti ve dedi ki: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun, içinizden amel eden herhangi bir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler birbirinize destek olmakta ve aynı dine mensup olmakta ve benim sevabı­ma erişmekte aynı durumdasınız. Topluluklarım ve aşirtlerini bırakıp hicret edenlerin, müşrikler tarafından yurtlarından çıkarılanların, bana itaat ve ibadeti sebebiyle kendilerine eziyet edilenlerin, Allanın kelamını yüceltmek için savaş anların ve Allah yolunda şehit düşenlerin günahlarım mutlaka affedeceğim. Kö­tülüklerini örteceğim. Onların, Allah yolunda verdikleri imtihanlara karşılık. altlarında ırmaklar akan cennetlere mutlaka koyacağım. Gözlerinin gütmediği; kulaklarının işitmediği, herhangi bir insanın hatnna gelmeyen güzel nimetler, ancak Allah katındadır.

Mücahid ve Ümmü Selemenin çocuklarından birinin rivayet ettiğine göre Ümmü Seleme, Resulullaha "Ey Allahın Resulü, hicret etme hususunda er­kekler zikrediliyor fakat bizler zikredilmiyoruz." demiş, bunun üzerine "Rableri onların dualarını kabul edip şu cevab vermiş ve "Şüphesiz ben, erkek olsun ka­dın olsun içinizden, amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem." âyetini indirmiştir.

Âyet-i kerimede, hicret eden. Allah yolunda eziyet gören, savaşan ve öl­dürülen müminlerin, bağışlanıp cennete konacakları zikredilmektedir. Bu hu­susta Abdullah b. Amr b. el-Ass, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu işitti­ğini rivayet etmektedir.

"Şüphesiz ki cennete girecek olan iki fırka, kendileriyle sevilmeyen şey­ler uzaklaştırılan (Kendilerine zor işler yaptırılan) muhacirlerin fakirleridir. On­lara bir şey emredildiğinde dinler ve itaat ederler. Onlardan birinin, Devlet baş­kanına bir ihtiyacı olsa, ölünceye kadar onun ihtiyacı karşılanmaz ve o ihtiyaç içinde ölür gider. Şüphesiz ki Aziz ve Celil olan Allah, kıyamet gününde cenne­te çağırır O da cennet de bütün süs ve ziynetleriyle gelir. Allah, "Ey yolumda savaşan, öldürülen ve eziyet gören ve yine benim yolumda çihad eden kullarım, siz cennete girin" buyurur. Onlar cennete, hesaba çekilmeden ve herhangi bir azap görmeden gireceklerdir. [348]

 

196-197- Ey Muhammcd, kâfirlerin, diyar diyar dolaşmaları seni al­datmasın. Bu, az bir geçimliktir. Sonra onların varacakları yer, cehennem­dir. O ne kötü bir döşektir.      

Ey Muhammed, kâfirlerin, ülke ülke gezip dolaşmaları, Allahın onlara, inkârlarına rağmen mühlet vermesi, sakın seni aldatmasın. Bu onların, dünyada gelip geçici az bir geçimlikleridir. Sonra onların vanp sığınacakları yer, cehen­nemdir. O ne kötü bir döşek, ne kötü bir yatılacak yerdir.

Allah teala bu âyet-i kerimede Resulullaha hitabetmektedir. Ancak asıl muhataplar, kâfirlerin dünya hayatındaki rahatlıklarına hayret eden müminler­dir. Onlara kâfirlerin bu hallerine aklanmamaları bildirilmektedir. [349]

 

198- Fakat rablerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah tarafından ağır­lanacaklardır. İyilikte bulunanlar için Allah katında olan şeyler daha ha­yırlıdır.

Fakat rablerinin emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkan­lar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak ka­lacaklardır. Bu onlara, Allahın katından bir ikramdır. Allah katında olan hayat, ikram ve güzel meskenler, takva sahipleri için, bu kafirlerin, içinde yüzdükleri geçici dünye nimetlerinden daha hayırlıdır. O halde kâfirlerin sürdürdükleri ge­çici dünya safasi sizleri sakın imrendirmesin. [350]

 

199- Kitap ehlinden, Aliaha boyun eğerek, Allaha, size indirilene ve kendilerine indirilene iman edenler vardır. Allahın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onların, rablcrî katında mükâfaatları vardır. Şüphesiz ki Allah, hesabı süratli olandır.

Kendilerine Tevrat ve İncil verilen ehl-i kitaptan, Allaha itaatta boyun eğerek Allahın birliğine, size indirilen Kur'ana ve kendilerine indirilen Tevrat ve İncile iman edenler vardır. Onlar, kendilerine indirilen kitapta mevcut olan, Muhammedin sıfatlan gibi bazı âyetleri tahrif etmek karşlığında az bir dünya değerini satın almazlar. İşte onlar için, itaatlerinin ve amellerinin karşılığı ola­rak kıyamet gününde rableri katında mükâfaatlan vardır. Şüphesiz ki Allah, kul­larını süratle hesaba çekendir. Çünkü onun, hesap işlemleri yapmaya ve bunun için bir zamana ihtiyacı yoktur. İrade ettiği an hesaplar bitiverir.

Müfessirler bu âyet-i kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususun­da farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Cabir b. Abydullah, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Resulullahın döneminde Habeşistan Kralı olan Necaşi hakkında nazil olmuştur. Zira Necaşi ölünce Resulullah sahabilerine, onun gıyabında cenaze namazı kıl­malarım emretmiş, münafıklar da "Bakın şuna, hiç görmediği Hristiyan bir ada­mın cenaze namazını kılıyor." demişler bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuş ve ehl-i kitaptan, müminlerin bulunduğunu bildirmiştir.

Peygamber efendimizin, Necaşi hakkında şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir:

"Memleketinizde bulunmayan kardeşiniz Necaşi öldü. Onun cenaze na­mazını kılın. [351]

b- İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, Yahudilerden müslüman olan Abdullah b. Selam vb. kişiler hakkında nazil olmuştur.

c- Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, Yahudi ve Hristiyanlardan müslü­man olan bütün insanlar hakkında nazil olmuştur. Taberi de âyet-i kerimenin genel ifadesini gözönünde bulundurarak Mücahidin bu görüşünü tercih etmiş, "Necaşi hakkında nazil oldu" diyenlerin görüşlerinin buna ters düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, özel bir mesele hakkında inmiş olsa da âyetin mânâsının ge­nel olduğu muhakkaktır. [352]

 

200- Ey iman edenler, sabredin. (Düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (Hudutlarını/da) nöbet bekleyin. Allatılan korkun ki kurtuluşa ereğiniz.

Ey iman edenler, dininiz hususunda, rabbinize itaatte ve bütün emir ve yasakiann gereğini yapmakta sabırlı olun. Düşmanlarınıza karşı tahammül gös­terin ki zafere ensesiniz. Sınırlarda düşmanlarınıza ve din düşmanlarına karşı nöbet bekleyin. Müslümanları koruyun. Allahtan korkun ve emirlerine karşı gelmeyin ki kurtuluşa erip ebedi olan nimetlere kavuşasınız. -

Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin cennette sahibolacağı bir kamçı boyu yer, dünyadan ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Allah yolunda akşam ve sabah yürümek, dünya ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. [353]

Müfessirler, bu âyet-i kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:

a- Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Cüreyc ve Dehhaka göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, dininizin hükümlerine sabredin. Kâfirlere karşı sa­bırlı olun ve kâfir ve müşriklerin karşısında nöbet tutun."

b- Muhammed b. Kâ'b el-Kureziye göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, dininizin hükümlerine karşı sabredin. İtaatiniz karşılığında size venne-yi vaadettiğim şeyleri beklemekte sabırlı olun ve düşmanınızın karşısında nöbet tutun."

c- Zeyd b. Esleme göre bu âyetin mânâsı şöyledir. "Ey iman edenler, ci­hatta sabırlı olun. Düşmanınıza karşı sabredin ve onların karşısında nöbet tu­tun." Zeyd b. Eşlem diyor ki: "Bir zammı Ebu Ubeyde b. el-Cerreh, Ömer b. el-Hattaba mektup yazarak ona, Rumların askerî yığınak yaptıklarını ve onlardan herkesin korkar durumda olduğunu belirtmiştir. Ömer de ona şu cevabı yazmış­tır: "Mümin bir kula ne kadar sıkıntı gelse de, Allah o sıkıntıyı ondan alır. El­bette ki bir zorluk iki kolaylığa galip gelemez. Allah teala kitabında şöyle bu­yurmaktadır: "Ey iman edenler, sabredin (düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allahtan korkun ki kurtuluşa eresiniz."

d- Ebu Seleme b. Abdurrahman ise, bu âyeti şu şekilde izah etmiştir. "Ey iman edenler, sabredin. İnsanlara karşı sabırlı olun. Ve namaza bağlı kalın. Bir vakti kıldıktan sonra diğer vakti bekleyin." Bu hususta Ebu Hureyrenin, Resu-lullahın şöyle buyurduğunu zikrettiği rivayet edilmektedir.

"Ben sizlere, Allanın, kendisiyle hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği bir şeyi göstereyim mi?" Sahabiler "Evet, ey Allanın Resulü." demişler Resulul-lah da "Zorluklara rağmen, abdesti mükemmel bir şekilde almak, mascitlere çokça adımlarla gitmek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemektir. İş­te "İrtibatlı" olmak bu demektir. [354]

Taberi, âyetin izahında, bu görüşlerden tercihe şayan olanının şöyle diyen görüşe olduğunu söylemiştir. "Ey iman edenler, dininize ve rabbinize itaatte sabredin. Düşmanlarınıza karşı sabırlı olun ve onların karşısında nöbet tutun." Taberi bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir. "Ayette zikredilen, birinci sabır, mutlak olarak zikredilmiştir. Bu itibarla her türlü sabır bu ifadedanin içine girer. İkinci sabır ise müşareket ifade eden bir siyga ile ifade edilmiştir. Bu da, insanlar arasında karşılıklı olarak cereyan eder ki bundan maksat da müslürnanların, kâfirler karşısında metanet göstermeleri demektir. "Nöbet bekleyin" diye tercüme edilen kelimesinin kökü dır. Bu da diğer bir âyette de zikredildiği gibi düşmanla savaşmak maksadıyla at beslemek ve muhafaza etmektir. Düşmanın önünde nöbet tutan insanlar, kendilerini sınırlarda hapsettiklerinden ve oradan ayrılmadıklarından, onlara da bu sıfat verilmiştir.

Kur'an-ı Kerimde zikredilen kelimeleri, Arapçadaki asıl mânâlarından çı­karıp başka mânâlarda, herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu itibarla kelimesinden maksadın, Nöbet tuttunuz" demek olduğu muhakkaktır. [355]

 



[1] Al-i İmran:69

[2] Al-i İmran:70

[3] Al-i İmran:71

[4] Al-i İmran:72

[5] Al-i İmran:78

[6] Al-i İmran:99

[7] Al-i İmran:12

[8] Al-i İmran:19

[9] Al-i İmran:28

[10] Al-i İmran:102

[11] Al-i İmran:103

[12] Al-i İmran:111

[13] Al-i İmran:120

[14] Al-i İmran:121

[15] Al-i İmran:190

[16] Al-i İmran:191

[17] Al-i İmran:19

[18] Al-i İmran:20

[19] Al-i İmran:28

[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/195-198.

[21] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/199.

[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/199-202.

[23] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/202-203.

[24] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/203.

[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/204

[26] Bakara suresi, 2/26

[27] En'am suresi, 6/125

[28] Muhammed suresi 47/17

[29] Hud suresi 11/1

[30] Hud suresi U/49

[31] Hud suresi 11/40

[32] Müminun suresi, 23/27

[33] Kasas suresi, 28/32

[34] Nemi suresi, 27/12

[35] Tâhâ suresi, 20/20

[36] A'raf suresi, 7/107

[37] Hüd suresi, 11/100

[38] En'am suresi, 6/158

[39] Âl-i İmran 3/59

[40] Buhari, K. tefsir el-Kur'an, sure 3, bab: 1/Tirmizî, K. Tefsir el-Kıır'an sure 3, bnb: 1 Hadis No. 2993, 2994

[41] Buhari K. Tefsir cl-Kur'an sure 3, bab: 1

[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/204-214.

[43] Fussilet suresi, 41/46

[44] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.6 S. 302 /Tirmizî, K. ed-Dâvad, hab: 90 Hadis No. 3522

[45] Ahmed b. Ilanbel, Müsned, C. d S. 315

[46] Tirmizi, K. cl-Katler, bab: 7 Hadis No. 2140 "Tirmizi, bu hadisin, Nevras Ümmü Seleme Abdullah b. Emr ve Uz. Aişeden rivayet edildiğini ve bu hadisin IIASIiN bir hadis olduğunu, bu hadisi bu senede. Enesin yerine, Cabir b. Abdullah'ları rivayet edenlerin de bulunduğu­nu, ancak Enesten rivayetin, daha sahih olduğunu söylemiştir.

[47] Ahıncd.b. Ilanbel, Müsned, C.4 S. 182

[48] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S. 168

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/215-218.

[49] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/218.

[50] Al-i İmran suresi, 3/91

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/219.

[51] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/219-220.

[52] Ebu Davud, K. el-tmara, bab: 22, Hadis No. 3001

[53] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/220-221.

[54] Enfal suresi, 8/44

[55] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. t S. 117

[56] Yunus suresi, 10/22

[57] Enfal suresi, 8/44

[58] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/221-225.

[59] Duhari. K. en-Nİkâh, bab: 17/Tirmizi, K. el-Edeb, bab: 31 Hadis No. 2780 İbn-i Macc, K. el-Fitcn bab: 19, Hadis No: 3998

[60] Buharı, K. el-Hayztw bab.K. ez. Zekâ!, bab: 44/MüsIim K. el-iman b. 132 IİN 79

[61] En fal suresi. 8/28     

[62] Buhari, K. el-Müsâkat, bab: 12, K. el-CiHad b. 48/Müslim K. ez-Zekât bab: 24 I İN. 987

[63] Bir Uk'iyye bir "Rıtl"ın on ikide biri. Bir "Rıil" ise yaklaşık 2564 gramdır.

[64] Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 32

[65] Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 30, 31

[66] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/266-229.

[67] Müslim, K. el-Cenııet, bab: 9 Hadis No: 2829

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/230-231.

[68] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/231.

[69] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/232.

[70] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/232-233.

[71] Âl-i İmran suresi 3/85

[72] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/233-234.

[73] Müslim, K. el-inıan, bab: 240, Hadis No. 153

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/235.

[74] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/236.

[75] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/237.

[76] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/237-238.

[77] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/239.

[78] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/239.

[79] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/239-240.

[80] Bakara suresi, 2/28

[81] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/240-241

[82] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/241-242.

[83] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/242-243.

[84] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/243

[85] Buhari, K. el-İ'üsam, bab: 20, K. el-Biiyıı1 b. 60, K. cs-S»Ih, bab: 5/Miislim, K. el-Akdiye babı 17, 18, Hadis No. 1918 /Ebıı Davııd K. es-Sünne bab: 5 Hadis No. 4606

[86] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/244-245.

[87] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/245.

[88] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/245-246.

[89] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/246-247.

[90] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, bab: 2

[91] Buhari, K. Bed'iil halk, bab: 11/ Ahmed b. Hanbel, Müsnetl, C. 2 S. 523

[92] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/248-249.

[93] Âl-i İninin suresi, 3/44

[94] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/249-252.

[95] Meryem suresi, 19/3-6

[96] Enbiya suresi, 21/89

[97] Meryem suresi, 19/5

[98] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/252-253.

[99] Ahmed b. Hanbel, Müsned,C5 S. 388

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/253-255.

[100] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/255-256.

[101] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/256-257.

[102] Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 62 Hadîs No. 3877

[103] Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 63, Hadis No: 3878

[104] Buhari, K. el-Et'ime, bab: 25/Müsüm, K. Fadail es-Sahabe, 6,7 HN 2431

[105] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/258-260.

[106] Ahmed, b. Hanbel Müsned, C. 3 S. 75

[107] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/260.

[108] Meryem suresi, 19/11

[109] Nah! .suresi

[110] En'am suresi 6/19

[111] En'am suresi 6/121

[112] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/261-262.

[113] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/262-263.

[114] Meryem suresi 27/33

[115] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/263-264.

[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/264

[117] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/264-265.

[118] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/265-266.

[119] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/267.

[120] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/267.

[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/268-269.

[122] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/270.

[123] Nisa suresi, 4/ 56,58

[124] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/270.

[125] Buharı, K. el-Enbiya, bab: 49 K. el-Rüyü bab: 102, K. el-Mezalim, bah: 31/ Tirmizi, K. el Fişten bab: 54 Hadis No. 2233 /tbn-İ Mace K. el-Fiten bab: 33, Hadis No : 4078

[126] Ahmed b. Hanbel, Müsned C.2 S. 240, 272

[127] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S.437,405 / Ebu Dpvud K. el-Melahim, bab: 14 HN. 4324

[128] Rum suresi, 30/40

[129] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/271-274

[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/274.

[131] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/275.

[132] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/275.

[133] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/275-276.

[134] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/276.

[135] Btıhari, K. el-Mağa2İ, bab: 72/Ahmed b. Hanhel, Müsned C.l S. 414

[136] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No. 2999

[137] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/277-278.

[138] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/278.

[139] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/279.

[140] Tevbe suresi 9/31

[141] Âl-i İmran suresi, 3/64

[142] Buhari, K. Bed'UI Vahy. bab: 6, K. Tefsir el-Kuran, sure 3, bab: 4

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/279-285.

[143] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/285-286.

[144] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/286-287.

[145] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/287-288.

[146] Tkınizi, K. Tefsir e]-Kur'an sure, 3 bab: 3 Hadis No: 2995

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/288.

[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/289.

[148] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/289.

[149] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/289-290.

[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/290-291.

[151] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/291-293.

[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/293-294.

[153] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/294-295.

[154] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/295-296.

[155] Buhari, K. eMIusunıât, bab: 4/Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, bab: 4 HN. 2996

[156] Ahmed b. Hanbel, C, 4 S. 191

[157] Buharı, K. er-Rehn, bub: 6

[158] Müslim, K. el-İnıaıı, bab: 171, Hadis No: 106 / Neseî K. el-Bey, bab: 5/ Ebu Davud K. el-Li-bas, hah: 28, Hadis No: 4087

[159] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/296-300.

[160] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/300.

[161] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/300-301.

[162] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/302.

[163] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/302-304.

[164] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/304-305.

[165] Lokman suresi, 31/25

[166] Ru'd suresi, 13/15

[167] Müminim suresi, 23/ 84, 85

[168] Yunus suresi, 10 / 90, 91

[169] R:ui suresi, 13/15

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/305-306.

[170] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/306-307.

[171] Âl-i lınran suresi, 3/97

[172] Bakara suresi, 2/62

[173] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/307-308.

[174] Âl-i tmran suresi, 3/89

[175] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/308-309.

[176] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/309.

[177] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/309-310.

[178] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/310.

[179] Nisa Suresi, 4/18

[180] Şura Suresi, 42/25

[181] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/310-312.

[182] Buharı, K. er-Rıknk, bah: 49 / Müslim, K. eİ-MünafıkAın, kıh: 52, Hiklis No: 2805

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/312-313.

[183] insan suresi 76/7

[184] Haşr suresi 59/9

[185] Bakara suresi 2/245

[186] Tirmizi, K. Tefsir el-Kıır'an, sure 3, b.5 I İN. 2997

[187] Buharı K. Tefsir el-Kur'an sure 3, baht 5

[188] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/313-315.

[189] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l S. 273,278

[190] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l S. 274

[191] Nisa suresi, 4 / 160, 161

[192] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/315-318.

[193] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/318.

[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/319.

[195] Buharı, K. el-En biya, bîıb: 10, 40/ Müslim, K. el-Mesacid bab: 1,2 HN : 520

[196] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/319-321.

[197] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 5; bah: 15, Hadis No: 3055

[198] Bkz. Ncseî, K. el-Menasik, bab: 1

[199] Bkz. Ncseî, K. el-Menasik, bab: 2 Hadis No: 2884, 2885, 2886

 

[200] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 3, bab: 6 Hadis No: 2998

[201] Tirınizi,K.el-Hac,bab: 3, Hadis No: 812

[202] Âl-i İmran suresi, 3/85

[203] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/321-326.

[204] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/326.

[205] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/326-328.

[206] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/328.

[207] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/328-329.

[208] TeğabUıı suresi, 64/ 16

[209] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/329.

[210] Müslim, K. Fadail es-Sahabe bab: 37, Hadis No: 2408

[211] İbn-i Mace, K. elfiten, bab: 17 Hadis No: 3993 / Ahmet

[212] Bkz. İbn-i Hişaın, Sirel, C.l S. 425 - 427

[213] Neseî, K. fahrim ed-Deın, bab: 6

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/330-334.

[214] Timizi, K. el-Fiten bab: 9, Hadis No: 2169 / Ahmecl b. Hanbeİ Müsned C.5 S.388, 390, 391

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/334.

[215] En'am suresi. 6/159

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/335.

[216] Müslim, K. el-fadaü, bab: 27, Hadis No: 2293 / Buharı, K, el-fiten

[217] Bkz. Tinnizi, K. Tefsir el-Kur"an sure 2, Hadis No: 3000

[218] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/335-336.

[219] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/336.

[220] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/337.

[221] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/337.

[222] İbn-i Mâce, K. ez-Zühd, bab: Hadis No. 4288/Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4 S. 447

[223] Buharı, K. er-Rikak, bab: 45, 46/Tirmizi K. el-Cennet, bab: 13, Hadis No: 2547

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/338-339.

[224] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/340.

[225] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/340-341.

[226] Buhari, K. eş-Şerike, bab: 6

[227] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/341-343.

[228] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/343.

[229] Tevbe suresi, 9/120

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/343-344.

[230] İbrahim suresi, 14/18

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/344.

[231] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/344-345.

[232] Nisa suresi, 4/44

[233] Mnide suresi, 5/51

[234] Ncseî, K. ez-Ziynel, bab: 51/ Ahmed b. Hanbel, Müsııed, C. 3 S. 99

[235] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/345-346.

[236] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/347.

[237] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/347-348.

[238] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/348-349.

[239] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/349-352.

[240] Buhari  K. Tefsir el-Kur'on. sure 3, bab: 8

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/352-353.

[241] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/353.

[242] Kamer suresi 54/45

[243] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/353-356.

[244] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/356.

[245] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633

[246] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633

[247] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 634

[248] Sirei-i îbn-i Higam,C..l S. 633

[249] İbn-i Hişam, C. 1 S. 647

[250] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1 S. 353

[251] Enfal Suresi, 8/9

[252] Enfal Suresi, 8/9

[253] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/357-361.

[254] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/361-362.

[255] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/362.

[256] Tirmizi K. Tesir d-Kur'an, Sun: 3, Hadis No: 3004

[257] Buharı, K. Tefsir el-Kıır'an sure 3, hab: 9

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/362-364.

[258] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/364.

[259] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/364.

[260] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/365.

[261] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/365.

[262] Teberi, C. 3 S. 60

[263] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/365-366.

[264] Tirmizi, K. el-tîirr, hab: 40, Hadis No: 1961

[265] Müslim, K. el-Birr, bab: 106, Hadis No: 2608

[266] Müslim K. el-Birr, bab: 69 Hadis No: 2588

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/366-367.

[267] Müslim, K. ez. Zikr, batı: 42, Hadis No: 2702

[268] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No: 3006

[269] Tirmizi, K. ed-D3vâl, bab: 107, Hadis No: 3559

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/367-369.

[270] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/370.

[271] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/370.

[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/370-371

[273] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/371.

[274] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/372-373.

[275] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/373.

[276] Tevbe suresi, 9/16

[277] Ankebut suresi, 29/2

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/373.

[278] Buhari, K. el-Cihad, bab: 156 /Müslim, K. el-Cihaıl bab: 20,1iadi.s No: 1742

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/374.

[279] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/375-377.

[280] Araf suresi 7/34

[281] Yunus suresi 10/49

[282] Nahl suresi, 16/61

[283] Hicr Suresi 15/5

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/377-378.

[284] Buharı, K. el-Mcnakıb, bab: 25, K. el-îkrah,bab: I/Ebu Davud,  K-el-Cihad bab 97, Hadis No: 2649

[285] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/378-379.

[286] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/380.

[287] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/380.

[288] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/380-381.

[289] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/381.

[290] Buharı, K. et-Teyemmtim, bab: 1, K. es-Saluh, bab: Müslim, K. el-Mcsacİd bab: 3,5,8 Hadis No: 521

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/381-382.

[291] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/382-384.

[292] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/384-386.

[293] Buharı, K. Tefsir el-Kur'nn sure 3, bab: 11, K. cI-Mağazi, bab: 20

[294] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/387-389.

[295] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/389.

[296] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/390.

[297] Tevbe suresi, 9/111

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/390-391.

[298] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/391.

[299] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/391-393.

[300] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/393.

[301] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 3, Hadis No : 3009 / Ebu Davııd K. cl-IIanıf hab: 1 Hadis No : 3971

[302] Buhari, K. el-Cihad bab: 189 Müslim K. el-lmara bab: 24 Hadis No : 1831

[303] Müslim, K. el-îmara, bab: 26 Hadis No: 1832

[304] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/393-397.

[305] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/397.

[306] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/397-398.

[307] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/398.

[308] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/399.

[309] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/400.

[310] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/401.

[311] Ebıı Davud, K. el-Cihad bab: 25 Hadis No : 2520

[312] Ahmed b. Hanbel, Müsned ,C.l S. 266

[313] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/401-402.

[314] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/403.

[315] Buharı K. El-Cihad, bab: 6 / Müslim K. el-îmare, bab: 108, Hadis No: 1877

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/403.

[316] Bkz. Buhari, K. el-Magazi bab: 25

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/404.

[317] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/404-406.

[318] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/407.

[319] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/407.

[320] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/407.

[321] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/408.

[322] Müminim suresi, 23/55, 56

[323] Tevbe suresi, 9/85

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/408.

[324] Cin suresi, 72/26,27

[325] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/409-410.

[326] Neseî K. ez. Zekat bab: 71/Ahmed b. Hanbel, Miisned.C. 5 S. 3

[327] Tirmizi, K. Tefsir el-Rıır"an sure 3 Hadis No: 3012

[328] Buharı, K.. Tefsir cl-Kur'an, Sure 3, bab: 14 K. ez-Zekât, bab: 3 / Neseî K. ez-Zekâl bab: 20

[329] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/410-413.

[330] Bakanız. Siret-i İbn-i Hişarn, C.l S. 558, 559

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/413-414.

[331] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/414.

[332] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/415.

[333] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/415-416.

[334] Tirmizi, K. Tefsir d-Kıır'an sure 3, Hadis Nü: 3013

[335] Müslim, K. ol-îmarc h;ıb: 49, Hadis No: 148S / Neseî, K. el-lVy'ü. bab: 25

 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/416-417.

 

[336] Rakınız. Buharı, K. cl-Magazi, babı 15

[337] Rkz. Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure 3 bab: 15

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/417-419.

[338] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/419-420.

[339] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an sure 3 hah: 16 Tinnizi, K. Tefsir el-Kur'nn sure 3, Hadis No: 3014

[340] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/420-422.

[341] Al-i İmran suresi, 3/181

[342] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/422.

[343] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/422-423.

[344] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/423.

[345] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/423-424.

[346] Cins suresi, 72/1,2

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/424-425.

[347] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/425-426.

[348] Ahmed b. Hanbel, Müsnctl.C.2 S. 168

Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/426-428.

[349] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/428.

[350] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/428.

[351] Ahmcd b. Hanbel, Müsned, C.3 S. 369, 400

[352] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/429-430.

[353] Buhari, K. cl-Cihad, bab:73

[354] Müslim, K. et-Taharcf, tah: 41, Hadis No: 251

[355] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/430-432.