123.  Nitekim Bedir'de siz, (dü§mana nazaran) daha zayıf olduğunuz halde, Allah size yar­dım etmişti O halde Allah'tan salanın ki şükredesiniz.

124. Mü'minlere, "Rabbınmn, indirilen üçbin me­lekle size yardım elini uzatması, size kâfi gel­meyecek mi?" demi§tin.

125. Evet Eğer sabreder ve sakınırsanız, bu (düş­man) da size aniden gelirse, Rabbmız yine işaretlenmiş besbin melekle yardım elini size uzatır.

 

123 Filhakika Bedir'de müslümanlar, Uhud'da olduklarından çok daha zayıf idiler. Bedir, Mekke ile Medîne arasındaki bir suyun veya kuyunun adıdır. Sahibinin adı Bedir olması dolayısıyle bu kuyuya da Bedir denilmiş, daha sonraları ise, bu kuyunun bulunduğu bölgenin de adı olmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında İslâm tarihinin ilk büyük savaşı bu bölgede cereyan etmiş ve müşrikler, müslümanlara nisbetle asker ve teçhizat yönünden çok üstün olmakla beraber, Allah'ın yardı­mıyle büyük bir hezimete uğramışlar ve başta Ebû Cehil olmak üzere bir çok liderini savaş alanında kaybetmiş olarak Mekke'ye geri dön­müşlerdi. Hicretin ikinci senesinde bir Ramazan ayının 17 sinde cereyan eden bu savaşa, müşrikler 900-1000 kişilik bir kuvvet ile katılmışlardı. Bu kuvvetin 100 ü atlı idi ve silâhları tamdı. Müslümanlar ise, 310 kişi idiler; bir veya iki atları vardı. Silâhları ise, yok denecek kadar azdı. Böyle olmasına rağmen, müslümanlar, sırf Allah'ın yardımıyle müşrikleri, hiç hazmedemedikleri bir hezimete uğratmışlardı da, bu hezimetin intika­mını almak gayesiyle yukarıda açıkladığımız Uhud savaşını yapmışlardı.

İşte Allahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede müslümanlara Bedir savaşındaki bu galibiyetlerini hatırlatarak, bunun ancak Allah'ın yardımıyle gerçekleştiğini belirtmiş ve şöyle buyurmuştur:

Ey mü'minler! Siz Bedir'de, gerek asker ve gerekse silâh yönünden çok az ve çok zayıf olduğunuz halde, Allah size yardım etmişti de, müşriklere karşı şanlı bir zafer kazanmıştınız. Eğer Allah'ın bu yardımı olmasaydı, silâhsız üç beş askerle nasıl gâlib gelebilirdiniz? Bu itibarla Allah'a şükredin ve şükredebilmek için de Allah'tan sakının. Zira Allah'ın sayısız nimetlerine şükretmek, ancak takva ile, yani Allah'tan sakınmak ile mümkün olur. Takva sahibi olmayan insan, nefsinin neva ve hevesine mağlûb olur da, Allah'a şürkretmeyi unutur. [1]

 

124   Ey Muhammedi Allah'ın Bedir'de size yardım ettiği sırada da sen, mü'minlere "Rabbınızın, indirilen üçbin melekle size yardım etmesi kâfi gelmeyecek mi?" diyordun. Zira o sıralarda Kurez İbn Abdullah el-Muharibî'nin müşriklere yardım edeceği haberi mü'minlere ulaşmıştı da, bu onları hem üzmüş, hem de endişelendirmişti. Bunun üzerine sen de onlara Allah'ın üç bin melekle yardım edeceğini müjdelemiştin. Ve filhakika bu yardım gerçekleşmiş ve müşriklere karşı şanlı bir zafer kazanmıştınız.[2]

'inde İbn Abbas tarikiyle Ömer İbnu'l-Hattâb'tan naklettiği bir hadîsten öğrenildiğine göre, Bedir günü Hazreti Peygamber önce müşriklere bakmış, onların bin kadar, sonra ashabına bakmış, onların da üçyüz ondokuz kişi olduğunu görmüştü. Bunun üzerine kıbleye dönmüş ve ellerini uzatarak Rabbına şöyle duâ etmişti: "Ey Allahım! Bana vâdettiğini yerine getir. Ey Allahım! Bana vâdettiğini ihsan eyle. Ey Allahım! İslâm ahalisinden olan şu top­luluk, eğer helak olursa, yeryüzünde sana ibadet olunmayacak". Al­lah'ın Rasûlü, elini kıbleye doğru uzatmış olduğu halde duasına devam ederken omuzundan ridası düşmüştü. Bu sırada yanına Ebû Bekr gelmiş, ridasını onun omuzuna koyarak arkasından şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Nebisi! Rabbına bu münâcatın yetişir; zira Allah, sana olan vadini yerine getirir". Bundan sonra Allah şu âyeti indirmiştir: "O vakit siz, Rabbınızdan yardım istemiştiniz de, O da: Ben size, birbiri ardınca gelen bin melekle mutlaka yardım edeceğim, diye cevap vermiştr (Enfâl sûresi, 9). [3]

 

125 Hazreti Peygamber, Allah'ın Bedir'de mü'minlere üçbin melekle yardım edeceğini müjdeledikten sonra, bazı şartlara bağlı olarak bu sayının daha da artırılabileceğini haber vermiş ve şöyle demişti:

Evet. Allah'ın üçbin melekle size yardım elini uzatması, size kâfi gelir. Bununla beraber düşmanla karşılaşmaya, savaş ve savaşın çeşitli sıkıntılarına katlanıp sabrederseniz, Allah'a karşı günâh işlemekten ve Peygamberine muhalefet etmekten sakınırsanız, bir de düşman üze­rinize aniden gelirse, Allah size beşbin melekle de yardım eder.

Bu âyet-i kerîmelerden anlaşılan husus şudur ki, Allahu Ta'âlâ, Haz­reti Peygamberin Uhud savaşında, düşman karşısında endişeye ka­pılan mü'mihlerin endişesini izale etmek ve kalblerine sinen korkuyu gidermek İçin onlara söylediği sözleri haber olarak zikretmiş, fakat Bedir'de üçbin, yahut beş bin meleğin mü'minlere yardım ettiklerine dâir delil olabilecek hiçbir beyanda bulunmamıştır. Bununla beraber bin meleğin Bedir'de mü'minlere yardım ettikleri, Enfâl sûresinin mealini yukarıda zikrettiğimiz 9 uncu âyetiyle sabit olmuştur ve bunda hiçbir tereddüt yoktur. Keza yukarıda zikredilen âyet-i kerîmelerde, meleklerin Uhud savaşında da mü'minlere yardım etmek için gönderildiklerini gösteren herhangi bir delil mevcut değildir. Hattâ Uhud'da meleklerle mü'minlere yardım edilmediği, daha açık bir hüküm olarak belirmek­tedir; zira melekler mû'minlerin yardımına gelmiş olsalardı, Bedir'de olduğu gibi düşman karşısında gâlib gelirler, mağlubiyet acısını tadmaz-lardı.

Meleklerin Bedir'de mü'minlere yardım ettikleri, Enfâl sûresinin 9 uncu âyetiyle sabit olmakla beraber, bu yardımın nasıl gerçekleştiği kesin olarak belli değildir ve bu hususta herhangi bir delil yoktur. Bazı müfessirler ve bazı siyer âlimleri, meleklerin de müslüman askerlerle bir­likte savaşa katılıp dövüştüklerini ileri sürmüşlerse de, diğer bazı müfes­sirler bu görüşü reddetmişler ve şöyle demişlerdir: Cebrail (a.s.)'in Medayin'de Lût kavmine yaptığı gibi tek bir melek bile yeryüzü halkını helak etmeye yeterlidir. Böyle olunca, Bedir'de bir meleğin müşriklerle dövüştüğü kabul edilse bile, ondan başka meleklerin gönderilmesine elbette gerek kalmazdı. Diğer taraftan, meleklerin müslüman askerler safında dövüştükleri kabul edilse, ya insan suretine bürünmüş olarak başkaları tarafından savaş alanında gözle görülmeleri gerekirdi; bu tak­dirde üçyüz olan müslüman askerlerin sayısı en az bin üçyüz olurdu ki, hiç kimseden böyle bir sayı rivayet edilmemiştir. Yahut meleklerin kendi suretlerinde gelmiş olmaları gerekirdi; bu takdirde elbette gözle görülmezlerdi. Gözle görülmeyen varlıkların kâfirlerle dövüştükleri kabul edilse, o zaman da savaş alanında kâfir başlarının görülmeyen kılıç darbeleriyle yere düştükleri, karınlarının yarıldığı, kollarının bacak­larının kopup parçalandığı görülürdü ki, bu da büyük bir mucize olurdu ve savaş alanından sağ kurtulanlar, dehşet içinde bu hâdiseyi nakleder­lerdi. Oysa böyle bir haberin nakledildiği bilinmemektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de meleklerin bilfiil savaşa katıldıklarını gösteren ve bazı müfessirlerin ihtiyatla karşılanması gereken biraz önce zikrettiğimiz görüşlerine karşı delil teşkil edebilecek kesin bir nass mevcut değildir. Bununla beraber Allahu Ta'âlâ'nın mü'minlere bin melekle yardım edeceği vadini gösteren Enfâl sûresinin yukarıda zikrettiğimiz 9 uncu âyetini ve bu âyetteki yardım veya imdad sözünün tefsiri mahiyetinde gelen aynı sûrenin 12 inci âyetini gözden uzak tutmamak gerekir. Bu âyette Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Rabbın meleklere de şöyle vahyetmişti. Şüphesiz ben sizinle beraberim; mû'minlerin kalblerini pekiştirin; küfredenlerin kalbierine korku salacağım. Bu itibarla vurun boyunların üstüne; vurun onların bütün parmaklarına". Bu âyet-i kerîme ruhanî yaratıklar olan meleklerin, Bedir gazvesinde kalblerle ilgili bir işle görevlendirildiklerini göstermektedir ki, bu iş mü'minlerin kaiblerini düşman karşısında pekiştirmek, buna mukabil müşriklerin kalblerine de korku salmaktır. Bu korkunun düşmanların kalbine nasıl salındiğını, yine Enfâl sûresinin 44 üncü âyetine dayanarak sadece bir örnek olmak üzere gösterebiliriz. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: "Allah, işlenmesi gereken bir işi gerçekleştirmek için (savaş alanında düşmanla) karşılaştığınızda, onları gözlerinizde size az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu"..

Bu âyet-i kerîme, savaş henüz başlamadan önce, düşmanın sayıca az gösterilip mü'minlerin cesaretlerinin artırıldığına ve yüreklerindeki korkunun giderildiğine, keza mü'minlerin de düşmana az gösterilmek suretiyle onların düşman gözünde küçümsendiklerine ve önemsen­mediklerine delâlet eder ki, önemsenmeyen düşman karşısında ciddi tedbirlerin alınmadığı, bu yüzden de umulmayan neticelerle karşılaşıldığı bilinen hususlardandır. Nitekim Bedir'de müşriklerin lideri Ebû Cehil, müslümanlan görünce "Muhammed ve ashabı bir deve yeyimi" diyerek onları küçümsemiş, sonra da küçümsediği bu kuvvet karşısında ordusu hezimete uğramış, kendisi de canından olmuştu.

Daha önce tefsîrini yaptığımız Âl-i Imrân sûresinin 13 üncü âyetinde ise, Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "(Bedir savaşında) karşı karşıya gelen şu iki gurupta, sizin için bir ibret vardır. Bir gurup, Allah yolunda dövüşür; diğerleri ise, kâfirdir (ve bunlar) kendi gözleriyle müslümanla-rı kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı..." Bu âyet-i kerîme de, savaş başladıktan sonra, müslümanlan kendilerinin iki katı gören kâfirlerin yüreklerine düşen büyük korkuya ve bu korkunun sebep olduğu paniğe işaret etmektedir. Bütün bunlar, Allah Ta'âlâ'nın, Bedir gazvesine mü'minleri zafere ulaştıran yardımlarının nasıl tezahür ettiğini gösteren bazı örneklerdir. Hiç kimse, bu yardımların, Allah'ın emriyle melekleri ta­rafından gerçekleştirilmiş olabileceğini inkâr edemez. Meleklerin, mü'minlerin kalblerine sabır ve cesaret ilham ederek onların azimlerini kuvvetlendirmeleri, buna mukabil kâfirlerin kalblerine korku salıp savaş güçlerini kırmaları, Allah'ın mü'minlere yardımından başka bir şey değildir. Bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, daha sonraki âyetlerinde şöyle buyurmuştu: [4]

 

126. Allah, suf sizin için ve kalblerinizin mutmain olması için (Rasûlu'llah'ın bu sözünü) müjde kılmıştır. Zatenyardım, ancak Azîz ve Halâm olan Allah kalındandır.

127. (Bu yardım da) küfredenlerden bir kısmını helak etmek, bir kısmını da ümidlenni yitir­miş olarak dönüp gitsinler diye perişan eylemek için;

128. Bir kısmının tevbelenni kabul etmek, bir kısmı da zâlim olduklarından onlara azâbetmek içindir ki, bunda  senin yapabileceğin hiçbir şey yoktur.

 

126 Allahu Ta'âlânın ihbarı mahiyetindeki, Rasûlu'llah (s.a,s.)'ın mü'minlere yönelttiği"... İndirilen öç bin melekle Rabbınızın size yardım elini uzatması, size kâfi gelmeyecek miT mealindeki sözleri, onların kalblerine neş'e ve sevinç sokmak, onları mutmain eylemek, yahut başka bir ifadeyle, her çeşit korku ve endişeden arındırarak rahata kavuşturmak ve böylece, onların savaştan çekinmelerini önlemek gayesine matuftur. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, Rasûlünün bu sözlerini mü'minler için bir müjde kılmıştır. Çünkü bu sözlerde, kalbe rahatlık ve itminan verici tesirler vardır. Buna göre Hazreti Peygamberin bu sözlerini, Allahu Ta'âlânın, melekleriyle mü'minlere yardım va'di olarak değerlendirmemek gerekir. Bu sözler, Allahu Ta'âlâdan bir yardım va'di değil, fakat Hazreti Peygamberin mü'minlere söylediği sözlerle ilgili bir ihbardır; kısacası, Allahu Ta'âlâ, Rasûlünün mü'minlere neler söylediğini haber vermiş, sonra da bu sözlerin faydalarını beyan etmiştir. Beyan olunan diğer bir gerçek de, asıl yardımın, Azîz ve Hakîm olan Allahu Ta'âlânın elinde bulunmasıdır. Bu itibarla O, dilediğini yardım sebeplerine hidayet ederek onun yardım görmesini sağlar; dilediğini de, bu sebeplerden uzak tutar ve onu yardımdan mahrum bırakır. Eğer bu yardım, melekler vasıtasıyle fiilen gerçekleşmişse, bu, yardım sebeplerinin bir çok çeşitlerinden birini teşkil eder. Düşman kal­bine korku ve dehşet salarak onların savaş gücünü kırmak, mü'minlerin kalblerine de, sabır, sebat ve tedbir ilham etmek, meleklerle yardım çeşidinin başka bir kısmıdır. [5]

 

127-128 Yalnız Allahu Ta'âlâ'ya âit olan ve yalnız O'nun elinde bulunan bu yardımın mü'minler için gerçekleşmesi, kâfirlerden bir kısmını, kılıç darbeleri altında helak etmek içindir. Nitekim bazı rivayetlerden öğrenil­diğine göre, Uhud'da savaşın başlamasıyle birlikte 18 müşrik öldürülmüştür. Diğer bazı rivayetlere göre de, yalnız Hamza 30 müşrik öldürmüştür.

Allahu Ta'âlânın bu yardımı, kâfirlerden bir kısmını helak etmek için olduğu gibi, bir kısmını da, bütün zafer ümidlerini yitirmiş oldukları halde, geri dönüp gitsinler diye, hezimete uğratıp perişan eylemek İçin; bir kısmının tevbelerini kabul etmek, bir kısmı da zâlim olduklarından, on­lara azâb etmek içindir. Bu itibarla, ey Muhammed, senin kullarımla il­gili bu işler hakkında yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Yapacağın şey, onlar hakkındaki emirlerime itaat ve hükmümü infaz etmendir.

Dilediğimi dilediğim şekilde cezalandırırım. Bu, ya âcil olur ve bir kılıç darbesinin azâbiyle ölür; yahut ona mühlet verilir ve kâfirler için hazırlanan âhıret azabını görür. Dilediğimi de, tevbesini kabul edip bağışlarım. İşte Allahu Ta'âlâ bu manâyı teyîden buyurmuştur ki: [6]

 

129. Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de Al­lah'ındır, dilediğini bağışlar; dilediğine de azâbeder. (Yine de) Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

 

129 Hiç şüphe yoktur ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti her kimin ise, göklerde ve yerde emir ve hüküm onundur; bunların idaresi de ona aittir. Yer ve gök ehlinden hiçbirinin onun emir ve hükmünde, yahut yer ve gök işlerinin tedvîrinde ona iştirak etmesi veya ortak olması, bunlarla ilgili görüş beyan etmesi, yahut tesirde bulunması mümkün değildir. Gökleri ve yeri hiç yoktan yaratıp vareden, gök ve yer olaylarının hepsini bir nizam içinde tedvîr eden, olduran ve öldüren, sonra yeniden olduran yalnız Allahu Ta'âlâ olduğuna göre, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti de O'na aittir. Dolayısıyle emir ve hüküm yalnız O'nundur; dilediğini dilediği şekilde yapmak ve dilediği neticeye ulaştırmak yalnız O'na mahsustur. Bu itibarla O, kulları arasında isyan edenlerden dilediğinin tevbesini kabul edip günahını bağışlar; dilediğini de günahı nisbetinde cezalandırır. Şunu da unutmamak gerekir ki, Al­lahu Ta'âlâ, emir ve nehiylerine isyan ederek günah işleyen kullarını cezalandırmayı murad ettiği zaman, onlara asla zulmetmez; günah­larının karşılığı olan cezanın üstünde bir ceza vermez. Buna rağmen Al­lahu Ta'âlâ Gafûr'dur; fazlı He dilediğinin günahını örter; onu affeder. Aynı zamanda Rahîm'dir; günahları cezalandırmakta acele etmez ve daha büyük günâh işlemedikçe onu terkeder. [7]

 

130. Ey îman edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin, Allah'tan korkun ki kur­tuluşa eresiniz.

131. Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının.

132. Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rah­met olunasuıız.

133. Rabbmızdan gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun.

134. (İşte o takva sahipleri), bollukta ve dar­lıkta, Allah yolunda sarfeden, kinlerini içlerinde tutan ve insanların kusurlarını bağışlayan kimselerdir. Allah, iyilik eden­leri sever.

135. (Yine o takva sahipleri), çirkin bir kötülük işlediklerinde, yahut kendilerine zulmet­tiklerinde, Allah'ı zikredip günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten Allah'tan başka günahları kim bağışlar? Keza onlar, yaptıkları kötü işlerde bile bile di­renmezler.

136. İşte böyle olanların mükâfatlan, Rablart tarafından bağışlanmak ve (ağaçlan) al­tından ırmaklar akan daimî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâ­fatı ne güzeldir.

 

Uhud savaşıyle ilgili âyetlerin hemen ardından terğîb (bir şeye karşı rağbeti artırmak), terhîb (bir şeyden sakındırıp uzaklaştırmak), inzar (korkutmak) ve tebşîr (müjdelemek) ile ilgili âyetlere yer verilmesi, Kur'ân-ı Kerîm'in sık rastlanan hikmet dolu uslûblarından biridir. Ancak bu uslûb, belli bir konu ile ilgili olarak gelen bir âyetin veya âyetler gurubunun kendinden sonra gelen âyetle bağlantılı olmasına aykırı değildir. Nitekim bazı müfessirler, "Ey îman edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin" âyetinin sözbaşı olduğunu, bu itibarla onun, kendinden önceki âyetlerle bağlantısı bulunmadığını söylemiş olmakla beraber, diğer bazı müfessirler, arada var olduğunu kabul ettikleri bu irtibatı açıklamaya çalışmışlardır. Bunlardan bazılarına göre, Uhud savaşı, Bedir'de öldürülen liderlerinin ve yakınlarının intikamını almak maksadıyle müşrikler tarafından çıkarılmıştır. Müşrikler, bu savaşa iyi hazırlanabilmek için askerlerine bol miktarda mal sarfetmişler ve sarfet-tikleri bu malı da ribayolu ile kazanmışlardır. Bilindiği gibi müslümanlar da ganimet kapma hevesine kapıldıkları için bu savaşı kaybetmişler ve mağlûb olmuşlardı. Şimdi aynı şeyi müslümanlar yapabilirler ve riba yolu ile kazanç sağlayıp ordu kurabilirlerdi. İşte böyle bir ihtimal sebebiyle Allahu Ta'âlâ, ilk defa ribayı haram kılan bu âyeti indirmiştir.

Ayetler arasındaki diğer bir bağlantı yönü, Allah'ın emir ve nehiyleri-ne uyup uymamaları hallerinde, müslümanların başlarına gelebilecek büyük felâketleri çeşitli örnekleriyle gözler önüne sermek ve bu vesileyle onları uyarmaktır. Bilindiği gibi, müslümanlar, Bedir savaşında, gerek sayı yönünden ve gerekse silâh ve teçhizat yönünden çok zayıf ol­malarına rağmen, takvaları ve Allah'ın emir ve nehiylerine uymaları sayesinde ilâhi yardıma mazhar olmuşlar ve müşriklere karşı büyük bir zafer kazanmışlardı. Uhud'da ise, ganimet hırsına kapılarak emir ve nehiylere uymamanın cezasına uğramışlar, müşrikler°karşısında mağ­lûb olmuşlardı. Daha önceki âyet-i kerîmelerde bu konuya müslüman­lar dışındaki kimselerden ve özellikle yahudîlerden dost edinilmesini yasaklayan âyetten s<?nra yer verilmiş, bu arada müslümanların îman yönünden üstünlüklerine de işaret edilerek, sabretmeleri ve Allah'tan sakınmaları halinde, bunların müslümanlara hiçbir surette zarar veremeyecekleri beyan edilmiştir. Nitekim Bedir ve Uhud, bu beyanın

tatbikattaki en açık delilini teşkil eder. Zira Bedir, sabır ve takvanın zafer simgesi, Uhud ise, sabrını yitirmiş, takvadan uzaklaşmış bir askerin mağlubiyet belgesi olmuştur. İşte bundan sonra Allahu Ta'âlâ yahu-dîlerin ve onları taklîd eden müşriklerin kötü amellerinden biri olan ri­bayı zikretmiş ve müslümanlara bunu haram kılmıştır. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [8]

 

130. Ey îman edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin. Allah'tan korkun ki, kur­tuluşa eresiniz.

 

130 Bu âyet-i kerîmeyle ad'âfen mudâ'afe (kat kat artırılmış olarak) riba yenilmesi İslâm'da ilk defa haram kılınmış olmaktadır. Bakara sûresinin riba ile ilgili 275-276 ncı âyetleri ise, bundan sonra nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmeyle kasdedilen riba şekli, Arapların İslâmiyet-fön önce yedikleri câhiliye ribasıdır ki, borcun, vadesinde ödenmemesi halinde, ödeme süresinin uzatılması, buna karşılık, anaparaya eklenen eski faiziyle birlikte borç miktarının yeniden fâizlendirilmesidir. Böylece borçlu, alacaklıdan aldığı borç miktarının kat kat fazlasını ödemek zorunda kalmaktadır. Bu riba r/oa'n-nes/e'nin, asrımızda mürekkeb faiz diye adlandırılan şekliyle uygulanmasıdır. Bir de riba'l-fad! vardır ki, bu, borç olarak alınan malın, kendi cinsinden mal ile değiştirilmesi, de­ğiştirilirken de riba olmak üzere aynı maldan fazla alınmasından ibaret­tir. Bir kilo yeni hurmanın, bir buçuk kilo eski hurmaya satılması, yahut bir tas Amerikan buğdayına karşılık bir buçuk veya iki tas yerli buğday verilmesi gibi. Ancak bu ribayı haram kılan bir âyet nazil olmamış ise de, Hazreti Peygamberden rivayet olunan hadîslerle tahrimi sabit olmuştur. Hazreti Peygamberin bu tür ribayı yasaklaması, sedd-i zerâyi cümlesindendir; yani fadl ricasının yasaklanması, Aliahu Ta'âlânın şid­detle haram kıldığı nesî'e ribasma yol açmasını önlemek maksadına matuftur. Zira fadl ribasını yemeye alışan bir kimsenin, kendisini nesî'e ribasından uzak tutması asla mümkün değildir. Ribanın zararları hakkında Bakara sûresinin yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerini tefsîr eder­ken yeteri kadar bilgi verildiği için, burada tekrarına gerek görülmemiştir. Ancak yukarıdaki âyet-i kerîmeyle ilgili olarak şunu tek­rar edelim ki, Allahu Ta'âlâ, bu âyetinde müslümanlara hitaben buyur­muştur ki: Ey îman edenler! Allah sizi İslâm'a hidayet eyleyip câhiliye kirinden temizledikten sonra, yeniden câhiliye devrindeki gibi, kat kat artırılmış olarak câhiliye ribasını yemeyin. Allah'ın emirlerine uyarak ve riba gibi nehyettiği şeylerden de sakınarak takvanızı pekiştirin Özellikle ihtiyaç sahiplerinin, çaresizlik içinde kıvranıp durdukları bir sırada, onların zayıf hallerinden faydalanarak, üzerine kat kat fâız bindirilmiş, altından kalkamayacakları bir borcu onlara yüklemeyin. Böyle bir borç yüzünden işlerinin bozulmasına ve aile yuvalarının yıkılmasına gönlünüz nasıl razı olur? Özellikle mü'min bir kalb, buna rıza gösterecek kadar katı olabilir mi? Oysa dünya ve âhıret saadetinin esası sevgiye dayanır. Sevgi ise, katı kalblerin değil, ancak îmanla yoğrulmuş olan kalblerin harcıdır. İşte kalbleri yalnız böyle olanlar kurtuluşa ererler. Kısacası, ey mü'minler, eğer kurtuluşa ermek istiyorsanız, Allah'ın emir ve nehiylerine karşı gelmekten sakının ve birbirinize karşı muhabbetli, mer­hametli ve yardım sever olun. [9]

 

131. Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının.

 

131 Keza kalbleri katılaşmış, gözlerini mal hırsı bürümüş, fakirlere, çaresizlere musallat olup rıba ile onların kanını emen, canını alan, şefkat ve merhamet tanımayan şu kâfirler için hazırlanan cehennem ateşinden de sakının.

Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu âyet-i kerîmelerde Al-lahu Ta'âlâ mü'minlere hitap etmiş ve kat kat artırılmış faizi onlara haram kılmıştır. Buna göre, şu husus iyice anlaşılmış olmalıdır ki, eğer mü'minler, Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeylerden sakınmazlarsa, gidecekleri yer, kâfirler için hazırlanmış olan işte bu cehennem ateşidir. Bu sebepledir ki, İmam Ebû Hânife, bu âyet-i kerîmeyi, haramdan sakınmayan mü'minlere yöneltilmiş, Kur'ân-ı Kerîmin en şiddetli âyeti olarak tavsif etmiştir. [10]

 

132.  Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet ölunasmu.

 

132 O halde ey mü'minler, eğer bu hale düşmek istemiyor ve kâfir­ler için hazırlanan cehennem ateşinden korunmayı arzuluyorsanız, Allah'a ve O'nun Peygamberi Muhammed (s.a.s.)'e itaat edin. Bu itaat, hiç şüphesiz, gerek Allah'ın ve gerekse Peygamberinin emir ve nehiylerine uymak, gösterdikleri hak yoldan gitmek suretiyle mümkün olur. Bu İse, kalbi dolduran gerçek bir îmanın eseridir. Bu itibarla, Allah'ın emirlerine uymayan, nehiylerinden sakınmayan ve dolayısıyle Allah'ın farz kıldığını nefislerine haram eden, haram kıldığını da mubah sayan kimselerin gerçek birer mü'min olduklarını ileri sürmek mümkün değildir. Böyle kimseler, dünya ve âhırette Allah'ın rahmetinden uzak kalırlar; amellerinin cezasını da hiç eksiltilmeksizin çekerler. Bu itibarla ey mü'minler, Allah'ın ve Peygamberinin emirlerini yerine getirerek ve nehiylerinden de sakınarak onlara itaat edin. İtaat edin ki, Allah da siz­den merhametini esirgemesin. [11]

 

133 Rabbmtzdan gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve\ yer kadar olan cennete koşun.                    

134.  (İşte o takva sahipleri), bollukta ve darlıkta, Allah yolunda sarfeden, kinlerini içlerinde tutan ve insanların kusurlarını bağışlayan kimselerdir. Allah, iyilik edenleri sever.

135 (Yine o takva sahipleri) çirkin bir kötülük işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettik­lerinde, Allah'ı zikredip günâhlarının bağış­lanmasını dilerler. ZatenAllah'tan başkagü-nâhlan kim bağışlar? Keza onlar, yaptıkları kötü işlerde, bile bile direnmezler.

136. İşte böyle olanların mükâfatları, Rabları ta­rafından bağışlanmak ve (ağaçlan) altından ırmaklar akan daimî kalacakları cennetler­dir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzel­dir.

 

133 Ey îman edenler! Rabbınızın günâhlarınızı bağışlaması, sonra da sizi cennetine sokması için, gerekli amelleri vakit geçirmeden hemen yapın. Hiç kimse günahsız olduğunu iddia etmesin. Şüphe yoktur ki, in­sanoğlu anasından günahsız doğar; fakat günâh işlemeye de müsait­tir. Eğer nefsinin neva ve hevesine uyarak dünya için âhireti unutursa, hiçbir şey onun günâh işlemesine engel olamaz. Bu sebepledir ki, in­sanlar genellikle nefislerinin esiri olarak zaman zaman günâh işlemek­ten kendilerini kurteramamışlar, az veya çok günâh işleyerek Rablarına âsi olmuşlardır. Bununla beraber ne kadar büyük olursa olsun, işlenen bir günâhla, herşey bitmiş değildir; zira Allah kulunun günâhlarını bağışlamaya her zaman hazırdır. Yeter ki, kul yaptığı işin kötülüğünü anlayıp pişmanlık duysun ve Rabbına tevbe ederek günahının bağışlan­masını dilesin. O halde ey mü'minler, gerek kat kat artırılmış ribayı yiyerek ve gerekse Allah'ın haram kıldığı diğer kötü ve çirkin işleri İşleyerek irtikâb ettiğiniz günâhların, Rabbınız tarafından mağfiret olun­ması için hemen tevbe edin; sonra da cennete girmenize vesile olacak hayırlı amelleri işleyin. Allah'ın nehyettiği ve haram kıldığı şeylerden sakınırken, yapılmasını emrettiği işleri yapın. Ancak böyle yapmakla cennete girmeye hak kazanabilirsiniz. Öyle bir cennet ki, adeta göklerin ve yerin genişliğinde; uçsuz bucaksız... İşte bu cennet, yalnız müttekîler için hazırlanmıştır. Yalnız takva sahipleri için kendilerine mükâfat olmak üzere yaratılmıştır. [12]

 

134 O takva sahipleri ki, bolluk içinde de olsalar, darlık içinde de ol­salar, sırf Allah'ı hoşnud etmek ve Allah'ın rızasını kazanmak için mal­larını Allah yolunda sarfederler. Böyle oldukları için de asla riba yemez­ler.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmeleriyle ribayı mü'minlere haram kıldıktan sonra, takva sahibi mü'mtni, bu âyetinde, her şeyden önce malını Allah yolunda infak eden bir kimse olarak tavsif etmiştir. Bunun başlıca iki sebebi vardır. Birincisi, intakın, ribanın mukabili veya ztddı bir davranış olmasıdır. Zira Allah yolunda mal infak etmek veya sadaka vermek, muhtaç olan kimseye yadım etmek ve onu doyurmak manâsına gelir. Riba ise, muhtaç olanın malını haksız yere kullanmak •ve onu daha muhtaç bir hale sokarken kendi malını artırmak demektir. Nitekim bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, ne zaman riba kötülenmiş ve onun çirkin bir iş olduğu açıklanmışsa, hemen onun ardından zekât ve sadaka medhedilmiştir. Meselâ Bakara sûresinin 276 inci âyetinde şöyle denilmiştir: "Allah, ribanın bereketini giderir, sadakaları İse, bere­ketlendirir". Rûm sûresinin 39 uncu âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "İnsanların mallarında artış olması için riba olarak verdiğiniz şey, Allah katında artmaz; Allah'ın rızasını kazanmak için verdiğiniz zekât ise, (böyle değildir); işte asıl artıranlar onlardır11.

Takva sahiplerinin tavsifinde, önce mal infakından söz edilmesinin ikinci sebebi, hem bolluk içinde, hem de darlık içinde mal intakının takvaya daha çok delâlet etmesidir. Zira mal, canın yongasıdır ve insan nefsi için son derece kıymetli bir şey olup Allah rızası için başkalarının menfeatine ondan vazgeçmek çok güçtür. Bolluk halinde zenginin gururu, darlık halinde ise, fakirin azusu ve ihtiyacıdır. Bu sebeple ne zengin gurur kaynağını dağıtmak, ne de fakir kendi ihtiyacını elden çıkarmak ister. Buna rağmen zengin de fakir de sırf Allah'ın rızasını kazanmak ve muhtaç olanlara yardım etmek gayesiyle güçleri oranında mallarını sarfetmişlerse, takvalarını, bundan daha güzel bir şeyle isbat etmiş olamazlardı. İşte bundan dolayıdır ki, Allahu Ta'âlâ, zengin olsun fakir olsun, bütün mü'minlere sadaka vermeyi emrederek şöyle buyur­muştur: 'Varlıklı olan kimse varlığına göre infak etsin. Rızkı kendisine yetecek kadar dar olan da, Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Allah, hiç kimseye verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah, güçlükten sonra ko­laylık verir1' (Talâk sûresi, 7). Bu da gösteriyor ki Allah, kendi yolunda mal sarfını takvanın en önemli alâmetlerinden biri kılmış, böylece cim­rilik de, takvadan hiç nasibi bulunmayanların başlıca vasfı olmuştur.

Takva sahiplerinin ikinci Özellikleri, öfkelerini ve kızgınlıklarını içle­rinde tutup, onun tesiri altında şuurlarını kaybetmemeleri, yahut intikam peşinde koşturmamalandır. "Öfkeyle kalkan zarar ile oturur" sözünün de delâlet ettiği gibi, öfkesine kapılan bir kimse şuurunu büyük ölçüde kaybederek büyük zararlar verir ve öfkesi zail olmadıkça zarar vermeye devam eder. Öfkesi geçtikten sonra ise, sebep olduğu zararın pişmanlığını duysa bile, iş işten geçtiği için, bu pişmanlığın faydası olmaz. Takva sahibi kimse, öfkelendiği zaman, Öfkesini içinde tutması­nı bilen ve sonradan pişman olacağı davranışlara kalkışmayan kim­sedir.

Âyet-i kerîmede zikredilen takva sahiplerinin üçüncü sıfatı, insan­ların kusurlarını bağışlamak, onları kusur sebebiyle muâhaze etmeye güçleri bulunduğu halde muâhaze etmemektir. Bu, bir bakıma bundan önce zikrettiğimiz öfkenin gizlenmesi manâsına gelen bir davranıştır. Ancak nefsine hakim olmasını bilen kimseler, başkalarının kusurlarını bağışlarlar ve onları affederler.

Takva sahiplerinin dördüncü vasfı ihsan, yâni insanlara iyilik et­mektir. İyilik etmenin çeşitli yolları vardır. Yukarıdaki âyet-i kerîmede de açıkladığımız gibi, ister zengin olsun ister fakir olsun, insanın gücü oranında, malından, muhtaç olanlara infak etmesi, ihsanın bir çeşididir. Keza câhile bir şeyler öğretip onu cehaletten, dalâlette olana doğru yolu gösterip onu dalâletten kurtarmak da birer ihsandır; iyilik etmektir. Kı­sacası, başkalarına muhtaç oldukları maddî veya manevî her çeşit men-feati sağlamak, yahut başlarına gelebilecek maddî ve manevî zararlar­dan onları korumak, birer ihsan olup hepsi de takva alâmetidir. İhsanın Allah katındaki mükâfatı ise, O'nun muhabbetine mazhar olmaktır ki, bu mükâfat, kazanılabilecek sevabın en yüksek derecesidir.[13]

 

135 Takva sahiplerinin sahip oldukları beşinci sıfat, çirkin bir kötülük işledikleri, yahut kendi nefislerine zulmettikleri zaman, hemen Allah'ı ve O'nun va'd ve vaadini hatırlayıp O'ndan af ve mağfiret dilemeleridir. Mü'min olan insan, şüphesiz, Allah'ın emir ve nehiyleri karşısında çok dikkatli ve titiz davranmak zorundadır. Sahip olduğu îman, onun, Allah'ın emredip işlenmesini farz kıldığı her çeşit iyi davranışı ifa etmesi­ni, buna mukabil O'nun nehyedip haram kıldığı her kötü şeyden de sa­kınmasını sağlayabilmelidir. Bazan insan, böyle bir îmana sahip olduğu halde, ihtiyarı dışında, Allah'ın haram kıldığı bir fiili işlemekte ve günaha girdiği olmaktadır. İşte bu gibi durumlarda insanın, işlediği günahtan pişmanlık duyuo Allah'tan af ve mağfiret dilemesi gerekir. Şunu da bitmesi gerekir ki, Allah'tan başka hiç kimse, Allah'a karşı işlenen bir günahı bağışlamaz. Âyet-i kerîme içindeki "Allah'tan başka günahları kim bağışlar?" cümlesi, iki cümle arasına girmiş bir cümle-i mutenza hükmündedir ve işledikleri günahtan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dileyen mü'minlerin bu davranışlarını teyîd ve tasdîk ile, Allah'ın günah işleyen mü'min kullarına rahmet ve mağfiretinin genişliğini müjde manâsına sahiptir.

Şunu da unutmamak gerekir, takva sahibi mü'min, işlediği haram­la İlgili Allah'ın nehyini ve vaTdini bile bile haram üzerinde ısrar etmez. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kâmil bir mü'min, câhili olmadıkça büyük günah işlemez. Eğer işlemişse, bilmeden ve ihtiyarı dışında işlemiştir ki, bunun büyük günah olduğunu anlayınca, ondan hemen rücû ederek Rabbından af ve mağfiret diler ve bir daha o harama yaklaşmaz. Eğer işlediği günah küçük günahlardan ise, bunda da ısrar etmez ve tekrar tekrar aynı günahı işlemez. Çünkü bilir ki, küçük günah üzerinde ısrar, insanı dâima büyük günah işlemeye sevkeder. [14]

 

136 Sıfatlarını ve özelliklerini yukarıda açıklamaya çalıştığımız takva sahibi mü'minlerin Rabları katında elde edecekleri büyük mükâfatlar vardır. Bu mükâfatlar başlıca iki kısımda toplanır. Birincisi mağfirettir ki, büyük küçük bütün günahlardan bağışlanmış olmak ve ufak da olsa herhangi bir ceza veya ıkab korkusundan emîn bulunmak; ikincisi de, içinde ebediyyen kalıp çeşitli nimetlerinden istifade edecekleri cennete kavuşmak... İşte bu mükâfat, yukarıda açıklandığı şekilde, mallarını Al­lah yolunda infak eden, öfkelerini içlerinde gizleyip nefislerine hâkim olan, insanların kusurlarını bağışlayan, herkese iyilik eden, büyük gü­nah işlemekten ve küçük günah üzerinde direnmekten sakınan takva sahibi mü'mînlerin Allah katındaki mükâfatlarıdır. Ve bunların mükâfat­ları ne güzeldir! [15]

 

137. sizden önce, (ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla, yer­yüzünde söyle bir dolaşın (ve inceleyin); sonra da (dîni ve dînin esaslarını) yalan­layanların akıbetlerinin ne olduğunu, (kendi gözlerinizle) görün.

138.  İste bunlar, insanlar için bir beyandır; Al­lah'tan korkanlar için bir hidayet ve bir öğüttür:

139.   (Ey müzminleri) Eğer gerçekten mü'min IdşÛer iseniz, (savaşta) gevşeklik göster-meyin ve (mağlubiyet korkusuyla) üzün­tüye kapılmayın. Hem de. siz, (onlardan) daha üstün olduğunuz halde...

140-141. Eğer siz, (Uhud'da maddî ve manevî) bir yara almışsanız, (karşınızdaki) kavim de o yaranın aynını (Bedir'de) almıştı. Allah'ın, îman edenleri ortaya çıkarması, içinizden şehîdler edinmesi ve îman eden­leri temizleyip kâfirleri de yok etmesi için, bu günleri, insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zâlimleri sev­mez.

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, müslümanlara, yine müslümanlardan başkasını dost edinmemelerini emrettikten, çünkü onların, İslâm'a ve müslümanlara karşı içlerinde şiddetli bir kin ve düşmanlık beslediklerini, bununla beraber müslümanların sabretmeleri ve takva sahibi olmaları halinde onların müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceklerini açıklayarak Bedir ve Uhud gazvelerinin neticelerini sabır ve takva yönünden değerlendirip müslümanların ibret nazarlarına sunduktan ve nihayet mürekkeb faiz manâsına, gelen kat kat artırılmış ribayı müslümanlara haram kılarak takvanın şartlarını belirttikten sonra, yukarıdaki ve onları takip eden âyetlerinde, Allah'ın kullanyle ilgili değişmeyen sünnetine dikkatleri çekmiştir. Binâenaleyh kim bu sünnet üzereyürümüşse, o, saadete erişmiş, kim de ondan sapıp uzaklaşmışsa hüsrana uğramıştır. Bu İtibarla hak, mutlaka, batı! karşısında zafere ulaşacaktır. Bu, Allah'ın hak yolda giden kullarına va'didir; bu va'd, mut­laka gerçekleşecektir; çünkü Allah, asla va'dinden dönmez. Nitekim Saffât sûresinin 171 -173 üncü âyetlerinde "Peygamber olarak gönderil-miş kullarımız için sebkat etmiş bir sözümüz vardır: Muhakkak onlar muzafferdirler; muhakkak ordumuz gâlibtir" denilmiş, Enbiyâ sûresinin 105 inci âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Tevrat'tan sonra Zebur'da yazdık ki, arza sâlih kullarım mirasçı olacaktır".

İlk insanın yaratılışından bu yana, hakkı temsil eden insanlarla batılın peşinde koşanlar arasındaki mücadele hiçbir zaman sona er­memiştir; bundan sonra da kıyamete kadar devam edecektir. O halde mü'minlerin, kendileri için de bir imtihan olan bu mücadeleye, zaferin dâima hakka âit olduğunu bilerek yılmadan devam etmeleri gerekir. [16]

 

137. Sizdenönce, (ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla, yeryüzünde §öyle bir dolaşın (ve inceleyin); sonra da (dîni ve dînin esaslarını) yalanlayanların akıbet­lerinin ne olduğunu, (kendi gözlerinizle) görün.

138.     İşte bunlar, insanlar için bir beyandır; Allah'tan korkanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.

 

137 Ey-mü'minler! Medîne'ye hicretinizin henüz ikinci senesinde Bedir'de müşriklerle savaştınız. Kökleşmiş bir devlete sahip değildiniz; muntazam bir ordunuz bulunmadığı gibi, silâh ve teçhizatınız da yoktu. Bedir'de kâfirlerle karşılaştığınız zaman, siz 300 kişi-civarında idiniz. Kâfirler ise, 1000 kişilik silâhlı ve techizatlı bir ordu teşkil ediyorlardı. Buna rağmen sabrınız ve takvanız sayesinde, Allah'ın hoşnudluğunu kazanmıştınız da, Allah da size yardım etmişti ve kâfirleri büyük bir hezimete uğratmıştınız*.

Müşrikler, bu hezimetin intikamını almak için Uhud'a geldikleri zaman da durum aynı idi. Allah orada da size yardım ederdi ve kâfirlere galip gelirdiniz. Fakat ganimet seydasıyle sabırsızlık gösterip Peygamberinizin emrine karşı geldiniz ve Allah'ın yardımından mahrum kaldınız. Bununla beraber şunu unutmamanız gerekir ki, insanlık tarihi buna ben­zer hâdiselerle doludur ve bu Allah'ın sünneti veya değişmez bir ka­nunudur. Daha önceki peygamberlerin tabileri de bu gibi hâdiselerle karşılaşmışlar, bazan zafer, bazan da mağlûbiyet olmak üzere, sizin başınıza gelenler, onların da başlarına gelmişti. Fakat kötü akıbet dâima kâfirler için olmuştur. Bunu daha iyi müşahede edebilmek için, yer­yüzünde şöyle bir dolaşın; gelip geçmiş kavimlerden geride kalan eser­lere bakın; onları inceleyin; zira geçmiş kavimler hakkında gerçeğe uygun bilgi edinmenin en emin yolu, onlardan kalan eserleri bizzat görüp incelemektir. Bu eserlerin görülüp incelenmesi, insanların ibret almaları ve doğru yolu bulmaları İçin ihmal edilmemesi gereken bir görevdir. Eğer ibret alır ve doğru yolda gitmiş sâlih kavimlerin yolunu seçerseniz, sizin akıbetiniz de onların akıbeti gibi olur. Eğer peygam­berlerini yalanlayanların yolunda giderseniz, akıbetiniz, onların akıbetin­den farklı olmaz ve hüsrana uğrarsınız.

Keza yeryüzünde dolaşın ve sizden önceki milletlere ne olduğunu araştırın, sonra da düşünün: Bu size, bu gün olduğu gibi, eski millet­lerde de asıl savaşın hak ile bâtıl arasında cereyan ettiğini, sonunda hakkın bâtıla gâlib geldiğini, bu galebenin de, ancak sabır ve takva ile gerçekleştiğini gösterecektir. Şüphesiz bu neticenin alınmasında, savaşa hazırlanmak hususunda Allah'ın emirlerine uymanın da payı olduğunu unutmamak gerekir. Meselâ Enfal sûresinin 60 inci âyetinde Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur; "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla, hem Allah düşmanını, hem kendi düşmanınızı, hem de bunlar dışında sizin bil­mediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz".[17]

 

138 İşte bütün bu açıklamalar, okuyup anlasınlar, sonra da ibret alsınlar diye insanlar için yapılmıştır. İstisnasız hepsi içindir. Bunların arasında, şüphesiz, kâfir ve müşrik olanlar da vardır ve bunlar da akıl sahibidirler. Belki bu açıklamaları anlarlar da, "eğer Muhammed Peygamber olsaydı, Uhud'ta mağlûb olmazdı" gibi asılsız düşüncelere kafalarında yer vermezler. Zira aralarında peygamber olsun veya olmasın bütün insanlar, Allah'ın sünnetine, veya değişmeyen kanun­larına tabidirler. Kumandanlarının emirlerine   muhalefet eden, yahut korumaları gereken kaleyi terkedip giden hiçbir ordunun, düşman karşısında zafer kazandığı görülmemiştir, O ordunun kumandanı Allah'ın peygamberi de olsa, sabrı, takvası ve itaatıyle zaferi hak et­medikçe onu elde edemez. İşte Bedir ve Uhud savaşları, bunun en belirgin birer örneğidir. Kısacası, yukarıda da açıklandığı gibi, gelip geçmiş bütün peygamberlerin kavimleri, Allah'ın değişmeyen bu sünnetine tâbi olup ya sabır, takva ve itaatlarıyle zafer kazanmışlardır; ya da sabrı elden bırakıp itaatsızlıklarıyle mağlubiyeti hak etmişlerdir. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki açıklamalar, içlerinde kâfirlerin de bulunduğu bütün in­sanlar için bir ibret, fakat özellikle takva sahibi mü'minler için ise, hem hidayet hem de öğüttür. Çünkü bu gibi gerçeklerden kâfirlerin hidayet bulmaları ve Öğüt almaları çok zordur.

Allah'tan korkan mü'minler, Allah'ın, Kitab'ında kendilerine haber verdiği bu gibi hâdiseleri en iyi bir şekilde değerlendirerek, kendilerin­den öncekileri zafere ulaştıran yoldan giderler. Onların düştükleri hata­ları ve bu hataların neticelerini görerek onları tekrarlamaktan sakınırlar; çünkü aynı hataların tekrarlanması halinde, aynı akıbete kendilerinin de düşeceğini bilirler. İşte bu, Bakara sûresinin ilk âyetinde de açıklandığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'tan korkan mü'minler için gerçek bir hidayet oluşunun en bariz delilini teşkil eder. [18]

 

139. (Ey mü'minler!) Eğer gerçekten mü'min kişiler iseniz, (savaşta) gevşeklik göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Hem de siz, (onlar­dan) daha üstün olduğunuz halde... 140-141. Eğersiz, (Uhud'ta maddî ve manevî) biryara almışsanız, (karşınızdaki) kavim de o yaranın aynını (Bedir'de) almıştı. Allah'ın, îman edenleri ortaya çıkarması, içinizden şehîdler edinmesi ve îman edenleri temizleyip kâfirleri de yok etmesi için bu günleri inğan-lar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zâlimleri sevmez.

 

139 Ey mü'minler! Uhud'ta yara aldık ve bozguna uğradık diye savaşlarda gevşeklik gösterip daha çok zayıf düşmeyin. Hele o gün Allah yolunda düşmanla dövüşürken şehîd düşen kardeşlerinize üzülmeyin. Hem nasıl gevşeklik gösterir ve kendinizi üzüntüye kaptırırsınız ki, siz îmanı en yüksek olan kimselersiniz? Şunu da unut­mayın ki, Uhud'ta uğradığınız bozgun, ne sizin için tam bir hezimet, ne de müşrikler için kesin tfir zaferdir. Bu, sadece kumandanınızın savaşta aldığı tedbirlere muhalefet etmeniz dolayısıyle sizin için bir ihtar ve bir derstir. Böyle bir dersi aldıktan sonra, herhalde aynı hataya bir daha düşmezsiniz. Zaten böyle bir dersin alınması alınmamasından daha hayırlıdır; çünkü bundan sonraki savaşlarınızda aynı duruma düşmemek İçin, şüphesiz daha dikkatli davranır ve tedbirinizde kusur etmezsiniz. Bu itibarla eğer Allah'ın kendi dînine yardım edenlere yardım ettiğine ve güzel akıbetin yalnız Allah'ın sünnetine tâbi olan müttekîlere âit olduğuna sağlam bir şekilde îmanınız varsa -ki nefislerinizde ve amel­lerinizde onun tesirini apaçık görmek mümkündür-, o halde nasıl olur da savaşlarda zayıflık gösterir ve şehîd olmayı arzu edenlerin ardından üzülürsünüz? Oysa sabır, sebat ve iki güzel akıbetten birini arzulamak, îmanın gerekleridir ve bu iki güzel akıbetten biri zafer, diğeri de şehîdlik-tir. İşte siz, bu özelliklerinizle düşmanlarınızdan çok daha üstünsünüz. Bu İtibarla, size üzülüp savaşı terketmek değil, savaşıp ya zaferi, ya da > şehîdliği dilemek yaraşır.                                                                         |

Bu âyet-i kerîme, açıklamaya çalıştığımız bu manâsıyle, sabreden! ve takva sahibi olan mü'minlerin, bir orduyu zafere ulaştıran sebeplere yapıştıkları takdirde dâima muzaffer olacaklarını bildiren ilâhî bir müjde teşkil eder. Hem bu müjde dolayısıyle, hem de mü'minlerin iyi bir ders almalarına vesile olması dolaylısıyle Uhud bozgunu, denebilir ki, onlar için bir zaferden daha hayırlı olmuştur. [19]

 

140-141 Ey mü'minler! Uhud'ta müşriklerin karşısında bozguna uğramakla bir yara aldınız ve şimdi siz bu yara sebebiyle savaştan yılmış görünüyor ve üzülüyorsunuz. Ancak şunu unutmamalısınız ki, sizin aldığınız bu yaranın aynını, düşmanlarınız olan müşrikler de Bedir'de almış ve sizin adamlarınızdan kaybettiğiniz kadar, onlar da kendi adam­larından kaybetmişlerdi. Kısacası siz, îman sahibi kişijer olmanıza rağmen, kâfirlerin başına gelen, sizin de başınıza gelmişti. İşte bu, daha önce de üzerinde durulan Allah'ın değişmeyen sünnetidir ki, bu sünnetin gereği olarak zaferle neticelenen günleri insanlar arasında değiştirir durur. Başka bir ifadeyle, mü'minlerle kâfirler arasındaki savaş, bazan mü'minlerin, bazan da kâfirlerin galibiyetiyle sona erer ve böylece her iki taraf da mağlubiyet acısını tadmış olur. Fakat muhakkak olan şudur ki, en güzel akıbet, dâima hakka tâbi olanlarındır.

Savaşlarda hâkimiyetin el değiştirmesi, zafere ulaştıran sebeplerin iyi bilinmesine ve bunlara hakkıyle riayet edilmesine bağlıdır, İttifak halinde olmak, niza ve ihtilâfa düşmemek, azim ve sebat etmek, isabet­li kararlar almak, düşmana karşı yeterince kuvvet hazırlamış olmak, zafere götüren bu sebeplerin bazılarıdır. Eğer bunlar yerine getirilirse, zafere muhakkak nazırıyle bakılabilir. Bununla beraber, bazan önem­senmeyen bir sebebin ihmal edilmesiyle beklenen zaferin gerçekleş-meyip onun yerini acı bir mağlûbiyetin aldığı görülür ki, işte bu, zaferle neticelenen günlerin, mü'minlerle kâfirler arağında nasıl değişip dur­duğunu açık bir şekilde gösterir.

Allahu Ta'âlânın, zaferle neticelenen günleri mü'minlerle kâfirler arasında değiştirip durması.çeşitli sebeplere dayanır ve bu sebepler, zamana ve zemine göre değiştiği gtoi, bu zaman ve zemin içinde yaşayan insanlara göre de değişir. Bir ülkede adaleti hâkim kılmak ve nizama istikrar kazandırmak için mü'minieri zafere ulaştırır; fakat yine o mü'minlere, bir takım kusurları dolasıyle iyi bir ders vermek ve aynı kusurları bir daha işlememelerini sağlamak için mağlûbiyetin acısını taddırır. Keza îman edenleri, özellikle münafıklardan ayırmak ve kimlerin mü'min, kimlerin de münafık olduklarını herkese göstermek için bu zafer günlerini insanlar arasında değiştirir. Nitekim Uhud savaşı henüz baş­lamadan önce münafıkların reisi Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, bazı bahaneler iieri sürüp 300 kişilik taraftarıyle müslümanlardan ayrılmış ve müşriklerle savaşmaktan kaçmıştı.

Zafer günlerinin insanlar arasında değişmesinin bir başka sebebi, Allahu Ta'âlânın, dilediği bazı kullarına şehidlik mertebesini ikram et­mesidir. Nitekim Bedir savaşına katılan müslümanlardan bazıları, Allah yolunda ölmeyi dilemişler, fakat bu dilekleri gerçekleşmemişti. Bedir savaşından sonra da bu dileklerini sürdürüyorlar ve Bedir günü gibi bir günün gelmesini ve o günde Allah için savaşıp şehîdlik mertebesine kavuşmayı arzuluyorlardı. Çok geçmeden de Allah müslümanlara Uhud gününü vermiş ve bu günde 70 müslüman şehîd olmuştu,

Diğer bir sebep de, bazı zayıf mü'minlerin kalblerini temizlemek, onları zayıflık kirinden kurtararak hâlis mü'min kılmaktır. Zayıf yaratılmış olan bir. insan, çok defa nefsinin telkîni altında şüphe ve tereddüt İçin­dedir. Fakat bazan başına gelen bir kötülük, onun gerçekleri görmesine ve tavrını değiştirmesine sebep olur. Uhud'ta Hazreti Peygamberin em­rine muhalefet edip ganimet uğruna nöbet yerlerini terkeden, sonra da düşmanın âni baskını üzerine arkalarını dönüp kaçan müslümanlar, bundan gerekli dersi almışlar ve Uhud'tan sonra cereyan eden sa­vaşlarda, tecrübe sahibi birer savaşçı olarak büyük kahramanlıklar göstermişlerdir.

Ve Allahu Ta'âlâ, bir de kâfirleri mahv u perişan etmek ve var-lıklarıyle yokluklarını bir eylemek için zafer günlerini taraflar arasında değiştirir durur. Burada kasdedilen manâ, kâfirlerin tamamiyle ortadan kalkması değil, fakat bulunsalar bile, bütün ümidlerini, bütün cesaret­lerini ve bütün izzeti nefislerini yitirmiş olmalarıdır.. Kısacası, onları bit­kisel hayata sokulmuş bir varlık haline getirmek için bu günler döndürülür. Allah zâlimleri asla sevmez. Âyet-i kerîmede cümle-i muteriza olan bu ibare, şehîdlerle ilgilidir ve Allah, şehîdleri ancak îman­larında muhlis olan kullarından seçer. Emir ve nehiylerine uymayan ve bu yüzden nefislerine zulmeden kimseler şehîdlik mertebesine asla erişemezler. [20]

 

142. Yoksa siz, Allah, içinizden cihada katılan­ları belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanı­yorsunuz.

143.   Oysa siz, (Uhud'ta düşmanla ye) ölümle karşılaşmadan önce, Ölümü ve (şehîd ol­mayı) temenni etmiştiniz, iste şimdi bakıp onu (karşınızda) görüyorsunuz. (O halde mağlubiyet korkusu ve üzüntü neye?!)

144.   Muhammed, peygamberden başka bir kimse değildir. Ondan önce de, şüphesiz (başka peygamberler) gelip geçmiştir. Öy­leyse şimdi o, ölür veya öldürülürse, to­puklarınız üzerinde (İslâm 'dan küfre) geri mi döneceksiniz? Topukları üzerinde kim böyle dönüş yaparsa, (bilsin ki) Allah'a hiçbir şeyle zarar veremeyecektir. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.

145.   (Şu da var ki) Allah'ın izni olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm, belli bir süreye bağlanmıştır. Her Idm dünya sevabı isterse, ona istediğinden veririz. Her kim de âhıret sevabı isterse, ona da, onu veririz. Şükredenleri mükâ­fatlandıracağız.

146.   (Gelip geçmiş nice) peygamber vardır ki, onunla birlikte bir çok mü'min savaş­mıştır da, kendilerine Allah yolunda isa­bet eden (musîbet)lerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermemişler, boyun eğmemiş-lerdir. Allah sabredenleri sever.

147.   Onların, sözleri de, "Rabbımızl Günahla­rımızı ve ilimizdeki aşırdığımızı bağışla; ayaklarımızı (hakyolda) sabit tut ve kâfir milletlere karşı bize yardım et" demekten başkası değildi

148.  Allah da onlara dünya sevabım ve âhıret sevabının en güzelini vermişti Allah iyilik edenleri sever.

 

Uhud savaşıyie ve Uhud savaşına katılan mü'minlerle ilgili açıkla­malar, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de devam etmiştir. Allahu Ta'âlâ, daha  önceki    âyetlerinde,   Uhud'ta başlarına gelen mihnet ve belâ sebebiyle üzülmemek ve gevşeklik gösterip zayıf düşmemek huşsun-da mü'minleri uyarıp doğru yola irşad ettikten sonra, başlarına gelen bu kötülüklerin, Allah'ın mahlûkatıyle ilgili değişmez sünnetinin bir gereği olarak, zaferle neticelenen savaş günlerinin insanlar arasında değilştirilip durmasından ileri geldiğini açıklamıştır. Çünkü bunda, mü'minleri bazı günah ve kusurlardan arındırma ile, hidayet ve irşad gayesi vardır. Bazı üstün ahlâk ve faziletlerin, insana acı veren bir takım hâdiselerden sonra kazanıldığını hiç kimse inkâr edemez. Binâenaleyh neticesi zafer de osa, bir savaşın açtığı yaralarla, kaybedilen savaşların sebep olduğu acılar, bu yönden değerlendirildiği zaman, onların insan nefsinin terbiyesinde ne derece büyük rol oynadıkları kolayca anlaşılır. İşte, Allahu Ta'âlâ, önceki âyetlerinde bu gerçeği beyan ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde de, cennetin ancak, sabır ve sebatla Allah yolun­da cihad ederek nefislerini terbiye eden ve îmanlarını hâlis kılan mü'min-tere âit olduğunu bildirmiş, sonra da ölümden korkup savaştan kaç­makla cennetin kazanılamayacağını ve esasen ölümden kaçmanın da hiçbir fayda sağlamayacağını, bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [21]

 

142. Yoksa siz, Allah, içinizden cihada katüanla-n belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkar­madan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?

143.   Oysa siz, (Uhud'ta düşmanla ve) ölümle karşılaşmadan önce, ölümü (ve şehîd ol­mayı) temenni etmiştiniz. İşte şimdi bakıp onu (karşınızda) görüyorsunuz. (O halde mağlubiyet korkusu ve üzüntü neye?!)

 

142  Yukarıda da işret ettiğimiz gibi, Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle, yine mü'minlere hitap ederek cennete girmenin, ancak Allah yolunda cihadla ve cihadın insana yüklediği büyük mihnet ve meşakkate sabret­mekte mümkün olabileceğini bildirmiştir. Tıpkı Bakara sûresinin 214 üncü âyetindeki HEy mü'minler! Yoksa siz, sizden evvel gelip geçen, hattâ peygamberleri, beraberlerindeki mü'minlerle birlikte, Allah'ın yardı­mı ne zaman? diyecek kadar sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsılan (milletlerin hali, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sa­nıyorsunuz?" hitabı gibi, bu hitapta da, cennet yolunun ancak bazı sı­kıntılara sabretmekle açılabileceği belirtilmiştir ki, bu, daha önceki â-yet-i kerîmlerde tefsirini yaptığımız Allah'ın değişmeyen sünnetinin tabiî bir neticesidir.

Savaşta zaferle neticelenen günlerin insanlar arasında nöbetleşe değiştirilip durması, kâfirler yanında mü'minlerin de can ve mal kaybına maruz kalmaları ve bunların sebep olduğu açlık ve susuzluk gibi çeşitli sıkıntılar, hepsi de cennet yolunun aşılması güç engellerini teşlkil eder­ler. Binâenaleyh cennete girmeyi arzulayan bir insan bu engelleri aşmak zorundadır. Nitekim Hazreti Peygamber de, Müsli[22]

tarafından nakledilen bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Cennet, mekârih (nefse hoş gelmeyen şeyler)le örtülmüştür; cehennem de nef­sin hoşlandığı şehvetlerle kuşatılmıştır". Hadîs-i şerifte geçen mekârih kelimesi, mekruhun çoğulu olup, hoş olmayan, kötü ve çirkin şey manâsına gelir. Cennetin mekârih ile örtülü olması, insan nefsinin hoşlanmayacağı birtakım zorluklarla kuşatılmış olduğu manâsındadır. Binâenaleyh insan, nefsine hoş gelmeyen bu zorlukları aşmadıkça cen­nete giremeyecektir. Filhakika bazı ibadetler, nefse hoş gelmese ve insanı bazı sıkıntılara maruz bıraksa bile, İnsan bu sıkıntılara katlanmak zorunda kalır. Meselâ oruç ve zekât, bu İbadetlerdendir. Keza Altah yolunda savaş veya cihad da böyledir. İnsan, bunların sıkıntılarını sabırla karşılamadıkça ve onlara katlanmadıkça, cennetin etrafındaki engeller aşılmış olamaz ve cennete girilemez.

Yukarıdaki hadîs-i şerifte işaret edilen cehennem ise, insanların daha kolay girebilecekleri bir yer olarak görülmektedir. Zira cehennem, insan nefsindeki hırs ve tamâm kaynağı olan şehvetlerle kuşatılmıştır. Nefis bu şehvetlerin peşinde koştuğu sürece gideceği yer cehennem­dir.

Netice itibariyle Allahu Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmede mü'min-lere hitabederek buyurmuştur ki: Ey mü'minler! Siz, hiçbir güçlük çek­meden, hiçbir sıkıntı görmeden, özellikle Allah yolunda hiçbir cihada çıkıp ölümle burun buruna gelmeden, gözünüzden birini, yahut bir kulağınızı, bir kolunuzu, yahut bir ayağınızı bir kılıç darbesiyle savaş alanında kaybetmeden ve nihayet bütün bunların ortaya çıkardığı bir­birinden ağır sıkıntılara sabır göstermeden, cennete kolayca girebile­ceğinizi mi sanıyorsunuz? Allah, şüphesiz, sizin içinizden kimlerin Allah yolunda savaşacağını, kimlerin de savaştan kaçacağını ezelden beri biliyordu. Şimdi siz, Allah'ın bu bilgisi dahilinde Allah yolunda dö­vüşecek, kiminiz gazi, kiminiz de şehîd olacaksınız. Bu arada savaşın verdiği bütün sıkıntılara sabrederek göğüs gereceksiniz. İşte ancak böyle yaptığınız takdirde arzu ettiğiniz cennete girebilirsiniz. Aksi halde cennet yolu size kapalı kalır. [23]

 

143 Zaten siz, daha önce üzerinize Bedir'deki gibi bir günün gel­mesini, müşriklerle savaşmayı ve Bedir savaşına katılan mü'minlerin başına hayır olarak her ne gelmişse, kendi başınıza da aynı şeyin gel­mesini temenni etmiştiniz. Bedir'dekiler gibi Allah yolunda dövüşerek ölmeyi istemiştiniz. İşte şimdi, Uhud'ta temenni ettiğiniz o gün size gelip çatmıştır. Ölümü burnunuzun dibinde görüyorsunuz. Oklar başınızın üzerinde vızır vızır uçuyor; kılıçlar birbirine çarpıp etrafa kıvılcım saçıyor. Ölüm, yanınızda, sağınızda, solunuzda ve siz onu yere düşen asker­lerde görüyorsunuz. Böyle olduğu halde, sanki ölümü temenni edenler sizler değilmişsiniz gibi, nasıl olup da düşmana arkanızı dönüyorsunuz?

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bu âyet-İ kerîmedeki hitap, Uhut savaşına katılan mü'minleredir. Bilindiği gibi Mekkeli müşrikler Bedir hezimetinin intikamını almak için kuvvetli bir ordu ile Uhud dağının karşı taraflarında karargâh kurdukları zaman, Hazreti Peygamber, onları Medine'de beklemeyi ve savaşa Medîne'de girmeyi uygun görüyordu. Sahabenin büyükleri de bu görüşte idiler. Keza münafıkların lideri Ab­dullah İbn Ubeyy ibn Selûl de bu görüşü müdafaa ediyordu. Sahabenin çoğunluğu ve özellikle Bedir'e katılmamış olan gençler ise, Medîne dışına çıkmayı istiyorlar ve Bedir ehli gibi dövüşerek ecir ve sevab kazanmayı, Bedir şehîdleri gibi şehîd olmayı temenni ediyorlardı. Ancak savaş başlayıp da bilinen sebeplerle hezimet belirince, bilhassa ölümü veya şehîd olmayı temenni eden o gençler, ölüm korkusu ile kaçışmaya başlamışlardı: İşte yukarıdaki âyet-i kerîmenin muhatabı bunlardır. Bun­ların savaştan önce ölümü temenni ettikleri ve şehîdlik mertebesine nail olmayı istedikleri muhakkaktı. Çünkü Allahu Ta'âlâ âyetinde bunu vel* kad tekid harfleriyle haber vermiştir. Fakat savaşla birlikte temenni edilen şey fiilen gerçekleşmeye başlayınca, o istek ve temenni zail olmuş, ölümü temenni edenler, temenni ettikleri şeyden korkmuşlardır.

Bu hâdisenin örneğine bu gün ne kadar çok rastlanır! Bazı insan­lar vardır ki, her fırsatta dînini, vatanını ve milletini sevdiğini, dâima onların hizmetinde bulunmak istediklerini, gerektiğinde mallarını ve can­larını uğurlarında feda edebileceklerini söyler dururlar da, vatanın ve milletin gerçekten kendilerine ihtiyaç duyduğu bir anda zayıflık gösterir­ler, din, vatan ve millet için yapabilecekleri işe başlamadan ondan vazgeçerler. Oysa gerçek mü'min, ne kadar güç olursa olsun, hak olan ve yapılması gereken bir iş kendine teveccüh ettiği zaman, malı ve canı pahasına onu yapmaktan vazgeçmez. [24]

 

144. Muhammed,peygamberden başka bir kimse değildir. Ondan önce de şüphesiz (başka peygamberler) gelip geçmiştir. Öyleyse şimdi o, ölür, veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde (İslâm 'dan küfre) geri mi döneceksiniz? Topukları üzerinde fdm böyle dönüş yaparsa, (bilsin ki) Allah'a hiçbir şeyle zarar veremeyecektir. Allah, şükredenlerimükâfat-landıracakttr.

 

144 Uhud savaşında düşmanın ânî baskınını önlemek ve müslümanların arkadan kuşatılmalarına fırsat vermemek maksadıyle yerleş­tirilen okçuların ganimet sevdasıyle yerlerini terketmeleri üzerine, Hâlid İbnu'l-Velîd kumandasındaki müşriklerin müslümanları arkadan vurduk­larını ve bozguna uğrattıklarını daha önce anlatmıştık. Bu bozgunda müslümanlarla müşrikler o kadar biribirlerine karışmışlardı ki, bazan bir müslümanm diğer bir müslümanı düşman zannedip öldürmesi işten bile değildi. Bu hengâmede müşriklerden Abdullah İbn Kamî'e el-Leysî adında biri, Hazreti Peygambere benzettiği Mus'ab İbn Umeyr'i şehîd etmiş, sonra da "Peygamberi öldürdüm" diye bağırarak arkadaşlarının yanına koşmuştu. Bu hâdise müslümanları büsbütün şaşırtmış ve bü­yük bir ümidsîzliğe düşürmüştü. Bazıları Hazreti Peygamberin ölümün­den sonra yaşamanın hiçbir kıymeti kalmadığını düşünerek ve daha çok kılıca sarılarak bir an önce şehîd düşmek için ileri atılırken, diğer bazıları, yine aynı düşünceyle kılıcı ellerinden atmışlar ve bir kenara çökmüşlerdi, îmanı zayıf olan bazı müslümanlar da, "keski Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, Ebû Sufyân'dan bizim için aman dileseydi" demişlerdi. Bazı mü­nafıklar ise, daha da İleri giderek müslümanlara "eğer Muhammed pey­gamber olsaydı öldürülmezdi. Vakit geçirmeden Mekkeli kardeşlerinizin yanına ve eski dininize dönün" diyerek onları küfre davet etmişlerdi.

Hazreti Peygamber Uhud'ta öldürülmemiştir. Fakat bazı müslü-manların onun öldürüldüğünü zannederek müşriklerden aman dile­meye kalkışmaları, bazı münafıkların da müslümanları eski dinlerine, yani putperestliğe davet etmeleri, yukarıdaki âyet-i kerîmenin nüzulüne sebep olmuştur. Bu âyet-i kerîmeyle bazı gerçekler açıklanmış ve müslümanlar irşad edilmişlerdir. Her şeyden önce şu husus bir daha anlaşılmıştır ki, Muhammed, Allah tarafından seçilmiş bir peyamberdir ve diğer peygamberler gibi o da bir insandır. Dolayısıyle onun İbrahim ve Mûsâ gibi ölmesi, yahut Zekerriyya ve Yahya gibi öldürülmesi mukad­derdir. Başka bir ifadeyle, onun peygamber olması, ölmesine veya öldürülmesine engel değildir.

Peygambere ihtiyaç, ancak Allah'ın dîninin insanlara teblîğine gerek duyulduğu zaman hâsıl olur. Teblîğ işi tamamlandığı zaman da maksad hâsıl omuş demektir. Bundan sonra peygamberin ölmesi veya öldürülmesi, dînin bozulmasını veya ortadan kalkmasını gerektirmez.

Keza bir gaye uğruna yapılan savaşın devamının veya durmasının ordu kumandanıyle de hiçbir ilgisi yoktur. Kumandan savaşta ölür veya öldürülürse, savaşın durması ve ordunun düşmana teslim olması gerek­mez.

İşte Allahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede müslümanlara bu

gerçeği anlatmış, Hazreti Peygamberin başına herhangi bir şey gelmiş olsa bile, onun getirdiği nizamın devam etmesi hususunda onları irşad etmiştir.

Buna rağmen Peygamber öldü diye, daha önce kabullendikleri bu

nizamı bozmak, yahut Allah yolunda giriştikleri cihaddan vazgeçmek is­teyenler çıkarsa, bilmelidirler ki, bunlar, Allah'a hiçbir surette zarar veremezler. Aksine Allah'ın mü'minler için hazırladığı sevabtan ve güzel akıbetten nefislerini mahrum ettikleri için kendilerine zarar vermiş olur­lar. Çünkü Allahu Ta'âlâ, kendisine yardım edene, dînini yüceltene ve adını her tarafta yayıp yükseltene yardım etmeyi va'detmiştir. O, va'din-den asla dönmez. Ne îmanı zayıf olanların ve ne de münafıkların topuk­ları üzerinde dönüp irtidad etmeleri, O'nun va'dini yerine getirmesine engel olmaz. Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ, va'dettiği sayısız nimet­lerini üzerlerine yaydığı mü'min kullarının şükürlerini de karşılıksız bırak­maz ve onları hudutsuz bir şekilde mükâfatlandırır. [25]

 

145. (Şu da var ki), Allah'ın, izni olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm, belli bir süreye bağlanmıştır. Her kim dünya sevabı isterse, ona istediğinden veririz. Her kim de âhıret sevabı isterse, ona da, onu

veririz.ardından sağından solundan, vızır vızır oklar ve mermiler uçuşur, yanu s ravet e'd'cf hastalılarla, yahutta zelzele, sel, yangın gibi **rtft hâolelerievetabiat olaylanyla karşılaşır, fakat Allah'ın izni olmadıkça DU hâlelerden hiçbiri onun ölümüne sebep olmaz. Savaş alanında cesaretiyle ün yapmış asker, ön safta ve herKesin önünde düşmana saldırır da ölümden salim kalır; buna rağmen korku içinde bir kaya oyuğuna, yahut toprakta açılmış bir çukura sinen askerin ölüme yaka­landığı görülür. Bunun gibi, yaşlılığın verdiği yorgunluk ve bitkinlik içinde ölümü bekleyen nice insan dururken, henüz hayatı bile tanıya­mamış birçok genç, ölümün pençesine esir düşer. Bütün bunlar göster­mektedir ki, her ömrün bir eceli ve her ecelin de bir kaderi vardır; insan, bu ecelin ne zaman ve ne İle tamam olacağını bilemez; bu sebeple "kor­kunun ecele faydası yoktur" denilmiştir. Binâenaleyh ölümden korkarak Allah yolunda savaştan kaçmaya veya gevşeklik göstermeye gerek yoktur; çünkü kaçış, biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanı ölümden kur­tarmaz.

Âyet-i kerîme, hiç kimsenin, ölümünü çok kısa bir an da olsa ne geciktirebileceğini ve ne de çabuklaştırabileceğini, hayatın da mematın-da yalnız Allah'ın elinde olduğunu böylece açıkladıktan sonra, herkesin niyetine uygun olarak, ister dünyaya âit olsun, ister âhırete âit olsun, işlediği bütün amellerinin karşılığını hiç eksiksiz alacağını belirterek şöyle buyurmuştur: Her kim, işlediği amelle dünya nimetine nail olmayı dilerse, bu kendisine verilir. Her kim de amelleriyle âhıret sevabına nail olmak isterse, bu da ona verilir. Hiç kimse amelinin karşılığından başka bir şeyle mükâfatlandırılmaz. Hazreti Peygamberden rivayet olunan ve Buharî'nin $ahîh'\n\n de başında yer alan bir hadîs-i şerîf de aynı manâdadır. Hazreti Peygamber, bu hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Ameller niyetlere göredir. Her kişinin kazancında niyet ettiği şey vardır: Allah ve Rasûlu için hicret eden kimse, Allah'a ve Rasûlüne hicret etmiş olur. Kazanacağı bir dünya malı, yahut evleneceği bir kadın için hicret eden kimse de, dünya nimetine, yahut kadına hicret etmiş demektir".

Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle yine Uhud savaşında ganimet sev­dasıyla Hazreti Peygamberin emrine muhalefet edip, nöbet yerlerini ter-keden ve mağlubiyete sebebiyet veren müslümanlara tarizde bulunmuş ve şöyle demek istemiştir: "Eğer siz, dünya nimeti istiyorsanız, şunu bilesiniz ki, Allah bunu size menetmemiştir. Ancak bunun bir yolu vardır ve bu yola sülük ettiğiniz takdirde, hem dünya hem de âhıret nimetlerine nail olursunuz. Oysa siz, dünya nimeti peşinde koşarken âhıreti unutu­yorsunuz".

Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde, yalnız dünya nimeti peşinde koşan insanlardan sözedilirken, bunların, peşinde koştukları nimete kavuşsalar bile, âhıref nimetlerinden hiçbir şeye nail olamayacakları açık bir şekilde ifade edilmiştir. Biraz ileride de göreceğimiz gibi Ailahu Ta'âlâ ^i-i İmrân sûresinin 152 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Sizden bir kısmınız dünyayı, bir kısmınız da âhıreti istiyordu..." Bakara sûresinin 200 üncü âyetinde 'insanlardan öyle kimseler vardır ki, bize dünyada nasibimizi ver, Rabbımız, derler; böyleleri için âhirette nasîb yoktur..." denilmiş; Şûra sûresinin 20 nci âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Kim âhıret sevabını isterse, onun sevabını artırırız. Kim de dünya lezzetlerini isterse, ona da ondan veririz. Onun, artık âhıretten hiçbir nasibi yoktur". İsrâ sûresinin 18-19 uncu âyetlerinde ise, Allahu Ta'âlâ şöyle buyur­muştur: nKim dünyayı isterse, biz de orada ona, dilediğimizi dilediğimiz kimse için acele edip veririz; sonra da ona cehennemi hazırlarız. Yeril­miş ve kovulmuş olarak oraya girer. Her kim de mü'min olarak âhıreti ister ve çalışmasını oraya uygun bir şekilde yaparsa, işte böylelerinin çalışmaları (Allah katında) mükâfatlandırılmaya değer bulunur".

Bu âyet-i kerîmeler, bize şu gerçeği göstermiştir ki, insan, yalnız dünyanın değil, fakat hem dünyanın hem de âhıretin hayırlı olanını dilemelidir. Nitekim Bakara sûresinin yukarıda işaret ettiğimiz 200 üncü âyetinde ve onun devamında şöyle buyurulmuştur: İnsanlardan Öyle kimseler vardır ki, Rabbımız, bize dünyada nasibimizi ver, derler; böy­leleri için âhıreüe nasîb yoktur. Onlardan bazıları da derler ki: Rabbımız, bize dünyada iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru. Kazandıkları şeyden nasîbi olanlar, işte bunlardır. Allah, hesabı çabuk görendir".

Bu âyet-i kerîmeler, insanın iki çeşit irade veya İsteğin sahibi olduğunu gösterir ki, bunlar ve bunlara taalluk eden ameller onun saadetiyle yakından ilgilidir. Birincisi, kısa süren, gelip geçici dünya hayatıyla ilgili iradesi ve bu iradenin mahsûlü olan ameller; ikincisi de, ebedî âhıret hayatıyla ilgili olan iradesi ve bu iradeye taalluk eden amel­lerdir. İnsanlar, işte bu iki çeşit iradeyle birbirlerinden ayrılırlar ve biribir-lerinden üstünlük arzederler. Nitekim bir gurup vardır ki, sırf mevki sahibi olmak ve maddî hırslarını tatmin etmek için mücadele eder; kan döker ve bazı kuvvetlerin yardımıyla idareyi ele geçirirse, ülkeyi ifsad, insan­larını da zulüm ile helak eder. Bir başka gurup ise, hakkın müdâfası ve adaletin hakimiyeti için savaşır ve idareyi ele geçirirse, ülkeyi imar eder; insanlarına marufu emr ile onları münkerden nehyeyler ve mes'ûd in­sanlardan oluşan bir toplum meydana getirir. İşte, irade ve istekleri bir­birinden farklı olan bu iki gurubun, birbirinin aynı olduğunu ileri sürmek mümkün müdür?

Ferdler de böyledir: Adam kâr etmek ve kazanç sağlamak için gücünün yettiği her çareye başvurur. Hırs ve tama'ının baskısı ölçü­sünde hile yapar; yalan söyler; faiz yer; yetim demez, yoksul demez, herkesten bir şeyler toplamaya çalışır. Kısacası yediğinin helâl mi, haram mı olduğunu umursamaz. Böyle bir İnsanın, buna benzer amel­leri, hiç şüphesiz, onun irade ve isteğinden kaynaklanan amellerdir.

Hırs ve tama'ını frenlemesini bilen bir başkası, yalnız helâl kazanç için çalışır; ticaretinde doğruluktan ayrılmaz; hile ve yalan bilmez. Bununla birlikte kazancından fakire fukaraya Allah için infak eder; sadaka verir; çeşitli hayır kurumlarına yardım etmekten zevk alır. Bu şahsın amelleri de, kendi irade ve isteğinin neticesidir. Şimdi halkın bu iki çeşit insana eşit gözüyle bakması mümkün müdür? Keza bu iki insan, Allah indinde aynı derecede midir? Yoksa gerek İrade ve istek bakı­mından ve gerekse bunlara bağlı olarak sâdır olan ameller bakımından biri, diğerinden daha faziletli ve daha mı üstündür? Hiç şüphesiz, helâl kazanç için çalışan, haramdan uzak duran, hak ve hukuk tanıyan insan diğerinden daha faziletli ve Allah katında daha sevgilidir. Buna rağmen şunu hiç unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'âlâ'nın insanlar arasındaki mal taksimi, onların fazilet derecelerine göre değil, fakat yukarıda örnek­lerini zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden de anlaşılacağı üzere, irade ve is­teklerine göre takdir olunmuş, kim dünya malını istemiş ve esbabına gerektiği şekilde yapışmışsa, ona dünya malından vermiş; kim de dünya malı yanında âhıretin hayrını dilemişse, ona da dünya malıyla birlikte âhıret saadeti, hazırlamıştır.

Bu saadet, hiç şüphe yoktur ki, kendilerini dünya nimetlerine gark eden Allahu Ta'âlâ'ya şükretmesini bilenlerin mükâfatıdır. Şükretmesini bilenler ise, elbette malın helâlini ve haramını bilip de yalnız helâlini kazanan, kazandığından Allah yolunda infak eden ve gerektiğinde dîni, vatanı ve milleti uğruna canını da veren mü'minlerdir. Yoksa helâl haram demeden, yalan dolanla mal kazanan, bütün irade ve isteklerini yalnız bu yolda kullanan kimselerden Allah'a şükretmelerini beklemek ne kadar abestir. İşte bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmede "kim dünya sevabı isterse, ona istediğinden veririz; kim de âhıret sevabı isterse, ona da onu veriri?1 buyurduktan sonra, "şükreden-ieri mükâfatlandıracağız" demiştir ki, bu mükâfatın, yalnız âhıret sevabı isteyenlere âit olduğu, ömürlerini ve iradelerini yalnız dünya malı top­lamak için sarfedenlerin ise, bu mükâfattan mahrum kalacakları an­laşılır. Yukarıda çeşitli sûrelerden örnek olarak zikrettiğimiz âyetlerin delâlet ettiği manâ da budur: Kim dünyadan nasîb istemekle ömür tüketirse, ona âhıretten nasîb yoktur.

Allahu Ta'âlâ, müslümanların Uhud'a gelmezden önce, düşmanla karşılaşmayı ve hatta savaşırken ölmeyi büyük bir şevk ve heyecan ile temenni edip durduklarını, fakat düşmanla karşılaşıp, olan olduktan sonra bu şevk ve heyecanın kaybolduğunu anlattıktan sonra, peygamberleriyle birlikte savaşa katılıp aynı duruma düştükleri halde, sabreden, gevşeklik gösterip zayıf düşmeyen kavimlerden ibret almaları için misal­ler vermiş ve buyurmuştur ki: [26]

 

146.  (Gelip geçmiş nice) peygamber vardır ki, onunla birlikte bir çok tnü'min, savaşmıştır da, Allah yolunda kendilerine isabet eden (musibet)lerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermemişler, boyun eğmemişlerdir. Allah, sabredenleri sever.

 

147 mü'minler! Uhud gazvesinde müşriklerle savaştınız; onlara gâlib gelmiştiniz ki, içinizden bazılarının dünya malına tama etmesi ve kumandanlarının emrine uymaması yüzünden bozguna uğradınız. Bazı yakınlarınızın ve din kardeşlerinizin şehîd düştüklerini gördünüz. Pey­gamberinizin öldürüldüğü söylendi. Bir taraftan gördükleriniz, bir taraf­tan işittikleriniz, bir taraftan da bunlarla birlikte gelen bozgun sizi gevşetip zayıflattı; düşman karşısındaki mukavemetinizi kırdı. Önceden düşmanla savaşmayı ve Allah yolunda şehîd düşmeyi temenni edip dururken, dünyanın geçici lezzeti ve ölüm korkusu sizi sindirdi. Oysa kalbinizdeki îman ile bunların hiçbirisinin olmaması gerekirdi. Nitekim sizden önce de tâbi oldukları ve inandıkları peygamerleriyle birlikte pek çok kavim gelip geçti. Onlar da peygamberlerinin safında düşmanlarıyle dövüşmüş, eşlerinden dostlarından ve yakınlarından öldürülenler olmuştu. Hattâ bu öldürülenler arasında, bazan bir peygamber de bulunuyordu. Buna rağmen o kavimler, düşman karşısında gevşeklik göstermemiş, zayıf düşmemiş ve boyun eğmemiştir. Peygamberlerinin hayatında kendilerine isabet etmiş çeşitli musibetlere nasıl katlanıp sab­retmişler ve sebat göstermişlerse, peygamberlerinin ölümünden sonra da çeşitli güçlüklere göğüs germişler, sebat etmişlerdir; fakat hiçbir zaman topukları üzerinde geri dönüp peygamberlerinin yolundan ayrılmamışlardır. O halde ey mü'minler, siz de geçmiş kavimlerden ibret alarak sabır ve sebat gösterin. Bozguna uğradık, yakınlarımız öldü, neredeyse biz de ölüyorduk diyerek gevşemeyin, zayıflık göstermeyin. Sizden önceki kavimlere her ne isabet etmişse, size isabet eden de odur ve bu, Allah'ın gelip geçmiş kavimler gibi sizin hakkınızdaki değişmez sünnetidir. Bu itibarla sabredin. Allah sabredenleri sever. [27]

 

147  Peygamberlerine inanan ve onların yolunda giden geçmiş ka­vimlerin sabır ve sebata sımsıkı sarıldıkları o felâketli günlerde söyledik­leri yegâne söz, Rablarına yönelttikleri bir duâ İdi ve bu dualarında şöyle diyorlardı: Rabbımız! Senin yolunda yaptığımız cihad sebebiyle, günah­larımızı, işlerimizi yürütürken haddi tecavüz ederek işlediğimiz büyük küçük bütün hatalarımızı bağışla. Bizi hidayet ettiğin doğru yolda, ayak­larımızı sabit tut ki, bu yoldan ayrılıp dalâlete düşmeyelim. Kâfir kavim­lere karşı giriştiğimiz savaşlarda bizden yardımını esirgeme ki, gevşeklik gösterip zaafa düşmeyelim ve bozguna uğramayalım.

Bu duada yer alan ifadelerden öyle anlaşılıyor ki, insanların işledik­leri günahlar ve sık sık tekerrür eden hatalar, onların, yardımdan mah­rum kalmalarına ve aşağılanmalarına sebep olan âmillerdendir. Buna mukabil doğruluk, itaat, sabır ve sebat, yardım edilmelerini ve selâmete çıkıp kurtulmalarını sağlayan âmillerdendir. Bu sebepledir ki, Rab-larından, nefislerini kirleten günah kalıntılarını temizlemesini, ayaklarını hak yolda sabit tutup kaymaktan korumasını niyaz etmişlerdir. Keza âyeM kerîmeden, sayılarının çok olduğu anlaşılırsa da, bu çoklukla yetinmeyip yine de Allah'tan yardım diledikleri görülmektedir. Zira Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir işin gerçekleşmesi mümkün değildir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu gibi durumlarda Allah'a yönelerek duâ ve niyazda bulunmak, Allah yolunda cihad eden mü'minin kuv­vetini, azmini ve musibetler karşısındaki sabrını artıran en önemli âmil­lerdendir. Bu sebepledir ki psikologlar, mü'minlerin, savaşlarda kâfirler­den daha .sabırlı ve daha sebatkâr olduklarını itiraf ederler. [28]

 

148  İşte, peygamberleriyle birlikte bir taraftan düşmana karşı sabır ve sebatla savaşırken, bir taraftan da Allah'tan mağfiret ve yardım dileyen o geçmiş kavimlere, Allah da dünya sevabıyle âhıret sevabının en güzelini ihsan etmiştir. Onlara yardımlarıyle düşmana karşı zafer ve yeryüzünün efendiliğini, şeref, izzet ve kerametini vermiş, âhırette ise, onları Allah'ın rızasına,ve yakınlığına nail kılmıştır. Secde sûresinin 17 nci âyetinde de belirtildiği gibi, orada, "onlar için, yapmış olduklarına bir mükâfat olmak üzere, gözlerin aydın olacağı ne gibi nimetlerin giz­lendiğini hiç kimse bilemez". Bu mükâfat, onların dünyada iken

"Rabbımız, bize dünyada iyilik ver; âhırette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru" diyen mü'minlerden olmaları dolayısıyledir. Allah, şüphesiz, iyilik edenleri sever. Çünkü iyilik edenler, Allah'ın sünnetini yeryüzünde ikame ve bütün halleri ve amelleriyle, Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olduklarını izhar edenlerdir. [29]

 

149.  Ey îman edenler! Eğerküfreden kimselere itaat ederseniz, onlar sizi, topuklarınız üzerinde (İslâm'dan küfre) geri çevirirler de hüsrana uğrayanlara dönersiniz.

150.  Halbuki sizin mevlântz Allah'tır ve O, yardım edenlerin en hayırhsıdu.

151.  Allah'ın, hakkında hiçbir delil indir­mediği şeyleri O'na sirk koştukları için, küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların barınakları ateştir. Zâlimlerin kalacakları bu yer, ne kötü bir yerdir.         

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Uhud savaşının ve bu savaşın neticesinin müslümanlar üzerindeki menfî tesirlerini izale etmek ve onların Allah yolunda savaşmak hususundaki şevk ve heyecanlarını kaybetmemelerini sağlamak maksadıyla, onları irşad ettikten, gelip geçmiş eski kavimleri de örnek göstererek onların nasıl peygamber­leriyle birlikte düşmanlarına karşı savaştıklarını, başların çeşitli musibetler gelmiş olmasına rağmen, bunlara nasıl sabır ve sebatla mukavemet ettiklerini, bu musibetlere rağmen, nasıl Allah'tan mağfiret ve yardım dilemeyi hiç ihmal etmediklerini, bu yüzden de nasıl Allah'ın onları hem dünyada ve hem de âhırette en güzel bir şekilde mükâfat­landırdığını anlattıktan sonra, yukarıdaki âyetlerinde, yine Uhud'a şâhid olmuş bütün müslümanlara hitap ederek, onları kâfirlerin bir takım isnad ve iftiralarına karşı uyarmış ve şöyle buyurmuştur: [30]

 

149.  Ey îman edenler! Eğer küfreden kimselere itaat ederseniz, onlar, sizi topuklarınız üze­rinde (İslâm'dan küfre) geri çevirirler de hüsrana uğrayanlara dönersiniz.

150.   Halbuki sizin mevlânız Allah'tır; ve O, yar­dım edenlerin en hayırlisıdv.

 

149 AllahuTa'âlâ bu âyet-İ kerîme ile, mü'minlerin, Hazreti Peygam­berin nübüvvetini, yani peygamberliğini inkâr eden kâfirlere itaat et­memelerini istemiş, İtaat ettikleri takdirde, onların da küfre dönüp en büyük hüsrana uğrayacaklarını haber vermiştir. Âyet-I kerîmede sözü edilen kâfirler, bazı müfessirlere göre, intikam için Mekke'den gelen ve Uhud'ta Hazreti Peygambere karşı savaşan müşriklerin lideri Ebû Suf-yâh ve avanesidir. Diğer bazı müfessirler ise, bunların, münafıkların lideri Abdullah İbn Ubeyy ve adamları olduklarını belirtirler. Daha önce de zik­rettiğimiz gibi, münafıklar, îmanı zayıf mü'minlerin kalblerine şüphe sok­mak için, "eğer Muhammed Allah'ın Peygamberi olsaydı, bu hadise meydana gelmez, müslümanlar mağlub olmazlardı. Onun, diğer insan­lardan farkı yok! Savaş bazen lehine, bazen de aleyhine neticeleniyor. Bu itibarla siz, daha önce mensûb olduğunuz dîne dönün; kardeş­lerinizin yanına dönün" gibi lâflar ediyorlar ve onları İslâm'dan şirke, îman'dan küfre döndürmek istiyorlardı. İşte, münafıkların bu çeşit söz­lerine karşı Allahu Ta'âlâ, mü'minleri uyarmış ve "eğer kâfir münafıklara İtaat ederseniz, onlar sizi dîninizden uzaklaştırırlar ve îmandan sonra küfre döndürürler de, hem dünyada, hem de âhırette hüsrana uğ­rarsınız" buyurmuştur. Dünyadaki hüsran, mü'minlerîn, kâfirlerin hü­kümranlığını kabul edip onlara boyun eğmeleri ve aralarında zillet içinde yaşayıp dünya saadetinden ve yeryüzü hükümranlığından mah­rum kalmalarıdır. Oysa. Allah, îman eden ve sâlih amel işleyenlere ne güzel şeyler va'detmiştir. Nûr sûresinin 55 inci âyetinde buyurmuştur ki: "Allah, içinizden îman edenlere ve iyi iş işleyenlere, kendilerinden önceki mü'minleri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzünde hükümran

kılacağını, kendileri için hoşnud olduğu dinlerini, yine onlar için iyice yerleştireceğini ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vad'etmiştir."

Kâfirlere itaat ederek topukları üzerinde yeniden küfre dönecek olanların âhırette uğrayacakları hüsran ise, cehennemdeki ebedî azâbtır ve bu azâbtan, artık kurtuluş yoktur. [31]

 

150  Ey mü'minler! İşte, dünyada ve âhırette uğrayacağınız bu hüs­ranı düşünerek sakın îmandan sonra küfre dönmeyin. Kâfirlerin ve münafıkların sözüne kanarak dünya ve âhıret hayatınızı cehenneme çevirmeyin; Ebû Sufyân gibi kâfir, Abdullah İbn Ubeyy gibi münafık lider­lerin dostluklarına güvenmeyin. Onlar size asla yadım edemezler. Sizin asıl dostunuz, asıl yardımcınız ve asıl güvenceniz Allah'tır. Ve O, size dâima yardımcı olmayı da vad'etmiştir. Enfâl sûresinin 40 inci âyetinde, "iyice bilin ki, Allah sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâ ve ne güzel yar­dımcı..." buyurmuş, Muhammed sûresinin 10-11 inci âyetlerinde de demiştir ki: "Yeryüzünde hiç dolaşıp da kendilerinden öncekilerin akıbet­lerinin nasıl olduğuna bir bakmıyorlar mı? Kâfirler için işte böyle akıbet­ler vardır. Bu, Allah'ın, îman edenlerin dostu olması, kâfirlerin İse, hiçbir dostlarının bulunmaması dolay ısıyladır" Allah'ı dost edinmeyenler ise, hiç şüphesiz, çeşitli sapıklık içindedirler. Bu sapıklıklarının cezası da, dünyada ve âhırette daimî hüsrandır. Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ daha sonraki âyetinde şöyle buyurmuştur: [32]

 

151, Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na şirk koştukları için, küfreden­lerin kalblerine korku salacağız. Onların ba­rınakları ateştir. Zâlimlerin kalacakları bu yer, ne kötü bir yerdir.

 

151 Hazreti Peygamberin ve onun safında onunla birlikte Bedir'de ve Uhud'ta savaşan mü'minlerin başlıca düşmanları Mekke'li müşrikler­di. Bunlar, hicretten önce Hazreti Peygamberin İslâm'a davetini reddet­mekle kalmamışlar, bu davete icabet edip de müslüman olanlara akla gelmedik işkenceyi reva görmüşler, İslâm dîninin tebliğine de büyük ölçüde engel olmuşlardır. Nihayet bıçak kemiğe dayanınca hicret vâki olmuş ye Hazreti Peygamber, müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret ederek İslâm'ı orada yaymaya başlamıştır. Ancak İslâm'ı kabul etmeyen ve Mekke'de kalan müşrikler, Medine'de de müslümanlara rahat ver­memişler ve iki sene içinde biri Bedir'de, biri de Uhud'ta olmak üzere onlarla iki defa savaşa girişmişlerdir.

Müşrikler, kendi elleriyle taştan, ağaçtan veya çamurdan yaptıkları putları ilâh tanıyıp onlara ibadet ediyor ve dolayısıyie onları Allah'a şerîk, ortak koşmuş oluyorlardı. Kendilerine müşrik (=ortak koşan) denil­mesinin sebebi de bu idi. İşte, Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bunlardan sözetmiş ve ibadet ettikleri bu putların ilâh olduğuna dair aklî ve naklî hiçbir delil bulunmadığı halde onları Allah'a ortak koştukları için kalb-lerine korku salacağını haber vermiştir. Filhakika Allah'ın bu va'di Uhud'ta da gerçekleşmiş ve müşrikler, mü'minler karşısında hezimete uğramışlardır. Ancak bazı müslümanlann emirlere itaatsızhkları sebe­biyle savaşın neticesi değişmiş ve müslümanlar mağlûb olmuşlardır. Bu, müşrikler için, şirkleri dolayısıyle dünyevî bir cezadır. Âhırette ise, varıp dayanacakları yer, cehennem ateşidir ve orada ebedî kalacak­lardır. Bu, Allah'ı, Peygamberini ve Kitab'ını inkâr eden kâfirlerin ve kendi elleriyle yaptıkları putları ilâh edinenlerin cezasıdır. Bu, ne kötü bir ceza ve ne kötü bir barınaktır. [33]

 

152. Allah, size olan va'dini şüphesiz yerine getirmiştir; nitekim O'nun izni (ve yardımı) ile kâfirleri öldürüyordunuz. Ne var ki bu yardım, arzu ettiğiniz zaferi size gösterdikten sonra, za'fa düştüğünüz, ve­rilen emir hususunda çekiştiğiniz ve isyan ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız dünyayı, bir kısmınız da âhıreti istiyordu, (Bu sebeple) Allah, imtihan et­mek için sizi onlardan (ve yardımını da sizden) geri çekmiş, bununla beraber, yine de sizi bağışlamıştır. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdv.

153.   (Savaş alanından siz, boyuna) uzak­laşıyor ve hiç kimseyle ilgilenmiyordunuz; Peygamber ise, arkanızdan sizi çağırıp du­ruyordu. Bu yüzdendir ki, elinizden kaçır­dığınıza ve başınıza gelen musibete üzül-memeniz için, Allah size keder üzerine keder vermiştir. Allah, yaptıklarınızdan hakhyle haberdârdır.

154.   Sonra, bu kederin ardından, size öyle bir güven (duygusu), bir uyku (hali) indirdi ki, içinizden bir gurubu (kamilen) örtmüş­tü. Diğer bir gurub ise, yalnız kendi can-lanyle uğraşıyorlar, Allah hakkında da, câhüiyye zannı gibi hak olmayan bir zan besleyerek "bu zafer isinden bize düsen bir şey mi var ki?" diyorlardı. (Ey Mu­hammedi) De ki: Bütün iş Allah'a mah­sustur. Sana açıklayamadıkları şeyikendi içlerinde gizliyorlar ve diyorlar kU"Eğer bu isten bize düşen bir şey olsaydı, burada öldüriilmezdik". (Ey Muhammedi Onla­ra) De kt Evinizde bulunsaydınu bÜe, alınlarına öldürülme yazûmış olanlar, öl­dürülüp düşecekleri yere giderlerdi Bu, Allah'ın, gönüllerinizdekini denemesi ve kalblerinizdekini temizlemesi içindir. Al­lah, gönüllerde olanı hakkcyle bilendir.

155.   (Savaş için) iki ordunun karşdaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler, şüphesiz irtikâb ettikleri bir takım şeyler dolayısıyle, şeytanın yoldan çıkarmak istediğj. kimse­lerdir. Bununla beraber Allah, onları yine de bağışlamıştır. Allah, şüphesiz çok ba­ğışlayıcı, çok şefkatlidir.

 

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, Uhud savaşının başlangıcıyle bitimi arasında cereyan eden olayların vecîz bir özetini teşkil eder. Taberî'nin haberine göre, Hazreti Peygamber, Uhud'ta müşriklerle karşı karşıya geldiği ve okçularını dağın belirli yerine yerleştirdiği zaman, onlara "yerinizi terketmeyin. Düşmanı hezimete uğratmış olsak bile oradan ayrılmayın. Siz oradan ayrılmadıkça galibiyetimiz devam edecektir" demiş ve Abdullah İbn Cubeyr'i de başlarına kumandan olarak vermişti. Bundan sonra savaş başlamış ve bilindiği gibi, mü'minler düşmanı hezimete uğratmışlardı. Ancak savaşın kesin neticesi alınmadan bazı mü'minlerin ganimet peşine düşmesi, bunu gören okçuların da yerlerini terkederek ganimete koşması, savaşın müslümanlar aleyhine dönmesine sebep olmuştu. Çünkü okçuların mevzilerini terkettiğini gören düşman kumandanı Hâlid İbnu'l-Velîd, süvarileriyle müslüman-ları arkadan kuşatma hareketine girişmiş, dağılan düşman da bundan faydalanarak toparlanmış ve müslümanların üzerine saldırmıştı. Böy­lece arada kalan müslümanlar büyük bir hezimete uğramışlar ve 70 kadar şehid vermişlerdi.

Kısaca tekrar özetlediğimiz Uhud olayının üzerinde durulması ge­reken iki önemli noktası vardır. Birincisi, Hazreti Peygamberin dağın stratejik bir yerine yerleştirdiği okçulara, ne olursa olsun yerlerini asla terketmemelerini emretmesi ve onlara bu şarta bağlı olarak zafer va'det-mesi; ikincisi İse, okçulardan çoğunun, ganimet sevdasıyle emre itaat etmeyip yerlerini terketmeleri; buna karşılık aralarından îmanı kalblerine iyice yerleştirmiş olan çok az sayıdaki bazı müslümanların ganimet için ayrılan arkadaşlarına Hazreti Peygamberin emrini hatırlatarak ayrılma­larına engel olmaya çalışmaları.

Uhud savaşında görülen bu iki önemli nokta, savaşın kazanıl­masında ve kaybedilmesinde rol oynayan iki âmil olarak tezahür etmek­tedir. Eğer okçular, emre uyup yerlerini terketmeselerdi, zafer mağ­lubiyete dönüşmeyecekti. Bunun içindir ki, Hazreti Peygamber, onlara bunu sıkı sıkı tenbih etmişti. Ve bir de, okçular, eğer îman kalblerine iyice yerleşmiş olsaydı, asla emre muhalefet etmeyecek ve yerlerini ter-ketmeyeceklerdi. Buna göre, şu husus iyice belirmiş olmaktadır ki, Allah'ın ve Rasûlü'nün emirlerine tam. teslimiyet, ancak, îmanın kemal mertebesine ulaşmasıyla mümkün olabilmektedir. Eğer îman kemal mertebesine ulaşmamış ise, emir ve nehiylere kolayca karşı gelinebil-mektedir. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu gerçeği, en veciz bir şekilde görmek mümkündür. Allahu Ta'âlâ buyurmuştur ki: [34]

 

152. Allah, size olan va 'dini şüphesiz yerine getir­miştir; nitekim O'nun izni (ve yardımı) ile kâfirleri öldürüyordunuz. Ne var ki bu yar­dım, arzu ettiğiniz zaferi size gösterdikten son­ra, zaafa düştüğünüz, verilen emir hususun­da çekiştiğiniz ve isyan ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız dünyaya bir kısmınız da âhıreti istiyordu. (Bu sebeple) Allah, imtihan etmek için sizi bağışlamıştır. Allah, müminlere karşı çok lütufkârdır.

 

152 Bazı haberlerden öğrenildiğine göre, Uhud'ta olan olduktan ve Hazreti Peygamber ashabıyle birlikte Medîne'ye döndükten sonra sahabîlerden bazısı "Allah bize zafer va'dettiği halele, bu hezimet nereden?" gibi bazı lâflar etmişlerdi ki, bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir. Filhakika daha önce de açıkladığımız gibi Allahu Ta'âlâ, savaşta sabır ve sebat etmeleri şartıyle mü'minlere yardım edeceğini vad'etmiş, Hazreti Peygamber de, okçulara yerlerini terketmedikleri tak­dirde galibiyetin kendilerinde olacağını, onlara haber vermişti. Nitekim Allah'ın müslümanlara yardımı ve savaşı kolaylaştırması sebebiyle müşrikleri vurup öldürmekte ve onları hezimete uğratmakta güçlük çek­memişlerdi. Allah'ın bu yardımı ve mü'minlerin düşman karşısındaki üstünlüğü, arzu ettikleri zaferi gördükleri vakte kadar devam etmişti. Evet, Allah'ın va'dettiği ve Hazreti Peygamberin müjdelediği zafer, müşriklerin hezimetiyle kendisini göstermişti ve müslümanlar, Bedir'den sonra yeni bir zafere daha kavuşmuş olacaklardı.

Ne var ki, zaferin kendilerine yöneldiğini farkettikleri anda, her şeyin olup bittiği zehabına kapılmışlar ve nefislerini, ganimet peşine düşme sevdasından alıkoyamamışlar ve bu yüzden de zaafa düşmüşlerdi. Bu zayıflık ise, Hazreti Peygamberin, okçuların yerlerini terketmemeleri hususundaki kesin emri üzerinde ihtilaf etmelerine yol açmış, bazısı, "yerimizi terketmeyelim" derken, büyük bir çoğunluk da aksi görüşü müdâfa etmiş ve neticede Hazreti Peygamberin emrine karşı gelinerek, o yer terkedilmişti. Bundan da anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamberin em­rine muhalefet ederek terkedilmemesi gereken yeri terkedenier, dün­yayı ve dünya malını istiyorlardı. "Yerimizi terketmeyelim" deyip sebat edenler ise, âhıreti istiyorlardı. Okçuların büyük çoğunluğu dünyayı is­tedikleri içindir ki, Allah da onlara istediklerini vermiş ve yardımını da onlardan geri çekmiştir. Bu, aslında bir imtihan idi ve Allah, gerçek mü'minlerle, mü'minler arasında bulunan münafıkları ve îmanı zayıf olanları birbirinden ayırmayı ve herkese, kimin ne olduğunu göstermeyi murad etmişti.

Allah, Uhud'ta mü'minlere hatalarının cezası olmak üzere bir mağ­lubiyet acısı tattırmıştı ama, yine de onların günâhlarını bağışlamış, gü­nâhlarının eserini üzerlerinden silmişti. Nitekim daha sonraki savaş­larda yardımlarını onlardan esirgememiş ve onlara şanlı zaferler ihsan etmiştir. Allah, kendisine ve Peygamberine îman edenlere karşı dâima lütuf sahibidir. Yeter ki mü'minler bunu bilsinler... [35]

 

153. (Savaş alanından siz, boyuna) uzaklaşıyor ve hiç kimseyle ilgilenmiyordunuz; Peygam­ber ise, arkanızdan sizi çağırıp duruyordu. Bu yüzdendir ki, elinizden   kaçırdığınıza ve

başınıza gelen musibete üzülmemeniz için, Allah size keder üzerine kedervermiştir. Allah yaptıklarınızdan hakhyle haberdârdır. 154. Sonra, bu kederin ardından, size öyle bir güven (duygusu), bir uyku (hali) indirdi ki, içinizden bir gurubu (kamilen) örtmüştü. Diğer bir gurup ise, yalnız kendi canlarıyle uğraşıyorlar, Allah hakkında da, cahiliyye zannıgibi hak olmayan bir zan besleyerek vbu zafer işinden bize düşen bir şey var mı ki?" diyorlardı. (Ey Muhammedi) De ki: Bütün iş Allah'a mahsustur. Sana açıklayamadıkları şeyi kendi içlerinde gizliyorlar ve diyorlar ki: "Eğerbu işten bize düşen bir şey olsaydı, bura­da öldürülmezdik". (Ey Muhammedi On­lara) De ki- Evintde bulunsayduıız bile, alın­larına öldürülme yazılmış olanlar, öldürülüp düşecekleri yere giderlerdi Bu, Allah'ın, gö-nüllerinizdekini denemesi ve kalblerinizdeh-nitemizlemesiiçindir. Allah, gönüllerde olanı hakhyle bilendir. [36]

 

153 Allahu Ta'âiâ, Uhud'ta bozguna uğrayan müslümanların, boz­gundan sonraki perişan hallerini açıklamaya devam etmiş ve buyur­muştur ki: Ey müslümanlar! Siz bozguna uğradıktan sonra, arkanızahiç bakmadan ve size sesleneni hiç duymadan şaşkın ve perişan, dağda uzaklaşırken, Peygamber de geride kalanlarınıza "ey Allah'ın kulları, bana dönün; ben Allah'ın Rasûlüyüm! Ey Allah'ın kullan bana dönün" diye bağırıyor, fakat hiçbiriniz dönüp bakmıyordunuz. Oysa Peygam­berde sizin için usve-i hasene (güzel örnek) vardı; sabrında ve sebatın­da ona uymanız gerekirdi; fakat çoğunuz bunu yapmadınız.

Peygamberin emrine karşı gelip yerinizi terketmekle ve sonra da hezimete uğramakla Peygamberi büyük kedere soktunuz. Allah da size bozguna uğramanın, birçok dost kaybetmenin ve savaş ganimetlerini elden kaçırmanın kederini verdi. Böylece birbiri arkasına gelen keder­ler, sizin davranışlarınızın cezası olduğu gibi, bundan sonra elden kaçıracağınız çeşitli menfaat ve ganimetlerin ve başınıza gelecek musibetlerin acısına da alışmış oldunuz. Allah, bütün yaptıklarınızdan ve bunları niçin yaptığınızdan hakkıyle haberdârdır. Hiçbir şey O'na gizli değildir. Ve O, aynı zamanda herkesi kendi ameliyle muhakeme etmeye kaadirdtr. Kimin ameli kötü ve çirkin ise, onu, o amelinden dolayı cezalandırır. Kimin ameli de iyi ve güzel ise, onu da o ameliyle mükâfat­landırır. [37]

 

154 Ey müsiümanlar! İşte kendi amellerinizin bir neticesi olmak üzere, Uhud'ta birbiri arkasına size verilen bu kederlerden sonra, Allah, üzerinizdeki savaş korkusunu gideren bir güven, savaşın sebeb olduğu yaraları iyileştiren, zafiyet ve yorgunluğu ortadan kaldıran bir uyku hali vermiştir. Filhakika insan, ancak güven içinde bulunduğu, herhangi bir korku ve endişesi olmadığı zamanlarda uyuyabilir. Korkulu ve endişeli olan insanı uyku tutmaz. Uhud'taki hezimetten sonra, müslümaniarın üzerine bir uyku halinin çökmüş olması ve bu uykunun da müslüman-lardan ancak bir guruba isabet etmesi, onların, savaşın yol açtığı bütün korku ve endişelerden kurtulduklarına ve tam bir güven içinde bulun­duklarına delâlet eder,

Müfessirler, Uhud'ta müslümaniarın üzerine çöken bu uyku halinin, savaş anında mı, yoksa savaştan sonra mı vukubulduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, bunun savaştan sonra olduğu, büyük çoğunluğun da bu görüşe sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Zira bazı haberlerden öğrenildiğine göre, müsiümanlar, savaş bittikten ve iki taraf birbirinden ayrıldıktan sonra, düşmanın tekrar geri dönüp baskın yapması ihtimaline karşı saf halinde nöbet tutarken, üzerlerine çöken bu uyku sebebiyle kılıç ellerinden düşüyor, eğilip onu aldıktan bir süre sonra onun tekrar düşmüş olduğunu farkediyorlardı. Savaş halinde iken böyle bir uykunun çökmüş olduğu düşünülse, müslüman-lardan büyük bir çoğunluğun savaş alanında kılıçtan geçirilmesi işten bile olmazdı. Fakat durum böyle olmamış, her ne kadar müsiümanlar hezimete uğrasalar bile, başlangıçta zafer kazanacak kadar zinde bir şekilde dövüşmüşler, ancak okçuların yerlerini terketmeleri sebebiyle gafil avlanmışlardır. Yoksa bu hezimet uykunun sebep olduğu bir hezimet değildir.

Yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anlaşıldığı gibi, bu uyku, müs-lümanlardan ancak bir gurubun üzerine çökmüştür. Bu gurup, gerçek mü'minlerin oluşturduğu bir guruptur ve Uhud'taki hezimetin, müzmin­lerin günâh ve hataları yüzünden ileri geldiğini anlamakta güçlük çek­memiş ve Allah'tan af ve mağfiret dilemişlerdir. Zira daha önce tefsirini yaptığımız Âl-i Imrân sûresinin 135 İnci âyetinde de belirtildiği gibi, tak­va sahibi mü'minler, "çirkin bir kötülük işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettiklerinde, Allah'ı zikredip, günâhlarının bağışlanmasını dilerler." Allah'tan günâhlarının bağışlanmasını dileyen bu mü'minler, şuna da

yakînen inanıyorlardı ki, Uhud'ta günâhlarının cezası olarak düşman karşısında hezimete uğramış olsalar bile, Allah'ın mü'minlere yardım ve zafer va'di vardır. Bu va'd bir gün gerçekleşecek ve mü'minler bekledik-leri zaferi kazanacaklardır. Allah, va'dinden asla dönmez. İşte gerçek mü'minler bu duygu ve düşünce içinde Allah'tan af ve mağfiret dilerken, Allah, bir lütuf ve bir nimet olmak üzere onlara bu uyku halini vermiş ve onların, yeni bir düşman saldırısıyle ilgili içlerini dolduran korku ve endişeleri, savaşın sebep olduğu yorgunluğu ve acılan bu uyku ile izale etmiştir.

Bu uykudan nasibi olmayan diğer guruba gelince, bunlar ken­dilerinden başkasını düşünmeyen, Allah hakkında câhiliyye zannı gibi ; doğru olmayan bir takım düşünceleri bulunan ve bu yüzden "bu zafer işinden bize düşen bir şey mi var ki?" diyen zayıf îmanlı, münafık kim­selerdi. Bu sözleriyle, zaferin kazanılmasında veya kaybedilmesinde kendilerine düşen hiçbir şey olmadığını söylerken, Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini de inkâr ediyorlardı. Çünkü onlara göre, gerçek din ile Allah'ın yardımı arasında çok sıkı bir bağlantı vardı ve Allah, Muhammed'e yardım etmemişti. Eğer o, Allah'ın Peygamberi ol­saydı, onun tebliğ ettiği din de Allah'ın dîni olur ve ona yardım ederdi. Uhud'ta cereyan eden olaylar göstermiştir ki, bu din hak din değildir.

Münafıklar bu görüşleriyle büyük hataya düşüyorlardı. Daha önce de açıkladığımız gibi, Allah'ın peygamberlerine yardımı, giriştikleri savaşların bazan lehlerine, bazan da aleyhlerine neticelenmesine engel değildir. Allah'ın birçok Peygamberi giriştikleri savaşlarda hem zafer kazanmışlar, hem de kabetmişlerdir. Fakat hayırlı akıbet dâima mü'minler içindir.

İşte bu manâda ve bir cümle-i mutenza olarak Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede Hazreti Peygambere hitap ederek "ey Muhammed! Onlara bütün işin Allah'a mahsus olduğunu söyle" demiştir. Evet her şey, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki sünnetine göre cereyan eder. O, bir nizam koymuş ve bu nizam içinde sebep ve esbabı birbirine rabteylemiştir. Her şey bir sebebe bağlı olarak bu nizama uygun bir şekilde vukubulur. Bundan dolayıdır ki, kendisine yardım eden mü'miniere yardım edeceğini beyan etmiş ve bu va'dini Mücâdele sûresinin 21 inci âye­tinde "Allah, ben ve peygamberlerim mutlaka gâlib geleceğiz, diye yaz­mıştır*', Saffât sûresinin 173 üncü âyetinde de "gâlib gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur1' sözleriyle açıklamıştır.

Gerçek bu olduğu halde, münafıklar bunu kabule yanaşmıyorlar, fakat Hazreti Peygambere açıklayamadıkları asıl niyet ve düşüncelerini içlerinde gizleyerek "bu yardım işi ve zafer bizim elimizde olsaydı, yahut

başka bir ifadeyle, Muhammed'in iddia ettiği gibi, zafer mü1 mirilere âit olsaydı, burada mağlûb olmaz ve bizden de bir çok kimse öldürülmez-di" diyorlar ve insan ecelinin mahdut, ömrünün de muvakkat olduğundan habersiz görünüyorlardı. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ, Peygamberine emrederek onlara cevap vermesini istemiş ve şöyle buyurmuştur; Ey Muhammedi Onlara de ki: Siz evinizde olsanız ve savaşa da katılmasanız, içinizden eceli gelen ve Allah'ın ilminde savaş alanında öldürüleceği sabit olan kimse, yine de öldürüleceği yere gider ve Allah'ın ilminde nasıl öldürüleceği sabit olmuşsa, o şekilde öldürülür. Hİç kimsenin, akıbetini, Allah'ın ilmi dışındaki bir akıbetle değiştirmesi mümkün olmadığı gibi, olması mukadder olan bir şeyin Allah'ın ilmi dışında bulunması da mümkün değildir. Kısaca denebilir ki, ne sakınmakla kader defedilebilir; ne de tedbir almakla takdire mukavemet olunabilir. Bu itibarla haklarında öldürülmeleri takdir olunanlar, her ne olursa olsun, mutlaka öldürülürler. Bu, ecelleri sona erenlerin akıbet­lerinin öldürülmek olması ve Allah'ın mü'minleri îman ve ihlâs yönünden denemesi içindir. Böylece Allah, kimin îmanı kuvvetli, kimin îmanı da zayıf ise, bunları ortaya çıkarır; sonra da kaibleri, içlerindeki îmanı zayıflatan şeytanın vesveselerinden tasfiye eder, temizler. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah, göğüslerde olan bütün sırları bilir. Bu itibar­la O'nun kullarını imtihan etmesi, sırlarını bilmesinden değil, fakat onları açığa çıkararak mü'minleri çeşitli güçlüklere alıştırıp sabretmeyi öğret­mek, münafıkları da teşhir etmek istemesindendir. [38]

 

155. Savaş için iki ordunun karşılaştığı gün, içiniz­den yüz çevirip gidenler, şüphesiz, irtikâb et­tikleri bir takım şeyler dolayısıyle, şeytanın yoldan çıkarmak istediği kimselerdir. Bunun­la beraber Allah, onlanyinede bağışlamıştır. Allah, şüphesiz çok bağışlayıcı, çok sefkat- lidir.

 

155 Mü'minleri arkadan kuşatmalarına engel olmak ve âni baskınları geri püskürtmek için, Hazreti Peygamberin dağ kenarında yerleştirerek her ne olursa olsun bu yeri terketmemelerini emrettiği okçular, hiç şüphesiz şeytanın iğvasına kapılmışlar, onun kalblerine soktuğu vesvese ile terketmemeleri gereken yerden ayrılmışlar ve ganimet peşine düşmüşlerdir. Küçük hatalar müsamaha ile karşılandığı takdirde, şeytanın insan nefsini istilâ etmesi kolaylaşır. Okçuların dav­ranışı da böyle olmuş ve yerlerini terkedip ganimet peşinde koşturmanın

büyük bir zarar meydana getirmeyeceği, dolayısıyla yaptıkları işin de büyük bir suç teşkil etmeyeceği görüşüyle hareket etmişlerdir. Fakat bu düşünce ve davranış, daha sonra cereyan eden büyük hâdiselere, en kötüsü de, Hazreti Peygamberin yaralanmasına sebep olmuştur. Yine küçük gördükleri bu hata sebebiyle, düşman karşısında kazanılmış olan bir zafer elden gitmiş, onun yerine ise, bütün acılarıyle bir hezimet gelmiştir. Yahut başka bir ifadeyle, şeytanın onları içine düşürdüğü bu hata, ganimet hırsı dolayısıyle yerlerini terketmelerinden sonra, zayıflığa ve hezimete dönüşmüştür.

Bu hâdise bize, insan ahlâk ve taBiatı hakkında Allahu Ta'âlânın değişmeyen bir sünnetini öğretmektedir ki, o da, insan nefsine veya toplumla olan ilişkilerine arız olan bazı musibetlerin, insanın bizzat kendi amelinin tabiî bir neticesi olmasıdır. Şu var ki Allah, insan nefsine tesir etmeyen, meleke veya âdet haline getirilmeyen, insandan iradesi dışında sâdır olmakla beraber tekerrür etmeyen amelleri affeder. Nitekim Şûra sûresinin 30 uncu âyetinde bu hususla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: "Başınıza gelen her musibet, sizin kendi ellerinizin yaptıkları işler yüzündendir. Böyle olduğu halde Alan çoğunu affeder".

Mü'minlerin Uhud'ta mağlubiyetlerine sebep olan günâhlarına gelince, Allahu Ta'âlâ, her ne kadar yardımını onlardan çekmekle onları cezalandırmış ise de, bu, dünyevî bir cezadır. Âhırete taalluk eden ceza hakkında ise, Allah onları bağışlamış ve yukarıdaki âyet-i kerîmede bunu açıkça beyan etmiştir. Allah, tevbe edenlerin cezasını bağışlar ve günahkârları cezalandırmakta acele etmez. [39]

 

156. Ey îman edenler! Küfreden veyeryüzünde (herhangi bir sebeple) yolculuğa çıktık­ları, yahut savaşa katıldıkları zaman, (ölen) kardeşleri hakkında, Allah 'in, ken­di kalblerinde (onlara karsı) bt hasret (ve bir üzüntü) yaratmak için (söylettiği) "ya­nımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürül­mezlerdi" (sözünü) söyleyenler gibi olma­yın; zira yaşatan da öldüren de Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakhyle görendir.

157. Hiçbir şüphe yoktur M, Allah yolunda öl-dürülseniz, yahut ölseniz, Allah'ın (âhı-rette günâhlarınızı) bağışlaması ve rahmeti, (kâfirlerin dünyada) topladıkla­rından çok daha hayırlıdır.

158.  Ve yine şüphe yoktur ki, Ölseniz, yahut öldürülseniz, Allah'ın huzurunda mutla­ka toplanacaksınız.

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmelerinde, Uhud savaşının, mü'minlerin hezimetiyle sona erişinin sebeplerini açıkladıktan, bu münâsebetle Allah'ın yardımla İlgili va'dinin yerine getirildiğini, ancak bu yardım neticesinde zafer kazanılmışken, bazı mü'minlerin, Hazretİ Peygamberin emri üzerinde ihtilâfa düşüp çekişmeleri dolayısıyle zayıf düştüklerini, sonra da ganimet uğruna zaferi elden kaçırdıklarını; netice itibariyle hezimet ve mağlubiyetin, bazı zayıf îman sahibi kişilerle münafıklara arız olan şeytanın vesveselerinden ileri geldiğini açıkladıktan sonra, yukarıdaki âyet-i kerîmelerinde de, mü'mintere hitap ederek, şeytanın vesveselerine mağlub olan kâfirler gibi olmamaları ve özellikle takdîr-i ilâhiye taalluk eden ve insanoğlunun bilgisi dışında bulunan ölüm konusunda yanlış zanna dayalı sözler söylememeleri hususunda onları uyarmış ve şöyle buyurmuştur: [40]

 

156. Ey îman edenler! Küfreden ve yeryüzünde (herhangi bir sebeple) yolculuğa çıktıkları, yahut savaşa katıldıkları zaman, (ölen) kar­deşleri hakkında, Allah'ın, kendi kalblerinde (onlara karşı) bir hasret (ve bir üzüntü) ya­ratmak için (söylettiği) yanımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi" (sözü­nü) söyleyenler gjbi olmayın; zira yaratan da öldüren de Allah'tır. Allah, yaptıklarınızı hakhyle görendir.

156 Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîme'de, mü'minleri, ölümle ilgili bazı görüş ve sözleri sebebiyle kâfirler gibi olmaktan menetmiştir. Kâfirler­den maksat, Abdullah İbn Ubeyy ve adamları gibi münafıklardır. Âyet-i kerîmede münafıklardan "kâfir" olarak sözedilmesi ve ölümle ilgili sözleriyle küfür arasında bir bağlantı kurulması, bu sözlerin, herhangi bir mü'min tarafından söylenmesinin mümkün olmaması dolayısıyledir. Ticaret veya gezinti maksadıyle seyahata çıkan bir kimse, yolda veya gittiği yerde ölürse, savaşa katılan kimse de savaşta öldürülürse, bu gibileri hakkında ancak kâfirler tarafından söylenilebilecek olan bu söz, âyet-i kerîmede şöyle ifade edilmiştir; "Yanımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi". Filhakika münafıklar, müslümanların Allah yolunda cihada çıkmalarını engellemeye çalışıyorlar, bunlardan biri şehid düşünce de, "biz demedik mi? Cihada çıkmayıp yanımızda kalsaydı, başına bu felâket gelmez ve öldürülmezdi" diyorlardı.

Aslında bu söz, İslâm'ı bilmemekten ve onu inkâr hevesinden kaynaklanıyordu. Daha önce tefsîrini yaptığımız 145 inci âyette Allahu Ta'âlâ, "Allah'ın izni olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir*1 buyurmakla, ölümün, Allah'ın ilminde süresi ve vakti belirli bir olay olduğunu ve hiç kimsenin tedbirle bunu değiştiremeyeceğini apaçık beyan etmiştir. Şunu unutmamak gerekir ki, İslâm'daki kaza ve kader akîdesi, insanı, kendisinden sâdır olan fiilleri İşlemeye mecbur tutan, zorunlu kılan bir akîde değildir. Başka bir ifadeyle insan, işlediği bir fiili, kaderinde bulunduğu için zorunlu olarak işlemiş değildir. Fakat o, cüzi de olsa irade, kudret ve ilim sahibidir ve o fiili kendi ihtiyariyle işlemiştir. Bu bakımdan kaza ve kader akîdesinde kader, ilâhî ilmin bir şeye taalluku; kaza da, o şeyin üâhî ilme uygun olarak vukuudur. Bu itibarla, vukubulan bir şey, Allah'ın ilmine muvafık olarak vukubulur; fakat bu ilim, o şeyin vukubulmasını zorlayıcı ve yaptırıcı bir özelliğe sahip değildir. İnsanın bir şeyi yapmaya niyet edip de sonradan bunu yapmaktan vazgeçmesi, ya o şeyin yapılmasındaki maslahatla ilgili bil­gisinin değişmesinden, ya o işi yapmaya gücünün yetmemesinden, ya da onun yapılmasını engelleyen bir şeyin bulunmasındandır. Bunlar, insanın, irade, kudret ve ilim yönünden ne kadar nakıs bir varlık olduğunu gösteren delillerdir. Bu itibarla  o, ölüm sebeplerini ilmiyle

ihata edemez. Bazılarını bilse bile, onlardan sakınıp ölümü durdurmaya kaadir olamaz. Kendilerini savaş alanının göbeğine atan nice insan ölümden kurtulur da, siper arkasında başını çıkarmaya korkan bir çok kimsenin isabet alarak öldüğü görülür. Bütün bunlardan şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, insanla ilgili olarak her ne vâkî olursa, onun vukuu, insanın cüz'î iradesindendir. Eğer insan, Allah'ın yardımına hulûs-ı kalb ile îman edecek olursa, Allah, onun için meçhul olan saadet sebeplerini öğrenmesine yardım eder ve o da bu sebeplere yapışmak suretiyle umud ettiği saadete kavuşur. Kısacası, ümidsizliğe düşmeden ve tembelliğe yönelmeden, Allah'ın yardımını dileyerek saadet yollarını arayıp bulmak insanın işidir.

İşte bütün bunları düşünmekten uzak bulunan münafıklar, yol­culuğa çıkan veya savaşa katılanların öldürülmeleri halinde ölüm sebebinin yola çıkmak veya savaşa katılmak olduğunu zannederek "yanımızda kalsalardı, bunlar başlarına gelmezdi" derler. Böylece, yol­culukta veya savaşta ölen ve öldürülen dostlarına karşı kalblerindeki hasret daha çok artar ve daha çok zayıflık hissederler. Bu, yolculuğu ve savaşi ölüm sebebi zannetmeleri dolayısıyle, onlar için Allah'ın bir cezasıdır; böyle düşündükleri sürece de Allah onların kalbierindeki has­reti, elemi ve acıyı artırır. Bu sebeple ey mü'minler, siz de o kâfirler gibi düşünerek ölenlerinizin ardından "yola çıkmasaydı, savaşa katılmasaydı ölmez ve öldürülmezdi" demeyin. Böyle diyerek o kâfirler gibi olmayın. Aksi halde yola çıkmaktan ve savaşa katılmaktan korkar, çekinirsiniz. Yolda ölmek veya savaşta öldürülmek korkusu bütün benliğinizi sarar da, zayıf düşer, hedefinize ulaşamazsınız. Halbuki ölümünüzün veya öldürülmenizin sebebi ne yolculuk, ne de savaştır. Fakat hayatınızın devamında veya ölümünüzde yegâne etken, hayat ve ölüm sebeplerini kendi sünnetine göre,tanzim eden Allahu Ta'âlâdır. Binâenaleyh 0, bazan ölüm için müsait olan bir ortamda yolcuya veya savaş alanındaki savaşçıya hayatını bağışlar da, evinde çeşitli nimetler arasında ve huzur içinde oturan kimseye ölüm verir. Uhud'ta kuşatma hareketiyle müslümanlan mağlûb eden, müstüman olduktan sonra da İslâm'ın zaferi için kılıç sallayan meşhur kumandan Hâlid İbnu'l-Velîd'in ölüm döşeğinde şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Vücudumun bir karış yeri yoktur ki, orada bir kılıç veya mızrak yarası bulunmasın. Buna rağmen işte ben bir hayvan gibi ölüyorum. Ne kötü bir akıbet"!.

Allah, herkesin ne yaptığını, içlerinde, sözlerinin ve amellerinin şekillenmesinde başlıca etken olan ne gibi inançlar taşıdığını hakkıyle bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Bu İtibarla ey mü'minler nefislerinizi

şeytanın vesveselerinden uzak ve temiz tutun ki, kâfirlerden sâdır olan şeyler, sizden de sâdır olmasın. [41]

 

157. Hiçbir şüphe yoktur ki, Allah yolunda öl-dürülseniz, yahut ölseniz, Allah'ın (âhırette günahlarınızı) bağışlaması ve rahmeti, (kâ­firlerin dünyada) topladıklarından çok daha hayırlıdır.

158. Ve yine şüphe yoktur ki, ölseniz, yahut öl-dürülseniz, Allah'ın huzurunda mutlaka top­lanacaksınız.                                          

 

157 Allah yolunda ölmek, hiç şüphesiz, Allah'ın insanları hidayet ettiği, gerçekleştiği zaman razı olduğu, insanın iyilik ve hayır yolunda yapabileceği en üstün ve en güzel amellerden biridir. Allah, din için, vatan için ve millet İçin Allah yolunda ölen kimseye mağfiret eder; onun günâhlarını bağışlar ve rahmetinden onayüksek mertebeler ihsan eder. Hal böyle olunca, akıl sahibi insanın, geçici dünya malına tama ederek Allah yolunda şehîd olup dünyada hayırla yâd edilmeyi, âhırette de günâhları bağışlanıp en yüksek mertebelere nail olmayı terketmesi nasıl mümkün olur? Nasıl geçici dünya malının lezzetini, ebedî âhıret haya­tının sonu hiç gelmeyecek olan tadına tercih edebilir? [42]

 

158 Bu itibarla, ey insanlar, şunu iyice bilesiniz ki, ölümünüz hangi sebeple olursa olsun, sonunda Allah'ın huzurunda toplanacak, sonra da her biriniz müstehak olduğunuz ceza ile cezalandırılacaksınız. İyi olanlarınız iyilikleriyle, kötü olanlarınız da kötülükleriyle lâyık olduğu­nuzu bulacaksınız. Bu sebeple ey insanlar, sizi Allah'a yaklaştıracak ve O'nun rızasını kazandıracak olan amellere ve özellikle Allah yolunda cihada önem verin; dünyaya ve onun lezzetlerine kapılmayın; zira bun­lar fânidir, geçicidir. Âhıret hayatı ise, bakidir, daimîdir. [43]

 

159. Allah'ın bir rahmeti dolayısıyledir ki, sen onlara kar şıyumuşak davrandın; eğer ka­ba, katı kalbli olsaydın, elbette etrafından dağdır giderlerdi Bu itibarla onlan bağışla ı     ve onlar için Allah'tan mağfiret dile; işlerinde de onlara danış. Bir şeye azmettiğin     zaman da, Allah 'a güven. Allah, şüphesiz, i     (kendisine) güvenenleri sever. I6p. Allah size bir yardım ederse, artık size gâlib gelecek (hiçbir düşman) yoktur. Sizi bir de yardımsız bırahrsa, ondan sonra artık size yardım edecek kim vardır? Bu sebepledir ki mü'minler, Allah'a dayanıp güvensinler.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde müzminlere hitabederek onları kâfirlerin kalblerini ifsad eden şeytanın vesveselerine karşı uyarıp bir takım söz ve davranışlarında onlar gibi olmamak, Allah'ın mahşer günü bütün insanları iyi ve kötü amelleriyle huzurunda toplayacağını düşünerek o güne yalnız iyi amelle hazırlanmak hususunda irşad ettik­ten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, sevgili Peygamberinin Uhud'ta savaşan mü'minlerin kusurlarını bağışlaması, onlara karşı yumuşak davranması ve üzerlerine gitmemesi dolayısıyle onu medhetmiştir. Bilin­diği gibi Uhud'ta zafer mü'minlere yönelmişken, bazı müslümanların Hazreti Peygamberin emrine aykırı hareket etmeleri, hem mağlubiyete, hem de yetmiş kadar sahabînin öldürülmesine sebep olmuştu. Hazreti Peygamber bile bu yüzden yaralanmıştı. Bununla beraber o, bu neticeyi sabırla karşılamış, hatalı davrananlara yumuşaklıkla hitap etmiş, onları cezalandırma veya sert ve ağır sözlerle azarlama cihetine gitmemişti. Hazreti Peygamberin bu davranışı, hiç şüphesiz, Kur'ân'a uymasının tabiî bir neticesi idi; zlraJJhud savaşı dolayısıyle birbiri arkasına pek çok âyet nazil olmasına ve bu âyetlerde müslümanlardan bazılarının zayıflıkları, emirlere karşı gelmeleri ve kusurları açıklanmış bulunmasına rağmen, onların bu kusurlarının bağışlandığına ve zaferin yine de mü'minlerin olacağına dair ifadeler yer almıştır. Bu âyetler sebebiyledir ki, Hazreti Peygamber de onlara yumuşak davranmış ve kusurlarını bağışlamıştır. Bu konuyla ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [44]

 

159. Allah 'vn bir rahmeti dolayısıyledir ki, sen on­lara karsı yumuşak davrandın; eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette etrafından dağılır giderlerdi. Bu itibarla onlan bağı§la ve onlar için Allah 'tan mağfiret dile; islerinde de on­lara danış. Bir şeye azmettiğin zaman da, Allah'a güven. Allah, şüpesiz, (kendisine) güvenenleri sever.

160. Allah, size bir yardım ederse, artık size gâlib gelecek (hiçbir düşman) yoktur. Sizi bir de yardımsız bırahrsa, ondan sonra artık size yardım edecek kim vardır? Bu sebepledir Jâ, mü'minler, Allah'a dayanıp güvensinler.

 

159  Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmesinde Hazreti Peygambere hitap ederek şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Bazı ashabından, insan yaratılışının tabiî bir neticesi olarak kızgınlığı, ağır söz söyleyip levmet-meyi ve hattâ cezalandırmayı gerektiren bazı kötü davranışlar zuhur etti. Hem de bu davranışlar, savaş korkusunun kalbleri doldurduğu ve teh­likenin henüz ortadan kalkmadığı bir zamanda ortaya çıktı ve zaferle neticelenmek üzere olan bir savaşın kaybedilmesine sebep oldu. On­lara bu davranışlarından dolayı levmedebilir, en ağır sözleri söyleyebilir ve en ağır ceza ile onları cezalandırabilirdin. Buna rağmen sen onlara böyle muamele etmedin. Allah'ın, senin kalbine indirdiği ve Kur'ân ahlâk ve âdâbiyle birlikte yalnız sana hâs kıldığı bir rahmet sebebiyle onlara güzel muamelede bulunup yumuşak davrandın. Eğer böyle yapmayıp onlara sert ve acımasız davransaydın, yahut kötü muamele etseydin, hiç şüphesiz, senden koparlar, ayrılırlar ve bir daha seninle olmazlardı. Böylece onları hidayet ve doğru yola irşad görevin de tamamlanmamış olurdu. Çünkü insanlara birbiri arkasına peygamber göndermekten maksat, onlara Allah'ın şeriatını veya dînini tebliğ etmektir. Bu da ancak, insanların, kendilerine gönderilen peygamberlere kalben meyletmeleri ve onlara bağlanmalarıyle mümkün olur. Bu ise, peygamberlerin, ken­dilerine inanan insanlara son derece merhametli, şefkatli ve bağışlayıcı olmalarına bağlıdır. Kötü huylu, çirkin ahlâklı insana hiç kimse tahammül edemez.

Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle Hazreti Peygamberi güzel ahlâkı ve Uhud'ta kusurlu hareket eden ashabına karşı güzel davranışı dolayısiyie medheîmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de onun ahlâkını medheden başka âyetler de vardır. Meselâ, Kalem sûresinin 4 üncü âyetinde, "mu­hakkak ki sen en yüksek ahlâk üzeresin", Ahzâb sûresinin 21 inci âyetinde, "sizin için, Allah'ı ve âhtret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır", Tevbe sûresinin 128 inci âyetinde de, "(ey mü'minler!) Size, kendi içinizden sı­kıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere karşı müşfik, merhametli bir Peygamber gönderilmiştir' buyurulmuştur. Ebû Dâvûd {Sünen, 1.309) tarafından nakledilen bir hadîste ise, Hazreti Âiş'e, Hazreti Peygamberin ahlâkını soran bir kimseye "sen hiç Kur'ân okumaz mısın? Peygamberin ahlâkı Kur'ân idi" cevâbını vermiştir.

Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin, ashabı hakkındaki davranışını tasvîb ettikten ve ona bu davranışı kazandıran güzel ahlâkını medihkâr bir ifadeyle belirttikten sonra, hatalı davranışları dolayısiyie ashabını bağışlayıp onlar için Allah'tan mağfiret dilemesini, İşlerinde dâima on­lara başvurup görüşlerini almasını ve bir işi yapmaya azmettikten sonra da, onu, Allah'a dayanıp güvenerek yapmasını emretmiştir. Bu emir, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmış olan Hazreti Peygamberin af ve danışma hususundaki tatbikatını devam ettirmesini emir mahiyetindedir. Zira Hazreti Peygamber, ashabına karşı dâima yumuşak, lütufkâr ve kusur­larını bağışlayıcı bir davranışa sahip olduğu gibi, çeşitli konularda on­lara danışmayı da ihmal etmezdi. Nitekim Uhud savaşı için hazırlıklara henüz başlandığı sırlarda Hazreti Peygamber, savaşın Medîne içinde mi, yoksa Medîne dışında mı yapılması hususunu ashabına danışmış, kendisi, düşmanı şehirde beklemeye taraftar olduğu halde, çoğunluğun şehir dışına çıkmayı savunduğunu görünce,onların görüşüne uymuş ve Uhud dağı eteklerinde mevzilenmişti.

Hazreti Peygamber, müslüman toplumun lideri olmasına ve onlara yepyeni bir dünya görüşü kazandırmasına rağmen, istişarenin önemini elbette çok iyi biliyor, hiçbir önemli meselede tek başına karar verip, onu uygulamaya kalkışmıyordu. Yine biliyordu ki, bir toplumun görüş birliğine vardığı bir meselede, hata yapmış olma ihtimâli, tek bir kişinin görüş bildirdiği meselede hataya düşme ihtimalinden çok daha az olduğu gibi, ışlerinı.görüşleri ne kadar isabetli olursa olsun, bir kişiye havale eden bir toplumun maruz kalacağı tehlike, görüş birliğiyle hareket eden bir toplumun maruz kalacağı tehlikeden de çok daha şid­detlidir.   .     ,

İstişare, şüphesiz, münâkaşaya yol açan bir iştir. Özellikle müsteşarların, yani görüşlerine başvurulan kimselerin veya danışman­ların çok olması halinde bu münâkaşaların daha da şiddetlendiği olur. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamber, bir meseleyi ashabına danıştığı zamanlarda, herbirini büyük bir sükûnetle dinler ve görüşler arasında bir tercih yapmak durumunda kaldığı zaman, toplumun menfaatine en uygun ve en az zararla neticelenecek olan görüşü tercih ederdi.

Danıştıktan ve görüş alışverişinden sonra yapılacak iş hususunda kalbte kesin bir kanaat oluşup da onu yapmaya azmedince, artık Alla­h'a tevekkül etmek, O'na güvenip dayanmak gerekir. Nitekim Allahu Ta'âlâ bu konuyla ilgili olarak, âyet-i kerîmede "azmettiğin zaman da, Allah'a tavekkül et' buyurmuştur.

Âyet-i kerîme, bir işin başarıya ulaşması için başlıca üç şartın yerine getirilmesi gerektiğini göstermektedir. Birincisi, meşveret veya danış­ma, ikincisi azimet, yani meşveret neticesi işi neticelendirmek için takip edilecek yolun kesinlik kazanması ve o yola sülük etmeye karar veril­mesi, üçüncüsü de Allah'atevekkülüdür. Bu şartlarla birlikte gözönünde bulundurulması gereken önemli bir husus da, azimetten, yani takip edilecek yol kesinlik kazanıp, o yola sülük etmeye karar verdikten sonra, görüş değiştirmemek ve verilen karardan dönmemektir. Azmi bozmak ve karardan dönmek, insanın, söz ve fiilerinde itimada lâyık olmadığına delâlet eden bir ahlâk zayıflığıdır. Böyle bir kimsenin, dev­letin çeşitli kademelerinde idareci olarak bulunması, veya bir ordunun kumandanı  olması  halinde,  o  idarenin  veya  ordunun  ne  hale gelebileceğini tahmin etmek güç değildir. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber, ilk görüşünden dönen kimselerden görüş almaz, onların görüş bildiren sözlerine de kulak aşmazdı.

Şunu da unutmamak gerekir ki, her işin belirli bir vakti ve süresi vardır. Danışma vakti sona erince, artık iş, veya amel vakti girer. Bu vakit içinde şûradan alınan karar gereğince işe başlamak ve sonuca ulaşmak gerekir. İşe başladıktan sonra şûranın karar değiştirmesi ve yapılan işi iptal etmesi caiz değildir. Şûra, kararında hata yapmış olsa bile sonuca katlanmak gerekir; zira bu sonuç, işe azmettikten ve Allah'a tevekkül ettikten sonra, Allah'ın takdir ettiği bir sonuçtur ve olanı geri çevirmek artık mümkün değildir.

Allah'a tevekkül etmek, azmedilen işin, ancak O'nun yardımıyle hayırlı bir sonuca ulaşacağına İnanmak demektir. Bu itibarla müslüman-ların, bir işi yapmaya azmettikleri zaman, Allah'a tevekkül etmeleri, O'na güvenip dayanmaları gerekir. Yalnız sahip olduğu güce veya kuvvete, yahutyalnız görüşünün doğruluğuna veya haklılığına güvenip dayanan kimse, hüsrana uğrar; zira bunların hiçbiri, Allah'ın muvafakati ve yardı­mı ile birleşmedikçe insanın başarıya ulaşması mümkün değildir.

Gerçek manâda tevekkül, ancak sebeplere yapışmakla olan te­vekküldür. Sebeplere yapışmaksızın tevekkül iddiasında bulunmak, dîne ve dînin temelini teşkil eden Kur'ân'a aykırıdır. İnsan yaşamak için karın doyurmak zorundadır. Karın doyurmak için de, bu işin sebeplerine yapışmak gerekir. Karın doyurmanın sebepleri ise, helâl olan çeşitli yol­lara başvurarak çalışıp kazanmak, kısacası karın doyurmanın meşru yollarına sülük etmektir. Oturup da rızkı Allah'tan beklemek, tevekkül değil, tembelliktir. Nitekim Hazreti Peygamber,[45] tarafından nakledilen bir hadîsinde "siz, Allah'a gerçek manâ'da tevekkül etmiş olsanız, Allah'da sizi, kuşları rı-zıklandırdığı gibi rızıklandırır" buyurmuştur ki, bu, tevekkülün ancak gayret ve çalışma ile beraber olduğunu gösterir. Zira kuş, çalışarak rız­kını temin eden varlıklara gösterilebilecek en güzel örnektir: Sabahleyin yuvasından karnı boş olarak ayrılır; akşamleyin dolu olarak döner. İmam Ahmed İbn Hanbel bazı kimselerin "biz oturur ve rızkımızı Allah'tan bekleriz" dediklerini hatırlatan oğluna şu cevabı vermiştir: "Bu, çok çir­kin ve kötü bir görüştür. Allah'ın Cum'a sûresinin 9 uncu âyetinde, "ey îman edenler, Cuma günü namaz için ezan okunduğunda, alışverişi bıra­kıp, Allah'ın zikrine koşun..." buyurduğunu görmüyorlar mı?".

Gerçek manâda tevekkülün, ancak esbaba yapışmakla olabile­ceğine delâlet eden pek çok Kur'ân âyeti vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: "Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur; o halde yerin sırtların­da dolaşın ve rızkından yeyin..." (Mülk sûresi, 15). "Ey îman edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın" (Enfâl sûresi, 60). "Kendinize azık edinin; şüphesiz azığın en iyisi tak­vadır" (Bakara sûresi, 197). (Peygamber Lût'a hitaben "(EyLût!) Gece­leyin bir ara ailenle birlikte yola çık' (Hûd sûresi, 81). "Musa'ya, kulları­mı geceleyin yola çıkarmasını vahyettik..." (Tâ-Hâ sûresi, 77). Bu âyetlerin hespinde de Allah, kullarına esbaba tevessül etmelerini ve gerekli tedbiri almalarını emretmiş, fakat Kur'ân'ın hiçbir yerinde, Allah'a tevekkül ettikten sonra, tedbire gerek bulunmadığına dair hiçbir şey söylememiştir. O halde Allah'a tevekkül ediyorum diyerek çalışmayı ter-ketmek ve gerekli tedbirleri almamak, İslama, İslâmın esası olan Kur'ân'a aykırıdır. Böyle düşünen ve böyle davranan kimse, Kur'ân'a ve sünnete muhalefet etmiş olur. Bu sebepledir ki ey müslümanlar, bir işi yapmaya azmettikten sonra, Allah'a tevekkül edin; O'na güvenip dayanın; ve ondan sonra da azmettiğiniz şeyi gerçekleştirmeye koyulun. Şunu unutmayın ki, Allah, gerçek manâda kendisine tevekkül

edenleri, güvenip dayananları sever. Bu sevginin en bariz tezahürü de, sevilenlerin işlerine yardım etmesi ve kendileri için hayırlı olacak sonuca onları ulaştırmasıdır. Bu sebeple mütevekkil olanlar, dâima Allahu Ta'âlânın muaveneti altında bulunurlar. Hattâ işleri, istedikleri sonuca ulaşmamış olsa bile, bunda kendileri için mutlaka bir hayır bulunduğuna da inanmaları gerekir; çünkü Allah'ın mü'min kullarına va'di budur. [46]

 

160. Bu itibarla şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki, Allah size yardım elini uzattı mı, artık size karşı gâlib gelecek, sizi hükmü altına alacak hiçbir güç ve hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim Bedir'de böyle olmamış mı idi? Düşman sizden kat kat üstün olduğu halde, Allah size yardım etmişti de, nasıl onları kırıp geçirmiş, mahv u perişan etmiştiniz? Bu, elbette savaş hakkındaki meşveretten sonra doğru karar verip savaşa azmet­mekten ve sonra da gücünüzün yettiğince silâh ve kuvvet hazırlayıp Allah'atevekkül etmekten dolayı idi. Eğer Allah'ın yardımını gerektirecek bu şartlan yerine getirmemiş olsaydınız, Allah da sizden yardım elini çekseydi, düşmana nasıl gâlib gelirdiniz? İşte Uhud! Bazılarınız ganimet sevdasına kapılıp da kumandanınızın emrine karşı gelerek yerlerini ter-kedince ve Allah'a tevekkül etmeyi de unutunca, Allah nasıl sizden yardım elini çekmiş, sonra da hezimete uğramıştınız? O halde bütün mü'minler, bunları gözönünde bulundurarak Allah'a hakkıyle tevekkül etsinler; O'na güvenip dayansınlar; zira O'ndan başka yardımcı yoktur.

Hiçbir peygambere ganimet malından giz­lice alıp hıyanetlik etmesi yaraşmaz. Her kim bu hıyanetliği yaparsa, kıyamet günü, hıyanetliği (nin ağır günâhı) ile gelir. Son­ra herkese kazancı, haksızlığa uğratılmak-svzın ödenir.

Allah'ın rızasını kazanan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi midir? Zira onun varacağı yer, cehennemdir ve (orası da) ne kötü bir yerdir. Onların hepsi de Allah katında derece derecedirler. Allah, yaptıklarını hakkıyle görendir.

Allah, kendilerine, içlerinden ayetlerini onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönder­mekle, mü 'minlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, Uhud savaşında bazı sahabîlerin, Hazreti Peygamberin emrine muhalefet ederek yerleştiril­dikleri mevziyi terketmekle büyük bir suç işlediklerini, buna rağmen Hazreti Peygamberin onlara karşı yumuşak davranıp hatalarını ba­ğışladığını ve onlar için Allah'tan mağfiret dilediğini, böyle yapmakla da üstün bir ahlâk örneği gösterdiğini, zira sert ve katı davranmış olsaydı, onların kendisinden kopup dağılacaklarını hatırlatarak, onlara karşı daima bu şekilde davranmasını, onlar için Allah'tan mağfiret dilemesini ve işlerinde her zaman onlara danışmasını, bir işe azmedince de Allah'a tevekkül etmesini emretmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, yine savaşla ilgili olmak üzere, savaşlarda ele geçirilen ganimet meselesine değinerek, peygamberlerin bu ganimet mallarından tıiçbir şeyi gizlice almalarının mümkün olmadığını, daha doğrusu böyle bir davranışın, onların peygamberlikleriyle asla uyuşmayacağını açıklamıştır.

Ganimetle ilgili bu âyetlerin, Bedir'de mi yoksa Uhud'ta mı nazil olduğu hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Dâvûd (Sünen, II. 356)'un ve Tirmizî (Sönen, V. 230)'nin İbn Abbâs'a varan bir isnadla naklettikleri bir haberden anlaşıldığına göre, bu âyet Bedir'de nazil olmuştur Sebebi Ho, kaybolan ganimet malı kırmızı bir kadifedir.

Bu kadifenin, kaybolması üzerine bazı kimseler "belki onu Rasûlullah (s.a.s.) almıştır" demişler, bunun üzerine de "hiçbir Peygambere ganimet malından gizlice alması yaraşmaz1* âyeti nazil olmuştur.

Bu haber, Bedir'de vukubulan bir hâdiseyi aksettirmekte ve âyetin de o sırada nazil olduğunu göstermekte ise de, onun siyak ve sibakın­da yer alan âyetlerin Uhud'la ilgili oldukları gözönünde bulundurulursa, yukarıdaki İbn Abbâs hadîsinin gerçeği tam olarak aksettirmediği sonucuna varılır. Nitekim müfessirlerin Kelbfden ve Mukatil'den naklet­tikleri başka bir haber, âyet-i kerîmenin Uhud savaşıyla ilgili olarak nazil olduğunu göstermektedir. Bu habere göre âyet, Uhud günü, Hazreti Peygamberin yerleştirdiği okçuların, ganimet maksadıyle mevzilerini terketmeleri üzerine nazil olmuştur. O zaman okçular demişlerdir ki: "Peygamberin, kim ganimet olarak bir şey elde ederse, o onundur, demesinden ve Bedir'deki gibi ganimet malını taksim etmemesinden kocktuk". Hazreti Peygamber ise, onlara, "emrim gelinceye kadar mev-zilerinizi terketmemenizi size tenbih etmemiş miydim?" dediği zaman, onlar "diğer kardeşlerimizi orada bırakmıştık" cevabını vermişler, Haz­reti Peygamber de onlara şöyle buyurmuştu: "Hayır, siz, ganimet malını gizlice alacağımızı ve onu taksim etmeyeceğimizi zannettiniz".

Hazreti Peygamber, bu teşhisinde ne kadar haklı ise, okçular da bu zanlarında ve bu zanna istinaden yerlerini terketmelerinde o kadar hatalı idiler. "Muhakkak ki zannın bir kısmı büyük günâhtır" (Hucurât sûre­si, 12). "Zan, hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz" (Yûnus sûresi, 36). Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi indirmiş ve okçuların yanlış zanlarını reddemek için şöyle buyurmuştur: [47]

 

161. Hiçbir peygambere, ganimet malından gizlice alıp, hıyanetlik etmesi yaraşmaz. Herkim bu hıyanetliğiyaparsa, kıyamet günü, hıyanetliği (nin ağır günâhı) ile gelir. Sonra herkese kazancı, haksızlığa uğratümaksıztn ödenir.

 

161 Taksim edilmemiş ve sahibi henüz belli olmamış ganimet malından gizlice alıp saklamak ve sonra da ona sahip olmak, âyet-i kerîmede ğulûl kelimesiyle ifade edilmiştir. Gull veya gulûl gizlice almak manâsına geldiği için, önceleri hırsızlık manâsında kullanılmış, daha sonra lûgatta, taksim edilmemiş ganimet malından gizlice almaya tah­sis edilmiştir. Binâenaleyh, Allah'ın peygamberlerinden herhangi birinin üzerinde başkalarının da hakkı olan bir ganimet malını alıp, ona hıyanet­lik etmesi olacak şey değildir. Böyle bir davranış, onun peygamberlik sıfatıyle asla uyuşmaz. Allahu Ta'âlâ, bu beyanla, Uhud'ta okçuların yanlış bir zanna kapılarak Hazreti Peygamberin ganimet malını taksim etmeden ona sahip olacağı düşüncesini ve bu düşünceyle mevzilerini terketmiş olmalarını şiddetle reddetmiştir. Zira kim olursa olsun, ganimet malından gizlice alır ve ona hıyanetlik ederse, kıyamet günü yaptığı kötü işin büyüklüğüne delâlet eden ve onu açıkça gösteren bir halde haşrolunur. Buharî (Sahih, IV. 36-37) ve Müslim {Sahîh, III. 1461) tarafından nakledilen bir hadîs-i şerifte Ebû Hureyre şöyle demiştir: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bize gulûldan ve günâhının büyüklüğünden sö-zederek buyurdu ki: "Sakın sizden birinizle, kıyamet günü omuzunda meleyip duran ganimet malı bir koyunla, bir diğerinizle omuzunda ho-murdayan ganimet malı bir atla, -yâ Rasûlallah! Bana yardım et, derken karşılaşmayayım. Zira ona derim ki: Sana yardım etmeye muktedir değilim. Sana Allah'ın hükmünü tebliğ etmiştim. Keza başka birinizle omuzunda böğüren ganimet malı bir sığırla - bana yardım et yâ Rasû­lallah, derken karşılaşmayayım. Ona da, yapabilecek hiçbir şeyim yok... Sana tebliğ etmiştim, derim. Bir başkasıyle omuzunda sessiz altın gümüş yükü ganimet maliyle, -bana yardım et, yâ Rasûlallah, derken karşılaşmayayım. Ona da yapabilecek hiçbir şeyim yok, çünkü sana tebliğ etmiştim, derim. Bir başkasıyle, omuzunda yellenen ganimet el­biseyle, -bana yardım et, yâ Rasûlallah, derken karşılaşmayayım. Ona da, yapabilecek hiçbir şeyim yok, ben sana Allah'ın hükmünü tebliğ etmiştim, derim".

Âyet-i kerîmede de, ganimet malını gizlice alan kimsenin, kıyamet günü o malla birlikte geleceği açıklanmıştır. O malla birlikte gelmek, tem­silî bir beyan tarzıdır. Bununla kasdedilen manâ, gizlice alınmış olsa bile, Allahu Ta'âlâ'nın, o malın alındığını bilmesi ve kıyamet günü onu alana bir ceza olmak üzere, yaptığı işin herkese ifşa edilmesidir. Çünkü hır­sızın hırsızlık ettiğinin bilinmesi, onun, çaldığı mallarla görülmesine bağlıdır. Binâenaleyh, ganimet malını gizlice alan kimse de, kıyamet günü, çaldığı malla yakalanmış hırsız gibi olacaktır. Yoksa gerçek manâ­da, sırtında gizlice aldığı mal olduğu halde ortaya çıkacak değildir.

Hırsız, çaldığı malın; ganimet malını alan, aldığı malın; hâsılı her nefis, işlediği işin vebal ve sorumluluğu altında, kıyamet günü, Allah'ın huzurunda toplandığı zaman, herkese yaptığı işin karşılığı, hiçbir hak­sızlığa uğratılmaksızın ödenecektir. Allahu Ta'âlâ'nın, bu sûrenin 30 uncu âyetinde buyurduğu gibi "kıyamet günü, her insan, hayır olarak işlediği şeyi karşısında bulacaktır; kötülük olarak işlediğini de..." Keza, Kehf sûresinin 49 uncu âyetinde belirttiği gibi, o kıyamet günü, "amel defterleri (önlerine) konur. İşte o zaman, suçluların, onun içindekilerden korktuklarını ye: Yazıklar olsun bizel Bu defter nasıl olup da küçük büyük hiçbir şeyi bırakmadan (bütün günâhları) saymış, dediklerini görürsün. Böylece onlar, yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbın, hiçbirine zul­metmez".

Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmenin sonunda, herkese kazancı, hiç hak­sızlığa uğratılmaksızın ödeneceğini bildirdikten sonra, müteakip âyetle­rinde, itaat edenlerle isyankâr davrananların bir olmadığını göstermek için bu ödemeyi şöyle açıklamıştır: [48]

 

162. Allah 'in rızasını kazanan kimse, Allah 'm ga­zabına uğrayan kimse gibi midir? Zira onun varacağı yer, cehennemdir ve (orası da) ne kötü bir yerdir.

163. Onların hepsi de^Allah katında derece dere­cedirler, Allah, yaptıklarını haklayle görendir.

164.  Allah, kendilerine, içlerinden, âyetlerini on­lara okuyan, onları (maddî ve manevî pislik­lerden) temizleyen ve onlara Kitap ve hik­meti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü'minlere şüphesiz büyük lütufta bulun­muştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sa­pıklık içinde bulunuyorlardı.

 

162    Allah'a ve Peygamberine itaat ederek emirlerine uyan ve ne-hiylerinden uzak duran, Allah'tan korkan, ğulûl ve hırsızlık gibi kötü işler­den ve çirkin davranışlardan sakınan ve böylece nefsini temizleyip, ru­hunu saflaştırarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışan kimse ile, hır­sızlık, gulûl ve adam öldürme gibi çeşitli fuhşiyyatı işleyerek nefsini bu çeşit fiillere alıştıran ve dolay isiyle hayır ve amel-i sâlih sayılabilecek bütün amellere yabancı kalan ve böylece Allah'ın gazabını ve düşman­lığını celbeden kimse, hiç bir olur mu? Akıl sahibi her insan çok iyi bilir ki, bunlar birbirinin aynı değildir. Aralarında, zulmet ile nûr arasındaki fark vardır. Bu, tıpkı Allahu Ta'âlâ'nın Mâide sûresinin 100 üncü âyetin-deki "(Ey Muhammedi) De ki: İyi ve temiz olan şeyle, kötü ve pis olan şey, kötü ve pis olanın çokluğu hoşunuza gitse bile, bir değildif1, Sad sûresinin 28 inci âyetindeki "yoksa, îman edenleri ve sâlih amel işleyen­leri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahutta Allah'tan kor­kanları, kötülük işleyenler gibi mi tutacağız?' ve Secde sûresinin 18 inci âyetindeki "h/ç mü'min olan kimse, fâsık olan kimse gibi mioir? Bunlar, asla eşit olamazlar" beyanlarının benzeridir. Bunların bir veya aynı olmalan elbette mümkün değildir. Zira Allah'ın gazabını celbedecek fiil ve davranış içinde bulunanların varacakları yer cehennemdir. Onlar ken­dilerini cehenneme götürecek yolu seçmişlerdir. Bu, ne kötü bir tercih ve varacakları yer, ne kötü bir yerdir!. [49]

 

163 Gerek Allah'ın rızasını kazanmak için çalışanlar ve gerekse fiil ve davranışlarıyle O'nun gazabını celbedenler, Allah katında derece dere­cedirler; yahut başka bir ifadeyle, herbirinin Allah katında birbirinden farklı dereceleri vardır. Bu, işledikleri iyi ve kötü ameller yönünden Allah'ın hükmünde müstehak oldukları ceza ve mükâfat itibariyledir. Buna göre iyi amel sahiplerinin işledikleri amel yönünden nasıl birbirin­den farklı mükâfat dereceleri varsa, kötü amel sahiplerinin de, işledikle­ri kötülükler sebebiyle müstehak oldukları birbirinden farklı ceza dere­keleri vardır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara sûresinin 253 üncü âye­tinde peygamberlerinden sözederken "Allah, onlardan bazılarının de­recelerini yükseltip' demiş, Nisa sûresinin 145 inci âyetinde ise, müna­fıkların, cehennemin en alt derekesinde olacaklarını haber vermiştir.

Allah'ın rızasını kazanan mü'minlerin ve iyi amel sahiplerinin en yüksek derecelerde bulunmalarına karşılık, münafıkların ve kâfirlerin en aşağı derekelerde yer almaları, Allahu Ta'âlânın, onların yaptıklarını hak-kıyle görüp bilmesi dolayısıyledir. O, kullarının yaptığı ve yapmaya niyet ettiği her işi bilir ve yapılan işleri sevab ve ıkâb yönünden değerlendire­rek, sahiplerinin derecelerini ve derekelerini tayin ve tesbit eder. Bu ba­kımdan gerek derecelerin ve gerekse derekelerin tahsil yeri geçici olan bu dünyadır. Bunların karşılıkları ise, âhırette sahiplerine hiç haksızlığa uğratılmadan verilecektir.

Dünyada tahsil edilen derecelerin bir kısmı dünyevî, bir kısmı da uhrevîdir. Dünyevî derecelerle ilgili olarak Allahu Ta'âlâ, Zuhruf sû­resinin 32 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Rabbının rahmetini onlar mı taksim edecek? Biz, dünya hayatında onların geçimlerini kendi arala­rında taksim ettik ve biribirlerlne iş gördürebilmeleri için bazılarını, derece yönünden bazılarından üstün kıldık. Rabbının rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. En'âm sûresinin 165 inci âyetinde de dünyevî derecelerden söz edilerek insanlardan bazısını bazısından kimin üstün kıldığı açıklanmış ve şöyle denilmiştir: "Sizi yeryüzünün hali­feleri yapan, size verdiği şeylerle sizi imtihan etmek için bazınızın dere­cesini bazınızın üstüne yükselten O'dur". İsrâ sûresinin 20 ve 21 inci âyetlerinde ise, Allahu Ta'âlâ, mü'min olsun kâfir olsun, dünyada hiçbir ayırım yapmadan nimetlerini herkese yaydığını haber verdikten sonra, uhrevî derecelere işaret ederek bunların çok farklı olduklarını bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "(İster mü'min olsun, ister kâfir olsun, dünyada) hem onlara, hem onlara, hepsine de, Rabbının bir kısım nimetlerini ulaştırırız. Zaten Rabbının ihsanı hiç kimseye menedilmiş değildir. Nitekim bak, (mü'min olsun, kâfir olsun, rızık yönünden) bazısını bazı­sından nasıl üstün kılmışızdır. Oysa âhırette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır.

Derecelerin Allah tarafından yükseltilmesi, İnsanların ilim ve amel yönünden iktisab ettikleri üstünlüklere bağlıdır. Nitekim Mücadele sû­resinin 11 inci âyetinde şöyle buyurulmuştur:"... Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır". Yûsuf sûresinin 76 inci âyetinde de şöyle denilmiştir: "Biz dilediğimiz kimseleri derecelerle yükseltiriz. Bu bakımdan her ilim sahibinin üstünde daha âlim kimseler vardır". Uhrevî derecelerdeki üstünlüğün, dünyada işlenen birbirinden farklı amellerin üstünlük dereceleriyle yakından ilgili olduğuna delâlet eden âyetler de vardır. Meselâ Nisa sûresinin 95 inci âyetinde şöyle buyurul­muştur: "Mü'minlerden özürsüz olarak evlerinde oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirinin aynı değildir. Allah, mal­larıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden, oturanlara üstün kılmıştır". Aynı âyette, cihad edenlerin ecirlerinin, oturanlara nisbetle çok büyük olduğu belirtilmiş, onu takip eden âyette ise, bu derecenin mağfiret olduğu açıklanmıştır. En'âm sûresinin 132 inci âyetinde "İşle­diklerine karşılık herbirinin dereceleri vardır. Rabbın, onların işledikle­rinden gafil değildir"; Tâ-Hâ Sûresinin 74-75 inci âyetlerinde ise, "Rab-bına mücrim olarak gelen kimseye cehennem vardır; orada ne ölür, ne de yaşar. Rabbına mü'min olup amel-i sâlih işlemiş olarak gelen kimse de, işte böyleleri için en üstün dereceler vardır" denilmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, bütün insanlar, dünyada, sahip oldukla­rı fazilet ve marifet yönünden birbirlerinden farklı oldukları gibi, iyi ve kötü amellerine terettüp eden ceza yönünden de birbirlerinden farklı­dırlar. Bu farklılık, cennetin en üst makamından cehennemin en aşağı derekesine kadar derece derecedir. Binâenaleyh Allah, herkesin ne yaptığını hakkıyle görür ve bilir, sonra da işledikleri amellere göre en aşağı dereke ile en yüksek derece arasında amellerine uygun olan yere oturtur. Şunda hiç şüphe yoktur ki, Allahu Ta'âlâ'nın Şems sûresinin 9-10 uncu âyetlerinde de buyurduğu gibi, "nefsini temiz tutan felah bulur; onu kirleten de hüsrana uğrar. [50]

 

164    Allahu Ta'âlâ, ganimet malında gulûl ve hıyaneti Hazreti Pey­gamberden en veciz bir uslûbla nefyettikten ve her insanın amel ve ilim yönünden bir derecesi ve buna terettüb eden bir .cezası bulunduğunu belirttikten sonra, kendisinden gulûi ve hıyaneti nefyettiği Rasûlünü teyîden şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine, içlerinden âyetlerini on­lara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle mü'minlere şüb-hesiz büyük lütufta bulunmuştur."

Bu peygamber onların kendi ülkelerinde dünyaya geldi; kendi aralarında yetişti; hayatı boyunca onda, doğruluk, emanet ve Allah'a davet ile dünya malından uzak durma tavsiyesinden başka bir şey gör­mediler. Hali böyle olan kimseden gulûl ve hıyanet nasıl beklenir?

Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmede, Hazreti Peygamberi öyle sıfatlar­la tavsif etmiştir ki, bu sıfatlardan her birinin, mü'minleri büyük minnet altında bırakmaması mümkün değildir. Bu sıfatları şöyle sıralayabiliriz:

1) Allah, bu Peygameberi, onların kendi içlerinden, yani Arablar arasından göndermiştir. Bundan dolayı onlar, onun davetini diğer in­sanlara nisbetle daha çabuk anlamak, hidayetiyle daha kolay hidayet bulmak ve ona daha çok güvenmek şansına sahip olmuşlardır. Âyet-i kerîmede bu şansın diğer insanlardan önce Arablara tahsis edilmesi, Hazreti Peygamberin âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasına ay­kırı değildir. Her ne kadar bazı müfessirler, âyet-i kerîmedeki "içlerin­den11 ibaresiyle bütün insanların kasdedildiğini ileri sürmüşlerse de, bu­nun zayıf bir görüş olduğuna şüphe yoktur. Zira âyet-i kerîmenin siyak ve sibakından da anlaşıldığı gibi, sözü edilen mü'minler âyetin nuzûlü sırasında Uhud savaşını yaşayan müslümanlardır ki, bunlar Arabtardan başkası değildir. Binâenaleyh Allah, Arablara kendi içlerinden bir Pey­gamber göndermekle büyük lütufta bulunmuştur. Enbiyâ sûresinin 107 inci âyetinde ise, Arablar içerisinden gönderilen bu Peygamberin bütün âlemlere gönderildiği belirtilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "(Ey Mu­hammedi) Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik'.  Onun âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması dolayısıyla bütün insanların ona minnet borcu vardır. Fakat Allah, onu, Arablar arasından seçmekle, onlara ayrıca lütufta bulunmuştur ve Arabların, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, onun davetini diğer insanlardan daha çabuk anlamaları ve daha kolay hidayet bulmaları gerekir.

2) Allah'ın aralarından seçip gönderdiği bu Peygamber, onlara, Allah'ın kudretine, vahdaniyetine ve ilmine delâlet eden, insanları zul­metten nura, dalâletten hidayete çıkaran ve nefisleri onlardan istifade etmeye ve ibret almaya yönelten âyetlerini okumuş ve tebliğ etmiştir. Nitekim "göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardın­ca gelişinde, gemilerin insanlara faydalı şeylerle denizde yüzüşünde ve

Allah'ın gökten indirdiği suda ... aklını kullanan kimseler için alınacak ibretler vardık mealindeki Bakara sûresinin 164 üncü âyeti, "güneşe ve onun ışığına, onun ardından gelen aya, onu ortaya koyan gündüze, onu Örten geceye, göğe ve onu yapana, yere ve onu yayana... kasem olsun ki... " mealindeki Şems sûresinin 1-7 inci âyetleri ve "(bu insanlar) devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl di­kildiğine, yerin nasıl yayıldığına hiç bakmıyorlar mı?" mealindeki Gâşiye sûresinin 17-20 inci âyetleri, insanların istifade etmeleri ve ibret almala­rı gereken bir kaç örnektir.

3) Bu Peygamber, onları, şirkin, yani putperestliğin kötü inançla­rından ve çirkin âdetlerinden arındırıp temizlemiş, nefislerini terbiye etmiştir. Zira Arablar, İslâmiyetten önce müşrik idiler. Ağaçtan, taştan veya çamurdan yaptıkları putlara ibadet ederlerdi. Bu sebeple inanç ve akideleri sadece bu putlara taalluk ediyor, akılları da ancak bu putlar çerçevesi içinde varlık gösterebiliyordu. Nefisleri, hurafelerle hemhal olan akıllarının tesirinden kurtulamadığı gibi, ahlâkları da aynı aklın ifsad edici baskısı altında bulunuyordu. Hazreti Peygamber, onların nefisleri­ni terbiye ederken, akıllarını da aynı ölçüde terbiyeye tâbi tutmuştur. Zira aklı terbiye etmedikçe nefsin terbiyesi mümkün olmaz.

4) Bu Peygamber, onlara kitap ve hikmeti öğretmiştir. Kitaptan murad, çeşitli haberlerden öğrenildiğine göre Kur'ân'dır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli sûrelerinde ve bazı sûre başlarında yer alan el-Kitab kelimesiyle Kur'ân-ı Kerîm'in kasdedildiği açıkça anlaşılır. Meselâ Bakara sûresinin başında elif-lâm-mîm'den sonra "işte bu Kitab, kendi­sinde hiçbir şüphe yoktur" denilirken, yalnız Kur'ân-ı Kerîm kasdedil-miştir.

Hazreti Peygambere gelen vahyin, bir taraftan sahabîler tarafından hıfzedilirken, bir taraftan da vahiy kâtibi sahabîler tarafından yazıldığı malumdur. Yazılan bu vahiyle, Kitab da denilen Kur'ân'ın vücud bulma­sı sağlanmış, bu ise, müslümanlara, onu okuyabilmek için yazıyı öğrenme zorunluluğu getirmiştir. Hazreti Peygamber tarafından başla­tılan okuma yazma seferberliği içerisinde, özellikle Bedir savaşında esir edilen müşriklerden her birinin on müslüman çocuğuna okuma yazma öğretmesi halinde serbest bırakılacağının bildirilmesi, tarihte eşine rast­lanmayan bir fidye ödeme şekli olarak tezahür eder ve bu olay, Hazre­ti Peygamberin okuyup yazmaya ne kadar büyük önem verdiğini gös­terir.

Hikmete gelince, onu, Kur'ân âyetlerinin esrarına vukuf İle onlar­dan hüküm istihracına yarayacak anlayış ve istihraç yollarının bilinmesi olarak açıklamamız mümkündür. Kısaca ifade etmek gerekirse, âyet­teki okuyup yazma, Kur'ân âyetlerinin zahiri manâsının, hikmet ise, esra­rının öğrenilip bilinmesi manâsında zikredilmiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İmam Şafiî, bazı ilim ehline istinaden hikmet kelime­sinin sünnet ve hadîs manâsına geldiğini söylemiştir ki, İslâm Dîninin Kur'ân'dan sonra ikinci kaynağının sünnet olduğu göz önünde bulun­durulursa bunun gerçeğe daha uygun olduğu anlaşılır. Buna göre Haz-reti Peygamber, onlara hem Kur'ân'ı hem de Sünnet'i öğreterek onları zulmetten nura, dalâletten hidayete çıkarmıştır. Zira onlar, Hazreti Peygamberin gönderilmesinden önce kopkoyu bir dalâlet içinde bulunuyorlardı. Bu dalâlet, Allah'a şirk koşmaktan kaynaklanan bir dalâlet idi. Oysa yeryüzünde şirkten daha büyük ve daha açık bir dalâlet yoktur. Ancak onlar ümmî bir kavim idiler; okuma yazma bilmiyorlardı. Bu yüzden de içinde bulundukları dalâletin farkında değillerdi. İşte bu yüzdendir ki, Hazreti Peygamberin gönderilişi, önce Arablar, sonra da bütün insanlar için bu dalâletten kurtuluş olmuştur ve bu yüzden bütün insanlık ona minnet borçludur. [51]

 

165. (Uhud'îa) başınıza bir felâket gelince, "(bizhakyolda olduğumuz halde) bu na­sıl olur?" mu diyorsunuz? Oysa bu felâ­ketin iki katını siz, (Bedir'de) düsmcnlannızın başına getirmiştiniz. (Ey Mu­hammedi Müslümanlara) de ki: Bu, kendi kusunınuzdandır. Allah, şüphesiz, her şeye kaadirdir.

166. IH ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen felâket de, Allah 'ui izniyle olmuştur. Bu^mü'min olanları ayırdetmesi içindir.

167. Ve bir de münafık olanları ortaya çıkar­ması içindir. Nitekim onlara, "gelin, Allah yolunda savaşın; yahut düşmana karşı durun" denilince, "savaş olacağını bÜsek, elbette size uyardık" demişlerdir. O gün onlar, îmandan daha çok küfre yakındı­lar. Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söy­lüyorlardı. Allah, gizlediklerini en iyi bilendir.

168.  (Ey Muhammedi) Evlerinde oturup da kardeşlerine "bize itaat etselerdi, öldürül--mezlerdr diyenlere de Ar "Madem ki öyle, eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz, ölümü kendinizden   uzaklaştırın  ba­kalım!."

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde münafıklar tarafından Haz­reti Peygambere İsnâd edilen gulûl ve hıyaneti ondan nefyedip onu teb­riye ettikten, onun Arablar arasından çıkarılıp onlara Allah'ın âyetlerini okumak, onları maddî ve manevî pisliklerden temizlemek, nefislerini ve akıllarını terbiye etmek için onlara Kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle bulunduğu en büyük lütfü beyan ettikten, zira bu lütufta bulunmazdan önce onların, şirk gibi dünyanın en ağır ve en açık dalâleti içinde yüz­düklerini belirttikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, konunun yine Uhud olması itibariyle, müslümanların bu savaşta maruz kaldıkları mağlu­biyetin kendi hataları yüzünden olduğunu ve bu felâketi de, Allah'ın, on­lara mü'min olanlarla münafıkları belli etmek için verdiğini, zira müna­fıkların savaşmamak için çeşitli bahaneler uydurduklarını, savaşta ölenler hakkında ise, "eğer bize itaat edip savaşa katılmasalar ve bizim gibi evlerinde otursalardı, başlarına bu ölüm felâketi gelmezdi" dedikleri­ni açıklamıştır. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [52]

 

165.   (Uhud'ta) başınıza bir felâket gelince, "(biz hak yolda olduğumuz halde) bu nasû olur?"

mu diyorsunuz? Oysa bu felâketin üd katını siz, (Bedir'de) düşmanlarınızın başına getir- mistiniz. (Ey Muhammedi Müslümanlara)  de ki: Bu kendi kusurunuzdandır. Allah,  şüphesiz, her şeye kaadirdir.

166. iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen  felâket de, Allah'ın izniyle olmuştur. Bu,  mü'minj)lanlan ortaya çıkarması içindir.

167. Ve bir de münafık olanları ortaya çıkarması içindir. Nitekim onlara, "gelin, Allahyolunda savaşın, yahut düşmana karşı durun" deni­lince, "savaş ölacaguu bilsek, elbette size uyardık" demişlerdir. O gün onlar, imandan daha çok küfre yakındılar. Kalblermde ol­mayanı ağızlanyle söylüyorlardı. Allah, giz­lediklerini en iyi bilendir.

168.   (Ey Muhammedi) Evlerinde oturup da kar­deşlerine "bize itaat etselerdi, öldürülmezler-dV diyenlere de ki' "Mademki öyle, eğer doğ­ruyu söyleyen kimseler iseniz, ölümü kendi­nizden uzaklaştırın bakalım".

 

165 Müslümanlar, Bedir'de, Uhud'ta olduklarından daha zayıf idiler; buna rağmen müşriklere karşı ezici bir üstünlük sağlamışlar, müşrik re­islerini öldürüp onları hezimete uğratmışlardı. Uhud'ta ise, bunun tama-miyle aksi cereyan etmişti. Gerçi müşriklere nisbetle yine zayıf idiler, fakat bu zayıflık Bedir'deki kadar değildi. Böyle olduğu halde hezimete uğrayanlar, bu sefer müslümanlar olmuştu. Şimdi kendi kendilerine ve biribirilerine soruyorlardı: Bu hezimet nereden çıktı? Nasıl olup da müş­rikler karşısında mağlupolmuşlardı? Hak yolda olanlar kendileri değiller mi idi? Aslında bu soruları sormamaları ve mağlubiyetlerine bu derece şaşırmamaları gerekirdi. İşte bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ onlara bu durumları göstererek buyuruyor ki: Uhud'ta başınıza gelen bu felâketi neden garib karşılıyorsunuz? Buradaki mağlubiyetiniz, elbette Bedir'deki zaferiniz derecesinde değildir; ancak Bedir'de Allah'ın size olan lütfunu ve yardımını neden unutuyorsunuz? O lütuf ve yardım sebebiyle değil midir ki siz onlara, hem Bedir'de, hem Uhud'ta okçu­lar yerlerini terketmeden önce iki defa gâlib gelmiştiniz; fakat okçu­ların yerlerini terketmelerinden sonra onların size gâlib gelmelerine niçin hayret ediyorsunuz? Dünya işlerinin aynı minval üzere gitmeyeceğini, her şeyin Allah'ın değişmeyen sünneti üzere cereyan ettiğini bilmiyor musunuz?

Mağlubiyetinizin asıl sebebi sizlersiniz; çünkü bazı hususlarda Haz-reti Peygambere muhalefet edip karşı koydunuz:

1) Müşrikler Uhud'a gelip mevzilendiklerinde Peygamberiniz onları Medîne'de karşılamak ve onlarla Medîne sokaklarında savaşmak görüşünde idi. Fakat siz aranızda ihtilâfa düşüp münakaşa ettiniz ve savaş alanının Uhud'a kaydırılmasına sebep oldunuz.

2) Peygamberiniz önemli bir mevziye sizi yerleştirmiş ve ne olursa olsun bu mevziyi terketmemenizi size emretmişti. Fakat siz ganimet hırsiyle Peygamberinizin emrine muhalefet ettiniz ve terkediimemesi gereken yeri terketmek suretiyle düşmanın sizi arkadan kuşatmasına imkân verdiniz. Şüphe yoktur ki her akıbet, onu hazırlayan bir davranışın sonucudur. Mağlubiyetiniz de işte bu muhalefetinizin ve isyanınızın sonucu olmuştur. Oysa Allah size büyük günâhları terketmeniz halinde zafer vadetmiş ve "evet, sabreder ve Allah'tan sakınırsanız, onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabbınız size işaretlenmiş beş bin melekle yardım edef* buyurmuştu. Fakat siz, sabır göstermediniz ve Peygam­berinize karşı geldiniz; Rabbınız da sizden yardımını kesti.

Eğer siz sabır gösterip sebat etmiş olsaydınız, Allah size yardım eder ve zafere ulaştırırdı. Zira O her şeye kaadirdir. Şu var ki O, yardımını da, vereceği zaferi de bir takım sebeplere bağlamış, mü'min ve kâfiri bundan müstesna kılmamıştır. Aranızda Peygamberin bulunması, Allah'ın sünnetine muhalefet etmeniz dolayısıyle müstehak olduğunuz akıbetten sizi kurtarmamıştır. [53]

 

166-167 Şunu da unutmamanız gerekir ki, iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen bu felâket, Allah'ın izni ve mutlak iradesiyledir. Yoksa kudretindeki kusur veya noksanlık sebebiyle değildir. Keza içinizde Peygamberin bulunmasının da, O'nun kudretini engelleyen hususlar­dan olmadığı açıkça bellidir. O halde bu, Allah'ın iradesiyle ortaya çıkmış bir neticedir ki, bu neticenin bir takım sebepleri vardır ve bu sebepleri de sizler kendi ellerinizle hazırladınız. Nitekim bir asker, bir hata yapar ve kumandanın emrine aykırı hareket eder de bu hareket, sizin başınıza gelen felâketin benzerinin veya daha ağırının gelmesine sebep olur. Böyle bir felâkete uğramanızın sebebi de, düştüğünüz hatanın ve işlediğiniz günâhın, size neye malolduğunu Allah'ın size göstermesi ve sizin de bundan ibret alarak aynı hataya bir daha düşmemenizdir. Böylece içinizden cihada çıkmış olan gerçek mü'minlerle, mü'min ol­duklarını söyleyip de içlerinde nifakı gizleyen münafıklar da apaçık belli

olacaktır. Nitekim o münafıklara, "gelin Allah yolunda savaşın; yok eğer savaşmaya gücünüz yetmiyorsa, düşmana karşı nefsinizi, ailenizi ve malınızı koruyun" denildiği zaman, "savaş olacağını bilsek, arkanızdan gelir, sizi yalnız bırakmazdık; fakat görülüyor ki iş, savaş olmadan sona erecek" derler.

Rivayet olunduğuna göre bu âyet, münafıkların reisi Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl ve adamları hakkında nazil olmuştur. Bunlar, üç yüz kişi idiler ve Hazreti Peygamberin ashabıyle birlikte bin kişi olarak Medîne'den çıkmışlar, fakat sonra "onlardan ayrılarak savaşa katıl­mamışlardı. Böylece Hazreti Peygamber, sadece 700 kişiyle savaşmak zorunda kalmıştı.

Münafıkların "savaş olacağını bilsek, arkanızdan gelirdik" demeleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar, müşriklerle asiâ savaşmak istemiyor­lar, fakat her zaman olduğu gibi, müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ettiklerini düşünüyorlardı. Asıl istedikleri de, müslümanların müşrikler karşısında mağlûb olmaları ve bir daha bel­lerini doğrultamamaları idi. Onların bu istekleri hal ve davranışlarından o kadar belli oluyordu ki, müslümanlara söyledikleri hoş sözlerin bir nifak alâmeti olduğu açıkça anlaşılıyordu. Nitekim âyet-i kerîmede buna da işaret edilmiş ve "savaş olacağını bilsek, elbette size uyardık" demeleri sebebiyle, Allahu Ta'âlâ "o sırada onlar, îmandan çok küfre yakın idiler" buyurmuştur.

Mamafih burada şunu belirtmek gerekir ki, Allahu Ta'âlâ, onlardan bahsederken "kâfir idiler" demek yerine, küfre daha yakın olduklarını söylemiştir ki, bunda, küfrünü açıkça izhar etmeyen kimselerin tekfir olunamayacaklarına bir işaret vardır. Nitekim Hazreti Peygamber de münafıklara kâfir muamelesi değil, mü'min muamelesi yapmıştır. Hattâ Uhud vak'asından bir kaç sene sonra vefat eden münafıkların lideri Ab­dullah İbn Ubeyy İbn Selûl'un cenaze namazını bile kılmıştı. Ancak Tebûk gazvesinde küfürlerinin açıklık kazanması üzerine, Allahu Ta'âlâ, münafıklar hakkında Tevbe sûresinin 84üncü âyetini indirmiş ve "Münafıklardan ölen hiç kimsenin namazını sakın kılma ve kabri başında da durma; çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmişler ve fâsık olarak ölmüşlerdir" buyurmuştur. Tevbe sûresinin bu âyeti nazil oluncaya kadar münafıkların mü'min muamelesi görmeleri, küfrü içlerinde giz­lemeleri ve onu açığa vurmamaları sebebiyle idi. Allah, şüphesiz, onların kalblerinde olanı biliyordu. Hattâ cihaddan kaçmaları bile küfür alâmet­lerinden biri İdi. Ancak1 yukarıdaki âyetlerinde bunu açıklamamış, belki tevbe edip gerçek îmana dönmeleri için onlara fırsat vermiştir. Aksi halde bunlar, küfrü izhar etmemiş olmalarına rağmen, kendilerinde görülen bazı nifak alâmetleri sebebiyle kötü muameleye maruz kalırlar ve tevbe etme fırsatından faydalanamazlardı.

Davranışları küfre îmandan daha yakın olan bu münafıkların başlıca özellikleri, ağızlarıyle kalblerinde olmayanı   söylemeleri   idi;   yani yalancılıkları... Dilleri îmandan sözediyordu amma kalblerinde küfür gizli idi. Nitekim Uhud'ta da "eğer savaş olacağını bilseydik, size tâbi olur­duk" demişlerdir. Aslında savaş olacağını biliyorlardı; çünkü müşrikler Mekke'den kalkıp Uhud'a kadar gelmişler, Hazreti Peygamber de ashabıyle birlikte Medîne'den çıkmış, Uhud'un yolunu tutmuştu. Müşrik­ler güçlerine güveniyorlardı ve Bedir'İn intikamını almak istiyorlardı. Binâenaleyh savaşın olmaması için hiçbir sebep yoktu. Buna rağmen münafıklar "eğer savaş olacağını bilseydik, size tâbi olurduk" demişler ve başka hiçbir sebebe dayanmadan, Hazreti Peygamberin ordusun­dan ayrılmışlardı. Bu, savaştan kaçmak ve müslümanları müşrikler karşısında yalnız ve zayıf bırakıp mağlubiyetlerini beklemekten başka bir manâya gelmiyordu. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler ve kalblerinde ne gizlerlerse gizlesinler, Allah onların gizlediklerini elbette en iyi bilendi. Binâenaleyh onların ne küfürleri, ne de nifakları kendilerine asla fayda vermeyecek, dünyada ve âhırette yaptıklarının cezasını mut­laka çekeceklerdir. [54]

 

168 İşte o "savaş olacağını bilsek, size tâbi olurduk" deyip de savaş­maktan kaçan münafıklar, Allah yolunda öldürülen kardeşleri hakkında da demektedirler ki: Eğer bize itaat etselerdi ve bizim gibi savaşa katılmasalardı, elbette öldürülmezlerdi. Nitekim biz de savaşmadık ve öldürülmedik. Ey Muhammedi Böyle diyen o münafıklara sen de de ki: Madem ki bu sözü söyleyebilecek kadar kendinize güveniyorsunuz, o halde siz-ölüm sebeplerini de hakkıyle biliyorsunuz ve onları ilminizle çepeçevre kuşatmışsınız, demektir. Eğer gerçekten bunun böyle oldu­ğuna inanıyorsanız ve bu inancınızda da samimi iseniz, haydi başınıza gelecek ölümden kendinizi kurtarın bakalım. Fakat hayır; bunu asla başaramayacaksınız. Sizin hiçbir surette bilemeyeceğiniz bir sebeple ölüm sizi yakalayacak ve siz ne olduğunu anlamadan kendinizi ölümün pençesinde bulacaksınız. Bu itibarla savaşa katılıp da ölenler hakkında ileri sürdüğünüz ölüm sebebi, sizin yanlış zannınızdan başka bir şey değildir. Eğer sizin zannettiğiniz gibi olsaydı, savaşan her asker ölür, savaşmayana ise ölüm gelmezdi. Şimdi siz, Allah yolunda cihaddan kaçtığınız için, ölümün*size gelmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Bek­leyin ve görün! [55]

 

169-170 Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Aksine onlar, Rablan katında diri olup, Allah'ın fadl u kereminden kendilerine verdiği (§ehtdlik mertebesinden) sevinçli bir §ekilde (O'nun sayısız nimetleriyle) nzıklandtrüırlar ve arkalarında kalıp da henüz kendilerine katılmamış olan (kardeş) lerine, hiçbir korku bulun­madığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelerler.

171. (Onlara) Allah'tan gelecek bir nimeti ve fazlasını da müjdelerler. Allah, şüphesiz, mü'minlerin (hakettikleri) mükâfatı asla zayi etmez.

172.  (Uhud'ta) kendilerine isabet eden (ağır) yaradan sonra, Allah'ın ve Peygamberin davetine icabet edenlerve birde içlerinden iyilikte bulunup Allah 'tan sakınanlar için son derece büyük mükâfat Vardır.

173.  Onlara bazı kimseler," (size dü§man olan) insanlar, size karşı~biraraya geldiler; bu

sebeple onlardan korkun" demişlerdir de, (bu söz), onların îmanını artırmış ve "Allah bize yeter; O, ne güzel bir vekildir" demişlerdir.

174. (Nitekim o düşmanla karşılaşmak için çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah 'tan gelen bir nimet ve kârlı bir ticaret ile geri dönmüşler ve (bu hareketleriyle) Allah 'm rızasına da uymuşlardır. Allah, son derece büyük lütuf sahibidir.

175.  (Düşmanların size karşı birleştikleri haberini getiren adam), sadece sizi dostlarıyla korkutan şeytandır. Eğer gerçekten mü'min kimseler iseniz, onlar­dan korhnayıp benden korkun.

 

Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde, yine Uhud savaşından sözederek, bu savaşta müslümanların uğradıkları hezimetin kendi hataları yüzünden ileri geldiğini, ancak bununla, Allah'ın, mü'min olan­larla münafık olanları ortaya çıkardığını, zira münafıkların çeşitli bahaneler ileri sürerek savaştan kaçtıklarını, özellikle kendilerine "gelin siz de bizimle birlikte Allah yolunda cihad edin; yahut düşmana karşı canınızı, malınızı ve ehlinizi koruyun" denildiğinde "savaş olacağını bil-sek sizin arkanızdan gelirdik; fakat bu iş savaşsız bitecek" dediklerini, savaşa katılıp da ölenler hakkında ise, "eğer bizi dinleselerdi ve bizim gibi savaşa katılmasalardı elbette öldürülmezlerdi" gibi asılsız görüşler ileri sürdüklerini, zira öjümün savaşa katılmaktan değil, Allah'ın kaza ve kaderiyle vukubulduğunu açıkladıktan ve kimin hakkında öldürülmesi takdir olunmuşsa, bunu kendisinden uzaklaştıramayacağını, hakkında ölüm takdir olunmayanın ise, artık Allah yolunda cihada çıkmaktan korkmaması gerektiğini belirttikten sonra, yukaFidaki âyetlerinde, Allah yolunda öldürülenlerin halini ele alarak bunlara ölü denilemeyeceğini, onların Rabları katında şehîd ve diri olduklarını, Allah'a müstesna bir yakınlıkları ve üstün bir dereceleri bulunduğunu, bu itibarla Allah'ın hudutsuz ikramına nail olduklarını beyan etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmin şehîdler hakkındaki bu açık ve kesin beyanları dolayısıyledir ki, gerçek mü'minler, Allah yolunda cihada çıkıp İslâm düşmanlarıyla savaşırken öldürülmeyi büyük bir arzu ile temenni ederler. Bu âyetlerin nüzul sebeplerinden biri olarak zikredilen ve

[56]şunları anlatır: Bir gün Allah'ın Rasûlü bana rastladı ve dedi ki: "Ne o ey Câbir, seni çok bed­bin görüyorum"? Ona şu cevabı verdim: "Ey Allah'ın Rasûlü! Babam şehîd düştü ve bana bakıma muhtaç bir aile ve ödenecek borç bıraktı". Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Babanın Allah'a nasıl kavuştuğunu sana müjdeleyeyim mi?" Ben "evet" deyince, Allah'ın Rasûlü buyurdu ki: "Allah, hiç kimseyle perde arkasından başka bir şekilde konuşmaz. Fakat babanı diriltti; onunla yüzyüze konuştu ve dedi ki: Ey kulum! Benden dile ki sana vereyim. O da: Ey Rabbım! Beni tekrar dünyada dirilt de senin yolunda ikinci defa öldürüleyim, dedi. Al-lahu Ta'âlâ ona şöyle buyurdu: Hiç kimsenin geri döndürülmeyeceği hususundaki takdirim sebkat etti. Baban da dedi ki: Ey Rabbım! Bunu arkamdakilere de duyur. Bunun üzerine Allah bu âyeti inzal buyurdu".

[57]tarafından nakledilen başka bir hadîs-i şerifte, İbn Abbâs (r.a.), Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu haber vermiştir: "Kardeşleriniz Uhud'ta şehid olunca, Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine koydu. Şimdi onlar, cen­netin ırmaklarına gider gelirler, meyvelerinden yerler ve Arşın gölgesinde asılı duran kandillere konarlar. Yedikleri ve içtikleri yerin temizliğini ve yattıkları yerin güzelliğini görünce, keski kardeşlerimiz de bizim durumumuzu bilselerdi de cihaddan geri kalmasalardı, derler. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ "ben onlara haber veririm" demiş ve bu âyetleri indirmiştir".[58]

 

169-170 Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Ak­sine onlar, Rabları katında diri, olup, Allah 'in fadl u kereminden kendilerine verdiği (şehid-likmertebesinden) sevinçlibir şekilde (O'nun sayışa nimetleriyle) ruüdandtrüırlar ve ar­kalarında kalıp da henüz kendilerine katılmamış olan (kardeş) lerine, hiçbirkorku bulunmadığını ve mahzun da olmayacak­larını müjdelerler.

171. (Onlara) Allah 'tan gelecek bir nimeti ve faz­lasını da müjdelerler. Allah, şüphesiz, mü'minlerin (hakettikleri) mükâfatı asla zayi etmez.

 

169-170 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerimede, münafıkların "bize itaat edip de savaşa katılmasalardı, öldürülmezlerdi" şeklindeki sözlerini işiten, yahut bu sözlerin delâlet ettiği, savaşa katılıp da öldürülen kimsenin yokolup gittiği veya yokluğa karıştığı manâsına inanarak öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimseye hitap ederek buyuruyor ki: Ey bu sözleri işiten kimse! Allah yolunda savaşırken öldürülen ve şehid düşenlerin sakın ölü olduklarını zannetme. Hayır onlar ölü değil diridirler ve Rab­ları katında rızıklandırıp durmaktadırlar.

Allahu Ta'âlânın, "Allah yolunda öldürülen kimseler" olarak tavsîf ettiği şehidlerin diri olarak bulundukları âlem, hiç şüphesiz bu âlem değildir ve Allah orasını şehidler için daha hayırlı olması dolayısıyle on­lara tahsis etmiştir. Yine orası, şerefi ve yüceliği dolayısıyle inde Rab-bihim (Rablarının katı) olarak tarif edilmiş ve şehidlerin orada rızıklandırılıp durdukları açıklanmıştır. Ancak âyet-i kerîmede zikredilen dirilik, yahut şehîdlerin hayatta olmaları keyfiyeti, gayba taalluk eden bir husus olması dolayısıyle gerçek manâsını tahkik ve tesbit etmek mümkün değildir. Bu hususta ileri sürülen birbirinden farklı görüşler, gayba taalluk eden konularda en uygun izah tarzının, tevil ve tahrife kaçmadan Kur'ân âyetinin delâlet ettiği manâ olduğunu göstermek­tedir. Buna göre demek gerekir ki, şehîdler, Allah katında dipdiri olup rızıklandırılmaktadırlar; şu var ki, bu diriliğin keyfiyetini Allah'tan başka kimse bilmez.

Âyet-i kerîmenin anlaşılan bu zahir manâsına rağmen bazı mutezile kelâımcıları, "onlar diridirler" ibaresini tevil ederek ona "âhırette diri olacaklardır" manâsı vermişlerdir. Mutezilenin bu görüşü kabul edildiği takdirde, âyet-i kerîmede şehîdlere tahsis edilmiş olan onların ölü olmayıp Rabları katında diri olarak rızıklandırılmaları hususundaki ilâhî beyanın özelliği iptal edilmiş olacaktır. Zira sair ölüler de kıyamete kadar ölü olarak kalacaklar ve şehîdlerle aralarında hiçbir fark bulun­mayacaktır. Halbuki âyet-i kerîmede "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma" denilmiştir. Buna göre şehîdlerin diğer ölüler gibi yalnız kıyamet­ten sonra değil, fakat kıyamete kadar ve kıyametten Önce de ölü olmadıklarını gösteren bir özellikleri vardır ki, fsunun keyfiyetini, biraz önce de belirttiğimiz gibi Allah'tan başka kimse bilmez.

Mutezilenin açıklamaya çalıştığımız bu görüşünü kabul etmek mümkün olmadığı gibi, diğer bazılarının, şehîdler, halkın dilinde güzel sözlerle anıldıkları ve onlardan sena ile bahsedildiği için diri sayılırlar, şeklindeki izah tarzlarını, bazılarının, onlar, kabirlerinde cesedleriyle bir­likte diri olup bizim gibi yerler, içerler ve evlenirler şeklindeki açıklamalarını, bazılarının ise, cesedleriyle birlikte gökyüzüne, Arş'ın altına yükseltilip orada izaz ve ikram edilirler ve saadet içinde yaşarlar, şeklindeki görüşlerini de kabul etmek mümkün değildir. Bunların hepsi de, delilsiz, mesnedsiz birer iddiadır; zira gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Bu sebepledir ki, en doğru yoi, âyet-i kerîmenin zahir manâsını kabul etmek, bundan ötesi için de "ancak Allah bilir" demektir. Buna göre şehîdler, Allah katında diridirler ve Allah'ın fadl u kereminden ken­dilerine ihsan ettiği sayısız nimetler dolayısıyle son derece mesrurdur­lar; neş'e ve sevinç içindedirler. Onlara Allah'ın fadl u kereminden ihsan edilmesi, hak ettikleri mükâfatın üstünde bir ihsana mazhar olmaları manâsındadir. Zaten sevinç içinde olmalarının bir sebebi de budur. Fâtır sûresinin 30 uncu âyetinde fadim bu manâsı açıklanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Allah, onların mükâfatlarım onlara tam olarak verir; fadl u kereminden de onlara artırır".

Şehîdlik mertebesine eriştikten sonra, Allah katında dipdiri olarak O'nun fadl u kereminden ziyadesiyle istifade eden bu mü'minler, içinde bulundukları o sevinçli ve güzel hayatı, henüz şehîdlik mertebesine erişmeyip geride kalan kardeşleri için de temenni ederler ve onların da Allah yolunda cihad ederken ciddiyeti ve samimiyeti elden bırakmadan kendilerine katılmalarını isterler. Bu temenni ve istekte hudutsuz nimete sahip oiup da, aynı nimete kardeşlerinin de sahip olmalarını arzu eden kimselerin duygusu hâkimdir. Bu itibarla geride bıraktıkları kardeşlerine, ebedî hayata kavuşmanın zevkini, hiçbir korku ve endişenin, hiçbir üzüntü ve kederin zedelemeyeceğini müjdelerler. [59]

 

171 Keza onlara, dünyadaki amellerinin karşılığı olmak üzere kazandıkları sevabı ve bunun mükâfatını, ayrıca Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlara mahsus olmak üzere, Allah'ın fadi u kereminden ken­dilerine ziyade edilen nimeti de müjdelerler. Binâenaleyh Allah, şehîd olan mü'minlerin ecir ve sevabından hiçbir şey zayi etmez. Fazladan ihsan ettiği mükâfattan ayrı olarak, hepsini tastamam verir.

172. (Uhud'ta) kendilerine isabet eden (ağır) yaradan sonra, Allah'ın ve Peygamberin davetine icabet edenler ve bir de içlerinden iyilikte bulunup Allah'tan sakınanlar için son derece büyük mükâfat vardır.

173. Onlara bazı kimseler, "(size düşman olan) in­sanlar, size karşı biraraya geldiler; bu sebeple onlardan korkun" demişlerdir de, (bu söz), onların îmanını artırmış ve "Allah bize yeter; O, ne güzel bir veldl'dir" demişlerdir.

174. (Nitekim o düşmanla karşılaşmak için çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan gelen   bir nimet ve kârlı bir ticaret ile geri dönmüşler ve (bu hareketleriyle) Allah'ın rızasına da uymuşlar-[l                         dır. Allah, son derece büyük lütuf sahibidir.

175. (Düşmanların size karşı birleştikleri haberini getiren adam), sadece sizi dostlarıyle kor­kutan şeytandır. Eğer gerçekten mü'min kim­seler iseniz, onlardan korkmayıp benden kor­kun.

 

172 Allah'ın.ecir ve sevabından hiçbir şey zayi etmediği, üstelik daha da artırarak fadl u kereminden ihsanda bulunduğu mü'minlerin, Rab-larından bu derece hudutsuz lütuf görmelerine sebep olan güzel amel­lerinin başında Allah'ın ve Rasûlünün davetine icabet etmeleri ve savaştan yara alarak çıkmış olmalarına rağmen, kendilerinden istenen işi en mükemmel bir şekilde yapmaları gelir. Bunlar, kendilerinden bek­lenen işi yaparken, eksik veya kusurlu yapmanın akıbetinden sakınırlar ve onu kusursuz tamamlamaya çalışırlar. İşte böyle mü'minler için büyük bir ecir vardır.

Âyet-i kerîmede, Allah'ın ve Rasûlünün davetine icabet edip de işlerini en iyi yapanlarla, bazı sebepler yüzünden iyi yapamayanların minhum lafzıyle ayırt edildikleri görülür. Buna göre âyette va'dedilen büyük ecir, işlerini en iyi yapan mü'minler içindir.

İbn Abbâs'tan rivayet olunduğuna göre, müşrikler Uhud'tan ayrıldıktan sonra biribirlerine şöyle demişlerdi: "Ne Muhammed'i öldürebildik, ne de cariyeler ele geçirebildik. Geri dönüp şunların işini bitirelim". Hazreti Peygamber, müşriklerin bu düşüncelerini haber alınca müslümanları onları karşılamaya teşvik etmiş, müslümanlar da Hazreti Peygamberin bu davetine uyarak Hamrâ'u'l-Esed denilen yere gelmişlerdi. Ancak müşrikler, önümüzdeki yıl karşılaşırız, diyerek geri dönmüşler, Hazreti Peygamber de ashabıyle birlikte Medine'ye avdet etmişti. Burada herhangi bir savaş olmamasına rağmen, müslümanların Hamra'u'l-Esed'e seferleri bir gazve addedilmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmeler de bu sefer üzerine inzal olunmuştur.

Uhud hezimetinden sonra müslümanlara hissedilir bir zafiyetin arız olduğuna şüphe yoktur. Buna rağmen aralarında yaralıların da bulun­duğu kalabalık bir gurup, Hazreti Peygamberin daveti üzerine müşrik­lerle karşılaşmak için yeniden harekete geçmiş ve Hamra'u'i-Esed'e kadar gelmiştir. Bazı müslümanlar ise, ya kendi şahıslarından ya da ailelerinden kaynaklanan bazı sebepler veya engeller yüzünden bu sefere katılamamıştır. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmede işlerinde kusur işlemekten sakınıp onu iyi yapanlardan murad, bu sefere katılanlardır ve bu sebeple büyük bir ecre müstehak olmuşlardır. [60]

 

173 Allah'ın büyük ecrine müstehak olan mü'minler, o kimselerdir ki onlara "sizin düşmanlarınız olan müşrikler, sizi tamamiyle yok etmek için yeniden biraraya geldiler; bu sebeple onlardan korkun" denildiğinde, îmanları bir kat daha kuvvetlenip "Allah bize yeter; O ne güzel bir Vekîl-'dir" derler.

Filhakika bazı rivayetlerden öğrenildiğine göre, müşriklerin lideri Ebû Sufyân Uhud'tan ayrılırken Hazreti Peygambere "seninle Bedir mevsiminde tekrar karşılaşacağız; çünkü arkadaşlarımızı siz o zaman öldürmüştünüz. Korkak olan geri döner; cesur olan da, silâhlarını ve ticaret mallarını alır gelir" demiş, fakat Bedir mevsiminde içine düşen bir korku sebebiyle müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Bununla beraber Mekke'de rastladığı Nuaym İbn Mes'ûd'u, hazırladıkları ordudan sözederek müslümanları korkutması için telkînde bulunmaya ikna etmiş, o da Medine'ye dönüşünde müşriklerin kuv­vetinden sözetmeye başlamıştır. Ancak Hazreti Peygamber 'tek başıma da kalsam kararlaştırılan zamanda çıkacağım" demiş ve yetmiş süvari ile birlikte yola çıkmıştır. Askerlerin hepsi de yol boyunca hasbuna'llah ve ni'me'l-vekîl (Allah bize yeter; O ne güzel Vekîl'dir) diyorlardı. Bu şekilde Bedir'e kadar gelmişler ve orada sekiz gün kalarak Ebû Sufyân'ı beklemişler, ancak hiç kimseyle karşılaşmamışlardır. Oysa Ebû Sufyân, o sıralarda bin kişilik ordusuyla Mekke'ye geri dönmüş bulunuyordu. Müslümanlar  ise,   Bedir  çarşılarında,  yanlarındaki  ticaret  mallarını satarak kârlı alışverişlerde bulunmuşlar, sonra da sağ salim Medine'ye dönmüşlerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Ebû Sufyân, bazı münafıklar vâsıtasiyle müslümanların kalblerine salmak istediği korkuyu salamamış ve onları savaş vakti savaşacakları yere gelmekten alıkoyamamıştır, Aksine, i düşmanların müslümanlara karşı birleştikleri ve korkulacak bir kuvvet | oluşturdukları söylentisi, müslümanların Allah'a olan îmanlarını ve' güvenlerini daha da artırmış, peygamberlerinin emrinde Allah için savaşma azimlerini de kuvvetlendirmiştir. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamberin ardında savaş yerine giderlerken hasbuna'llah ve ni'me'l-vekîl sözünü dillerinden hiç düşürmemişlerdir. Onların bu hali, Allahu Ta'âlâ'nın, Ahzâb sûresinin 22'nci âyetinde beyan ettiği mü'minlerin haline ne kadar çok benzemektedir: "Mü'minler, düşman gruplarını gördükleri zaman, İşte bu, Allah'ın ve Rasûlünün bize va'dettiğidir. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir. Bu, ancak onların îman ve teslimiyetlerini artırmıştır".

Burada, gelen rivayetlerle ilgili olarak bir hususa işaret etmekte

fayda vardır. Daha önce de açıkladığımız gibi, müşrikler, Uhud'tan ayrıldıktan sonra, gerek Muhammed'i öldüremedikleri ve gerekse cariyeler ele geçiremedikleri gerekçesiyle geri dönüp bu isteklerini gerçekleştirmeyi düşünmüşler, sonra da bundan vazgeçerek Mekke'ye geri dönmüşlerdi. Hazreti Peygamber ise, müşriklerin düşüncelerini haber alarak ashabiyle birlikte düşmanı karşılamak üzere Hamrâ'u'l-Esed denilen ve Medine'ye sekiz mil mesafede bulunan   mevkie gelmişler, hiç kimseyi bulamayınca da Medîne'ye avdet etmişlerdi. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmenin bu hâdiseden sonra nazil olduğu söylenirse de, diğer bazı rivayetlerde onun, biraz önce özetlediğimiz Bedru's-Suğrâ ile ilgili olduğu görülür. Oysa Hamrâ'uİ-Esed, Uhud gazvesinin hemen akabinde cereyan eden olayla ilgili olduğu halde, Bedru's-Suğrâ Bedir mevsiminde, daha sonraları vukubulmuştur. [61]

 

174 Mamafih müslümanların düşmanla karşılaşmak üzere çıktıktan sonra, hiç savaşmadan, hiç ölüm ve yaralanma tehlikesiyle karşılaş­madan, kısacası kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, sadece Al­lah'tan gelen bir nimet ve kârlı bir ticaretle geri döndükleri düşünülür ve âyet-i kerîme bu manâda tefsîr edilirse, onun, Bedru's-Suğrâ'da nazil olduğu sonucuna varılır.

Ayrıca müslümanlar, bu seferlerinde, hem Allah'ın, hem de Peygamberin emirlerine uymak suretiyle, dünya ve âhırette necat ve saâdate vesüe olan Allah'ın rızasını da kazanmışlardır. Allahu Ta'âlâ,

gerek mü'minlerin kalblerindeki îmanı kuvvetlendirmek, gerek onları büyük arzu ile cihada çıkmalarını sağlamak, gerek düşmana karşı cesaretlendirmek ve gerekse dokunabilecek kötülüklerden onları korumak bakımından son derece lütufkârdır. Âyet-i kerîme, bu gerçeği açıklamakla, Hazreti Peygamberle birlikte sefere çıkan mü'minleri güzel akıbetle müjdelerken, geride kalanların kalblerine hüsran ve pişmanlık sokmuştur. Zira ister maddî, ister manevî olsun, bu seferlerinden kârlı bir ticaretle geri dönenler ve Allah'ın rızasını kazananlar, Hazreti Peygamberle birlikte bu sefere katılan mü'minlerdir. Diğerleri ise, bun­dan mahrum kalmışlardır. [62]

 

175 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmede, müslümanlara, "düşman­larınız, büyük bir kalabalık halinde size karşı biraraya geldiler; bu sebeple onlardan korkun" diyerek gözdağı vermek ve içlerine korku salarak müşriklere karşı harekete geçmelerini önlemek isteyen kim­selere tekrar dönerek bunların şeytan olduğunu ve dostları olan müşrik­lerle müslümanları korkutmak istediklerini haber vermiştir. Müfessirler, bu âyet-i kerîmede şeytan olarak isimlendirilen kimsenin, veya kim­selerin tayininde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre, bu, Ebû Sufyân'dır, Nitekim müşriklerin lideri olan bu şahıs, Uhud'tan sonra ikinci bir Bedir'le müslümaniarı korkutmak istemiştir. Diğer bazıları bunun, Ebû Sufyan tarafından mûslümanların içine korku salmakla görevlendirilen Nu'aym İbn Mes'ûd olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki görüşe göre, şeytandan murad ins şeytanıdır ve şu manâ kasdedil-miştir: "Size karşı, düşmanlarınız, kuvvetli bir şekilde biraraya geldiler. Binâenaleyh onlardan korkun, diyen yahut bu manâda içinize vesvese sokan, şeytandan başkası değildir. Sizi, dostları olan Mekkeli müşrik­lerle korkutmak istiyorlar ve size diyorlar ki: "Sizin için hayırlı olan, oturup onlara karşı çıkmamantzdır".

Diğer bazı müfessirlere göre, âyet-i kerîmede sözü edilen şeytan cin şeytanıdır ve Bakara sûresinin 268 İnci âyetinde "şeytan size fakir­liği va'dedip kötülüğü emreder" denildiği gibi, burada da müslümanları kendi dostlanyle korkutma hevesindedir. Ne var ki, âyet-i kerîmede kas-dedilen şeytan, ister ins şeytanı olsun, ister cin şeytanı olsun, onun, Allah'ın dostlarını korkutması mümkün değildir. Binâenaleyh gerçek mü'minler, müşrik olsun münafık olsun, Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Onlar yalnız Allah'tan, Allah'ın emirlerine karşı gelmekten korkarlar. Çünkü onların asıl dostu, asıl yardımcısı ve asıl velisi O'dur ve O'nun Bakara sûresinin 249 uncu âyetindeki va'dini hiçbir zaman unutmazlar. Bu âyetinde O, şöyle buyurmuştur; "Nice az topluluk,

Allah'ın izniyle, çok topluluğa gâlib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir".

Müslümanların bu âyet-i kerîmeden almaları gereken bazı dersler vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

Âyet-i kerîmede "eğer gerçekten mü'min kimseler iseniz, onlardan korkmayıp benden korkun" denildiğine göre, bir mü'min, Allah'tan başka hiç kimseden korkmaz; kısacası mü'min korkak olmaz. Bu itibarla mü'minin en bariz vasfı, onun cesur oluşudur. Korkaklığın gerçek manâdaki sebebi ise, ölüm ve dünyevî hırstır ki, mü'minin kalbi bunlara karşı boştur. İslâm'ın doğuşundan bu yana, müslüman orduların savaşlarda gösterdikleri cesaret ve kahramanlık örneklerinin sebebi de budur. [63]

 

176. (Ey Muhammedi) Küfürde bhibirleriyle yanş edenler, seni üzüntüye sokmasınlar, Onlar^ hiçbir şeyle Allah'a zarar vereme­yeceklerdir. Allah, âhırette onlara hiçbir âhıret sevabı vermeyi murad etmemiştir. Onlar için son derece büyük azâb vardır.

177.   îmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah 'a hiçbir şeyle zarar veremeyecekler­dir. Onlar için çok acı bir azâb vardır.

178.   Küfredenler zannetmesinler ki, bizim on­lara mühlet vermemiz, kendileri için hayırlıdır. Biz onlara mühlet vermişsek, (bu), günahları daha da artsın diyedir. Onlar için rezil edici bir azâb vardır.

179.  Allah, kötüyü iyiden ayırmadan, mü'min-îeri, üzerinde bulunduğunuz şu hal üzere bırakacak değildin Allah, size gaybı bil­direcek de değildir. Fakat Allah, peygamherlerinden dilediğini seçer (ve ona kul­larının kalblerinde olanları bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine îman edin. Eğer îman eder ve sakınırsanız, en büyük mükâfat sizindir.

 

Uhud savaşının müslümanlar aleyhine müşriklerin galibiyetiyle neticelenmesi, bu arada Hazreti Peygambere ve müslümanlara maddî ve manevî ağır yaraların isabet etmesi, bazı münafıkları harekete geçirmiş, içlerinde gizledikleri küfrü açığa vurarak yardımdan ve zafer­den ümidlerini kesmelerine yol açacak davranışlarla onları korkutmaya ve tehdit etmeye yeltenmişlerdi. Mü'mirilere şöyle diyorlardı; Muhammed hükümranlık peşinde koşuyor. Ne var ki giriştiği iş, bazan lehine, bazan da aleyhine neticeleniyor. Eğer o, Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olsaydı, şu savaşta hezimete uğramazdı.

Münafıkların mü'minleri İslâm'dan soğutup uzaklaştırmaya matuf bu çeşit sözleri, Hazreti Peygamberi son derece üzüyor, geçen zaman içinde de bu üzüntü giderek artıyordu. İşte, yukarıdaki âyet-i kerîmeler, münafıkların üzerlerindeki nifak örtüsünü atıp altındaki gerçek hüviyet­lerini ortaya koymaları üzerine, Hazreti Peygamberin tesellisi için indiril­miştir. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde, kâfirlerin îmandan yüz çevirmeleri, yahut Kur'ân'a veya Hazreti Peygamberin şahsına saldırmaları sebebiyle üzülen Peygamberin nasıl teselli edildiğini gösteren örneklere rastlamak mümkündür. Meselâ Mâide sûresinin 41 inci âyetinde şöyle buyurulmuştun "Ey Peygamberi Kalbleri îman et­memişken ağızlarıyle inandık diyenler, yahudîlerden yalana kulak veren­ler ve başka kavimler adına casusluk edenler son/ üzmesin". Kehf sûresinin 6 ncı âyetinde "(Ey Peygamber!) Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin", Fâtır sûresinin 8 inci âyetinde de "(Ey Peygamber!) Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah, onların yaptıklarını elbette bilir" buyurulmuştur. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de Allahu Ta'âlâ, münafıkların küfrü ihtiyar ederek müslümanlar aleyhine faaliyet göstermeleri karşısında büyük üzüntü duyan peygamberini teselli etmiş, sonra da bu teselliyi tamam­lamak maksadıyle, münafıkların bu çeşit davranışlariyle hiçbir zarar veremeyeceklerini, fakat en büyük zararı kendilerinin göreceğini ve yaptıklarının cezasını çok ağır bir şekilde çekeceklerini haber vermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [64]

 

176.  (Ey muhammed!) Küfürde biribirleriyle yarış edenler, seni üzüntüye sokmasınlar. Onlar, hiçbir şeyle Allah'a zarar veremeyeceklerdir. Allah, âhırette onlara hiçbirâhıret sevabı ver­meyi murad etmemiştir. Onlar için son derece büyük azâb vardır.

177.  îmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremeyeceklerdir.   Onlar için çok acı bir azâb vardır.

178.  Küfredenler zannetmesinler ki, bizim onlara mühlet   vermemiz, kendileri için hayırlıdır. Biz onlara mühlet vermişsek, (bu), günahla­rı daha da artsın diyedir. Onlar için rezil edici bir azâb vardır.

 

176 Yukarıda da açıkladığımız gibi, Aliahu Ta'âlâ, münafıkların ve on­larla birlikte hareket eden yahudîlerin Hazreti Peygambere ve İslâm'a karşı giriştikleri çirkin davranışlar karşısında büyük üzüntü duyan sev­gili Peygamberini teselli etmek ve üzpntüsünü gidermek için ona hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Ey Peygamber! Münafıkların ve bir gurup yahudînin kâfirlere yakınlık gösterip onların yardımına koşmak, buna karşılık mü'minlerin işlerine engel olmak ve her çareye başvurarak yeryüzünden silinmelerini sağlayacak kötülükleri yapmak hususunda biribirleriyle yarış etmeleri seni üzmesin. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, bu yaptıklarıyle ne Allah'ın dînine ve ne de dostlarına hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Odların küfür yolunda giriştikleri bu yarışın akıbeti de ancak kendi üzerlerine olacaktır. Onlar seninle savaşmıyorlar ki, sana zarar versinler. Onların savaşı Allah iledir; onlar yalnız Allah ile savaşıyorlar. Fakat bu savaşlarında ne kadar âciz kaldıklarını aniamayacak derecede de beyinsizdirler. OnlarıruAllah'a zarar vermeleri mümkün olmadığına göre, yaptıklarının zararı elbette kendilerine dokunacaktır. Nitekim onların küfürde yarışır olmaları, âhıret nimetlerin­den hiçbir nasîblerinin bulunmadığını gösterir. Allah, onları, kendi sünnetinin ve kendi iradesinin gereği olarak bu nimetlerden mahrum kılmıştır. Bu mahrumiyetle birlikte âhırette görecekleri büyük bir azâb da vardır ki, bunun büyüklüğünü ve şiddetini tayin etmek mümkün değildir. [65]

 

177Allahu Ta'âlâ, küfre yardım etmek ve ona destek olmak hususun­da birbirleriyle yarışa giren münafıklar ve yahudîler hakkındaki hükmü­nü beyan ettikten sonra, bu hükmü, küfrü îmana tercih eden, veya îmânı küfürle değişen kimselere de teşmil ederek, daha umumî bir ifadeyle şöyle buyurmuştur:

îman karşılığı küfrü satın alanlar, yahut îmanı küfür ile değişenler, hiçbir surette Allah'a zarar veremeyeceklerdir. Yaptıklarından sadece kendileri zarar görecek ve derecesi ölçülemeyen büyük ve acı bir azâb ile cezalandırılacaklardır. [66]

 

178 Şu var ki bu kâfirler, dünyada kendilerine verilen uzun ömür ve geniş imkânlara bakarak, bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannet­mesinler. Zira uzun ömrün ve geniş imkânlarla dünya nimetlerinden faydalanmanın kendileri için hayırlı olduğu kimseler, yalnız sâlih amel sahibi olan kimselerdir; çünkü bunlar, ömürlerini hayırlı olan işlerde tüketirler ve kendilerine cennet kapılarını açan bol sevab kazanırlar. Ömürleri ne kadar uzun olursa kazandıkları sevab da o kadar çok olur. Kâfirler ise, amelleriyle sadece günâh kazanırlar ve ömürleri uzadıkça da günâhları artar. Bu sebepledir ki, eğer Allah onlara mühlet verip can­larını almıyor ve ömürlerini uzatıyorsa, bu, onların günâhlarını daha çok artırmak ve bu günâhları yüzünden onlara daha çok azâb etmek içindir. Ve gerçekten bu kâfirler için rezil edici bir azâb vardır.

Netice olarak âyet-i kerîmeden alınması gereken ders şudur ki, Al-lahu Ta'âlâ bir mü'minin ecelini tehir eder ve ömrünü uzatırsa, bu, onun hasenatını artırması ve hayratını çoğaltması içindir. Binâenaleyh müslümanlar bunu göz önünde bulundurarak sâlih amellerle sevab-larını artırmak İçin Allah'tan uzun ömür dilemelidirler. [67]

 

179. Allah, kötüyü iyiden ayırmadan, mü'minleri, üzerinde bulunduğunuz §u hal üzere bıraka­cak değildir Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (ve ona kullarının kalbinde olanları bildirir). O halde Allah'a ve peygam­berlerine îman edin. Eğer îman eder ve sa­kınırsanız, en büyük mükâfat sizindir.

 

179 Allahu Ta'âlâ, içlerindeki küfrü açığa vurarak Hazreti Peygam­bere ve ashabına sataşmak cür'etini gösteren münafıkları ve bazı yahudîleri bahis konusu ederek, bu davranışlarıyle onların kendilerin­den başka hiç kimseye zarar veremeyeceklerini, âhırette de bu dav­ranışlarının cezasını derecesi ölçülemeyecek bir azâb ile çekeceklerini haber verdikten sonra, Uhud gazvesinde mü'minlerin maruz kaldıkları sıkıntıların, mü'min ile münafığı birbirinden ayırdetmek için gerekli ol­duğuna işaret etmiş ve bu çeşit sıkıntıları, gerçek îmanın yanılmaz bir ölçüsü olarak ortaya koymuştur.

Uhud gazvesinde müslümanların maruz kaldıkları sıkıntının, veya başlarına gelen musibetin, müşrikler karşısındaki mağlubiyetleriyle, Hazreti Peygamberin yaralanması ve yetmiş kadar sahabînin öl­dürülmesi olduğu malûmdur. Oysa müslümanlar Medîne'ye hicretten sonra, zaferle neticelenen Bedir savaşından başka önemli bir hâdise ile karşılaşmamışlardı. Bu sebeple Allah'ın emrettiği İbadetlerden başka hiçbir şey onları meşgul etmiyordu. Mü'min olsun münafık olsun, hepsi de namazlarını kılıyor, fazla bir yekûn tutmayan sadaka veya zekâtlarını da veriyorlardı. Genellikle sakin geçen bu gibi durumlarda insanları bir­birinden ayırdedip herbiri hakkında gerçeğe uygun hüküm vermek mümkün değildi. Bazıları diğerlerinden farklı bir görüşe sahip olsalar bile, bu görüşün açıklanmasında herhangi bir fayda mülâhaza edil­mezse, hattâ daha kötüsü, açıklandığı takdirde tehlike yaratacak cinsten olursa, bu görüşü açıklamazlar; değişik bir görüş sahibi olduk­larını bile hissettirmezler. İşte Uhud gazvesinden önce münafıkların durumu böyle idi. İslâm'ı benimsememişlerdi; kalelerinde de îmanın kırıntısı yoktu. Fakat menfeatları İslâm'ın gücü karşısında onları İslâm'a girmiş görünmeğe zorlamış, onlar da zoraki müslüman görünmüşlerdi. Bu sebeple, akılları yatmasa bile müslümanlarla birlikte yaşıyorlar, onlar gibi ibadetlerini ifa ediyorlardı. Bundan dolayı mü'min ile münafığı bir­birinden ayırdetme İmkânı yoktu. Ancak münafığın mü'min gibi yaşamasına ve mü'minin sahip olduğu haklara ortak olmasına ne zamana kadar müsade edilebilirdi? Hele mü'minler arasında, fırsat bul­dukça nifak tohumlan saçmasına nasıl göz yumulabilirdi? İşte âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, akla gelebilecek bu gibi sorulara cevap teşkil etmek üzere buyurmuştur ki: "Allah, kötüyü iyiden ayırmadan, mü'min-leri, üzerinde bulunduğunuz şu hal üzere bırakacak değildir".

Allah, kötüyü iyiden, münafığı mü'minden ayırmadan müslümanlan içinde bulundukları hal üzere, mütecanis bir toplum gibi bırakmayı murad etmemiştir. Toplum mütecanis değildir, hem mü'minler vardır; hem de mü'min gibi görünen, fakat mü'min olup olmadığı bilinmeyen kimseler vardır ve bunların İsiâm'a ve müslümanlara ilende ne gibi zarar­larının dokunacağını ancak Allah bilmektedir.

Bazı şiddet olaylarının ve savaşların, îmanında kuvvetli olanlarla zayıf olanları, yahut mü'minlerle münafıkları birbirinden ayırt etmesi yönünden büyük faydaları vardır. Müslümanların hezimetiyle neticelen­miş olmasına rağmen Uhud savaşı, münafıkları açığa çıkarmış ve kimin ne olduğunu herkese göstermiştir. Nitekim Hazreti Peygamber, müşrik­lerle savaşmak için Medîne'den Uhud'a doğru bin kişilik bir ordu ile yola çıktığı zaman, başlarında Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl olduğu halde üç yüz kişilik bir münafıklar gurubu, bir takım bahanelerle ordudan ayrılmış ve savaşa katılmamıştı. İmanı zayıf bazı okçuların ise, Hazreti Peygamberin sıkı tenbihine rağmen mevzilerini terketmeleri, müslüman-ların hezimetine sebep olmuştu.

Bu hâdiseler münafıkların tanınmasına büyük ölçüde yardım etmiştir. Eğer bunlar olmasaydı, onları tanımak elbette mümkün olmaz ve bu yüzden de ileride daha büyük tehlikelere yol açabilirlerdi.

Âyet-i kerîmede de belirtildiği gibi, Allahu Ta'âlânın müslümanlara her münafığın halini gaybtan öğretmesi de olacak işlerden değildi. Zira her müslümanı gayba muttali kılması, O'nun sünnetine aykırı idi. Bunun­la beraber O, peygamberlerden dilediğini seçer ve ona münafıkların kalblerinde bulunan nifak veya küfrü haber verirdi. Nitekim Cin sûresinin 26-27 nci âyetlerinde de bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Gaybı bilen Allah, gayba hiç kimseyi muttali kılmaz. Yalnız rıza göster­diği peygamber müstesna". Bundan da anlaşılmaktadır ki gaybı yalnız Allah ve bir de gayba muttali kılınmasını dilediği peygamberi bilir. Bu itibarla müslümanların, peygamberlerin gaybtan haber verdikleri şeylere inanmaları îman esaslarından sayılmak gerekir. Nitekim âyet-i kerîmede buna delâlet etmek üzere "Allah'a ve peygamberlerine îman edin" denilmiştir ki, zahirî manâsı içinde "peygamberlerin gaybtan ver­dikleri haberlere de îman edin" manâsı mündemiçtir. Binâenaleyh kim peygamberlerin gaybtan getirdikleri haberlere îman eder ve Allah'tan da sakınırsa, onun için miktarı ölçülemeyecek derecede büyük ecir vardır.

Burada önemi dolayısıyle bir hususa açıklık getirmekte fayda var­dır. Bazıları, Allah'ın, bazı seçkin peygamberlerine bütün gaybı bildir­diğini ileri sürmüş, bazıları da bundan kıyamet vaktini istisna etmiştir. Ancak bu konuda fazla cür'etkâr davranmaktan ve nassların delâlet ettiği manâlar dışına çıkmaktan sakınmak gerekir. Yukarıdaki ayet-i ke­rîmede, Allah'ın, peygamberlerden dilediğini seçip gaybı ona bildireceği beyan edilmişse de, bundan gaybın tamamını anlamak büyük bir hata olur.. Belki Allah, dilediği peygamberine, gayba âit dilediği cüzT bazı şeyleri bildirmiş, fakat her şeyi bildirmemiştir. Nitekim bu husus, Allahu Ta'âlânın, En'âm sûresinin 50 nci âyetinde, sevgili Peygamberine söyle­mesini emrettiği şeylerdendir. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur: "(Ey Peygamber!) de ki: Ben size, Allah'ın hazineleri elimdedir, de­miyorum. Gaybı bilmiyorum. Melek olduğumu da söylemiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyuyorum". Bu sözlerin aynını, geçmiş pey­gamberlerden Nûh (a.s.)'un da kendi kavmine yönelttiğini, Hûd sû­resinin 31 inci âyetinden öğreniyoruz. Keza Hazreti Peygamber, A'râf sûresinin 188 inci âyetinde gaybı bildiğini reddederek "eğer gaybı bil­seydim, daha çok hayır işlerdim ve bana hiç kötülük dokunmazdı" deme­si emrolunmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki, Allahu Ta'âlâ, mü'minlerle münafıkların belli olması ve herkesin ne olduğunun bilinmesi için Uhud gazvesini İm­tihan kılmış; îmanı kuvvetli olanlar bu imtihanın şiddetine göğüs gerip Allah yolunda savaşmış, îmanı zayıf olanlar ise, ondan kaçmış, yahut kaçış yolları aramıştır. [68]

 

180.  Allah'ın fadl u kereminden kendilerine verdiği nimetleri (Allah yolunda sarfetmeyip) cimrilik edenler, bu (nimet bol­luğu) nun kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için serdir.Cimrilik ettikleri o şey, kıyamet günü boyunlanna dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptıklarınız­dan hakkıyle haberdârdır.

181. Allah, "Allah fakirdir; biz ise zenginiz" di­yenlerin sözlerini elbette isitmiştir. Onla­rın söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacak ve "oyanının azabını tadın" diyeceğiz.

182.   "Bu, kendi ellerinizin işleyip çıkardığı (amellerinizin karşılığı) dır". Yoksa Allah, kullarına karşı asla zâlim değildir.

183. (Ey Muhammedi) "Bize, ateşin yediği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamama hususunda Allah bizden söz aldı" diyen kimselere de ki: "Benden önce size apaçık delillerle ve bir de söy-İ      lediğiniz mucizeyle bir çok peygamberler gelmişti O halde sözünüzde bu kadar sâ­dık kimseler idiyseniz, onlan niçin öldür­dünüz"?

184. Eğer seni yalanlarlarsa, onlar zaten sen­den önce apaçık delilleri, sahîfeîerive ay­dınlatıcı kitabı getiren peygamberleri de yalanlamışlardı.

 

Bu âyet-İ kerîmelerle, Uhucl gazvesinden ayrı, yeni ve müstakil bir konuya geçilmiş olmaktadır. Bu konu, Allah yolunda mal sarfı ve bunun zıddı olan cimrilik ile ilgilidir. Bundan sonraki âyetler de, genellikle vâz

ve irşad kabilindendir.

Âyetlerin konusu, her ne kadar yeni ve müstakil sayılırsa da, ken­dinden önceki âyetlerle irtibatlı olduğuna da şüphe yoktur. Nitekim daha önceki âyetlerde Uhud savaşından ve Uhud savaşı dolayısıyle Allah yolunda savaştan ve savaşta can feda etmekten söz edildiği gibi yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de canın kardeşi sayılan maldan ve dolayısıyle Allah yolundaki mal sarfından söz edilmiştir. Ölüm korkusu ile savaştan kaçıp canını kurtarmak isteyenler bulunduğu gibi, malının tükenmesinden korkup Allah yolunda onu sarfetmekten kaçan cimriler de vardır. Allahu Ta'âlâ daha önceki âyetlerinde, nasıl Allah yolunda cihad etmekten kaçanları şiddetli azâb ile uyanptehdit etmişse, malında cimrilik gösterenler için de envâı çeşid va'îd zikretmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [69]

 

180.  Allah'ın faal u kereminden kendilerine ver­diği nimetleri (Allah yolunda sarfetmeyip) cimrilik edenler, bu (nimet bolluğu) nun ken dileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için serdir. Cimrilik ettikleri o şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.

 

180 Pek çok kimse vardır ki, Allahu Ta'âlâ kendilerine fadl u keremin­den bol bol mal mülk ihsan eder de, onlar bu malları sırası gelince Allah yolunda ihtiyaç sahiplerine sarfetmekten çekinirler; cimrilik ederler; malın ellerinde kalmasında hayır bulunduğunu zannederler. Oysa bir takım haller vardır ki, bu hallerin zuhurunda Allah'ın ihsan ettiği bu mal­dan infak etmek, vermek gerekir. Bu hallerin başında, mal sahiplerine farz kılınmış olan zekâtın ödenmesi gelir. Bazı hallerde ele, ülke düşman tehdidine maruz kalır ve bu tehdidi ortadan kaldırmak ve ülkeyi se­lâmete çıkarmak için orduya, silâh ve teçhizata ihtiyaç hâsıl olur; bu da bol miktarda mal sarfını gerektirir. Bazı hallerde ise, toplumun çeşitli kesimlerinde açlık tehlikesine ve dolayısıyle ölüme maruz kalmış dul, yetim ve kimsesizler için mal sarfetmek gerekir.

Bu ve benzeri hallerin hepsinde, Allah'ın ihsan ettiği maldan infak etmek her mal sahibi mü'minin görevidir. Bu, bir bakıma, insanın kendi nefsinden zararın defi manâsındadır. Şunu da unutmamak gerekir ki, âyet-İ kerîme ile kötûlenen cimrilik, insanın ihtiyacı olan malı elinde tut­ması değildir. Zira Allahu Ta'âlâ, helâl ve temiz olan her şeyden insanın istifade etmesine izin verdiği gibi, sahip olduğu bütün malın sarfedilmesini de emretmiş değildir. Eğer böyle bir emir olsaydı, bütün mü'minler, sahip oldukları malı infak etmekle kendileri aç ve çıplak kalır, yardıma muhtaç duruma düşerlerdi. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok yerinde, mü'minleri tavsîf ederken, "kendilerine verdiğimiz rızkı infak ederler" dememiş, fakat "kendilerine yerdiğimiz nzıktan infak ederler" buyurmuştur. Keza Allahu Ta'âlâ, (zekât ve fıtır sadakası gibi mecburî ödemeler dışında,) Allah yolunda sarfedilecek malın miktarını tayin ve tesbit etmemiş, fakat bunu kendi malında fakir fukaranın da hakkı bulunduğuna inanan ve kalbindeki îmana tâbi olan rfîü'minin anlayışına ve hamiyyetine bırakmıştır. Zekât ve fıtır sadakasının miktarları ise Hz. Peygamber tarafından tayin edilmiştir. Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, Allah yolunda sarfetmek, aynı yolda can vermek kadar önemli olan ve ihmal edilmemesi gereken bir görev­dir. Bu itibarla malda cimrilik etmekte ve malı elde tutarak ihtiyaç sahip­lerine ondan hiçbir şey vermemekte, cimriler için hayır değil şer vardır. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır; başka bir ifadeyle dünyada iken vermeye kıyamadıkları mal, kıyamette boyun­larının halkası olacak ve bu halkadan kurtuluş imkânı bulamayacak­lardır.

Âyet-i kerîmedeki boyuna dolanmak manâsında tercüme edilen tatvîk kelimesi, bazan takattan gelir ve teklif manâsında kullanılır. Buna göre bazı müfessirler, âyet-i kerîmedeki bu ibareyi, "âhırette, mal infakıyle mükellef tutulurlar; fakat İnfak etmeye muktedir olamazlar; çünkü dünyadaki malları dünyada kalmış, kendileriyle beraber âhırete intikal etmemiştir" manâsında tefsîr etmişlerdir. Bu, tıpkı dünyada iken secdeye davet olundukları halde, alınları secde görmeden âhırete göçüp de kıyamet günü yeniden secdeye davet olunmaları, fakat onların bunu yapamamaları gibidir. Allahu Ta'âlâ bunlar hakkında Kalem sûresinin 43 üncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "O gün secdeye davet olunurlar, ama buna güçleri yetmez. Oysa onlar sapasağ­lamdırlar".

Netice olarak ve kısaca İfade etmek gerekirse, cimriliklerinin cezasını kıyamet günü mutlaka çekeceklerdir. Bu ceza, bçyna geçmiş bir halka gibi onları asla terketmeyecektir.

Allah'ın kendilerine ihsan ettiği şeyde cimrilik edenlerin unut­mamaları gereken bir husus da, göklerde ve yerde bulunan her şeyin yalnız Allah'a âit olmasıdır. Cimrilik edip elden çıkarmak istemediği o mal, ölümü halinde bir başkasına kalır; fakat onun elinde de oyalan­maz, ondan sonrakine intikal eder. Böylece vâris de muris de yok olun­caya kadar elden ele dolaştıktan sonra, nihayet mülkün asıl sahibine kalır ki, o da âlemlerin Rabbı Allahu Ta'âlâdır. O halde mülkün asıl sahibi olan Allahu Ta'âlânın izni ve ihsanıyie ondan bir miktar ele geçirenler nasıl olup da ondan daha az bir miktarını yine Allah için sarfetmekten kaçınırlar, cimrilik ederler?

Fakat kim ne yaparsa yapsın, Allah herkesin yaptığını hakkıyle bilir. Yapılan ve yapılmak istenen hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Sonra da her­kesi yaptığı amele göre cezalandırır. [70]

 

181. Allah, "Allah fakirdir; biz ise zenginiz" diyen­lerin sözlerini elbette isitmiştir. Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacak ve "o yangının azabını tadın'1 diyeceğiz.

182.  "Bu, kendi ellerinizin işleyip çıkardığı (amel­lerinizin karşılığı) dır". Yoksa Allah, kul­larına karşı asla zâlim değildir.

 

181 İbn Abbâs'tan gelen bir rivayetten öğrendiğimize göre, Hazreti Ebû Bekrr yahudî Midras'ın evine gitmişti ki, orada bir gurup yahudînin Finhas isimli yahudî din âlimlerinden birinin etrafında toplanmış, onu dinlediklerini gördü. Ona: "Yâ Finhas! Allah'tan kork ve müslüman ol. Sen iyi biliyorsun ki Muhammed Allah'ın Rasûlüdür ve bunu elinizdeki Tevrat'ta yazılı olarak görüyorsunuz" dedi. Finhas ise, ona şu cevabı verdi: "Yâ Ebâ Bekr! Biz Allah'a karşı değil, Allah bize karşı fakirdir. Biz O'ndan daha zenginiz. O, bizden zengin olsaydı, dostunuzun da ileri sürdüğü gibi bizden borç istemezdi. O size ribayı yasaklıyor, fakat bize kendisi veriyor. Eğer O bizden zengin olsaydı, bize ribâ vermezdi". Bu sözlere kızan Ebû Bekr, Finhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat attı ve "nef­sim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer bizimle senin aranda bir anlaşma olmasaydı boynunu vururdum, ey Allah'ın düşmanı" dedi. Bunun üzerine. Finhas Hazreti Peygambere gitti ve şikâyette bulunarak dedi ki: "Ey Muhammedi Bak arkadaşın bana ne yaptı". Haz­reti Peygamber Ebû Bekr'e "seni bunu yapmaya sevkeden şey nedir?" diye sordu. Ebû Bekr de: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu adam o kadar ağır söz

söyledi ki, Allah'ın fakir, kendilerinin ise, Allanman zengin olduklarını iddia etti. Bunu söyleyince Allah için dayanamadım ve suratına vurdum" cevabını verdi. Finhas "böyle demedim" deyip söylediklerini inkâr edince, Allahu Ta'âlâ Finhas'ın yalanını ortaya çıkaran ve Ebû Bekr'i doğrulayan bu âyeti indirdi. Âyet-i kerîmede, Allahu Ta'âlânın, bu kâfir­lerin Allah hakkında söylediklerini işittiği bildiriliyordu. Zira kim gizli veya aşikâr bir şey söylerse, o, Allah'a asla gizli kalmaz ve söylenen sözün mahiyetine göre söyleyen, söylediğinin cezasını görür. Nitekim âyet-i kerîmede, söylenen sözün çirkinliği dolayısıyle tehditkâr üslûbu farket-memek mümkün değildir. Buna karşılık meselâ "Allah, kendisine ham-deden kulunun sözünü işitmiştir" sözünde güzel bir akıbetin müjdesi vardır.

Bakara sûresinin 245 ve Hadîd sûresinin 11 inci âyetlerinde "Allah'a, karşılığını kat kat artıracağı güzel bir ödüncü kim takdim eder?" sözüyle istihza ederek Allah'ın fakir olduğunu ileri süren yahudîlerin bu çirkin sözleri ve daha önceleri peygamberlerini haksız yere öldürmek suretiyle işledikleri o iğrenç cinayetleri, Allah tarafından elbette yazılıp tesbit edilecek ve bu yaptıklarının cezasını kat kat çekeceklerdir. On­lara denilecektir ki: "Bu azabı, yangın azabını çekin bakalım; çünkü siz, Allah'ın peygamberlerini öldürerek ve Kitab'ına dil uzatıp iftira ederek O'nun dostlarına çok azâb etmiştiniz".[71]

 

182 Sizin şimdi tadacak olduğunuz ve bir daha kendinizi kurr taramayacağınız bu yakıcı azâb, dünyada iken bizzat kendi elleriniz ve dillerinizle İşleyip meydana getirdiğiniz amellerinizin karşılığıdır. Kısacası, dünyada siz işlediniz ve kazandınız; âhırette de bu kazancınıza kavuşuyorsunuz. Binâenaleyh tadacağınız bu yakıcı azâb, sizin hak etmediğiniz bir azâb değildir. Zira Allah, hiç kimseye haksız yere azâb etmez. Aksi halde bu zulüm olurdu ki, Allah, kullarına karşı asla zâlim değildir. Buna rağmen kâfirler de yaptıklarının karşılığını mut­laka göreceklerdir. Eğer onlar yaptıklarının cezasını görmeyecek olur­larsa, bu takdirde mü'min ile kâfir arasında hiçbir fark kalmaz, din de abes bir şey olurdu. Nitekim Allahu Ta'âlâ Sâd sûresinin 28 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Yoksa biz, îman edip sâlih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlarla bir mi tutacağız? Yahut Allah'tan sakınan­ları tacirler gibi mi tutacağız"? Câsiye sûresinin 21 inci âyetinde "kötülük işleyen kimseler, kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde îman eden ve sâlih amel işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı sanıyorlar?", Kalem sûresinin 35 inci âyetinde de "müslümanlan suçlularla bir mi tutarız?" buyurmuştur. [72]

 

183. (Ey Muhammedi) "Bize, ateşin yediği bir kur­ban getirmedikçe hiçbir peygambere inanma­mamız hususunda Allah bizden söz aldı" di­yen kimselere de kt "Benden önce size apaçık delillerle ve bir de söylediğiniz mucizeyle bir çok peygamberler gelmişti O halde sözünüz­de bu kadar sâdık kimseler idiyseniz, onları niçin öldürdünüz*?

184.  Eğer seni yalanlarlarsa, onlar zaten senden önce apaçık delilleri, sahîfeleri ve aydınlatıcı kitabı getiren peygamberleri de yalanlamış­lardı.

 

183 İbn Abbâs'tan rivayet olunan bir habere göre bu âyet-i kerîme, yahudî Ka'b İbnu'l-Eşref, Mâlik İbnu's-Sayf, Finhas İbn Âzûrâ, Huyey ibn Ahtab ve diğerleri hakkında nazil olmuştur. Bu yahudîler, bir gün Haz-reti Peygambere gelmişler ve şöyle demişlerdir: "Ey Muhammedi Sen, Allah'ın Rasûlü olduğunu ve Allahu Ta'âlânın sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Oysa Allah Tevrat'ta bizden, gökten inerken hafif uğul­tusu olan bir ateşin yediği bir kurban getirmedikçe, hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı. Eğer bize böyle bir kurban getirir-sen seni  tasdik  ederiz".  Yahudîlerin  bu  sözleri  üzerine bu âyet-ikerîme indi.

Aslında yahudîler tarafından ileri sürülen gökten inen ateşin kurban yemesi, yalan ve iftiradan başka bir şey değildi. Kurban üzerinde bir ateş yakılması söz konusu olsa bile, bu ateş hiçbir zaman gökten in­memiş, fakat onu yahudîler kendi elleriyle yakmışlardır. Binâenaleyh kendi elleriyle ateşe verdikleri bir kurban hiçbir zaman îmanı gerektir­mez. Meğer ki bu kurban, mucizevî olarak gökten gelen bir ateşle yanmış olsun. Ancak yahudîlerin bu iddiaları, Hazreti Peygambere inan­ma yollarını araştırmaktan değil, fakat ona inanmamak için kendilerine mazeret arama gayretinden kaynaklanıyordu. Eğer gerçekten ona inanmak isteselerdi, ellerinde inanmalarını gerektiren pek çok delil vardı. Nitekim Allahu Ta'âlâ, âyet-i kerîmede yahudîleri tekzîb ede­rek bu delillere işaret etmiş ve onları cevap veremeyecek bir halde boyunlarından kıskıvrak yakalamıştır. Sevgili Peygamberine, onla­ra sorulmak üzere şöyle demesini emretmiştir: Ey yahudîler! Pey­gamber olarak bana İnanmak için benden bir mucize getirme­mi istiyorsunuz. Ancak siz, bu isteğinizde sâdık ve samimi değilsiniz. Eğer sözüne güvenilir kimseler iseniz, bana cevap verebilir misiniz? Benden önce Zekeriyyâ ve Yahya gibi bir çok

peygamber, peygamberliklerine delâlet eden apaçık deliller, mucizeler ve özellikle sizin söylediğiniz ateşin yediği kurban ile gelmişlerdi de, on­lara yine inanmamıştınız ve hattâ daha da ileri giderek onları öldür­müştünüz. Şimdi söyler misiniz, apaçık delillerle gelen o peygamber­lere niçin inanmadınız ve onları niçin öldürdünüz? Bu, sizin ne kadar katı kalbli bir kavim olduğunuzu göstermiyor mu? Tevrat da sizi katı kalbli bir kavim olarak tavsif etmiştir. Bu itibarla siz, benden mucize is­temiyor, fakat inanmamak için inat ediyorsunuz.

Burada bir hususu açıklamak gerekir. Âyet-İ kerîmeden de anlaşıldığı gibi, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayıp öl­düren yahudîler, Hazreti Peygamber devrinden asırlarca önce yaşamış olan ve Hazreti Peygamber devrinde yaşayan yahudîlerin cedleri sayılan kimselerdir. Böyle olduğu halde, cinayetin Hazreti Peygamber devri yahudîlerine de nisbet edilmesi, onların, cedlerinin işledikleri fiile rıza göstermeleri ve hak yolda olduklarına İnanmaları sebebiyledir. Asır­larca yaşayan bir millet, örf, âdet ve ahlâkiyle bir bütün teşkil eder ve tek bir şahıs gibidir. Binâenaleyh bir ferdin işlediği cinayetten onu ka­bullenip benimseyen bütün toplumun da sorumlu olması çok tabiîdir. [73]

 

184 Allahu Ta'âlâ, ateşin yediği bir kurban getirmedikçe Hazreti Pey­gambere îman etmeyeceklerini ileri süren yahudîlerin tekzibi ve iddia­larında samimiyetsizliklerinin tesbiti hususunda Peygamberini irşad et­tikten sonra, küfürlerinde yine de ısrar etmeleri halinde onu teselli ederek buyurmuştur ki:

Ey Muhammedi Onlara kesin deliller ve apaçık mucizeler getir­dikten sonra, sana yine karşı gelirler ve seni yalanlarlarsa, artık bundan üzüntü duyma. İnadları ve küfürleri sana ağır gelmesin. Bu, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki değişmez sünnetlerinden biridir. Zaten onlar, sen­den önce de, sayısız mucizeler, reddedilmesi mümkün olmayan açık ve kesin deliller ve aydınlatıcı kitaplarla gelen peygamberlerini de yalanla­mışlar, ontera akıl almadık.eziyetler, işkenceler etmişler, kimini de öldür­müşlerdir. Buna rağmen bu peygamberler onların yaptıkları bu eziyet­lere ve işkencelere katlanıp sabretmişler, her şeyi Allah'ın takdirine bırakmışlardır. Bu itibarla ey Muhammed, sen de sabret. Allah, elbette inatç| kâfirler hakkında hükmünü verecektir.

Âyet-i kerîmenin bu manâsında Hazreti Peygamberin tesellisi ve beşer tabiatının her zaman bir ve aynı olduğunun beyanı vardır. Nitekim insanoğlunun yaratılışından bu yana, kimi hakkı kabul edip onu savun­muş, kimi de ona karşı durup onunla mücadele etmiştir. [74]

 

185. Her nefis ölümü tadacaktır, kıyamet gü­nü, yaptıklarınızın kar§dığı mutlaka ve­rilecektir. Kim ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa ermiş­tir. Zaten dünya hayatı aldatıcı bir me-tadan başka bir sey değildir.

186. Mallanmz ve canlarınız konusunda, el­bette imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşrik­lerden de, muhakkak eza verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer (bütün bunlara) sab­reder ve sakınırsanız, iste bu, azmedilmesi gereken islerdendir.

 

Her iki âyet de konu itibariyle müstakil olmakla beraber, ilk ayetin kendinden önceki âyetle irtibatı açıktır. Daha önceki âyette, yahudîlerin tekzîb ve istihzalarına karşı, insanların geçmiş peygamberleri yalan­lamak hususunda aynı yaratmışa sahip oldukları, bununla beraber bu peygamberlerin inatçı ve inkarcı olan bu insanlara sabırla mukavemet ettikleri belirtilmiş ve yahudîlerin aynı muamelelerine maruz kalan Haz­reti Peygamber, geçmişlerin benzer kıssalarıyla teselli edilmiştir. Yukarıdaki iki âyette de bu tesellinin tekidi manâsı vardır. Zira Ölüm bir gaye olup bütün dünyevî üzüntüler onunla son bulur. Ancak ondan sonra başlayan yeni bir hayat vardır ki, işte o hayatta herkes müstehak olduğu şeyle cezalandırılır. Bu bakımdan yukarıdaki âyet-i kerîmeler bir başka teselli manâsına sahiptir ve şöyle denilmektedir: Kâfirlerin inad-ları seni üzüp usandırmasın. Her şeyin bir sonu vardır; bunun da sonu gelecektir ve çok yakındır. Bu son geldiği zaman, herkes amellerine göre cezalandırılacaktır. Bu itibarla bütün kötü amellerinin bu dünyada cezalandırılmasını bekleme. Nitekim sen de bütün amellerinin mükâfatını bu dünyada alamıyorsun. Şimdilik nail olduğun ecir sana yettiği gibi, onlara isabet eden kötü ceza da şimdilik yeter. Zira iyi ve kötü amellerin karşılığının tastaman ödeneceği yer, dünya değil âhıret-tir. İşte, bu manâyı tazammun eden âyetlerinde Allahu Ta'âlâ buyur­muştur ki: [75]

 

185.Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptüdannmn karşılığı mutlaka verilecektir. Kim ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa ermiştir. Zaten dünya hayatı aldancı bir metadan başka bir şey değildir.

186. Mallarınız ve canlarınız konusunda elbette imtihana çekileceksiniz; sizden önce ken­dilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden de muhakkak eza verici bir çok söz işitecek­siniz. Eğer (bütün bunlara) sabreder ve sakınırsanız, işte bu, azmedilmesi gereken işlerdendir.

 

185 Her nefis, her can mutlaka ölecek, içinde yaşadığı bedenden ayrılmanın tadını tadacaktır. Şu var ki, nefsin ölümü tadacak olması, onun yok olması manâsında değildir; zira kıyamet günü yeniden diril-tilecektir. Eğer ölümle yokluğa karışmış olsaydı, yeniden dirilme elbette söz konusu olmazdı. Nitekim âyet-i kerîmede de buna işaret olmak üzere "her nefis ölümü tadacaktır" denilmiştir. Tadma, ancak canlılara hâs olan bir iştir. Ölü olanın tad alması ise, mümkün değildir. Bunun başka bir ifade şekli de, ruhun bedeni terketmesidir. Bu halde iken asıl ölen ve şuurdan mahrum kalan bedendir.

Madem ki nefis, ölümü tadacak olmasına rağmen yok olmayacak ve kıyamet günü tekrar varlık âlemine dönecektir, o halde varlık âlemine tekrar dönüşünde dünyadaki amellerinin ücreti yahut karşülğı kendisine mutlaka ödenecektir. Çünkü insan bu ücreti dünyada iken işlediği amellerle kazanmıştır; bunun bir kısmı dünyada ödenmiş olsa bile; tamamının ödenmesi ancak âhırete mahsustur. Bu itibarla kim işlediği iyi ameller sayesinde cehennem azabından kurtulur, cennete girerse, artık selâmete çıkmış, kurtuluşa ermiş olur.

Âyet-i kerîmenin bu ibaresinde, üzerinde durulması gereken çok ince bir manâ vardır: "Kim ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa ermiştir". Bir tarafta ateşin delâlet ettiği cehennem ve cehenneme hâs olması dolayısıyle azâb; bir tarafta da cennet ve kur­tuluş... Öyle anlaşılıyor ki bütün insanların yolu ateşten geçmekte ve cennete ulaşmakta... Bütün insanlar ise, genellikle hayvanî amelleri işlemeye daha müsait oldukları için, sanki içlerinden hiçbiri cennete giremeyecek şekilde ateşe doğru sevkedilmekte... Buna rağmen bu in­sanlar arasında, dünyada iken işledikleri amelleri hayvânî olmaktan ziyade ruhî olan ve nefislerinde ruhî sıfatları galebe çalan kimseler İse, birer birer ayıklanıp ateşe uzanan yoldan uzaklaştırılmakta ve cennet yoluna sevkedilmekte... İşte kurtuluşa erenler ve selâmete çıkanlar bun­lardır. Ulaştıkları yer öyle bir yerdir ki, bunun ötesinde artık insanın ulaşmak isteyebileceği başka bir hedef, veya başka bir konak yoktur. İnsanın önünde ulaşılması gereken işte böyle nihaî bir durak varken dünya hayatı nedir ki! İnsan, az veya çok yaşayarak dünya nimetlerin­den faydalanırsa da, bunların nasıl geçici ve aldatıcı olduğunu çok geçmeden kolayca anlar. Dünyanın bütün mülküne sahip olsa bile, bu mülkiyetin onu dünyada ebedî kılması mümkün müdür? O halde geçici ve aldatıcı bir dünya zevki için, ateşten kurtarılıp nihaî hedefe ulaştırılarak kazanılacak olan ebedî âhıret hayatının o hudutsuz zevki nasıl terkedilebilir? [76]

 

186 Her nefsin ölümü tadacağı ve dünyada iken işlenen amellerin karşılığının kıyamet günü mutlaka verileceği beyan edilerek yahudîlerin tekzîb ve istihzalarına karşı Hazreti Peygamber teselli edildikten sonra, bu âyet-i kerîmeyle teselliye devam olunmuş ve denilmiştir ki: Kâfirler, Uhud'ta Peygambere ve onunla birlikte olan müslümanlara eziyet ettik­leri gibi, bundan sonra da gerek mal yönünden ve gerekse can yö­nünden yine onların eziyetlerine maruz kalacaksınız. Size eziyet edebil­mek için ellerinden gelen her çareye başvuracaklardır.

 

Allahu Ta'âlânın, müslümanların kâfirlerden görecekleri eziyetleri önceden haber vermesi, onlara sabrı öğretmek ve ona alıştırmak içindir. Çünkü insanın başına gelen âni bir belâ onu şaşkına çevirir ve ne yapacağını bilemez bir hale sokar. Oysa böyle bir belânın geleceğini bilen kimse, onu sabırla karşılamaya ve en az zararla onu kendisinden uzaklaştırmaya hazırlanır.

Müslümanların mal yönünden imtihana çekilmeleri veya bu konuda denenmeleri, İslâm toplumunun yükselmesine vesile olacak ve bütün kötülüklerden veya ona zarar verebilecek her çeşit tehlikeden onu korumaya yarayacak mal sarfıyle olacaktır. Malın bazan savaş sırasında yanarak veya parçalanarak heder olması da, bu imtihanın tabiî olan sonuçlarından sayılması gerekir.

Müslümanların can yönünden denenip imtihana tâbi tutulmaları ise, düşman tehlikesi karşısında Allah yolunda, hiç korkmadan ve çekin­meden cihad etmekle olur. İnsan bu cihaddaya kendi canını verir; yahut da kendisi ölümden kurtulsa bile, bir yakınının, bir arkadaşının, veya bir dostunun yanıbaşında şehîd düştüğünü görür. İşte bütün bu belâlarda müslümana düşen iş, sabretmek ve Allah'a güvenip dayanmaktır. Zaten İmtihanın veya denemenin gayesi de budur: Gerçek mü'min ile münafık ve kâfiri birbirinden ayırmak ve herkese kimin ne olduğunu göstermek... Çünkü öyle insanlar vardır ki, mü'minler arasında mü'min gibi yaşar da, bir musibet ânında, mü'minlerden ayrılıverir. Kendisinden Allah yolun­da mal sarfetmesi istenince cimrilik damarlarının kabardığı görülür; yahut Allah yolunda savaşa çağrılınca, dünyalıklarını geride bırakmak için ölümün henüz erken olduğunu ileri sürüp savaştan kaçar.

Müslümanlar, mal ve can yönünden imtihana tâbi tutulup denen­dikleri gibi, kitap ehli yahudîve hıristiyanlarla müşriklerden işitecekleri eza verici sözler ve maruz kalacakları kötü fiil ve davranışlarla da deneneceklerdir^ Bazan alaya bazan da iftiraya maruz kalacaklardır. Nitekim Hazreti Âişe'ye yaptıkları bir iftira, ne kadar büyük üzüntülere sebep olmuştu. Yahut müslümanlarla yaptıkları andlaşmaları bozup on­lara karşı müşriklerle yeni andlaşmalar yapacaklar, yahutta İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak için Hazreti Peygamberi öldürmeye teşebbüs edecekler ve Medîne'ye saldırılar düzenleyeceklerdir. İşte âyet-i kerîmede işaret edilen bütün bu ezâ verici olaylar vukubulmuş ve müslümanlar bu olayların büyük acısını duymuşlardır. Ahzâb sûresinin 10 uncu ve müteakip âyetlerinde bu olaylardan birine işaret edilmiş ve şöyle denilmiştir: "Size üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler dönmüş, yürekler boğazlara gelip dayanmıştı. Allah hakkında çeşitli zan-larda bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler denenmişler ve şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı. Münafıklar ve kalblerinde bir illet bulunanlar, Allah ve Rasûlü bize boş va'dden başka bir şeyde bulunmadı, diyorlardı. On­lardan bir gurup da, ey Medine halkı! Artık burada durmanıza gerek yok; geri dönün, demişler, yine onlardan bir başka gurup da, evlerimiz açıktır, diyerek Peygamberden izin istemişlerdi. Aslında evleri açık değildi; fakat sadece kaçmak istiyorlardı. Halbuki evlerinin çeşitli taraflarından yan­larına girilseydi, sonra da mü'minlere karşı savaşmaları istenseydi, buna katılıp istenileni yapmaktan geri kalmazlardı".

Ahzâb sûresinden naklettiğimiz bu âyetler, hicretin beşinci senesinde, Kureyş ile Gatafan kabilelerinin Medîne üzerine yaptıkları bir saldırıyı anlatmaktadır. Bu sırada Benû Nadîr yahudîleri de müslüman­larla yaptıkları andlaşmayı bozup bunlarla birleşmişlerdi. Gerçi düşman, şehrin etrafına kazılan hendek sebebiyle müslümanlara zarar verememişti; fakat muhasara sırasında duyulan korku ve endişenin, kimlerin mü'min, kimlerin münafık olduğunu açığa çıkardığı bu âyetler­den kolayca anlaşılmaktadır. Binâenaleyh ister mal ve can yönünden olsun, ister ehl-i kitaptan ve müşriklerden gelecek kötü söz ve dav­ranışlar yönünden olsun, müslümanlara gelebilecek her çeşit tehlikeye karşı sabretmek ve sakınılması gereken şeylerden sakınmak gerekir. Bu itibarla sabır ve takva, her müslümanın elden asla bırakmaması gereken iki asıldır. Özellikle İnsanın, ihtiyarına sahip olamadığı şiddet olaylarında azimle tutunacağı işlerdendir. Başarı ve kurtuluş bundadır. [77]

 

187. (Bir zamanlar) Allah, kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara muhakkak açıklayacaksınız; onu asla gizlemiyecek-siniz" diye söz almıştı da, onlar onu ar­kalarına atıp umursamamıslar, yokpaha-suıa onu satmışlardı. Ne kötü alışveriş!.

188.  Yaptüdartyle sevinen, yapmadıklanyle de övülmeyi arzulayan kimselerin, azâbtan kurtulacak bir mevkide olduklarını sakın zannetme. Onlar için elîm birazâb vardır.

189.   Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ın­dır. Allah, her şeye kaadirdir.

 

Daha önceki âyet-i kerîmelerde konu, ehl-i kitaptan yahudîlere in­tikal etmiş ve onların kendilerine gönderilen peygamberleri nasıl tekzîb edip onlarla istihza ettiklerine işaretle, bu gibi davranışlar yönünden bütün insanların bir ve aynı oldukları, bu sebeple peygamberlerin ken­dilerine yapılan bu çeşit muamelelere sabırla göğüs gerdikleri belir­tilerek, Hazreti Peygamberin de gerek yahudîlerden ve gerekse diğer kâfirlerden göreceği aynı muamelelere sabretmesi gerektiği anlatılmış ve böylece Hazreti Peygamber, maruz kaldığı kötü muamelelere karşı teselli edilmişti. Konunun işaret ettiğimiz kadarıyle yahudîlerle ve yahudîlerin dededen toruna intikal eden kötü tabiatlarıyle ilgili olması itibariyle, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde yine onların kötü hallerinden biri zikredilmiş ve bu halleriyle Hazreti Peygamberin nübüvvetine dil uzat­maya ve tebliğ ettiği dinden şüphe etmeye hiç haklan bulunmadığı belirtilmiştir. Zira gerek yahudîler ve gerekse hıristiyanlar, Tevrat ve İncil'deki Muhammed (s.a.s.)'in nübüvveti ve risaletinin doğruluğu ile il­gili delilleri açıklamakla emrolunmuşlardt. Böyle olduğu halde, şimdi onlar nasıl Hazreti Peygambere ve onun tebliğ ettiği dîne dil uzatabil­mektedirler? Maamafİh bu, yahudîlerin insanlık tarihinde hiç değişmeyen tabiatlarının tabiî bir neticesi idi. Bu itibarla onlar, yeryüzündeki mevkileri ne olursa olsun, kıyamet günü yaptıklarının cezasını çok acı bir şekilde mutlaka çekeceklerdir. Allah, her şeye kaadirdir. [78]

 

187.  (Bir zamanlar) Allah, kendilerine kitap veri­lenlerden nonu insanlara muhakkak açıkla­yacaksınız; onu asla gizlemiyeceksiniz" diye söz almıştı da, onlar onu arkalarına atıp umursamamalar, yok pahasına onu satmışlardı. Ne kötü alışveriş!.

188.  Yaptıklarıyla sevinen, yapmadıklanyle de övülmeyi arzulayan kimselerin, azâbtan kur­tulacak bir mevkide olduklarını salan zan­netme. Onlar için elîm bir azâb vardır.

189.  Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah, her şeye kaadirdir.

 

187 Hani Allah, kendilerine kitap verilen yahudî ve hıristiyanlardan peygamberleri vasıtasıyle söz almıştı da, bu söz gereğince onlar, kitap­larını, içinde hiçbir şeyi gizlemeksizin halka anlatacaklar, manâlarını, tek bir kelimesini bile tahrif etmeden, açıklayacaklar, hangi sözün ne mak­satla indirildiğini hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin zikredecek-lerdi. Fakat onlar sözlerinde durmadılar ve kendilerinden istenen şeyi yapmadılar; yapmış olsalar bile, kelimeleri değiştirerek ve manâlarını tahrif ederek yaptılar. O halde bu, ellerindeki kitabı gizlemekten başka ne manâya gelir?

Ayet-i kerîmede kasdedilenlerin yahudî ve hıristiyanlar oldukları açık bir şekilde anlaşılmakla beraber, onda, müslümanların almaları gereken bir ders veya ibretin bulunduğunu da gözden uzak tutmamak gerekir. Zira müslümanlar, kitapları olan Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetmelerine, cami ve mescidlerde, evlerde, sokaklarda muhtelif toplantılarda ve çeşitli vesilelerle onu okumalarına rağmen, âyetlerini ve âyetlerindeki esrar ve ahkâmı halka açıklamayı, böylece onların hidayet ve irşadını ihmal etmektedirler. Zannedilmektedir ki Kur'ân, manâsı anlaşılsın veya anlaşılmasın, sadece gözü kapalı okumak, yahut okunduğu zaman hüşû ile dinlemek için indirilmiştir. Şüphesiz Kur'ân'ı okumak ve okun­duğu zaman dinlemek bir ibadettir; fakat ibadetten de öte bir hidayet kaynağıdır. Binâenaleyh müslümanların her şeyden önce bu kaynak­tan istifade etmeleri gerekir.

Kur'ân'ın açıklanmasında başlıca iki büyük gaye vardır. Birincisi onun mü'min olmayanlara tanıtılıp îmana davet edilmeleri; ikincisi de mü'minlere açıklanarak Rablarından kendilerine indirilenlerle hidayet ve irşad edilemeleri. Her iki gayenin gerçekleşmesinde asıl büyük görev, şüphesiz İslâm âlimlerine aittir ve bu bakımdan Kur'ân'ın açıklanması herkesten önce onların üzerlerine vâcibtir. Nitekim bu sûrenin daha önce tefsîr ettiğimiz 104 üncü âyetinde şöyle denilmiştir: "Sizden, iyiye çağıran, marufu emredip münkerden nehy eyleyen bir cemaat olsun. kurtuluşa erenler bunlardır". Müslümanların, yahudî ve hıristiyanlarm durumuna düşmemeleri için Kur'ân âyetlerinin esrar ve ahkâmını her­kese açıklamaları gerekir. Zira yahudîler ve hıristiyanlar, peygamberleri vasıtasıyle kendilerine gönderilen kitaplara gereken ihtimamı göster­memişler, onları arkalarına atıp Allah'ın emir ve yasaklarına kulak asmamışlardı. Bu kitaplar yerine, dünyanın geçici nimetleri ve hakîr menfeatları onlara daha câzib gelmiş ve Allah'ın kitabını üç pulluk dünya menfeatına satmaktan çekinmemişlerdi. Yaptıkları en çirkin işlerden biri, yine menfeat karşılığı kitabı tevil ile manâsını tahrîr etmek ve ona, Allah'ın murad ettiği manâ dışında başka manâlar vermekti. Tabiatıyle bu işleri, kendilerine en çok güvenilmesi gereken din adamları, hahamlar ve rahipler yapıyorlardı. Bazan emir sahiplerinin şerrinden emîn olmak, bazan onlara yaklaşmak, onlardan hediye, para, mevki vs. koparmak, bazan da toplumu hoşnud etmek, yahut zenginin önce rızasını, sonra da parasını kazanmak arzusu, onları, Allah'ın kitabını tebdil, tağyir ve tahrif etmeye sevkeden belli başlı âmiller idi. Böylece onlar, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah'ın kitabını, üç pulluk dünya menfeatına satmış oluyorlardı. Fakat yaptıkları bu alış veriş, ne kötü ve ne çirkin bir işti. Geçici dünya menfeatını ebedî dünya ve âhıret saadetinin kaynağı olan Allah kelâmına bedel kılmışlardı.

188 Kitap ehlinin, içinde hiçbir şey gizlemeksizin kendilerine verilen kitabı halka açıklamaları gerekirken menfeat uğruna bunu yapmayıp Allah'ın ahdine sâdık kalmamak suretiyle ortaya koydukları küfürleri yanında, dikkati çeken bir özellikleri de, yaptıklarıyle sevinip, yap-madıklanyle de yapmış gibi övünme arzularıdır. Allah'ın kitabını halka açıklamakla görevli oldukları halde bunu yapmamaları, Allah'ın emrine karşı gelmek bakımından en büyük suç olduğuna hiç şüphe yoktur. Buna rağmen onlar, kendilerinin, Allah'ın kitabını hıfzeden, onu en iyi bilen, tefsîr ve teviline en çok vâkıf olan kimseler olduklarını ileri sürmek­ten de geri kalmamışlardır. Oysa onların tefsîr ve tevilleri, bir önceki âyet-i kerîmede de açıklandığı gibi, birtakım gerçekleri menfeat uğruna tahrif ederek halktan gizlemek esasına dayanıyordu ve bu da, elbette en büyük suçtu. Bu itibarla ey okuyucu, onların sevinmelerine ve övünmelerine bakarak bu halleriyle azâbtan kurtulacaklarını zannetme. Aksine bu yalancılıkları, sahtekârlıkları ve kötü ahlâkları sebebiyle dünya ve âhırette en acı azabı çekeceklerdir.[79] tarafından nakledilen bir haberden öğrenildiğine göre, Mu'âviye tarafından Medîne valiliğine tayin edilen Mervân İbnu'l-Hakem, kapıcısına şöyle demişti: "İçimizden yaptığı ile sevinen ve yapmadığı ile de övünmek isteyen kimseler azâblandırılacaksa, hepimiz azâblandırılacağız demektir. Şimdi git de bunu Abdullah İbn Abbâs'a sor. Kapıcı, İbn Abbâs'a gidip efendisinin söylediklerini ona nakledince, İbn Abbâs şu cevabı vermiştir: "Bu âyet­ten size ne? Bu âyet, kitap ehli hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazreti Peygamber onlara bir şey sormuş, onlar da sorulan şeyi gizleyip başka bir şey söylemişlerdir. Buna rağmen kendilerini, Hazreti Peygamberin sorduğu soruya cevap vermiş gibi göstererek ondan kendilerini övmesini istemişler, Hazreti Peygamberin kendilerine sorduğu şeyi giz­lemelerine de sevinmişlerdi".

İbn Abbâs'tan nakledilen bu hâdise, yukarıdaki âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olmuştur. Ebû SaTd el-Hudrfden de şöyle bir haber nak­ledilmiştir: "Hazreti Peygamber zamanında münafıklardan bazı kim­seler, Hazreti Peygamber gazveye çıkınca ondan geride kalmışlar ve kaldıklarına da sevinmişlerdi. Hazreti Peygamber gazveden dön­düğünde ise, yemin ederek özür dilemişler ve yapmadıklarıyle övünmek istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur"[80]

Yukarıda naklettiğimiz iki hâdise, âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu hâdiselerin birbirine yakın zamanlarda vukubulması, her ikisinin veya diğer ben­zer hâdiselerin aynı âyetin nüzul sebebi olmasını tabiî kılar. Zira nüzul sebeplerini, tek bir hâdise ile sınırlandırmak şart değildir.[81]

 

189 Netice olarak, gerek yahudîler ve gerekse hıristiyanlar, peygam­berleri vasıtasıyle kendilerine gönderilen kitapları, bu kitaplar içindeki Allah'ın emir ve yasaklarını, ahkâm ve esrarını, halka açıklamakla em-rolundukları halde, geçici dünya menfeatı elde etmek için bu emre uymamışlar ve Allah'ın kitabını arkalarına atmışlardır. Bununla da yetin­meyerek, işledikleri kötülüğü, iyi bir iş yapmış gibi kendilerine sevinç vesilesi kılmışlar, Allah'ın emrine uymayıp kitabı açıklamamalarıyle de övünmüşlerdir. Böylece dünyanın en büyük cinayetini işlemişler, hem kendilerine, hem de kendilerinden sonra gelecek evlâdlanna îman kapısını kapamışlardır. Bu yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler, dünya ve âhırette en ağır ve en acı azabı göreceklerdir. Bu itibarla, ey mü'minler, göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a âit olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayın ve kitap ehlinin bu yaptıklarından dolayı sakın üzülmeyin ve sakın siz de onlar gibi davranarak Allah'ın kitabını arkanıza atıp emir ve yasaklarını, ahkâm ve esrarını görmezlikten gelmeye ve halktan gizlemeye kalkışmayın. Aksi halde dünya ve âhlrette aynı azaba siz de uğratılırsınız. Zira Allah her şeyi yapmaya kaadirdir. [82]

 

190. Göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardından gelip gidişinde, akü sahipleri için (ibret alınacak) deliller vardır.

191. Ayakta, oturarak ve yatarak Allah'ı zik­reden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkın­da tefekkürde bulunan (o akıl sahipleri derlerkL) "Rabbımız! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni (her türlü noksan sıfat­lardan) tenzih ederiz. Bundan dolayı bizi cehennem azabından koru\

192.  "Rabbımız! Sen, kimi ateşe sokarsan, onu zelil etmiş olursun. Zâlimlerin hiç yar­dımcıları yoktur".

193. "Rabbımız!Biz, Rabbtnua îman edin diye çağıran bir münâdî (Peygamber) yi işittik ve hemen îman ettik Rabbımız! Sen de bizim günâhlarımızı bağışla; kusur­larımızı ört ve bize iyilerle birlikte ölüm vern.

194. "Rabbımız! Peygamberlerinle bize va 'det-tikîerini de bize ver ve kıyamet günü bizi zelil etme. Şüphesiz sen, va'dinden dön­mezsin".

195. Rabları da onların bu dualarına icabet eder (ve der) kL Ben, içinizden erkek olsun kadın olsun, hiçbir amel sahibinin ame­lini asla zayi etmem; (zira kadın ve erkek olarak siz),birbirinizden (olma) şutu. Hic­ret   edenlerin, ülkelerinden sürülüp çı­karılanların, benim yolumda eziyet çeken­lerin, savaşanların ve (savaşta şehîd olarak) öldürülenlerin, Allah katından (yaptıklarının) sevabı olarak, kusurlarını mutlaka örteceğim ve onlan, (ağaçlan) alandan ırmaklar akan cennetlere soka-cağım. Mükâfatın en güzeli Allah kalın­dadır.

 

Yukarıdaki âyet-i kerîmeler, mü'minlerle müşrikler, münafıklar ve kitap ehli arasında cereyan eden bir takım hâdiselerin, münâkaşaların ve mücadelelerin anlatılmasından sonra gelmiştir ve bu âyetlerle insan­lardan akıl sahibi olan, yahut aklını kullanabilen kimselere hitab edil­miştir. Çünkü daha önce üzerinde durulan bütün hâdiselerin ve bütün mücadelelerin, hattâ bunlara yol açan küfür ve nifak gibi çirkin ve gayr-i ahlâkî davranışların hepsi de, insanların akıllarını iyi kullan­mamaları neticesinde ortaya çıkmıştır. Aklın kullanılması, insanda tefekkür veya düşünme denilen bir fikir hareketinin meydana gelmesine sebep olur ki, bu fikrî hareket, insanı, aklını kullanmadığı takdirde ulaşması asla mümkün olmayan gerçeğe ulaştırır. Ancak aklın doğru yolda kullanılması ve bir hareket noktası tesbitiyie ona bir yön verilmesi için bir takım rehberlere ihtiyaç duyulması, mutlak gerçeğe ulaşmanın başlıca şartlarındandır.

O halde rehberliğini peygamberlerin yaptığı bu dünyada insanlar, önce çevrelerine bakıp düşünmek ve akıllarını, mutlaka bulunup bilin­mesi gereken gerçeğe ulaşmak için kullanmak zorundadırlar. İşte bu manâda Allahu Ta'âlâ, önce kullarını tevhidine ulaştıracak delillere işaret ederek akıllarını kullanacakları yola irşad etmiş, sonra da tefekkür eden­lerin Rablarına yönelttikleri niyazlarını ve Rablarının onlara cevabını zik­retmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [83]

 

190. Göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardından gelip gidişinde, akü sahipleri için (ibret alınacak) deliller vardır

 

190 İçerisinde, yeryüzünü hem aydınlatan, hem de ısıtan güneşi ile, ayı, yıldızları ve insanoğlunun henüz pek çoğuna vâkıf olamadığı sayısız esrarı üe göklerin ve üzerinde sayılamayacak kadar çok canlının yaşadığı yeryüzünün yaratılışındaki nizam ve intizamı görüp de bundan ibret almamak mümkün müdür? Bu nasıl bir nizam ve intizamdır ki, dünyası, güneşi, ayı ve yıldızlan, birbirinin etrafında milyonlarca senedir döner dururlar da, dönüş yollarında derecenin binde biri de olsa en küçük bir sapma olmaz. Zira böyle bir sapma olsa, içinde milyonlarca canlının yaşadığı dünyamız, ya güneşin korkunç alevleri içine dalıp bir anda yanar kül olur; ya da güneşten uzaklaşıp gökyüzünün uçsuz bucaksız boşluğunda bilinmeyen bir yerde yok olur gider. Keza gökyüzünün diğer cisimleri de aynı nizam içinde hareketlerine devam ederler de, biribirlerinin yollarını kesmezler; biribirlerinin hareketlerine engel olmazlar.

Ya gece ile gündüzün hiç sıra şaşırmadan birbiri arkasından gelip gidişi; hem de senenin belirli ay ve günlerinde sahip oldukları uzunluk kısalıklarında hiçbir değişikliğe uğramadan geliş ve gidişlerini sürdürmeleri!...

Bütün bunlar, akıl sahiplerinin ayrı ayrı üzerinde durup akıllarını kul­lanmaları ve düşünmeleri gereken delillerdir. Bu deliller sayesinde insan, gökleri ve yeri yaratan bir kudretin bulunduğu ve bu kudretin de ancak tek bir varlığa ait olduğu sonucuna ulaşır. Zira böyle bir kudret olmaksızın ne göklerin ve ne de yerin içlerindeki diğer varlıklarla birlikte yoktan varolması mümkün değildir. İşte bu kudret Allah'ın kendisidir; gökleri ve yeri yaratan O'dur. Keza bu deliller, göklerin ve yerin yaratılışında hiçbir şeyin veya hiçbir kimsenin Allah'a ortak olmadığını ve onların idaresinde de kıyamete kadar O'na ortak olmayacağını gösterir. Zira böyle bir ortaklık, yaratıcılardan hiçbirinin gökleri ve yeri yaratacak bir güce veya kudrete sahip olmadığına delâlet eder ki, böyle birine ilâh demek elbette mümkün değildir. Keza yukarıda işaret ettiğimiz gökyüzü cisimleri arasındaki nizam ve intizam da, onları yaratan ilâhın vahdaniyetini, yani birliğini gösterir. Çünkü birden fazla ilahın, böyle bir nizam üzerinde ittifak etmesi mümkün olmadığı gibi, ihtilâfları da sözü edilen nizamın devamına imkân vermez.

Netice olarak, göklerin ve yerin bir nizam içinde yaratılışında ve gece ile gündüzün yine aynı nizam içinde birbiri ardınca gelişinde, aklını kullanabilenler İçin, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren deliler vardır. [84]

 

191. Ayakta, oturarak ve yatarak Allah'ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür­de bulunan (o akü sahipleri derler id:) nRab-bvntzf Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni (her türlü noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Bundan dolayı bizi cehennem azabından koru".

192.  "Rabbunız! Sen, kimi ateşe sokarsan, onu zelil etmiş olursun. Zâlimlerin hiç yar­dımcıları yoktur*1.

193.  "Rabbımız! Biz, Rabbtnıza îman edin diye çağıran bir münâdî (Peygamber) yi işittik ve hemen îman ettik. Rabbunız! Sen de bizim günâhlarımızı bağışla; kusurlarımızı ört ve bize iyilerle birlikte ölüm ver".

194.  "Rabbımız! Peygamberlerinle bize va'dettik-lerini de bize ver ve kıyamet günü bizi zelil etme. Şüphesiz sen va'dinden dönmezsin".

 

191 Madem ki gökleri ve yeri ve bunların içindekileri bir nizam ve in­tizam ile yaratan ve gece ile gündüzü de hiç ihtilafsız birbiri ardınca getiren bir Allah vardır ve O'ndan başka Rab, O'ndan başka ilâh yok­tur; o halde o akıl sahiplerini tefekkürün ulaştırdığı bir sonuç daha olması gerekir ki, o da, kendinden başka ilâh olmayan O. Allah'ı, ayak­ta, oturarak ve yatarak zikretmek ve göklerin ve yerin yaratılışını, için­dekilerin esrarını ve bunların delâlet ettiği yaratıcısının ilmini, hikmetini ve kudretini yine tefekkür edip düşünmektir. Ve filhakika akıl sahibi olupda akıllarını kullanabilenler, göklerin ve yerin,yaratılışındaki ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişindeki delilleri tefekkür edip Allah'ın varlığı ve birliği inancını kalblerine yerleştirip pekiştirdikten sonra, ister ayakta olsunlar, ister oturmuş veya yatmış olsunlar, Allah'ı zikredip O'nun mahlûkatı üzerinde tefekkür ederler ve derler ki: Rabbımız! Göklerde ve yerde görüp müşahade ettiğimiz her ne varsa, sen, bun­ların hiçbirini bâtıl ve lüzumsuz olarak yaratmadın. Seni bâtıl ve abes iş yapmaktan tenzih ederim. Hiç şüphe yoktur ki, senin yarattığın her şeyde yüksek bir hikmet ve hudutsuz bir menfeat vardır. Keza yarattığın insan, ne olursa olsun, abes olarak yaratılmamıştır. Onların bir kısmı sana itaat edip doğru yolu bulur; bir kısmı da senden yüz çevirip dalâlete düşer. Fakat ölüm gelip ruhları bedenlerinden ayrılınca, cesedleri parça parça toprağa dökülüp çürümeye yüz tutar. Vakti gelince de, ilk defa yaratıldıkları gibi yeniden yaratılırlar. Sana itaat edip sâlih amelleriyte senin rızanı kazanmış olanlar cennete, diğerleri ise cehenneme gider­ler ve sana isyan etmiş olmanın cezasını çekerler. Bu itibarla ey Rab­bımız, bizi sana itaat edip rızanı kazanan kullarından eyle ve bizi cehen­nem azabından koru! [85]

 

192 Rabbımız! Bu öyte bir cehennem, öyle bir ateştir ki, kimi oraya sokarsan, onu rezil ve rüsvay etmiş olursun. İşte bu sebepledir ki, bizi o cehennem azabından koru; bizi o ateşin içine atma!

Âyet-i kerîmeden anlaşılan manâ odur ki, Rabbına itaat ederek O'nun rızasını kazanan mü'minin cehennem azabından kendisini koruması için O'na yönelttiği bu duâ ve niyaz, hudutsuz derecede büyük ve içtendir; çünküönünde, insanın içine düştüğü takdirde kur­tulması mümkün olmayan büyük bir tehlike vardır ve bu tehlike cehen­nem azabıdır. İnsan ne zaman böyle bir tehlike İle karşı karşıya gelse, veya kendisini ona yakın hissetse, içinde, onun kucağına düşmemek ve ondan kurtulmak için büyük bir arzu belirir; tehlikenin yakınlığı nis-betinde de kurtulma arzusu şiddetlenir ve kendisini ondan kurtaracak yardımcıya sarılır. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmede zikredilen ateş ve bu ateşe sokulan kimsenin rezil ve rüsvay oluşundaki o korkunç akıbettir ki, mü'minin Rabbına yönelerek "bizi cehennem azabından koru" diye yalvarıp yakarmasına vesile olur.

Gerçek olan şudur ki, ateş, özellikle zâlimler içindir; oraya girişlerinin sebebi de, zulümleridir, küfürleridir. Orada ebedî kalacak­lardır; çünkü onları oradan çıkaracak hiçbir yardımcıları yoktur. Başka bir ifadeyle, âhıret gününün sahibi ve hâkimi Allahu Ta'âlâ olduğuna göre, zâlimleri oraya sokacak olan O'dur; keza onlara yardım elini uzat­mayacak olan da O'ndan başkası değildir. [86]

 

193 Göklerin ve yerin yaratilışındaki hikmeti, onları yoktan var edip yaratanın gücünü ve kudretini tefekkür ederek Allah'ın varlığı ve birliği inancını kalblerine yerleştirip pekiştiren, sonra da, ister ayakta, ister oturmuş veya yatmış olarak Allah'ı zikreden mü'minler, duâ ve niyaz­larına devamla derler ki:

Rabbımız! Bize, "yerleri, gökleri ve içlerinde her ne varsa hepsini yoktan vareden Rabbınıza îman edin" diyerek bizi îmana davet eden bir münâdî, bir Peygamber geldi; onun bu davetini işittik ve hiç tereddüt etmeden hemen îman ettik. O halde sen de bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize iyilerle birlikte ölüm ver.

Âyet-i kerîmeden anlaşıldığına göre, mü'minlerin Rablarından diledikleri belli başlı üç şey vardır. Birincisi, geçmiş günahlarının bağışlanması, ikincisi, kendilerinden sâdır olacak kusurların örtülmesi, üçüncüsü de, ölümlerinin, iyilerin ölümünde olduğu gibi iyi ameller üzere olması ve böylece âhıretteki derecelerinin onların dereceleri seviyesinde bulunmasıdır. Âyet-i kerîmede, mü'minlerin bağışlanmasını diledikleri günâh, "zenb" (zunûb) kelimesiyle ifade edilmiştir ki, bununla büyük günâhlar kasdedilmiştir. Bu çeşit günâhları, bazan mü'minlerin de işledikleri olur ve Allah, dilerse, dilediği kimse için onun günâhını bağışlar; yahutta günâhından dolayı onu cezalandırır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, günâhlar {zunûb), umumiyetle kulun, Allah'a karşı olan vecîbelerinde veya İbadetlerinde işlediği kusurlardır. Diğer insan­larla olan muamelelerindeki kusurları ise, âyet-İ kerîmede "seyyıât" kelimesiyle ifade edilmiştir. Günâhın bağışlanmasından maksat, üzerine ceza terettüb etmeyecek şekilde örtülmesi, seyyiâtın bağışlanması ise, silinip iptal edilmesidir. Buna göre mü'minlerin bu niyaz ile Rablarından dilekleri, kendisine karşı işledikleri günâhları  (zunûb)  nın bağışlan­ması, kullara karşı işledikleri kötülükler (seyyiât) in de silinmesidir.

Mü'minlerin niyazlarında, kendilerine iyiler (ebrar) ile birlikte ölüm verilmesi dilekleri, ölümlerinin iyilerin ölümeleri gibi güzel amel üzere olması ve kıyamet günü onların eriştikleri dereceye eriştirilmeleridir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Nisa sûresinin 69 uncu âyetinde "kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği peygam­berler, sıddîklar, şehîdler ve iyilerle beraberdirler" buyurmuştur ki, mü'minlerin Rablarından niyaz ettikleri güzel akıbet de budur: Allah'ın rızasını kazanmış bir mü'min olarak, kıyamet günü, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve iyilerle beraber Allah'ın Arşı'nın. Gölgesinde barınmak... Allah, bütün mü'minleri güzel amelleriyle bu güzel akıbete kavuştursun. Âmin!.

 

194 Mü'minler, Rablarına yönelttikleri yakarışlarına devamla derler ki: Rabbımız! Gönderdiğin peygamberler arasında hiçbir ayırım yap­maksızın hepsine de îman ettik. Onların senin katından getirdikleri her şeyi tasdik ile, bizi davet ettikleri yola sülük ettik. Bu itibarla dav­ranışımızın güzel bir mükâfatı olmak üzere peygamberlerin vasıtasıyle va'dettiğin dünya ve âhıret saadetini bize ver. Kıyamet günü cehennem ateşiyle bizi rezil ve rüsvay etme; bizi mahzun eyleme. îman ve güzel amel şartıyle bize va'detmiş ve demiştin ki: "Allah, içinizden îman eden­lere ve iyi iş işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde hükümran kılacağını, kendileri için hoşnud olduğu dinlerini, yine onlar için iyice yerleştireceğini ve korkulu hallerini güvene çevireceğini va'detmiştir". (Nûr sûresi, 55). Yine va'dedip demiştin ki: "Eyîman edenleri Siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da sizeyardım eder ve tâatında sizi devamlı kılar" (Muhammed sûresi, 7). Keza kadın erkek bütün mü'minlere âhıret saadeti va'detmiş ve demiştin ki: "Allah, mü'min erkek ve mü'min kadınlara, içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde güzel meskenler va'det­miştir". (Tevbe sûresi, 72).

Rabbımız! İşte peygamberlerin vasıtasıyle bize va'dettiğin bu güzel şeylerden bizi mahrum eyleme. Onları bize ver ve bizi dünya ve âhıret saadetine ulaştır. Biliyoruz ki sen, bir şeyi va'dedince ondan dönmez, va'dini yerine getirirsin.

Mü'minlerin Rablarına yönelttikleri bu duâ, şüphesiz cevapsız kal­maz. Nitekim Allahu Ta'âlâ müteakip âyetinde kullarının bu niyazını cevaplandırmış ve buyurmuştur ki: [87]

 

195. Rabları da onların bu dualarına icabet eder (ve der) H: Ben, içinizden erkek olsun kadın olsun, hiçbir amel sahibinin amelini asla zayi etmem; (zira kadın ve erkek olarak siz) bir­birinizden (olma) siniz. Hicret edenlerin, ülkelerinden sürülüp çıkarılanların, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve (savaşta sehîd olarak) öldürülenlerin, Allah katından (yaptıklarının) sevabı olarak, ku­surlarını mutlaka örteceğim ve onları, (ağaç­lan) altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah kam­dadır.

195 Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin yukarıda zikrolunan dualarını geri çevirmemiş, kadın olsun erkek olsun, hiçbir mü'minin amelini zayi et­meyeceğini, onu mutlaka mükâfatlandıracağını beyanla ona icabet etmiştir. Çünkü O, herkesten çok daha iyi bilmektedir ki, kendisine niyazda bulunan bu mü'minler, îmanlarında, zikirlerinde, Rablarınıtefkîr ve tenzihlerinde, peygamberleri tasdiklerinde, kendisine karşı olan şükürlerindeki kusur ve zafiyetlerini ve dolayısıyle mağfirete olan ih­tiyaçlarını anlamalarında sâdık ve samimidirler; sözlerinde hiçbir riya, hiçbir yalan yoktur.

Ancak Allahu Ta'âlânın, mü'minlerin dualarına icabetinde, gözden uzak tutulmaması gereken bazı önemli noktalar vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1) Mü'minler günâhlarının bağışlanmasını, kusurlarının örtülmesini ve kendilerine iyiler (ebrar) ile beraber Ölüm verilmesini istemişlerdir. Al­lahu Ta'âlâ onların bu isteğine, her amel sahibinin, amelinin karşılığını kazanacağını beyan ederek cevap vermiştir. Bu cevap açıkça göster­mektedir ki, sevab kazanmada ve azâbtan kurtuluşta asıl, güzel amel ve bu ameldeki ihlâstır. Bu amel olmaksızın kurtuluşa ermek mümkün

değildir.

2)  Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin dualarına icabetinde "erkek olsun kadın olsun, hiçbir amel sahibinin amelini zayi etmem1' buyurmak suretiyle, erkek ve kadının, amellerine karşılık olarak kazanacakları, mükâfat yönünden kendi katında eşit olduklarını, erkek kadına nisbetle ne derece kuvvetli olursa olsun, amelinin karşılığını almak yönünden kadına karşı hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını göstermiştir.

3)  Allahu Ta'âlâ, erkek ile kadın arasındaki bu eşitliği "(kadın ve erkek olarak siz) birbirinizden (olma) siniz" sözü ile beyan buyurmuştur. Filhakika erkek kadından doğmuş, kadın da erkekten olmuştur. O halde beşeriyet yönünden aralarında hiçbir fark yoktur. Eğer bir üstünlük söz konusu olursa, bu, ancak amellerinin güzelliğiyle olur; kimin amelî daha güzel olursa, o, diğerinden üstündür.

4) İslâm, bu hükmü ile erkeğin kadına karşı olan muamelesini ıslah etmiş, kadına erkeğin yanında gerçek değerini kazandırırken, bazı mil­letlerin kadını sadece erkeklerin ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış bir varlık, yahut diğer bazılarının, onu, dînî mükellefiyeti bulunmayan bir mahlûk gibi telakkî eden görüş ve davranışlarını ise, kamilen reddet­miştir. Bu sebepledir ki, kadına yeryüzünde lâyık olduğu değeri veren

İlk ve son dîn, islâm dîni olmuş, diğer dinler ise, İslâm'ın çok gerisinde kalmıştır. Eğer bu gün müslüman kadınlar erkeklerin çok gerisinde kalmışlarsa, bu, müslümanların yanlış davranışlarından ve kadının talim ve terbiyesine yeterince ilgi göstermemelerindendir; İslâm'ın kendinden değildir.

Allahu Ta'âlâ, kadın erkek arasında hiçbir ayırım yapmadan her ikisine de verilecek mükâfatı, işledikleri amelin derecesine bağladıktan sonra, günâhlarının bağışlanıp kusurlarının örtülmesine, iyilerin amelleri üzere ölmelerine ve cennete girmelerine vesile olacak amelleri açıklamış ve bunların, Hazreti Peygambere hizmet, dîni yaymak ve Allah ismini yüceltmek gayesiyle vatandan hicret, düşman işgaline uğra­dıktan sonra, zorla ve zulümle yurtlarından sürülüp çıkarılmak, Allah yolunda ve din uğrunda eziyete maruz kalmak, aynı yolda ve aynı uğurda savaşmak, savaşırken şehîd düşmek gibi ameller olduğunu bil­dirmiştir. Binâenaleyh bu amellerden her biri, o amel sahibinin günâhlarının bağışlanmasına ve ağaçları altından ırmaklar akan cen­nete girmesine vesile olacaktır. Bu, Allah'ın va'didir ve Allah, asla va'dinden dönmez. Bu itibarla Allah'ın mü'minlere ve onlardan güzel amel sahiplerine va'di olan bu mükâfatın başka hiçbir dengi ve benzeri yoktur. Mükâfatların en güzeli O'nundur. [88]

 

196.  (Ey Muhammedi) Küfredenlerin, ülkeleri (diledikleri gibi) dolaşmaları seni aldat­masın.

197.  Bu, çok az bir (dünyevî) metadır; sonra barınakları, yine cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.

198. Oysa Rablarından sakınanlar (öyle mi)? Onlar için Allah'tan bir ikram olmak üzere, içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler vardır. İyiler için Allah katındaki mükâfat daha hayırlıdır.

199.  Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, size indirilene ve kendilerine in­dirilene Allah'tan korkarak îman ederler; Allah'ın âyetlerini yok pahasına satmaz­lar. İste böylelerinin Rabları katında mü­kâfatları vardır. Allah, şüphesiz, hesabı çabuk görendir.

200. Ey îman edenler! Sabredin; tahammül gösterin; müteyakkız olun ve Allah 'tan sa­kının ki, kurtuluşa eresiniz.

 

Daha önceki âyetlerde Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin, günâhlarının bağışlanması, kusurlarının örtülmesi ve kendilerine iyilerin ölümü gibi ölüm verilmesi hususundaki duâ ve niyazlarına icabetle, erkek olsun kadın olsun, herkesi amellerinin güzelliği ölçüsünde mükâfatlan­dıracağını ve hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğini beyan etmiş, sonra da günâhların bağışlanmasına ve ağaçları altından ırmaklar akan cen­netlere girilmesine vesile olan amelleri zikrederek, bu amelleri işleyen­lerin kusurlarını mutlaka örteceğini ve onları ağaçları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağını va'detmişti. Bu va'd, Allahu Ta'âlâdan mü'minlere bahşedilen eşsiz bir mükâfat idi ve böyle bir mükâfatı O'ndan başkası mü'minlere ihsan edemezdi.

Güzel amel sahibi müzminlerin âhırette nail olacakları bu mertebe ve kavuşacakları hudutsuz saadet, dünyanın hangi geçici nimetiyle kıyaslanabildi? Vakıa mü'minler dünyada iken fakr u zaruret içinde yaşıyorlar, çok defa karınlarını doyuracak bir lokma yemeden sabah­ladıkları bile oluyordu. Bu yetmiyormuş gibi zaman zaman kâfirlerin hakaretlerine ve eziyetlerine de maruz kalıyorlar, hayatlarını sıkıntı İçinde geçiliyorlardı. Buna rağmen kâfirlerin yaşadıkları hayat, mü'minlerin hayatlarından çok farklı İdi. Mal mülk sahibi idiler; refah içinde yaşıyorlardı; hiçbir endişeleri, hiçbir sıkıntıları yoktu. Doğrusu dünya nimetlerini her şeyin üstünde tutup da bunlara sahip olamayan kimselerin kıskanmadan edemeyecekleri bir hayat sürdürüyorlardı.

Ancak müslümanların, kâfirlerin gözalıcı bu hayatına imrenmeleri, onları kıskanmaları ve "ah, keski biz de onlar gibi yaşasaydık!" demeleri mümkün müdür? İşte yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu sorunun cevabı verilmiştir. Kâfirlerin hayatı ne kadar câzib görünürse görünsün, bu hayat geçicidir. Ondan sonra ulaşacakları ebedî hayat ise, onlar için cehennem azabı olacak ve onların dünya hayatından pişmanlıkları İşte o zaman başlayacaktır. Fakat bu pişmanlık onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır; çünkü artık iş işten geçmiştir. Oysa mü'minlerin kıyamet günü sahip olacakları ebedî saadet böyle midir? İşte bu manâsıyle yukarıdaki âyet-i kerîmeler, mü'minler için hem bir teselli, hem de dünyanın geçici olan sıkıntılı hayatı karşısında onları sabra davettir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [89]

 

196.   (Ey Muhammedi) Küfredenlerin, ülkeleri (diledikleri gibi) dolaşmaları seni aldat­masın.

197.   Bu, çok az bir (dünyevî) metadır; sonra ban-i  naldan, yine cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.

 

196 Ayet-i kerîmedeki hitap Hazreti Peygambere ve dolayısıyle bütün müslümanlaradır. Her ne kadar Hazreti Peygamberin aldanmış olabileceği hiçbir surette düşünülemezse de, olayın aldatıcı yanının ağır basarak bazı müslümanların yanlış düşüncelere saplanmış ve bunların da Hazreti Peygamber vasıtasıyle uyarılmış olmalar uzak bir ihtimal değildir. Nitekim bazı rivayetlerden öğrendiğimize göre, Mekkeli müşrik­ler ticaretle meşgul oluyorlar ve diyar diyar dolaşıp bol para kazanıyortardı. Bu kazanç da onların.sıkıntısız, bolluk ve refah içinde yaşamaları­nı sağlıyordu. Bu sırada müslümanlar ise, bir taraftan İslâm'ın yayılıp kuvvetlenmesi için çeşitli sıkıntılara göğüs germek zorunda kalıyorlar, bir taraftan da karınlarını doyuracak bol gelir kaynakları bulunmadığı i-çin fakr-u zaruret içinde kıvranıyorlardı. İşte hal böyle iken bazı mü'min­ler, "Allah'ın düşmanlarına bak! Onlar bolluk ve refah içinde yaşarlar­ken, biz açlık ve sıkıntıdan helak oluyoruz" demişlerdi. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmeyi indirmiş, böyle düşünen ve böyle düşünebilecek olan mü'minlere "kâfirlerin bolluk ve refah içinde diyar diyar dolaşmaları sizi aldatmasın" buyurmuştur.

Bazı mü'minlerin refah içinde yaşayan kâfirlere bakarak bu yanlış düşünceye saplanmalarının, uğrunda savaştıkları davanın yüceliğini bir an için unutmuş, yahutta bu davadaki yüceliği henüz kavrayamamış ol­malarından kaynaklandığına şüphe yoktur. Hattâ müslüman olmamış, yahut yenice müslüman olup da kalblerine henüz îman iyice yerleşmemiş olan kimselerin de, bir kâfire bir de mü'mine bakarak aralarındaki yaşayış farkına dikkat edip bu sözü söylemiş olmaları mümkündür. Fakat bunu kim söylerse söylesin, önemli olan, onu söyleyenin değil, söylenenin özellikle yeni müslüman olanlar üzerinde bırakacağı olumsuz tesir idi. Kâfirler, mal mülk sahibi olmaları dolayısıyle refah içinde yaşayabilirler; fakat onların bu yaşantıları aldatıcıdır. [90]

 

197 Çünkü sahip oldukları mal mülk geçici bir dünya metaldir ve onları ilelebed saadet içinde yaşatacak değildir. İnsan ömrü o kadar kısadır ki, onun sonuna geldiği zaman, bolluğu ile övündüğü o malın çok az bir kısmını yiyebildiğini görecek, geride kalanların ise, hayatını bir saat de olsa uzatmayacağını anlayacaktır. İşte o zaman, dünya hayatına ebedîlik kazandırmayan geçici bir avuç mal için âhıretini heba etmenin pişmanlığı içinde kendisini ölümün pençesine teslim edecek, o da onu ebediyyen kalacağı cehenneme götürecektir. Bu ne kötü bir akıbet ve orası ne kötü bir yerdir! [91]

 

198. Oysa Rablanndan sakınanlar (öyle mi)? Onlar için Allah'tan bir ikram olmak üzere, içinde daimî kalacakları (ağaçlan) altından ırmaklar akan cennetler vardır. İyiler için Allah katındaki mükâfat daha hayırlıdır.

 

198 Oysa Rablarının emirlerine uyup nehiylerinden sakınanların akıbeti böyle midir? Onların dünyaları, kâfirlerinki gibi bolluk ve refah içinde geçmese bile, ebedî olan âhıret hayatları, Allah'a itaat etmenin ve sırf Allah yolunda sıkıntı çekmenin bir mükâfatı olarak ilelebed mut­luluk içinde geçecektir. Allah tarafından^endilerine ihsan edilecek olan bu mükâfat, içinde ebediyyen kalacakları ağaçları altından ırmaklar akan cennetler olacaktır. Allahu Ta'âlâ bunu mü'minlere müteaddit defalar va'detmiştir. Meselâ Kehf sûresinin 107-108 inci âyetlerinde şöyle buyurmuştur: "îman edenler ve sâlih amel işleyenler için kalacak Firdevs cennetleri vardır. Orada daimîdirler. Oradan hiç ayrılmak is­temezler*. Keza Allahu Ta'âlânın Secde sûresinin 19 uncu âyetindeki va'di de bundan farklı değildir: "fmarredenler ve sâlih amel işleyenler için, yaptıklarına karşı mükâfat olarak kalınacak cennetler vardır". Allah va'dinden asla dönmez. O halde îman eden ve sâlih amel işleyen mü'minlere Allah tarafından ihsan edilecek olan bu ebedî mükâfat, kâfir­lerin bir avuç dünya malı için diyar diyar gezip dolaşmalarından, sonra da topladıklarını geride bırakıp cehennemin korkunç uçurumunda son­suza kadar ateşin azabını çekmelerinden çok daha hayırlı değil midir? Elbette daha hayırlıdır ve mü'min için bundan daha hayırlı bir mükâfat olamaz. Zâten mükâfatların en güzeli ve en hayırlısı Allah katındadır. O halde ey mü'minler! Kâfirlerin süslü ve cazibeli yaşantılarına bakıp da aldanmayın; onların süsü de cazibesi de göz açıp kapayacak kadar kısa sürecek, sonra da küfürlerinin cezasını çekmek üzere ebedî durak­ları olan cehennemi boylayacaklardır. [92]

 

199.    Kitap ehlinden öyle kimseler vardır la, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'tan korkarak îman ederler; Allah'ın Âyetlerini yoksa hasuui satmazlar, işte böyle-lerinin Rablan katında mükâfatlan vardır. Allah, şüphesiz, hesabı çabuk görendir.

Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin halini ve âhirette kendileri için hazırlanan mükâfatı, sonra kâfirlerin halini ve âhirette kendilerini bekleyen kötü akıbeti beyan ettikten ve böylece kâfirlerin halinde mü'minlerin imren­melerini gerektirecek hiçbir özellik bulunmadığını açıkça gösterdikten sonra, bu âyetinde, daha önceleri kendilerine gönderilen kitaplara inanıp onlara göre amel eden, Kur'ân gönderildikten sonra da Kur'ân'a inanıp ona uyan bir gurup kitap ehlinden söz etmiş ve onları, şeref ve meziyetleri bulunan birtakım sıfatlarla tanıtmıştır:

1) Allah'a îman: Kitap ehlinden olan bu kimseler, Allah'a îman etmişlerdir. îmanları sağlam ve sahihtir. Ne münafıklar gibi îman et-

medikleri halde îman ettik derler. Nitekim Bakara sûresinin 8 inci âyetinde böylelerine işaret edilmiş ve "insanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe îman ettik derler; halbuki onlar mü'min değil­lerdir" denilmiştir. Ne de müşrikler gibi Allah'a şirk koşarak îman eder­ler. Bu gibileri hakkında da Allahu Ta'âlâ, Yûsuf sûresinin 106 ncı âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onların çoğu da, Allah'a ancak şirk koşarakîman ederler". Kısacası kitap ehlinden olan bu mü'minler, îman­larını ne nifakla ve ne de şirkle kirletmişlerdir,

2)  Bu kitap ehli, müslümanlara indirilen kitaba da îman etmişlerdir. Kitap, Allahu Ta'âlânın, Peygamberi Muhammed (s.a.s.)'e indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Âyet-i kerîmede, ehl-i kitaptan olan bu gurubun Kur'ân'a olan inançlarının, kendi kitaplarına olan inançlarından önce zikredilmesi, diğer kitapların yanında Kur'ân'ın asıl olması, ihtilâf halinde hükmün ona göre verilmesi ve onun diğer kitaplardan farklı olarak, tah­riften ve zayi olmaktan uzak kalması dolayısıyledir.

3)  Âyet-i kerîmede "kendilerine indirilen" olarak zikredilen kitaplar, ehl-i kitabın peygamberlerine indirilen kitaplardır. Zaman içinde bu kitapların zayi olması, bazı kısımlarının unutulması, tercüme ve nakiller sebebiyle değişikliğe uğraması ve daha önemlisi bizzat hahamlar ve rahipler tarafından tahrif ve tağyir edilmesi, şüphesiz kitap ehlinin bu kitaplara îman etmelerine engel değildi. Ancak buradaki îmanın icmalî, Kur'ân'a îmanın ise, tafsîlî olduğunu unutmamak gerekir.

4)  Huşu, yani Allah korkusu, ehl-i kitaptan olan bu gurubun başka bir özelliğini teşkil eder. Bu, hiç şüphesiz, sahîh îmanın bir semeresi olup kalbde belirir; oradan vücudun bütün organlarına yayılır ve tesirini icra eder.

5)  Allah'ın âyetlerini yok pahasına satmamak da onların özellik­lerinden biri olup, bir önceki maddede zikredilen Allah korkusunun tabiî bir neticesidir.

İşte âyet-i kerîmede sıfatları madde madde zikredilen ehl-i kitabın hidayete ermiş bu seçkin kişilerinin de Rablan katında mükâfatları vardır. Allah, geciktirmeden onlara bu mükâfatı verecektir. Çünkü Ö, bütün insanların hesabını kısa bir anda görür ve herkese amelinin karşılığını tam olarak verir. [93] tarafından nakledilen bir hadîsten öğren­diğimize göre, Habeş hükümdar Necaşî'nin ölüm haberi Hazreti Peygambere ulaştığı zaman, ashabına "ona namaz kılın" buyurmuştu. Ashab "Habeşî bir köleye mi namaz kılalım?" deyince, Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve ehl-i kitaptan olan bazı kimselerin, âyette zik­redilen sıfatlarıyle gerçek birer mü'min olabileceklerini göstermiştir.

Ehl-i kitaptan hidayete erenlerle ilgili olarak gelen bu âyet-i kerîme, diyar diyar dolaşıp refah içinde yaşayan kâfirferin haline imrenen bazı mü'minler başta olmak üzere, bu çeşit düşüncelere kafalarında yer ve­rebilecek herkese ibret almaları için önceki âyetlerin hemen akabinde zikredilmiştir. Böylece onlara denilmiş olmaktadır ki: Ehl-i kitaptan hidayete erip hak yoiu seçen şu insanlara bakın. Onların hali de sizin haliniz gibidir. Yollarını, dünyada kazanacakları bir avuç mala göre değil, fakat âhırette sâlih amellerinin karşılığı olmak üzere Rablarından alacakları mükâfata göre çizmişlerdir. Böyle olduğu halde, nasıl olup da kâfirlerin bolluk ve refah içindeki geçici yaşantıları sizi aldatıyor?

Nihayet Allahu Ta'âlâ, daha önceki âyetlerde gördüğümüz duâ ve niyazların kabulü, dünyadaki ilâhî yardımın devamı ve âhıretteki mükâfatın tahakkuku için, Âl-i Imrân sûresini mü'minlere şu tavsiye ile bitirmiştir: [94]

 

200. Ey îman edenler! Sabredin; tahammül gös­terin; müteyakkız olun ve Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.

İnsanoğlunun dünyada kaldığı ve hayatta olduğu sürece başına gelmesi muhtemel pek çok acı ve üzüntü verici olaylar vardır. Hastalık, fakirlik, kavga, dövüş, savaş, sel, yangın, deprem ve buna benzer diğer felâketler insan için dâima bir korku kaynağı olmuş, bunlara karşı ken­disini koruyabilmek İçin az veya çok elinden gelen gayreti göstermiş, buna rağmen yine de zaman zaman bu felâketlerden birinin veya bir kaçının pençesine düşmekten kurtulamamıştır. O halde bu gibi hâ­diseler karşısında insana düşen bir takım görevler vardır ki, karşılaşılan hâdiselerin acısını en aza indirmek için bu görevleri mutlaka yerine getir­mek gerekir. İşte bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, bu gibi hâdiseler karşısında mü'minlere düşen görevleri hatırlatarak bunların yerine getirilmesini emretmiştir. Allahu Ta'âlânm mü'minlere emri, sırasıyle şöyledir:

1)  Ey mü'minler! Sabredin. Başınıza gelen felâket ne olursa olsun ve bu felâketin acısı hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın, bunlara sabredin. Zira felâketler karşısında ezilip yok olmamanın başlıca çaresi sabırdır. Sabırsızlık teslimiyete, teslimiyet de insanı helake götürür.

2)  Başkalarından size gelebilecek güçlük veya eziyetlere tahammül gösterin. Bu güçlük ve eziyet, size komşularınızdan gelebilir; yahut size mukavemet eden ve size gâlib gelerek üzerinize hâkimiyetini

yerleştirmek isteyen düşmanlarınızdan gelebilir. Siz de bunlara karşı mukavemetinizi artırmak ve onlara gâlib gelmek İçin onlardan göreceğiniz her çeşit eza ve cefaya tahammül etmek zorundasınız. Aksi halde tahammülsüzlük teslimiyete, teslimiyet de mağlubiyete ve dolayısıyle düşmanın hâkimiyetine yol açar.

3)  Müteyakkız ve uyanık olun; size gâlib gelmek isteyen düşman karşısında dâima hazırlıklı bulunun. Bu manâda Allahu Ta'âlâ, Enfâl sûresinin 60 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla hem Allah düşmanını, hem kendi düşmanınızı, hem de bunlar dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz". Bu âyet-i kerîme, düşman karşısında hem müteyakkız olmak, hem de düşmana mağlûb olmamak için, en azından düşmanın sahip olduğu silâh gücüne denk bir güce sahip bulunmak gerektiğini açıkça göster­mektedir. Gaye düşman karşısında mağlûb olmak değil, fakat ona gâlib gelmektir. Galibiyet ise, nükleer silâhlara sahip düşmana av tüfeğiyle değil, ancak yine onun sahip olduğu silâhlarla karşı çıkılarak elde edilir. Bu sebepledir ki, müslümanların kara, deniz ve hava kuvvetlerini en modern silâhlarla teçhiz etmeleri ve düşmanlarından asla geri kal­mamaları gerekir. Bu, Allahu Ta'âlânm emridir ve bütün müslümanların bu emre uymaları vâcibtir.

4)  Allah'tan da sakının. Şunu unutmamak gerekir ki, bir milletin silâhl, kuvvetleri ne kadar güçlü olursa olsun, Allah'a güvenip dayan­mayı, O'nun rızasını kazanıp gazabından da sakınmayı ihmal etmemesi gerekir. Zira zaferin ve kurtuluşa ermenin şartı, ancak ittika ile, yani Allah'ın gazabından, hışmından ve ukubetinden sakınmakla tamam­lanır. Bu ise, Allah'ı bilmekle mümkün olur. Allah'ı bilmeden, dolayısıyle O'nun rızasını kazandıracak, gazabından, hışmından ve ukubetinden sakındıracak şeylere tam manâsıyle vâkıf olmadan Allah'tan sakınmak elbette mümkün değildir. Bütün bunlar da, Kur'ân'ı iyi anlamak ve Haz-reti Peygamberin sünnetini iyi bilmekle elde edilebilecek hasletlerdir.

İşte âyet-i kerîmede zikredilen bu dört şart, sabır, tahammül, teyak­kuz ve ittika, dünya hayatında düşman karşısında zafer kazanmanın şartlarıdır. Bunlardan biri olmaksızın zafere ulaşmak naümkün değildir. Bunlar, aynı zamanda âhıret saadetine vesîle olan amellerdendir.

Cenab-ı Hak, cümlemize, irşad ettiği yolda ilerlemeyi nasîb ve müyesser eylesin ve bizi, dünya ve âhıret saadetini hazırlayan esbaba muktedir kılsın. Âmin. [95]

 

 



[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[2] Müslim'in Sahih (III. 1383, hadis No. 58)

[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[20] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[22] Sahth, IV. 2174

[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[24] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[25] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[27] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[28] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[45] Tirmizî, Sünen, IV. 573) ve İbn Mâce (Sünen, II. 540

[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[56] Tirmizî {Sünen, V.230)'de yer alan bir hadîs-i şerîfde Câbir İbn Abdullah (r.a.

[57] İbn Mâce {Sünen, II. 185) ve Ahmed İbn Hanbel (Müsned, VI.386

[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[61] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[62] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[64] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[75] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[79] Buhârî (Sahip, V.174), Müslim (Sahîh, V.2143), Tirmizî {Sünen,V. 233) ve Ahmed İbn Hanbel (Müsned, I.298

[80] Buhârî,Sahih, V.174.

[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[84] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[93] Nesâî (Sünen, IV.69

[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/

[95] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/