123. Nitekim Bedir'de siz, (dü§mana nazaran) daha zayıf
olduğunuz halde, Allah size yardım etmişti O halde Allah'tan salanın ki
şükredesiniz.
124. Mü'minlere,
"Rabbınmn, indirilen üçbin melekle size yardım elini uzatması, size kâfi
gelmeyecek mi?" demi§tin.
125. Evet
Eğer sabreder ve sakınırsanız, bu (düşman) da size aniden gelirse, Rabbmız
yine işaretlenmiş besbin melekle yardım elini size uzatır.
123 Filhakika
Bedir'de müslümanlar, Uhud'da olduklarından çok daha zayıf idiler. Bedir, Mekke
ile Medîne arasındaki bir suyun veya kuyunun adıdır. Sahibinin adı Bedir olması
dolayısıyle bu kuyuya da Bedir denilmiş, daha sonraları ise, bu kuyunun
bulunduğu bölgenin de adı olmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında İslâm
tarihinin ilk büyük savaşı bu bölgede cereyan etmiş ve müşrikler, müslümanlara
nisbetle asker ve teçhizat yönünden çok üstün olmakla beraber, Allah'ın yardımıyle
büyük bir hezimete uğramışlar ve başta Ebû Cehil olmak üzere bir çok liderini
savaş alanında kaybetmiş olarak Mekke'ye geri dönmüşlerdi. Hicretin ikinci
senesinde bir Ramazan ayının 17 sinde cereyan eden bu savaşa, müşrikler
900-1000 kişilik bir kuvvet ile katılmışlardı. Bu kuvvetin 100 ü atlı idi ve
silâhları tamdı. Müslümanlar ise, 310 kişi idiler; bir veya iki atları vardı.
Silâhları ise, yok denecek kadar azdı. Böyle olmasına rağmen, müslümanlar, sırf
Allah'ın yardımıyle müşrikleri, hiç hazmedemedikleri bir hezimete uğratmışlardı
da, bu hezimetin intikamını almak gayesiyle yukarıda açıkladığımız Uhud
savaşını yapmışlardı.
İşte Allahu Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmede müslümanlara Bedir savaşındaki bu galibiyetlerini
hatırlatarak, bunun ancak Allah'ın yardımıyle gerçekleştiğini belirtmiş ve
şöyle buyurmuştur:
Ey mü'minler! Siz
Bedir'de, gerek asker ve gerekse silâh yönünden çok az ve çok zayıf olduğunuz
halde, Allah size yardım etmişti de, müşriklere karşı şanlı bir zafer
kazanmıştınız. Eğer Allah'ın bu yardımı olmasaydı, silâhsız üç beş askerle
nasıl gâlib gelebilirdiniz? Bu itibarla Allah'a şükredin ve şükredebilmek için
de Allah'tan sakının. Zira Allah'ın sayısız nimetlerine şükretmek, ancak takva
ile, yani Allah'tan sakınmak ile mümkün olur. Takva sahibi olmayan insan,
nefsinin neva ve hevesine mağlûb olur da, Allah'a şürkretmeyi unutur. [1]
124 Ey Muhammedi
Allah'ın Bedir'de size yardım ettiği sırada da sen, mü'minlere
"Rabbınızın, indirilen üçbin melekle size yardım etmesi kâfi gelmeyecek
mi?" diyordun. Zira o sıralarda Kurez İbn Abdullah el-Muharibî'nin
müşriklere yardım edeceği haberi mü'minlere ulaşmıştı da, bu onları hem üzmüş,
hem de endişelendirmişti. Bunun üzerine sen de onlara Allah'ın üç bin melekle
yardım edeceğini müjdelemiştin. Ve filhakika bu yardım gerçekleşmiş ve
müşriklere karşı şanlı bir zafer kazanmıştınız.[2]
'inde İbn Abbas
tarikiyle Ömer İbnu'l-Hattâb'tan naklettiği bir hadîsten öğrenildiğine göre,
Bedir günü Hazreti Peygamber önce müşriklere bakmış, onların bin kadar, sonra
ashabına bakmış, onların da üçyüz ondokuz kişi olduğunu görmüştü. Bunun üzerine
kıbleye dönmüş ve ellerini uzatarak Rabbına şöyle duâ etmişti: "Ey
Allahım! Bana vâdettiğini yerine getir. Ey Allahım! Bana vâdettiğini ihsan
eyle. Ey Allahım! İslâm ahalisinden olan şu topluluk, eğer helak olursa,
yeryüzünde sana ibadet olunmayacak". Allah'ın Rasûlü, elini kıbleye doğru
uzatmış olduğu halde duasına devam ederken omuzundan ridası düşmüştü. Bu sırada
yanına Ebû Bekr gelmiş, ridasını onun omuzuna koyarak arkasından şöyle
demiştir: "Ey Allah'ın Nebisi! Rabbına bu münâcatın yetişir; zira Allah,
sana olan vadini yerine getirir". Bundan sonra Allah şu âyeti indirmiştir:
"O vakit siz, Rabbınızdan yardım istemiştiniz de, O da: Ben size, birbiri
ardınca gelen bin melekle mutlaka yardım edeceğim, diye cevap vermiştr (Enfâl
sûresi, 9). [3]
125 Hazreti
Peygamber, Allah'ın Bedir'de mü'minlere üçbin melekle yardım edeceğini
müjdeledikten sonra, bazı şartlara bağlı olarak bu sayının daha da
artırılabileceğini haber vermiş ve şöyle demişti:
Evet. Allah'ın üçbin
melekle size yardım elini uzatması, size kâfi gelir. Bununla beraber düşmanla
karşılaşmaya, savaş ve savaşın çeşitli sıkıntılarına katlanıp sabrederseniz,
Allah'a karşı günâh işlemekten ve Peygamberine muhalefet etmekten sakınırsanız,
bir de düşman üzerinize aniden gelirse, Allah size beşbin melekle de yardım
eder.
Bu âyet-i kerîmelerden
anlaşılan husus şudur ki, Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin Uhud savaşında,
düşman karşısında endişeye kapılan mü'mihlerin endişesini izale etmek ve
kalblerine sinen korkuyu gidermek İçin onlara söylediği sözleri haber olarak
zikretmiş, fakat Bedir'de üçbin, yahut beş bin meleğin mü'minlere yardım
ettiklerine dâir delil olabilecek hiçbir beyanda bulunmamıştır. Bununla beraber
bin meleğin Bedir'de mü'minlere yardım ettikleri, Enfâl sûresinin mealini
yukarıda zikrettiğimiz 9 uncu âyetiyle sabit olmuştur ve bunda hiçbir tereddüt
yoktur. Keza yukarıda zikredilen âyet-i kerîmelerde, meleklerin Uhud savaşında
da mü'minlere yardım etmek için gönderildiklerini gösteren herhangi bir delil
mevcut değildir. Hattâ Uhud'da meleklerle mü'minlere yardım edilmediği, daha
açık bir hüküm olarak belirmektedir; zira melekler mû'minlerin yardımına
gelmiş olsalardı, Bedir'de olduğu gibi düşman karşısında gâlib gelirler,
mağlubiyet acısını tadmaz-lardı.
Meleklerin Bedir'de
mü'minlere yardım ettikleri, Enfâl sûresinin 9 uncu âyetiyle sabit olmakla
beraber, bu yardımın nasıl gerçekleştiği kesin olarak belli değildir ve bu
hususta herhangi bir delil yoktur. Bazı müfessirler ve bazı siyer âlimleri,
meleklerin de müslüman askerlerle birlikte savaşa katılıp dövüştüklerini ileri
sürmüşlerse de, diğer bazı müfessirler bu görüşü reddetmişler ve şöyle
demişlerdir: Cebrail (a.s.)'in Medayin'de Lût kavmine yaptığı gibi tek bir
melek bile yeryüzü halkını helak etmeye yeterlidir. Böyle olunca, Bedir'de bir
meleğin müşriklerle dövüştüğü kabul edilse bile, ondan başka meleklerin
gönderilmesine elbette gerek kalmazdı. Diğer taraftan, meleklerin müslüman
askerler safında dövüştükleri kabul edilse, ya insan suretine bürünmüş olarak
başkaları tarafından savaş alanında gözle görülmeleri gerekirdi; bu takdirde
üçyüz olan müslüman askerlerin sayısı en az bin üçyüz olurdu ki, hiç kimseden
böyle bir sayı rivayet edilmemiştir. Yahut meleklerin kendi suretlerinde gelmiş
olmaları gerekirdi; bu takdirde elbette gözle görülmezlerdi. Gözle görülmeyen
varlıkların kâfirlerle dövüştükleri kabul edilse, o zaman da savaş alanında
kâfir başlarının görülmeyen kılıç darbeleriyle yere düştükleri, karınlarının
yarıldığı, kollarının bacaklarının kopup parçalandığı görülürdü ki, bu da
büyük bir mucize olurdu ve savaş alanından sağ kurtulanlar, dehşet içinde bu
hâdiseyi naklederlerdi. Oysa böyle bir haberin nakledildiği bilinmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
meleklerin bilfiil savaşa katıldıklarını gösteren ve bazı müfessirlerin
ihtiyatla karşılanması gereken biraz önce zikrettiğimiz görüşlerine karşı delil
teşkil edebilecek kesin bir nass mevcut değildir. Bununla beraber Allahu
Ta'âlâ'nın mü'minlere bin melekle yardım edeceği vadini gösteren Enfâl
sûresinin yukarıda zikrettiğimiz 9 uncu âyetini ve bu âyetteki yardım veya
imdad sözünün tefsiri mahiyetinde gelen aynı sûrenin 12 inci âyetini gözden
uzak tutmamak gerekir. Bu âyette Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: "Rabbın
meleklere de şöyle vahyetmişti. Şüphesiz ben sizinle beraberim; mû'minlerin
kalblerini pekiştirin; küfredenlerin kalbierine korku salacağım. Bu itibarla
vurun boyunların üstüne; vurun onların bütün parmaklarına". Bu âyet-i
kerîme ruhanî yaratıklar olan meleklerin, Bedir gazvesinde kalblerle ilgili bir
işle görevlendirildiklerini göstermektedir ki, bu iş mü'minlerin kaiblerini
düşman karşısında pekiştirmek, buna mukabil müşriklerin kalblerine de korku
salmaktır. Bu korkunun düşmanların kalbine nasıl salındiğını, yine Enfâl
sûresinin 44 üncü âyetine dayanarak sadece bir örnek olmak üzere
gösterebiliriz. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: "Allah, işlenmesi
gereken bir işi gerçekleştirmek için (savaş alanında düşmanla)
karşılaştığınızda, onları gözlerinizde size az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu"..
Bu âyet-i kerîme,
savaş henüz başlamadan önce, düşmanın sayıca az gösterilip mü'minlerin
cesaretlerinin artırıldığına ve yüreklerindeki korkunun giderildiğine, keza
mü'minlerin de düşmana az gösterilmek suretiyle onların düşman gözünde
küçümsendiklerine ve önemsenmediklerine delâlet eder ki, önemsenmeyen düşman
karşısında ciddi tedbirlerin alınmadığı, bu yüzden de umulmayan neticelerle
karşılaşıldığı bilinen hususlardandır. Nitekim Bedir'de müşriklerin lideri Ebû
Cehil, müslümanlan görünce "Muhammed ve ashabı bir deve yeyimi"
diyerek onları küçümsemiş, sonra da küçümsediği bu kuvvet karşısında ordusu
hezimete uğramış, kendisi de canından olmuştu.
Daha önce tefsîrini
yaptığımız Âl-i Imrân sûresinin 13 üncü âyetinde ise, Allah Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: "(Bedir savaşında) karşı karşıya gelen şu iki gurupta, sizin
için bir ibret vardır. Bir gurup, Allah yolunda dövüşür; diğerleri ise,
kâfirdir (ve bunlar) kendi gözleriyle müslümanla-rı kendilerinin iki katı
olarak görüyorlardı..." Bu âyet-i kerîme de, savaş başladıktan sonra,
müslümanlan kendilerinin iki katı gören kâfirlerin yüreklerine düşen büyük
korkuya ve bu korkunun sebep olduğu paniğe işaret etmektedir. Bütün bunlar,
Allah Ta'âlâ'nın, Bedir gazvesine mü'minleri zafere ulaştıran yardımlarının
nasıl tezahür ettiğini gösteren bazı örneklerdir. Hiç kimse, bu yardımların, Allah'ın
emriyle melekleri tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini inkâr edemez.
Meleklerin, mü'minlerin kalblerine sabır ve cesaret ilham ederek onların
azimlerini kuvvetlendirmeleri, buna mukabil kâfirlerin kalblerine korku salıp
savaş güçlerini kırmaları, Allah'ın mü'minlere yardımından başka bir şey
değildir. Bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, daha sonraki âyetlerinde şöyle
buyurmuştu: [4]
126. Allah,
suf sizin için ve kalblerinizin mutmain olması için (Rasûlu'llah'ın bu sözünü)
müjde kılmıştır. Zatenyardım, ancak Azîz ve Halâm olan Allah kalındandır.
127. (Bu
yardım da) küfredenlerden bir kısmını helak etmek, bir kısmını da ümidlenni
yitirmiş olarak dönüp gitsinler diye perişan eylemek için;
128. Bir
kısmının tevbelenni kabul etmek, bir kısmı da zâlim olduklarından onlara
azâbetmek içindir ki, bunda senin
yapabileceğin hiçbir şey yoktur.
126 Allahu
Ta'âlânın ihbarı mahiyetindeki, Rasûlu'llah (s.a,s.)'ın mü'minlere
yönelttiği"... İndirilen öç bin melekle Rabbınızın size yardım elini
uzatması, size kâfi gelmeyecek miT mealindeki sözleri, onların kalblerine neş'e
ve sevinç sokmak, onları mutmain eylemek, yahut başka bir ifadeyle, her çeşit
korku ve endişeden arındırarak rahata kavuşturmak ve böylece, onların savaştan
çekinmelerini önlemek gayesine matuftur. Bu sebepledir ki Allahu Ta'âlâ,
Rasûlünün bu sözlerini mü'minler için bir müjde kılmıştır. Çünkü bu sözlerde,
kalbe rahatlık ve itminan verici tesirler vardır. Buna göre Hazreti Peygamberin
bu sözlerini, Allahu Ta'âlânın, melekleriyle mü'minlere yardım va'di olarak
değerlendirmemek gerekir. Bu sözler, Allahu Ta'âlâdan bir yardım va'di değil,
fakat Hazreti Peygamberin mü'minlere söylediği sözlerle ilgili bir ihbardır;
kısacası, Allahu Ta'âlâ, Rasûlünün mü'minlere neler söylediğini haber vermiş,
sonra da bu sözlerin faydalarını beyan etmiştir. Beyan olunan diğer bir gerçek
de, asıl yardımın, Azîz ve Hakîm olan Allahu Ta'âlânın elinde bulunmasıdır. Bu
itibarla O, dilediğini yardım sebeplerine hidayet ederek onun yardım görmesini
sağlar; dilediğini de, bu sebeplerden uzak tutar ve onu yardımdan mahrum
bırakır. Eğer bu yardım, melekler vasıtasıyle fiilen gerçekleşmişse, bu, yardım
sebeplerinin bir çok çeşitlerinden birini teşkil eder. Düşman kalbine korku ve
dehşet salarak onların savaş gücünü kırmak, mü'minlerin kalblerine de, sabır,
sebat ve tedbir ilham etmek, meleklerle yardım çeşidinin başka bir kısmıdır. [5]
127-128
Yalnız Allahu Ta'âlâ'ya âit olan ve yalnız O'nun elinde bulunan bu yardımın
mü'minler için gerçekleşmesi, kâfirlerden bir kısmını, kılıç darbeleri altında
helak etmek içindir. Nitekim bazı rivayetlerden öğrenildiğine göre, Uhud'da
savaşın başlamasıyle birlikte 18 müşrik öldürülmüştür. Diğer bazı rivayetlere
göre de, yalnız Hamza 30 müşrik öldürmüştür.
Allahu Ta'âlânın bu
yardımı, kâfirlerden bir kısmını helak etmek için olduğu gibi, bir kısmını da,
bütün zafer ümidlerini yitirmiş oldukları halde, geri dönüp gitsinler diye,
hezimete uğratıp perişan eylemek İçin; bir kısmının tevbelerini kabul etmek,
bir kısmı da zâlim olduklarından, onlara azâb etmek içindir. Bu itibarla, ey
Muhammed, senin kullarımla ilgili bu işler hakkında yapabileceğin hiçbir şey
yoktur. Yapacağın şey, onlar hakkındaki emirlerime itaat ve hükmümü infaz
etmendir.
Dilediğimi dilediğim
şekilde cezalandırırım. Bu, ya âcil olur ve bir kılıç darbesinin azâbiyle ölür;
yahut ona mühlet verilir ve kâfirler için hazırlanan âhıret azabını görür.
Dilediğimi de, tevbesini kabul edip bağışlarım. İşte Allahu Ta'âlâ bu manâyı
teyîden buyurmuştur ki: [6]
129. Göklerde
ve yerde ne varsa, hepsi de Allah'ındır, dilediğini bağışlar; dilediğine de
azâbeder. (Yine de) Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.
129 Hiç
şüphe yoktur ki, göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti her kimin ise,
göklerde ve yerde emir ve hüküm onundur; bunların idaresi de ona aittir. Yer ve
gök ehlinden hiçbirinin onun emir ve hükmünde, yahut yer ve gök işlerinin
tedvîrinde ona iştirak etmesi veya ortak olması, bunlarla ilgili görüş beyan
etmesi, yahut tesirde bulunması mümkün değildir. Gökleri ve yeri hiç yoktan
yaratıp vareden, gök ve yer olaylarının hepsini bir nizam içinde tedvîr eden,
olduran ve öldüren, sonra yeniden olduran yalnız Allahu Ta'âlâ olduğuna göre,
göklerin ve yerin mülkiyeti ve hakimiyeti de O'na aittir. Dolayısıyle emir ve
hüküm yalnız O'nundur; dilediğini dilediği şekilde yapmak ve dilediği neticeye
ulaştırmak yalnız O'na mahsustur. Bu itibarla O, kulları arasında isyan
edenlerden dilediğinin tevbesini kabul edip günahını bağışlar; dilediğini de
günahı nisbetinde cezalandırır. Şunu da unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'âlâ,
emir ve nehiylerine isyan ederek günah işleyen kullarını cezalandırmayı murad
ettiği zaman, onlara asla zulmetmez; günahlarının karşılığı olan cezanın
üstünde bir ceza vermez. Buna rağmen Allahu Ta'âlâ Gafûr'dur; fazlı He
dilediğinin günahını örter; onu affeder. Aynı zamanda Rahîm'dir; günahları
cezalandırmakta acele etmez ve daha büyük günâh işlemedikçe onu terkeder. [7]
130. Ey îman
edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin, Allah'tan korkun ki kurtuluşa
eresiniz.
131. Kâfirler
için hazırlanan ateşten sakının.
132. Allah'a
ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasuıız.
133. Rabbmızdan
gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği gökler ve
yer kadar olan cennete koşun.
134. (İşte o
takva sahipleri), bollukta ve darlıkta, Allah yolunda sarfeden, kinlerini
içlerinde tutan ve insanların kusurlarını bağışlayan kimselerdir. Allah, iyilik
edenleri sever.
135. (Yine o
takva sahipleri), çirkin bir kötülük işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettiklerinde,
Allah'ı zikredip günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten Allah'tan başka
günahları kim bağışlar? Keza onlar, yaptıkları kötü işlerde bile bile direnmezler.
136. İşte
böyle olanların mükâfatlan, Rablart tarafından bağışlanmak ve (ağaçlan) altından
ırmaklar akan daimî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne
güzeldir.
Uhud savaşıyle ilgili
âyetlerin hemen ardından terğîb (bir şeye karşı rağbeti artırmak), terhîb (bir
şeyden sakındırıp uzaklaştırmak), inzar (korkutmak) ve tebşîr (müjdelemek) ile
ilgili âyetlere yer verilmesi, Kur'ân-ı Kerîm'in sık rastlanan hikmet dolu
uslûblarından biridir. Ancak bu uslûb, belli bir konu ile ilgili olarak gelen
bir âyetin veya âyetler gurubunun kendinden sonra gelen âyetle bağlantılı
olmasına aykırı değildir. Nitekim bazı müfessirler, "Ey îman edenler!
Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin" âyetinin sözbaşı olduğunu, bu
itibarla onun, kendinden önceki âyetlerle bağlantısı bulunmadığını söylemiş
olmakla beraber, diğer bazı müfessirler, arada var olduğunu kabul ettikleri bu
irtibatı açıklamaya çalışmışlardır. Bunlardan bazılarına göre, Uhud savaşı,
Bedir'de öldürülen liderlerinin ve yakınlarının intikamını almak maksadıyle
müşrikler tarafından çıkarılmıştır. Müşrikler, bu savaşa iyi hazırlanabilmek
için askerlerine bol miktarda mal sarfetmişler ve sarfet-tikleri bu malı da
ribayolu ile kazanmışlardır. Bilindiği gibi müslümanlar da ganimet kapma
hevesine kapıldıkları için bu savaşı kaybetmişler ve mağlûb olmuşlardı. Şimdi
aynı şeyi müslümanlar yapabilirler ve riba yolu ile kazanç sağlayıp ordu
kurabilirlerdi. İşte böyle bir ihtimal sebebiyle Allahu Ta'âlâ, ilk defa ribayı
haram kılan bu âyeti indirmiştir.
Ayetler arasındaki
diğer bir bağlantı yönü, Allah'ın emir ve nehiyleri-ne uyup uymamaları
hallerinde, müslümanların başlarına gelebilecek büyük felâketleri çeşitli
örnekleriyle gözler önüne sermek ve bu vesileyle onları uyarmaktır. Bilindiği
gibi, müslümanlar, Bedir savaşında, gerek sayı yönünden ve gerekse silâh ve
teçhizat yönünden çok zayıf olmalarına rağmen, takvaları ve Allah'ın emir ve
nehiylerine uymaları sayesinde ilâhi yardıma mazhar olmuşlar ve müşriklere
karşı büyük bir zafer kazanmışlardı. Uhud'da ise, ganimet hırsına kapılarak
emir ve nehiylere uymamanın cezasına uğramışlar, müşrikler°karşısında mağlûb
olmuşlardı. Daha önceki âyet-i kerîmelerde bu konuya müslümanlar dışındaki
kimselerden ve özellikle yahudîlerden dost edinilmesini yasaklayan âyetten
s<?nra yer verilmiş, bu arada müslümanların îman yönünden üstünlüklerine de
işaret edilerek, sabretmeleri ve Allah'tan sakınmaları halinde, bunların
müslümanlara hiçbir surette zarar veremeyecekleri beyan edilmiştir. Nitekim
Bedir ve Uhud, bu beyanın
tatbikattaki en açık
delilini teşkil eder. Zira Bedir, sabır ve takvanın zafer simgesi, Uhud ise, sabrını
yitirmiş, takvadan uzaklaşmış bir askerin mağlubiyet belgesi olmuştur. İşte
bundan sonra Allahu Ta'âlâ yahu-dîlerin ve onları taklîd eden müşriklerin kötü
amellerinden biri olan ribayı zikretmiş ve müslümanlara bunu haram kılmıştır.
Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [8]
130. Ey îman
edenler! Ribayı kat kat artırılmış olarak yemeyin. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa
eresiniz.
130 Bu
âyet-i kerîmeyle ad'âfen mudâ'afe (kat kat artırılmış olarak) riba yenilmesi
İslâm'da ilk defa haram kılınmış olmaktadır. Bakara sûresinin riba ile ilgili
275-276 ncı âyetleri ise, bundan sonra nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmeyle
kasdedilen riba şekli, Arapların İslâmiyet-fön önce yedikleri câhiliye
ribasıdır ki, borcun, vadesinde ödenmemesi halinde, ödeme süresinin uzatılması,
buna karşılık, anaparaya eklenen eski faiziyle birlikte borç miktarının yeniden
fâizlendirilmesidir. Böylece borçlu, alacaklıdan aldığı borç miktarının kat kat
fazlasını ödemek zorunda kalmaktadır. Bu riba r/oa'n-nes/e'nin, asrımızda
mürekkeb faiz diye adlandırılan şekliyle uygulanmasıdır. Bir de riba'l-fad!
vardır ki, bu, borç olarak alınan malın, kendi cinsinden mal ile
değiştirilmesi, değiştirilirken de riba olmak üzere aynı maldan fazla
alınmasından ibarettir. Bir kilo yeni hurmanın, bir buçuk kilo eski hurmaya
satılması, yahut bir tas Amerikan buğdayına karşılık bir buçuk veya iki tas
yerli buğday verilmesi gibi. Ancak bu ribayı haram kılan bir âyet nazil olmamış
ise de, Hazreti Peygamberden rivayet olunan hadîslerle tahrimi sabit olmuştur.
Hazreti Peygamberin bu tür ribayı yasaklaması, sedd-i zerâyi cümlesindendir;
yani fadl ricasının yasaklanması, Aliahu Ta'âlânın şiddetle haram kıldığı
nesî'e ribasma yol açmasını önlemek maksadına matuftur. Zira fadl ribasını
yemeye alışan bir kimsenin, kendisini nesî'e ribasından uzak tutması asla
mümkün değildir. Ribanın zararları hakkında Bakara sûresinin yukarıda işaret
ettiğimiz âyetlerini tefsîr ederken yeteri kadar bilgi verildiği için, burada
tekrarına gerek görülmemiştir. Ancak yukarıdaki âyet-i kerîmeyle ilgili olarak
şunu tekrar edelim ki, Allahu Ta'âlâ, bu âyetinde müslümanlara hitaben buyurmuştur
ki: Ey îman edenler! Allah sizi İslâm'a hidayet eyleyip câhiliye kirinden
temizledikten sonra, yeniden câhiliye devrindeki gibi, kat kat artırılmış
olarak câhiliye ribasını yemeyin. Allah'ın emirlerine uyarak ve riba gibi
nehyettiği şeylerden de sakınarak takvanızı pekiştirin Özellikle ihtiyaç
sahiplerinin, çaresizlik içinde kıvranıp durdukları bir sırada, onların zayıf
hallerinden faydalanarak, üzerine kat kat fâız bindirilmiş, altından
kalkamayacakları bir borcu onlara yüklemeyin. Böyle bir borç yüzünden işlerinin
bozulmasına ve aile yuvalarının yıkılmasına gönlünüz nasıl razı olur? Özellikle
mü'min bir kalb, buna rıza gösterecek kadar katı olabilir mi? Oysa dünya ve
âhıret saadetinin esası sevgiye dayanır. Sevgi ise, katı kalblerin değil, ancak
îmanla yoğrulmuş olan kalblerin harcıdır. İşte kalbleri yalnız böyle olanlar
kurtuluşa ererler. Kısacası, ey mü'minler, eğer kurtuluşa ermek istiyorsanız,
Allah'ın emir ve nehiylerine karşı gelmekten sakının ve birbirinize karşı
muhabbetli, merhametli ve yardım sever olun. [9]
131. Kâfirler
için hazırlanan ateşten sakının.
131 Keza
kalbleri katılaşmış, gözlerini mal hırsı bürümüş, fakirlere, çaresizlere
musallat olup rıba ile onların kanını emen, canını alan, şefkat ve merhamet
tanımayan şu kâfirler için hazırlanan cehennem ateşinden de sakının.
Burada şunu hemen
belirtmek gerekir ki, bu âyet-i kerîmelerde Al-lahu Ta'âlâ mü'minlere hitap
etmiş ve kat kat artırılmış faizi onlara haram kılmıştır. Buna göre, şu husus
iyice anlaşılmış olmalıdır ki, eğer mü'minler, Allah'ın kendilerine haram
kıldığı şeylerden sakınmazlarsa, gidecekleri yer, kâfirler için hazırlanmış
olan işte bu cehennem ateşidir. Bu sebepledir ki, İmam Ebû Hânife, bu âyet-i
kerîmeyi, haramdan sakınmayan mü'minlere yöneltilmiş, Kur'ân-ı Kerîmin en
şiddetli âyeti olarak tavsif etmiştir. [10]
132. Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet ölunasmu.
132 O halde
ey mü'minler, eğer bu hale düşmek istemiyor ve kâfirler için hazırlanan
cehennem ateşinden korunmayı arzuluyorsanız, Allah'a ve O'nun Peygamberi
Muhammed (s.a.s.)'e itaat edin. Bu itaat, hiç şüphesiz, gerek Allah'ın ve
gerekse Peygamberinin emir ve nehiylerine uymak, gösterdikleri hak yoldan
gitmek suretiyle mümkün olur. Bu İse, kalbi dolduran gerçek bir îmanın
eseridir. Bu itibarla, Allah'ın emirlerine uymayan, nehiylerinden sakınmayan ve
dolayısıyle Allah'ın farz kıldığını nefislerine haram eden, haram kıldığını da
mubah sayan kimselerin gerçek birer mü'min olduklarını ileri sürmek mümkün
değildir. Böyle kimseler, dünya ve âhırette Allah'ın rahmetinden uzak kalırlar;
amellerinin cezasını da hiç eksiltilmeksizin çekerler. Bu itibarla ey
mü'minler, Allah'ın ve Peygamberinin emirlerini yerine getirerek ve
nehiylerinden de sakınarak onlara itaat edin. İtaat edin ki, Allah da sizden
merhametini esirgemesin. [11]
133
Rabbmtzdan gelecek olan mağfirete ve takva sahipleri için hazırlanan, genişliği
gökler ve\ yer kadar olan cennete koşun.
134. (İşte o takva sahipleri), bollukta ve darlıkta, Allah
yolunda sarfeden, kinlerini içlerinde tutan ve insanların kusurlarını
bağışlayan kimselerdir. Allah, iyilik edenleri sever.
135 (Yine o
takva sahipleri) çirkin bir kötülük işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettiklerinde,
Allah'ı zikredip günâhlarının bağışlanmasını dilerler. ZatenAllah'tan
başkagü-nâhlan kim bağışlar? Keza onlar, yaptıkları kötü işlerde, bile bile
direnmezler.
136. İşte
böyle olanların mükâfatları, Rabları tarafından bağışlanmak ve (ağaçlan)
altından ırmaklar akan daimî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin
mükâfatı ne güzeldir.
133 Ey îman
edenler! Rabbınızın günâhlarınızı bağışlaması, sonra da sizi cennetine sokması
için, gerekli amelleri vakit geçirmeden hemen yapın. Hiç kimse günahsız
olduğunu iddia etmesin. Şüphe yoktur ki, insanoğlu anasından günahsız doğar;
fakat günâh işlemeye de müsaittir. Eğer nefsinin neva ve hevesine uyarak dünya
için âhireti unutursa, hiçbir şey onun günâh işlemesine engel olamaz. Bu sebepledir
ki, insanlar genellikle nefislerinin esiri olarak zaman zaman günâh işlemekten
kendilerini kurteramamışlar, az veya çok günâh işleyerek Rablarına âsi
olmuşlardır. Bununla beraber ne kadar büyük olursa olsun, işlenen bir günâhla,
herşey bitmiş değildir; zira Allah kulunun günâhlarını bağışlamaya her zaman
hazırdır. Yeter ki, kul yaptığı işin kötülüğünü anlayıp pişmanlık duysun ve
Rabbına tevbe ederek günahının bağışlanmasını dilesin. O halde ey mü'minler,
gerek kat kat artırılmış ribayı yiyerek ve gerekse Allah'ın haram kıldığı diğer
kötü ve çirkin işleri İşleyerek irtikâb ettiğiniz günâhların, Rabbınız
tarafından mağfiret olunması için hemen tevbe edin; sonra da cennete girmenize
vesile olacak hayırlı amelleri işleyin. Allah'ın nehyettiği ve haram kıldığı
şeylerden sakınırken, yapılmasını emrettiği işleri yapın. Ancak böyle yapmakla
cennete girmeye hak kazanabilirsiniz. Öyle bir cennet ki, adeta göklerin ve
yerin genişliğinde; uçsuz bucaksız... İşte bu cennet, yalnız müttekîler için
hazırlanmıştır. Yalnız takva sahipleri için kendilerine mükâfat olmak üzere
yaratılmıştır. [12]
134 O takva
sahipleri ki, bolluk içinde de olsalar, darlık içinde de olsalar, sırf Allah'ı
hoşnud etmek ve Allah'ın rızasını kazanmak için mallarını Allah yolunda
sarfederler. Böyle oldukları için de asla riba yemezler.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyet-i kerîmeleriyle ribayı mü'minlere haram kıldıktan sonra, takva
sahibi mü'mtni, bu âyetinde, her şeyden önce malını Allah yolunda infak eden
bir kimse olarak tavsif etmiştir. Bunun başlıca iki sebebi vardır. Birincisi,
intakın, ribanın mukabili veya ztddı bir davranış olmasıdır. Zira Allah yolunda
mal infak etmek veya sadaka vermek, muhtaç olan kimseye yadım etmek ve onu
doyurmak manâsına gelir. Riba ise, muhtaç olanın malını haksız yere kullanmak
•ve onu daha muhtaç bir hale sokarken kendi malını artırmak demektir. Nitekim
bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, ne zaman riba kötülenmiş ve onun çirkin
bir iş olduğu açıklanmışsa, hemen onun ardından zekât ve sadaka medhedilmiştir.
Meselâ Bakara sûresinin 276 inci âyetinde şöyle denilmiştir: "Allah,
ribanın bereketini giderir, sadakaları İse, bereketlendirir". Rûm
sûresinin 39 uncu âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "İnsanların mallarında
artış olması için riba olarak verdiğiniz şey, Allah katında artmaz; Allah'ın
rızasını kazanmak için verdiğiniz zekât ise, (böyle değildir); işte asıl
artıranlar onlardır11.
Takva sahiplerinin
tavsifinde, önce mal infakından söz edilmesinin ikinci sebebi, hem bolluk
içinde, hem de darlık içinde mal intakının takvaya daha çok delâlet etmesidir.
Zira mal, canın yongasıdır ve insan nefsi için son derece kıymetli bir şey olup
Allah rızası için başkalarının menfeatine ondan vazgeçmek çok güçtür. Bolluk
halinde zenginin gururu, darlık halinde ise, fakirin azusu ve ihtiyacıdır. Bu
sebeple ne zengin gurur kaynağını dağıtmak, ne de fakir kendi ihtiyacını elden
çıkarmak ister. Buna rağmen zengin de fakir de sırf Allah'ın rızasını kazanmak
ve muhtaç olanlara yardım etmek gayesiyle güçleri oranında mallarını sarfetmişlerse,
takvalarını, bundan daha güzel bir şeyle isbat etmiş olamazlardı. İşte bundan
dolayıdır ki, Allahu Ta'âlâ, zengin olsun fakir olsun, bütün mü'minlere sadaka
vermeyi emrederek şöyle buyurmuştur: 'Varlıklı olan kimse varlığına göre infak
etsin. Rızkı kendisine yetecek kadar dar olan da, Allah'ın kendisine
verdiğinden versin. Allah, hiç kimseye verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah,
güçlükten sonra kolaylık verir1' (Talâk sûresi, 7). Bu da gösteriyor ki Allah,
kendi yolunda mal sarfını takvanın en önemli alâmetlerinden biri kılmış,
böylece cimrilik de, takvadan hiç nasibi bulunmayanların başlıca vasfı
olmuştur.
Takva sahiplerinin
ikinci Özellikleri, öfkelerini ve kızgınlıklarını içlerinde tutup, onun tesiri
altında şuurlarını kaybetmemeleri, yahut intikam peşinde koşturmamalandır.
"Öfkeyle kalkan zarar ile oturur" sözünün de delâlet ettiği gibi,
öfkesine kapılan bir kimse şuurunu büyük ölçüde kaybederek büyük zararlar verir
ve öfkesi zail olmadıkça zarar vermeye devam eder. Öfkesi geçtikten sonra ise, sebep
olduğu zararın pişmanlığını duysa bile, iş işten geçtiği için, bu pişmanlığın
faydası olmaz. Takva sahibi kimse, öfkelendiği zaman, Öfkesini içinde tutmasını
bilen ve sonradan pişman olacağı davranışlara kalkışmayan kimsedir.
Âyet-i kerîmede zikredilen
takva sahiplerinin üçüncü sıfatı, insanların kusurlarını bağışlamak, onları
kusur sebebiyle muâhaze etmeye güçleri bulunduğu halde muâhaze etmemektir. Bu,
bir bakıma bundan önce zikrettiğimiz öfkenin gizlenmesi manâsına gelen bir
davranıştır. Ancak nefsine hakim olmasını bilen kimseler, başkalarının
kusurlarını bağışlarlar ve onları affederler.
Takva sahiplerinin
dördüncü vasfı ihsan, yâni insanlara iyilik etmektir. İyilik etmenin çeşitli
yolları vardır. Yukarıdaki âyet-i kerîmede de açıkladığımız gibi, ister zengin
olsun ister fakir olsun, insanın gücü oranında, malından, muhtaç olanlara infak
etmesi, ihsanın bir çeşididir. Keza câhile bir şeyler öğretip onu cehaletten,
dalâlette olana doğru yolu gösterip onu dalâletten kurtarmak da birer ihsandır;
iyilik etmektir. Kısacası, başkalarına muhtaç oldukları maddî veya manevî her
çeşit men-feati sağlamak, yahut başlarına gelebilecek maddî ve manevî zararlardan
onları korumak, birer ihsan olup hepsi de takva alâmetidir. İhsanın Allah
katındaki mükâfatı ise, O'nun muhabbetine mazhar olmaktır ki, bu mükâfat,
kazanılabilecek sevabın en yüksek derecesidir.[13]
135 Takva
sahiplerinin sahip oldukları beşinci sıfat, çirkin bir kötülük işledikleri,
yahut kendi nefislerine zulmettikleri zaman, hemen Allah'ı ve O'nun va'd ve
vaadini hatırlayıp O'ndan af ve mağfiret dilemeleridir. Mü'min olan insan,
şüphesiz, Allah'ın emir ve nehiyleri karşısında çok dikkatli ve titiz davranmak
zorundadır. Sahip olduğu îman, onun, Allah'ın emredip işlenmesini farz kıldığı
her çeşit iyi davranışı ifa etmesini, buna mukabil O'nun nehyedip haram
kıldığı her kötü şeyden de sakınmasını sağlayabilmelidir. Bazan insan, böyle
bir îmana sahip olduğu halde, ihtiyarı dışında, Allah'ın haram kıldığı bir
fiili işlemekte ve günaha girdiği olmaktadır. İşte bu gibi durumlarda insanın,
işlediği günahtan pişmanlık duyuo Allah'tan af ve mağfiret dilemesi gerekir.
Şunu da bitmesi gerekir ki, Allah'tan başka hiç kimse, Allah'a karşı işlenen
bir günahı bağışlamaz. Âyet-i kerîme içindeki "Allah'tan başka günahları
kim bağışlar?" cümlesi, iki cümle arasına girmiş bir cümle-i mutenza
hükmündedir ve işledikleri günahtan dolayı Allah'tan af ve mağfiret dileyen
mü'minlerin bu davranışlarını teyîd ve tasdîk ile, Allah'ın günah işleyen
mü'min kullarına rahmet ve mağfiretinin genişliğini müjde manâsına sahiptir.
Şunu da unutmamak
gerekir, takva sahibi mü'min, işlediği haramla İlgili Allah'ın nehyini ve
vaTdini bile bile haram üzerinde ısrar etmez. Yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, kâmil bir mü'min, câhili olmadıkça büyük günah işlemez. Eğer işlemişse,
bilmeden ve ihtiyarı dışında işlemiştir ki, bunun büyük günah olduğunu
anlayınca, ondan hemen rücû ederek Rabbından af ve mağfiret diler ve bir daha o
harama yaklaşmaz. Eğer işlediği günah küçük günahlardan ise, bunda da ısrar
etmez ve tekrar tekrar aynı günahı işlemez. Çünkü bilir ki, küçük günah
üzerinde ısrar, insanı dâima büyük günah işlemeye sevkeder. [14]
136
Sıfatlarını ve özelliklerini yukarıda açıklamaya çalıştığımız takva sahibi
mü'minlerin Rabları katında elde edecekleri büyük mükâfatlar vardır. Bu
mükâfatlar başlıca iki kısımda toplanır. Birincisi mağfirettir ki, büyük küçük
bütün günahlardan bağışlanmış olmak ve ufak da olsa herhangi bir ceza veya ıkab
korkusundan emîn bulunmak; ikincisi de, içinde ebediyyen kalıp çeşitli
nimetlerinden istifade edecekleri cennete kavuşmak... İşte bu mükâfat, yukarıda
açıklandığı şekilde, mallarını Allah yolunda infak eden, öfkelerini içlerinde
gizleyip nefislerine hâkim olan, insanların kusurlarını bağışlayan, herkese
iyilik eden, büyük günah işlemekten ve küçük günah üzerinde direnmekten
sakınan takva sahibi mü'mînlerin Allah katındaki mükâfatlarıdır. Ve bunların
mükâfatları ne güzeldir! [15]
137. sizden
önce, (ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla, yeryüzünde
söyle bir dolaşın (ve inceleyin); sonra da (dîni ve dînin esaslarını) yalanlayanların
akıbetlerinin ne olduğunu, (kendi gözlerinizle) görün.
138. İste bunlar, insanlar için bir beyandır; Allah'tan
korkanlar için bir hidayet ve bir öğüttür:
139. (Ey müzminleri) Eğer gerçekten mü'min IdşÛer
iseniz, (savaşta) gevşeklik göster-meyin ve (mağlubiyet korkusuyla) üzüntüye
kapılmayın. Hem de. siz, (onlardan) daha üstün olduğunuz halde...
140-141.
Eğer siz, (Uhud'da maddî ve manevî) bir yara almışsanız, (karşınızdaki) kavim
de o yaranın aynını (Bedir'de) almıştı. Allah'ın, îman edenleri ortaya
çıkarması, içinizden şehîdler edinmesi ve îman edenleri temizleyip kâfirleri
de yok etmesi için, bu günleri, insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz.
Allah zâlimleri sevmez.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, müslümanlara, yine müslümanlardan başkasını dost
edinmemelerini emrettikten, çünkü onların, İslâm'a ve müslümanlara karşı
içlerinde şiddetli bir kin ve düşmanlık beslediklerini, bununla beraber
müslümanların sabretmeleri ve takva sahibi olmaları halinde onların
müslümanlara hiçbir zarar veremeyeceklerini açıklayarak Bedir ve Uhud
gazvelerinin neticelerini sabır ve takva yönünden değerlendirip müslümanların
ibret nazarlarına sunduktan ve nihayet mürekkeb faiz manâsına, gelen kat kat
artırılmış ribayı müslümanlara haram kılarak takvanın şartlarını belirttikten
sonra, yukarıdaki ve onları takip eden âyetlerinde, Allah'ın kullanyle ilgili
değişmeyen sünnetine dikkatleri çekmiştir. Binâenaleyh kim bu sünnet
üzereyürümüşse, o, saadete erişmiş, kim de ondan sapıp uzaklaşmışsa hüsrana
uğramıştır. Bu İtibarla hak, mutlaka, batı! karşısında zafere ulaşacaktır. Bu,
Allah'ın hak yolda giden kullarına va'didir; bu va'd, mutlaka
gerçekleşecektir; çünkü Allah, asla va'dinden dönmez. Nitekim Saffât sûresinin
171 -173 üncü âyetlerinde "Peygamber olarak gönderil-miş kullarımız için
sebkat etmiş bir sözümüz vardır: Muhakkak onlar muzafferdirler; muhakkak
ordumuz gâlibtir" denilmiş, Enbiyâ sûresinin 105 inci âyetinde de şöyle
buyurulmuştur: "Tevrat'tan sonra Zebur'da yazdık ki, arza sâlih kullarım
mirasçı olacaktır".
İlk insanın
yaratılışından bu yana, hakkı temsil eden insanlarla batılın peşinde koşanlar
arasındaki mücadele hiçbir zaman sona ermemiştir; bundan sonra da kıyamete
kadar devam edecektir. O halde mü'minlerin, kendileri için de bir imtihan olan
bu mücadeleye, zaferin dâima hakka âit olduğunu bilerek yılmadan devam etmeleri
gerekir. [16]
137. Sizdenönce,
(ibret alınması gereken pek çok) hâdise olup bitmiştir. Bu itibarla, yeryüzünde
§öyle bir dolaşın (ve inceleyin); sonra da (dîni ve dînin esaslarını)
yalanlayanların akıbetlerinin ne olduğunu, (kendi gözlerinizle) görün.
138. İşte bunlar, insanlar için bir beyandır; Allah'tan
korkanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.
137 Ey-mü'minler!
Medîne'ye hicretinizin henüz ikinci senesinde Bedir'de müşriklerle savaştınız.
Kökleşmiş bir devlete sahip değildiniz; muntazam bir ordunuz bulunmadığı gibi,
silâh ve teçhizatınız da yoktu. Bedir'de kâfirlerle karşılaştığınız zaman, siz
300 kişi-civarında idiniz. Kâfirler ise, 1000 kişilik silâhlı ve techizatlı bir
ordu teşkil ediyorlardı. Buna rağmen sabrınız ve takvanız sayesinde, Allah'ın
hoşnudluğunu kazanmıştınız da, Allah da size yardım etmişti ve kâfirleri büyük
bir hezimete uğratmıştınız*.
Müşrikler, bu
hezimetin intikamını almak için Uhud'a geldikleri zaman da durum aynı idi.
Allah orada da size yardım ederdi ve kâfirlere galip gelirdiniz. Fakat ganimet
seydasıyle sabırsızlık gösterip Peygamberinizin emrine karşı geldiniz ve
Allah'ın yardımından mahrum kaldınız. Bununla beraber şunu unutmamanız gerekir
ki, insanlık tarihi buna benzer hâdiselerle doludur ve bu Allah'ın sünneti
veya değişmez bir kanunudur. Daha önceki peygamberlerin tabileri de bu gibi
hâdiselerle karşılaşmışlar, bazan zafer, bazan da mağlûbiyet olmak üzere, sizin
başınıza gelenler, onların da başlarına gelmişti. Fakat kötü akıbet dâima
kâfirler için olmuştur. Bunu daha iyi müşahede edebilmek için, yeryüzünde
şöyle bir dolaşın; gelip geçmiş kavimlerden geride kalan eserlere bakın;
onları inceleyin; zira geçmiş kavimler hakkında gerçeğe uygun bilgi edinmenin
en emin yolu, onlardan kalan eserleri bizzat görüp incelemektir. Bu eserlerin
görülüp incelenmesi, insanların ibret almaları ve doğru yolu bulmaları İçin
ihmal edilmemesi gereken bir görevdir. Eğer ibret alır ve doğru yolda gitmiş
sâlih kavimlerin yolunu seçerseniz, sizin akıbetiniz de onların akıbeti gibi
olur. Eğer peygamberlerini yalanlayanların yolunda giderseniz, akıbetiniz,
onların akıbetinden farklı olmaz ve hüsrana uğrarsınız.
Keza yeryüzünde
dolaşın ve sizden önceki milletlere ne olduğunu araştırın, sonra da düşünün: Bu
size, bu gün olduğu gibi, eski milletlerde de asıl savaşın hak ile bâtıl
arasında cereyan ettiğini, sonunda hakkın bâtıla gâlib geldiğini, bu galebenin
de, ancak sabır ve takva ile gerçekleştiğini gösterecektir. Şüphesiz bu
neticenin alınmasında, savaşa hazırlanmak hususunda Allah'ın emirlerine uymanın
da payı olduğunu unutmamak gerekir. Meselâ Enfal sûresinin 60 inci âyetinde
Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur; "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar
kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla, hem Allah düşmanını, hem
kendi düşmanınızı, hem de bunlar dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın
bildiği diğer düşmanları korkutursunuz".[17]
138 İşte
bütün bu açıklamalar, okuyup anlasınlar, sonra da ibret alsınlar diye insanlar
için yapılmıştır. İstisnasız hepsi içindir. Bunların arasında, şüphesiz, kâfir
ve müşrik olanlar da vardır ve bunlar da akıl sahibidirler. Belki bu açıklamaları
anlarlar da, "eğer Muhammed Peygamber olsaydı, Uhud'ta mağlûb
olmazdı" gibi asılsız düşüncelere kafalarında yer vermezler. Zira
aralarında peygamber olsun veya olmasın bütün insanlar, Allah'ın sünnetine,
veya değişmeyen kanunlarına tabidirler. Kumandanlarının emirlerine muhalefet eden, yahut korumaları gereken
kaleyi terkedip giden hiçbir ordunun, düşman karşısında zafer kazandığı
görülmemiştir, O ordunun kumandanı Allah'ın peygamberi de olsa, sabrı, takvası
ve itaatıyle zaferi hak etmedikçe onu elde edemez. İşte Bedir ve Uhud
savaşları, bunun en belirgin birer örneğidir. Kısacası, yukarıda da açıklandığı
gibi, gelip geçmiş bütün peygamberlerin kavimleri, Allah'ın değişmeyen bu
sünnetine tâbi olup ya sabır, takva ve itaatlarıyle zafer kazanmışlardır; ya da
sabrı elden bırakıp itaatsızlıklarıyle mağlubiyeti hak etmişlerdir. İşte bu
sebepledir ki, yukarıdaki açıklamalar, içlerinde kâfirlerin de bulunduğu bütün
insanlar için bir ibret, fakat özellikle takva sahibi mü'minler için ise, hem
hidayet hem de öğüttür. Çünkü bu gibi gerçeklerden kâfirlerin hidayet bulmaları
ve Öğüt almaları çok zordur.
Allah'tan korkan
mü'minler, Allah'ın, Kitab'ında kendilerine haber verdiği bu gibi hâdiseleri en
iyi bir şekilde değerlendirerek, kendilerinden öncekileri zafere ulaştıran
yoldan giderler. Onların düştükleri hataları ve bu hataların neticelerini
görerek onları tekrarlamaktan sakınırlar; çünkü aynı hataların tekrarlanması
halinde, aynı akıbete kendilerinin de düşeceğini bilirler. İşte bu, Bakara
sûresinin ilk âyetinde de açıklandığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'tan korkan
mü'minler için gerçek bir hidayet oluşunun en bariz delilini teşkil eder. [18]
139. (Ey
mü'minler!) Eğer gerçekten mü'min kişiler iseniz, (savaşta) gevşeklik
göstermeyin ve üzüntüye kapılmayın. Hem de siz, (onlardan) daha üstün
olduğunuz halde... 140-141. Eğersiz, (Uhud'ta maddî ve manevî) biryara
almışsanız, (karşınızdaki) kavim de o yaranın aynını (Bedir'de) almıştı.
Allah'ın, îman edenleri ortaya çıkarması, içinizden şehîdler edinmesi ve îman
edenleri temizleyip kâfirleri de yok etmesi için bu günleri inğan-lar arasında
nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zâlimleri sevmez.
139 Ey
mü'minler! Uhud'ta yara aldık ve bozguna uğradık diye savaşlarda gevşeklik
gösterip daha çok zayıf düşmeyin. Hele o gün Allah yolunda düşmanla dövüşürken
şehîd düşen kardeşlerinize üzülmeyin. Hem nasıl gevşeklik gösterir ve kendinizi
üzüntüye kaptırırsınız ki, siz îmanı en yüksek olan kimselersiniz? Şunu da unutmayın
ki, Uhud'ta uğradığınız bozgun, ne sizin için tam bir hezimet, ne de müşrikler
için kesin tfir zaferdir. Bu, sadece kumandanınızın savaşta aldığı tedbirlere
muhalefet etmeniz dolayısıyle sizin için bir ihtar ve bir derstir. Böyle bir
dersi aldıktan sonra, herhalde aynı hataya bir daha düşmezsiniz. Zaten böyle
bir dersin alınması alınmamasından daha hayırlıdır; çünkü bundan sonraki
savaşlarınızda aynı duruma düşmemek İçin, şüphesiz daha dikkatli davranır ve
tedbirinizde kusur etmezsiniz. Bu itibarla eğer Allah'ın kendi dînine yardım
edenlere yardım ettiğine ve güzel akıbetin yalnız Allah'ın sünnetine tâbi olan
müttekîlere âit olduğuna sağlam bir şekilde îmanınız varsa -ki nefislerinizde
ve amellerinizde onun tesirini apaçık görmek mümkündür-, o halde nasıl olur da
savaşlarda zayıflık gösterir ve şehîd olmayı arzu edenlerin ardından
üzülürsünüz? Oysa sabır, sebat ve iki güzel akıbetten birini arzulamak, îmanın
gerekleridir ve bu iki güzel akıbetten biri zafer, diğeri de şehîdlik-tir. İşte
siz, bu özelliklerinizle düşmanlarınızdan çok daha üstünsünüz. Bu İtibarla,
size üzülüp savaşı terketmek değil, savaşıp ya zaferi, ya da > şehîdliği
dilemek yaraşır.
|
Bu âyet-i kerîme,
açıklamaya çalıştığımız bu manâsıyle, sabreden! ve takva sahibi olan
mü'minlerin, bir orduyu zafere ulaştıran sebeplere yapıştıkları takdirde dâima
muzaffer olacaklarını bildiren ilâhî bir müjde teşkil eder. Hem bu müjde
dolayısıyle, hem de mü'minlerin iyi bir ders almalarına vesile olması
dolaylısıyle Uhud bozgunu, denebilir ki, onlar için bir zaferden daha hayırlı
olmuştur. [19]
140-141 Ey
mü'minler! Uhud'ta müşriklerin karşısında bozguna uğramakla bir yara aldınız ve
şimdi siz bu yara sebebiyle savaştan yılmış görünüyor ve üzülüyorsunuz. Ancak
şunu unutmamalısınız ki, sizin aldığınız bu yaranın aynını, düşmanlarınız olan
müşrikler de Bedir'de almış ve sizin adamlarınızdan kaybettiğiniz kadar, onlar
da kendi adamlarından kaybetmişlerdi. Kısacası siz, îman sahibi kişijer
olmanıza rağmen, kâfirlerin başına gelen, sizin de başınıza gelmişti. İşte bu,
daha önce de üzerinde durulan Allah'ın değişmeyen sünnetidir ki, bu sünnetin
gereği olarak zaferle neticelenen günleri insanlar arasında değiştirir durur.
Başka bir ifadeyle, mü'minlerle kâfirler arasındaki savaş, bazan mü'minlerin,
bazan da kâfirlerin galibiyetiyle sona erer ve böylece her iki taraf da
mağlubiyet acısını tadmış olur. Fakat muhakkak olan şudur ki, en güzel akıbet,
dâima hakka tâbi olanlarındır.
Savaşlarda hâkimiyetin
el değiştirmesi, zafere ulaştıran sebeplerin iyi bilinmesine ve bunlara
hakkıyle riayet edilmesine bağlıdır, İttifak halinde olmak, niza ve ihtilâfa
düşmemek, azim ve sebat etmek, isabetli kararlar almak, düşmana karşı
yeterince kuvvet hazırlamış olmak, zafere götüren bu sebeplerin bazılarıdır.
Eğer bunlar yerine getirilirse, zafere muhakkak nazırıyle bakılabilir. Bununla
beraber, bazan önemsenmeyen bir sebebin ihmal edilmesiyle beklenen zaferin
gerçekleş-meyip onun yerini acı bir mağlûbiyetin aldığı görülür ki, işte bu,
zaferle neticelenen günlerin, mü'minlerle kâfirler arağında nasıl değişip durduğunu
açık bir şekilde gösterir.
Allahu Ta'âlânın,
zaferle neticelenen günleri mü'minlerle kâfirler arasında değiştirip
durması.çeşitli sebeplere dayanır ve bu sebepler, zamana ve zemine göre
değiştiği gtoi, bu zaman ve zemin içinde yaşayan insanlara göre de değişir. Bir
ülkede adaleti hâkim kılmak ve nizama istikrar kazandırmak için mü'minieri
zafere ulaştırır; fakat yine o mü'minlere, bir takım kusurları dolasıyle iyi
bir ders vermek ve aynı kusurları bir daha işlememelerini sağlamak için
mağlûbiyetin acısını taddırır. Keza îman edenleri, özellikle münafıklardan
ayırmak ve kimlerin mü'min, kimlerin de münafık olduklarını herkese göstermek
için bu zafer günlerini insanlar arasında değiştirir. Nitekim Uhud savaşı henüz
başlamadan önce münafıkların reisi Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, bazı
bahaneler iieri sürüp 300 kişilik taraftarıyle müslümanlardan ayrılmış ve
müşriklerle savaşmaktan kaçmıştı.
Zafer günlerinin
insanlar arasında değişmesinin bir başka sebebi, Allahu Ta'âlânın, dilediği
bazı kullarına şehidlik mertebesini ikram etmesidir. Nitekim Bedir savaşına
katılan müslümanlardan bazıları, Allah yolunda ölmeyi dilemişler, fakat bu
dilekleri gerçekleşmemişti. Bedir savaşından sonra da bu dileklerini sürdürüyorlar
ve Bedir günü gibi bir günün gelmesini ve o günde Allah için savaşıp şehîdlik
mertebesine kavuşmayı arzuluyorlardı. Çok geçmeden de Allah müslümanlara Uhud
gününü vermiş ve bu günde 70 müslüman şehîd olmuştu,
Diğer bir sebep de,
bazı zayıf mü'minlerin kalblerini temizlemek, onları zayıflık kirinden
kurtararak hâlis mü'min kılmaktır. Zayıf yaratılmış olan bir. insan, çok defa
nefsinin telkîni altında şüphe ve tereddüt İçindedir. Fakat bazan başına gelen
bir kötülük, onun gerçekleri görmesine ve tavrını değiştirmesine sebep olur.
Uhud'ta Hazreti Peygamberin emrine muhalefet edip ganimet uğruna nöbet
yerlerini terkeden, sonra da düşmanın âni baskını üzerine arkalarını dönüp
kaçan müslümanlar, bundan gerekli dersi almışlar ve Uhud'tan sonra cereyan eden
savaşlarda, tecrübe sahibi birer savaşçı olarak büyük kahramanlıklar
göstermişlerdir.
Ve Allahu Ta'âlâ, bir
de kâfirleri mahv u perişan etmek ve var-lıklarıyle yokluklarını bir eylemek
için zafer günlerini taraflar arasında değiştirir durur. Burada kasdedilen
manâ, kâfirlerin tamamiyle ortadan kalkması değil, fakat bulunsalar bile, bütün
ümidlerini, bütün cesaretlerini ve bütün izzeti nefislerini yitirmiş
olmalarıdır.. Kısacası, onları bitkisel hayata sokulmuş bir varlık haline
getirmek için bu günler döndürülür. Allah zâlimleri asla sevmez. Âyet-i
kerîmede cümle-i muteriza olan bu ibare, şehîdlerle ilgilidir ve Allah,
şehîdleri ancak îmanlarında muhlis olan kullarından seçer. Emir ve nehiylerine
uymayan ve bu yüzden nefislerine zulmeden kimseler şehîdlik mertebesine asla
erişemezler. [20]
142. Yoksa
siz, Allah, içinizden cihada katılanları belli etmeden ve sabredenleri ortaya
çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz.
143. Oysa siz, (Uhud'ta düşmanla ye) ölümle
karşılaşmadan önce, Ölümü ve (şehîd olmayı) temenni etmiştiniz, iste şimdi
bakıp onu (karşınızda) görüyorsunuz. (O halde mağlubiyet korkusu ve üzüntü
neye?!)
144. Muhammed, peygamberden başka bir kimse
değildir. Ondan önce de, şüphesiz (başka peygamberler) gelip geçmiştir. Öyleyse
şimdi o, ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde (İslâm 'dan küfre) geri
mi döneceksiniz? Topukları üzerinde kim böyle dönüş yaparsa, (bilsin ki)
Allah'a hiçbir şeyle zarar veremeyecektir. Allah, şükredenleri
mükâfatlandıracaktır.
145. (Şu da var ki) Allah'ın izni olmadıkça, hiç
kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm, belli bir süreye bağlanmıştır. Her Idm
dünya sevabı isterse, ona istediğinden veririz. Her kim de âhıret sevabı
isterse, ona da, onu veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız.
146. (Gelip geçmiş nice) peygamber vardır ki,
onunla birlikte bir çok mü'min savaşmıştır da, kendilerine Allah yolunda isabet
eden (musîbet)lerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermemişler, boyun
eğmemiş-lerdir. Allah sabredenleri sever.
147. Onların, sözleri de, "Rabbımızl Günahlarımızı
ve ilimizdeki aşırdığımızı bağışla; ayaklarımızı (hakyolda) sabit tut ve kâfir
milletlere karşı bize yardım et" demekten başkası değildi
148. Allah da onlara dünya sevabım ve âhıret
sevabının en güzelini vermişti Allah iyilik edenleri sever.
Uhud savaşıyie ve Uhud
savaşına katılan mü'minlerle ilgili açıklamalar, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde
de devam etmiştir. Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, Uhud'ta başlarına gelen mihnet ve belâ sebebiyle
üzülmemek ve gevşeklik gösterip zayıf düşmemek huşsun-da mü'minleri uyarıp
doğru yola irşad ettikten sonra, başlarına gelen bu kötülüklerin, Allah'ın
mahlûkatıyle ilgili değişmez sünnetinin bir gereği olarak, zaferle neticelenen
savaş günlerinin insanlar arasında değilştirilip durmasından ileri geldiğini
açıklamıştır. Çünkü bunda, mü'minleri bazı günah ve kusurlardan arındırma ile,
hidayet ve irşad gayesi vardır. Bazı üstün ahlâk ve faziletlerin, insana acı
veren bir takım hâdiselerden sonra kazanıldığını hiç kimse inkâr edemez. Binâenaleyh
neticesi zafer de osa, bir savaşın açtığı yaralarla, kaybedilen savaşların
sebep olduğu acılar, bu yönden değerlendirildiği zaman, onların insan nefsinin
terbiyesinde ne derece büyük rol oynadıkları kolayca anlaşılır. İşte, Allahu
Ta'âlâ, önceki âyetlerinde bu gerçeği beyan ettikten sonra, yukarıdaki
âyetlerinde de, cennetin ancak, sabır ve sebatla Allah yolunda cihad ederek
nefislerini terbiye eden ve îmanlarını hâlis kılan mü'min-tere âit olduğunu
bildirmiş, sonra da ölümden korkup savaştan kaçmakla cennetin
kazanılamayacağını ve esasen ölümden kaçmanın da hiçbir fayda sağlamayacağını,
bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [21]
142. Yoksa
siz, Allah, içinizden cihada katüanla-n belli etmeden ve sabredenleri ortaya
çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
143. Oysa
siz, (Uhud'ta düşmanla ve) ölümle karşılaşmadan önce, ölümü (ve şehîd olmayı)
temenni etmiştiniz. İşte şimdi bakıp onu (karşınızda) görüyorsunuz. (O halde
mağlubiyet korkusu ve üzüntü neye?!)
142 Yukarıda da işret ettiğimiz gibi, Allahu
Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmeyle, yine mü'minlere hitap ederek cennete girmenin,
ancak Allah yolunda cihadla ve cihadın insana yüklediği büyük mihnet ve
meşakkate sabretmekte mümkün olabileceğini bildirmiştir. Tıpkı Bakara
sûresinin 214 üncü âyetindeki HEy mü'minler! Yoksa siz, sizden evvel gelip
geçen, hattâ peygamberleri, beraberlerindeki mü'minlerle birlikte, Allah'ın
yardımı ne zaman? diyecek kadar sıkıntılara ve acılara maruz kalıp sarsılan
(milletlerin hali, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?"
hitabı gibi, bu hitapta da, cennet yolunun ancak bazı sıkıntılara sabretmekle
açılabileceği belirtilmiştir ki, bu, daha önceki â-yet-i kerîmlerde tefsirini
yaptığımız Allah'ın değişmeyen sünnetinin tabiî bir neticesidir.
Savaşta zaferle
neticelenen günlerin insanlar arasında nöbetleşe değiştirilip durması, kâfirler
yanında mü'minlerin de can ve mal kaybına maruz kalmaları ve bunların sebep
olduğu açlık ve susuzluk gibi çeşitli sıkıntılar, hepsi de cennet yolunun
aşılması güç engellerini teşlkil ederler. Binâenaleyh cennete girmeyi
arzulayan bir insan bu engelleri aşmak zorundadır. Nitekim Hazreti Peygamber
de, Müsli[22]
tarafından nakledilen
bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Cennet, mekârih (nefse hoş gelmeyen
şeyler)le örtülmüştür; cehennem de nefsin hoşlandığı şehvetlerle
kuşatılmıştır". Hadîs-i şerifte geçen mekârih kelimesi, mekruhun çoğulu
olup, hoş olmayan, kötü ve çirkin şey manâsına gelir. Cennetin mekârih ile
örtülü olması, insan nefsinin hoşlanmayacağı birtakım zorluklarla kuşatılmış
olduğu manâsındadır. Binâenaleyh insan, nefsine hoş gelmeyen bu zorlukları
aşmadıkça cennete giremeyecektir. Filhakika bazı ibadetler, nefse hoş gelmese
ve insanı bazı sıkıntılara maruz bıraksa bile, İnsan bu sıkıntılara katlanmak
zorunda kalır. Meselâ oruç ve zekât, bu İbadetlerdendir. Keza Altah yolunda
savaş veya cihad da böyledir. İnsan, bunların sıkıntılarını sabırla
karşılamadıkça ve onlara katlanmadıkça, cennetin etrafındaki engeller aşılmış olamaz
ve cennete girilemez.
Yukarıdaki hadîs-i
şerifte işaret edilen cehennem ise, insanların daha kolay girebilecekleri bir
yer olarak görülmektedir. Zira cehennem, insan nefsindeki hırs ve tamâm kaynağı
olan şehvetlerle kuşatılmıştır. Nefis bu şehvetlerin peşinde koştuğu sürece
gideceği yer cehennemdir.
Netice itibariyle
Allahu Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmede mü'min-lere hitabederek buyurmuştur
ki: Ey mü'minler! Siz, hiçbir güçlük çekmeden, hiçbir sıkıntı görmeden,
özellikle Allah yolunda hiçbir cihada çıkıp ölümle burun buruna gelmeden,
gözünüzden birini, yahut bir kulağınızı, bir kolunuzu, yahut bir ayağınızı bir
kılıç darbesiyle savaş alanında kaybetmeden ve nihayet bütün bunların ortaya
çıkardığı birbirinden ağır sıkıntılara sabır göstermeden, cennete kolayca
girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Allah, şüphesiz, sizin içinizden kimlerin
Allah yolunda savaşacağını, kimlerin de savaştan kaçacağını ezelden beri
biliyordu. Şimdi siz, Allah'ın bu bilgisi dahilinde Allah yolunda dövüşecek,
kiminiz gazi, kiminiz de şehîd olacaksınız. Bu arada savaşın verdiği bütün
sıkıntılara sabrederek göğüs gereceksiniz. İşte ancak böyle yaptığınız takdirde
arzu ettiğiniz cennete girebilirsiniz. Aksi halde cennet yolu size kapalı
kalır. [23]
143 Zaten
siz, daha önce üzerinize Bedir'deki gibi bir günün gelmesini, müşriklerle
savaşmayı ve Bedir savaşına katılan mü'minlerin başına hayır olarak her ne
gelmişse, kendi başınıza da aynı şeyin gelmesini temenni etmiştiniz.
Bedir'dekiler gibi Allah yolunda dövüşerek ölmeyi istemiştiniz. İşte şimdi,
Uhud'ta temenni ettiğiniz o gün size gelip çatmıştır. Ölümü burnunuzun dibinde
görüyorsunuz. Oklar başınızın üzerinde vızır vızır uçuyor; kılıçlar birbirine
çarpıp etrafa kıvılcım saçıyor. Ölüm, yanınızda, sağınızda, solunuzda ve siz
onu yere düşen askerlerde görüyorsunuz. Böyle olduğu halde, sanki ölümü
temenni edenler sizler değilmişsiniz gibi, nasıl olup da düşmana arkanızı
dönüyorsunuz?
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, bu âyet-İ kerîmedeki hitap, Uhut savaşına katılan
mü'minleredir. Bilindiği gibi Mekkeli müşrikler Bedir hezimetinin intikamını
almak için kuvvetli bir ordu ile Uhud dağının karşı taraflarında karargâh
kurdukları zaman, Hazreti Peygamber, onları Medine'de beklemeyi ve savaşa
Medîne'de girmeyi uygun görüyordu. Sahabenin büyükleri de bu görüşte idiler.
Keza münafıkların lideri Abdullah İbn Ubeyy ibn Selûl de bu görüşü müdafaa
ediyordu. Sahabenin çoğunluğu ve özellikle Bedir'e katılmamış olan gençler ise,
Medîne dışına çıkmayı istiyorlar ve Bedir ehli gibi dövüşerek ecir ve sevab
kazanmayı, Bedir şehîdleri gibi şehîd olmayı temenni ediyorlardı. Ancak savaş
başlayıp da bilinen sebeplerle hezimet belirince, bilhassa ölümü veya şehîd
olmayı temenni eden o gençler, ölüm korkusu ile kaçışmaya başlamışlardı: İşte
yukarıdaki âyet-i kerîmenin muhatabı bunlardır. Bunların savaştan önce ölümü
temenni ettikleri ve şehîdlik mertebesine nail olmayı istedikleri muhakkaktı.
Çünkü Allahu Ta'âlâ âyetinde bunu vel* kad tekid harfleriyle haber vermiştir.
Fakat savaşla birlikte temenni edilen şey fiilen gerçekleşmeye başlayınca, o
istek ve temenni zail olmuş, ölümü temenni edenler, temenni ettikleri şeyden
korkmuşlardır.
Bu hâdisenin örneğine
bu gün ne kadar çok rastlanır! Bazı insanlar vardır ki, her fırsatta dînini,
vatanını ve milletini sevdiğini, dâima onların hizmetinde bulunmak
istediklerini, gerektiğinde mallarını ve canlarını uğurlarında feda
edebileceklerini söyler dururlar da, vatanın ve milletin gerçekten kendilerine
ihtiyaç duyduğu bir anda zayıflık gösterirler, din, vatan ve millet için
yapabilecekleri işe başlamadan ondan vazgeçerler. Oysa gerçek mü'min, ne kadar
güç olursa olsun, hak olan ve yapılması gereken bir iş kendine teveccüh ettiği
zaman, malı ve canı pahasına onu yapmaktan vazgeçmez. [24]
144. Muhammed,peygamberden
başka bir kimse değildir. Ondan önce de şüphesiz (başka peygamberler) gelip
geçmiştir. Öyleyse şimdi o, ölür, veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde
(İslâm 'dan küfre) geri mi döneceksiniz? Topukları üzerinde fdm böyle dönüş yaparsa,
(bilsin ki) Allah'a hiçbir şeyle zarar veremeyecektir. Allah,
şükredenlerimükâfat-landıracakttr.
144 Uhud
savaşında düşmanın ânî baskınını önlemek ve müslümanların arkadan
kuşatılmalarına fırsat vermemek maksadıyle yerleştirilen okçuların ganimet
sevdasıyle yerlerini terketmeleri üzerine, Hâlid İbnu'l-Velîd kumandasındaki
müşriklerin müslümanları arkadan vurduklarını ve bozguna uğrattıklarını daha
önce anlatmıştık. Bu bozgunda müslümanlarla müşrikler o kadar biribirlerine
karışmışlardı ki, bazan bir müslümanm diğer bir müslümanı düşman zannedip
öldürmesi işten bile değildi. Bu hengâmede müşriklerden Abdullah İbn Kamî'e
el-Leysî adında biri, Hazreti Peygambere benzettiği Mus'ab İbn Umeyr'i şehîd
etmiş, sonra da "Peygamberi öldürdüm" diye bağırarak arkadaşlarının
yanına koşmuştu. Bu hâdise müslümanları büsbütün şaşırtmış ve büyük bir
ümidsîzliğe düşürmüştü. Bazıları Hazreti Peygamberin ölümünden sonra yaşamanın
hiçbir kıymeti kalmadığını düşünerek ve daha çok kılıca sarılarak bir an önce
şehîd düşmek için ileri atılırken, diğer bazıları, yine aynı düşünceyle kılıcı
ellerinden atmışlar ve bir kenara çökmüşlerdi, îmanı zayıf olan bazı
müslümanlar da, "keski Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, Ebû Sufyân'dan bizim
için aman dileseydi" demişlerdi. Bazı münafıklar ise, daha da İleri
giderek müslümanlara "eğer Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi. Vakit
geçirmeden Mekkeli kardeşlerinizin yanına ve eski dininize dönün" diyerek
onları küfre davet etmişlerdi.
Hazreti Peygamber
Uhud'ta öldürülmemiştir. Fakat bazı müslü-manların onun öldürüldüğünü
zannederek müşriklerden aman dilemeye kalkışmaları, bazı münafıkların da
müslümanları eski dinlerine, yani putperestliğe davet etmeleri, yukarıdaki
âyet-i kerîmenin nüzulüne sebep olmuştur. Bu âyet-i kerîmeyle bazı gerçekler
açıklanmış ve müslümanlar irşad edilmişlerdir. Her şeyden önce şu husus bir
daha anlaşılmıştır ki, Muhammed, Allah tarafından seçilmiş bir peyamberdir ve
diğer peygamberler gibi o da bir insandır. Dolayısıyle onun İbrahim ve Mûsâ
gibi ölmesi, yahut Zekerriyya ve Yahya gibi öldürülmesi mukadderdir. Başka bir
ifadeyle, onun peygamber olması, ölmesine veya öldürülmesine engel değildir.
Peygambere ihtiyaç,
ancak Allah'ın dîninin insanlara teblîğine gerek duyulduğu zaman hâsıl olur.
Teblîğ işi tamamlandığı zaman da maksad hâsıl omuş demektir. Bundan sonra
peygamberin ölmesi veya öldürülmesi, dînin bozulmasını veya ortadan kalkmasını
gerektirmez.
Keza bir gaye uğruna
yapılan savaşın devamının veya durmasının ordu kumandanıyle de hiçbir ilgisi
yoktur. Kumandan savaşta ölür veya öldürülürse, savaşın durması ve ordunun
düşmana teslim olması gerekmez.
İşte Allahu Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmede müslümanlara bu
gerçeği anlatmış,
Hazreti Peygamberin başına herhangi bir şey gelmiş olsa bile, onun getirdiği
nizamın devam etmesi hususunda onları irşad etmiştir.
Buna rağmen Peygamber
öldü diye, daha önce kabullendikleri bu
nizamı bozmak, yahut
Allah yolunda giriştikleri cihaddan vazgeçmek isteyenler çıkarsa,
bilmelidirler ki, bunlar, Allah'a hiçbir surette zarar veremezler. Aksine
Allah'ın mü'minler için hazırladığı sevabtan ve güzel akıbetten nefislerini
mahrum ettikleri için kendilerine zarar vermiş olurlar. Çünkü Allahu Ta'âlâ,
kendisine yardım edene, dînini yüceltene ve adını her tarafta yayıp yükseltene
yardım etmeyi va'detmiştir. O, va'din-den asla dönmez. Ne îmanı zayıf olanların
ve ne de münafıkların topukları üzerinde dönüp irtidad etmeleri, O'nun va'dini
yerine getirmesine engel olmaz. Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ, va'dettiği
sayısız nimetlerini üzerlerine yaydığı mü'min kullarının şükürlerini de
karşılıksız bırakmaz ve onları hudutsuz bir şekilde mükâfatlandırır. [25]
145. (Şu da
var ki), Allah'ın, izni olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir. Ölüm,
belli bir süreye bağlanmıştır. Her kim dünya sevabı isterse, ona istediğinden
veririz. Her kim de âhıret sevabı isterse, ona da, onu
veririz.ardından
sağından solundan, vızır vızır oklar ve mermiler uçuşur, yanu s ravet e'd'cf
hastalılarla, yahutta zelzele, sel, yangın gibi **rtft hâolelerievetabiat
olaylanyla karşılaşır, fakat Allah'ın izni olmadıkça DU hâlelerden hiçbiri onun
ölümüne sebep olmaz. Savaş alanında cesaretiyle ün yapmış asker, ön safta ve
herKesin önünde düşmana saldırır da ölümden salim kalır; buna rağmen korku
içinde bir kaya oyuğuna, yahut toprakta açılmış bir çukura sinen askerin ölüme
yakalandığı görülür. Bunun gibi, yaşlılığın verdiği yorgunluk ve bitkinlik
içinde ölümü bekleyen nice insan dururken, henüz hayatı bile tanıyamamış
birçok genç, ölümün pençesine esir düşer. Bütün bunlar göstermektedir ki, her
ömrün bir eceli ve her ecelin de bir kaderi vardır; insan, bu ecelin ne zaman
ve ne İle tamam olacağını bilemez; bu sebeple "korkunun ecele faydası
yoktur" denilmiştir. Binâenaleyh ölümden korkarak Allah yolunda savaştan
kaçmaya veya gevşeklik göstermeye gerek yoktur; çünkü kaçış, biraz önce de
belirttiğimiz gibi, insanı ölümden kurtarmaz.
Âyet-i kerîme, hiç
kimsenin, ölümünü çok kısa bir an da olsa ne geciktirebileceğini ve ne de
çabuklaştırabileceğini, hayatın da mematın-da yalnız Allah'ın elinde olduğunu
böylece açıkladıktan sonra, herkesin niyetine uygun olarak, ister dünyaya âit
olsun, ister âhırete âit olsun, işlediği bütün amellerinin karşılığını hiç
eksiksiz alacağını belirterek şöyle buyurmuştur: Her kim, işlediği amelle dünya
nimetine nail olmayı dilerse, bu kendisine verilir. Her kim de amelleriyle
âhıret sevabına nail olmak isterse, bu da ona verilir. Hiç kimse amelinin
karşılığından başka bir şeyle mükâfatlandırılmaz. Hazreti Peygamberden rivayet
olunan ve Buharî'nin $ahîh'\n\n de başında yer alan bir hadîs-i şerîf de aynı
manâdadır. Hazreti Peygamber, bu hadîsinde şöyle buyurmuştur: "Ameller
niyetlere göredir. Her kişinin kazancında niyet ettiği şey vardır: Allah ve
Rasûlu için hicret eden kimse, Allah'a ve Rasûlüne hicret etmiş olur. Kazanacağı
bir dünya malı, yahut evleneceği bir kadın için hicret eden kimse de, dünya
nimetine, yahut kadına hicret etmiş demektir".
Allahu Ta'âlâ, bu
âyet-i kerîmeyle yine Uhud savaşında ganimet sevdasıyla Hazreti Peygamberin
emrine muhalefet edip, nöbet yerlerini ter-keden ve mağlubiyete sebebiyet veren
müslümanlara tarizde bulunmuş ve şöyle demek istemiştir: "Eğer siz, dünya
nimeti istiyorsanız, şunu bilesiniz ki, Allah bunu size menetmemiştir. Ancak
bunun bir yolu vardır ve bu yola sülük ettiğiniz takdirde, hem dünya hem de
âhıret nimetlerine nail olursunuz. Oysa siz, dünya nimeti peşinde koşarken
âhıreti unutuyorsunuz".
Kur'an-ı Kerîm'in
muhtelif sûrelerinde, yalnız dünya nimeti peşinde koşan insanlardan
sözedilirken, bunların, peşinde koştukları nimete kavuşsalar bile, âhıref
nimetlerinden hiçbir şeye nail olamayacakları açık bir şekilde ifade
edilmiştir. Biraz ileride de göreceğimiz gibi Ailahu Ta'âlâ ^i-i İmrân
sûresinin 152 nci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Sizden bir kısmınız
dünyayı, bir kısmınız da âhıreti istiyordu..." Bakara sûresinin 200 üncü
âyetinde 'insanlardan öyle kimseler vardır ki, bize dünyada nasibimizi ver,
Rabbımız, derler; böyleleri için âhirette nasîb yoktur..." denilmiş; Şûra
sûresinin 20 nci âyetinde de şöyle buyurulmuştur: "Kim âhıret sevabını
isterse, onun sevabını artırırız. Kim de dünya lezzetlerini isterse, ona da
ondan veririz. Onun, artık âhıretten hiçbir nasibi yoktur". İsrâ sûresinin
18-19 uncu âyetlerinde ise, Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: nKim dünyayı
isterse, biz de orada ona, dilediğimizi dilediğimiz kimse için acele edip
veririz; sonra da ona cehennemi hazırlarız. Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya
girer. Her kim de mü'min olarak âhıreti ister ve çalışmasını oraya uygun bir
şekilde yaparsa, işte böylelerinin çalışmaları (Allah katında)
mükâfatlandırılmaya değer bulunur".
Bu âyet-i kerîmeler,
bize şu gerçeği göstermiştir ki, insan, yalnız dünyanın değil, fakat hem
dünyanın hem de âhıretin hayırlı olanını dilemelidir. Nitekim Bakara sûresinin
yukarıda işaret ettiğimiz 200 üncü âyetinde ve onun devamında şöyle
buyurulmuştur: İnsanlardan Öyle kimseler vardır ki, Rabbımız, bize dünyada
nasibimizi ver, derler; böyleleri için âhıreüe nasîb yoktur. Onlardan bazıları
da derler ki: Rabbımız, bize dünyada iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi
ateşin azabından koru. Kazandıkları şeyden nasîbi olanlar, işte bunlardır.
Allah, hesabı çabuk görendir".
Bu âyet-i kerîmeler,
insanın iki çeşit irade veya İsteğin sahibi olduğunu gösterir ki, bunlar ve
bunlara taalluk eden ameller onun saadetiyle yakından ilgilidir. Birincisi,
kısa süren, gelip geçici dünya hayatıyla ilgili iradesi ve bu iradenin mahsûlü
olan ameller; ikincisi de, ebedî âhıret hayatıyla ilgili olan iradesi ve bu
iradeye taalluk eden amellerdir. İnsanlar, işte bu iki çeşit iradeyle
birbirlerinden ayrılırlar ve biribir-lerinden üstünlük arzederler. Nitekim bir
gurup vardır ki, sırf mevki sahibi olmak ve maddî hırslarını tatmin etmek için
mücadele eder; kan döker ve bazı kuvvetlerin yardımıyla idareyi ele geçirirse,
ülkeyi ifsad, insanlarını da zulüm ile helak eder. Bir başka gurup ise, hakkın
müdâfası ve adaletin hakimiyeti için savaşır ve idareyi ele geçirirse, ülkeyi
imar eder; insanlarına marufu emr ile onları münkerden nehyeyler ve mes'ûd insanlardan
oluşan bir toplum meydana getirir. İşte, irade ve istekleri birbirinden farklı
olan bu iki gurubun, birbirinin aynı olduğunu ileri sürmek mümkün müdür?
Ferdler de böyledir:
Adam kâr etmek ve kazanç sağlamak için gücünün yettiği her çareye başvurur.
Hırs ve tama'ının baskısı ölçüsünde hile yapar; yalan söyler; faiz yer; yetim
demez, yoksul demez, herkesten bir şeyler toplamaya çalışır. Kısacası yediğinin
helâl mi, haram mı olduğunu umursamaz. Böyle bir İnsanın, buna benzer amelleri,
hiç şüphesiz, onun irade ve isteğinden kaynaklanan amellerdir.
Hırs ve tama'ını
frenlemesini bilen bir başkası, yalnız helâl kazanç için çalışır; ticaretinde
doğruluktan ayrılmaz; hile ve yalan bilmez. Bununla birlikte kazancından fakire
fukaraya Allah için infak eder; sadaka verir; çeşitli hayır kurumlarına yardım
etmekten zevk alır. Bu şahsın amelleri de, kendi irade ve isteğinin
neticesidir. Şimdi halkın bu iki çeşit insana eşit gözüyle bakması mümkün
müdür? Keza bu iki insan, Allah indinde aynı derecede midir? Yoksa gerek İrade
ve istek bakımından ve gerekse bunlara bağlı olarak sâdır olan ameller
bakımından biri, diğerinden daha faziletli ve daha mı üstündür? Hiç şüphesiz,
helâl kazanç için çalışan, haramdan uzak duran, hak ve hukuk tanıyan insan
diğerinden daha faziletli ve Allah katında daha sevgilidir. Buna rağmen şunu
hiç unutmamak gerekir ki, Allahu Ta'âlâ'nın insanlar arasındaki mal taksimi,
onların fazilet derecelerine göre değil, fakat yukarıda örneklerini
zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden de anlaşılacağı üzere, irade ve isteklerine
göre takdir olunmuş, kim dünya malını istemiş ve esbabına gerektiği şekilde
yapışmışsa, ona dünya malından vermiş; kim de dünya malı yanında âhıretin
hayrını dilemişse, ona da dünya malıyla birlikte âhıret saadeti, hazırlamıştır.
Bu saadet, hiç şüphe
yoktur ki, kendilerini dünya nimetlerine gark eden Allahu Ta'âlâ'ya
şükretmesini bilenlerin mükâfatıdır. Şükretmesini bilenler ise, elbette malın
helâlini ve haramını bilip de yalnız helâlini kazanan, kazandığından Allah
yolunda infak eden ve gerektiğinde dîni, vatanı ve milleti uğruna canını da
veren mü'minlerdir. Yoksa helâl haram demeden, yalan dolanla mal kazanan, bütün
irade ve isteklerini yalnız bu yolda kullanan kimselerden Allah'a
şükretmelerini beklemek ne kadar abestir. İşte bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ
yukarıdaki âyet-i kerîmede "kim dünya sevabı isterse, ona istediğinden
veririz; kim de âhıret sevabı isterse, ona da onu veriri?1 buyurduktan sonra,
"şükreden-ieri mükâfatlandıracağız" demiştir ki, bu mükâfatın, yalnız
âhıret sevabı isteyenlere âit olduğu, ömürlerini ve iradelerini yalnız dünya
malı toplamak için sarfedenlerin ise, bu mükâfattan mahrum kalacakları anlaşılır.
Yukarıda çeşitli sûrelerden örnek olarak zikrettiğimiz âyetlerin delâlet ettiği
manâ da budur: Kim dünyadan nasîb istemekle ömür tüketirse, ona âhıretten nasîb
yoktur.
Allahu Ta'âlâ,
müslümanların Uhud'a gelmezden önce, düşmanla karşılaşmayı ve hatta savaşırken
ölmeyi büyük bir şevk ve heyecan ile temenni edip durduklarını, fakat düşmanla
karşılaşıp, olan olduktan sonra bu şevk ve heyecanın kaybolduğunu anlattıktan
sonra, peygamberleriyle birlikte savaşa katılıp aynı duruma düştükleri halde,
sabreden, gevşeklik gösterip zayıf düşmeyen kavimlerden ibret almaları için
misaller vermiş ve buyurmuştur ki: [26]
146. (Gelip geçmiş nice) peygamber vardır ki, onunla
birlikte bir çok tnü'min, savaşmıştır da, Allah yolunda kendilerine isabet eden
(musibet)lerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermemişler, boyun eğmemişlerdir.
Allah, sabredenleri sever.
147
mü'minler! Uhud gazvesinde müşriklerle savaştınız; onlara gâlib gelmiştiniz ki,
içinizden bazılarının dünya malına tama etmesi ve kumandanlarının emrine
uymaması yüzünden bozguna uğradınız. Bazı yakınlarınızın ve din kardeşlerinizin
şehîd düştüklerini gördünüz. Peygamberinizin öldürüldüğü söylendi. Bir
taraftan gördükleriniz, bir taraftan işittikleriniz, bir taraftan da bunlarla
birlikte gelen bozgun sizi gevşetip zayıflattı; düşman karşısındaki
mukavemetinizi kırdı. Önceden düşmanla savaşmayı ve Allah yolunda şehîd düşmeyi
temenni edip dururken, dünyanın geçici lezzeti ve ölüm korkusu sizi sindirdi.
Oysa kalbinizdeki îman ile bunların hiçbirisinin olmaması gerekirdi. Nitekim
sizden önce de tâbi oldukları ve inandıkları peygamerleriyle birlikte pek çok
kavim gelip geçti. Onlar da peygamberlerinin safında düşmanlarıyle dövüşmüş,
eşlerinden dostlarından ve yakınlarından öldürülenler olmuştu. Hattâ bu
öldürülenler arasında, bazan bir peygamber de bulunuyordu. Buna rağmen o
kavimler, düşman karşısında gevşeklik göstermemiş, zayıf düşmemiş ve boyun
eğmemiştir. Peygamberlerinin hayatında kendilerine isabet etmiş çeşitli
musibetlere nasıl katlanıp sabretmişler ve sebat göstermişlerse,
peygamberlerinin ölümünden sonra da çeşitli güçlüklere göğüs germişler, sebat
etmişlerdir; fakat hiçbir zaman topukları üzerinde geri dönüp peygamberlerinin
yolundan ayrılmamışlardır. O halde ey mü'minler, siz de geçmiş kavimlerden
ibret alarak sabır ve sebat gösterin. Bozguna uğradık, yakınlarımız öldü,
neredeyse biz de ölüyorduk diyerek gevşemeyin, zayıflık göstermeyin. Sizden önceki
kavimlere her ne isabet etmişse, size isabet eden de odur ve bu, Allah'ın gelip
geçmiş kavimler gibi sizin hakkınızdaki değişmez sünnetidir. Bu itibarla
sabredin. Allah sabredenleri sever. [27]
147 Peygamberlerine inanan ve onların yolunda
giden geçmiş kavimlerin sabır ve sebata sımsıkı sarıldıkları o felâketli
günlerde söyledikleri yegâne söz, Rablarına yönelttikleri bir duâ İdi ve bu
dualarında şöyle diyorlardı: Rabbımız! Senin yolunda yaptığımız cihad
sebebiyle, günahlarımızı, işlerimizi yürütürken haddi tecavüz ederek
işlediğimiz büyük küçük bütün hatalarımızı bağışla. Bizi hidayet ettiğin doğru
yolda, ayaklarımızı sabit tut ki, bu yoldan ayrılıp dalâlete düşmeyelim. Kâfir
kavimlere karşı giriştiğimiz savaşlarda bizden yardımını esirgeme ki, gevşeklik
gösterip zaafa düşmeyelim ve bozguna uğramayalım.
Bu duada yer alan
ifadelerden öyle anlaşılıyor ki, insanların işledikleri günahlar ve sık sık
tekerrür eden hatalar, onların, yardımdan mahrum kalmalarına ve
aşağılanmalarına sebep olan âmillerdendir. Buna mukabil doğruluk, itaat, sabır
ve sebat, yardım edilmelerini ve selâmete çıkıp kurtulmalarını sağlayan
âmillerdendir. Bu sebepledir ki, Rab-larından, nefislerini kirleten günah
kalıntılarını temizlemesini, ayaklarını hak yolda sabit tutup kaymaktan
korumasını niyaz etmişlerdir. Keza âyeM kerîmeden, sayılarının çok olduğu
anlaşılırsa da, bu çoklukla yetinmeyip yine de Allah'tan yardım diledikleri
görülmektedir. Zira Allah'ın yardımı olmaksızın hiçbir işin gerçekleşmesi
mümkün değildir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu gibi durumlarda Allah'a
yönelerek duâ ve niyazda bulunmak, Allah yolunda cihad eden mü'minin kuvvetini,
azmini ve musibetler karşısındaki sabrını artıran en önemli âmillerdendir. Bu
sebepledir ki psikologlar, mü'minlerin, savaşlarda kâfirlerden daha .sabırlı
ve daha sebatkâr olduklarını itiraf ederler. [28]
148 İşte, peygamberleriyle birlikte bir taraftan
düşmana karşı sabır ve sebatla savaşırken, bir taraftan da Allah'tan mağfiret
ve yardım dileyen o geçmiş kavimlere, Allah da dünya sevabıyle âhıret sevabının
en güzelini ihsan etmiştir. Onlara yardımlarıyle düşmana karşı zafer ve
yeryüzünün efendiliğini, şeref, izzet ve kerametini vermiş, âhırette ise,
onları Allah'ın rızasına,ve yakınlığına nail kılmıştır. Secde sûresinin 17 nci
âyetinde de belirtildiği gibi, orada, "onlar için, yapmış olduklarına bir
mükâfat olmak üzere, gözlerin aydın olacağı ne gibi nimetlerin gizlendiğini
hiç kimse bilemez". Bu mükâfat, onların dünyada iken
"Rabbımız, bize
dünyada iyilik ver; âhırette de iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru"
diyen mü'minlerden olmaları dolayısıyledir. Allah, şüphesiz, iyilik edenleri
sever. Çünkü iyilik edenler, Allah'ın sünnetini yeryüzünde ikame ve bütün
halleri ve amelleriyle, Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olduklarını izhar
edenlerdir. [29]
149. Ey îman edenler! Eğerküfreden kimselere itaat
ederseniz, onlar sizi, topuklarınız üzerinde (İslâm'dan küfre) geri çevirirler
de hüsrana uğrayanlara dönersiniz.
150. Halbuki sizin mevlântz Allah'tır ve O, yardım
edenlerin en hayırhsıdu.
151. Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği
şeyleri O'na sirk koştukları için, küfredenlerin kalblerine korku salacağız.
Onların barınakları ateştir. Zâlimlerin kalacakları bu yer, ne kötü bir
yerdir.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, Uhud savaşının ve bu savaşın neticesinin müslümanlar
üzerindeki menfî tesirlerini izale etmek ve onların Allah yolunda savaşmak
hususundaki şevk ve heyecanlarını kaybetmemelerini sağlamak maksadıyla, onları
irşad ettikten, gelip geçmiş eski kavimleri de örnek göstererek onların nasıl
peygamberleriyle birlikte düşmanlarına karşı savaştıklarını, başların çeşitli musibetler
gelmiş olmasına rağmen, bunlara nasıl sabır ve sebatla mukavemet ettiklerini,
bu musibetlere rağmen, nasıl Allah'tan mağfiret ve yardım dilemeyi hiç ihmal
etmediklerini, bu yüzden de nasıl Allah'ın onları hem dünyada ve hem de
âhırette en güzel bir şekilde mükâfatlandırdığını anlattıktan sonra,
yukarıdaki âyetlerinde, yine Uhud'a şâhid olmuş bütün müslümanlara hitap
ederek, onları kâfirlerin bir takım isnad ve iftiralarına karşı uyarmış ve
şöyle buyurmuştur: [30]
149. Ey îman edenler! Eğer küfreden kimselere itaat
ederseniz, onlar, sizi topuklarınız üzerinde (İslâm'dan küfre) geri çevirirler
de hüsrana uğrayanlara dönersiniz.
150. Halbuki
sizin mevlânız Allah'tır; ve O, yardım edenlerin en hayırlisıdv.
149 AllahuTa'âlâ
bu âyet-İ kerîme ile, mü'minlerin, Hazreti Peygamberin nübüvvetini, yani
peygamberliğini inkâr eden kâfirlere itaat etmemelerini istemiş, İtaat
ettikleri takdirde, onların da küfre dönüp en büyük hüsrana uğrayacaklarını
haber vermiştir. Âyet-I kerîmede sözü edilen kâfirler, bazı müfessirlere göre,
intikam için Mekke'den gelen ve Uhud'ta Hazreti Peygambere karşı savaşan
müşriklerin lideri Ebû Suf-yâh ve avanesidir. Diğer bazı müfessirler ise,
bunların, münafıkların lideri Abdullah İbn Ubeyy ve adamları olduklarını
belirtirler. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, münafıklar, îmanı zayıf
mü'minlerin kalblerine şüphe sokmak için, "eğer Muhammed Allah'ın
Peygamberi olsaydı, bu hadise meydana gelmez, müslümanlar mağlub olmazlardı.
Onun, diğer insanlardan farkı yok! Savaş bazen lehine, bazen de aleyhine
neticeleniyor. Bu itibarla siz, daha önce mensûb olduğunuz dîne dönün; kardeşlerinizin
yanına dönün" gibi lâflar ediyorlar ve onları İslâm'dan şirke, îman'dan
küfre döndürmek istiyorlardı. İşte, münafıkların bu çeşit sözlerine karşı
Allahu Ta'âlâ, mü'minleri uyarmış ve "eğer kâfir münafıklara İtaat
ederseniz, onlar sizi dîninizden uzaklaştırırlar ve îmandan sonra küfre döndürürler
de, hem dünyada, hem de âhırette hüsrana uğrarsınız" buyurmuştur.
Dünyadaki hüsran, mü'minlerîn, kâfirlerin hükümranlığını kabul edip onlara
boyun eğmeleri ve aralarında zillet içinde yaşayıp dünya saadetinden ve yeryüzü
hükümranlığından mahrum kalmalarıdır. Oysa. Allah, îman eden ve sâlih amel
işleyenlere ne güzel şeyler va'detmiştir. Nûr sûresinin 55 inci âyetinde
buyurmuştur ki: "Allah, içinizden îman edenlere ve iyi iş işleyenlere,
kendilerinden önceki mü'minleri hükümran kıldığı gibi onları da yeryüzünde
hükümran
kılacağını, kendileri
için hoşnud olduğu dinlerini, yine onlar için iyice yerleştireceğini ve korkulu
hallerini güvene çevireceğini vad'etmiştir."
Kâfirlere itaat ederek
topukları üzerinde yeniden küfre dönecek olanların âhırette uğrayacakları
hüsran ise, cehennemdeki ebedî azâbtır ve bu azâbtan, artık kurtuluş yoktur. [31]
150 Ey mü'minler! İşte, dünyada ve âhırette
uğrayacağınız bu hüsranı düşünerek sakın îmandan sonra küfre dönmeyin.
Kâfirlerin ve münafıkların sözüne kanarak dünya ve âhıret hayatınızı cehenneme
çevirmeyin; Ebû Sufyân gibi kâfir, Abdullah İbn Ubeyy gibi münafık liderlerin
dostluklarına güvenmeyin. Onlar size asla yadım edemezler. Sizin asıl dostunuz,
asıl yardımcınız ve asıl güvenceniz Allah'tır. Ve O, size dâima yardımcı olmayı
da vad'etmiştir. Enfâl sûresinin 40 inci âyetinde, "iyice bilin ki, Allah
sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı..." buyurmuş,
Muhammed sûresinin 10-11 inci âyetlerinde de demiştir ki: "Yeryüzünde hiç
dolaşıp da kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir
bakmıyorlar mı? Kâfirler için işte böyle akıbetler vardır. Bu, Allah'ın, îman
edenlerin dostu olması, kâfirlerin İse, hiçbir dostlarının bulunmaması dolay
ısıyladır" Allah'ı dost edinmeyenler ise, hiç şüphesiz, çeşitli sapıklık
içindedirler. Bu sapıklıklarının cezası da, dünyada ve âhırette daimî
hüsrandır. Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ daha sonraki âyetinde şöyle
buyurmuştur: [32]
151, Allah'ın,
hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na şirk koştukları için, küfredenlerin
kalblerine korku salacağız. Onların barınakları ateştir. Zâlimlerin
kalacakları bu yer, ne kötü bir yerdir.
151 Hazreti
Peygamberin ve onun safında onunla birlikte Bedir'de ve Uhud'ta savaşan
mü'minlerin başlıca düşmanları Mekke'li müşriklerdi. Bunlar, hicretten önce
Hazreti Peygamberin İslâm'a davetini reddetmekle kalmamışlar, bu davete icabet
edip de müslüman olanlara akla gelmedik işkenceyi reva görmüşler, İslâm dîninin
tebliğine de büyük ölçüde engel olmuşlardır. Nihayet bıçak kemiğe dayanınca
hicret vâki olmuş ye Hazreti Peygamber, müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret
ederek İslâm'ı orada yaymaya başlamıştır. Ancak İslâm'ı kabul etmeyen ve
Mekke'de kalan müşrikler, Medine'de de müslümanlara rahat vermemişler ve iki
sene içinde biri Bedir'de, biri de Uhud'ta olmak üzere onlarla iki defa savaşa
girişmişlerdir.
Müşrikler, kendi
elleriyle taştan, ağaçtan veya çamurdan yaptıkları putları ilâh tanıyıp onlara
ibadet ediyor ve dolayısıyie onları Allah'a şerîk, ortak koşmuş oluyorlardı.
Kendilerine müşrik (=ortak koşan) denilmesinin sebebi de bu idi. İşte, Allahu
Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bunlardan sözetmiş ve ibadet ettikleri bu putların ilâh
olduğuna dair aklî ve naklî hiçbir delil bulunmadığı halde onları Allah'a ortak
koştukları için kalb-lerine korku salacağını haber vermiştir. Filhakika
Allah'ın bu va'di Uhud'ta da gerçekleşmiş ve müşrikler, mü'minler karşısında
hezimete uğramışlardır. Ancak bazı müslümanlann emirlere itaatsızhkları sebebiyle
savaşın neticesi değişmiş ve müslümanlar mağlûb olmuşlardır. Bu, müşrikler
için, şirkleri dolayısıyle dünyevî bir cezadır. Âhırette ise, varıp
dayanacakları yer, cehennem ateşidir ve orada ebedî kalacaklardır. Bu,
Allah'ı, Peygamberini ve Kitab'ını inkâr eden kâfirlerin ve kendi elleriyle yaptıkları
putları ilâh edinenlerin cezasıdır. Bu, ne kötü bir ceza ve ne kötü bir
barınaktır. [33]
152. Allah,
size olan va'dini şüphesiz yerine getirmiştir; nitekim O'nun izni (ve yardımı)
ile kâfirleri öldürüyordunuz. Ne var ki bu yardım, arzu ettiğiniz zaferi size
gösterdikten sonra, za'fa düştüğünüz, verilen emir hususunda çekiştiğiniz ve
isyan ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız dünyayı, bir
kısmınız da âhıreti istiyordu, (Bu sebeple) Allah, imtihan etmek için sizi
onlardan (ve yardımını da sizden) geri çekmiş, bununla beraber, yine de sizi
bağışlamıştır. Allah, mü'minlere karşı çok lütufkârdv.
153. (Savaş alanından siz, boyuna) uzaklaşıyor
ve hiç kimseyle ilgilenmiyordunuz; Peygamber ise, arkanızdan sizi çağırıp duruyordu.
Bu yüzdendir ki, elinizden kaçırdığınıza ve başınıza gelen musibete
üzül-memeniz için, Allah size keder üzerine keder vermiştir. Allah,
yaptıklarınızdan hakhyle haberdârdır.
154. Sonra, bu kederin ardından, size öyle bir
güven (duygusu), bir uyku (hali) indirdi ki, içinizden bir gurubu (kamilen)
örtmüştü. Diğer bir gurub ise, yalnız kendi can-lanyle uğraşıyorlar, Allah
hakkında da, câhüiyye zannı gibi hak olmayan bir zan besleyerek "bu zafer
isinden bize düsen bir şey mi var ki?" diyorlardı. (Ey Muhammedi) De ki:
Bütün iş Allah'a mahsustur. Sana açıklayamadıkları şeyikendi içlerinde
gizliyorlar ve diyorlar kU"Eğer bu isten bize düşen bir şey olsaydı,
burada öldüriilmezdik". (Ey Muhammedi Onlara) De kt Evinizde bulunsaydınu
bÜe, alınlarına öldürülme yazûmış olanlar, öldürülüp düşecekleri yere
giderlerdi Bu, Allah'ın, gönüllerinizdekini denemesi ve kalblerinizdekini
temizlemesi içindir. Allah, gönüllerde olanı hakkcyle bilendir.
155. (Savaş için) iki ordunun karşdaştığı gün,
içinizden yüz çevirip gidenler, şüphesiz irtikâb ettikleri bir takım şeyler
dolayısıyle, şeytanın yoldan çıkarmak istediğj. kimselerdir. Bununla beraber
Allah, onları yine de bağışlamıştır. Allah, şüphesiz çok bağışlayıcı, çok
şefkatlidir.
Yukarıdaki âyet-i
kerîmeler, Uhud savaşının başlangıcıyle bitimi arasında cereyan eden olayların
vecîz bir özetini teşkil eder. Taberî'nin haberine göre, Hazreti Peygamber,
Uhud'ta müşriklerle karşı karşıya geldiği ve okçularını dağın belirli yerine
yerleştirdiği zaman, onlara "yerinizi terketmeyin. Düşmanı hezimete
uğratmış olsak bile oradan ayrılmayın. Siz oradan ayrılmadıkça galibiyetimiz
devam edecektir" demiş ve Abdullah İbn Cubeyr'i de başlarına kumandan
olarak vermişti. Bundan sonra savaş başlamış ve bilindiği gibi, mü'minler
düşmanı hezimete uğratmışlardı. Ancak savaşın kesin neticesi alınmadan bazı
mü'minlerin ganimet peşine düşmesi, bunu gören okçuların da yerlerini
terkederek ganimete koşması, savaşın müslümanlar aleyhine dönmesine sebep
olmuştu. Çünkü okçuların mevzilerini terkettiğini gören düşman kumandanı Hâlid
İbnu'l-Velîd, süvarileriyle müslüman-ları arkadan kuşatma hareketine girişmiş,
dağılan düşman da bundan faydalanarak toparlanmış ve müslümanların üzerine
saldırmıştı. Böylece arada kalan müslümanlar büyük bir hezimete uğramışlar ve
70 kadar şehid vermişlerdi.
Kısaca tekrar
özetlediğimiz Uhud olayının üzerinde durulması gereken iki önemli noktası
vardır. Birincisi, Hazreti Peygamberin dağın stratejik bir yerine yerleştirdiği
okçulara, ne olursa olsun yerlerini asla terketmemelerini emretmesi ve onlara
bu şarta bağlı olarak zafer va'det-mesi; ikincisi İse, okçulardan çoğunun,
ganimet sevdasıyle emre itaat etmeyip yerlerini terketmeleri; buna karşılık
aralarından îmanı kalblerine iyice yerleştirmiş olan çok az sayıdaki bazı
müslümanların ganimet için ayrılan arkadaşlarına Hazreti Peygamberin emrini
hatırlatarak ayrılmalarına engel olmaya çalışmaları.
Uhud savaşında görülen
bu iki önemli nokta, savaşın kazanılmasında ve kaybedilmesinde rol oynayan iki
âmil olarak tezahür etmektedir. Eğer okçular, emre uyup yerlerini
terketmeselerdi, zafer mağlubiyete dönüşmeyecekti. Bunun içindir ki, Hazreti
Peygamber, onlara bunu sıkı sıkı tenbih etmişti. Ve bir de, okçular, eğer îman
kalblerine iyice yerleşmiş olsaydı, asla emre muhalefet etmeyecek ve yerlerini
ter-ketmeyeceklerdi. Buna göre, şu husus iyice belirmiş olmaktadır ki, Allah'ın
ve Rasûlü'nün emirlerine tam. teslimiyet, ancak, îmanın kemal mertebesine
ulaşmasıyla mümkün olabilmektedir. Eğer îman kemal mertebesine ulaşmamış ise,
emir ve nehiylere kolayca karşı gelinebil-mektedir. İşte yukarıdaki âyet-i
kerîmelerde bu gerçeği, en veciz bir şekilde görmek mümkündür. Allahu Ta'âlâ
buyurmuştur ki: [34]
152. Allah,
size olan va 'dini şüphesiz yerine getirmiştir; nitekim O'nun izni (ve
yardımı) ile kâfirleri öldürüyordunuz. Ne var ki bu yardım, arzu ettiğiniz
zaferi size gösterdikten sonra, zaafa düştüğünüz, verilen emir hususunda
çekiştiğiniz ve isyan ettiğiniz vakte kadar sürmüştür. Sizden bir kısmınız
dünyaya bir kısmınız da âhıreti istiyordu. (Bu sebeple) Allah, imtihan etmek
için sizi bağışlamıştır. Allah, müminlere karşı çok lütufkârdır.
152 Bazı
haberlerden öğrenildiğine göre, Uhud'ta olan olduktan ve Hazreti Peygamber
ashabıyle birlikte Medîne'ye döndükten sonra sahabîlerden bazısı "Allah bize
zafer va'dettiği halele, bu hezimet nereden?" gibi bazı lâflar etmişlerdi
ki, bunun üzerine Allahu Ta'âlâ bu âyeti indirmiştir. Filhakika daha önce de
açıkladığımız gibi Allahu Ta'âlâ, savaşta sabır ve sebat etmeleri şartıyle
mü'minlere yardım edeceğini vad'etmiş, Hazreti Peygamber de, okçulara yerlerini
terketmedikleri takdirde galibiyetin kendilerinde olacağını, onlara haber
vermişti. Nitekim Allah'ın müslümanlara yardımı ve savaşı kolaylaştırması
sebebiyle müşrikleri vurup öldürmekte ve onları hezimete uğratmakta güçlük çekmemişlerdi.
Allah'ın bu yardımı ve mü'minlerin düşman karşısındaki üstünlüğü, arzu
ettikleri zaferi gördükleri vakte kadar devam etmişti. Evet, Allah'ın
va'dettiği ve Hazreti Peygamberin müjdelediği zafer, müşriklerin hezimetiyle kendisini
göstermişti ve müslümanlar, Bedir'den sonra yeni bir zafere daha kavuşmuş
olacaklardı.
Ne var ki, zaferin
kendilerine yöneldiğini farkettikleri anda, her şeyin olup bittiği zehabına
kapılmışlar ve nefislerini, ganimet peşine düşme sevdasından alıkoyamamışlar ve
bu yüzden de zaafa düşmüşlerdi. Bu zayıflık ise, Hazreti Peygamberin, okçuların
yerlerini terketmemeleri hususundaki kesin emri üzerinde ihtilaf etmelerine yol
açmış, bazısı, "yerimizi terketmeyelim" derken, büyük bir çoğunluk da
aksi görüşü müdâfa etmiş ve neticede Hazreti Peygamberin emrine karşı
gelinerek, o yer terkedilmişti. Bundan da anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamberin
emrine muhalefet ederek terkedilmemesi gereken yeri terkedenier, dünyayı ve
dünya malını istiyorlardı. "Yerimizi terketmeyelim" deyip sebat
edenler ise, âhıreti istiyorlardı. Okçuların büyük çoğunluğu dünyayı istedikleri
içindir ki, Allah da onlara istediklerini vermiş ve yardımını da onlardan geri
çekmiştir. Bu, aslında bir imtihan idi ve Allah, gerçek mü'minlerle, mü'minler
arasında bulunan münafıkları ve îmanı zayıf olanları birbirinden ayırmayı ve
herkese, kimin ne olduğunu göstermeyi murad etmişti.
Allah, Uhud'ta
mü'minlere hatalarının cezası olmak üzere bir mağlubiyet acısı tattırmıştı
ama, yine de onların günâhlarını bağışlamış, günâhlarının eserini üzerlerinden
silmişti. Nitekim daha sonraki savaşlarda yardımlarını onlardan esirgememiş ve
onlara şanlı zaferler ihsan etmiştir. Allah, kendisine ve Peygamberine îman
edenlere karşı dâima lütuf sahibidir. Yeter ki mü'minler bunu bilsinler... [35]
153. (Savaş
alanından siz, boyuna) uzaklaşıyor ve hiç kimseyle ilgilenmiyordunuz; Peygamber
ise, arkanızdan sizi çağırıp duruyordu. Bu yüzdendir ki, elinizden kaçırdığınıza ve
başınıza gelen
musibete üzülmemeniz için, Allah size keder üzerine kedervermiştir. Allah
yaptıklarınızdan hakhyle haberdârdır. 154. Sonra, bu kederin ardından, size
öyle bir güven (duygusu), bir uyku (hali) indirdi ki, içinizden bir gurubu
(kamilen) örtmüştü. Diğer bir gurup ise, yalnız kendi canlarıyle uğraşıyorlar,
Allah hakkında da, cahiliyye zannıgibi hak olmayan bir zan besleyerek vbu zafer
işinden bize düşen bir şey var mı ki?" diyorlardı. (Ey Muhammedi) De ki:
Bütün iş Allah'a mahsustur. Sana açıklayamadıkları şeyi kendi içlerinde gizliyorlar
ve diyorlar ki: "Eğerbu işten bize düşen bir şey olsaydı, burada
öldürülmezdik". (Ey Muhammedi Onlara) De ki- Evintde bulunsayduıız bile,
alınlarına öldürülme yazılmış olanlar, öldürülüp düşecekleri yere giderlerdi
Bu, Allah'ın, gö-nüllerinizdekini denemesi ve
kalblerinizdeh-nitemizlemesiiçindir. Allah, gönüllerde olanı hakhyle bilendir. [36]
153 Allahu
Ta'âiâ, Uhud'ta bozguna uğrayan müslümanların, bozgundan sonraki perişan
hallerini açıklamaya devam etmiş ve buyurmuştur ki: Ey müslümanlar! Siz
bozguna uğradıktan sonra, arkanızahiç bakmadan ve size sesleneni hiç duymadan
şaşkın ve perişan, dağda uzaklaşırken, Peygamber de geride kalanlarınıza
"ey Allah'ın kulları, bana dönün; ben Allah'ın Rasûlüyüm! Ey Allah'ın
kullan bana dönün" diye bağırıyor, fakat hiçbiriniz dönüp bakmıyordunuz.
Oysa Peygamberde sizin için usve-i hasene (güzel örnek) vardı; sabrında ve
sebatında ona uymanız gerekirdi; fakat çoğunuz bunu yapmadınız.
Peygamberin emrine
karşı gelip yerinizi terketmekle ve sonra da hezimete uğramakla Peygamberi
büyük kedere soktunuz. Allah da size bozguna uğramanın, birçok dost kaybetmenin
ve savaş ganimetlerini elden kaçırmanın kederini verdi. Böylece birbiri
arkasına gelen kederler, sizin davranışlarınızın cezası olduğu gibi, bundan
sonra elden kaçıracağınız çeşitli menfaat ve ganimetlerin ve başınıza gelecek
musibetlerin acısına da alışmış oldunuz. Allah, bütün yaptıklarınızdan ve
bunları niçin yaptığınızdan hakkıyle haberdârdır. Hiçbir şey O'na gizli
değildir. Ve O, aynı zamanda herkesi kendi ameliyle muhakeme etmeye kaadirdtr.
Kimin ameli kötü ve çirkin ise, onu, o amelinden dolayı cezalandırır. Kimin
ameli de iyi ve güzel ise, onu da o ameliyle mükâfatlandırır. [37]
154 Ey
müsiümanlar! İşte kendi amellerinizin bir neticesi olmak üzere, Uhud'ta birbiri
arkasına size verilen bu kederlerden sonra, Allah, üzerinizdeki savaş korkusunu
gideren bir güven, savaşın sebeb olduğu yaraları iyileştiren, zafiyet ve
yorgunluğu ortadan kaldıran bir uyku hali vermiştir. Filhakika insan, ancak
güven içinde bulunduğu, herhangi bir korku ve endişesi olmadığı zamanlarda
uyuyabilir. Korkulu ve endişeli olan insanı uyku tutmaz. Uhud'taki hezimetten
sonra, müslümaniarın üzerine bir uyku halinin çökmüş olması ve bu uykunun da
müslüman-lardan ancak bir guruba isabet etmesi, onların, savaşın yol açtığı
bütün korku ve endişelerden kurtulduklarına ve tam bir güven içinde bulunduklarına
delâlet eder,
Müfessirler, Uhud'ta
müslümaniarın üzerine çöken bu uyku halinin, savaş anında mı, yoksa savaştan
sonra mı vukubulduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, bunun
savaştan sonra olduğu, büyük çoğunluğun da bu görüşe sahip bulunduğu
anlaşılmaktadır. Zira bazı haberlerden öğrenildiğine göre, müsiümanlar, savaş
bittikten ve iki taraf birbirinden ayrıldıktan sonra, düşmanın tekrar geri
dönüp baskın yapması ihtimaline karşı saf halinde nöbet tutarken, üzerlerine
çöken bu uyku sebebiyle kılıç ellerinden düşüyor, eğilip onu aldıktan bir süre
sonra onun tekrar düşmüş olduğunu farkediyorlardı. Savaş halinde iken böyle bir
uykunun çökmüş olduğu düşünülse, müslüman-lardan büyük bir çoğunluğun savaş
alanında kılıçtan geçirilmesi işten bile olmazdı. Fakat durum böyle olmamış,
her ne kadar müsiümanlar hezimete uğrasalar bile, başlangıçta zafer kazanacak
kadar zinde bir şekilde dövüşmüşler, ancak okçuların yerlerini terketmeleri
sebebiyle gafil avlanmışlardır. Yoksa bu hezimet uykunun sebep olduğu bir
hezimet değildir.
Yukarıdaki âyet-i
kerîmeden de anlaşıldığı gibi, bu uyku, müs-lümanlardan ancak bir gurubun
üzerine çökmüştür. Bu gurup, gerçek mü'minlerin oluşturduğu bir guruptur ve
Uhud'taki hezimetin, müzminlerin günâh ve hataları yüzünden ileri geldiğini
anlamakta güçlük çekmemiş ve Allah'tan af ve mağfiret dilemişlerdir. Zira daha
önce tefsirini yaptığımız Âl-i Imrân sûresinin 135 İnci âyetinde de
belirtildiği gibi, takva sahibi mü'minler, "çirkin bir kötülük
işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettiklerinde, Allah'ı zikredip,
günâhlarının bağışlanmasını dilerler." Allah'tan günâhlarının
bağışlanmasını dileyen bu mü'minler, şuna da
yakînen inanıyorlardı
ki, Uhud'ta günâhlarının cezası olarak düşman karşısında hezimete uğramış
olsalar bile, Allah'ın mü'minlere yardım ve zafer va'di vardır. Bu va'd bir gün
gerçekleşecek ve mü'minler bekledik-leri zaferi kazanacaklardır. Allah,
va'dinden asla dönmez. İşte gerçek mü'minler bu duygu ve düşünce içinde
Allah'tan af ve mağfiret dilerken, Allah, bir lütuf ve bir nimet olmak üzere
onlara bu uyku halini vermiş ve onların, yeni bir düşman saldırısıyle ilgili
içlerini dolduran korku ve endişeleri, savaşın sebep olduğu yorgunluğu ve
acılan bu uyku ile izale etmiştir.
Bu uykudan nasibi
olmayan diğer guruba gelince, bunlar kendilerinden başkasını düşünmeyen, Allah
hakkında câhiliyye zannı gibi ; doğru olmayan bir takım düşünceleri bulunan ve
bu yüzden "bu zafer işinden bize düşen bir şey mi var ki?" diyen
zayıf îmanlı, münafık kimselerdi. Bu sözleriyle, zaferin kazanılmasında veya
kaybedilmesinde kendilerine düşen hiçbir şey olmadığını söylerken, Muhammed
(s.a.s.)'in peygamberliğini de inkâr ediyorlardı. Çünkü onlara göre, gerçek din
ile Allah'ın yardımı arasında çok sıkı bir bağlantı vardı ve Allah, Muhammed'e
yardım etmemişti. Eğer o, Allah'ın Peygamberi olsaydı, onun tebliğ ettiği din
de Allah'ın dîni olur ve ona yardım ederdi. Uhud'ta cereyan eden olaylar
göstermiştir ki, bu din hak din değildir.
Münafıklar bu
görüşleriyle büyük hataya düşüyorlardı. Daha önce de açıkladığımız gibi,
Allah'ın peygamberlerine yardımı, giriştikleri savaşların bazan lehlerine,
bazan da aleyhlerine neticelenmesine engel değildir. Allah'ın birçok Peygamberi
giriştikleri savaşlarda hem zafer kazanmışlar, hem de kabetmişlerdir. Fakat
hayırlı akıbet dâima mü'minler içindir.
İşte bu manâda ve bir
cümle-i mutenza olarak Allahu Ta'âlâ âyet-i kerîmede Hazreti Peygambere hitap
ederek "ey Muhammed! Onlara bütün işin Allah'a mahsus olduğunu söyle"
demiştir. Evet her şey, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki sünnetine göre cereyan
eder. O, bir nizam koymuş ve bu nizam içinde sebep ve esbabı birbirine
rabteylemiştir. Her şey bir sebebe bağlı olarak bu nizama uygun bir şekilde
vukubulur. Bundan dolayıdır ki, kendisine yardım eden mü'miniere yardım
edeceğini beyan etmiş ve bu va'dini Mücâdele sûresinin 21 inci âyetinde
"Allah, ben ve peygamberlerim mutlaka gâlib geleceğiz, diye yazmıştır*',
Saffât sûresinin 173 üncü âyetinde de "gâlib gelecek olanlar, mutlaka
bizim ordumuzdur1' sözleriyle açıklamıştır.
Gerçek bu olduğu
halde, münafıklar bunu kabule yanaşmıyorlar, fakat Hazreti Peygambere
açıklayamadıkları asıl niyet ve düşüncelerini içlerinde gizleyerek "bu
yardım işi ve zafer bizim elimizde olsaydı, yahut
başka bir ifadeyle,
Muhammed'in iddia ettiği gibi, zafer mü1 mirilere âit olsaydı, burada mağlûb
olmaz ve bizden de bir çok kimse öldürülmez-di" diyorlar ve insan ecelinin
mahdut, ömrünün de muvakkat olduğundan habersiz görünüyorlardı. Bu sebepledir
ki Allahu Ta'âlâ, Peygamberine emrederek onlara cevap vermesini istemiş ve
şöyle buyurmuştur; Ey Muhammedi Onlara de ki: Siz evinizde olsanız ve savaşa da
katılmasanız, içinizden eceli gelen ve Allah'ın ilminde savaş alanında
öldürüleceği sabit olan kimse, yine de öldürüleceği yere gider ve Allah'ın
ilminde nasıl öldürüleceği sabit olmuşsa, o şekilde öldürülür. Hİç kimsenin,
akıbetini, Allah'ın ilmi dışındaki bir akıbetle değiştirmesi mümkün olmadığı
gibi, olması mukadder olan bir şeyin Allah'ın ilmi dışında bulunması da mümkün
değildir. Kısaca denebilir ki, ne sakınmakla kader defedilebilir; ne de tedbir
almakla takdire mukavemet olunabilir. Bu itibarla haklarında öldürülmeleri
takdir olunanlar, her ne olursa olsun, mutlaka öldürülürler. Bu, ecelleri sona
erenlerin akıbetlerinin öldürülmek olması ve Allah'ın mü'minleri îman ve ihlâs
yönünden denemesi içindir. Böylece Allah, kimin îmanı kuvvetli, kimin îmanı da
zayıf ise, bunları ortaya çıkarır; sonra da kaibleri, içlerindeki îmanı
zayıflatan şeytanın vesveselerinden tasfiye eder, temizler. Şunu da unutmamak
gerekir ki, Allah, göğüslerde olan bütün sırları bilir. Bu itibarla O'nun
kullarını imtihan etmesi, sırlarını bilmesinden değil, fakat onları açığa çıkararak
mü'minleri çeşitli güçlüklere alıştırıp sabretmeyi öğretmek, münafıkları da
teşhir etmek istemesindendir. [38]
155. Savaş
için iki ordunun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenler, şüphesiz,
irtikâb ettikleri bir takım şeyler dolayısıyle, şeytanın yoldan çıkarmak
istediği kimselerdir. Bununla beraber Allah, onlanyinede bağışlamıştır. Allah,
şüphesiz çok bağışlayıcı, çok sefkat- lidir.
155 Mü'minleri
arkadan kuşatmalarına engel olmak ve âni baskınları geri püskürtmek için,
Hazreti Peygamberin dağ kenarında yerleştirerek her ne olursa olsun bu yeri
terketmemelerini emrettiği okçular, hiç şüphesiz şeytanın iğvasına kapılmışlar,
onun kalblerine soktuğu vesvese ile terketmemeleri gereken yerden ayrılmışlar
ve ganimet peşine düşmüşlerdir. Küçük hatalar müsamaha ile karşılandığı
takdirde, şeytanın insan nefsini istilâ etmesi kolaylaşır. Okçuların davranışı
da böyle olmuş ve yerlerini terkedip ganimet peşinde koşturmanın
büyük bir zarar
meydana getirmeyeceği, dolayısıyla yaptıkları işin de büyük bir suç teşkil
etmeyeceği görüşüyle hareket etmişlerdir. Fakat bu düşünce ve davranış, daha
sonra cereyan eden büyük hâdiselere, en kötüsü de, Hazreti Peygamberin
yaralanmasına sebep olmuştur. Yine küçük gördükleri bu hata sebebiyle, düşman
karşısında kazanılmış olan bir zafer elden gitmiş, onun yerine ise, bütün
acılarıyle bir hezimet gelmiştir. Yahut başka bir ifadeyle, şeytanın onları
içine düşürdüğü bu hata, ganimet hırsı dolayısıyle yerlerini terketmelerinden
sonra, zayıflığa ve hezimete dönüşmüştür.
Bu hâdise bize, insan
ahlâk ve taBiatı hakkında Allahu Ta'âlânın değişmeyen bir sünnetini
öğretmektedir ki, o da, insan nefsine veya toplumla olan ilişkilerine arız olan
bazı musibetlerin, insanın bizzat kendi amelinin tabiî bir neticesi olmasıdır.
Şu var ki Allah, insan nefsine tesir etmeyen, meleke veya âdet haline
getirilmeyen, insandan iradesi dışında sâdır olmakla beraber tekerrür etmeyen
amelleri affeder. Nitekim Şûra sûresinin 30 uncu âyetinde bu hususla ilgili
olarak şöyle buyurulmuştur: "Başınıza gelen her musibet, sizin kendi
ellerinizin yaptıkları işler yüzündendir. Böyle olduğu halde Alan çoğunu
affeder".
Mü'minlerin Uhud'ta
mağlubiyetlerine sebep olan günâhlarına gelince, Allahu Ta'âlâ, her ne kadar
yardımını onlardan çekmekle onları cezalandırmış ise de, bu, dünyevî bir
cezadır. Âhırete taalluk eden ceza hakkında ise, Allah onları bağışlamış ve
yukarıdaki âyet-i kerîmede bunu açıkça beyan etmiştir. Allah, tevbe edenlerin
cezasını bağışlar ve günahkârları cezalandırmakta acele etmez. [39]
156. Ey îman
edenler! Küfreden veyeryüzünde (herhangi bir sebeple) yolculuğa çıktıkları,
yahut savaşa katıldıkları zaman, (ölen) kardeşleri hakkında, Allah 'in, kendi
kalblerinde (onlara karsı) bt hasret (ve bir üzüntü) yaratmak için (söylettiği)
"yanımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi" (sözünü)
söyleyenler gibi olmayın; zira yaşatan da öldüren de Allah'tır. Allah,
yaptıklarınızı hakhyle görendir.
157. Hiçbir
şüphe yoktur M, Allah yolunda öl-dürülseniz, yahut ölseniz, Allah'ın (âhı-rette
günâhlarınızı) bağışlaması ve rahmeti, (kâfirlerin dünyada) topladıklarından
çok daha hayırlıdır.
158. Ve yine şüphe yoktur ki, Ölseniz, yahut
öldürülseniz, Allah'ın huzurunda mutlaka toplanacaksınız.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyet-i kerîmelerinde, Uhud savaşının, mü'minlerin hezimetiyle sona
erişinin sebeplerini açıkladıktan, bu münâsebetle Allah'ın yardımla İlgili
va'dinin yerine getirildiğini, ancak bu yardım neticesinde zafer kazanılmışken,
bazı mü'minlerin, Hazretİ Peygamberin emri üzerinde ihtilâfa düşüp çekişmeleri
dolayısıyle zayıf düştüklerini, sonra da ganimet uğruna zaferi elden
kaçırdıklarını; netice itibariyle hezimet ve mağlubiyetin, bazı zayıf îman
sahibi kişilerle münafıklara arız olan şeytanın vesveselerinden ileri geldiğini
açıkladıktan sonra, yukarıdaki âyet-i kerîmelerinde de, mü'mintere hitap
ederek, şeytanın vesveselerine mağlub olan kâfirler gibi olmamaları ve
özellikle takdîr-i ilâhiye taalluk eden ve insanoğlunun bilgisi dışında bulunan
ölüm konusunda yanlış zanna dayalı sözler söylememeleri hususunda onları
uyarmış ve şöyle buyurmuştur: [40]
156. Ey îman
edenler! Küfreden ve yeryüzünde (herhangi bir sebeple) yolculuğa çıktıkları,
yahut savaşa katıldıkları zaman, (ölen) kardeşleri hakkında, Allah'ın, kendi
kalblerinde (onlara karşı) bir hasret (ve bir üzüntü) yaratmak için
(söylettiği) yanımızda kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi" (sözünü)
söyleyenler gjbi olmayın; zira yaratan da öldüren de Allah'tır. Allah,
yaptıklarınızı hakhyle görendir.
156 Allahu Ta'âlâ bu
âyet-i kerîme'de, mü'minleri, ölümle ilgili bazı görüş ve sözleri sebebiyle
kâfirler gibi olmaktan menetmiştir. Kâfirlerden maksat, Abdullah İbn Ubeyy ve
adamları gibi münafıklardır. Âyet-i kerîmede münafıklardan "kâfir"
olarak sözedilmesi ve ölümle ilgili sözleriyle küfür arasında bir bağlantı
kurulması, bu sözlerin, herhangi bir mü'min tarafından söylenmesinin mümkün
olmaması dolayısıyledir. Ticaret veya gezinti maksadıyle seyahata çıkan bir
kimse, yolda veya gittiği yerde ölürse, savaşa katılan kimse de savaşta
öldürülürse, bu gibileri hakkında ancak kâfirler tarafından söylenilebilecek
olan bu söz, âyet-i kerîmede şöyle ifade edilmiştir; "Yanımızda
kalsalardı, ölmezler ve öldürülmezlerdi". Filhakika münafıklar,
müslümanların Allah yolunda cihada çıkmalarını engellemeye çalışıyorlar,
bunlardan biri şehid düşünce de, "biz demedik mi? Cihada çıkmayıp
yanımızda kalsaydı, başına bu felâket gelmez ve öldürülmezdi" diyorlardı.
Aslında bu söz,
İslâm'ı bilmemekten ve onu inkâr hevesinden kaynaklanıyordu. Daha önce
tefsîrini yaptığımız 145 inci âyette Allahu Ta'âlâ, "Allah'ın izni
olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi mümkün değildir*1 buyurmakla, ölümün, Allah'ın
ilminde süresi ve vakti belirli bir olay olduğunu ve hiç kimsenin tedbirle bunu
değiştiremeyeceğini apaçık beyan etmiştir. Şunu unutmamak gerekir ki,
İslâm'daki kaza ve kader akîdesi, insanı, kendisinden sâdır olan fiilleri
İşlemeye mecbur tutan, zorunlu kılan bir akîde değildir. Başka bir ifadeyle
insan, işlediği bir fiili, kaderinde bulunduğu için zorunlu olarak işlemiş
değildir. Fakat o, cüzi de olsa irade, kudret ve ilim sahibidir ve o fiili
kendi ihtiyariyle işlemiştir. Bu bakımdan kaza ve kader akîdesinde kader, ilâhî
ilmin bir şeye taalluku; kaza da, o şeyin üâhî ilme uygun olarak vukuudur. Bu
itibarla, vukubulan bir şey, Allah'ın ilmine muvafık olarak vukubulur; fakat bu
ilim, o şeyin vukubulmasını zorlayıcı ve yaptırıcı bir özelliğe sahip değildir.
İnsanın bir şeyi yapmaya niyet edip de sonradan bunu yapmaktan vazgeçmesi, ya o
şeyin yapılmasındaki maslahatla ilgili bilgisinin değişmesinden, ya o işi
yapmaya gücünün yetmemesinden, ya da onun yapılmasını engelleyen bir şeyin
bulunmasındandır. Bunlar, insanın, irade, kudret ve ilim yönünden ne kadar
nakıs bir varlık olduğunu gösteren delillerdir. Bu itibarla o, ölüm sebeplerini ilmiyle
ihata edemez.
Bazılarını bilse bile, onlardan sakınıp ölümü durdurmaya kaadir olamaz.
Kendilerini savaş alanının göbeğine atan nice insan ölümden kurtulur da, siper
arkasında başını çıkarmaya korkan bir çok kimsenin isabet alarak öldüğü
görülür. Bütün bunlardan şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, insanla
ilgili olarak her ne vâkî olursa, onun vukuu, insanın cüz'î iradesindendir.
Eğer insan, Allah'ın yardımına hulûs-ı kalb ile îman edecek olursa, Allah, onun
için meçhul olan saadet sebeplerini öğrenmesine yardım eder ve o da bu
sebeplere yapışmak suretiyle umud ettiği saadete kavuşur. Kısacası, ümidsizliğe
düşmeden ve tembelliğe yönelmeden, Allah'ın yardımını dileyerek saadet
yollarını arayıp bulmak insanın işidir.
İşte bütün bunları
düşünmekten uzak bulunan münafıklar, yolculuğa çıkan veya savaşa katılanların
öldürülmeleri halinde ölüm sebebinin yola çıkmak veya savaşa katılmak olduğunu
zannederek "yanımızda kalsalardı, bunlar başlarına gelmezdi" derler.
Böylece, yolculukta veya savaşta ölen ve öldürülen dostlarına karşı
kalblerindeki hasret daha çok artar ve daha çok zayıflık hissederler. Bu,
yolculuğu ve savaşi ölüm sebebi zannetmeleri dolayısıyle, onlar için Allah'ın
bir cezasıdır; böyle düşündükleri sürece de Allah onların kalbierindeki hasreti,
elemi ve acıyı artırır. Bu sebeple ey mü'minler, siz de o kâfirler gibi
düşünerek ölenlerinizin ardından "yola çıkmasaydı, savaşa katılmasaydı
ölmez ve öldürülmezdi" demeyin. Böyle diyerek o kâfirler gibi olmayın.
Aksi halde yola çıkmaktan ve savaşa katılmaktan korkar, çekinirsiniz. Yolda
ölmek veya savaşta öldürülmek korkusu bütün benliğinizi sarar da, zayıf düşer,
hedefinize ulaşamazsınız. Halbuki ölümünüzün veya öldürülmenizin sebebi ne
yolculuk, ne de savaştır. Fakat hayatınızın devamında veya ölümünüzde yegâne
etken, hayat ve ölüm sebeplerini kendi sünnetine göre,tanzim eden Allahu
Ta'âlâdır. Binâenaleyh 0, bazan ölüm için müsait olan bir ortamda yolcuya veya
savaş alanındaki savaşçıya hayatını bağışlar da, evinde çeşitli nimetler
arasında ve huzur içinde oturan kimseye ölüm verir. Uhud'ta kuşatma hareketiyle
müslümanlan mağlûb eden, müstüman olduktan sonra da İslâm'ın zaferi için kılıç
sallayan meşhur kumandan Hâlid İbnu'l-Velîd'in ölüm döşeğinde şöyle dediği
rivayet olunmuştur: "Vücudumun bir karış yeri yoktur ki, orada bir kılıç
veya mızrak yarası bulunmasın. Buna rağmen işte ben bir hayvan gibi ölüyorum.
Ne kötü bir akıbet"!.
Allah, herkesin ne
yaptığını, içlerinde, sözlerinin ve amellerinin şekillenmesinde başlıca etken
olan ne gibi inançlar taşıdığını hakkıyle bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Bu İtibarla ey mü'minler nefislerinizi
şeytanın
vesveselerinden uzak ve temiz tutun ki, kâfirlerden sâdır olan şeyler, sizden
de sâdır olmasın. [41]
157. Hiçbir
şüphe yoktur ki, Allah yolunda öl-dürülseniz, yahut ölseniz, Allah'ın (âhırette
günahlarınızı) bağışlaması ve rahmeti, (kâfirlerin dünyada) topladıklarından
çok daha hayırlıdır.
158. Ve yine
şüphe yoktur ki, ölseniz, yahut öl-dürülseniz, Allah'ın huzurunda mutlaka toplanacaksınız.
157 Allah
yolunda ölmek, hiç şüphesiz, Allah'ın insanları hidayet ettiği, gerçekleştiği
zaman razı olduğu, insanın iyilik ve hayır yolunda yapabileceği en üstün ve en
güzel amellerden biridir. Allah, din için, vatan için ve millet İçin Allah
yolunda ölen kimseye mağfiret eder; onun günâhlarını bağışlar ve rahmetinden
onayüksek mertebeler ihsan eder. Hal böyle olunca, akıl sahibi insanın, geçici
dünya malına tama ederek Allah yolunda şehîd olup dünyada hayırla yâd edilmeyi,
âhırette de günâhları bağışlanıp en yüksek mertebelere nail olmayı terketmesi
nasıl mümkün olur? Nasıl geçici dünya malının lezzetini, ebedî âhıret hayatının
sonu hiç gelmeyecek olan tadına tercih edebilir? [42]
158 Bu
itibarla, ey insanlar, şunu iyice bilesiniz ki, ölümünüz hangi sebeple olursa
olsun, sonunda Allah'ın huzurunda toplanacak, sonra da her biriniz müstehak
olduğunuz ceza ile cezalandırılacaksınız. İyi olanlarınız iyilikleriyle, kötü
olanlarınız da kötülükleriyle lâyık olduğunuzu bulacaksınız. Bu sebeple ey
insanlar, sizi Allah'a yaklaştıracak ve O'nun rızasını kazandıracak olan
amellere ve özellikle Allah yolunda cihada önem verin; dünyaya ve onun
lezzetlerine kapılmayın; zira bunlar fânidir, geçicidir. Âhıret hayatı ise,
bakidir, daimîdir. [43]
159. Allah'ın
bir rahmeti dolayısıyledir ki, sen onlara kar şıyumuşak davrandın; eğer kaba,
katı kalbli olsaydın, elbette etrafından dağdır giderlerdi Bu itibarla onlan
bağışla ı ve onlar için Allah'tan
mağfiret dile; işlerinde de onlara danış. Bir şeye azmettiğin zaman da, Allah 'a güven. Allah, şüphesiz,
i (kendisine) güvenenleri sever. I6p.
Allah size bir yardım ederse, artık size gâlib gelecek (hiçbir düşman) yoktur.
Sizi bir de yardımsız bırahrsa, ondan sonra artık size yardım edecek kim
vardır? Bu sebepledir ki mü'minler, Allah'a dayanıp güvensinler.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde müzminlere hitabederek onları kâfirlerin kalblerini ifsad
eden şeytanın vesveselerine karşı uyarıp bir takım söz ve davranışlarında onlar
gibi olmamak, Allah'ın mahşer günü bütün insanları iyi ve kötü amelleriyle
huzurunda toplayacağını düşünerek o güne yalnız iyi amelle hazırlanmak
hususunda irşad ettikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde, sevgili Peygamberinin
Uhud'ta savaşan mü'minlerin kusurlarını bağışlaması, onlara karşı yumuşak
davranması ve üzerlerine gitmemesi dolayısıyle onu medhetmiştir. Bilindiği
gibi Uhud'ta zafer mü'minlere yönelmişken, bazı müslümanların Hazreti
Peygamberin emrine aykırı hareket etmeleri, hem mağlubiyete, hem de yetmiş
kadar sahabînin öldürülmesine sebep olmuştu. Hazreti Peygamber bile bu yüzden
yaralanmıştı. Bununla beraber o, bu neticeyi sabırla karşılamış, hatalı
davrananlara yumuşaklıkla hitap etmiş, onları cezalandırma veya sert ve ağır
sözlerle azarlama cihetine gitmemişti. Hazreti Peygamberin bu davranışı, hiç
şüphesiz, Kur'ân'a uymasının tabiî bir neticesi idi; zlraJJhud savaşı
dolayısıyle birbiri arkasına pek çok âyet nazil olmasına ve bu âyetlerde
müslümanlardan bazılarının zayıflıkları, emirlere karşı gelmeleri ve kusurları
açıklanmış bulunmasına rağmen, onların bu kusurlarının bağışlandığına ve
zaferin yine de mü'minlerin olacağına dair ifadeler yer almıştır. Bu âyetler
sebebiyledir ki, Hazreti Peygamber de onlara yumuşak davranmış ve kusurlarını
bağışlamıştır. Bu konuyla ilgili olarak Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [44]
159. Allah
'vn bir rahmeti dolayısıyledir ki, sen onlara karsı yumuşak davrandın; eğer
kaba, katı kalbli olsaydın, elbette etrafından dağılır giderlerdi. Bu itibarla
onlan bağı§la ve onlar için Allah 'tan mağfiret dile; islerinde de onlara
danış. Bir şeye azmettiğin zaman da, Allah'a güven. Allah, şüpesiz, (kendisine)
güvenenleri sever.
160. Allah,
size bir yardım ederse, artık size gâlib gelecek (hiçbir düşman) yoktur. Sizi
bir de yardımsız bırahrsa, ondan sonra artık size yardım edecek kim vardır? Bu
sebepledir Jâ, mü'minler, Allah'a dayanıp güvensinler.
159 Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmesinde Hazreti
Peygambere hitap ederek şöyle buyurmuştur: Ey Muhammedi Bazı ashabından, insan
yaratılışının tabiî bir neticesi olarak kızgınlığı, ağır söz söyleyip
levmet-meyi ve hattâ cezalandırmayı gerektiren bazı kötü davranışlar zuhur
etti. Hem de bu davranışlar, savaş korkusunun kalbleri doldurduğu ve tehlikenin
henüz ortadan kalkmadığı bir zamanda ortaya çıktı ve zaferle neticelenmek üzere
olan bir savaşın kaybedilmesine sebep oldu. Onlara bu davranışlarından dolayı
levmedebilir, en ağır sözleri söyleyebilir ve en ağır ceza ile onları
cezalandırabilirdin. Buna rağmen sen onlara böyle muamele etmedin. Allah'ın,
senin kalbine indirdiği ve Kur'ân ahlâk ve âdâbiyle birlikte yalnız sana hâs
kıldığı bir rahmet sebebiyle onlara güzel muamelede bulunup yumuşak davrandın.
Eğer böyle yapmayıp onlara sert ve acımasız davransaydın, yahut kötü muamele
etseydin, hiç şüphesiz, senden koparlar, ayrılırlar ve bir daha seninle
olmazlardı. Böylece onları hidayet ve doğru yola irşad görevin de tamamlanmamış
olurdu. Çünkü insanlara birbiri arkasına peygamber göndermekten maksat, onlara
Allah'ın şeriatını veya dînini tebliğ etmektir. Bu da ancak, insanların,
kendilerine gönderilen peygamberlere kalben meyletmeleri ve onlara
bağlanmalarıyle mümkün olur. Bu ise, peygamberlerin, kendilerine inanan
insanlara son derece merhametli, şefkatli ve bağışlayıcı olmalarına bağlıdır.
Kötü huylu, çirkin ahlâklı insana hiç kimse tahammül edemez.
Allahu Ta'âlâ, bu
âyet-i kerîmeyle Hazreti Peygamberi güzel ahlâkı ve Uhud'ta kusurlu hareket
eden ashabına karşı güzel davranışı dolayısiyie medheîmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de
onun ahlâkını medheden başka âyetler de vardır. Meselâ, Kalem sûresinin 4 üncü
âyetinde, "muhakkak ki sen en yüksek ahlâk üzeresin", Ahzâb
sûresinin 21 inci âyetinde, "sizin için, Allah'ı ve âhtret gününü arzu
eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek
vardır", Tevbe sûresinin 128 inci âyetinde de, "(ey mü'minler!) Size,
kendi içinizden sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün,
mü'minlere karşı müşfik, merhametli bir Peygamber gönderilmiştir'
buyurulmuştur. Ebû Dâvûd {Sünen, 1.309) tarafından nakledilen bir hadîste ise,
Hazreti Âiş'e, Hazreti Peygamberin ahlâkını soran bir kimseye "sen hiç
Kur'ân okumaz mısın? Peygamberin ahlâkı Kur'ân idi" cevâbını vermiştir.
Allahu Ta'âlâ, Hazreti
Peygamberin, ashabı hakkındaki davranışını tasvîb ettikten ve ona bu davranışı
kazandıran güzel ahlâkını medihkâr bir ifadeyle belirttikten sonra, hatalı
davranışları dolayısiyie ashabını bağışlayıp onlar için Allah'tan mağfiret
dilemesini, İşlerinde dâima onlara başvurup görüşlerini almasını ve bir işi
yapmaya azmettikten sonra da, onu, Allah'a dayanıp güvenerek yapmasını
emretmiştir. Bu emir, Kur'ân ahlâkı ile ahlâklanmış olan Hazreti Peygamberin af
ve danışma hususundaki tatbikatını devam ettirmesini emir mahiyetindedir. Zira
Hazreti Peygamber, ashabına karşı dâima yumuşak, lütufkâr ve kusurlarını
bağışlayıcı bir davranışa sahip olduğu gibi, çeşitli konularda onlara
danışmayı da ihmal etmezdi. Nitekim Uhud savaşı için hazırlıklara henüz
başlandığı sırlarda Hazreti Peygamber, savaşın Medîne içinde mi, yoksa Medîne
dışında mı yapılması hususunu ashabına danışmış, kendisi, düşmanı şehirde
beklemeye taraftar olduğu halde, çoğunluğun şehir dışına çıkmayı savunduğunu
görünce,onların görüşüne uymuş ve Uhud dağı eteklerinde mevzilenmişti.
Hazreti Peygamber,
müslüman toplumun lideri olmasına ve onlara yepyeni bir dünya görüşü
kazandırmasına rağmen, istişarenin önemini elbette çok iyi biliyor, hiçbir
önemli meselede tek başına karar verip, onu uygulamaya kalkışmıyordu. Yine
biliyordu ki, bir toplumun görüş birliğine vardığı bir meselede, hata yapmış
olma ihtimâli, tek bir kişinin görüş bildirdiği meselede hataya düşme
ihtimalinden çok daha az olduğu gibi, ışlerinı.görüşleri ne kadar isabetli
olursa olsun, bir kişiye havale eden bir toplumun maruz kalacağı tehlike, görüş
birliğiyle hareket eden bir toplumun maruz kalacağı tehlikeden de çok daha şiddetlidir. .
,
İstişare, şüphesiz,
münâkaşaya yol açan bir iştir. Özellikle müsteşarların, yani görüşlerine
başvurulan kimselerin veya danışmanların çok olması halinde bu münâkaşaların
daha da şiddetlendiği olur. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamber, bir meseleyi
ashabına danıştığı zamanlarda, herbirini büyük bir sükûnetle dinler ve görüşler
arasında bir tercih yapmak durumunda kaldığı zaman, toplumun menfaatine en
uygun ve en az zararla neticelenecek olan görüşü tercih ederdi.
Danıştıktan ve görüş
alışverişinden sonra yapılacak iş hususunda kalbte kesin bir kanaat oluşup da
onu yapmaya azmedince, artık Allah'a tevekkül etmek, O'na güvenip dayanmak
gerekir. Nitekim Allahu Ta'âlâ bu konuyla ilgili olarak, âyet-i kerîmede
"azmettiğin zaman da, Allah'a tavekkül et' buyurmuştur.
Âyet-i kerîme, bir
işin başarıya ulaşması için başlıca üç şartın yerine getirilmesi gerektiğini
göstermektedir. Birincisi, meşveret veya danışma, ikincisi azimet, yani
meşveret neticesi işi neticelendirmek için takip edilecek yolun kesinlik
kazanması ve o yola sülük etmeye karar verilmesi, üçüncüsü de
Allah'atevekkülüdür. Bu şartlarla birlikte gözönünde bulundurulması gereken
önemli bir husus da, azimetten, yani takip edilecek yol kesinlik kazanıp, o
yola sülük etmeye karar verdikten sonra, görüş değiştirmemek ve verilen
karardan dönmemektir. Azmi bozmak ve karardan dönmek, insanın, söz ve
fiilerinde itimada lâyık olmadığına delâlet eden bir ahlâk zayıflığıdır. Böyle
bir kimsenin, devletin çeşitli kademelerinde idareci olarak bulunması, veya
bir ordunun kumandanı olması halinde,
o idarenin veya
ordunun ne hale gelebileceğini tahmin etmek güç
değildir. Bu sebepledir ki Hazreti Peygamber, ilk görüşünden dönen kimselerden
görüş almaz, onların görüş bildiren sözlerine de kulak aşmazdı.
Şunu da unutmamak
gerekir ki, her işin belirli bir vakti ve süresi vardır. Danışma vakti sona
erince, artık iş, veya amel vakti girer. Bu vakit içinde şûradan alınan karar
gereğince işe başlamak ve sonuca ulaşmak gerekir. İşe başladıktan sonra şûranın
karar değiştirmesi ve yapılan işi iptal etmesi caiz değildir. Şûra, kararında
hata yapmış olsa bile sonuca katlanmak gerekir; zira bu sonuç, işe azmettikten
ve Allah'a tevekkül ettikten sonra, Allah'ın takdir ettiği bir sonuçtur ve
olanı geri çevirmek artık mümkün değildir.
Allah'a tevekkül
etmek, azmedilen işin, ancak O'nun yardımıyle hayırlı bir sonuca ulaşacağına
İnanmak demektir. Bu itibarla müslüman-ların, bir işi yapmaya azmettikleri
zaman, Allah'a tevekkül etmeleri, O'na güvenip dayanmaları gerekir. Yalnız
sahip olduğu güce veya kuvvete, yahutyalnız görüşünün doğruluğuna veya
haklılığına güvenip dayanan kimse, hüsrana uğrar; zira bunların hiçbiri,
Allah'ın muvafakati ve yardımı ile birleşmedikçe insanın başarıya ulaşması
mümkün değildir.
Gerçek manâda
tevekkül, ancak sebeplere yapışmakla olan tevekküldür. Sebeplere yapışmaksızın
tevekkül iddiasında bulunmak, dîne ve dînin temelini teşkil eden Kur'ân'a
aykırıdır. İnsan yaşamak için karın doyurmak zorundadır. Karın doyurmak için
de, bu işin sebeplerine yapışmak gerekir. Karın doyurmanın sebepleri ise, helâl
olan çeşitli yollara başvurarak çalışıp kazanmak, kısacası karın doyurmanın
meşru yollarına sülük etmektir. Oturup da rızkı Allah'tan beklemek, tevekkül
değil, tembelliktir. Nitekim Hazreti Peygamber,[45]
tarafından nakledilen bir hadîsinde "siz, Allah'a gerçek manâ'da tevekkül
etmiş olsanız, Allah'da sizi, kuşları rı-zıklandırdığı gibi rızıklandırır"
buyurmuştur ki, bu, tevekkülün ancak gayret ve çalışma ile beraber olduğunu
gösterir. Zira kuş, çalışarak rızkını temin eden varlıklara gösterilebilecek
en güzel örnektir: Sabahleyin yuvasından karnı boş olarak ayrılır; akşamleyin
dolu olarak döner. İmam Ahmed İbn Hanbel bazı kimselerin "biz oturur ve
rızkımızı Allah'tan bekleriz" dediklerini hatırlatan oğluna şu cevabı
vermiştir: "Bu, çok çirkin ve kötü bir görüştür. Allah'ın Cum'a sûresinin
9 uncu âyetinde, "ey îman edenler, Cuma günü namaz için ezan okunduğunda,
alışverişi bırakıp, Allah'ın zikrine koşun..." buyurduğunu görmüyorlar
mı?".
Gerçek manâda
tevekkülün, ancak esbaba yapışmakla olabileceğine delâlet eden pek çok Kur'ân
âyeti vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: "Yeryüzünü size boyun eğdiren
O'dur; o halde yerin sırtlarında dolaşın ve rızkından yeyin..." (Mülk
sûresi, 15). "Ey îman edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet
ve savaş atları hazırlayın" (Enfâl sûresi, 60). "Kendinize azık
edinin; şüphesiz azığın en iyisi takvadır" (Bakara sûresi, 197).
(Peygamber Lût'a hitaben "(EyLût!) Geceleyin bir ara ailenle birlikte
yola çık' (Hûd sûresi, 81). "Musa'ya, kullarımı geceleyin yola
çıkarmasını vahyettik..." (Tâ-Hâ sûresi, 77). Bu âyetlerin hespinde de
Allah, kullarına esbaba tevessül etmelerini ve gerekli tedbiri almalarını
emretmiş, fakat Kur'ân'ın hiçbir yerinde, Allah'a tevekkül ettikten sonra,
tedbire gerek bulunmadığına dair hiçbir şey söylememiştir. O halde Allah'a
tevekkül ediyorum diyerek çalışmayı ter-ketmek ve gerekli tedbirleri almamak,
İslama, İslâmın esası olan Kur'ân'a aykırıdır. Böyle düşünen ve böyle davranan
kimse, Kur'ân'a ve sünnete muhalefet etmiş olur. Bu sebepledir ki ey
müslümanlar, bir işi yapmaya azmettikten sonra, Allah'a tevekkül edin; O'na
güvenip dayanın; ve ondan sonra da azmettiğiniz şeyi gerçekleştirmeye koyulun.
Şunu unutmayın ki, Allah, gerçek manâda kendisine tevekkül
edenleri, güvenip
dayananları sever. Bu sevginin en bariz tezahürü de, sevilenlerin işlerine
yardım etmesi ve kendileri için hayırlı olacak sonuca onları ulaştırmasıdır. Bu
sebeple mütevekkil olanlar, dâima Allahu Ta'âlânın muaveneti altında
bulunurlar. Hattâ işleri, istedikleri sonuca ulaşmamış olsa bile, bunda
kendileri için mutlaka bir hayır bulunduğuna da inanmaları gerekir; çünkü
Allah'ın mü'min kullarına va'di budur. [46]
160. Bu
itibarla şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki, Allah size yardım elini uzattı mı,
artık size karşı gâlib gelecek, sizi hükmü altına alacak hiçbir güç ve hiçbir
kuvvet yoktur. Nitekim Bedir'de böyle olmamış mı idi? Düşman sizden kat kat
üstün olduğu halde, Allah size yardım etmişti de, nasıl onları kırıp geçirmiş,
mahv u perişan etmiştiniz? Bu, elbette savaş hakkındaki meşveretten sonra doğru
karar verip savaşa azmetmekten ve sonra da gücünüzün yettiğince silâh ve
kuvvet hazırlayıp Allah'atevekkül etmekten dolayı idi. Eğer Allah'ın yardımını
gerektirecek bu şartlan yerine getirmemiş olsaydınız, Allah da sizden yardım
elini çekseydi, düşmana nasıl gâlib gelirdiniz? İşte Uhud! Bazılarınız ganimet
sevdasına kapılıp da kumandanınızın emrine karşı gelerek yerlerini ter-kedince
ve Allah'a tevekkül etmeyi de unutunca, Allah nasıl sizden yardım elini çekmiş,
sonra da hezimete uğramıştınız? O halde bütün mü'minler, bunları gözönünde
bulundurarak Allah'a hakkıyle tevekkül etsinler; O'na güvenip dayansınlar; zira
O'ndan başka yardımcı yoktur.
Hiçbir peygambere
ganimet malından gizlice alıp hıyanetlik etmesi yaraşmaz. Her kim bu
hıyanetliği yaparsa, kıyamet günü, hıyanetliği (nin ağır günâhı) ile gelir. Sonra
herkese kazancı, haksızlığa uğratılmak-svzın ödenir.
Allah'ın rızasını
kazanan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi midir? Zira onun varacağı
yer, cehennemdir ve (orası da) ne kötü bir yerdir. Onların hepsi de Allah
katında derece derecedirler. Allah, yaptıklarını hakkıyle görendir.
Allah, kendilerine,
içlerinden ayetlerini onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden)
temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü
'minlere şüphesiz büyük lütufta bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir
sapıklık içinde bulunuyorlardı.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, Uhud savaşında bazı sahabîlerin, Hazreti Peygamberin emrine
muhalefet ederek yerleştirildikleri mevziyi terketmekle büyük bir suç
işlediklerini, buna rağmen Hazreti Peygamberin onlara karşı yumuşak davranıp
hatalarını bağışladığını ve onlar için Allah'tan mağfiret dilediğini, böyle
yapmakla da üstün bir ahlâk örneği gösterdiğini, zira sert ve katı davranmış
olsaydı, onların kendisinden kopup dağılacaklarını hatırlatarak, onlara karşı
daima bu şekilde davranmasını, onlar için Allah'tan mağfiret dilemesini ve
işlerinde her zaman onlara danışmasını, bir işe azmedince de Allah'a tevekkül
etmesini emretmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, yine savaşla ilgili olmak
üzere, savaşlarda ele geçirilen ganimet meselesine değinerek, peygamberlerin bu
ganimet mallarından tıiçbir şeyi gizlice almalarının mümkün olmadığını, daha
doğrusu böyle bir davranışın, onların peygamberlikleriyle asla uyuşmayacağını
açıklamıştır.
Ganimetle ilgili bu
âyetlerin, Bedir'de mi yoksa Uhud'ta mı nazil olduğu hususunda değişik görüşler
ileri sürülmüştür. Ebû Dâvûd (Sünen, II. 356)'un ve Tirmizî (Sönen, V. 230)'nin
İbn Abbâs'a varan bir isnadla naklettikleri bir haberden anlaşıldığına göre, bu
âyet Bedir'de nazil olmuştur Sebebi Ho, kaybolan ganimet malı kırmızı bir
kadifedir.
Bu kadifenin,
kaybolması üzerine bazı kimseler "belki onu Rasûlullah (s.a.s.)
almıştır" demişler, bunun üzerine de "hiçbir Peygambere ganimet
malından gizlice alması yaraşmaz1* âyeti nazil olmuştur.
Bu haber, Bedir'de vukubulan
bir hâdiseyi aksettirmekte ve âyetin de o sırada nazil olduğunu göstermekte ise
de, onun siyak ve sibakında yer alan âyetlerin Uhud'la ilgili oldukları
gözönünde bulundurulursa, yukarıdaki İbn Abbâs hadîsinin gerçeği tam olarak
aksettirmediği sonucuna varılır. Nitekim müfessirlerin Kelbfden ve Mukatil'den
naklettikleri başka bir haber, âyet-i kerîmenin Uhud savaşıyla ilgili olarak
nazil olduğunu göstermektedir. Bu habere göre âyet, Uhud günü, Hazreti
Peygamberin yerleştirdiği okçuların, ganimet maksadıyle mevzilerini
terketmeleri üzerine nazil olmuştur. O zaman okçular demişlerdir ki:
"Peygamberin, kim ganimet olarak bir şey elde ederse, o onundur,
demesinden ve Bedir'deki gibi ganimet malını taksim etmemesinden kocktuk".
Hazreti Peygamber ise, onlara, "emrim gelinceye kadar mev-zilerinizi
terketmemenizi size tenbih etmemiş miydim?" dediği zaman, onlar
"diğer kardeşlerimizi orada bırakmıştık" cevabını vermişler, Hazreti
Peygamber de onlara şöyle buyurmuştu: "Hayır, siz, ganimet malını gizlice
alacağımızı ve onu taksim etmeyeceğimizi zannettiniz".
Hazreti Peygamber, bu
teşhisinde ne kadar haklı ise, okçular da bu zanlarında ve bu zanna istinaden
yerlerini terketmelerinde o kadar hatalı idiler. "Muhakkak ki zannın bir
kısmı büyük günâhtır" (Hucurât sûresi, 12). "Zan, hiçbir şekilde
hakkın yerini tutmaz" (Yûnus sûresi, 36). Bu sebepledir ki, Allahu Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmeyi indirmiş ve okçuların yanlış zanlarını reddemek için
şöyle buyurmuştur: [47]
161. Hiçbir
peygambere, ganimet malından gizlice alıp, hıyanetlik etmesi yaraşmaz. Herkim
bu hıyanetliğiyaparsa, kıyamet günü, hıyanetliği (nin ağır günâhı) ile gelir.
Sonra herkese kazancı, haksızlığa uğratümaksıztn ödenir.
161 Taksim
edilmemiş ve sahibi henüz belli olmamış ganimet malından gizlice alıp saklamak
ve sonra da ona sahip olmak, âyet-i kerîmede ğulûl kelimesiyle ifade
edilmiştir. Gull veya gulûl gizlice almak manâsına geldiği için, önceleri
hırsızlık manâsında kullanılmış, daha sonra lûgatta, taksim edilmemiş ganimet
malından gizlice almaya tahsis edilmiştir. Binâenaleyh, Allah'ın
peygamberlerinden herhangi birinin üzerinde başkalarının da hakkı olan bir
ganimet malını alıp, ona hıyanetlik etmesi olacak şey değildir. Böyle bir
davranış, onun peygamberlik sıfatıyle asla uyuşmaz. Allahu Ta'âlâ, bu beyanla,
Uhud'ta okçuların yanlış bir zanna kapılarak Hazreti Peygamberin ganimet malını
taksim etmeden ona sahip olacağı düşüncesini ve bu düşünceyle mevzilerini
terketmiş olmalarını şiddetle reddetmiştir. Zira kim olursa olsun, ganimet
malından gizlice alır ve ona hıyanetlik ederse, kıyamet günü yaptığı kötü işin
büyüklüğüne delâlet eden ve onu açıkça gösteren bir halde haşrolunur. Buharî
(Sahih, IV. 36-37) ve Müslim {Sahîh, III. 1461) tarafından nakledilen bir
hadîs-i şerifte Ebû Hureyre şöyle demiştir: Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bize
gulûldan ve günâhının büyüklüğünden sö-zederek buyurdu ki: "Sakın sizden
birinizle, kıyamet günü omuzunda meleyip duran ganimet malı bir koyunla, bir
diğerinizle omuzunda ho-murdayan ganimet malı bir atla, -yâ Rasûlallah! Bana
yardım et, derken karşılaşmayayım. Zira ona derim ki: Sana yardım etmeye
muktedir değilim. Sana Allah'ın hükmünü tebliğ etmiştim. Keza başka birinizle
omuzunda böğüren ganimet malı bir sığırla - bana yardım et yâ Rasûlallah,
derken karşılaşmayayım. Ona da, yapabilecek hiçbir şeyim yok... Sana tebliğ
etmiştim, derim. Bir başkasıyle omuzunda sessiz altın gümüş yükü ganimet
maliyle, -bana yardım et, yâ Rasûlallah, derken karşılaşmayayım. Ona da
yapabilecek hiçbir şeyim yok, çünkü sana tebliğ etmiştim, derim. Bir
başkasıyle, omuzunda yellenen ganimet elbiseyle, -bana yardım et, yâ
Rasûlallah, derken karşılaşmayayım. Ona da, yapabilecek hiçbir şeyim yok, ben
sana Allah'ın hükmünü tebliğ etmiştim, derim".
Âyet-i kerîmede de,
ganimet malını gizlice alan kimsenin, kıyamet günü o malla birlikte geleceği
açıklanmıştır. O malla birlikte gelmek, temsilî bir beyan tarzıdır. Bununla
kasdedilen manâ, gizlice alınmış olsa bile, Allahu Ta'âlâ'nın, o malın
alındığını bilmesi ve kıyamet günü onu alana bir ceza olmak üzere, yaptığı işin
herkese ifşa edilmesidir. Çünkü hırsızın hırsızlık ettiğinin bilinmesi, onun,
çaldığı mallarla görülmesine bağlıdır. Binâenaleyh, ganimet malını gizlice alan
kimse de, kıyamet günü, çaldığı malla yakalanmış hırsız gibi olacaktır. Yoksa
gerçek manâda, sırtında gizlice aldığı mal olduğu halde ortaya çıkacak
değildir.
Hırsız, çaldığı malın;
ganimet malını alan, aldığı malın; hâsılı her nefis, işlediği işin vebal ve
sorumluluğu altında, kıyamet günü, Allah'ın huzurunda toplandığı zaman, herkese
yaptığı işin karşılığı, hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın ödenecektir. Allahu
Ta'âlâ'nın, bu sûrenin 30 uncu âyetinde buyurduğu gibi "kıyamet günü, her
insan, hayır olarak işlediği şeyi karşısında bulacaktır; kötülük olarak
işlediğini de..." Keza, Kehf sûresinin 49 uncu âyetinde belirttiği gibi, o
kıyamet günü, "amel defterleri (önlerine) konur. İşte o zaman, suçluların,
onun içindekilerden korktuklarını ye: Yazıklar olsun bizel Bu defter nasıl olup
da küçük büyük hiçbir şeyi bırakmadan (bütün günâhları) saymış, dediklerini
görürsün. Böylece onlar, yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbın,
hiçbirine zulmetmez".
Allahu Ta'âlâ, âyet-i
kerîmenin sonunda, herkese kazancı, hiç haksızlığa uğratılmaksızın ödeneceğini
bildirdikten sonra, müteakip âyetlerinde, itaat edenlerle isyankâr
davrananların bir olmadığını göstermek için bu ödemeyi şöyle açıklamıştır: [48]
162. Allah
'in rızasını kazanan kimse, Allah 'm gazabına uğrayan kimse gibi midir? Zira
onun varacağı yer, cehennemdir ve (orası da) ne kötü bir yerdir.
163. Onların
hepsi de^Allah katında derece derecedirler, Allah, yaptıklarını haklayle
görendir.
164. Allah, kendilerine, içlerinden, âyetlerini onlara
okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden) temizleyen ve onlara Kitap ve
hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, mü'minlere şüphesiz büyük lütufta
bulunmuştur. Oysa önceden onlar, apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.
162 Allah'a ve Peygamberine itaat ederek
emirlerine uyan ve ne-hiylerinden uzak duran, Allah'tan korkan, ğulûl ve
hırsızlık gibi kötü işlerden ve çirkin davranışlardan sakınan ve böylece
nefsini temizleyip, ruhunu saflaştırarak Allah'ın rızasını kazanmaya çalışan
kimse ile, hırsızlık, gulûl ve adam öldürme gibi çeşitli fuhşiyyatı işleyerek
nefsini bu çeşit fiillere alıştıran ve dolay isiyle hayır ve amel-i sâlih
sayılabilecek bütün amellere yabancı kalan ve böylece Allah'ın gazabını ve
düşmanlığını celbeden kimse, hiç bir olur mu? Akıl sahibi her insan çok iyi
bilir ki, bunlar birbirinin aynı değildir. Aralarında, zulmet ile nûr
arasındaki fark vardır. Bu, tıpkı Allahu Ta'âlâ'nın Mâide sûresinin 100 üncü
âyetin-deki "(Ey Muhammedi) De ki: İyi ve temiz olan şeyle, kötü ve pis
olan şey, kötü ve pis olanın çokluğu hoşunuza gitse bile, bir değildif1, Sad
sûresinin 28 inci âyetindeki "yoksa, îman edenleri ve sâlih amel işleyenleri,
yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahutta Allah'tan korkanları,
kötülük işleyenler gibi mi tutacağız?' ve Secde sûresinin 18 inci âyetindeki
"h/ç mü'min olan kimse, fâsık olan kimse gibi mioir? Bunlar, asla eşit
olamazlar" beyanlarının benzeridir. Bunların bir veya aynı olmalan elbette
mümkün değildir. Zira Allah'ın gazabını celbedecek fiil ve davranış içinde
bulunanların varacakları yer cehennemdir. Onlar kendilerini cehenneme
götürecek yolu seçmişlerdir. Bu, ne kötü bir tercih ve varacakları yer, ne kötü
bir yerdir!. [49]
163 Gerek
Allah'ın rızasını kazanmak için çalışanlar ve gerekse fiil ve davranışlarıyle
O'nun gazabını celbedenler, Allah katında derece derecedirler; yahut başka bir
ifadeyle, herbirinin Allah katında birbirinden farklı dereceleri vardır. Bu,
işledikleri iyi ve kötü ameller yönünden Allah'ın hükmünde müstehak oldukları
ceza ve mükâfat itibariyledir. Buna göre iyi amel sahiplerinin işledikleri amel
yönünden nasıl birbirinden farklı mükâfat dereceleri varsa, kötü amel
sahiplerinin de, işledikleri kötülükler sebebiyle müstehak oldukları
birbirinden farklı ceza derekeleri vardır. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Bakara
sûresinin 253 üncü âyetinde peygamberlerinden sözederken "Allah, onlardan
bazılarının derecelerini yükseltip' demiş, Nisa sûresinin 145 inci âyetinde
ise, münafıkların, cehennemin en alt derekesinde olacaklarını haber vermiştir.
Allah'ın rızasını
kazanan mü'minlerin ve iyi amel sahiplerinin en yüksek derecelerde
bulunmalarına karşılık, münafıkların ve kâfirlerin en aşağı derekelerde yer
almaları, Allahu Ta'âlânın, onların yaptıklarını hak-kıyle görüp bilmesi
dolayısıyledir. O, kullarının yaptığı ve yapmaya niyet ettiği her işi bilir ve
yapılan işleri sevab ve ıkâb yönünden değerlendirerek, sahiplerinin
derecelerini ve derekelerini tayin ve tesbit eder. Bu bakımdan gerek
derecelerin ve gerekse derekelerin tahsil yeri geçici olan bu dünyadır.
Bunların karşılıkları ise, âhırette sahiplerine hiç haksızlığa uğratılmadan
verilecektir.
Dünyada tahsil edilen
derecelerin bir kısmı dünyevî, bir kısmı da uhrevîdir. Dünyevî derecelerle
ilgili olarak Allahu Ta'âlâ, Zuhruf sûresinin 32 inci âyetinde şöyle
buyurmuştur: "Rabbının rahmetini onlar mı taksim edecek? Biz, dünya
hayatında onların geçimlerini kendi aralarında taksim ettik ve biribirlerlne
iş gördürebilmeleri için bazılarını, derece yönünden bazılarından üstün kıldık.
Rabbının rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. En'âm sûresinin
165 inci âyetinde de dünyevî derecelerden söz edilerek insanlardan bazısını
bazısından kimin üstün kıldığı açıklanmış ve şöyle denilmiştir: "Sizi
yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerle sizi imtihan etmek için
bazınızın derecesini bazınızın üstüne yükselten O'dur". İsrâ sûresinin 20
ve 21 inci âyetlerinde ise, Allahu Ta'âlâ, mü'min olsun kâfir olsun, dünyada
hiçbir ayırım yapmadan nimetlerini herkese yaydığını haber verdikten sonra,
uhrevî derecelere işaret ederek bunların çok farklı olduklarını bildirmiş ve
şöyle buyurmuştur: "(İster mü'min olsun, ister kâfir olsun, dünyada) hem
onlara, hem onlara, hepsine de, Rabbının bir kısım nimetlerini ulaştırırız.
Zaten Rabbının ihsanı hiç kimseye menedilmiş değildir. Nitekim bak, (mü'min
olsun, kâfir olsun, rızık yönünden) bazısını bazısından nasıl üstün
kılmışızdır. Oysa âhırette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler
vardır.
Derecelerin Allah
tarafından yükseltilmesi, İnsanların ilim ve amel yönünden iktisab ettikleri
üstünlüklere bağlıdır. Nitekim Mücadele sûresinin 11 inci âyetinde şöyle
buyurulmuştur:"... Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim
verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle
haberdârdır". Yûsuf sûresinin 76 inci âyetinde de şöyle denilmiştir: "Biz
dilediğimiz kimseleri derecelerle yükseltiriz. Bu bakımdan her ilim sahibinin
üstünde daha âlim kimseler vardır". Uhrevî derecelerdeki üstünlüğün,
dünyada işlenen birbirinden farklı amellerin üstünlük dereceleriyle yakından
ilgili olduğuna delâlet eden âyetler de vardır. Meselâ Nisa sûresinin 95 inci
âyetinde şöyle buyurulmuştur: "Mü'minlerden özürsüz olarak evlerinde
oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirinin aynı
değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece yönünden,
oturanlara üstün kılmıştır". Aynı âyette, cihad edenlerin ecirlerinin,
oturanlara nisbetle çok büyük olduğu belirtilmiş, onu takip eden âyette ise, bu
derecenin mağfiret olduğu açıklanmıştır. En'âm sûresinin 132 inci âyetinde
"İşlediklerine karşılık herbirinin dereceleri vardır. Rabbın, onların
işlediklerinden gafil değildir"; Tâ-Hâ Sûresinin 74-75 inci âyetlerinde
ise, "Rab-bına mücrim olarak gelen kimseye cehennem vardır; orada ne ölür,
ne de yaşar. Rabbına mü'min olup amel-i sâlih işlemiş olarak gelen kimse de,
işte böyleleri için en üstün dereceler vardır" denilmiştir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, bütün insanlar, dünyada, sahip oldukları fazilet ve marifet
yönünden birbirlerinden farklı oldukları gibi, iyi ve kötü amellerine terettüp
eden ceza yönünden de birbirlerinden farklıdırlar. Bu farklılık, cennetin en
üst makamından cehennemin en aşağı derekesine kadar derece derecedir.
Binâenaleyh Allah, herkesin ne yaptığını hakkıyle görür ve bilir, sonra da
işledikleri amellere göre en aşağı dereke ile en yüksek derece arasında
amellerine uygun olan yere oturtur. Şunda hiç şüphe yoktur ki, Allahu
Ta'âlâ'nın Şems sûresinin 9-10 uncu âyetlerinde de buyurduğu gibi,
"nefsini temiz tutan felah bulur; onu kirleten de hüsrana uğrar. [50]
164 Allahu Ta'âlâ,
ganimet malında gulûl ve hıyaneti Hazreti Peygamberden en veciz bir uslûbla
nefyettikten ve her insanın amel ve ilim yönünden bir derecesi ve buna terettüb
eden bir .cezası bulunduğunu belirttikten sonra, kendisinden gulûi ve hıyaneti
nefyettiği Rasûlünü teyîden şöyle buyurmuştur: "Allah, kendilerine,
içlerinden âyetlerini onlara okuyan, onları (maddî ve manevî pisliklerden)
temizleyen ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle
mü'minlere şüb-hesiz büyük lütufta bulunmuştur."
Bu peygamber onların
kendi ülkelerinde dünyaya geldi; kendi aralarında yetişti; hayatı boyunca onda,
doğruluk, emanet ve Allah'a davet ile dünya malından uzak durma tavsiyesinden
başka bir şey görmediler. Hali böyle olan kimseden gulûl ve hıyanet nasıl
beklenir?
Allahu Ta'âlâ bu
âyet-i kerîmede, Hazreti Peygamberi öyle sıfatlarla tavsif etmiştir ki, bu
sıfatlardan her birinin, mü'minleri büyük minnet altında bırakmaması mümkün
değildir. Bu sıfatları şöyle sıralayabiliriz:
1) Allah, bu
Peygameberi, onların kendi içlerinden, yani Arablar arasından göndermiştir.
Bundan dolayı onlar, onun davetini diğer insanlara nisbetle daha çabuk
anlamak, hidayetiyle daha kolay hidayet bulmak ve ona daha çok güvenmek şansına
sahip olmuşlardır. Âyet-i kerîmede bu şansın diğer insanlardan önce Arablara
tahsis edilmesi, Hazreti Peygamberin âlemlere rahmet olarak gönderilmiş
olmasına aykırı değildir. Her ne kadar bazı müfessirler, âyet-i kerîmedeki
"içlerinden11 ibaresiyle bütün insanların kasdedildiğini ileri
sürmüşlerse de, bunun zayıf bir görüş olduğuna şüphe yoktur. Zira âyet-i
kerîmenin siyak ve sibakından da anlaşıldığı gibi, sözü edilen mü'minler âyetin
nuzûlü sırasında Uhud savaşını yaşayan müslümanlardır ki, bunlar Arabtardan
başkası değildir. Binâenaleyh Allah, Arablara kendi içlerinden bir Peygamber
göndermekle büyük lütufta bulunmuştur. Enbiyâ sûresinin 107 inci âyetinde ise,
Arablar içerisinden gönderilen bu Peygamberin bütün âlemlere gönderildiği
belirtilmiş ve şöyle buyurulmuştur: "(Ey Muhammedi) Biz seni, ancak
âlemlere rahmet olarak gönderdik'. Onun
âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması dolayısıyla bütün insanların ona
minnet borcu vardır. Fakat Allah, onu, Arablar arasından seçmekle, onlara
ayrıca lütufta bulunmuştur ve Arabların, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
onun davetini diğer insanlardan daha çabuk anlamaları ve daha kolay hidayet
bulmaları gerekir.
2) Allah'ın
aralarından seçip gönderdiği bu Peygamber, onlara, Allah'ın kudretine,
vahdaniyetine ve ilmine delâlet eden, insanları zulmetten nura, dalâletten
hidayete çıkaran ve nefisleri onlardan istifade etmeye ve ibret almaya yönelten
âyetlerini okumuş ve tebliğ etmiştir. Nitekim "göklerin ve yerin
yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, gemilerin insanlara
faydalı şeylerle denizde yüzüşünde ve
Allah'ın gökten
indirdiği suda ... aklını kullanan kimseler için alınacak ibretler vardık
mealindeki Bakara sûresinin 164 üncü âyeti, "güneşe ve onun ışığına, onun
ardından gelen aya, onu ortaya koyan gündüze, onu Örten geceye, göğe ve onu
yapana, yere ve onu yayana... kasem olsun ki... " mealindeki Şems
sûresinin 1-7 inci âyetleri ve "(bu insanlar) devenin nasıl yaratıldığına,
göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl
yayıldığına hiç bakmıyorlar mı?" mealindeki Gâşiye sûresinin 17-20 inci
âyetleri, insanların istifade etmeleri ve ibret almaları gereken bir kaç
örnektir.
3) Bu Peygamber,
onları, şirkin, yani putperestliğin kötü inançlarından ve çirkin âdetlerinden
arındırıp temizlemiş, nefislerini terbiye etmiştir. Zira Arablar, İslâmiyetten
önce müşrik idiler. Ağaçtan, taştan veya çamurdan yaptıkları putlara ibadet
ederlerdi. Bu sebeple inanç ve akideleri sadece bu putlara taalluk ediyor,
akılları da ancak bu putlar çerçevesi içinde varlık gösterebiliyordu.
Nefisleri, hurafelerle hemhal olan akıllarının tesirinden kurtulamadığı gibi,
ahlâkları da aynı aklın ifsad edici baskısı altında bulunuyordu. Hazreti
Peygamber, onların nefislerini terbiye ederken, akıllarını da aynı ölçüde
terbiyeye tâbi tutmuştur. Zira aklı terbiye etmedikçe nefsin terbiyesi mümkün
olmaz.
4) Bu
Peygamber, onlara kitap ve hikmeti öğretmiştir. Kitaptan murad, çeşitli
haberlerden öğrenildiğine göre Kur'ân'dır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli
sûrelerinde ve bazı sûre başlarında yer alan el-Kitab kelimesiyle Kur'ân-ı
Kerîm'in kasdedildiği açıkça anlaşılır. Meselâ Bakara sûresinin başında
elif-lâm-mîm'den sonra "işte bu Kitab, kendisinde hiçbir şüphe
yoktur" denilirken, yalnız Kur'ân-ı Kerîm kasdedil-miştir.
Hazreti Peygambere
gelen vahyin, bir taraftan sahabîler tarafından hıfzedilirken, bir taraftan da
vahiy kâtibi sahabîler tarafından yazıldığı malumdur. Yazılan bu vahiyle, Kitab
da denilen Kur'ân'ın vücud bulması sağlanmış, bu ise, müslümanlara, onu
okuyabilmek için yazıyı öğrenme zorunluluğu getirmiştir. Hazreti Peygamber
tarafından başlatılan okuma yazma seferberliği içerisinde, özellikle Bedir
savaşında esir edilen müşriklerden her birinin on müslüman çocuğuna okuma yazma
öğretmesi halinde serbest bırakılacağının bildirilmesi, tarihte eşine rastlanmayan
bir fidye ödeme şekli olarak tezahür eder ve bu olay, Hazreti Peygamberin
okuyup yazmaya ne kadar büyük önem verdiğini gösterir.
Hikmete gelince, onu,
Kur'ân âyetlerinin esrarına vukuf İle onlardan hüküm istihracına yarayacak
anlayış ve istihraç yollarının bilinmesi olarak açıklamamız mümkündür. Kısaca
ifade etmek gerekirse, âyetteki okuyup yazma, Kur'ân âyetlerinin zahiri
manâsının, hikmet ise, esrarının öğrenilip bilinmesi manâsında zikredilmiştir.
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İmam Şafiî, bazı ilim ehline istinaden
hikmet kelimesinin sünnet ve hadîs manâsına geldiğini söylemiştir ki, İslâm
Dîninin Kur'ân'dan sonra ikinci kaynağının sünnet olduğu göz önünde bulundurulursa
bunun gerçeğe daha uygun olduğu anlaşılır. Buna göre Haz-reti Peygamber, onlara
hem Kur'ân'ı hem de Sünnet'i öğreterek onları zulmetten nura, dalâletten
hidayete çıkarmıştır. Zira onlar, Hazreti Peygamberin gönderilmesinden önce
kopkoyu bir dalâlet içinde bulunuyorlardı. Bu dalâlet, Allah'a şirk koşmaktan
kaynaklanan bir dalâlet idi. Oysa yeryüzünde şirkten daha büyük ve daha açık
bir dalâlet yoktur. Ancak onlar ümmî bir kavim idiler; okuma yazma
bilmiyorlardı. Bu yüzden de içinde bulundukları dalâletin farkında değillerdi.
İşte bu yüzdendir ki, Hazreti Peygamberin gönderilişi, önce Arablar, sonra da
bütün insanlar için bu dalâletten kurtuluş olmuştur ve bu yüzden bütün insanlık
ona minnet borçludur. [51]
165.
(Uhud'îa) başınıza bir felâket gelince, "(bizhakyolda olduğumuz halde) bu
nasıl olur?" mu diyorsunuz? Oysa bu felâketin iki katını siz, (Bedir'de)
düsmcnlannızın başına getirmiştiniz. (Ey Muhammedi Müslümanlara) de ki: Bu, kendi
kusunınuzdandır. Allah, şüphesiz, her şeye kaadirdir.
166. IH
ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen felâket de, Allah 'ui izniyle olmuştur.
Bu^mü'min olanları ayırdetmesi içindir.
167. Ve bir
de münafık olanları ortaya çıkarması içindir. Nitekim onlara, "gelin,
Allah yolunda savaşın; yahut düşmana karşı durun" denilince, "savaş
olacağını bÜsek, elbette size uyardık" demişlerdir. O gün onlar, îmandan
daha çok küfre yakındılar. Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı.
Allah, gizlediklerini en iyi bilendir.
168. (Ey Muhammedi) Evlerinde oturup da
kardeşlerine "bize itaat etselerdi, öldürül--mezlerdr diyenlere de Ar
"Madem ki öyle, eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz, ölümü kendinizden uzaklaştırın
bakalım!."
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde münafıklar tarafından Hazreti Peygambere İsnâd edilen gulûl
ve hıyaneti ondan nefyedip onu tebriye ettikten, onun Arablar arasından
çıkarılıp onlara Allah'ın âyetlerini okumak, onları maddî ve manevî
pisliklerden temizlemek, nefislerini ve akıllarını terbiye etmek için onlara
Kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle bulunduğu en büyük lütfü beyan ettikten,
zira bu lütufta bulunmazdan önce onların, şirk gibi dünyanın en ağır ve en açık
dalâleti içinde yüzdüklerini belirttikten sonra, yukarıdaki âyetlerinde,
konunun yine Uhud olması itibariyle, müslümanların bu savaşta maruz kaldıkları
mağlubiyetin kendi hataları yüzünden olduğunu ve bu felâketi de, Allah'ın, onlara
mü'min olanlarla münafıkları belli etmek için verdiğini, zira münafıkların
savaşmamak için çeşitli bahaneler uydurduklarını, savaşta ölenler hakkında ise,
"eğer bize itaat edip savaşa katılmasalar ve bizim gibi evlerinde
otursalardı, başlarına bu ölüm felâketi gelmezdi" dediklerini
açıklamıştır. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur:
[52]
165. (Uhud'ta) başınıza bir felâket gelince,
"(biz hak yolda olduğumuz halde) bu nasû olur?"
mu diyorsunuz? Oysa bu
felâketin üd katını siz, (Bedir'de) düşmanlarınızın başına getir- mistiniz. (Ey
Muhammedi Müslümanlara) de ki: Bu kendi
kusurunuzdandır. Allah, şüphesiz, her
şeye kaadirdir.
166. iki
ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen
felâket de, Allah'ın izniyle olmuştur. Bu, mü'minj)lanlan ortaya çıkarması içindir.
167. Ve bir
de münafık olanları ortaya çıkarması içindir. Nitekim onlara, "gelin,
Allahyolunda savaşın, yahut düşmana karşı durun" denilince, "savaş
ölacaguu bilsek, elbette size uyardık" demişlerdir. O gün onlar, imandan
daha çok küfre yakındılar. Kalblermde olmayanı ağızlanyle söylüyorlardı.
Allah, gizlediklerini en iyi bilendir.
168. (Ey
Muhammedi) Evlerinde oturup da kardeşlerine "bize itaat etselerdi,
öldürülmezler-dV diyenlere de ki' "Mademki öyle, eğer doğruyu söyleyen
kimseler iseniz, ölümü kendinizden uzaklaştırın bakalım".
165
Müslümanlar, Bedir'de, Uhud'ta olduklarından daha zayıf idiler; buna rağmen
müşriklere karşı ezici bir üstünlük sağlamışlar, müşrik reislerini öldürüp
onları hezimete uğratmışlardı. Uhud'ta ise, bunun tama-miyle aksi cereyan
etmişti. Gerçi müşriklere nisbetle yine zayıf idiler, fakat bu zayıflık Bedir'deki
kadar değildi. Böyle olduğu halde hezimete uğrayanlar, bu sefer müslümanlar
olmuştu. Şimdi kendi kendilerine ve biribirilerine soruyorlardı: Bu hezimet
nereden çıktı? Nasıl olup da müşrikler karşısında mağlupolmuşlardı? Hak yolda
olanlar kendileri değiller mi idi? Aslında bu soruları sormamaları ve
mağlubiyetlerine bu derece şaşırmamaları gerekirdi. İşte bu âyet-i kerîmede
Allahu Ta'âlâ onlara bu durumları göstererek buyuruyor ki: Uhud'ta başınıza
gelen bu felâketi neden garib karşılıyorsunuz? Buradaki mağlubiyetiniz, elbette
Bedir'deki zaferiniz derecesinde değildir; ancak Bedir'de Allah'ın size olan
lütfunu ve yardımını neden unutuyorsunuz? O lütuf ve yardım sebebiyle değil
midir ki siz onlara, hem Bedir'de, hem Uhud'ta okçular yerlerini terketmeden
önce iki defa gâlib gelmiştiniz; fakat okçuların yerlerini terketmelerinden
sonra onların size gâlib gelmelerine niçin hayret ediyorsunuz? Dünya işlerinin
aynı minval üzere gitmeyeceğini, her şeyin Allah'ın değişmeyen sünneti üzere
cereyan ettiğini bilmiyor musunuz?
Mağlubiyetinizin asıl
sebebi sizlersiniz; çünkü bazı hususlarda Haz-reti Peygambere muhalefet edip
karşı koydunuz:
1) Müşrikler
Uhud'a gelip mevzilendiklerinde Peygamberiniz onları Medîne'de karşılamak ve
onlarla Medîne sokaklarında savaşmak görüşünde idi. Fakat siz aranızda ihtilâfa
düşüp münakaşa ettiniz ve savaş alanının Uhud'a kaydırılmasına sebep oldunuz.
2)
Peygamberiniz önemli bir mevziye sizi yerleştirmiş ve ne olursa olsun bu
mevziyi terketmemenizi size emretmişti. Fakat siz ganimet hırsiyle
Peygamberinizin emrine muhalefet ettiniz ve terkediimemesi gereken yeri
terketmek suretiyle düşmanın sizi arkadan kuşatmasına imkân verdiniz. Şüphe
yoktur ki her akıbet, onu hazırlayan bir davranışın sonucudur. Mağlubiyetiniz
de işte bu muhalefetinizin ve isyanınızın sonucu olmuştur. Oysa Allah size
büyük günâhları terketmeniz halinde zafer vadetmiş ve "evet, sabreder ve
Allah'tan sakınırsanız, onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabbınız size
işaretlenmiş beş bin melekle yardım edef* buyurmuştu. Fakat siz, sabır
göstermediniz ve Peygamberinize karşı geldiniz; Rabbınız da sizden yardımını
kesti.
Eğer siz sabır
gösterip sebat etmiş olsaydınız, Allah size yardım eder ve zafere ulaştırırdı.
Zira O her şeye kaadirdir. Şu var ki O, yardımını da, vereceği zaferi de bir
takım sebeplere bağlamış, mü'min ve kâfiri bundan müstesna kılmamıştır.
Aranızda Peygamberin bulunması, Allah'ın sünnetine muhalefet etmeniz
dolayısıyle müstehak olduğunuz akıbetten sizi kurtarmamıştır. [53]
166-167 Şunu
da unutmamanız gerekir ki, iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen bu
felâket, Allah'ın izni ve mutlak iradesiyledir. Yoksa kudretindeki kusur veya
noksanlık sebebiyle değildir. Keza içinizde Peygamberin bulunmasının da, O'nun
kudretini engelleyen hususlardan olmadığı açıkça bellidir. O halde bu,
Allah'ın iradesiyle ortaya çıkmış bir neticedir ki, bu neticenin bir takım
sebepleri vardır ve bu sebepleri de sizler kendi ellerinizle hazırladınız.
Nitekim bir asker, bir hata yapar ve kumandanın emrine aykırı hareket eder de bu
hareket, sizin başınıza gelen felâketin benzerinin veya daha ağırının gelmesine
sebep olur. Böyle bir felâkete uğramanızın sebebi de, düştüğünüz hatanın ve
işlediğiniz günâhın, size neye malolduğunu Allah'ın size göstermesi ve sizin de
bundan ibret alarak aynı hataya bir daha düşmemenizdir. Böylece içinizden
cihada çıkmış olan gerçek mü'minlerle, mü'min olduklarını söyleyip de
içlerinde nifakı gizleyen münafıklar da apaçık belli
olacaktır. Nitekim o
münafıklara, "gelin Allah yolunda savaşın; yok eğer savaşmaya gücünüz
yetmiyorsa, düşmana karşı nefsinizi, ailenizi ve malınızı koruyun"
denildiği zaman, "savaş olacağını bilsek, arkanızdan gelir, sizi yalnız
bırakmazdık; fakat görülüyor ki iş, savaş olmadan sona erecek" derler.
Rivayet olunduğuna
göre bu âyet, münafıkların reisi Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl ve adamları
hakkında nazil olmuştur. Bunlar, üç yüz kişi idiler ve Hazreti Peygamberin
ashabıyle birlikte bin kişi olarak Medîne'den çıkmışlar, fakat sonra
"onlardan ayrılarak savaşa katılmamışlardı. Böylece Hazreti Peygamber,
sadece 700 kişiyle savaşmak zorunda kalmıştı.
Münafıkların
"savaş olacağını bilsek, arkanızdan gelirdik" demeleri tam bir nifak
alâmeti idi. Zira onlar, müşriklerle asiâ savaşmak istemiyorlar, fakat her
zaman olduğu gibi, müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay
ettiklerini düşünüyorlardı. Asıl istedikleri de, müslümanların müşrikler
karşısında mağlûb olmaları ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi. Onların
bu istekleri hal ve davranışlarından o kadar belli oluyordu ki, müslümanlara
söyledikleri hoş sözlerin bir nifak alâmeti olduğu açıkça anlaşılıyordu.
Nitekim âyet-i kerîmede buna da işaret edilmiş ve "savaş olacağını bilsek,
elbette size uyardık" demeleri sebebiyle, Allahu Ta'âlâ "o sırada
onlar, îmandan çok küfre yakın idiler" buyurmuştur.
Mamafih burada şunu
belirtmek gerekir ki, Allahu Ta'âlâ, onlardan bahsederken "kâfir
idiler" demek yerine, küfre daha yakın olduklarını söylemiştir ki, bunda,
küfrünü açıkça izhar etmeyen kimselerin tekfir olunamayacaklarına bir işaret
vardır. Nitekim Hazreti Peygamber de münafıklara kâfir muamelesi değil, mü'min
muamelesi yapmıştır. Hattâ Uhud vak'asından bir kaç sene sonra vefat eden
münafıkların lideri Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl'un cenaze namazını bile
kılmıştı. Ancak Tebûk gazvesinde küfürlerinin açıklık kazanması üzerine, Allahu
Ta'âlâ, münafıklar hakkında Tevbe sûresinin 84üncü âyetini indirmiş ve
"Münafıklardan ölen hiç kimsenin namazını sakın kılma ve kabri başında da
durma; çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmişler ve fâsık olarak
ölmüşlerdir" buyurmuştur. Tevbe sûresinin bu âyeti nazil oluncaya kadar
münafıkların mü'min muamelesi görmeleri, küfrü içlerinde gizlemeleri ve onu
açığa vurmamaları sebebiyle idi. Allah, şüphesiz, onların kalblerinde olanı
biliyordu. Hattâ cihaddan kaçmaları bile küfür alâmetlerinden biri İdi. Ancak1
yukarıdaki âyetlerinde bunu açıklamamış, belki tevbe edip gerçek îmana
dönmeleri için onlara fırsat vermiştir. Aksi halde bunlar, küfrü izhar etmemiş
olmalarına rağmen, kendilerinde görülen bazı nifak alâmetleri sebebiyle kötü
muameleye maruz kalırlar ve tevbe etme fırsatından faydalanamazlardı.
Davranışları küfre
îmandan daha yakın olan bu münafıkların başlıca özellikleri, ağızlarıyle
kalblerinde olmayanı söylemeleri idi;
yani yalancılıkları... Dilleri îmandan sözediyordu amma kalblerinde
küfür gizli idi. Nitekim Uhud'ta da "eğer savaş olacağını bilseydik, size
tâbi olurduk" demişlerdir. Aslında savaş olacağını biliyorlardı; çünkü
müşrikler Mekke'den kalkıp Uhud'a kadar gelmişler, Hazreti Peygamber de
ashabıyle birlikte Medîne'den çıkmış, Uhud'un yolunu tutmuştu. Müşrikler
güçlerine güveniyorlardı ve Bedir'İn intikamını almak istiyorlardı. Binâenaleyh
savaşın olmaması için hiçbir sebep yoktu. Buna rağmen münafıklar "eğer
savaş olacağını bilseydik, size tâbi olurduk" demişler ve başka hiçbir
sebebe dayanmadan, Hazreti Peygamberin ordusundan ayrılmışlardı. Bu, savaştan
kaçmak ve müslümanları müşrikler karşısında yalnız ve zayıf bırakıp
mağlubiyetlerini beklemekten başka bir manâya gelmiyordu. Fakat onlar ne
düşünürlerse düşünsünler ve kalblerinde ne gizlerlerse gizlesinler, Allah
onların gizlediklerini elbette en iyi bilendi. Binâenaleyh onların ne
küfürleri, ne de nifakları kendilerine asla fayda vermeyecek, dünyada ve
âhırette yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir. [54]
168 İşte o
"savaş olacağını bilsek, size tâbi olurduk" deyip de savaşmaktan
kaçan münafıklar, Allah yolunda öldürülen kardeşleri hakkında da demektedirler
ki: Eğer bize itaat etselerdi ve bizim gibi savaşa katılmasalardı, elbette
öldürülmezlerdi. Nitekim biz de savaşmadık ve öldürülmedik. Ey Muhammedi Böyle
diyen o münafıklara sen de de ki: Madem ki bu sözü söyleyebilecek kadar
kendinize güveniyorsunuz, o halde siz-ölüm sebeplerini de hakkıyle biliyorsunuz
ve onları ilminizle çepeçevre kuşatmışsınız, demektir. Eğer gerçekten bunun
böyle olduğuna inanıyorsanız ve bu inancınızda da samimi iseniz, haydi
başınıza gelecek ölümden kendinizi kurtarın bakalım. Fakat hayır; bunu asla
başaramayacaksınız. Sizin hiçbir surette bilemeyeceğiniz bir sebeple ölüm sizi
yakalayacak ve siz ne olduğunu anlamadan kendinizi ölümün pençesinde
bulacaksınız. Bu itibarla savaşa katılıp da ölenler hakkında ileri sürdüğünüz
ölüm sebebi, sizin yanlış zannınızdan başka bir şey değildir. Eğer sizin
zannettiğiniz gibi olsaydı, savaşan her asker ölür, savaşmayana ise ölüm
gelmezdi. Şimdi siz, Allah yolunda cihaddan kaçtığınız için, ölümün*size
gelmeyeceğini mi zannediyorsunuz? Bekleyin ve görün! [55]
169-170
Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Aksine onlar, Rablan katında diri olup,
Allah'ın fadl u kereminden kendilerine verdiği (§ehtdlik mertebesinden)
sevinçli bir §ekilde (O'nun sayısız nimetleriyle) nzıklandtrüırlar ve
arkalarında kalıp da henüz kendilerine katılmamış olan (kardeş) lerine, hiçbir
korku bulunmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelerler.
171.
(Onlara) Allah'tan gelecek bir nimeti ve fazlasını da müjdelerler. Allah,
şüphesiz, mü'minlerin (hakettikleri) mükâfatı asla zayi etmez.
172. (Uhud'ta) kendilerine isabet eden (ağır) yaradan
sonra, Allah'ın ve Peygamberin davetine icabet edenlerve birde içlerinden iyilikte
bulunup Allah 'tan sakınanlar için son derece büyük mükâfat Vardır.
173. Onlara bazı kimseler," (size dü§man
olan) insanlar, size karşı~biraraya geldiler; bu
sebeple onlardan
korkun" demişlerdir de, (bu söz), onların îmanını artırmış ve "Allah
bize yeter; O, ne güzel bir vekildir" demişlerdir.
174. (Nitekim
o düşmanla karşılaşmak için çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir kötülük
dokunmadan, Allah 'tan gelen bir nimet ve kârlı bir ticaret ile geri dönmüşler
ve (bu hareketleriyle) Allah 'm rızasına da uymuşlardır. Allah, son derece
büyük lütuf sahibidir.
175. (Düşmanların size karşı birleştikleri
haberini getiren adam), sadece sizi dostlarıyla korkutan şeytandır. Eğer gerçekten
mü'min kimseler iseniz, onlardan korhnayıp benden korkun.
Allahu Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde, yine Uhud savaşından sözederek, bu savaşta müslümanların
uğradıkları hezimetin kendi hataları yüzünden ileri geldiğini, ancak bununla,
Allah'ın, mü'min olanlarla münafık olanları ortaya çıkardığını, zira
münafıkların çeşitli bahaneler ileri sürerek savaştan kaçtıklarını, özellikle
kendilerine "gelin siz de bizimle birlikte Allah yolunda cihad edin; yahut
düşmana karşı canınızı, malınızı ve ehlinizi koruyun" denildiğinde
"savaş olacağını bil-sek sizin arkanızdan gelirdik; fakat bu iş savaşsız
bitecek" dediklerini, savaşa katılıp da ölenler hakkında ise, "eğer
bizi dinleselerdi ve bizim gibi savaşa katılmasalardı elbette öldürülmezlerdi"
gibi asılsız görüşler ileri sürdüklerini, zira öjümün savaşa katılmaktan değil,
Allah'ın kaza ve kaderiyle vukubulduğunu açıkladıktan ve kimin hakkında
öldürülmesi takdir olunmuşsa, bunu kendisinden uzaklaştıramayacağını, hakkında
ölüm takdir olunmayanın ise, artık Allah yolunda cihada çıkmaktan korkmaması
gerektiğini belirttikten sonra, yukaFidaki âyetlerinde, Allah yolunda
öldürülenlerin halini ele alarak bunlara ölü denilemeyeceğini, onların Rabları
katında şehîd ve diri olduklarını, Allah'a müstesna bir yakınlıkları ve üstün
bir dereceleri bulunduğunu, bu itibarla Allah'ın hudutsuz ikramına nail
olduklarını beyan etmiştir. Kur'ân-ı Kerîmin şehîdler hakkındaki bu açık ve
kesin beyanları dolayısıyledir ki, gerçek mü'minler, Allah yolunda cihada çıkıp
İslâm düşmanlarıyla savaşırken öldürülmeyi büyük bir arzu ile temenni ederler.
Bu âyetlerin nüzul sebeplerinden biri olarak zikredilen ve
[56]şunları anlatır: Bir gün Allah'ın Rasûlü bana rastladı
ve dedi ki: "Ne o ey Câbir, seni çok bedbin görüyorum"? Ona şu
cevabı verdim: "Ey Allah'ın Rasûlü! Babam şehîd düştü ve bana bakıma
muhtaç bir aile ve ödenecek borç bıraktı". Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü
şöyle buyurdu: "Babanın Allah'a nasıl kavuştuğunu sana müjdeleyeyim
mi?" Ben "evet" deyince, Allah'ın Rasûlü buyurdu ki:
"Allah, hiç kimseyle perde arkasından başka bir şekilde konuşmaz. Fakat
babanı diriltti; onunla yüzyüze konuştu ve dedi ki: Ey kulum! Benden dile ki
sana vereyim. O da: Ey Rabbım! Beni tekrar dünyada dirilt de senin yolunda
ikinci defa öldürüleyim, dedi. Al-lahu Ta'âlâ ona şöyle buyurdu: Hiç kimsenin
geri döndürülmeyeceği hususundaki takdirim sebkat etti. Baban da dedi ki: Ey
Rabbım! Bunu arkamdakilere de duyur. Bunun üzerine Allah bu âyeti inzal
buyurdu".
[57]tarafından nakledilen başka bir hadîs-i şerifte, İbn
Abbâs (r.a.), Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
"Kardeşleriniz Uhud'ta şehid olunca, Allah, onların ruhlarını yeşil
kuşların içlerine koydu. Şimdi onlar, cennetin ırmaklarına gider gelirler,
meyvelerinden yerler ve Arşın gölgesinde asılı duran kandillere konarlar.
Yedikleri ve içtikleri yerin temizliğini ve yattıkları yerin güzelliğini
görünce, keski kardeşlerimiz de bizim durumumuzu bilselerdi de cihaddan geri
kalmasalardı, derler. Bunun üzerine Allahu Ta'âlâ "ben onlara haber
veririm" demiş ve bu âyetleri indirmiştir".[58]
169-170
Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Aksine onlar, Rabları katında diri,
olup, Allah 'in fadl u kereminden kendilerine verdiği (şehid-likmertebesinden)
sevinçlibir şekilde (O'nun sayışa nimetleriyle) ruüdandtrüırlar ve arkalarında
kalıp da henüz kendilerine katılmamış olan (kardeş) lerine, hiçbirkorku
bulunmadığını ve mahzun da olmayacaklarını müjdelerler.
171.
(Onlara) Allah 'tan gelecek bir nimeti ve fazlasını da müjdelerler. Allah,
şüphesiz, mü'minlerin (hakettikleri) mükâfatı asla zayi etmez.
169-170
Allahu Ta'âlâ, bu âyet-i kerimede, münafıkların "bize itaat edip de savaşa
katılmasalardı, öldürülmezlerdi" şeklindeki sözlerini işiten, yahut bu
sözlerin delâlet ettiği, savaşa katılıp da öldürülen kimsenin yokolup gittiği
veya yokluğa karıştığı manâsına inanarak öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden
kimseye hitap ederek buyuruyor ki: Ey bu sözleri işiten kimse! Allah yolunda
savaşırken öldürülen ve şehid düşenlerin sakın ölü olduklarını zannetme. Hayır
onlar ölü değil diridirler ve Rabları katında rızıklandırıp durmaktadırlar.
Allahu Ta'âlânın,
"Allah yolunda öldürülen kimseler" olarak tavsîf ettiği şehidlerin
diri olarak bulundukları âlem, hiç şüphesiz bu âlem değildir ve Allah orasını
şehidler için daha hayırlı olması dolayısıyle onlara tahsis etmiştir. Yine
orası, şerefi ve yüceliği dolayısıyle inde Rab-bihim (Rablarının katı) olarak
tarif edilmiş ve şehidlerin orada rızıklandırılıp durdukları açıklanmıştır.
Ancak âyet-i kerîmede zikredilen dirilik, yahut şehîdlerin hayatta olmaları
keyfiyeti, gayba taalluk eden bir husus olması dolayısıyle gerçek manâsını
tahkik ve tesbit etmek mümkün değildir. Bu hususta ileri sürülen birbirinden
farklı görüşler, gayba taalluk eden konularda en uygun izah tarzının, tevil ve
tahrife kaçmadan Kur'ân âyetinin delâlet ettiği manâ olduğunu göstermektedir.
Buna göre demek gerekir ki, şehîdler, Allah katında dipdiri olup
rızıklandırılmaktadırlar; şu var ki, bu diriliğin keyfiyetini Allah'tan başka
kimse bilmez.
Âyet-i kerîmenin anlaşılan
bu zahir manâsına rağmen bazı mutezile kelâımcıları, "onlar
diridirler" ibaresini tevil ederek ona "âhırette diri
olacaklardır" manâsı vermişlerdir. Mutezilenin bu görüşü kabul edildiği
takdirde, âyet-i kerîmede şehîdlere tahsis edilmiş olan onların ölü olmayıp
Rabları katında diri olarak rızıklandırılmaları hususundaki ilâhî beyanın
özelliği iptal edilmiş olacaktır. Zira sair ölüler de kıyamete kadar ölü olarak
kalacaklar ve şehîdlerle aralarında hiçbir fark bulunmayacaktır. Halbuki
âyet-i kerîmede "Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma" denilmiştir.
Buna göre şehîdlerin diğer ölüler gibi yalnız kıyametten sonra değil, fakat
kıyamete kadar ve kıyametten Önce de ölü olmadıklarını gösteren bir özellikleri
vardır ki, fsunun keyfiyetini, biraz önce de belirttiğimiz gibi Allah'tan başka
kimse bilmez.
Mutezilenin açıklamaya
çalıştığımız bu görüşünü kabul etmek mümkün olmadığı gibi, diğer bazılarının,
şehîdler, halkın dilinde güzel sözlerle anıldıkları ve onlardan sena ile
bahsedildiği için diri sayılırlar, şeklindeki izah tarzlarını, bazılarının,
onlar, kabirlerinde cesedleriyle birlikte diri olup bizim gibi yerler, içerler
ve evlenirler şeklindeki açıklamalarını, bazılarının ise, cesedleriyle birlikte
gökyüzüne, Arş'ın altına yükseltilip orada izaz ve ikram edilirler ve saadet
içinde yaşarlar, şeklindeki görüşlerini de kabul etmek mümkün değildir.
Bunların hepsi de, delilsiz, mesnedsiz birer iddiadır; zira gaybı Allah'tan
başka kimse bilmez. Bu sebepledir ki, en doğru yoi, âyet-i kerîmenin zahir
manâsını kabul etmek, bundan ötesi için de "ancak Allah bilir"
demektir. Buna göre şehîdler, Allah katında diridirler ve Allah'ın fadl u
kereminden kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetler dolayısıyle son derece
mesrurdurlar; neş'e ve sevinç içindedirler. Onlara Allah'ın fadl u kereminden
ihsan edilmesi, hak ettikleri mükâfatın üstünde bir ihsana mazhar olmaları
manâsındadir. Zaten sevinç içinde olmalarının bir sebebi de budur. Fâtır
sûresinin 30 uncu âyetinde fadim bu manâsı açıklanmış ve şöyle buyurulmuştur: "Allah,
onların mükâfatlarım onlara tam olarak verir; fadl u kereminden de onlara
artırır".
Şehîdlik mertebesine
eriştikten sonra, Allah katında dipdiri olarak O'nun fadl u kereminden
ziyadesiyle istifade eden bu mü'minler, içinde bulundukları o sevinçli ve güzel
hayatı, henüz şehîdlik mertebesine erişmeyip geride kalan kardeşleri için de
temenni ederler ve onların da Allah yolunda cihad ederken ciddiyeti ve
samimiyeti elden bırakmadan kendilerine katılmalarını isterler. Bu temenni ve
istekte hudutsuz nimete sahip oiup da, aynı nimete kardeşlerinin de sahip
olmalarını arzu eden kimselerin duygusu hâkimdir. Bu itibarla geride
bıraktıkları kardeşlerine, ebedî hayata kavuşmanın zevkini, hiçbir korku ve
endişenin, hiçbir üzüntü ve kederin zedelemeyeceğini müjdelerler. [59]
171 Keza
onlara, dünyadaki amellerinin karşılığı olmak üzere kazandıkları sevabı ve
bunun mükâfatını, ayrıca Allah yolunda öldürülüp şehîd olanlara mahsus olmak
üzere, Allah'ın fadi u kereminden kendilerine ziyade edilen nimeti de
müjdelerler. Binâenaleyh Allah, şehîd olan mü'minlerin ecir ve sevabından
hiçbir şey zayi etmez. Fazladan ihsan ettiği mükâfattan ayrı olarak, hepsini
tastamam verir.
172.
(Uhud'ta) kendilerine isabet eden (ağır) yaradan sonra, Allah'ın ve Peygamberin
davetine icabet edenler ve bir de içlerinden iyilikte bulunup Allah'tan
sakınanlar için son derece büyük mükâfat vardır.
173. Onlara
bazı kimseler, "(size düşman olan) insanlar, size karşı biraraya
geldiler; bu sebeple onlardan korkun" demişlerdir de, (bu söz), onların
îmanını artırmış ve "Allah bize yeter; O, ne güzel bir veldl'dir"
demişlerdir.
174. (Nitekim
o düşmanla karşılaşmak için çıktıktan sonra) kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan
Allah'tan gelen bir nimet ve kârlı bir
ticaret ile geri dönmüşler ve (bu hareketleriyle) Allah'ın rızasına da
uymuşlar-[l dır.
Allah, son derece büyük lütuf sahibidir.
175. (Düşmanların
size karşı birleştikleri haberini getiren adam), sadece sizi dostlarıyle korkutan
şeytandır. Eğer gerçekten mü'min kimseler iseniz, onlardan korkmayıp benden
korkun.
172
Allah'ın.ecir ve sevabından hiçbir şey zayi etmediği, üstelik daha da artırarak
fadl u kereminden ihsanda bulunduğu mü'minlerin, Rab-larından bu derece
hudutsuz lütuf görmelerine sebep olan güzel amellerinin başında Allah'ın ve
Rasûlünün davetine icabet etmeleri ve savaştan yara alarak çıkmış olmalarına
rağmen, kendilerinden istenen işi en mükemmel bir şekilde yapmaları gelir.
Bunlar, kendilerinden beklenen işi yaparken, eksik veya kusurlu yapmanın
akıbetinden sakınırlar ve onu kusursuz tamamlamaya çalışırlar. İşte böyle
mü'minler için büyük bir ecir vardır.
Âyet-i kerîmede,
Allah'ın ve Rasûlünün davetine icabet edip de işlerini en iyi yapanlarla, bazı
sebepler yüzünden iyi yapamayanların minhum lafzıyle ayırt edildikleri görülür.
Buna göre âyette va'dedilen büyük ecir, işlerini en iyi yapan mü'minler
içindir.
İbn Abbâs'tan rivayet
olunduğuna göre, müşrikler Uhud'tan ayrıldıktan sonra biribirlerine şöyle
demişlerdi: "Ne Muhammed'i öldürebildik, ne de cariyeler ele geçirebildik.
Geri dönüp şunların işini bitirelim". Hazreti Peygamber, müşriklerin bu
düşüncelerini haber alınca müslümanları onları karşılamaya teşvik etmiş,
müslümanlar da Hazreti Peygamberin bu davetine uyarak Hamrâ'u'l-Esed denilen
yere gelmişlerdi. Ancak müşrikler, önümüzdeki yıl karşılaşırız, diyerek geri
dönmüşler, Hazreti Peygamber de ashabıyle birlikte Medine'ye avdet etmişti.
Burada herhangi bir savaş olmamasına rağmen, müslümanların Hamra'u'l-Esed'e
seferleri bir gazve addedilmiş, yukarıdaki âyet-i kerîmeler de bu sefer üzerine
inzal olunmuştur.
Uhud hezimetinden
sonra müslümanlara hissedilir bir zafiyetin arız olduğuna şüphe yoktur. Buna
rağmen aralarında yaralıların da bulunduğu kalabalık bir gurup, Hazreti
Peygamberin daveti üzerine müşriklerle karşılaşmak için yeniden harekete
geçmiş ve Hamra'u'i-Esed'e kadar gelmiştir. Bazı müslümanlar ise, ya kendi
şahıslarından ya da ailelerinden kaynaklanan bazı sebepler veya engeller
yüzünden bu sefere katılamamıştır. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmede işlerinde
kusur işlemekten sakınıp onu iyi yapanlardan murad, bu sefere katılanlardır ve
bu sebeple büyük bir ecre müstehak olmuşlardır. [60]
173 Allah'ın
büyük ecrine müstehak olan mü'minler, o kimselerdir ki onlara "sizin
düşmanlarınız olan müşrikler, sizi tamamiyle yok etmek için yeniden biraraya
geldiler; bu sebeple onlardan korkun" denildiğinde, îmanları bir kat daha
kuvvetlenip "Allah bize yeter; O ne güzel bir Vekîl-'dir" derler.
Filhakika bazı
rivayetlerden öğrenildiğine göre, müşriklerin lideri Ebû Sufyân Uhud'tan
ayrılırken Hazreti Peygambere "seninle Bedir mevsiminde tekrar
karşılaşacağız; çünkü arkadaşlarımızı siz o zaman öldürmüştünüz. Korkak olan
geri döner; cesur olan da, silâhlarını ve ticaret mallarını alır gelir"
demiş, fakat Bedir mevsiminde içine düşen bir korku sebebiyle müslümanların
karşısına çıkmaya cesaret edememişti. Bununla beraber Mekke'de rastladığı Nuaym
İbn Mes'ûd'u, hazırladıkları ordudan sözederek müslümanları korkutması için
telkînde bulunmaya ikna etmiş, o da Medine'ye dönüşünde müşriklerin kuvvetinden
sözetmeye başlamıştır. Ancak Hazreti Peygamber 'tek başıma da kalsam
kararlaştırılan zamanda çıkacağım" demiş ve yetmiş süvari ile birlikte
yola çıkmıştır. Askerlerin hepsi de yol boyunca hasbuna'llah ve ni'me'l-vekîl
(Allah bize yeter; O ne güzel Vekîl'dir) diyorlardı. Bu şekilde Bedir'e kadar
gelmişler ve orada sekiz gün kalarak Ebû Sufyân'ı beklemişler, ancak hiç
kimseyle karşılaşmamışlardır. Oysa Ebû Sufyân, o sıralarda bin kişilik
ordusuyla Mekke'ye geri dönmüş bulunuyordu. Müslümanlar ise,
Bedir çarşılarında, yanlarındaki
ticaret mallarını satarak kârlı
alışverişlerde bulunmuşlar, sonra da sağ salim Medine'ye dönmüşlerdir.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Ebû Sufyân, bazı münafıklar vâsıtasiyle müslümanların
kalblerine salmak istediği korkuyu salamamış ve onları savaş vakti
savaşacakları yere gelmekten alıkoyamamıştır, Aksine, i düşmanların
müslümanlara karşı birleştikleri ve korkulacak bir kuvvet | oluşturdukları
söylentisi, müslümanların Allah'a olan îmanlarını ve' güvenlerini daha da
artırmış, peygamberlerinin emrinde Allah için savaşma azimlerini de
kuvvetlendirmiştir. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamberin ardında savaş yerine
giderlerken hasbuna'llah ve ni'me'l-vekîl sözünü dillerinden hiç
düşürmemişlerdir. Onların bu hali, Allahu Ta'âlâ'nın, Ahzâb sûresinin 22'nci
âyetinde beyan ettiği mü'minlerin haline ne kadar çok benzemektedir:
"Mü'minler, düşman gruplarını gördükleri zaman, İşte bu, Allah'ın ve
Rasûlünün bize va'dettiğidir. Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir. Bu, ancak
onların îman ve teslimiyetlerini artırmıştır".
Burada, gelen
rivayetlerle ilgili olarak bir hususa işaret etmekte
fayda vardır. Daha
önce de açıkladığımız gibi, müşrikler, Uhud'tan ayrıldıktan sonra, gerek
Muhammed'i öldüremedikleri ve gerekse cariyeler ele geçiremedikleri
gerekçesiyle geri dönüp bu isteklerini gerçekleştirmeyi düşünmüşler, sonra da
bundan vazgeçerek Mekke'ye geri dönmüşlerdi. Hazreti Peygamber ise, müşriklerin
düşüncelerini haber alarak ashabiyle birlikte düşmanı karşılamak üzere Hamrâ'u'l-Esed
denilen ve Medine'ye sekiz mil mesafede bulunan mevkie gelmişler, hiç kimseyi bulamayınca da
Medîne'ye avdet etmişlerdi. İşte yukarıdaki âyet-i kerîmenin bu hâdiseden sonra
nazil olduğu söylenirse de, diğer bazı rivayetlerde onun, biraz önce özetlediğimiz
Bedru's-Suğrâ ile ilgili olduğu görülür. Oysa Hamrâ'uİ-Esed, Uhud gazvesinin
hemen akabinde cereyan eden olayla ilgili olduğu halde, Bedru's-Suğrâ Bedir
mevsiminde, daha sonraları vukubulmuştur. [61]
174 Mamafih
müslümanların düşmanla karşılaşmak üzere çıktıktan sonra, hiç savaşmadan, hiç
ölüm ve yaralanma tehlikesiyle karşılaşmadan, kısacası kendilerine hiçbir
kötülük dokunmadan, sadece Allah'tan gelen bir nimet ve kârlı bir ticaretle
geri döndükleri düşünülür ve âyet-i kerîme bu manâda tefsîr edilirse, onun,
Bedru's-Suğrâ'da nazil olduğu sonucuna varılır.
Ayrıca müslümanlar, bu
seferlerinde, hem Allah'ın, hem de Peygamberin emirlerine uymak suretiyle,
dünya ve âhırette necat ve saâdate vesüe olan Allah'ın rızasını da
kazanmışlardır. Allahu Ta'âlâ,
gerek mü'minlerin
kalblerindeki îmanı kuvvetlendirmek, gerek onları büyük arzu ile cihada
çıkmalarını sağlamak, gerek düşmana karşı cesaretlendirmek ve gerekse
dokunabilecek kötülüklerden onları korumak bakımından son derece lütufkârdır.
Âyet-i kerîme, bu gerçeği açıklamakla, Hazreti Peygamberle birlikte sefere
çıkan mü'minleri güzel akıbetle müjdelerken, geride kalanların kalblerine
hüsran ve pişmanlık sokmuştur. Zira ister maddî, ister manevî olsun, bu
seferlerinden kârlı bir ticaretle geri dönenler ve Allah'ın rızasını
kazananlar, Hazreti Peygamberle birlikte bu sefere katılan mü'minlerdir.
Diğerleri ise, bundan mahrum kalmışlardır. [62]
175 Allahu
Ta'âlâ, bu âyet-i kerîmede, müslümanlara, "düşmanlarınız, büyük bir
kalabalık halinde size karşı biraraya geldiler; bu sebeple onlardan
korkun" diyerek gözdağı vermek ve içlerine korku salarak müşriklere karşı
harekete geçmelerini önlemek isteyen kimselere tekrar dönerek bunların şeytan
olduğunu ve dostları olan müşriklerle müslümanları korkutmak istediklerini
haber vermiştir. Müfessirler, bu âyet-i kerîmede şeytan olarak isimlendirilen
kimsenin, veya kimselerin tayininde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bazılarına göre, bu, Ebû Sufyân'dır, Nitekim müşriklerin lideri olan bu şahıs,
Uhud'tan sonra ikinci bir Bedir'le müslümaniarı korkutmak istemiştir. Diğer
bazıları bunun, Ebû Sufyan tarafından mûslümanların içine korku salmakla
görevlendirilen Nu'aym İbn Mes'ûd olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her iki görüşe
göre, şeytandan murad ins şeytanıdır ve şu manâ kasdedil-miştir: "Size
karşı, düşmanlarınız, kuvvetli bir şekilde biraraya geldiler. Binâenaleyh
onlardan korkun, diyen yahut bu manâda içinize vesvese sokan, şeytandan başkası
değildir. Sizi, dostları olan Mekkeli müşriklerle korkutmak istiyorlar ve size
diyorlar ki: "Sizin için hayırlı olan, oturup onlara karşı
çıkmamantzdır".
Diğer bazı
müfessirlere göre, âyet-i kerîmede sözü edilen şeytan cin şeytanıdır ve Bakara
sûresinin 268 İnci âyetinde "şeytan size fakirliği va'dedip kötülüğü
emreder" denildiği gibi, burada da müslümanları kendi dostlanyle korkutma
hevesindedir. Ne var ki, âyet-i kerîmede kas-dedilen şeytan, ister ins şeytanı
olsun, ister cin şeytanı olsun, onun, Allah'ın dostlarını korkutması mümkün
değildir. Binâenaleyh gerçek mü'minler, müşrik olsun münafık olsun, Allah'tan
başka hiç kimseden korkmazlar. Onlar yalnız Allah'tan, Allah'ın emirlerine
karşı gelmekten korkarlar. Çünkü onların asıl dostu, asıl yardımcısı ve asıl
velisi O'dur ve O'nun Bakara sûresinin 249 uncu âyetindeki va'dini hiçbir zaman
unutmazlar. Bu âyetinde O, şöyle buyurmuştur; "Nice az topluluk,
Allah'ın izniyle, çok
topluluğa gâlib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir".
Müslümanların bu
âyet-i kerîmeden almaları gereken bazı dersler vardır. Bunları şöyle
özetleyebiliriz:
Âyet-i kerîmede
"eğer gerçekten mü'min kimseler iseniz, onlardan korkmayıp benden
korkun" denildiğine göre, bir mü'min, Allah'tan başka hiç kimseden
korkmaz; kısacası mü'min korkak olmaz. Bu itibarla mü'minin en bariz vasfı,
onun cesur oluşudur. Korkaklığın gerçek manâdaki sebebi ise, ölüm ve dünyevî
hırstır ki, mü'minin kalbi bunlara karşı boştur. İslâm'ın doğuşundan bu yana,
müslüman orduların savaşlarda gösterdikleri cesaret ve kahramanlık örneklerinin
sebebi de budur. [63]
176. (Ey
Muhammedi) Küfürde bhibirleriyle yanş edenler, seni üzüntüye sokmasınlar,
Onlar^ hiçbir şeyle Allah'a zarar veremeyeceklerdir. Allah, âhırette onlara
hiçbir âhıret sevabı vermeyi murad etmemiştir. Onlar için son derece büyük azâb
vardır.
177. îmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah 'a
hiçbir şeyle zarar veremeyeceklerdir. Onlar için çok acı bir azâb vardır.
178. Küfredenler zannetmesinler ki, bizim onlara
mühlet vermemiz, kendileri için hayırlıdır. Biz onlara mühlet vermişsek, (bu),
günahları daha da artsın diyedir. Onlar için rezil edici bir azâb vardır.
179. Allah, kötüyü iyiden ayırmadan, mü'min-îeri,
üzerinde bulunduğunuz şu hal üzere bırakacak değildin Allah, size gaybı bildirecek
de değildir. Fakat Allah, peygamherlerinden dilediğini seçer (ve ona kullarının
kalblerinde olanları bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine îman edin.
Eğer îman eder ve sakınırsanız, en büyük mükâfat sizindir.
Uhud savaşının
müslümanlar aleyhine müşriklerin galibiyetiyle neticelenmesi, bu arada Hazreti
Peygambere ve müslümanlara maddî ve manevî ağır yaraların isabet etmesi, bazı
münafıkları harekete geçirmiş, içlerinde gizledikleri küfrü açığa vurarak
yardımdan ve zaferden ümidlerini kesmelerine yol açacak davranışlarla onları
korkutmaya ve tehdit etmeye yeltenmişlerdi. Mü'mirilere şöyle diyorlardı;
Muhammed hükümranlık peşinde koşuyor. Ne var ki giriştiği iş, bazan lehine,
bazan da aleyhine neticeleniyor. Eğer o, Allah tarafından gönderilmiş bir
Peygamber olsaydı, şu savaşta hezimete uğramazdı.
Münafıkların
mü'minleri İslâm'dan soğutup uzaklaştırmaya matuf bu çeşit sözleri, Hazreti
Peygamberi son derece üzüyor, geçen zaman içinde de bu üzüntü giderek
artıyordu. İşte, yukarıdaki âyet-i kerîmeler, münafıkların üzerlerindeki nifak
örtüsünü atıp altındaki gerçek hüviyetlerini ortaya koymaları üzerine, Hazreti
Peygamberin tesellisi için indirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif
sûrelerinde, kâfirlerin îmandan yüz çevirmeleri, yahut Kur'ân'a veya Hazreti
Peygamberin şahsına saldırmaları sebebiyle üzülen Peygamberin nasıl teselli
edildiğini gösteren örneklere rastlamak mümkündür. Meselâ Mâide sûresinin 41
inci âyetinde şöyle buyurulmuştun "Ey Peygamberi Kalbleri îman etmemişken
ağızlarıyle inandık diyenler, yahudîlerden yalana kulak verenler ve başka
kavimler adına casusluk edenler son/ üzmesin". Kehf sûresinin 6 ncı
âyetinde "(Ey Peygamber!) Bu söze inanmayanların ardından üzülerek
neredeyse kendini mahvedeceksin", Fâtır sûresinin 8 inci âyetinde de
"(Ey Peygamber!) Artık onlara üzülerek kendini harab etme. Allah, onların
yaptıklarını elbette bilir" buyurulmuştur. İşte yukarıdaki âyet-i
kerîmelerde de Allahu Ta'âlâ, münafıkların küfrü ihtiyar ederek müslümanlar
aleyhine faaliyet göstermeleri karşısında büyük üzüntü duyan peygamberini
teselli etmiş, sonra da bu teselliyi tamamlamak maksadıyle, münafıkların bu
çeşit davranışlariyle hiçbir zarar veremeyeceklerini, fakat en büyük zararı
kendilerinin göreceğini ve yaptıklarının cezasını çok ağır bir şekilde
çekeceklerini haber vermiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [64]
176. (Ey muhammed!) Küfürde biribirleriyle yarış edenler,
seni üzüntüye sokmasınlar. Onlar, hiçbir şeyle Allah'a zarar veremeyeceklerdir.
Allah, âhırette onlara hiçbirâhıret sevabı vermeyi murad etmemiştir. Onlar
için son derece büyük azâb vardır.
177. îmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir
şeyle zarar veremeyeceklerdir. Onlar
için çok acı bir azâb vardır.
178. Küfredenler zannetmesinler ki, bizim onlara
mühlet vermemiz, kendileri için
hayırlıdır. Biz onlara mühlet vermişsek, (bu), günahları daha da artsın
diyedir. Onlar için rezil edici bir azâb vardır.
176 Yukarıda
da açıkladığımız gibi, Aliahu Ta'âlâ, münafıkların ve onlarla birlikte hareket
eden yahudîlerin Hazreti Peygambere ve İslâm'a karşı giriştikleri çirkin
davranışlar karşısında büyük üzüntü duyan sevgili Peygamberini teselli etmek
ve üzpntüsünü gidermek için ona hitap etmiş ve buyurmuştur ki: Ey Peygamber!
Münafıkların ve bir gurup yahudînin kâfirlere yakınlık gösterip onların
yardımına koşmak, buna karşılık mü'minlerin işlerine engel olmak ve her çareye
başvurarak yeryüzünden silinmelerini sağlayacak kötülükleri yapmak hususunda
biribirleriyle yarış etmeleri seni üzmesin. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, bu
yaptıklarıyle ne Allah'ın dînine ve ne de dostlarına hiçbir zarar
veremeyeceklerdir. Odların küfür yolunda giriştikleri bu yarışın akıbeti de
ancak kendi üzerlerine olacaktır. Onlar seninle savaşmıyorlar ki, sana zarar
versinler. Onların savaşı Allah iledir; onlar yalnız Allah ile savaşıyorlar.
Fakat bu savaşlarında ne kadar âciz kaldıklarını aniamayacak derecede de
beyinsizdirler. OnlarıruAllah'a zarar vermeleri mümkün olmadığına göre,
yaptıklarının zararı elbette kendilerine dokunacaktır. Nitekim onların küfürde
yarışır olmaları, âhıret nimetlerinden hiçbir nasîblerinin bulunmadığını
gösterir. Allah, onları, kendi sünnetinin ve kendi iradesinin gereği olarak bu
nimetlerden mahrum kılmıştır. Bu mahrumiyetle birlikte âhırette görecekleri
büyük bir azâb da vardır ki, bunun büyüklüğünü ve şiddetini tayin etmek mümkün
değildir. [65]
177Allahu
Ta'âlâ, küfre yardım etmek ve ona destek olmak hususunda birbirleriyle yarışa
giren münafıklar ve yahudîler hakkındaki hükmünü beyan ettikten sonra, bu
hükmü, küfrü îmana tercih eden, veya îmânı küfürle değişen kimselere de teşmil
ederek, daha umumî bir ifadeyle şöyle buyurmuştur:
îman karşılığı küfrü
satın alanlar, yahut îmanı küfür ile değişenler, hiçbir surette Allah'a zarar
veremeyeceklerdir. Yaptıklarından sadece kendileri zarar görecek ve derecesi
ölçülemeyen büyük ve acı bir azâb ile cezalandırılacaklardır. [66]
178 Şu var
ki bu kâfirler, dünyada kendilerine verilen uzun ömür ve geniş imkânlara
bakarak, bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Zira uzun ömrün
ve geniş imkânlarla dünya nimetlerinden faydalanmanın kendileri için hayırlı
olduğu kimseler, yalnız sâlih amel sahibi olan kimselerdir; çünkü bunlar,
ömürlerini hayırlı olan işlerde tüketirler ve kendilerine cennet kapılarını
açan bol sevab kazanırlar. Ömürleri ne kadar uzun olursa kazandıkları sevab da
o kadar çok olur. Kâfirler ise, amelleriyle sadece günâh kazanırlar ve ömürleri
uzadıkça da günâhları artar. Bu sebepledir ki, eğer Allah onlara mühlet verip
canlarını almıyor ve ömürlerini uzatıyorsa, bu, onların günâhlarını daha çok
artırmak ve bu günâhları yüzünden onlara daha çok azâb etmek içindir. Ve
gerçekten bu kâfirler için rezil edici bir azâb vardır.
Netice olarak âyet-i
kerîmeden alınması gereken ders şudur ki, Al-lahu Ta'âlâ bir mü'minin ecelini
tehir eder ve ömrünü uzatırsa, bu, onun hasenatını artırması ve hayratını
çoğaltması içindir. Binâenaleyh müslümanlar bunu göz önünde bulundurarak sâlih
amellerle sevab-larını artırmak İçin Allah'tan uzun ömür dilemelidirler. [67]
179. Allah,
kötüyü iyiden ayırmadan, mü'minleri, üzerinde bulunduğunuz §u hal üzere bırakacak
değildir Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah,
peygamberlerinden dilediğini seçer (ve ona kullarının kalbinde olanları
bildirir). O halde Allah'a ve peygamberlerine îman edin. Eğer îman eder ve sakınırsanız,
en büyük mükâfat sizindir.
179 Allahu
Ta'âlâ, içlerindeki küfrü açığa vurarak Hazreti Peygambere ve ashabına
sataşmak cür'etini gösteren münafıkları ve bazı yahudîleri bahis konusu ederek,
bu davranışlarıyle onların kendilerinden başka hiç kimseye zarar
veremeyeceklerini, âhırette de bu davranışlarının cezasını derecesi
ölçülemeyecek bir azâb ile çekeceklerini haber verdikten sonra, Uhud gazvesinde
mü'minlerin maruz kaldıkları sıkıntıların, mü'min ile münafığı birbirinden
ayırdetmek için gerekli olduğuna işaret etmiş ve bu çeşit sıkıntıları, gerçek
îmanın yanılmaz bir ölçüsü olarak ortaya koymuştur.
Uhud gazvesinde
müslümanların maruz kaldıkları sıkıntının, veya başlarına gelen musibetin,
müşrikler karşısındaki mağlubiyetleriyle, Hazreti Peygamberin yaralanması ve
yetmiş kadar sahabînin öldürülmesi olduğu malûmdur. Oysa müslümanlar Medîne'ye
hicretten sonra, zaferle neticelenen Bedir savaşından başka önemli bir hâdise
ile karşılaşmamışlardı. Bu sebeple Allah'ın emrettiği İbadetlerden başka hiçbir
şey onları meşgul etmiyordu. Mü'min olsun münafık olsun, hepsi de namazlarını
kılıyor, fazla bir yekûn tutmayan sadaka veya zekâtlarını da veriyorlardı.
Genellikle sakin geçen bu gibi durumlarda insanları birbirinden ayırdedip
herbiri hakkında gerçeğe uygun hüküm vermek mümkün değildi. Bazıları diğerlerinden
farklı bir görüşe sahip olsalar bile, bu görüşün açıklanmasında herhangi bir
fayda mülâhaza edilmezse, hattâ daha kötüsü, açıklandığı takdirde tehlike
yaratacak cinsten olursa, bu görüşü açıklamazlar; değişik bir görüş sahibi
olduklarını bile hissettirmezler. İşte Uhud gazvesinden önce münafıkların
durumu böyle idi. İslâm'ı benimsememişlerdi; kalelerinde de îmanın kırıntısı
yoktu. Fakat menfeatları İslâm'ın gücü karşısında onları İslâm'a girmiş
görünmeğe zorlamış, onlar da zoraki müslüman görünmüşlerdi. Bu sebeple,
akılları yatmasa bile müslümanlarla birlikte yaşıyorlar, onlar gibi
ibadetlerini ifa ediyorlardı. Bundan dolayı mü'min ile münafığı birbirinden
ayırdetme İmkânı yoktu. Ancak münafığın mü'min gibi yaşamasına ve mü'minin
sahip olduğu haklara ortak olmasına ne zamana kadar müsade edilebilirdi? Hele
mü'minler arasında, fırsat buldukça nifak tohumlan saçmasına nasıl göz
yumulabilirdi? İşte âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, akla gelebilecek bu gibi
sorulara cevap teşkil etmek üzere buyurmuştur ki: "Allah, kötüyü iyiden
ayırmadan, mü'min-leri, üzerinde bulunduğunuz şu hal üzere bırakacak
değildir".
Allah, kötüyü iyiden,
münafığı mü'minden ayırmadan müslümanlan içinde bulundukları hal üzere,
mütecanis bir toplum gibi bırakmayı murad etmemiştir. Toplum mütecanis
değildir, hem mü'minler vardır; hem de mü'min gibi görünen, fakat mü'min olup
olmadığı bilinmeyen kimseler vardır ve bunların İsiâm'a ve müslümanlara ilende
ne gibi zararlarının dokunacağını ancak Allah bilmektedir.
Bazı şiddet
olaylarının ve savaşların, îmanında kuvvetli olanlarla zayıf olanları, yahut
mü'minlerle münafıkları birbirinden ayırt etmesi yönünden büyük faydaları
vardır. Müslümanların hezimetiyle neticelenmiş olmasına rağmen Uhud savaşı,
münafıkları açığa çıkarmış ve kimin ne olduğunu herkese göstermiştir. Nitekim
Hazreti Peygamber, müşriklerle savaşmak için Medîne'den Uhud'a doğru bin
kişilik bir ordu ile yola çıktığı zaman, başlarında Abdullah İbn Ubeyy İbn
Selûl olduğu halde üç yüz kişilik bir münafıklar gurubu, bir takım bahanelerle
ordudan ayrılmış ve savaşa katılmamıştı. İmanı zayıf bazı okçuların ise,
Hazreti Peygamberin sıkı tenbihine rağmen mevzilerini terketmeleri,
müslüman-ların hezimetine sebep olmuştu.
Bu hâdiseler
münafıkların tanınmasına büyük ölçüde yardım etmiştir. Eğer bunlar olmasaydı,
onları tanımak elbette mümkün olmaz ve bu yüzden de ileride daha büyük
tehlikelere yol açabilirlerdi.
Âyet-i kerîmede de
belirtildiği gibi, Allahu Ta'âlânın müslümanlara her münafığın halini gaybtan
öğretmesi de olacak işlerden değildi. Zira her müslümanı gayba muttali kılması,
O'nun sünnetine aykırı idi. Bununla beraber O, peygamberlerden dilediğini
seçer ve ona münafıkların kalblerinde bulunan nifak veya küfrü haber verirdi.
Nitekim Cin sûresinin 26-27 nci âyetlerinde de bu hususa işaret ederek şöyle
buyurmuştur: "Gaybı bilen Allah, gayba hiç kimseyi muttali kılmaz. Yalnız
rıza gösterdiği peygamber müstesna". Bundan da anlaşılmaktadır ki gaybı
yalnız Allah ve bir de gayba muttali kılınmasını dilediği peygamberi bilir. Bu
itibarla müslümanların, peygamberlerin gaybtan haber verdikleri şeylere
inanmaları îman esaslarından sayılmak gerekir. Nitekim âyet-i kerîmede buna
delâlet etmek üzere "Allah'a ve peygamberlerine îman edin"
denilmiştir ki, zahirî manâsı içinde "peygamberlerin gaybtan verdikleri
haberlere de îman edin" manâsı mündemiçtir. Binâenaleyh kim peygamberlerin
gaybtan getirdikleri haberlere îman eder ve Allah'tan da sakınırsa, onun için
miktarı ölçülemeyecek derecede büyük ecir vardır.
Burada önemi
dolayısıyle bir hususa açıklık getirmekte fayda vardır. Bazıları, Allah'ın,
bazı seçkin peygamberlerine bütün gaybı bildirdiğini ileri sürmüş, bazıları da
bundan kıyamet vaktini istisna etmiştir. Ancak bu konuda fazla cür'etkâr
davranmaktan ve nassların delâlet ettiği manâlar dışına çıkmaktan sakınmak
gerekir. Yukarıdaki ayet-i kerîmede, Allah'ın, peygamberlerden dilediğini
seçip gaybı ona bildireceği beyan edilmişse de, bundan gaybın tamamını anlamak
büyük bir hata olur.. Belki Allah, dilediği peygamberine, gayba âit dilediği cüzT
bazı şeyleri bildirmiş, fakat her şeyi bildirmemiştir. Nitekim bu husus, Allahu
Ta'âlânın, En'âm sûresinin 50 nci âyetinde, sevgili Peygamberine söylemesini
emrettiği şeylerdendir. Bu âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur: "(Ey
Peygamber!) de ki: Ben size, Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum. Gaybı
bilmiyorum. Melek olduğumu da söylemiyorum. Ben ancak bana vahyolunana
uyuyorum". Bu sözlerin aynını, geçmiş peygamberlerden Nûh (a.s.)'un da
kendi kavmine yönelttiğini, Hûd sûresinin 31 inci âyetinden öğreniyoruz. Keza
Hazreti Peygamber, A'râf sûresinin 188 inci âyetinde gaybı bildiğini reddederek
"eğer gaybı bilseydim, daha çok hayır işlerdim ve bana hiç kötülük
dokunmazdı" demesi emrolunmuştur.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Allahu Ta'âlâ, mü'minlerle münafıkların belli olması ve
herkesin ne olduğunun bilinmesi için Uhud gazvesini İmtihan kılmış; îmanı
kuvvetli olanlar bu imtihanın şiddetine göğüs gerip Allah yolunda savaşmış,
îmanı zayıf olanlar ise, ondan kaçmış, yahut kaçış yolları aramıştır. [68]
180. Allah'ın fadl u kereminden kendilerine
verdiği nimetleri (Allah yolunda sarfetmeyip) cimrilik edenler, bu (nimet bolluğu)
nun kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için
serdir.Cimrilik ettikleri o şey, kıyamet günü boyunlanna dolanacaktır. Göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.
181. Allah,
"Allah fakirdir; biz ise zenginiz" diyenlerin sözlerini elbette
isitmiştir. Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini
yazacak ve "oyanının azabını tadın" diyeceğiz.
182. "Bu, kendi ellerinizin işleyip
çıkardığı (amellerinizin karşılığı) dır". Yoksa Allah, kullarına karşı
asla zâlim değildir.
183. (Ey
Muhammedi) "Bize, ateşin yediği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere
inanmamama hususunda Allah bizden söz aldı" diyen kimselere de ki:
"Benden önce size apaçık delillerle ve bir de söy-İ lediğiniz mucizeyle bir çok peygamberler
gelmişti O halde sözünüzde bu kadar sâdık kimseler idiyseniz, onlan niçin
öldürdünüz"?
184. Eğer
seni yalanlarlarsa, onlar zaten senden önce apaçık delilleri, sahîfeîerive aydınlatıcı
kitabı getiren peygamberleri de yalanlamışlardı.
Bu âyet-İ kerîmelerle,
Uhucl gazvesinden ayrı, yeni ve müstakil bir konuya geçilmiş olmaktadır. Bu
konu, Allah yolunda mal sarfı ve bunun zıddı olan cimrilik ile ilgilidir.
Bundan sonraki âyetler de, genellikle vâz
ve irşad
kabilindendir.
Âyetlerin konusu, her
ne kadar yeni ve müstakil sayılırsa da, kendinden önceki âyetlerle irtibatlı
olduğuna da şüphe yoktur. Nitekim daha önceki âyetlerde Uhud savaşından ve Uhud
savaşı dolayısıyle Allah yolunda savaştan ve savaşta can feda etmekten söz
edildiği gibi yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de canın kardeşi sayılan maldan ve
dolayısıyle Allah yolundaki mal sarfından söz edilmiştir. Ölüm korkusu ile
savaştan kaçıp canını kurtarmak isteyenler bulunduğu gibi, malının
tükenmesinden korkup Allah yolunda onu sarfetmekten kaçan cimriler de vardır.
Allahu Ta'âlâ daha önceki âyetlerinde, nasıl Allah yolunda cihad etmekten
kaçanları şiddetli azâb ile uyanptehdit etmişse, malında cimrilik gösterenler
için de envâı çeşid va'îd zikretmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [69]
180. Allah'ın faal u kereminden kendilerine verdiği
nimetleri (Allah yolunda sarfetmeyip) cimrilik edenler, bu (nimet bolluğu) nun
ken dileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Aksine bu onlar için serdir.
Cimrilik ettikleri o şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve
yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyle haberdârdır.
180 Pek çok
kimse vardır ki, Allahu Ta'âlâ kendilerine fadl u kereminden bol bol mal mülk
ihsan eder de, onlar bu malları sırası gelince Allah yolunda ihtiyaç
sahiplerine sarfetmekten çekinirler; cimrilik ederler; malın ellerinde
kalmasında hayır bulunduğunu zannederler. Oysa bir takım haller vardır ki, bu
hallerin zuhurunda Allah'ın ihsan ettiği bu maldan infak etmek, vermek
gerekir. Bu hallerin başında, mal sahiplerine farz kılınmış olan zekâtın
ödenmesi gelir. Bazı hallerde ele, ülke düşman tehdidine maruz kalır ve bu
tehdidi ortadan kaldırmak ve ülkeyi selâmete çıkarmak için orduya, silâh ve
teçhizata ihtiyaç hâsıl olur; bu da bol miktarda mal sarfını gerektirir. Bazı
hallerde ise, toplumun çeşitli kesimlerinde açlık tehlikesine ve dolayısıyle
ölüme maruz kalmış dul, yetim ve kimsesizler için mal sarfetmek gerekir.
Bu ve benzeri hallerin
hepsinde, Allah'ın ihsan ettiği maldan infak etmek her mal sahibi mü'minin
görevidir. Bu, bir bakıma, insanın kendi nefsinden zararın defi manâsındadır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, âyet-İ kerîme ile kötûlenen cimrilik, insanın
ihtiyacı olan malı elinde tutması değildir. Zira Allahu Ta'âlâ, helâl ve temiz
olan her şeyden insanın istifade etmesine izin verdiği gibi, sahip olduğu bütün
malın sarfedilmesini de emretmiş değildir. Eğer böyle bir emir olsaydı, bütün
mü'minler, sahip oldukları malı infak etmekle kendileri aç ve çıplak kalır,
yardıma muhtaç duruma düşerlerdi. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in bir
çok yerinde, mü'minleri tavsîf ederken, "kendilerine verdiğimiz rızkı
infak ederler" dememiş, fakat "kendilerine yerdiğimiz nzıktan infak
ederler" buyurmuştur. Keza Allahu Ta'âlâ, (zekât ve fıtır sadakası gibi
mecburî ödemeler dışında,) Allah yolunda sarfedilecek malın miktarını tayin ve
tesbit etmemiş, fakat bunu kendi malında fakir fukaranın da hakkı bulunduğuna
inanan ve kalbindeki îmana tâbi olan rfîü'minin anlayışına ve hamiyyetine
bırakmıştır. Zekât ve fıtır sadakasının miktarları ise Hz. Peygamber tarafından
tayin edilmiştir. Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, Allah yolunda sarfetmek,
aynı yolda can vermek kadar önemli olan ve ihmal edilmemesi gereken bir görevdir.
Bu itibarla malda cimrilik etmekte ve malı elde tutarak ihtiyaç sahiplerine
ondan hiçbir şey vermemekte, cimriler için hayır değil şer vardır. Cimrilik ettikleri
şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır; başka bir ifadeyle dünyada iken
vermeye kıyamadıkları mal, kıyamette boyunlarının halkası olacak ve bu
halkadan kurtuluş imkânı bulamayacaklardır.
Âyet-i kerîmedeki
boyuna dolanmak manâsında tercüme edilen tatvîk kelimesi, bazan takattan gelir
ve teklif manâsında kullanılır. Buna göre bazı müfessirler, âyet-i kerîmedeki
bu ibareyi, "âhırette, mal infakıyle mükellef tutulurlar; fakat İnfak
etmeye muktedir olamazlar; çünkü dünyadaki malları dünyada kalmış, kendileriyle
beraber âhırete intikal etmemiştir" manâsında tefsîr etmişlerdir. Bu,
tıpkı dünyada iken secdeye davet olundukları halde, alınları secde görmeden
âhırete göçüp de kıyamet günü yeniden secdeye davet olunmaları, fakat onların
bunu yapamamaları gibidir. Allahu Ta'âlâ bunlar hakkında Kalem sûresinin 43
üncü âyetinde şöyle buyurmuştur: "O gün secdeye davet olunurlar, ama buna
güçleri yetmez. Oysa onlar sapasağlamdırlar".
Netice olarak ve
kısaca İfade etmek gerekirse, cimriliklerinin cezasını kıyamet günü mutlaka
çekeceklerdir. Bu ceza, bçyna geçmiş bir halka gibi onları asla
terketmeyecektir.
Allah'ın kendilerine
ihsan ettiği şeyde cimrilik edenlerin unutmamaları gereken bir husus da,
göklerde ve yerde bulunan her şeyin yalnız Allah'a âit olmasıdır. Cimrilik edip
elden çıkarmak istemediği o mal, ölümü halinde bir başkasına kalır; fakat onun
elinde de oyalanmaz, ondan sonrakine intikal eder. Böylece vâris de muris de
yok oluncaya kadar elden ele dolaştıktan sonra, nihayet mülkün asıl sahibine
kalır ki, o da âlemlerin Rabbı Allahu Ta'âlâdır. O halde mülkün asıl sahibi
olan Allahu Ta'âlânın izni ve ihsanıyie ondan bir miktar ele geçirenler nasıl
olup da ondan daha az bir miktarını yine Allah için sarfetmekten kaçınırlar,
cimrilik ederler?
Fakat kim ne yaparsa
yapsın, Allah herkesin yaptığını hakkıyle bilir. Yapılan ve yapılmak istenen
hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Sonra da herkesi yaptığı amele göre
cezalandırır. [70]
181. Allah,
"Allah fakirdir; biz ise zenginiz" diyenlerin sözlerini elbette
isitmiştir. Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini
yazacak ve "o yangının azabını tadın'1 diyeceğiz.
182. "Bu, kendi ellerinizin işleyip çıkardığı (amellerinizin
karşılığı) dır". Yoksa Allah, kullarına karşı asla zâlim değildir.
181 İbn
Abbâs'tan gelen bir rivayetten öğrendiğimize göre, Hazreti Ebû Bekrr yahudî
Midras'ın evine gitmişti ki, orada bir gurup yahudînin Finhas isimli yahudî din
âlimlerinden birinin etrafında toplanmış, onu dinlediklerini gördü. Ona:
"Yâ Finhas! Allah'tan kork ve müslüman ol. Sen iyi biliyorsun ki Muhammed
Allah'ın Rasûlüdür ve bunu elinizdeki Tevrat'ta yazılı olarak
görüyorsunuz" dedi. Finhas ise, ona şu cevabı verdi: "Yâ Ebâ Bekr!
Biz Allah'a karşı değil, Allah bize karşı fakirdir. Biz O'ndan daha zenginiz.
O, bizden zengin olsaydı, dostunuzun da ileri sürdüğü gibi bizden borç
istemezdi. O size ribayı yasaklıyor, fakat bize kendisi veriyor. Eğer O bizden
zengin olsaydı, bize ribâ vermezdi". Bu sözlere kızan Ebû Bekr, Finhas'ın
yüzüne şiddetli bir tokat attı ve "nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a
yemin ederim ki, eğer bizimle senin aranda bir anlaşma olmasaydı boynunu
vururdum, ey Allah'ın düşmanı" dedi. Bunun üzerine. Finhas Hazreti
Peygambere gitti ve şikâyette bulunarak dedi ki: "Ey Muhammedi Bak arkadaşın
bana ne yaptı". Hazreti Peygamber Ebû Bekr'e "seni bunu yapmaya
sevkeden şey nedir?" diye sordu. Ebû Bekr de: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu
adam o kadar ağır söz
söyledi ki, Allah'ın
fakir, kendilerinin ise, Allanman zengin olduklarını iddia etti. Bunu söyleyince
Allah için dayanamadım ve suratına vurdum" cevabını verdi. Finhas
"böyle demedim" deyip söylediklerini inkâr edince, Allahu Ta'âlâ
Finhas'ın yalanını ortaya çıkaran ve Ebû Bekr'i doğrulayan bu âyeti indirdi.
Âyet-i kerîmede, Allahu Ta'âlânın, bu kâfirlerin Allah hakkında söylediklerini
işittiği bildiriliyordu. Zira kim gizli veya aşikâr bir şey söylerse, o,
Allah'a asla gizli kalmaz ve söylenen sözün mahiyetine göre söyleyen,
söylediğinin cezasını görür. Nitekim âyet-i kerîmede, söylenen sözün çirkinliği
dolayısıyle tehditkâr üslûbu farket-memek mümkün değildir. Buna karşılık meselâ
"Allah, kendisine ham-deden kulunun sözünü işitmiştir" sözünde güzel
bir akıbetin müjdesi vardır.
Bakara sûresinin 245
ve Hadîd sûresinin 11 inci âyetlerinde "Allah'a, karşılığını kat kat
artıracağı güzel bir ödüncü kim takdim eder?" sözüyle istihza ederek
Allah'ın fakir olduğunu ileri süren yahudîlerin bu çirkin sözleri ve daha
önceleri peygamberlerini haksız yere öldürmek suretiyle işledikleri o iğrenç
cinayetleri, Allah tarafından elbette yazılıp tesbit edilecek ve bu
yaptıklarının cezasını kat kat çekeceklerdir. Onlara denilecektir ki: "Bu
azabı, yangın azabını çekin bakalım; çünkü siz, Allah'ın peygamberlerini
öldürerek ve Kitab'ına dil uzatıp iftira ederek O'nun dostlarına çok azâb
etmiştiniz".[71]
182 Sizin
şimdi tadacak olduğunuz ve bir daha kendinizi kurr taramayacağınız bu yakıcı
azâb, dünyada iken bizzat kendi elleriniz ve dillerinizle İşleyip meydana
getirdiğiniz amellerinizin karşılığıdır. Kısacası, dünyada siz işlediniz ve
kazandınız; âhırette de bu kazancınıza kavuşuyorsunuz. Binâenaleyh tadacağınız
bu yakıcı azâb, sizin hak etmediğiniz bir azâb değildir. Zira Allah, hiç
kimseye haksız yere azâb etmez. Aksi halde bu zulüm olurdu ki, Allah, kullarına
karşı asla zâlim değildir. Buna rağmen kâfirler de yaptıklarının karşılığını
mutlaka göreceklerdir. Eğer onlar yaptıklarının cezasını görmeyecek olurlarsa,
bu takdirde mü'min ile kâfir arasında hiçbir fark kalmaz, din de abes bir şey
olurdu. Nitekim Allahu Ta'âlâ Sâd sûresinin 28 inci âyetinde şöyle buyurmuştur:
"Yoksa biz, îman edip sâlih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad
çıkaranlarla bir mi tutacağız? Yahut Allah'tan sakınanları tacirler gibi mi
tutacağız"? Câsiye sûresinin 21 inci âyetinde "kötülük işleyen kimseler,
kendilerini, hayatlarında ve ölümlerinde îman eden ve sâlih amel işleyen
kimselerle bir tutacağımızı mı sanıyorlar?", Kalem sûresinin 35 inci
âyetinde de "müslümanlan suçlularla bir mi tutarız?" buyurmuştur. [72]
183. (Ey
Muhammedi) "Bize, ateşin yediği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere
inanmamamız hususunda Allah bizden söz aldı" diyen kimselere de kt
"Benden önce size apaçık delillerle ve bir de söylediğiniz mucizeyle bir
çok peygamberler gelmişti O halde sözünüzde bu kadar sâdık kimseler idiyseniz,
onları niçin öldürdünüz*?
184. Eğer seni yalanlarlarsa, onlar zaten senden önce
apaçık delilleri, sahîfeleri ve aydınlatıcı kitabı getiren peygamberleri de
yalanlamışlardı.
183 İbn
Abbâs'tan rivayet olunan bir habere göre bu âyet-i kerîme, yahudî Ka'b
İbnu'l-Eşref, Mâlik İbnu's-Sayf, Finhas İbn Âzûrâ, Huyey ibn Ahtab ve diğerleri
hakkında nazil olmuştur. Bu yahudîler, bir gün Haz-reti Peygambere gelmişler ve
şöyle demişlerdir: "Ey Muhammedi Sen, Allah'ın Rasûlü olduğunu ve Allahu
Ta'âlânın sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Oysa Allah Tevrat'ta
bizden, gökten inerken hafif uğultusu olan bir ateşin yediği bir kurban
getirmedikçe, hiçbir peygambere inanmamamız hususunda söz aldı. Eğer bize böyle
bir kurban getirir-sen seni tasdik ederiz".
Yahudîlerin bu sözleri
üzerine bu âyet-ikerîme indi.
Aslında yahudîler
tarafından ileri sürülen gökten inen ateşin kurban yemesi, yalan ve iftiradan
başka bir şey değildi. Kurban üzerinde bir ateş yakılması söz konusu olsa bile,
bu ateş hiçbir zaman gökten inmemiş, fakat onu yahudîler kendi elleriyle
yakmışlardır. Binâenaleyh kendi elleriyle ateşe verdikleri bir kurban hiçbir
zaman îmanı gerektirmez. Meğer ki bu kurban, mucizevî olarak gökten gelen bir
ateşle yanmış olsun. Ancak yahudîlerin bu iddiaları, Hazreti Peygambere inanma
yollarını araştırmaktan değil, fakat ona inanmamak için kendilerine mazeret
arama gayretinden kaynaklanıyordu. Eğer gerçekten ona inanmak isteselerdi,
ellerinde inanmalarını gerektiren pek çok delil vardı. Nitekim Allahu Ta'âlâ,
âyet-i kerîmede yahudîleri tekzîb ederek bu delillere işaret etmiş ve onları
cevap veremeyecek bir halde boyunlarından kıskıvrak yakalamıştır. Sevgili
Peygamberine, onlara sorulmak üzere şöyle demesini emretmiştir: Ey yahudîler!
Peygamber olarak bana İnanmak için benden bir mucize getirmemi istiyorsunuz.
Ancak siz, bu isteğinizde sâdık ve samimi değilsiniz. Eğer sözüne güvenilir
kimseler iseniz, bana cevap verebilir misiniz? Benden önce Zekeriyyâ ve Yahya
gibi bir çok
peygamber,
peygamberliklerine delâlet eden apaçık deliller, mucizeler ve özellikle sizin
söylediğiniz ateşin yediği kurban ile gelmişlerdi de, onlara yine
inanmamıştınız ve hattâ daha da ileri giderek onları öldürmüştünüz. Şimdi
söyler misiniz, apaçık delillerle gelen o peygamberlere niçin inanmadınız ve
onları niçin öldürdünüz? Bu, sizin ne kadar katı kalbli bir kavim olduğunuzu
göstermiyor mu? Tevrat da sizi katı kalbli bir kavim olarak tavsif etmiştir. Bu
itibarla siz, benden mucize istemiyor, fakat inanmamak için inat ediyorsunuz.
Burada bir hususu
açıklamak gerekir. Âyet-İ kerîmeden de anlaşıldığı gibi, kendilerine gönderilen
peygamberleri yalanlayıp öldüren yahudîler, Hazreti Peygamber devrinden
asırlarca önce yaşamış olan ve Hazreti Peygamber devrinde yaşayan yahudîlerin
cedleri sayılan kimselerdir. Böyle olduğu halde, cinayetin Hazreti Peygamber
devri yahudîlerine de nisbet edilmesi, onların, cedlerinin işledikleri fiile
rıza göstermeleri ve hak yolda olduklarına İnanmaları sebebiyledir. Asırlarca
yaşayan bir millet, örf, âdet ve ahlâkiyle bir bütün teşkil eder ve tek bir
şahıs gibidir. Binâenaleyh bir ferdin işlediği cinayetten onu kabullenip
benimseyen bütün toplumun da sorumlu olması çok tabiîdir. [73]
184 Allahu
Ta'âlâ, ateşin yediği bir kurban getirmedikçe Hazreti Peygambere îman
etmeyeceklerini ileri süren yahudîlerin tekzibi ve iddialarında
samimiyetsizliklerinin tesbiti hususunda Peygamberini irşad ettikten sonra,
küfürlerinde yine de ısrar etmeleri halinde onu teselli ederek buyurmuştur ki:
Ey Muhammedi Onlara kesin
deliller ve apaçık mucizeler getirdikten sonra, sana yine karşı gelirler ve
seni yalanlarlarsa, artık bundan üzüntü duyma. İnadları ve küfürleri sana ağır
gelmesin. Bu, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki değişmez sünnetlerinden biridir.
Zaten onlar, senden önce de, sayısız mucizeler, reddedilmesi mümkün olmayan
açık ve kesin deliller ve aydınlatıcı kitaplarla gelen peygamberlerini de
yalanlamışlar, ontera akıl almadık.eziyetler, işkenceler etmişler, kimini de
öldürmüşlerdir. Buna rağmen bu peygamberler onların yaptıkları bu eziyetlere
ve işkencelere katlanıp sabretmişler, her şeyi Allah'ın takdirine
bırakmışlardır. Bu itibarla ey Muhammed, sen de sabret. Allah, elbette inatç|
kâfirler hakkında hükmünü verecektir.
Âyet-i kerîmenin bu
manâsında Hazreti Peygamberin tesellisi ve beşer tabiatının her zaman bir ve
aynı olduğunun beyanı vardır. Nitekim insanoğlunun yaratılışından bu yana, kimi
hakkı kabul edip onu savunmuş, kimi de ona karşı durup onunla mücadele
etmiştir. [74]
185. Her
nefis ölümü tadacaktır, kıyamet günü, yaptıklarınızın kar§dığı mutlaka verilecektir.
Kim ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa ermiştir.
Zaten dünya hayatı aldatıcı bir me-tadan başka bir sey değildir.
186.
Mallanmz ve canlarınız konusunda, elbette imtihana çekileceksiniz; sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden de, muhakkak eza verici bir
çok söz işiteceksiniz. Eğer (bütün bunlara) sabreder ve sakınırsanız, iste bu,
azmedilmesi gereken islerdendir.
Her iki âyet de konu
itibariyle müstakil olmakla beraber, ilk ayetin kendinden önceki âyetle
irtibatı açıktır. Daha önceki âyette, yahudîlerin tekzîb ve istihzalarına
karşı, insanların geçmiş peygamberleri yalanlamak hususunda aynı yaratmışa
sahip oldukları, bununla beraber bu peygamberlerin inatçı ve inkarcı olan bu
insanlara sabırla mukavemet ettikleri belirtilmiş ve yahudîlerin aynı
muamelelerine maruz kalan Hazreti Peygamber, geçmişlerin benzer kıssalarıyla
teselli edilmiştir. Yukarıdaki iki âyette de bu tesellinin tekidi manâsı vardır.
Zira Ölüm bir gaye olup bütün dünyevî üzüntüler onunla son bulur. Ancak ondan sonra
başlayan yeni bir hayat vardır ki, işte o hayatta herkes müstehak olduğu şeyle
cezalandırılır. Bu bakımdan yukarıdaki âyet-i kerîmeler bir başka teselli
manâsına sahiptir ve şöyle denilmektedir: Kâfirlerin inad-ları seni üzüp
usandırmasın. Her şeyin bir sonu vardır; bunun da sonu gelecektir ve çok
yakındır. Bu son geldiği zaman, herkes amellerine göre cezalandırılacaktır. Bu
itibarla bütün kötü amellerinin bu dünyada cezalandırılmasını bekleme. Nitekim
sen de bütün amellerinin mükâfatını bu dünyada alamıyorsun. Şimdilik nail
olduğun ecir sana yettiği gibi, onlara isabet eden kötü ceza da şimdilik yeter.
Zira iyi ve kötü amellerin karşılığının tastaman ödeneceği yer, dünya değil
âhıret-tir. İşte, bu manâyı tazammun eden âyetlerinde Allahu Ta'âlâ buyurmuştur
ki: [75]
185.Her
nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptüdannmn karşılığı mutlaka
verilecektir. Kim ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa
ermiştir. Zaten dünya hayatı aldancı bir metadan başka bir şey değildir.
186. Mallarınız
ve canlarınız konusunda elbette imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden ve müşriklerden de muhakkak eza verici bir çok söz işiteceksiniz.
Eğer (bütün bunlara) sabreder ve sakınırsanız, işte bu, azmedilmesi gereken
işlerdendir.
185 Her
nefis, her can mutlaka ölecek, içinde yaşadığı bedenden ayrılmanın tadını
tadacaktır. Şu var ki, nefsin ölümü tadacak olması, onun yok olması manâsında
değildir; zira kıyamet günü yeniden diril-tilecektir. Eğer ölümle yokluğa
karışmış olsaydı, yeniden dirilme elbette söz konusu olmazdı. Nitekim âyet-i
kerîmede de buna işaret olmak üzere "her nefis ölümü tadacaktır"
denilmiştir. Tadma, ancak canlılara hâs olan bir iştir. Ölü olanın tad alması
ise, mümkün değildir. Bunun başka bir ifade şekli de, ruhun bedeni
terketmesidir. Bu halde iken asıl ölen ve şuurdan mahrum kalan bedendir.
Madem ki nefis, ölümü
tadacak olmasına rağmen yok olmayacak ve kıyamet günü tekrar varlık âlemine
dönecektir, o halde varlık âlemine tekrar dönüşünde dünyadaki amellerinin
ücreti yahut karşülğı kendisine mutlaka ödenecektir. Çünkü insan bu ücreti
dünyada iken işlediği amellerle kazanmıştır; bunun bir kısmı dünyada ödenmiş
olsa bile; tamamının ödenmesi ancak âhırete mahsustur. Bu itibarla kim işlediği
iyi ameller sayesinde cehennem azabından kurtulur, cennete girerse, artık
selâmete çıkmış, kurtuluşa ermiş olur.
Âyet-i kerîmenin bu
ibaresinde, üzerinde durulması gereken çok ince bir manâ vardır: "Kim
ateşten kurtarılıp cennete sokulursa, o, muhakkak kurtuluşa ermiştir". Bir
tarafta ateşin delâlet ettiği cehennem ve cehenneme hâs olması dolayısıyle
azâb; bir tarafta da cennet ve kurtuluş... Öyle anlaşılıyor ki bütün
insanların yolu ateşten geçmekte ve cennete ulaşmakta... Bütün insanlar ise,
genellikle hayvanî amelleri işlemeye daha müsait oldukları için, sanki
içlerinden hiçbiri cennete giremeyecek şekilde ateşe doğru sevkedilmekte...
Buna rağmen bu insanlar arasında, dünyada iken işledikleri amelleri hayvânî
olmaktan ziyade ruhî olan ve nefislerinde ruhî sıfatları galebe çalan kimseler
İse, birer birer ayıklanıp ateşe uzanan yoldan uzaklaştırılmakta ve cennet
yoluna sevkedilmekte... İşte kurtuluşa erenler ve selâmete çıkanlar bunlardır.
Ulaştıkları yer öyle bir yerdir ki, bunun ötesinde artık insanın ulaşmak
isteyebileceği başka bir hedef, veya başka bir konak yoktur. İnsanın önünde
ulaşılması gereken işte böyle nihaî bir durak varken dünya hayatı nedir ki!
İnsan, az veya çok yaşayarak dünya nimetlerinden faydalanırsa da, bunların
nasıl geçici ve aldatıcı olduğunu çok geçmeden kolayca anlar. Dünyanın bütün
mülküne sahip olsa bile, bu mülkiyetin onu dünyada ebedî kılması mümkün müdür?
O halde geçici ve aldatıcı bir dünya zevki için, ateşten kurtarılıp nihaî
hedefe ulaştırılarak kazanılacak olan ebedî âhıret hayatının o hudutsuz zevki
nasıl terkedilebilir? [76]
186 Her
nefsin ölümü tadacağı ve dünyada iken işlenen amellerin karşılığının kıyamet
günü mutlaka verileceği beyan edilerek yahudîlerin tekzîb ve istihzalarına
karşı Hazreti Peygamber teselli edildikten sonra, bu âyet-i kerîmeyle teselliye
devam olunmuş ve denilmiştir ki: Kâfirler, Uhud'ta Peygambere ve onunla
birlikte olan müslümanlara eziyet ettikleri gibi, bundan sonra da gerek mal
yönünden ve gerekse can yönünden yine onların eziyetlerine maruz kalacaksınız.
Size eziyet edebilmek için ellerinden gelen her çareye başvuracaklardır.
Allahu Ta'âlânın,
müslümanların kâfirlerden görecekleri eziyetleri önceden haber vermesi, onlara
sabrı öğretmek ve ona alıştırmak içindir. Çünkü insanın başına gelen âni bir
belâ onu şaşkına çevirir ve ne yapacağını bilemez bir hale sokar. Oysa böyle
bir belânın geleceğini bilen kimse, onu sabırla karşılamaya ve en az zararla
onu kendisinden uzaklaştırmaya hazırlanır.
Müslümanların mal
yönünden imtihana çekilmeleri veya bu konuda denenmeleri, İslâm toplumunun
yükselmesine vesile olacak ve bütün kötülüklerden veya ona zarar verebilecek
her çeşit tehlikeden onu korumaya yarayacak mal sarfıyle olacaktır. Malın bazan
savaş sırasında yanarak veya parçalanarak heder olması da, bu imtihanın tabiî
olan sonuçlarından sayılması gerekir.
Müslümanların can
yönünden denenip imtihana tâbi tutulmaları ise, düşman tehlikesi karşısında
Allah yolunda, hiç korkmadan ve çekinmeden cihad etmekle olur. İnsan bu
cihaddaya kendi canını verir; yahut da kendisi ölümden kurtulsa bile, bir
yakınının, bir arkadaşının, veya bir dostunun yanıbaşında şehîd düştüğünü
görür. İşte bütün bu belâlarda müslümana düşen iş, sabretmek ve Allah'a güvenip
dayanmaktır. Zaten İmtihanın veya denemenin gayesi de budur: Gerçek mü'min ile
münafık ve kâfiri birbirinden ayırmak ve herkese kimin ne olduğunu göstermek...
Çünkü öyle insanlar vardır ki, mü'minler arasında mü'min gibi yaşar da, bir
musibet ânında, mü'minlerden ayrılıverir. Kendisinden Allah yolunda mal
sarfetmesi istenince cimrilik damarlarının kabardığı görülür; yahut Allah
yolunda savaşa çağrılınca, dünyalıklarını geride bırakmak için ölümün henüz
erken olduğunu ileri sürüp savaştan kaçar.
Müslümanlar, mal ve
can yönünden imtihana tâbi tutulup denendikleri gibi, kitap ehli yahudîve
hıristiyanlarla müşriklerden işitecekleri eza verici sözler ve maruz
kalacakları kötü fiil ve davranışlarla da deneneceklerdir^ Bazan alaya bazan da
iftiraya maruz kalacaklardır. Nitekim Hazreti Âişe'ye yaptıkları bir iftira, ne
kadar büyük üzüntülere sebep olmuştu. Yahut müslümanlarla yaptıkları
andlaşmaları bozup onlara karşı müşriklerle yeni andlaşmalar yapacaklar,
yahutta İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak için Hazreti Peygamberi öldürmeye
teşebbüs edecekler ve Medîne'ye saldırılar düzenleyeceklerdir. İşte âyet-i
kerîmede işaret edilen bütün bu ezâ verici olaylar vukubulmuş ve müslümanlar bu
olayların büyük acısını duymuşlardır. Ahzâb sûresinin 10 uncu ve müteakip
âyetlerinde bu olaylardan birine işaret edilmiş ve şöyle denilmiştir:
"Size üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi; gözler dönmüş, yürekler
boğazlara gelip dayanmıştı. Allah hakkında çeşitli zan-larda bulunuyordunuz.
İşte orada mü'minler denenmişler ve şiddetli bir şekilde sarsılmışlardı.
Münafıklar ve kalblerinde bir illet bulunanlar, Allah ve Rasûlü bize boş
va'dden başka bir şeyde bulunmadı, diyorlardı. Onlardan bir gurup da, ey
Medine halkı! Artık burada durmanıza gerek yok; geri dönün, demişler, yine
onlardan bir başka gurup da, evlerimiz açıktır, diyerek Peygamberden izin
istemişlerdi. Aslında evleri açık değildi; fakat sadece kaçmak istiyorlardı.
Halbuki evlerinin çeşitli taraflarından yanlarına girilseydi, sonra da
mü'minlere karşı savaşmaları istenseydi, buna katılıp istenileni yapmaktan geri
kalmazlardı".
Ahzâb sûresinden
naklettiğimiz bu âyetler, hicretin beşinci senesinde, Kureyş ile Gatafan
kabilelerinin Medîne üzerine yaptıkları bir saldırıyı anlatmaktadır. Bu sırada
Benû Nadîr yahudîleri de müslümanlarla yaptıkları andlaşmayı bozup bunlarla
birleşmişlerdi. Gerçi düşman, şehrin etrafına kazılan hendek sebebiyle
müslümanlara zarar verememişti; fakat muhasara sırasında duyulan korku ve
endişenin, kimlerin mü'min, kimlerin münafık olduğunu açığa çıkardığı bu
âyetlerden kolayca anlaşılmaktadır. Binâenaleyh ister mal ve can yönünden
olsun, ister ehl-i kitaptan ve müşriklerden gelecek kötü söz ve davranışlar
yönünden olsun, müslümanlara gelebilecek her çeşit tehlikeye karşı sabretmek ve
sakınılması gereken şeylerden sakınmak gerekir. Bu itibarla sabır ve takva, her
müslümanın elden asla bırakmaması gereken iki asıldır. Özellikle İnsanın,
ihtiyarına sahip olamadığı şiddet olaylarında azimle tutunacağı işlerdendir.
Başarı ve kurtuluş bundadır. [77]
187. (Bir
zamanlar) Allah, kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara muhakkak
açıklayacaksınız; onu asla gizlemiyecek-siniz" diye söz almıştı da, onlar
onu arkalarına atıp umursamamıslar, yokpaha-suıa onu satmışlardı. Ne kötü
alışveriş!.
188. Yaptüdartyle sevinen, yapmadıklanyle de
övülmeyi arzulayan kimselerin, azâbtan kurtulacak bir mevkide olduklarını sakın
zannetme. Onlar için elîm birazâb vardır.
189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır.
Allah, her şeye kaadirdir.
Daha önceki âyet-i
kerîmelerde konu, ehl-i kitaptan yahudîlere intikal etmiş ve onların
kendilerine gönderilen peygamberleri nasıl tekzîb edip onlarla istihza
ettiklerine işaretle, bu gibi davranışlar yönünden bütün insanların bir ve aynı
oldukları, bu sebeple peygamberlerin kendilerine yapılan bu çeşit muamelelere
sabırla göğüs gerdikleri belirtilerek, Hazreti Peygamberin de gerek
yahudîlerden ve gerekse diğer kâfirlerden göreceği aynı muamelelere sabretmesi
gerektiği anlatılmış ve böylece Hazreti Peygamber, maruz kaldığı kötü muamelelere
karşı teselli edilmişti. Konunun işaret ettiğimiz kadarıyle yahudîlerle ve
yahudîlerin dededen toruna intikal eden kötü tabiatlarıyle ilgili olması
itibariyle, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde yine onların kötü hallerinden biri
zikredilmiş ve bu halleriyle Hazreti Peygamberin nübüvvetine dil uzatmaya ve
tebliğ ettiği dinden şüphe etmeye hiç haklan bulunmadığı belirtilmiştir. Zira
gerek yahudîler ve gerekse hıristiyanlar, Tevrat ve İncil'deki Muhammed
(s.a.s.)'in nübüvveti ve risaletinin doğruluğu ile ilgili delilleri
açıklamakla emrolunmuşlardt. Böyle olduğu halde, şimdi onlar nasıl Hazreti
Peygambere ve onun tebliğ ettiği dîne dil uzatabilmektedirler? Maamafİh bu,
yahudîlerin insanlık tarihinde hiç değişmeyen tabiatlarının tabiî bir neticesi
idi. Bu itibarla onlar, yeryüzündeki mevkileri ne olursa olsun, kıyamet günü
yaptıklarının cezasını çok acı bir şekilde mutlaka çekeceklerdir. Allah, her
şeye kaadirdir. [78]
187. (Bir zamanlar) Allah, kendilerine kitap verilenlerden
nonu insanlara muhakkak açıklayacaksınız; onu asla gizlemiyeceksiniz"
diye söz almıştı da, onlar onu arkalarına atıp umursamamalar, yok pahasına onu
satmışlardı. Ne kötü alışveriş!.
188. Yaptıklarıyla sevinen, yapmadıklanyle de övülmeyi
arzulayan kimselerin, azâbtan kurtulacak bir mevkide olduklarını salan zannetme.
Onlar için elîm bir azâb vardır.
189. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah, her
şeye kaadirdir.
187 Hani
Allah, kendilerine kitap verilen yahudî ve hıristiyanlardan peygamberleri
vasıtasıyle söz almıştı da, bu söz gereğince onlar, kitaplarını, içinde hiçbir
şeyi gizlemeksizin halka anlatacaklar, manâlarını, tek bir kelimesini bile
tahrif etmeden, açıklayacaklar, hangi sözün ne maksatla indirildiğini hiçbir
şüphe ve tereddüde yer vermeksizin zikredecek-lerdi. Fakat onlar sözlerinde
durmadılar ve kendilerinden istenen şeyi yapmadılar; yapmış olsalar bile,
kelimeleri değiştirerek ve manâlarını tahrif ederek yaptılar. O halde bu,
ellerindeki kitabı gizlemekten başka ne manâya gelir?
Ayet-i kerîmede
kasdedilenlerin yahudî ve hıristiyanlar oldukları açık bir şekilde anlaşılmakla
beraber, onda, müslümanların almaları gereken bir ders veya ibretin bulunduğunu
da gözden uzak tutmamak gerekir. Zira müslümanlar, kitapları olan Kur'ân-ı
Kerîm'i hıfzetmelerine, cami ve mescidlerde, evlerde, sokaklarda muhtelif
toplantılarda ve çeşitli vesilelerle onu okumalarına rağmen, âyetlerini ve
âyetlerindeki esrar ve ahkâmı halka açıklamayı, böylece onların hidayet ve
irşadını ihmal etmektedirler. Zannedilmektedir ki Kur'ân, manâsı anlaşılsın
veya anlaşılmasın, sadece gözü kapalı okumak, yahut okunduğu zaman hüşû ile
dinlemek için indirilmiştir. Şüphesiz Kur'ân'ı okumak ve okunduğu zaman
dinlemek bir ibadettir; fakat ibadetten de öte bir hidayet kaynağıdır.
Binâenaleyh müslümanların her şeyden önce bu kaynaktan istifade etmeleri
gerekir.
Kur'ân'ın
açıklanmasında başlıca iki büyük gaye vardır. Birincisi onun mü'min olmayanlara
tanıtılıp îmana davet edilmeleri; ikincisi de mü'minlere açıklanarak
Rablarından kendilerine indirilenlerle hidayet ve irşad edilemeleri. Her iki
gayenin gerçekleşmesinde asıl büyük görev, şüphesiz İslâm âlimlerine aittir ve
bu bakımdan Kur'ân'ın açıklanması herkesten önce onların üzerlerine vâcibtir.
Nitekim bu sûrenin daha önce tefsîr ettiğimiz 104 üncü âyetinde şöyle
denilmiştir: "Sizden, iyiye çağıran, marufu emredip münkerden nehy eyleyen
bir cemaat olsun. kurtuluşa erenler bunlardır". Müslümanların, yahudî ve
hıristiyanlarm durumuna düşmemeleri için Kur'ân âyetlerinin esrar ve ahkâmını
herkese açıklamaları gerekir. Zira yahudîler ve hıristiyanlar, peygamberleri
vasıtasıyle kendilerine gönderilen kitaplara gereken ihtimamı göstermemişler,
onları arkalarına atıp Allah'ın emir ve yasaklarına kulak asmamışlardı. Bu
kitaplar yerine, dünyanın geçici nimetleri ve hakîr menfeatları onlara daha
câzib gelmiş ve Allah'ın kitabını üç pulluk dünya menfeatına satmaktan
çekinmemişlerdi. Yaptıkları en çirkin işlerden biri, yine menfeat karşılığı
kitabı tevil ile manâsını tahrîr etmek ve ona, Allah'ın murad ettiği manâ dışında
başka manâlar vermekti. Tabiatıyle bu işleri, kendilerine en çok güvenilmesi
gereken din adamları, hahamlar ve rahipler yapıyorlardı. Bazan emir
sahiplerinin şerrinden emîn olmak, bazan onlara yaklaşmak, onlardan hediye,
para, mevki vs. koparmak, bazan da toplumu hoşnud etmek, yahut zenginin önce
rızasını, sonra da parasını kazanmak arzusu, onları, Allah'ın kitabını tebdil,
tağyir ve tahrif etmeye sevkeden belli başlı âmiller idi. Böylece onlar,
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah'ın kitabını, üç pulluk dünya
menfeatına satmış oluyorlardı. Fakat yaptıkları bu alış veriş, ne kötü ve ne
çirkin bir işti. Geçici dünya menfeatını ebedî dünya ve âhıret saadetinin
kaynağı olan Allah kelâmına bedel kılmışlardı.
188 Kitap ehlinin,
içinde hiçbir şey gizlemeksizin kendilerine verilen kitabı halka açıklamaları
gerekirken menfeat uğruna bunu yapmayıp Allah'ın ahdine sâdık kalmamak
suretiyle ortaya koydukları küfürleri yanında, dikkati çeken bir özellikleri
de, yaptıklarıyle sevinip, yap-madıklanyle de yapmış gibi övünme arzularıdır.
Allah'ın kitabını halka açıklamakla görevli oldukları halde bunu yapmamaları,
Allah'ın emrine karşı gelmek bakımından en büyük suç olduğuna hiç şüphe yoktur.
Buna rağmen onlar, kendilerinin, Allah'ın kitabını hıfzeden, onu en iyi bilen,
tefsîr ve teviline en çok vâkıf olan kimseler olduklarını ileri sürmekten de
geri kalmamışlardır. Oysa onların tefsîr ve tevilleri, bir önceki âyet-i
kerîmede de açıklandığı gibi, birtakım gerçekleri menfeat uğruna tahrif ederek
halktan gizlemek esasına dayanıyordu ve bu da, elbette en büyük suçtu. Bu
itibarla ey okuyucu, onların sevinmelerine ve övünmelerine bakarak bu
halleriyle azâbtan kurtulacaklarını zannetme. Aksine bu yalancılıkları,
sahtekârlıkları ve kötü ahlâkları sebebiyle dünya ve âhırette en acı azabı
çekeceklerdir.[79] tarafından nakledilen bir
haberden öğrenildiğine göre, Mu'âviye tarafından Medîne valiliğine tayin edilen
Mervân İbnu'l-Hakem, kapıcısına şöyle demişti: "İçimizden yaptığı ile
sevinen ve yapmadığı ile de övünmek isteyen kimseler azâblandırılacaksa,
hepimiz azâblandırılacağız demektir. Şimdi git de bunu Abdullah İbn Abbâs'a
sor. Kapıcı, İbn Abbâs'a gidip efendisinin söylediklerini ona nakledince, İbn
Abbâs şu cevabı vermiştir: "Bu âyetten size ne? Bu âyet, kitap ehli
hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazreti Peygamber onlara bir şey sormuş, onlar
da sorulan şeyi gizleyip başka bir şey söylemişlerdir. Buna rağmen kendilerini,
Hazreti Peygamberin sorduğu soruya cevap vermiş gibi göstererek ondan
kendilerini övmesini istemişler, Hazreti Peygamberin kendilerine sorduğu şeyi
gizlemelerine de sevinmişlerdi".
İbn Abbâs'tan
nakledilen bu hâdise, yukarıdaki âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olmuştur. Ebû
SaTd el-Hudrfden de şöyle bir haber nakledilmiştir: "Hazreti Peygamber
zamanında münafıklardan bazı kimseler, Hazreti Peygamber gazveye çıkınca ondan
geride kalmışlar ve kaldıklarına da sevinmişlerdi. Hazreti Peygamber gazveden
döndüğünde ise, yemin ederek özür dilemişler ve yapmadıklarıyle övünmek
istemişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur"[80]
Yukarıda naklettiğimiz
iki hâdise, âyet-i kerîmenin nüzul sebebi olarak gösterilmiştir. Şunu hemen
belirtmek gerekir ki, bu hâdiselerin birbirine yakın zamanlarda vukubulması,
her ikisinin veya diğer benzer hâdiselerin aynı âyetin nüzul sebebi olmasını
tabiî kılar. Zira nüzul sebeplerini, tek bir hâdise ile sınırlandırmak şart
değildir.[81]
189 Netice
olarak, gerek yahudîler ve gerekse hıristiyanlar, peygamberleri vasıtasıyle
kendilerine gönderilen kitapları, bu kitaplar içindeki Allah'ın emir ve
yasaklarını, ahkâm ve esrarını, halka açıklamakla em-rolundukları halde, geçici
dünya menfeatı elde etmek için bu emre uymamışlar ve Allah'ın kitabını
arkalarına atmışlardır. Bununla da yetinmeyerek, işledikleri kötülüğü, iyi bir
iş yapmış gibi kendilerine sevinç vesilesi kılmışlar, Allah'ın emrine uymayıp
kitabı açıklamamalarıyle de övünmüşlerdir. Böylece dünyanın en büyük cinayetini
işlemişler, hem kendilerine, hem de kendilerinden sonra gelecek evlâdlanna îman
kapısını kapamışlardır. Bu yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler, dünya ve
âhırette en ağır ve en acı azabı göreceklerdir. Bu itibarla, ey mü'minler,
göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a âit olduğunu aklınızdan hiç
çıkarmayın ve kitap ehlinin bu yaptıklarından dolayı sakın üzülmeyin ve sakın
siz de onlar gibi davranarak Allah'ın kitabını arkanıza atıp emir ve
yasaklarını, ahkâm ve esrarını görmezlikten gelmeye ve halktan gizlemeye
kalkışmayın. Aksi halde dünya ve âhlrette aynı azaba siz de uğratılırsınız.
Zira Allah her şeyi yapmaya kaadirdir. [82]
190. Göklerin
ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardından gelip gidişinde, akü
sahipleri için (ibret alınacak) deliller vardır.
191. Ayakta,
oturarak ve yatarak Allah'ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
tefekkürde bulunan (o akıl sahipleri derlerkL) "Rabbımız! Sen bunları
boşuna yaratmadın. Seni (her türlü noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Bundan
dolayı bizi cehennem azabından koru\
192. "Rabbımız! Sen, kimi ateşe sokarsan, onu
zelil etmiş olursun. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur".
193. "Rabbımız!Biz,
Rabbtnua îman edin diye çağıran bir münâdî (Peygamber) yi işittik ve hemen îman
ettik Rabbımız! Sen de bizim günâhlarımızı bağışla; kusurlarımızı ört ve bize
iyilerle birlikte ölüm vern.
194. "Rabbımız!
Peygamberlerinle bize va 'det-tikîerini de bize ver ve kıyamet günü bizi zelil
etme. Şüphesiz sen, va'dinden dönmezsin".
195. Rabları
da onların bu dualarına icabet eder (ve der) kL Ben, içinizden erkek olsun
kadın olsun, hiçbir amel sahibinin amelini asla zayi etmem; (zira kadın ve
erkek olarak siz),birbirinizden (olma) şutu. Hicret edenlerin, ülkelerinden sürülüp çıkarılanların,
benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve (savaşta şehîd olarak)
öldürülenlerin, Allah katından (yaptıklarının) sevabı olarak, kusurlarını
mutlaka örteceğim ve onlan, (ağaçlan) alandan ırmaklar akan cennetlere
soka-cağım. Mükâfatın en güzeli Allah kalındadır.
Yukarıdaki âyet-i
kerîmeler, mü'minlerle müşrikler, münafıklar ve kitap ehli arasında cereyan
eden bir takım hâdiselerin, münâkaşaların ve mücadelelerin anlatılmasından
sonra gelmiştir ve bu âyetlerle insanlardan akıl sahibi olan, yahut aklını
kullanabilen kimselere hitab edilmiştir. Çünkü daha önce üzerinde durulan
bütün hâdiselerin ve bütün mücadelelerin, hattâ bunlara yol açan küfür ve nifak
gibi çirkin ve gayr-i ahlâkî davranışların hepsi de, insanların akıllarını iyi
kullanmamaları neticesinde ortaya çıkmıştır. Aklın kullanılması, insanda
tefekkür veya düşünme denilen bir fikir hareketinin meydana gelmesine sebep
olur ki, bu fikrî hareket, insanı, aklını kullanmadığı takdirde ulaşması asla
mümkün olmayan gerçeğe ulaştırır. Ancak aklın doğru yolda kullanılması ve bir
hareket noktası tesbitiyie ona bir yön verilmesi için bir takım rehberlere
ihtiyaç duyulması, mutlak gerçeğe ulaşmanın başlıca şartlarındandır.
O halde rehberliğini
peygamberlerin yaptığı bu dünyada insanlar, önce çevrelerine bakıp düşünmek ve
akıllarını, mutlaka bulunup bilinmesi gereken gerçeğe ulaşmak için kullanmak
zorundadırlar. İşte bu manâda Allahu Ta'âlâ, önce kullarını tevhidine
ulaştıracak delillere işaret ederek akıllarını kullanacakları yola irşad etmiş,
sonra da tefekkür edenlerin Rablarına yönelttikleri niyazlarını ve Rablarının
onlara cevabını zikretmiştir. Allahu Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [83]
190. Göklerin
ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardından gelip gidişinde, akü
sahipleri için (ibret alınacak) deliller vardır
190
İçerisinde, yeryüzünü hem aydınlatan, hem de ısıtan güneşi ile, ayı, yıldızları
ve insanoğlunun henüz pek çoğuna vâkıf olamadığı sayısız esrarı üe göklerin ve
üzerinde sayılamayacak kadar çok canlının yaşadığı yeryüzünün yaratılışındaki
nizam ve intizamı görüp de bundan ibret almamak mümkün müdür? Bu nasıl bir
nizam ve intizamdır ki, dünyası, güneşi, ayı ve yıldızlan, birbirinin etrafında
milyonlarca senedir döner dururlar da, dönüş yollarında derecenin binde biri de
olsa en küçük bir sapma olmaz. Zira böyle bir sapma olsa, içinde milyonlarca
canlının yaşadığı dünyamız, ya güneşin korkunç alevleri içine dalıp bir anda
yanar kül olur; ya da güneşten uzaklaşıp gökyüzünün uçsuz bucaksız boşluğunda
bilinmeyen bir yerde yok olur gider. Keza gökyüzünün diğer cisimleri de aynı
nizam içinde hareketlerine devam ederler de, biribirlerinin yollarını
kesmezler; biribirlerinin hareketlerine engel olmazlar.
Ya gece ile gündüzün
hiç sıra şaşırmadan birbiri arkasından gelip gidişi; hem de senenin belirli ay
ve günlerinde sahip oldukları uzunluk kısalıklarında hiçbir değişikliğe
uğramadan geliş ve gidişlerini sürdürmeleri!...
Bütün bunlar, akıl
sahiplerinin ayrı ayrı üzerinde durup akıllarını kullanmaları ve düşünmeleri
gereken delillerdir. Bu deliller sayesinde insan, gökleri ve yeri yaratan bir
kudretin bulunduğu ve bu kudretin de ancak tek bir varlığa ait olduğu sonucuna ulaşır.
Zira böyle bir kudret olmaksızın ne göklerin ve ne de yerin içlerindeki diğer
varlıklarla birlikte yoktan varolması mümkün değildir. İşte bu kudret Allah'ın
kendisidir; gökleri ve yeri yaratan O'dur. Keza bu deliller, göklerin ve yerin yaratılışında
hiçbir şeyin veya hiçbir kimsenin Allah'a ortak olmadığını ve onların
idaresinde de kıyamete kadar O'na ortak olmayacağını gösterir. Zira böyle bir
ortaklık, yaratıcılardan hiçbirinin gökleri ve yeri yaratacak bir güce veya
kudrete sahip olmadığına delâlet eder ki, böyle birine ilâh demek elbette
mümkün değildir. Keza yukarıda işaret ettiğimiz gökyüzü cisimleri arasındaki
nizam ve intizam da, onları yaratan ilâhın vahdaniyetini, yani birliğini
gösterir. Çünkü birden fazla ilahın, böyle bir nizam üzerinde ittifak etmesi
mümkün olmadığı gibi, ihtilâfları da sözü edilen nizamın devamına imkân vermez.
Netice olarak,
göklerin ve yerin bir nizam içinde yaratılışında ve gece ile gündüzün yine aynı
nizam içinde birbiri ardınca gelişinde, aklını kullanabilenler İçin, Allah'ın
varlığını ve birliğini gösteren deliler vardır. [84]
191. Ayakta,
oturarak ve yatarak Allah'ı zikreden, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
tefekkürde bulunan (o akü sahipleri derler id:) nRab-bvntzf Sen bunları boşuna
yaratmadın. Seni (her türlü noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Bundan dolayı
bizi cehennem azabından koru".
192. "Rabbunız! Sen, kimi ateşe sokarsan, onu
zelil etmiş olursun. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur*1.
193. "Rabbımız! Biz, Rabbtnıza îman edin diye
çağıran bir münâdî (Peygamber) yi işittik ve hemen îman ettik. Rabbunız! Sen de
bizim günâhlarımızı bağışla; kusurlarımızı ört ve bize iyilerle birlikte ölüm
ver".
194. "Rabbımız! Peygamberlerinle bize
va'dettik-lerini de bize ver ve kıyamet günü bizi zelil etme. Şüphesiz sen
va'dinden dönmezsin".
191 Madem ki
gökleri ve yeri ve bunların içindekileri bir nizam ve intizam ile yaratan ve
gece ile gündüzü de hiç ihtilafsız birbiri ardınca getiren bir Allah vardır ve
O'ndan başka Rab, O'ndan başka ilâh yoktur; o halde o akıl sahiplerini
tefekkürün ulaştırdığı bir sonuç daha olması gerekir ki, o da, kendinden başka
ilâh olmayan O. Allah'ı, ayakta, oturarak ve yatarak zikretmek ve göklerin ve
yerin yaratılışını, içindekilerin esrarını ve bunların delâlet ettiği
yaratıcısının ilmini, hikmetini ve kudretini yine tefekkür edip düşünmektir. Ve
filhakika akıl sahibi olupda akıllarını kullanabilenler, göklerin ve
yerin,yaratılışındaki ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişindeki
delilleri tefekkür edip Allah'ın varlığı ve birliği inancını kalblerine
yerleştirip pekiştirdikten sonra, ister ayakta olsunlar, ister oturmuş veya
yatmış olsunlar, Allah'ı zikredip O'nun mahlûkatı üzerinde tefekkür ederler ve
derler ki: Rabbımız! Göklerde ve yerde görüp müşahade ettiğimiz her ne varsa,
sen, bunların hiçbirini bâtıl ve lüzumsuz olarak yaratmadın. Seni bâtıl ve
abes iş yapmaktan tenzih ederim. Hiç şüphe yoktur ki, senin yarattığın her
şeyde yüksek bir hikmet ve hudutsuz bir menfeat vardır. Keza yarattığın insan,
ne olursa olsun, abes olarak yaratılmamıştır. Onların bir kısmı sana itaat edip
doğru yolu bulur; bir kısmı da senden yüz çevirip dalâlete düşer. Fakat ölüm
gelip ruhları bedenlerinden ayrılınca, cesedleri parça parça toprağa dökülüp
çürümeye yüz tutar. Vakti gelince de, ilk defa yaratıldıkları gibi yeniden
yaratılırlar. Sana itaat edip sâlih amelleriyte senin rızanı kazanmış olanlar
cennete, diğerleri ise cehenneme giderler ve sana isyan etmiş olmanın cezasını
çekerler. Bu itibarla ey Rabbımız, bizi sana itaat edip rızanı kazanan
kullarından eyle ve bizi cehennem azabından koru! [85]
192 Rabbımız!
Bu öyte bir cehennem, öyle bir ateştir ki, kimi oraya sokarsan, onu rezil ve
rüsvay etmiş olursun. İşte bu sebepledir ki, bizi o cehennem azabından koru;
bizi o ateşin içine atma!
Âyet-i kerîmeden
anlaşılan manâ odur ki, Rabbına itaat ederek O'nun rızasını kazanan mü'minin
cehennem azabından kendisini koruması için O'na yönelttiği bu duâ ve niyaz,
hudutsuz derecede büyük ve içtendir; çünküönünde, insanın içine düştüğü
takdirde kurtulması mümkün olmayan büyük bir tehlike vardır ve bu tehlike
cehennem azabıdır. İnsan ne zaman böyle bir tehlike İle karşı karşıya gelse,
veya kendisini ona yakın hissetse, içinde, onun kucağına düşmemek ve ondan
kurtulmak için büyük bir arzu belirir; tehlikenin yakınlığı nis-betinde de
kurtulma arzusu şiddetlenir ve kendisini ondan kurtaracak yardımcıya sarılır.
İşte yukarıdaki âyet-i kerîmede zikredilen ateş ve bu ateşe sokulan kimsenin
rezil ve rüsvay oluşundaki o korkunç akıbettir ki, mü'minin Rabbına yönelerek
"bizi cehennem azabından koru" diye yalvarıp yakarmasına vesile olur.
Gerçek olan şudur ki,
ateş, özellikle zâlimler içindir; oraya girişlerinin sebebi de, zulümleridir,
küfürleridir. Orada ebedî kalacaklardır; çünkü onları oradan çıkaracak hiçbir
yardımcıları yoktur. Başka bir ifadeyle, âhıret gününün sahibi ve hâkimi Allahu
Ta'âlâ olduğuna göre, zâlimleri oraya sokacak olan O'dur; keza onlara yardım
elini uzatmayacak olan da O'ndan başkası değildir. [86]
193 Göklerin
ve yerin yaratilışındaki hikmeti, onları yoktan var edip yaratanın gücünü ve
kudretini tefekkür ederek Allah'ın varlığı ve birliği inancını kalblerine
yerleştirip pekiştiren, sonra da, ister ayakta, ister oturmuş veya yatmış
olarak Allah'ı zikreden mü'minler, duâ ve niyazlarına devamla derler ki:
Rabbımız! Bize,
"yerleri, gökleri ve içlerinde her ne varsa hepsini yoktan vareden
Rabbınıza îman edin" diyerek bizi îmana davet eden bir münâdî, bir
Peygamber geldi; onun bu davetini işittik ve hiç tereddüt etmeden hemen îman
ettik. O halde sen de bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize
iyilerle birlikte ölüm ver.
Âyet-i kerîmeden
anlaşıldığına göre, mü'minlerin Rablarından diledikleri belli başlı üç şey
vardır. Birincisi, geçmiş günahlarının bağışlanması, ikincisi, kendilerinden
sâdır olacak kusurların örtülmesi, üçüncüsü de, ölümlerinin, iyilerin ölümünde
olduğu gibi iyi ameller üzere olması ve böylece âhıretteki derecelerinin
onların dereceleri seviyesinde bulunmasıdır. Âyet-i kerîmede, mü'minlerin
bağışlanmasını diledikleri günâh, "zenb" (zunûb) kelimesiyle ifade
edilmiştir ki, bununla büyük günâhlar kasdedilmiştir. Bu çeşit günâhları, bazan
mü'minlerin de işledikleri olur ve Allah, dilerse, dilediği kimse için onun
günâhını bağışlar; yahutta günâhından dolayı onu cezalandırır. Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, günâhlar {zunûb), umumiyetle kulun, Allah'a karşı olan
vecîbelerinde veya İbadetlerinde işlediği kusurlardır. Diğer insanlarla olan
muamelelerindeki kusurları ise, âyet-İ kerîmede "seyyıât" kelimesiyle
ifade edilmiştir. Günâhın bağışlanmasından maksat, üzerine ceza terettüb
etmeyecek şekilde örtülmesi, seyyiâtın bağışlanması ise, silinip iptal
edilmesidir. Buna göre mü'minlerin bu niyaz ile Rablarından dilekleri,
kendisine karşı işledikleri günâhları
(zunûb) nın bağışlanması,
kullara karşı işledikleri kötülükler (seyyiât) in de silinmesidir.
Mü'minlerin
niyazlarında, kendilerine iyiler (ebrar) ile birlikte ölüm verilmesi dilekleri,
ölümlerinin iyilerin ölümeleri gibi güzel amel üzere olması ve kıyamet günü
onların eriştikleri dereceye eriştirilmeleridir. Nitekim Allahu Ta'âlâ, Nisa
sûresinin 69 uncu âyetinde "kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte
onlar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve iyilerle
beraberdirler" buyurmuştur ki, mü'minlerin Rablarından niyaz ettikleri
güzel akıbet de budur: Allah'ın rızasını kazanmış bir mü'min olarak, kıyamet
günü, peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve iyilerle beraber Allah'ın Arşı'nın. Gölgesinde
barınmak... Allah, bütün mü'minleri güzel amelleriyle bu güzel akıbete
kavuştursun. Âmin!.
194 Mü'minler,
Rablarına yönelttikleri yakarışlarına devamla derler ki: Rabbımız! Gönderdiğin
peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmaksızın hepsine de îman ettik. Onların
senin katından getirdikleri her şeyi tasdik ile, bizi davet ettikleri yola
sülük ettik. Bu itibarla davranışımızın güzel bir mükâfatı olmak üzere
peygamberlerin vasıtasıyle va'dettiğin dünya ve âhıret saadetini bize ver.
Kıyamet günü cehennem ateşiyle bizi rezil ve rüsvay etme; bizi mahzun eyleme. îman
ve güzel amel şartıyle bize va'detmiş ve demiştin ki: "Allah, içinizden
îman edenlere ve iyi iş işleyenlere, kendilerinden öncekileri hükümran kıldığı
gibi, onları da yeryüzünde hükümran kılacağını, kendileri için hoşnud olduğu
dinlerini, yine onlar için iyice yerleştireceğini ve korkulu hallerini güvene
çevireceğini va'detmiştir". (Nûr sûresi, 55). Yine va'dedip demiştin ki:
"Eyîman edenleri Siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da sizeyardım eder ve
tâatında sizi devamlı kılar" (Muhammed sûresi, 7). Keza kadın erkek bütün
mü'minlere âhıret saadeti va'detmiş ve demiştin ki: "Allah, mü'min erkek
ve mü'min kadınlara, içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan
cennetler, Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detmiştir". (Tevbe
sûresi, 72).
Rabbımız! İşte
peygamberlerin vasıtasıyle bize va'dettiğin bu güzel şeylerden bizi mahrum
eyleme. Onları bize ver ve bizi dünya ve âhıret saadetine ulaştır. Biliyoruz ki
sen, bir şeyi va'dedince ondan dönmez, va'dini yerine getirirsin.
Mü'minlerin Rablarına
yönelttikleri bu duâ, şüphesiz cevapsız kalmaz. Nitekim Allahu Ta'âlâ müteakip
âyetinde kullarının bu niyazını cevaplandırmış ve buyurmuştur ki: [87]
195. Rabları
da onların bu dualarına icabet eder (ve der) H: Ben, içinizden erkek olsun
kadın olsun, hiçbir amel sahibinin amelini asla zayi etmem; (zira kadın ve
erkek olarak siz) birbirinizden (olma) siniz. Hicret edenlerin, ülkelerinden
sürülüp çıkarılanların, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve
(savaşta sehîd olarak) öldürülenlerin, Allah katından (yaptıklarının) sevabı
olarak, kusurlarını mutlaka örteceğim ve onları, (ağaçlan) altından ırmaklar
akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah kamdadır.
195 Allahu Ta'âlâ,
mü'minlerin yukarıda zikrolunan dualarını geri çevirmemiş, kadın olsun erkek
olsun, hiçbir mü'minin amelini zayi etmeyeceğini, onu mutlaka
mükâfatlandıracağını beyanla ona icabet etmiştir. Çünkü O, herkesten çok daha
iyi bilmektedir ki, kendisine niyazda bulunan bu mü'minler, îmanlarında,
zikirlerinde, Rablarınıtefkîr ve tenzihlerinde, peygamberleri tasdiklerinde,
kendisine karşı olan şükürlerindeki kusur ve zafiyetlerini ve dolayısıyle
mağfirete olan ihtiyaçlarını anlamalarında sâdık ve samimidirler; sözlerinde
hiçbir riya, hiçbir yalan yoktur.
Ancak Allahu Ta'âlânın,
mü'minlerin dualarına icabetinde, gözden uzak tutulmaması gereken bazı önemli
noktalar vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1) Mü'minler
günâhlarının bağışlanmasını, kusurlarının örtülmesini ve kendilerine iyiler
(ebrar) ile beraber Ölüm verilmesini istemişlerdir. Allahu Ta'âlâ onların bu
isteğine, her amel sahibinin, amelinin karşılığını kazanacağını beyan ederek
cevap vermiştir. Bu cevap açıkça göstermektedir ki, sevab kazanmada ve azâbtan
kurtuluşta asıl, güzel amel ve bu ameldeki ihlâstır. Bu amel olmaksızın
kurtuluşa ermek mümkün
değildir.
2) Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin dualarına
icabetinde "erkek olsun kadın olsun, hiçbir amel sahibinin amelini zayi
etmem1' buyurmak suretiyle, erkek ve kadının, amellerine karşılık olarak
kazanacakları, mükâfat yönünden kendi katında eşit olduklarını, erkek kadına
nisbetle ne derece kuvvetli olursa olsun, amelinin karşılığını almak yönünden
kadına karşı hiçbir üstünlüğünün bulunmadığını göstermiştir.
3) Allahu Ta'âlâ, erkek ile kadın arasındaki bu
eşitliği "(kadın ve erkek olarak siz) birbirinizden (olma) siniz"
sözü ile beyan buyurmuştur. Filhakika erkek kadından doğmuş, kadın da erkekten
olmuştur. O halde beşeriyet yönünden aralarında hiçbir fark yoktur. Eğer bir
üstünlük söz konusu olursa, bu, ancak amellerinin güzelliğiyle olur; kimin
amelî daha güzel olursa, o, diğerinden üstündür.
4) İslâm, bu
hükmü ile erkeğin kadına karşı olan muamelesini ıslah etmiş, kadına erkeğin
yanında gerçek değerini kazandırırken, bazı milletlerin kadını sadece
erkeklerin ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış bir varlık, yahut diğer
bazılarının, onu, dînî mükellefiyeti bulunmayan bir mahlûk gibi telakkî eden
görüş ve davranışlarını ise, kamilen reddetmiştir. Bu sebepledir ki, kadına
yeryüzünde lâyık olduğu değeri veren
İlk ve son dîn, islâm
dîni olmuş, diğer dinler ise, İslâm'ın çok gerisinde kalmıştır. Eğer bu gün
müslüman kadınlar erkeklerin çok gerisinde kalmışlarsa, bu, müslümanların
yanlış davranışlarından ve kadının talim ve terbiyesine yeterince ilgi
göstermemelerindendir; İslâm'ın kendinden değildir.
Allahu Ta'âlâ, kadın
erkek arasında hiçbir ayırım yapmadan her ikisine de verilecek mükâfatı,
işledikleri amelin derecesine bağladıktan sonra, günâhlarının bağışlanıp
kusurlarının örtülmesine, iyilerin amelleri üzere ölmelerine ve cennete
girmelerine vesile olacak amelleri açıklamış ve bunların, Hazreti Peygambere
hizmet, dîni yaymak ve Allah ismini yüceltmek gayesiyle vatandan hicret, düşman
işgaline uğradıktan sonra, zorla ve zulümle yurtlarından sürülüp çıkarılmak,
Allah yolunda ve din uğrunda eziyete maruz kalmak, aynı yolda ve aynı uğurda
savaşmak, savaşırken şehîd düşmek gibi ameller olduğunu bildirmiştir.
Binâenaleyh bu amellerden her biri, o amel sahibinin günâhlarının
bağışlanmasına ve ağaçları altından ırmaklar akan cennete girmesine vesile
olacaktır. Bu, Allah'ın va'didir ve Allah, asla va'dinden dönmez. Bu itibarla
Allah'ın mü'minlere ve onlardan güzel amel sahiplerine va'di olan bu mükâfatın
başka hiçbir dengi ve benzeri yoktur. Mükâfatların en güzeli O'nundur. [88]
196. (Ey Muhammedi) Küfredenlerin, ülkeleri
(diledikleri gibi) dolaşmaları seni aldatmasın.
197. Bu, çok az bir (dünyevî) metadır; sonra
barınakları, yine cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.
198. Oysa
Rablarından sakınanlar (öyle mi)? Onlar için Allah'tan bir ikram olmak üzere,
içinde daimî kalacakları (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetler vardır.
İyiler için Allah katındaki mükâfat daha hayırlıdır.
199. Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki,
Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'tan korkarak îman
ederler; Allah'ın âyetlerini yok pahasına satmazlar. İste böylelerinin Rabları
katında mükâfatları vardır. Allah, şüphesiz, hesabı çabuk görendir.
200. Ey îman
edenler! Sabredin; tahammül gösterin; müteyakkız olun ve Allah 'tan sakının
ki, kurtuluşa eresiniz.
Daha önceki âyetlerde
Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin, günâhlarının bağışlanması, kusurlarının örtülmesi
ve kendilerine iyilerin ölümü gibi ölüm verilmesi hususundaki duâ ve
niyazlarına icabetle, erkek olsun kadın olsun, herkesi amellerinin güzelliği
ölçüsünde mükâfatlandıracağını ve hiç kimsenin amelini zayi etmeyeceğini beyan
etmiş, sonra da günâhların bağışlanmasına ve ağaçları altından ırmaklar akan
cennetlere girilmesine vesile olan amelleri zikrederek, bu amelleri işleyenlerin
kusurlarını mutlaka örteceğini ve onları ağaçları altından ırmaklar akan
cennetlere sokacağını va'detmişti. Bu va'd, Allahu Ta'âlâdan mü'minlere
bahşedilen eşsiz bir mükâfat idi ve böyle bir mükâfatı O'ndan başkası
mü'minlere ihsan edemezdi.
Güzel amel sahibi
müzminlerin âhırette nail olacakları bu mertebe ve kavuşacakları hudutsuz
saadet, dünyanın hangi geçici nimetiyle kıyaslanabildi? Vakıa mü'minler dünyada
iken fakr u zaruret içinde yaşıyorlar, çok defa karınlarını doyuracak bir lokma
yemeden sabahladıkları bile oluyordu. Bu yetmiyormuş gibi zaman zaman
kâfirlerin hakaretlerine ve eziyetlerine de maruz kalıyorlar, hayatlarını
sıkıntı İçinde geçiliyorlardı. Buna rağmen kâfirlerin yaşadıkları hayat,
mü'minlerin hayatlarından çok farklı İdi. Mal mülk sahibi idiler; refah içinde
yaşıyorlardı; hiçbir endişeleri, hiçbir sıkıntıları yoktu. Doğrusu dünya
nimetlerini her şeyin üstünde tutup da bunlara sahip olamayan kimselerin
kıskanmadan edemeyecekleri bir hayat sürdürüyorlardı.
Ancak müslümanların,
kâfirlerin gözalıcı bu hayatına imrenmeleri, onları kıskanmaları ve "ah,
keski biz de onlar gibi yaşasaydık!" demeleri mümkün müdür? İşte
yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu sorunun cevabı verilmiştir. Kâfirlerin hayatı
ne kadar câzib görünürse görünsün, bu hayat geçicidir. Ondan sonra ulaşacakları
ebedî hayat ise, onlar için cehennem azabı olacak ve onların dünya hayatından
pişmanlıkları İşte o zaman başlayacaktır. Fakat bu pişmanlık onlara hiçbir
fayda sağlamayacaktır; çünkü artık iş işten geçmiştir. Oysa mü'minlerin kıyamet
günü sahip olacakları ebedî saadet böyle midir? İşte bu manâsıyle yukarıdaki
âyet-i kerîmeler, mü'minler için hem bir teselli, hem de dünyanın geçici olan
sıkıntılı hayatı karşısında onları sabra davettir. Allahu Ta'âlâ şöyle
buyurmuştur: [89]
196. (Ey Muhammedi) Küfredenlerin, ülkeleri (diledikleri
gibi) dolaşmaları seni aldatmasın.
197. Bu,
çok az bir (dünyevî) metadır; sonra ban-i
naldan, yine cehennemdir. O ne kötü bir yerdir.
196 Ayet-i
kerîmedeki hitap Hazreti Peygambere ve dolayısıyle bütün müslümanlaradır. Her
ne kadar Hazreti Peygamberin aldanmış olabileceği hiçbir surette düşünülemezse
de, olayın aldatıcı yanının ağır basarak bazı müslümanların yanlış düşüncelere
saplanmış ve bunların da Hazreti Peygamber vasıtasıyle uyarılmış olmalar uzak
bir ihtimal değildir. Nitekim bazı rivayetlerden öğrendiğimize göre, Mekkeli
müşrikler ticaretle meşgul oluyorlar ve diyar diyar dolaşıp bol para
kazanıyortardı. Bu kazanç da onların.sıkıntısız, bolluk ve refah içinde
yaşamalarını sağlıyordu. Bu sırada müslümanlar ise, bir taraftan İslâm'ın
yayılıp kuvvetlenmesi için çeşitli sıkıntılara göğüs germek zorunda kalıyorlar,
bir taraftan da karınlarını doyuracak bol gelir kaynakları bulunmadığı i-çin
fakr-u zaruret içinde kıvranıyorlardı. İşte hal böyle iken bazı mü'minler,
"Allah'ın düşmanlarına bak! Onlar bolluk ve refah içinde yaşarlarken, biz
açlık ve sıkıntıdan helak oluyoruz" demişlerdi. Bunun üzerine Allahu
Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmeyi indirmiş, böyle düşünen ve böyle
düşünebilecek olan mü'minlere "kâfirlerin bolluk ve refah içinde diyar
diyar dolaşmaları sizi aldatmasın" buyurmuştur.
Bazı mü'minlerin refah
içinde yaşayan kâfirlere bakarak bu yanlış düşünceye saplanmalarının, uğrunda
savaştıkları davanın yüceliğini bir an için unutmuş, yahutta bu davadaki
yüceliği henüz kavrayamamış olmalarından kaynaklandığına şüphe yoktur. Hattâ
müslüman olmamış, yahut yenice müslüman olup da kalblerine henüz îman iyice
yerleşmemiş olan kimselerin de, bir kâfire bir de mü'mine bakarak aralarındaki
yaşayış farkına dikkat edip bu sözü söylemiş olmaları mümkündür. Fakat bunu kim
söylerse söylesin, önemli olan, onu söyleyenin değil, söylenenin özellikle yeni
müslüman olanlar üzerinde bırakacağı olumsuz tesir idi. Kâfirler, mal mülk
sahibi olmaları dolayısıyle refah içinde yaşayabilirler; fakat onların bu
yaşantıları aldatıcıdır. [90]
197 Çünkü
sahip oldukları mal mülk geçici bir dünya metaldir ve onları ilelebed saadet
içinde yaşatacak değildir. İnsan ömrü o kadar kısadır ki, onun sonuna geldiği
zaman, bolluğu ile övündüğü o malın çok az bir kısmını yiyebildiğini görecek,
geride kalanların ise, hayatını bir saat de olsa uzatmayacağını anlayacaktır.
İşte o zaman, dünya hayatına ebedîlik kazandırmayan geçici bir avuç mal için
âhıretini heba etmenin pişmanlığı içinde kendisini ölümün pençesine teslim
edecek, o da onu ebediyyen kalacağı cehenneme götürecektir. Bu ne kötü bir
akıbet ve orası ne kötü bir yerdir! [91]
198. Oysa
Rablanndan sakınanlar (öyle mi)? Onlar için Allah'tan bir ikram olmak üzere,
içinde daimî kalacakları (ağaçlan) altından ırmaklar akan cennetler vardır.
İyiler için Allah katındaki mükâfat daha hayırlıdır.
198 Oysa
Rablarının emirlerine uyup nehiylerinden sakınanların akıbeti böyle midir?
Onların dünyaları, kâfirlerinki gibi bolluk ve refah içinde geçmese bile, ebedî
olan âhıret hayatları, Allah'a itaat etmenin ve sırf Allah yolunda sıkıntı
çekmenin bir mükâfatı olarak ilelebed mutluluk içinde geçecektir. Allah
tarafından^endilerine ihsan edilecek olan bu mükâfat, içinde ebediyyen
kalacakları ağaçları altından ırmaklar akan cennetler olacaktır. Allahu Ta'âlâ
bunu mü'minlere müteaddit defalar va'detmiştir. Meselâ Kehf sûresinin 107-108
inci âyetlerinde şöyle buyurmuştur: "îman edenler ve sâlih amel işleyenler
için kalacak Firdevs cennetleri vardır. Orada daimîdirler. Oradan hiç ayrılmak
istemezler*. Keza Allahu Ta'âlânın Secde sûresinin 19 uncu âyetindeki va'di de
bundan farklı değildir: "fmarredenler ve sâlih amel işleyenler için,
yaptıklarına karşı mükâfat olarak kalınacak cennetler vardır". Allah va'dinden
asla dönmez. O halde îman eden ve sâlih amel işleyen mü'minlere Allah
tarafından ihsan edilecek olan bu ebedî mükâfat, kâfirlerin bir avuç dünya
malı için diyar diyar gezip dolaşmalarından, sonra da topladıklarını geride
bırakıp cehennemin korkunç uçurumunda sonsuza kadar ateşin azabını
çekmelerinden çok daha hayırlı değil midir? Elbette daha hayırlıdır ve mü'min
için bundan daha hayırlı bir mükâfat olamaz. Zâten mükâfatların en güzeli ve en
hayırlısı Allah katındadır. O halde ey mü'minler! Kâfirlerin süslü ve cazibeli
yaşantılarına bakıp da aldanmayın; onların süsü de cazibesi de göz açıp
kapayacak kadar kısa sürecek, sonra da küfürlerinin cezasını çekmek üzere ebedî
durakları olan cehennemi boylayacaklardır. [92]
199. Kitap ehlinden öyle kimseler vardır la, Allah'a,
size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'tan korkarak îman ederler;
Allah'ın Âyetlerini yoksa hasuui satmazlar, işte böyle-lerinin Rablan katında
mükâfatlan vardır. Allah, şüphesiz, hesabı çabuk görendir.
Allahu Ta'âlâ, mü'minlerin
halini ve âhirette kendileri için hazırlanan mükâfatı, sonra kâfirlerin halini
ve âhirette kendilerini bekleyen kötü akıbeti beyan ettikten ve böylece
kâfirlerin halinde mü'minlerin imrenmelerini gerektirecek hiçbir özellik
bulunmadığını açıkça gösterdikten sonra, bu âyetinde, daha önceleri kendilerine
gönderilen kitaplara inanıp onlara göre amel eden, Kur'ân gönderildikten sonra
da Kur'ân'a inanıp ona uyan bir gurup kitap ehlinden söz etmiş ve onları, şeref
ve meziyetleri bulunan birtakım sıfatlarla tanıtmıştır:
1) Allah'a
îman: Kitap ehlinden olan bu kimseler, Allah'a îman etmişlerdir. îmanları
sağlam ve sahihtir. Ne münafıklar gibi îman et-
medikleri halde îman
ettik derler. Nitekim Bakara sûresinin 8 inci âyetinde böylelerine işaret
edilmiş ve "insanlardan öyle kimseler vardır ki, Allah'a ve âhiret gününe
îman ettik derler; halbuki onlar mü'min değillerdir" denilmiştir. Ne de
müşrikler gibi Allah'a şirk koşarak îman ederler. Bu gibileri hakkında da
Allahu Ta'âlâ, Yûsuf sûresinin 106 ncı âyetinde şöyle buyurmuştur:
"Onların çoğu da, Allah'a ancak şirk koşarakîman ederler". Kısacası
kitap ehlinden olan bu mü'minler, îmanlarını ne nifakla ve ne de şirkle
kirletmişlerdir,
2) Bu kitap ehli, müslümanlara indirilen kitaba
da îman etmişlerdir. Kitap, Allahu Ta'âlânın, Peygamberi Muhammed (s.a.s.)'e
indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Âyet-i kerîmede, ehl-i kitaptan olan bu gurubun
Kur'ân'a olan inançlarının, kendi kitaplarına olan inançlarından önce
zikredilmesi, diğer kitapların yanında Kur'ân'ın asıl olması, ihtilâf halinde
hükmün ona göre verilmesi ve onun diğer kitaplardan farklı olarak, tahriften
ve zayi olmaktan uzak kalması dolayısıyledir.
3) Âyet-i kerîmede "kendilerine
indirilen" olarak zikredilen kitaplar, ehl-i kitabın peygamberlerine
indirilen kitaplardır. Zaman içinde bu kitapların zayi olması, bazı
kısımlarının unutulması, tercüme ve nakiller sebebiyle değişikliğe uğraması ve
daha önemlisi bizzat hahamlar ve rahipler tarafından tahrif ve tağyir edilmesi,
şüphesiz kitap ehlinin bu kitaplara îman etmelerine engel değildi. Ancak
buradaki îmanın icmalî, Kur'ân'a îmanın ise, tafsîlî olduğunu unutmamak
gerekir.
4) Huşu, yani Allah korkusu, ehl-i kitaptan olan
bu gurubun başka bir özelliğini teşkil eder. Bu, hiç şüphesiz, sahîh îmanın bir
semeresi olup kalbde belirir; oradan vücudun bütün organlarına yayılır ve
tesirini icra eder.
5) Allah'ın âyetlerini yok pahasına satmamak da
onların özelliklerinden biri olup, bir önceki maddede zikredilen Allah
korkusunun tabiî bir neticesidir.
İşte âyet-i kerîmede
sıfatları madde madde zikredilen ehl-i kitabın hidayete ermiş bu seçkin
kişilerinin de Rablan katında mükâfatları vardır. Allah, geciktirmeden onlara
bu mükâfatı verecektir. Çünkü Ö, bütün insanların hesabını kısa bir anda görür
ve herkese amelinin karşılığını tam olarak verir. [93] tarafından
nakledilen bir hadîsten öğrendiğimize göre, Habeş hükümdar Necaşî'nin ölüm
haberi Hazreti Peygambere ulaştığı zaman, ashabına "ona namaz kılın"
buyurmuştu. Ashab "Habeşî bir köleye mi namaz kılalım?" deyince,
Allahu Ta'âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirmiş ve ehl-i kitaptan olan bazı
kimselerin, âyette zikredilen sıfatlarıyle gerçek birer mü'min
olabileceklerini göstermiştir.
Ehl-i kitaptan
hidayete erenlerle ilgili olarak gelen bu âyet-i kerîme, diyar diyar dolaşıp
refah içinde yaşayan kâfirferin haline imrenen bazı mü'minler başta olmak
üzere, bu çeşit düşüncelere kafalarında yer verebilecek herkese ibret almaları
için önceki âyetlerin hemen akabinde zikredilmiştir. Böylece onlara denilmiş
olmaktadır ki: Ehl-i kitaptan hidayete erip hak yoiu seçen şu insanlara bakın.
Onların hali de sizin haliniz gibidir. Yollarını, dünyada kazanacakları bir
avuç mala göre değil, fakat âhırette sâlih amellerinin karşılığı olmak üzere
Rablarından alacakları mükâfata göre çizmişlerdir. Böyle olduğu halde, nasıl
olup da kâfirlerin bolluk ve refah içindeki geçici yaşantıları sizi aldatıyor?
Nihayet Allahu Ta'âlâ,
daha önceki âyetlerde gördüğümüz duâ ve niyazların kabulü, dünyadaki ilâhî
yardımın devamı ve âhıretteki mükâfatın tahakkuku için, Âl-i Imrân sûresini
mü'minlere şu tavsiye ile bitirmiştir: [94]
200. Ey îman
edenler! Sabredin; tahammül gösterin; müteyakkız olun ve Allah'tan sakının ki
kurtuluşa eresiniz.
İnsanoğlunun dünyada
kaldığı ve hayatta olduğu sürece başına gelmesi muhtemel pek çok acı ve üzüntü
verici olaylar vardır. Hastalık, fakirlik, kavga, dövüş, savaş, sel, yangın,
deprem ve buna benzer diğer felâketler insan için dâima bir korku kaynağı
olmuş, bunlara karşı kendisini koruyabilmek İçin az veya çok elinden gelen
gayreti göstermiş, buna rağmen yine de zaman zaman bu felâketlerden birinin
veya bir kaçının pençesine düşmekten kurtulamamıştır. O halde bu gibi hâdiseler
karşısında insana düşen bir takım görevler vardır ki, karşılaşılan hâdiselerin
acısını en aza indirmek için bu görevleri mutlaka yerine getirmek gerekir.
İşte bu âyet-i kerîmede Allahu Ta'âlâ, bu gibi hâdiseler karşısında mü'minlere
düşen görevleri hatırlatarak bunların yerine getirilmesini emretmiştir. Allahu
Ta'âlânm mü'minlere emri, sırasıyle şöyledir:
1) Ey mü'minler! Sabredin. Başınıza gelen
felâket ne olursa olsun ve bu felâketin acısı hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın,
bunlara sabredin. Zira felâketler karşısında ezilip yok olmamanın başlıca
çaresi sabırdır. Sabırsızlık teslimiyete, teslimiyet de insanı helake götürür.
2) Başkalarından size gelebilecek güçlük veya
eziyetlere tahammül gösterin. Bu güçlük ve eziyet, size komşularınızdan
gelebilir; yahut size mukavemet eden ve size gâlib gelerek üzerinize
hâkimiyetini
yerleştirmek isteyen
düşmanlarınızdan gelebilir. Siz de bunlara karşı mukavemetinizi artırmak ve
onlara gâlib gelmek İçin onlardan göreceğiniz her çeşit eza ve cefaya tahammül
etmek zorundasınız. Aksi halde tahammülsüzlük teslimiyete, teslimiyet de
mağlubiyete ve dolayısıyle düşmanın hâkimiyetine yol açar.
3) Müteyakkız ve uyanık olun; size gâlib gelmek
isteyen düşman karşısında dâima hazırlıklı bulunun. Bu manâda Allahu Ta'âlâ,
Enfâl sûresinin 60 inci âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onlara karşı
gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla
hem Allah düşmanını, hem kendi düşmanınızı, hem de bunlar dışında sizin
bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz". Bu
âyet-i kerîme, düşman karşısında hem müteyakkız olmak, hem de düşmana mağlûb
olmamak için, en azından düşmanın sahip olduğu silâh gücüne denk bir güce sahip
bulunmak gerektiğini açıkça göstermektedir. Gaye düşman karşısında mağlûb
olmak değil, fakat ona gâlib gelmektir. Galibiyet ise, nükleer silâhlara sahip
düşmana av tüfeğiyle değil, ancak yine onun sahip olduğu silâhlarla karşı
çıkılarak elde edilir. Bu sebepledir ki, müslümanların kara, deniz ve hava
kuvvetlerini en modern silâhlarla teçhiz etmeleri ve düşmanlarından asla geri
kalmamaları gerekir. Bu, Allahu Ta'âlânm emridir ve bütün müslümanların bu
emre uymaları vâcibtir.
4) Allah'tan da sakının. Şunu unutmamak gerekir
ki, bir milletin silâhl, kuvvetleri ne kadar güçlü olursa olsun, Allah'a
güvenip dayanmayı, O'nun rızasını kazanıp gazabından da sakınmayı ihmal
etmemesi gerekir. Zira zaferin ve kurtuluşa ermenin şartı, ancak ittika ile,
yani Allah'ın gazabından, hışmından ve ukubetinden sakınmakla tamamlanır. Bu
ise, Allah'ı bilmekle mümkün olur. Allah'ı bilmeden, dolayısıyle O'nun rızasını
kazandıracak, gazabından, hışmından ve ukubetinden sakındıracak şeylere tam
manâsıyle vâkıf olmadan Allah'tan sakınmak elbette mümkün değildir. Bütün
bunlar da, Kur'ân'ı iyi anlamak ve Haz-reti Peygamberin sünnetini iyi bilmekle
elde edilebilecek hasletlerdir.
İşte âyet-i kerîmede
zikredilen bu dört şart, sabır, tahammül, teyakkuz ve ittika, dünya hayatında
düşman karşısında zafer kazanmanın şartlarıdır. Bunlardan biri olmaksızın
zafere ulaşmak naümkün değildir. Bunlar, aynı zamanda âhıret saadetine vesîle
olan amellerdendir.
Cenab-ı Hak,
cümlemize, irşad ettiği yolda ilerlemeyi nasîb ve müyesser eylesin ve bizi,
dünya ve âhıret saadetini hazırlayan esbaba muktedir kılsın. Âmin. [95]
[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[2] Müslim'in Sahih (III. 1383, hadis No. 58)
[3] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[20] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[22] Sahth, IV. 2174
[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[24] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[25] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[27] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[28] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[45] Tirmizî, Sünen, IV. 573) ve İbn Mâce (Sünen, II. 540
[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[56] Tirmizî {Sünen, V.230)'de yer alan bir hadîs-i şerîfde
Câbir İbn Abdullah (r.a.
[57] İbn Mâce {Sünen, II. 185) ve Ahmed İbn Hanbel (Müsned,
VI.386
[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[61] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[62] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[64] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[75] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[79] Buhârî (Sahip, V.174), Müslim (Sahîh, V.2143), Tirmizî
{Sünen,V. 233) ve Ahmed İbn Hanbel (Müsned, I.298
[80] Buhârî,Sahih, V.174.
[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[84] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[93] Nesâî (Sünen, IV.69
[94] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/
[95] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 2/