2- Aynı Sûreyi Birden Çok Rek'atte (Zammı Sûre Olarak)
Okumak:
3- Bu Sûrenin Faziletine Dair Rivayetler:
4- Bakara ve Âl-i İmrân Sûrelerine
"ez-Zehrâveyn" Adının Verilişi:
5- Sûrenin Baş Taraflarının Nüzul Sebebi:
2- Allah, Dilediği Şekilde Şekillendirendir:
1- Kur'ân'ın Müteşâbih Olanına Uyanlar:
2- Muhkem ve Müteşâbihe Dair İlim. Adamlarının Görüşleri:
3- Müteşâbih Sanılan Bazı Buyruklara Örnekler:
5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar:
6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden
Gidenler:
7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti:
8- İlimde Derinleşmiş Olanlar:
9- Kur'ân Muhkemiyle Müteşâbihiyle Allah'tandır:
2- "Bize Katından Bir Rahmet Ver"
1- İnsanlara Güzel Gösterilen Şeyler:
11- Güzel Akıbet Allah Nezdindedir:
Allah'tan Mağfiret Dilemenin Hükmü:
2- îlmin ve Alimlerin Fazileti:
4- Âyet-i Kerime ile İlgili Açıklamalar:
2- Geçmiş Ümmetlerde Ma'rufu Emretmek ve Münkerden
Alıkoymak:
3- Kötülükten Alıkoyanın Nitelikleri:
5- Münkeri El, Dil, ve Kalp ile Değiştirmenin Mahiyeti ve
Sorumluları:
6- İyiliği Emredip Münkerden Alıkoymanın Terki:
2- Hakime Davet Edilenin Durumu:
3- Bizden Öncekilerin Şeriati Bize Delil Olur mu?
1- Mü'minlerin Kâfirlere Karşı Tutumu:
3- Imrân'ın Karısının Adağının Hükmü:
6- Allah Adağını Kabul Buyurdu:
8- Kişinin Soyunu Şeytandan Sakındırması:
1- Hz. Meryem ile Hz. Zekeriyya:
3- Allah'tan Çocuk Sahibi Olmayı Dilemek:
4- Çoluk Çocuğun Hidâyet Bulmaları İçin Allah'a Dua Etmek:
3- Hukukî Bakımdan İşaretin Değeri:
4- Kur'ân'ın Sünnet ile Nesholunacağını Kabul Edenler:
3- Kur'a Çekmenin Hukukî Değeri:
2- Peygamberliğin Belgelerinden Birisi:
3- Torun, Evlat Kabul Edilebilir mi?
İ- Kitap Ehli de Herkes Gibi Allah'tan Başkasına İbadet
Edemez:
2- Allah'tan Başka Rab Edinme Şekli:
3- Siz, Yüzçevirseniz de Biz Müslümanız:
1- Yahudi ve Hıristiyanların Bilgisizce İddiaları:
2- Kitap Ehlinin Güvenilir Olan ve Olmayanları:
5- Bu Âyet-i Kerime Kitap Ekli İçin Bir Övgü müdür?
6- Kitap Ehlinin Emanete Riâyet Etmeme Gerekçeleri:
8- Bile Bile Allah'a Karşı Yalan Söylemek:
2- Hakimin Hükmü Helâl Olmayan Birşeyi Gerçekte Helâl
Kılar mı?
2- Peygamberlerin Haram Kılmaları:
3- Muhammed (sau)'ın Peygamber Oluşunun Belgeleri:
4- Siyatik Rahatsızlığının Tedavisi:
1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid:
2. Mekke Adı Nereden Gelmektedir:
4. Apaçık Alâmetlere Sahip Bir Ev:
1. Allah'ın İnsanlar Üzerindeki Hakkı: Beyt'inin
Haccedilmesi:
2. Hac Fevri midir (İmkân Bulunulan İlk Fırsatta mı
Haccetmelidir)?
3. Hac Bütün İnsanlara Farzdır:
4- Güç Yetirebilme (Istitâ'a):
6. Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan
Kimse:
8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul
Edebilir mi?
9. Haccetme İmkânı Olmakta Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve
Cezası:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı île (Medine'de inmiştir. 200 âyettir).
1- Elif, Lâm, Mim.
2- Allah O'dur ki,
O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır, Kayyûm'dur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[1]
Yüce Allah'ın:
"Elif, Lâm, Mîm. Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Hay'dır,
Kayyûm'dur" buyruğu ile başlayan bu sûrenin Medine'de indiği icmâ' ile
kabul edilmiştir. en-Nekkaş, bu sûrenin Tevrat'taki adının "Taybe"
olduğunu nakletmektedir.
el-Hasen, Amr b.
Ubeyd, Asım b. Ebi'n-Necûd
[2] ve
Ebû Ca'fer er-Ruâsî vasi "Elifini kat' ile şeklinde veBir, iki, üç,
dört" gibi sayı isimleri vasi olmakla birlikte vakf takdir ettikleri gibi,
"Elif, Lâm, Mîm" üzerinde de vakf takdir ederek "Elif, Lâm, Mîm
Allahu..." şeklinde okurlar.
el-Ahfeş Said der ki:
İki sakinin birarada bulunması dolayısıyla "Elif, Lâm, MînY'in
"Mîm" harfini esreli olmak üzere şeklinde okumak da caizdir.
ez-Zeccâc ise der ki: Bu, bir hatadır. Ağırlığı dolayısıyla Araplar böyle
demezler.
en-Nehhas der ki: Evla
olan kıraat şekli âmmenin okuyuşudur. Eski nahiv alimleri bu hususta değişik
açıklamalarda bulunmuşlardır. Sîbeveyh'in görüşüne göre "Mîm"in
fethalı okunması iki sakinin bir arada bulunması dola-yısıyladır.
"Mîm"in fethalı okunmasını seçmeleri esre, "yâ" ve yine
ondan önce esrenin bir araya getirilmemesi isteğidir. el-Kisaî der ki: Hecâ
(alfabe) harfleri ile vasi Elifleri bir araya gelecek olurlarsa, vasi Elifi
hazfedilir ve hecâ harfi vasi Elifinin harekesi ile harekelenerek (meselâ)
şöyle denilir: " Elif, Lâm, Mîmallah, Elif Lâm, mizkür, Elif, Lâm mîmiktarabet."
el-Ferrâ da der ki:
Asü olan er-Ruâsî'nin de okuduğu şekilde "Elif, Lâm, Mîm Allahu..."
şeklinde okumaktır. Böylelikle hemze'nin harekesi Mîm'e verilmiş olmaktadır.
Ömer b. el-Hattab da: "el-Hayyu'1-kayyâm" şeklinde okumuştur. Harice
der ki: Abdullah (b. Mes'ud)ın Mushafında: "el-Hayyu'l kayyimu"
şeklindedir. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında
[3]
sûrelerin başlarında yer alan Mukatta Harflere dair ilim adamlarının
görüşlerini önceden açıklamış bulunuyoruz.
Bu sûrede "Allah O'dur
ki, O'ndan başka ilâh yoktur, Hay'dır, Kay-yûm'dur" başlı başına bir cümle
olarak geldiğinden dolayı bu hususa dair bu görüşlerin tümünün bir anda burada
düşünülmesi mümkündür.
[4]
el-Kisâî'nin
rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (ra) yatsı namazını kıldırdığı bir seferinde
Âl-i İmran Sûresi'ni okumaya başlayarak "Elif Lâm Mim..." diye okumuş
[5] ve
birinci rek'ate yüz âyet, ikinci rek'atte de geri kalan yüz âyeti okumuştur.
Bizim (mezhebimize
mensup) ilim adamlarımız derler ki: Bir sûreyi iki rekatta okumamalıdır. Eğer
namaz kılan böyle yapacak olsa bu da yeterli gelir.
Mâlik, el-Mecmua'da,
bunda bir mahzur yoktur, fakat yapılması gereken de bu değildir, demektedir.
Derim ki: Sahih olan
bunun caiz olduğudur. Peygamber (sav) da akşam namazında A'raf Sûresi'ni iki
rekate bölerek okumuştur. Bunu da yine Ne-saî rivayet etmiştir.
[6]
Ayrıca Ebu Muhammed Abdulhak da bunun sahih olduğunu bildirmiştir ki, ileride
gelecektir.
[7]
Bu sûrenin faziletine
dair birçok haber ve rivayet gelmiştir. Bunlardan bazılarına göre bu sûre
yılan sokmasına karşı bir emân, yoksullara bir hazine, âhiret gününde bu sûreyi
okuyanı savunacağı ve onun son âyetlerini geceleyin okuyan kimseye geceyi
namazla kılmış gibi ecir yazılacağı ve buna benzer diğer haberler bu
kabildendir.
Darimî Ebu Muhammed,
Müs/ıed'inde şunu zikretmektedir: Bize Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm nakletti,
dedi ki: Bana Ubeydullah el-Eşcaî naklederek dedi ki: Bana Mis'ar nakletti,
dedi ki: Bana Câbir, içinde düştüğü duruma düşmeden
[8] önce
eş-Şa'bî'den naklederek dedi ki: eş-Şa'bî dedi ki: Abdullah dedi ki: Gecenin
son bölümünde kılacağı namazda Âl-i İmran Sûre-si'ni okumak yoksul bir kimse
için ne büyük bir hazinedir.
[9]
Bize Muhammed b. Said
anlattı, bize Abdusselam, el-Cüreyrî'den, o Ebu's-Sillîl'den naklederek dedi
ki: Bir adam kısas dolayısıyla takip edilecek oldu. O da gidip Mecenne vadisine
sığındı. Burası öyle bir vadi idi ki, orada yürüyen bir kimseyi mutlaka bir
yılan sokardı. Vadinin kenarında yüksekçe bir yerde
[10] iki
rahip de vardı. Akşam olunca rahiplerden biri diğerine: Allah'a yemin olsun ki
bu adam helak oldu demektir, dedi. Derken o adam Âl-i İmrân Sûresi'ni okumaya
başladı. Bu sefer rahipler şöyle dediler: Bu adam Taybe Sûresi'ni okudu,
kurtulması muhtemeldir Sabahı sağ salim etti.
[11]
Mekhul'den de müsned
olarak şöyle dediğini rivayet etmektedir: Her kim Cum'a günü Âl-i İmrân
Sûresi'ni okuyacak olursa, gece oluncaya kadar melekler ona rahmetle dua eder.
[12]
Osman b. Affân'dan da
senedini kaydederek şöyle dediğini zikreder: Geceleyin Âl-i İmrân Sûresi'nin
sonlarını okuyana bu kişi bir geceyi namazla geçirmiş gibi yazılır. Ancak bu rivayetin
senedinde İbn Lehîa
[13]
vardır.[14]
Müslim'de en-Nevvâs b.
Sem'ân el-Kilâbî'den şöyle dediğini belirten bir rivayet yer almaktadır: Ben
Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet günü Kur'ân-ı Kerîm
ve onun gereğince amel eden ehl-i Kur'ân olanlar getirilir. Kur'ân'ın önünde
Bakara Sûresi ve Âl-i İmrân yer alır." -Rasûlullah (sav) bu iki sûreye üç
örnek verdi ve ben daha sonra bu üç örneği unutmadım. Devamla dedi ki:
"Bu iki sûre ya iki bulut yahut da aralarında ışık ve aydınlık bulunan iki
siyah gölgelik veya sahiplerini savunan dizi dizi kuşlardan iki topluluk
gibidir."
[15]
Yine Müslim, Ebu Umame
el-Bâhilî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlüllah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Kur'ân-ı Kerîm'i okuyunuz. Çünkü o Kıyamet gününde
ashabına bir şefaatçi olarak gelecektir. İki ışık sa-çıcı sûre olan Bakara ve
Âl-i İmrân sûrelerini de okuyunuz. Çünkü her ikisi de Kıyamet gününde iki
bulut yahut iki gölgelik ya da sahiplerini savunan dizi dizi iki bölük kuş gibi
geleceklerdir. Bakara Sûresi'ni okuyunuz. O sûreyi almak (öğrenmek) bereket,
onu terketmek hasrettir. Bâtılcılar da onun altından kalkamaz."
[16]
Muaviye
[17] der ki: Burada geçen
"baülcılar"dan kastın, sihirbazlar olduğu haberi bana ulaşmıştır.
[18]
Bakara ve Âl-i İmrân
sûrelerine "ez-Zehrâveyn" adının verilişiyle ilgili olarak ilim
adamlarının üç görüşü vardır:
1- Bunlar,
ışık saçan iki sûredir. Bu da "ez-Zehr ve ez-Zuhre" kelimesinden
alınmadır. Bu adın veriliş sebebi ya o sûreleri okuyanın nurlarından yani
manalarından aldığı aydınlık ile hidâyet bulmasıdır.
2-
Ya da
onları okumaya karşılık, Kıyamet gününde (okuyucularına) verilmesi sözkonusu
olan eksiksiz nur dolayısıyladır. Bu da ikinci görüştür.
3- Bu iki
sûreye bu ismin veriliş sebebi, her ikisini de Ebû Dâvûd ve başkalarının
kaydettikleri şekilde yüce Allah'ın İsm-i Azam'ını müşterek olarak ihtiva
etmeleridir. Yezid kızı Esmâ'dan gelen rivayete göre Rasûlüllah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz yüce Allah'ın İsm-i Azamı şu iki âyet-i kerimededir:
"Ve ilâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Rahmandır,
Rahimdir" (el-Bakara, 2/263) âyetiyle Âl-i İmrân Sûresi'nde yer alan:
"Allah O'dur ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, o Haydir,
Kayyûm'dur" âyetidir. Bunu aynı zamanda İbn Mace de rivayet etmiştir.
[19]
Hadis-i şerifte (bu
iki sûreyi nitelemek üzere geçen) "el-ğamâm: Bulut" kelimesi, sarmaş
dolaş bulut demektir. Tepeye yakın olduğu takdirde buna el-ğayaye
(gölgelendirici herşey) adı verilir. "ez-Zulle (gölgelik)" de aynı
şeydir.
Hadis-i şerifin manası
da şudur: Bu iki sûreyi okuyan kimse onları okumanın sağladığı sevabın
gölgesindedir. Nitekim hadis-i şerifte: "Kişi sadakasının
gölgesindedir"[20]
denilmektedir.
Hadis-i şerifteki:
"Onu savunurlar" ifadesinden kasıt da şudur: Yüce Allah, onların
sevabı dolayısıyla, onun adına savunma yapacak melekler yaratır. Nitekim kimi
hadis-i şerifte: "Şüphesiz her kim: "Allah şahitlik etti ki kendisinden
başka hiçbir ilâh yoktur" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetini okuyacak olursa
Allah, Kıyamet gününe kadar kendisine mağfiret isteyecek yetmiş melek yaratır
[21]
buyurulmuştur. Hadis-i şerifte geçen: "Aralarında (her iki bulut arasında)
ışık ve aydınlık olacaktır" ifadesi ise bunlardaki aydınlığa dikkat çekmektedir.
Çünkü "siyah" kaydı getirilince bunların karanlık olacağı vehmi
uya-nabileceğinden böyle bir vehim "her ikisi arasında da bir aydınlık
vardır" buyruğu ile ortadan kaldırılmaktadır. Yani bu iki bulutujn siyah
olmalarından kasıt, oldukça kesif oluşları ve bu kesiflikleri sebebiyle
altlarında bulunan ile güneşin sıcaklığı ve aşın harareti arasında engel teşkil
etmeleri dolayısıyla bu böyle olacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[22]
Bu sûrenin baş
tarafları, Muhammed b. İshak'ın, Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr'den naklettiğine
göre Medine'ye gelen Necran heyeti dolayısıyla nazil olmuşun Bu heyette
bulunanlar hıristiyan olup Rasûlullah (sav)'ın yanına Medine'ye altmış süvari
olarak geldiler. Bunların arasında şereflilerinden ondört kişi vardı. Bu
ondört kişi arasında da bütün işlerinin başı üç kişi vardı ki, bunlar heyetin
emiri, görüş sahibi ve asıl adı Abdulmesih olan el-Âkib, diğeri ise gerçek
koruyucuları, efendileri, toplantılarının başkanı el-Ey-hem adını taşıyan kişi,
diğeri ise papazları ve alimleri bulunan, Bekr b. Vâ-iloğullarından birisi olan
Ebu Harise b. Alkame idi. Bunlar ikindi namazının akabinde Rasûlullah (sav)'ın
huzuruna girdiler. Üzerlerinde bir çeşit Yemen elbisesi olan hibârları, cübbe
ve ridâları vardı. Peygamber (sav)'ın ashabı: Biz onlar gibi güzel ve heybetli
bir başka heyet görmedik, dediler. Dua vakitleri girince kalktılar ve
Peygamber (sav)'ın mescidinde doğuya doğru ibadet ettiler. Peygamber (sav):
"Onlara ilişmeyin" buyurdu. Arkasından Medine'de birkaç gün daha
kaldılar. Bu süre zarfında ise Rasûlullah (sav) ile Hz. İsa* hakkında tartışıp
durdular. Onun Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiler ve buna benzer daha başka
oldukça çirkin ve tutarsız iddialarda bulundular. Rasûlullah (sav) da
gözkamaştırıcı apaçık delillerle onların görüşlerini cevaplandırıyor,
iddialarını çürütüyordu. Fakat onlar bunu bir türlü görmüyorlardı. Onlar
hakkında bu sûrenin başından itibaren seksen küsur kadar âyet nazil oldu.
Nihayet iş, Rasûlullah (sav)'ın onları Mübahaleye davet etmesi noktasına kadar
gelip dayandı. İbn İshak'ın Siretinde ve başka eserlerinde zikredildiğine göre
durum böyle olmuştur.
[23]
3- O sana Kitabı, hak
ile önündekileri doğrulayıcı olarak indirdi. Tevrat'ı ve İncil'i de indirdi;
4- Bundan önce
insanlara hidâyet olmak üzere. Furkan'ı da indirdi. Muhakkak ki Allah'ın
âyetlerini inkâr edenlere çetin bir azap vardır. Allah Azîz'dir, intikam
alıcıdır.
"O sana
kitabı" yani Kur'ân-ı Kerîm'i "hak ile" yani doğruluk ile
"indirdi."
Burada "hak
ile" buyruğunun açık ve nihaî delil ile indirdi, anlamına geldiği de
söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm peyderpey, kısım kısım indirilmiştir. İşte bundan
dolayı ardı arkasına indirmeyi ifade eden tef îl kökünden "nezze-le"
diye buyurmuştur. Tevrat ve İncil ise bir defada indirilmiştir. İşte bundan
dolayı (onlar hakkında): "enzele" diye buyurulmuştur.
Hak ile"
buyruğundaki "be" harfi "kitab"ın halini bildirmektedir.
Bu harf, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk eder. Bu ise; Kitap, sana hak ile
gelerek... takdirindedir. Bu kelime
kelimesine taalluk etmez. Çünkü bu kelime, bir tanesi cer harfi ile
olmak üzere iki mefule geçiş yapmıştır, üçüncüsüne geçiş yapamaz.
"Doğrulayıcı
olarak" kelimesi ise intikal eden (değişebilen) bir hal olmayıp te'kid
edici bir haldir.[24]
Çünkü onun başka türlü olması imkânsızdır. Yani uygun olmaması düşünülemez.
Cumhurun görüşü budur. Bazıları ise bunda intikal olduğunu da takdir
etmişlerdir. Yani o hem kendisini doğrulayıcı hem başkasını doğrulayıcı.
"Önündekileri"
buyruğu ile kastedilen daha önce indirilmiş kitaplardır. Tevrat, aydınlık ve
nur demektir. Bu kelime çakmak taşının alevi görüldüğü vakit kullanılan
kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin aslı ise "tef ele" vezni üzere
şeklindedir. "Te" harfi zaiddir. "Te" harfi hareke alıp
ondan öncesi fetha olduğundan dolayı "elife kalbedilmiştir. Bu kelimenin
tef'ile vezninde olup "re" harfinin esre'den fetha'ya intikal ile mümkündür.
Nitekim (bazı lehçelerde): şeklinde söylendiği de görülür. Bu iki açıklama da
el-Ferrâ'dan nakledilmiştir.
Halil ise der ki: Bu
kelimenin aslının vezni "fev'ale" veznidir. Buna göre kelimenin aslı
da şeklindedir. Birinci "vâv" kelimesinde ol-duğu gibi
"te"ye kalbedilmiştir. Halbuki bu kelimenin aslı olup veznindedir ve aslı şeklindedir.
Harekesi ile önceki harf fethalı olduğundan dolayı "ye" harfi
"elife kalbedilmiştir. Arapçada "fev'ale" binası ise tef ale
binasından daha çok kullanılır.
"Tevrat"
kelimesinin: " Tevriye"den alındığı da söylenmiştir. Bu ise birşeyi
ta'riz yoluyla (üstü kapalı) açıklarken diğer tarafını gizlemek demektir.
Adeta Tevrat'ın çoğunluğu, gereken tasrih ve açıklama verilmeksizin birtakım
tariz ve işaretlerden meydana geldiğinden dolayı bu isim verilmiş gibidir. Bu
da el-Müerric'in görüşüdür. Cumhur ise birinci görüşü kabul etmiştir. Buna
sebep ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "....Biz Mûsâ ile Hâ-rûn'a
furkanı ışık veren ve takva sahiplerine bir öğüt olarak verdik"
(el-Enbiyâ, 21/48) buyruğudur. Burda "Furkan"dan kasıt ise
Tevrat'tır.
İncil kelimesi ise
"asi" demek olan "en-necl" kelimesinden "if'îl"
vezninde bir kelimedir. Çoğulu "enacîl" gelir. Tevrat'ın çoğulu ise
"Tevârin" şeklindedir.
İncil, birçok ilim ve
hikmetin aslı demektir. Kişinin aslı olduklarından dolayı, anne ve babası
kastedilerek "Allah onun iki nâciline de lanet etsin" denilir. İncil
kelimesinin birşeyi çıkartmak, halini anlatmak için kullanılan; dan geldiği de
söylenmiştir. Buna göre; İncil vasıtasıyla birçok ilim ve hikmet elde edildiği
için ona bu isim verilmiş olmaktadır. Çocuğa ve soy-sopa, anne-babasından
çıktığı için "neci" denilmesi bundan dolayıdır. Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Öyle bir
topluluğa ki, onların ataları küçüklerine adiliği miras bırakmamıştır Aksine
her babayiğit onların çocuklarıdır."
Neci aynı zamanda
sızıntı halinde çıkan su demektir. Su bir yerden sızıntı halinde çıktığı vakit
ifadeleri kullanılır. İşte bundan dolayı İncil'e bu ad verilmiştir. Zira yüce
Allah, onun vasıtasıyla silinmiş, izleri kaybolmuş hakkı ortaya çıkarmıştır.
İncil kelimesinin
gözün genişliğini ifade etmek üzere kullanılan dan alınma olduğu da
söylenmiştir. Oldukça geniş bir mızrak yarasını ifade etmek için tabiri
kullanılır. Şair der ki:
"Busra arasında
parlak keskin bir kılıçla vurulmuş nice darbe ve Oldukça geniş nice mızrak
yarası..."
Bu anlam göz önünde
bulundurularak, İncil'e bu isim verilmişin Çünkü İncil, onlar için çıkartılan,
genişletilen ve onlar için hem nur ve hem bir aydınlık olan aslî bir
kaynaktır. (İncil'den gelen): Tenâcul'un karşılıklı anlaşmazlık anlamında
olduğu söylenmiştir. Buna göre insanların onun hakkında anlaşmazlıkları
dolayısıyla bu kitap İncil adını almıştır. Şemir kimi lügatçilerden şunu
nakletmektedir: Satırları fazla yazılı her bir kitaba "incil"
denilir. "Nece-le" kelimesinin, yaptı, anlamına geldiği de
söylenmiştir. Şair der ki:
"Onun, o işte
yaptığı gibi ben de yapıp gidiyorum."
Tevrat ve İncil'in
Süryanice olduğu da söylenmiştir. İncil'in Süryanice "İn-cilon"
olduğu da söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi nakleder.
el-Cevherî de der ki:
İncil, Hz. İsa'ya verilen kitabın adıdır. Bu kelime hem müzekker, hem müennes
olur. Bunu müennes olarak zikreden, sahifeyi kasteder, müzekker olarak kabul
eden de kitabı kasteder.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'e de aynı şekilde İncil adı verilmiştir. Nitekim Hz.
Musa'nın münacaat kıssasında şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rabbim,
ben Levhalarda, İndileri kalplerinde olan bir kavmin geleceğini görüyorum.
Onları ümmetim kıl!" Ancak yüce Allah ona şöyle buyurdu: "O ümmet
Ahmed ümmetidir." Salat ve selâm ona. İşte burada "İncil-ler"
ile Kur'ân kastedilmektedir.
el-Hasen
"el-Encîl" şeklinde okurken, diğerleri "iklîl" gibi esreli
olarak "İn-cîl" okumuşlardır. Bu da iki ayrı söyleyiştir.
Eğer bu kelime
Araplardan işitilmiş ise Arapların arapçalaştırdığı, Arapça olmayan isimlerden
olması ve Arap dilinde benzeri bir kelime olmaması da mümkündür.
Yüce Allah'ın:
"Bundan önce" Kur'ân'dan önce "insanlara hidâyet olmak
üzere" buyruğu hakkında İbn Fûrek der ki: İfadenin takdiri, takva sahibi
olan insanlara hidâyettir, şeklindedir. Bunun delili ise Bakara Sûresi'nde:
"Takva sahipleri için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) buyruğudur.
Böylelikle o, buradaki umumî ifadeyi Bakara Sûresi'ndeki özel ifadeye göre
açıklamış bulunmaktadır. "Hidâyet olmak üzere" buyruğu hal olmak
üzere nasb mahallin-dedir. "Furkân" kelimesi ise Kur'ân demektir.
Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştır.[25]
5. Yerde olsun, gökte
olsun şüphesiz hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.
Bu, yüce Allah'ın
eşyaya dair bütün hususları etraflıca bildiğini haber vermektedir. Kur'ân-ı
Kerîm'de buna benzer buyruklar pek çoktur. Yüce Allah olanı da olacağı da
olmayanı da bilendir. Durum böyle olduğuna göre; eşyaya dair bilgiler İsa'ya
gizli kalabildiğine göre; o, nasıl ilâh veya ilâhın oğlu olabilir?
6. Sizi rahimlerde
dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Azizdir,
Hakimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur" buyruğu ile,
yüce Allah bizlere, insanları annelerin rahimlerinde kendisinin şekillendirdiğini
haber vermektedir.
"Rahim"
kelimesi rahmetten gelmektedir. Çünkü rahim (akrabalık) kendisi sebebiyle
insanların karşılıklı olarak merhamet göstermelerine sebeptir.
"Suret
(şekil)" kelimesi ise birşeyi meylettirmek için kullanılandan gelmektedir.
"Suret" buna göre belli bir şekle ve belli bir konuma benzemeye
meyleden şeyin adıdır.
Bu âyet-i kerime ile
yüce Allah, tazim edilmektedir. Muhtevası içerisinde Necrân hıristiyanlannın
görüşleri reddedilmekte, Hz. İsa'nın şekil verilen kimselerden olduğu ifade
edilmektedir. Bu ise aklı başında herhangi bir kimsenin inkâr edemeyeceği bir
husustur. Yüce Allah Haşr Sûresi (22/5. âyette) ile Mü'minûn Sûresi'nde
(23/12-14. âyetlerde) şekillendirmeye dair açıklamalarda bulunmuştur. Aynı
şekilde Peygamber (sav) de İbn Mes'ud tarafından rivayet edilen hadis-i
şerifte buna dair açıklamalarda bulunmuştur ki, bu ha-dis-i şerif de yüce
Allah'ın izniyle (az önce belirtilen yerde) gelecektir.
Yine bu âyet-i
kerimede tabiatçıların görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü tabiatçılar
tabiatı mutlak kahhâr (etkin güç) olarak kabul etmektedirler. Onların
görüşlerini redde dair açıklamalar ise Tevhîd âyetinde (el-Bakara, 2/164. âyet
14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Adı Muhammed b. Sencer olan İbn Sencer'in
[26] Müsned'inde
de şu hadis-i şerif yer almaktadır: "Muhakkak yüce Allah ceninin kemiğiyle
kıkırdaklarını erkeğin menisinden, onun yağ ve etlerini de kadının menisinden
yaratır" denilmektedir.
İşte bu, çocuğun hem
erkeğin hem de kadının menisinden yaratılmış olduğunun en açık delilidir. Yüce
Allah'ın: "Ey insanlar! Şüphesiz Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden
yarattık..." (el-Hucurât, 49/13) buyruğundan açıkça anlaşılan da budur.
Müslim'in Sahihinde de
Sevbân yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: Yahudi, Peygamber
(sav)'a dedi ki: Ben sana yeryüzü insanları arasında bir peygamberin, yahut
bir ya da iki kişinin dışında hiçbir kimsenin bilmediği bir hususu sormaya
geldim. Hz. Peygamber: "Buna dair bilgiyi sana verecek olursam bunun sana
faydası olur mu?" diye sorunca Yahudi, dedi ki: Ben de kulaklarımla duymuş
olurum. (Devamla) dedi ki: Ben sana çocuğun durumu hakkında sormaya geldim.
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Erkeğin suyu beyaz, kadının suyu sarıdır.
Bir araya gelip de erkeğin menisi kadının menisinden üstün gelirse yüce
Allah'ın izniyle erkek çocukları olur. Şayet kadının menisi erkeğin menisinden
üstün gelirse Allah'ın izniyle çocukları kız olur."
[27]
Buna dair açıklamalar
da yüce Allah'ın izniyle Şûra Sûresi'nin sonlarında (42/49-50) gelecektir.
[28]
Yüce Allah'ın:
"Dilediği gibi şekillendiren" buyruğu; güzellik, çirkinlik, siyahlık,
beyazlık, uzunluk, kısalık, azaların sağlıklı olması yahut herhangi bir
noksanlık ve buna benzer mutluluk ve bedbahtlık gibi hususları ifade, eder.
İbrahim b. Edhem'den
nakledildiğine göre Kur'ân okuyuculan onun meclisinde bildiği hadislerin bir
kısmını dinlemek üzere bir araya geldiler. Onlara şöyle dedi: Beni meşgul eden
dört şey vardır. Bunlarla uğraştığım için hadis rivayet edecek boş vaktim
olmuyor. Ona-. Seni meşgul eden şeyler nelerdir? denilince şu cevabı verdi:
Bunlardan birincisi şudur: Ben yüce Allah'ın şu buyruğunda sözünü ettiği Mîsâk
Günü üzerinde düşünüyorum: "Bunlar cennetliktir ve aldırış etmiyorum,
bunlar da cehennemliktir aldırış etmiyorum." İşte ben bu ayrımın yapıldığı
vakit, bu iki kesimden hangisinde idim, bilemiyorum. İkinci husus rahimde bana
şekil verildiği zamanda rahimler üzerinde görevli olan melek: "Rabbim, bu
bedbaht mıdır yoksa mutlu mudur?" diye sorduğunda cevabın ne olduğunu
bilemeyişimdir. Üçüncü husus ölüm meleği ruhumu kabzedeceğinde: "Rabbim,
küfür ile birlikte mi iman ile birlikte mi (ruhunu kabzedeyim)?"
diyeceğinde ne cevap verileceğini bilemiyorum. Dördüncü husus ise: "Ey
günahkârlar, siz bugün ayrılın!" (Yâsîn, 36/59) buyrulacağı vakit, ben iki
kesimden hangisi arasında olacağımı bilemeyişimdir.
Daha sonra yüce Allah:
"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" diye buyurmaktadır. Yani O'ndan
başka yaradan, O'ndan başka suret ve şekil veren yoktur. İşte bu, O'nün
vahdaniyyetinin delilidir. Nasıl olur da İsa kendisi şekillendirilmiş iken
şekil veren, kuvvet veren olabilir?
"O Azizdir"
asla mağlub edilemez, "Hakimdir" hikmet sahibi olandır veya herşeyi
sapasağlam yapandır. İşte bu da özellikle sözkonusu ettiği şekillendirme
hakkında daha da özel bir ibaredir.
[29]
7. Sana Kitabı indiren
O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir
kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak
ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun
gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona
iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akü sahipleri
düşünür, öğüt alır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:
Müslim'in rivayetine
göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Rasûlullah (sav): "Sana kitabı indiren
O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı
da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve
te'yiline yeltenmek İçin onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerÇek
te'vilini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar: «Biz ona iman ettik,
hepsi Rabbimizin katındandır» derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt
alır" âyetini okudu. (Hz. Âişe) devamla dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar
yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan
sakınınız."
[30]
Ebu Ğâlib'den de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebû Umâme ile birlikte
gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik)
başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen
Haricîlerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebu Umame şöyle
dedi: Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında
öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından
öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarladı- sonra da
ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebu Umâme? deyince şöyle dedi: Onlara olan
merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslâm'dan
çıktılar. Daha sonra yüce Allah'ın: "Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı
âyetleri muhkemdir...'' buyruğundan itibaren birkaç âyet okudu, daha sonra da:
"Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp anlaşmazlığa
düşenler gibi olmayın..." (Âl-i İmrân, 3/105) âyetini okudu. Ben: Ey Ebû
Umâme, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu senin kendi
görüşüne dayanarak söylediğin "birşey mi yoksa Rasûlullah (sav)'dan
işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme dayanarak söylüyor
isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkâr bir kimseyim demektir. Aksine ben
bunu Rasûlullah (sav)'dan bir değil, iki değil, üç değil, dört değil beş değil,
altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim.
Daha sonra da
parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklanm sağır olsun, dedi
ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi
cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya
ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde olacaktır.
"
[31]
İlim adamları muhkem
ve müteşâbih âyetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b.
Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sev-rî'nin ve diğerlerinin
görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri arasında muhkem,
olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır.
Müteşâbih olanlar ise yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı,
yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan
buyruklardır. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyametin
kopacağı vakit, Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hz. İsa'nın inmesi,
sûre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir.
Derim ki: Müteşâbihe
dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında
er-Rabî' b. Haysem'den
[32] yüce
Allah'ın bu Kur'ân-ı Kerîm'i indirdiğini ve dilediğinin bilgisini yalnızca
kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivayeti nakletmiş bulunuyoruz. Ebu
Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın namazın kabul olunmadığı
Fatihatu'1-Ki-tap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki: Muhkem İhlas Süresidir.
Çünkü bu sûrede tevhidden başka hiçbir şey yoktur. Şöyle de denilmiştir:
Kur'ân-ı Kerîm, bütünüyle muhkemdir, çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Bu, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) Yine
Kur'ân'ın bütünüyle müteşâbih olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:
"Müteşâbih bir kitap olarak..." (ez-Zümer, 39/23) diye buyurmuştur.
Derim ki: Ancak bu
açıklamanın âyet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yüce
Allah'ın: "Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" buyruğunun anlamı
şudur: Yani bu âyetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan
gelmiş bir haktır. "Müteşâbih bir kitap olarak" buyruğu ise, bir
kısmı'diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte,
demektir. Yoksa yüce Allah'ın: "Bazı âyetleri muhkemdir" buyruğu ile
"diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu
mana değildir. Bu âyet-i kerimedeki "müteşâbih" tabiri ihtimal ve
benzerlik kabilinden-dir. Yüce Allah'ın: "Bize göre birçok inekler
birbirine benziyor" (el-Bakara, 2/70) buyruğu kabilindendir. Yani biz
onları birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına
gelme ihtimali vardır. Bu buyrukta "muhkem" ile kastedilen de bunun
zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan
başkasına gelme ihtimali bulunmayan buyruklardır.
Bir diğer görüşe göre
de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik
anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu
sefer müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'î hususların
kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir.
Müteşâbih ise onun fer'î durumundadır.
İbn Abbas der ki:
Muhkem buyruklar, yüce Allah'ın En'âm Sûresi'nde yer alan: "De ki: Gelin
size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım.." (el-En'am, 6/151)
buyruğundan itibaren üç âyetin sonuna kadar olan buyruklardır. İsrailoğulları
hakkındaki: "Rabbin: «Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve
babaya iyilikle muamele edin» diye hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) buyruğu da
muhkem buyruklardandır.
İbn Atiyye der ki: Bu
bana göre (İbn Abbas'ın) muhkem buyruklara dair vermiş olduğu bir örnektir.
Yine İbn Abbas der ki:
Muhkem buyruklar Kur'ân-ı Kerîm'in nâsih âyetleri, haram kılan âyetleri, farz
kılan âyetleri, kendisine iman edilen ve gereğince amel olunan buyruklarıdır.
Müteşâbihler ise, mensûh âyetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri,
kendisine iman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı
buyruklardır.
İbn Mes'ud ve
başkaları ise der ki: Muhkem buyruklar neshedici âyetlerdir. Müteşâbihler ise
nesholunan buyruklardır. Katâde, er-Rabî' ve ed-Dah-hâk da böyle demiştir.
Muhammed b. Ca'fer b.
ez-Zübeyr der ki: Muhkem âyetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı)
kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan
imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden
buyruklardır. Bunların herhangi bir manaya hamledilmele-ri veya asıl
anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir.
Müteşâbih âyetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil
edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir.
Mücahid ve İbn İshak da bu görüştedir.
İbn Atiyye der ki: Bu,
bu âyetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhas ise der ki:
Muhkem âyetler ile müteşâbih buyruklar hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli
şudur: Muhkem âyetler bizatihi ayakta durabilen ve anlaşılması için başka
buyruklara başvurmayı gerekli kılmayan âyetlerdir: "Kimse O'nun dengi ve
benzeri değildir" (el-İhlâs, 112/4) ile: "Şüphesiz Ben tevbe
edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyrukları gibi.
Müteşâbih âyetler ise: "Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret
edicidir" (ez-Zümer, 39/53) buyruğunun gereği gibi anlaşılabilmesi için yüce
Allah'ın: "Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret
ediciyim" buyruğu ile: "Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını
mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48, 116) buyruklarına başvurulur.
Derim ki: en-Nehhas'ın
bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu
açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü
"muhkem" kelimesi (j»£»-î) kelimesinden ism-i mef'ul-dur.
"İhkâm" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık anlaşılmasında
karışıklık ve tereddüt bulunmayan buyrukların böyle olduğunda da şüphe yoktur.
Çünkü bu buyrukların kelime manaları gayet açıktır ve kelime dizilişi de
sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık ve sağlamlık
bulunmayacak olursa o vakit müteşâbihlik ve karışıklık söz-konusu olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Huveyzimendâd der
ki: Müteşâbih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil
ise, ilim adamları arasında iki âyetten hangisinin diğerini neshettiği hususu
ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hz. Ali ile İbn Abbas'ın, kocası vefat
etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak
bekleyeceği görüşündedirler. Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ud ve başkaları
ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Sûresi (Talak Sûresi)nin dört
ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbas ise bunun
nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı
ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir.
Ayrıca eğer nesih olup
olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz
halinde olan âyetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da
buna bir örnektir. Mesela, yüce Allah'ın: "Ve size bunlardan başkaları
helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) buyruğu kendilerine malik olunması (cariye
olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna
karşılık: "İki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak
geçen müstesna.." (en-Nisâ, 4/23) âyeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu
tür müteşâbihlere bir örnek de Peygamber (sav)'den gelen haberler ile
kıyasların birbirleriyle tearuz etmesidir.
İşte sözü geçen
müteşâbih budur. Ancak bir âyet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin
muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşâbih
türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği
miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı âyet gibidir. Her
ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim: âyet-i kerimesi -ileride
yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde
(5/6. âyette) açıklanacağı üzere- hem üstün hem de esreli okunmuştur.[33]
Buhârî, Saîd b.
Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın birisi[34] İbn
Abbas'a şöyle dedi: Ben Kur'ân-ı Kerîm'de benim için açıklanması zor
(muhtelif) bazı şeyler görüyorum. İbn Abbas: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle
dedi: Yüce Allah: "Sûr'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağı
yoktur. Birbirlerini de sormazlar" (el-Mü'minûn, 23/101) diye buyururken,
bir başka yerde: "Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar"
(Sâffât, 37/27) diye buyurmaktadır. Bir yerde: "Allah'tan bir söz
gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) diye buyrulurken bir başka yerde: "Rabbimiz,
Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23 diyerek bu
âyet-i kerimede de birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Nâziât
Sûresi'nde yer alan: "Sizi yaratmak mı daha zordur yoksa göğü mü? Onu
bina etmiştir... Bundan sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Nâziât, 79/27-30)
buyruğunda göklerin yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte,
bir başka yerde ise: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve
O'na ortaklar mı kılıyorsunuz?... İkisi de isteyerek geldik dediler"
(Fussilet, 41/9-11) diye buyurmakta ve bu buyruğunda yerin yaratılmasından
göğün yaratılmasından önce söz etmektedir. Yine yüce Allah: "Allah
Gafurdur, Rahimdir" (en-Nisâ, 4/100); "Allah Azizdir, Hakimdir"
(en-Nisâ, 4/158) ile: "Allah Semi'dir, Basirdir" (en-Nisâ, 4/134)
diye buyurmaktadır. Bu buyruklar ise adeta daha önce böyle idi de
[35]
şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır.
Bunun üzerine İbn
Abbas şu cevabı verdi: "Aralarında akrabalık bağı yoktur"
(el-Mü'minûn, 23/101) buyruğunda Birinci Nemadaki durum anlatılmaktadır.
Bundan sonra Sûra bir defa daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler
müstesna, göklerde ve yerde bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit
aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır.
Bilâhare son üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru
soracaklardır. Yüce Allah'ın: "Biz müşriklerden değildik" (el-En'âm,
6/23) buyruğu ile "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42)
buyruğuna gelince; yüce Allah ihlas sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması
üzerine müşrikler şöyle diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim.
Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azalan
yaptıklan işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü
saklayamayacaklan ortaya çıkacaktır ve o vakit kâfirler keşke müslüman
olsalardı, diye temennide bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde
yarattıktan sonra semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde
düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı.
Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki
günde yarattı. İşte yüce Allah'ın: "Bundan sonra da arzı yayıp
döşedi" (en-Nâziât, 79/30) buyruğunda anlatılan budur. Buna göre arz ve
içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. Yüce Allah'ın:
"Allah Gafurdur, Rahimdir" buyruğu ise bizzat Allah kendi zatını
kastetmektedir. Yani yüce Allah ezelden beri de böyleydi, ebediyyen de böyle
kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse mutlaka onun dilediği olur.
Yazıklar olsun sana, Kur'ân-ı Kerîm senin için anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi
görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir.[36]
Bu kelime
"elif-lâm"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı,
munsarif değildir. Çünkü bu kelimede asıl olan "büyüklük, küçüklük"
kelimelerinde olduğu gibi elif-lâm ile sıfat olmasıdır. Elif-Lâm'a ihtiyacı kalmadığından
munsarif bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebu Ubeyd der ki: Arapların bu kelimeyi
munsarif yapmamalarının sebebi bunun tekilinin ma-rife olsun, nekre halinde
olsun munsanf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip der ki: Durum böyle
olduğu takdirde kelimelerinin de munsarif olmaması gerekir. el-Kisâî der ki:
Bu kelimenin munsarif olmayış sebebi sıfat oluşudur. Yine el-Muberred bunu
kabul etmeyip der ki: kelimeleri de sıfattır, fakat bunlar munsarıftır.
Sibeveyh der ki: Bu kelimenin elif Llâm'a muhtaç olmaması düşünülemez. Çünkü
böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim kelimesinden alındığı için kelimesinin de bütün görüşlere göre marife
olduğu görülmektedir. kelimesi de bu kelime elif-lâm'h halin yerine
kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu kelimesi
elif-lâm'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi.
Halbuki yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş
bulunmaktadır.[37]
Yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" buyruğu mübtedâ olmak üzere
merfû'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşâbih olanına uyarlar"
buyruğudur.
ez-Zeyğ: (Eğrilik); meyletmek (sapmak) demektir, Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle
Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip bırakıldığında
da bu kökten gelen fiil kullanılır.
Yüce Allah'ın:
"Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi
(saptırdı)" (es-Saff, 61/5) buyruğundaki "sapma" kelimeleri de
bu kökten gelmiştir. Bu âyet-i kerime kâfir, zındık, cahil, bid'at sahibi
bütün kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necrân
hıris-tiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katâde, yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar..." buyruğunun tefsiri ile
ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Harurâlılar ile
Haricîlerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini
bilemiyorum.
Derim ki: Bu şekildeki
tefsir Ebu Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır.
[38] O
kadarı sana yeterlidir.
[39]
Yüce Allah'ın:
"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek
için onun müteşâbih olanına uyarlar" buyruğu ile ilgili olarak hocamız
Ebu'l-Abbâs (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşâbih
olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe
uyandırmak ve ayağı saptırmak için müteşâbihe tabi olmaları ve bu maksatla
müteşâbih olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'e dil uzatan Zındıklarla Karmatîler böyle yapmışlardır. Diğer bir
maksatları da müteşâbihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren
Allah'ın cisim özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki
buyrukları bir araya getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar yüce
yaratıcının mücessem, bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu
cisim ve suretin onlara göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce
Allah bunlardan yüce ve münezzehtir. Yahut da bunlar müteşâbih olana bunların
te'villerini açıklamak, manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu
hususta Hz. Ömer'e çokça soru soran Sabîğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna
göre müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur:
1- Kâfir
olduklarından şüphe olmayan ve Allah Teala'nın haklarında tevbe etmeleri dahi
istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.
2-
Haklarındaki
sahih görüşe göre kâfir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara,
şekillere ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri
istenir. Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irti-dat edene yapılan
uygulama gibi bunlar da öldürülürler.
3-
Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen,
bunun caiz olup olmadığı hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bilindiği gibi
selefin gösterdiği yol, müteşâbih buyrukların zahirinden anlaşılanın imkânsız
olduğunu kesin olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terket-mek
şeklindedir. Bu konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece
okuyup gidiniz. Bazıları ise bu buyrukların te'vilini açıkça yapmış ve onlardan
mücmel olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'î olarak tayin etmeksizin,
dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir.
4- Hz.
Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller.
Ebu Bekr el-Enbarî der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'de-ki müşkil
manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran,
eğer bu soruyu sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi
arzu ediyorsa, tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye layık bir
kimsedir.
Şayet maksadı bu değil
ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir.
Çünkü o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin
hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve
saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş
oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadî'nin bize
naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi.
Süleyman Hammad b. Zeyd'den, o Yezid b. Hâ-zim'den, o Süleyman b. Yesâr'dan
naklettiğine göre; Sabîğ b. İsi Medine'ye geldi. Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih
buyruklarına ve bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (ra) durumdan
haberdar olunca arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı.
Önceden de ona
kuru hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hz.
Ömer ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im dedi. Hz. Ömer de:
Ben de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp
üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam
etti. Daha sonra Sabîğ: Bu kadarı yeter ey mü'minlerin emiri, dedi. Allah'a
yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor.
Sabîğ'in te'dibine
dair rivayetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivayetlerden ez-Zâriyât
Sûresi'nde söz edilecektir. Daha sonra yüce Allah Sabîğ'a tev-be etme ilhamını
vermiş, tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir
şekilde tevbesinde sebat gösterdi.
Yüce Allah'ın:
"Fitne çıkarmak" buyruğunun anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak
arzusu, mü'minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını istemeleri
ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir.
Ebû İshak ez-Zeccâc
der ki: "Ve teviline yeltenmek için" buyruğunun anlamı şudur: Bu
gibi kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat
verilmesinin açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini
(gerçekleşeceği vakti) ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini
onlara bildirdi. Ebu İshak der ki: Buna delil de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Onlar onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar. Onun tevilinin geleceği
gün" yani onlara vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin
verilmesi ve azap gibi kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için
"evvelce onu unutanlar: «Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı
getirmişlerdi» diyeceklerdir." (el-A'raf, 7/53) Yani bizler
peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları şeylerin te'vilini (akıbetini)
görmüş bulunuyoruz.
(Ebû İshâk devamla)
der ki: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah
bilir" buyruğu üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin
vaktini Allah'tan başka kimse bilemez demektir.
[40]
Yüce Allah'ın:
"Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir'' buyruğu ile ilgili
olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu
yahudilerden bir topluluk, Rasûlullah (sav)'ın huzuruna girerek şöyle dediler:
Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lâm, Mîm" buyruğu nazil olmuştur.
Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü ancak
yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lam
otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine yüce Allah'ın: "Halbuki
onun gerçek te'vilini yalnızca Allah bilir" buyruğu nazil oldu. Buna göre
burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve
işin sonunda evi edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise
İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim, ise
onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fa-kihler bunu tarif ederek şöyle
demişlerdir:
Te'vil, lafzın dışında
kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır.
Tefsir ise lafzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe
yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir.
Bunu ifade etmek üzere:şekli kullanılır.
Te'vil ise anlamın
beyan edilmesidir. Mü'minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu
değildir, ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve
bizatihi şüpheyi kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği
olabilir; şeklindeki açıklama da buna örnektir. İbn Abbas'ın ced (dede)
hakkında: O da babadır, demesi de böyledir. Çünkü o, yüce Allah'ın: "Ey
Âdemoğulları" buyruğunu te'vil ederek bu hükme varmıştır.
[41]
Yüce Allah'ın:
"İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ile ilgili olarak; bu, önceki
buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki
buyruğa atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi kullanılmıştır
hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Çoğunluğun kabul
ettiği görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle
başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın: Onun gerçek te'vilini ancak Allah
bilir" buyruğunda tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbas, Âişe, Urve b.
ez-Zübeyr, Ömer b. Ab-dulaziz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisaî, el-Ahfeş,
el-Ferrâ, Ebu Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.
Ebu Nehîk el-Esedî de
der ki: Sizler bu âyet-i kerimeyi vasi ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz.
Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanlann
bilgilerinin vardığı son nokta ise onlann: "Biz O'na iman ettik, hepsi
Rabbimizin katındandır" sözleridir.
Ömer b. Abdulaziz de
buna benzer bir söz söylemiştir. Taberî buna yakın bir ifadeyi Yunus'tan, o
Eşheb'den o da Malik b. Enes'ten rivayet etmiştir. Buna göre
"derler" buyruğu derinleşmiş olanlar buyruğunun haberidir. el-Hattabî
der ki: Şanı yüce Allah, kendisine iman edip içindekileri tasdik etmemizi
emrettiği Kitabının âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısım
halinde indirmiştir. Aziz ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır:
"Sana Kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın
anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir... Hepsi Rabbinizin katındandır."
Burada yüce Allah kitabının müteşâbih olanına dair bilgisini kendisine tahsis
ettiğini ve O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber
vermekte, daha sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinleşmiş olanlann: Biz
O'na iman ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz
etmektedir. Şayet onların imanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye layık
olmazlardı.
İlim adamlarının
çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerimede tam vakıf yüce Allah'ın: Halbuki
onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu üzerinde olduğu ve
bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir.
Bundan sonraki buyruk ise: İlimde derinleşmiş olanlar: Biz ona iman ettik...
derler" buyruğudur. Bu, İbn Mes'ud'dan, Ubey b. Ka'b, İbn Abbas ve Hz.
Âişe'den de rivayet edilmiştir. Ancak Mücahid'den: "İlimde derinleşmiş
olanlar"ı kendisinden önceki buyruğa nesak atfı yaptığı ve derinleşmiş
olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivayet edilmiştir. Bu görüşün
lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun: "İlimde derinleşmiş
olanlar da bunu bilirler ve iman ettik... diyerek.." şeklindedir, der ve
"derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia
ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir
ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef ulu bir arada hazf
etmezler. Hali ise fiil açıkça söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça
söylenmemiş ise, hal de sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı
"Abdullah binerek geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek
mümkün olurdu. Böyle birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle
birlikte olur. Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah
eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın
halini bildirir. Nitekim şair -ki bunu Ebu Ömer: Ebu'l-Abbas Sa'leb şu beyiti
okudu, diyerek bana okumuştur-şu sözleri söyler:
"Ben orada
oldukça kızgın ve kısa bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım; Yürürken
kısadır, otururken uzun görülür."
Yani yürürken boyu
kısadır, demektir.
O halde; nahivcilerin
de konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının
genelinin görüşü, yalnızca Mücahid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur.
Aynı şekilde şanı yüce
Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde,
daha sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim yüce Allah'ın şu
buyruklarına bakalım: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka
kimse bilmez." (en-Neml, 27/65); "Onun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187); "Onun Vechi (zatı) dışında herşeyyok
olacaktır" (el-Kasas, 28/88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı yüce
Allah, yalnız kendisine tahsis etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak
etmez. Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir"
buyruğu da böyledir. Şayet: "ilimde derinleşmiş olanlar"
buy-ruğundaki "vav," nesak atfı için olmuş olsaydı, yüce Allah'ın:
"Hepsi Rabbi-mizin katındandır" buyruğunun herhangi bir anlamı
olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Hattabî'nin
naklettiği ve Mücahid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili
olarak şunu ekleyelim: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre: "İlimde
derinleşmiş olanlar" buyruğu aziz ve celil olan Allah'm ismine
atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yeralıp onlar bu
müteşâbihi bilmelerine rağmen: "Biz ona iman ettik" demektedirler. Ayrıca
er-Rabî', Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da
bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi
"derinleşmiş olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır.
Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Ve rüzgar
ağlıyor kederinden Şimşek de bulutlar arasında çakıyor."
Bu beyitin iki anlama
gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi müb-teda,
"parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre-
Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan
("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip
"parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre
böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri
sürenler şanı yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş
olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl
övmüş olabilir? Ayrıca İbn Abbas da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim"
demiştir.
Mücahid de bu âyet-i
kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu
sözünü İmamu'l-Harameyn Ebu'l-Mealî ondan nakletmiştir.
Derim ki: Bir takım ilim
adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle
demişlerdir: Sözün tam olarak takdirî ifadesi "Allah nez-dindedir"
şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah
bilir, ifadesi ise müteşâbihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir.
İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona iman ettik. Hepsi
Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan
deliller ve müteşâbihatın muhkem buyruklara havale edilerek açıklanma
imkânıdır. Onlar müteşâbihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını
bilemeyince: Biz hepsine iman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun sâlih
şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz nezdindedir.
Birisi kalkıp:
Müteşâbihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz
bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbas: Ben "evvâh" ve
"ğislîn" kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye
sorarsa, ona şöyle cevap verilir:
Bunun böyle olması
gerekmez. Çünkü İbn Abbas daha sonra bunu öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye
uygun olarak tefsir etmiştir.
Bundan daha kesin bir
cevap da şöyledir: Şanı yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu
bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa
bir diğeri bilebilir.
İbn Fûrek, ilimde
derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun
uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber'in İbn Abbas'a: "Allah'ım! Onu
dinde fakih kıl ve ona tevili öğret"[42]
şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona
öğret anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş
olanlar" buyruğu üzerinde vakıf yapmak ile ilgili olarak hocamız
Ebu'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur demiştir. Çünkü onların
"ilimde derinleşmiş olanlar" diye adlandırılmaları Arap dilini
anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini
gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka birşey bilmiyor iseler
onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi
hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allah Teala'nın gaybın bilgisini yalnızca
kendisine ayırdığı Kıyamet saatinin kopması gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn
Abbas'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları
arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmezler, diyenlerin bu sözden
kastettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım
anlatım üslûplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar
te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir. Bununla olabilecek doğru olmayan
birtakım te'vil ihtimalleri de izale edilebilir. Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkında
"Ve O, kendisinden bir ruhtur" (en-Nisâ, 4/171) buyruğu ve benzerleri
böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla bu kabilden pek çok şey bilmedikçe
hiçbir kimseye râsih (ilimde derinleşmiş) adı verilemez.
Müteşâbih, mensûh olan
buyruklardır, diyenlerin görüşlerine göre ise, râsih olanların te'vili bilmek
(durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşâbih
buyrukların bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz.
Rusûh (derinleşmiş
olmak); bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye râsih denilir. Bu
kelime aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusûhu) ve
ağacın yerde râsih olması gibi. Şair der ki:
"Kalbimde derin
kök salmıştır Leylâ'nın sevgisi, Belirtileri dahi değişiklik gösterme yi kabul
etmiyor."
"Fijanın kalbinde
iman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan):
söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını ifade
eder. Bu tabiri İbnu'l-Fâris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt anlamlı bir
kelimedir.
kelimeleri hep bir
şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder.
Peygamber (sav)'a
ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine
bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir.
"
[43]
Şanı yüce Allah:
"Biz sana bu Zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne
indirildiğini açıkça anlatasın" (en-Nahl, 16/44) diye buyurmuşken,
Kur'ân-ı Kerîm'de nasıl müteşâbih olabilir ve Allah Kur'ân'ın tümünü nasıl
apaçık kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir:
Bundaki hikmet -Allahu
a'lem- âlimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm'in tümü açık seçik olsaydı âlim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya
çıkmazdı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını
açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için
bir yer bırakır.
[44]
Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin güzelliği de az olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[45]
"Hepsi Rabbimizin
katındandır" buyruğunda, muhkemiyle müteşâbihiyle yüce Allah'ın Kitabına
ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin
katındandır, şeklindedir. "Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden
dolayı hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür.
Daha sonra yüce Allah:
"Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani
böyle bir sözü söyleyen iman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve
müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir.
Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla
"lübb" adı verilmiştir. Sahipleri" kelimesi ise kelimesinin çoğuludur.
[46]
8. "Rabbimiz!
Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi çevirme! Katından bize bir rahmet
ver. Şüphesiz sen pek çok bağışlayansın."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Rabbimiz... kalplerimizi çevirme" buyruğunda ".... derler"
takdirinde hazfedilmiş bir söz vardır. Bu şekilde söylemek, ilimde derinleşmiş
olanların sözü olarak nakledilmektedir. Anlamının: Ya Muhammed.... de!...
şeklinde olması da mümkündür.
Denildiğine göre,
kalbin çevrilmesi (zeyğ'i) dinden meyledip uzaklaşmak demektir. Peki, bunlar
hidâyete ulaştırılmış iken, yüce Allah'ın kendilerini fesada döndürmesinden
korkuyorlar mıydı denilecek olursa şöyle cevap verilir:
Onlar, yüce Allah
kendilerine hidâyet verdikten sonra kendilerine ağır gelecek ve bunun sonunda
altından kalkmaktan kendilerini acze düşürecek şeyler ile sınamamasını dilemişlerdir.
Meselâ, yüce Allah'ın: "Şayet Biz onlara kendinizi öldürünüz yahut
yurtlarınızdan çıkınız diye yazsaydık..." (en-Nisâ, 4/66) buyruğunda sözü
edilen sınama bu kabildendir.
İbn Keysan der ki:
Bunlar yüce Allah'tan sapmamayı ve bunun sonucunda da Allah'ın kalplerini
haktan çevirmemesini istemişlerdir. Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince
Allah da onların kalplerini çevirdi" (es-Saf, 61/5) buyruğunda olduğu
gibi. Yani (dualarının anlamı şudur): Bize hidâyet verdiğine göre; hidâyetin
üzere bize sebat da ver. Bizler haktan dönmeyelim ki, Senin de kalplerimizi
haktan çevirmene müstehak olmayalım.
Bir görüşe göre de bu
duanın önceki ifadelerle bir ilgisi yoktur. Şöyle ki: Yüce Allah, sapkın
kimseleri sözkonusu ettikten sonra kullarına sözü geçen haktan sapmış ve
yerilen kesimden olmamalan için kendisine ne şekilde dua edeceklerini öğretmiş
olmaktadır.
Muvatta'da Ebû
Abdullah es-Sunabibî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ebu Bekr es-Sıddîk'in
halifeliği döneminde Medine'ye geldim. Onun arkasında akşam namazını kıldım.
İlk iki rek'atte Ummu'l-Kur'ân (Fatiha Sûresi) ile birlikte mufassal bölümünün
kısa sûrelerinden birer sûre okuduktan sonra üçüncü rek'ate kalktı. Ben de ona
yaklaştım, adeta elbiselerim onun elbiselerine değiyor gibiydi. O esnada
Fatiha'yı ve: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi
çevirme.." âyetini okuduğunu işittim.[47]
İlim adamlar» der ki:
Hz. Ebu Bekir'in bu âyet-i kerimeyi okuması bir çeşit kunut ve duadır. Çünkü o
dönemde, irtidad edenlerin sıkıntılı durumları başgöstermişti. Kunut ise bir
grup ilim adamına göre, müslümanların kendileri adına korkmalarına sebep
teşkil edecek büyük bir durum ile karşı karşıya kalmalarında akşam namazında
da bütün namazlarda da caizdir.
Tirraizî'nin
rivayetine göre Şehr b. Havşeb şöyle demiş: Ben Umm Sele-me'ye şöyle sordum:
Mü'minlerin annesi, senin yanında bulunduğu sıralarda Rasûlullah (sav)'ın en
çok yaptığı dua ne idi? Şu cevabı verdi: En çok yap-tığı dua şuydu: " Ey
kalpleri evirip çeviren, kalbime dinin üzere sebat ver." Ben: Ey Allah'ın
Rasûlü, dedim. "Ey kalpleri evirip çeviren, dinin üzere kalbime sebat
ver!" duasını ne kadar da çok yapıyorsun? Şöyle buyurdu: "Ey Umm
Seleme, kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmak arasında bulunmayan hiçbir
Âdemoğlu yoktur. O dilediğini doğru bırakır, dilediğini de çevirir (hidâyetten
uzaklaştırır)." Bunun üzerine Muâz (hadisin senedinde yer alan ravilerden
birisi) yüce Allah'ın: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra
kalplerimizi çevirme" âyetini okudu. (Tir-mizi) dedi ki: Bu hasen bir
hadistir.[48]
Bu âyet-i kerime
Mu'tezile'nin: Allah kulları saptırmaz, yani "kendi fiillerini yaratanlar
kullardır" şeklindeki sözlerine karşı bir delildir. Şayet meylettirme,
saptırma Allah tarafından olmasaydı yapılması caiz olmayan bir işin önlenmesi
hususunda Allah'a dua etmek uygun düşmezdi.
Ebû Vâkid el-Cerrâh
ise, "Rabbimiz!... kalplerimizi saptırma!" anlamındaki buyruğunu
(ûîjli fjî "İ) şeklinde fiili kalplere isnad etmek suretiyle okumuştur.
Bu ise yüce Allah'a yöneltilen bir dilektir. Her iki okuyuş şekline göre
âyet-i kerimenin anlamı şudur: Artık Sen, kalplerimizde hidâyetten sapıklığa
doğru bir meyil yaratarak, kalplerimiz haktan çevrilmesin.
[49]
Yüce Allah'ın:
"Katından bize bir rahmet ver" yani nezdinden, Senin tarafından
lütfederek bize rahmet bağışla, bizden herhangi bir sebep veya her-ha/ıgi bir
amelin dolayısıyla değil. Bu ifade Allah'a bir teslimiyet ve O'na karşı bir
acizliğin ifadesidir.
"Ledün"
kelimesinin dört türlü söylenişi vardır. Birisi "lâm" harfi üstün,
"dal" harfi ötreli, "nün" harfi sakin "ledun"
şeklinde. En fasih söyleyiş budur. Diğeri ise "lam" harfi üstün,
"dal" ötreli ve "nun" harfi de hazf edilmiş şeklinde (ledu
diye); üçüncüsü ise "lâm" harfi ötreli, "dal" harfi sakin,
"nûn" harfi de üstün olmak üzere "lüdne" şeklinde;
dördüncüsü ise "lâm" harfi üstün, "dal" sakin,
"nûn" harfi de üstün "ledne" şeklinde.
Muhtemeldir ki
mutasavvıfların cahilleri ile batınîlerin zındıkları bu ve benzeri âyet-i
kerimelere yapışarak şöyle derler: İlim denilen şey, Allah'ın baştan beri
herhangi bir kesb (ilim tahsili) sözkonusu olmaksızın kendiliğinden bağışladığı
birşeydir. Kitapları ve yaprakları tetkik etmek ise bir perdedir. Ancak ileride
bu konuya dair gelecek açıklamalarda belirtileceği üzere böyle bir iddia red
olunur.
Âyetin anlamı da
şudur: Bize rahmetinden sadır olan bir nimet bağışla. Çünkü rahmet, zati sıfata
racidir. Rahmetin kendisinin hibe edilmesi düşünülemez.[50]
9. "Rabbimiz,
muhakkak ki geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan
Sensin. Şüphesiz Allah va'dinden dönmez."
Darmadağın
olmalarından sonra onları öldükten sonra diriltecek olan Sensin.
Bu buyrukla Kıyamet
günü için diriliş ikrar edilmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte ilimde derinleşmiş
olanların bildikleri ve ikrar ettikleri; buna karşılık öldükten sonra dirilişe
dair kendileri için müteşâbih (tereddüdü gerektiren) hale düşüp sonunda inkâra
kadar giderek; muhalefet ettikleri şeyin manası budur.
Rayb, şüphe demektir.
Bunun ne anlama geldiğine dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/2. âyet)
geçmiş bulumaktadır. Mîâd, kelimesi va'dden "miPâl" veznindedir.
(Va'dolunan zaman, demektir).[51]
10. Kâfir olanların
malları ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmaz ve
onlar ateşin yakıtıdırlar.
Bu buyruğun anlamı
açıktır. Yani onların malları da çocukları da onlara gelecek Allah'ın azabından
hiçbir şeyi önleyemezler. es-Sülemî: "Hiçbir faydası olmaz" buyruğunu
diye okumuştur. Buna sebep ise fiilin önceden geçmesi ve isim ile fiil arasına
başka bir kelimenin girmesidir. el-Hasen de
şeklinde ve ikinci ya'yi tahfif olsun diye sakin olarak okumuştur.
Şairin "şu sözlerinde olduğu gibi:
"Esma dolayısıyla
bu ye's(im) yeter artık, yeter
Onun hastalığına
-uzayıp gittiği için- şifa verecek de yoktur."
Şairin burada yerine demesi gerekirken, "ya"
harfini (elif-siz olarak) serbest bırakmıştır. Buna benzer bir söyleyişin yer
aldığı bir beyiti de el-Ferrâ nakletmektedir:
"Onların elleri
sanki tertemiz çakılı bulunmayan hoş kokuda Birbirlerine gümüş para alıp veren
kızların elleri gibidir."
Yüce Allah'ın: buyruğunda yer alan: edatı "yanında, nez-dinde"
demektir. (Yani Allah'ın nezdinde faydası olmaz). Bu açıklamayı Ebû Ubeyde
yapmıştır.
"Ve onlar ateşin
yakıtıdırlar." Yakıt (el-vekûd); odunun adıdır. Buna dair açıklamalar
Bakara Sûresi'nde (2/124. âyette) geçmiş bulunmaktadır. el-Ha-san, Mücahid ve
Talha b. Mûsârrif, "vav" harfini ötreli olarak “” şeklinde ve
"ateşin yakıtı olan bir odun" şeklinde muzaf takdir ederek (muzafın
hazfedildiğini kabul ederek) okumuşlardır. Arapçada "vav" harfi
ötreli olduğu takdirde; demek gibi,
demekde mümkündür. Bu kelimenin "vav" harfi ötreli olarak okunması
halinde, kelime masdar olur. Ateş alevli bir şekilde yandığı vakit, bu tabir
kullanılır. İbnu'l-Mübarek, el-Abbas b. Abdulmuttalib'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Bu din öyle bir
yayılacaktır ki denizleri aşacak, denizler Allah tebâ-reke ve teâlâ yolunda
atlarla aşılacak, daha sonra Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan topluluklar gelecek.
Bunlar Kur'ân'ı okuduklarında bizden daha güzel okuyan (bilen) kim vardır,
bizden daha bilgili kim vardır? diyecekler." Sonra ashabına yönelerek
şöyle buyurdu: "Siz böylelerinin bir hayra sahip olacağını zanneder
misiniz?" Ashab: Hayır deyince şöyle buyurdu: "İşte bunlar sizdendirler;
bunlar bu ümmettendirler ve bunlar ateşin yakıtıdırlar. "[52]
11. Tıpkı Firavun
hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar âyetlerimizi
yalanladılar da, Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın
azabı çok çetindir.
"De'b (mealde:
gidiş)": Âdet ve durum demektir. Kişi çalışıp çabaladığı takdirde onun bu
durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Deve binicisi
tarafından yorulacak olursa yine bu kelime kullanılır. Gece ve gündüze de
"ed-dâibân" adı verilir. (Çünkü adetleri üzere sürekli olarak devam
eder, giderler). Ebu Hatim der ki: Ben Yakub'un " Gidişi gibi"
kelimesini hemzeyi üstün olarak okuduğunu ve ben küçük bir çocukken bana şöyle
söylediğini hatırlıyorum: diye okumak, neye göre doğru olur? Ben ona: Sanırım:
kökünden gelirse böyle söylemek doğru olur dedim. Benim bu açıklamamı kabul
etti ve küçüklüğüme rağmen çok iyi bir değerlendirmede bulunduğumdan dolayı
hayret etti. Bense böyle söylenip söylenemeyeceğini bilmiyordum.
en-Nehhâs der ki:
"Böyle bir söz yanlıştır. Hiçbir zaman: denilmez.
Aksine denilebilir.
Nahivciler böyle nakletmektedir ki,
bunlardan birisi de
el-Ferrâ'dır. Bu söyleyişi "el-Mesâdir" adlı kitabında
nakletmektedir. Nitekim İmruu'1-Kays şöyle demektedir:
"Ondan önce Umm
el-Hureyris'ten de gördüğün gibi
Ve Me'sel'de komşusu
olan Umm er-Rebab'dan gördüğün gibi."
"Deeb"
söyleyişi de caizdir. Nitekim da
söylenebilir. Çünkü bunda boğaz harflerinden bir harf vardır."
Âyet-i kerimenin
başındaki "kâf" harfi hakkında (dilciler) farklı görüşlere sahiptir.
Bunun şu takdirde ref mahallinde olduğu söylenmiştir: Onların gidişi Firavun
hanedanının gidişi gibidir. Yani kâfirlerin sana karşı yaptıkları, Firavun
hanedanının Musa'ya yaptıklarına benzer.
el-Ferrâ ise şu anlama
geldiğini iddia etmiştir: Firavun hanedanının kâfir oluşu gibi, Araplar da
kâfir oldular. en-Nehhas ise der ki: Burada "kef" harfinin
"kâfir oldular"a taalluk etmesi caiz değildir. Çünkü "kâfir
oldular" kelimesin cümlenin sılasına dahildir. Bir diğer görüşe göre
buradaki "kef" harfi "Allah.... onları yakalayıverdi"
buyruğuna taalluk etmektedir. Yani Allah onları Firavun hanedanım azapla
yakaladığı gibi yakaladı.
Yine bir diğer görüşe
göre bu buyruk: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine
hiçbir faydası olmaz" buyruğu ile alakalıdır. Yani mallarının ve
çocuklannfh Firavun hanedanına fayda vermediği gibi, kendilerine de mal ve
çocuklarının faydası olmayacaktır. Bu buyruk ise, "cihad-dan geri kalıp
bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı" diyenlere bir cevaptır.
Bunda "vekûd
(yakıt)" dan türeyen mukadder bir fiilin amel etmesi, bu durumda
benzetmenin yanmanın kendisi hakkında olması da mümkündür.
[53]
Bu anlamı yüce
Allah'ın şu buyrukları da desteklemektedir: "Firavun hanedanının ise kötü
azap......ateştir. Onlar sabah akşam ona arzolunurlar.
Kıyametin kopacağı
günde: Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun (diyecekler)".
(el-Mu'min, 40/45-46) Bununla birlikte birinci görüş daha tercihe değerdir.
İlim adamlarından birden çok kişi de o görüşü tercih etmişlerdir.
İbn Arefe der ki:
"Tıpkı Firavun hanedanı... gidişi gibi" buyruğu Firavun hanedanının
adeti gibi; anlamındadır. Şöyle demek istiyor: Firavun hanedanı peygamberlere
zorluk çıkarmayı adet haline getirdikleri gibi; bunlar da inkârı ve Peygamber
(sav)'a zorluk çıkarmayı adet haline getirmişlerdir. el-Ez-herî de bu anlamda
açıklamalarda bulunmuştur. el-Enfal Sûresi'nde yer alan "Firavun
hanedanının gidişi gibi" (el-Enfal, 8/52) buyruğuna gelince; bunun da
anlamı şudur: İşte Firavun hanedanı suda boğulmak ve helak edilmekle
cezalandırıldığı gibi, bunlar da öldürülmekle ve esir edilmekle cezalandırıldı.
Yüce Allah'ın:
"Onlar âyetlerimizi yalanladılar" buyruğunda "okunan
âyetler"i kastetmesi muhtemel olduğu gibi, Allah'ın vahdaniyetine delalet
etmek üzere dikilmiş bulunan âyetleri de kastetmiş olması muhtemeldir.
"... Allah da günahlarından dolayı onları yakalayıverdi. Allah'ın azabı
çok çetindir."[54]
12. Kâfirlere de ki:
"Siz mutlaka yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orast
ne kötü döşektir!"
Burada kasıt
yahudilerdir. Muhammed b. İshâk der ki: Rasûlullah (sav) Be-dir'de Kureyş'i
mağlub edip Medine'ye döndükten sonra yahudileri toplayıp onlara şunu dedi: Ey
Yahudiler topluluğu! Bedir günü Kureyş'in başına gelenlerin bir benzerini
Allah'ın başınıza getirmesinden sakınınız. Sizler de biliyorsunuz ki ben
gönderilmiş bir peygamberim. Siz bunu Kitabınızda Allah'ın size ahdinde
(buyruğunda) görmektesiniz. Yahudiler ona: Ey Muhammed dediler. Savaşın ne olduğunu
bilmeyen gafil bir topluluğu yenik düşürüp de onlara karşı eline bir fırsat
geçti diye gurura kapılma! Allah'a yemin ederiz, bizimle savaşacak olursan
asıl savaşçıların biz olÖuğumuzu göreceksin. Bunun üzerine yüce Allah:
"Kâfirlere de ki: Siz mutlaka yenileceksiniz..." buyruğunu inzal
buyurdu.
Buradaki
Yenileceksiniz" kelimesinin "te" okunuşu yahudi-lere hitap olup
bozguna uğratılacaksınız ve âhirette: "Toplanıp cehenneme
sürüleceksiniz" demektedir. İkrime ve Said b. Cübeyr'in, İbn Abbas'tan rivayeti
budur.
Ebû Salih'in İbn
Abbas'tan rivayetine göre ise; yahudilerin, Uhud günü müslümanların başına
gelen musibete sevinmeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Buna göre
bu kelime Yenileceklerdir"
anlamında olur.
Yani Kureyşliler
yenilecekler ve: toplanıp
sürüleceksiniz" kelimesi de:
şeklinde ve "toplanıp sürülecekler" anlamında okunur ki bu da
Nâfi'in kıraatidir.
Yüce Allah'ın:
"Orası ne kötü döşektir!" buyruğunda kastedilen yer, cehennemdir.
Âyetin zahirinden anlaşılan budur. Mücahid der ki: Anlamı ise, onların
kendileri için hazırladıkları şey ne kötüdür! Bunun manası şöyle gibidir:
Kendilerini cehenneme götüren o fiilleri ne kötüdür!
[55]
13. Karşılaşan iki
topluluğun durumunda sizin için bir ibret vardır. Biri Allah yolunda
çarpışıyordu, diğeri ise kâfirdi. Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını
gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda
basiret sahipleri için ibretler vardır.
Yüce Allah'ın:
"Karşılaşan iki topluluğun... bir ibret (yani alâmet) vardır."
Burada (jt£) denilerek (cJl£) denilmeyişinin sebebi "âyet: ibret, alâmet"
kelimesinin müennesliğinin hakiki olmayışındandır. Bunun beyan anlamına
geldiği de söylenmiştir. Yani bu, sizin için bir beyan bir açıklama idi. Bu
görüşte otanlar manayı göz önünde bulundurup lafza riâyet etmemişlerdir.
İmruu'l-Kays^n şu beyitinde olduğu gibi:
"Dümdüz, yumuşak
tenli, genç ve güzel, yumuşak huylu Taptaze yaprakları tomurcuklanmak üzere
dalları kabarmış sorgun
ağacının çubuğu
gibi..."
Burada şairin demeyişinin sebebi, sıfatın (lafzen müzekker
olan -önceden geçmiş- asa anlamındaki kelimeye) ait olmasıdır.
el-Ferrâ der ki:
Âyet-i kerimede fiilin müzekker gelmesi, fiil ile isim arasında sıfatın
girmesinden dolayıdır. Sıfat, fiil ile isim arasına girdiğinden fiil müzekker
gelmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar, Bakara Sûresi'nde yüce Allah'ın:
"Üzerinize yazıldı ki: Sizden birine Ölüm gelip çattığı zaman eğer bir
hayır (mal) bırakacaksa... vasiyette bulunsun" (el-Bakara, 2/180. âyet 2.
başlıkta) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
"Karşılaşan iki
topluluğun" Bedir günü karşı karşıya gelen müslüman-larla müşriklerin
"durumunda sizin için bir ibret vardır." Cumhur: ( üi» ): Biri"
kelimesini onlardan birisi, anlamında olmak üzere ötreli okumuştur, el-Hasen ve
Mücahid ise bunu esreli olarak («s») şeklinde, daha sonra da: "Diğeri ise
kâfirdi" diye bedel olmak üzere okumuştur. İbn Ebi Able ise bu her iki
kelimeyi de nasb ile okumuştur. Ahmed b. Yahya der ki: Hal olmak üzere nasb ile
okumak caizdir. Yani her iki fırka, birbirinden ayrı ve birileri. Mü'min
diğerleri kâfir olmak üzere iki fırka idiler.
ez-Zeccâc der ki: Nasb
ile okunması; yani ben şu iki topluluğu kastediyorum, anlamına gelir.
Bir insan topluluğuna
"fie" denilmesinin sebebi, ona fey' edilmesi yanı sıkıntılı
zamanlarda ona dönülmesi dolayısıyladır.
ez-Zeccâc der ki
"fie" fırka, topluluk demektir. Başı gövdeden ayrıldığını ifade
etmek üzere "kılıçla başını fe'vetti" tabirinden alınmıştır.
Bu "iki
topluluk" ile Bedir günü karşılaşan topluluklara işaret edildiğinde görüş
ayrılığı yoktur. Ancak bunun muhatabının kim olduğu hususunda farklı kanaatler
vardır. Bir görüşe göre bununla mü'minlere hitap edilmiş olması muhtemel
olduğu gibi, bütün kâfirlere olması da muhtemeldir. Medine yahudilerinin muhatab
alınmış olması da muhtemeldir. Her bir ihtimali bir grup ileri sürmüştür.
Mü'minlere hitabın faydası, ruhlarına sebat vermek, onlarda kahramanlık
duygularını uyandırarak; -fiilen gerçekleştiği gibi- kendilerinin iki misli hatta
birçok kat fazlası olan düşmanları üzerine atılacak hale gelmeleridir.
Yüce Allah'ın:
"Öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı.
Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için
ibretler vardır." Ebû Ali der ki: Bu âyet-i kerimedeki "görmek"
göz ile görmektir. Bundan dolayı tek bir mef ûle geçiş yapmıştır. Mek-kî ve
el-Mehdevî der ki: Buna "gözleriyle" buyruğu da delâlet etmektedir.
Nafi' burada "görüyorlardı" anlamına gelen kelimeyi diye (yâ ile) okumayıp "te" ile: onları
görüyordu" şeklinde okumuştur. Diğerleri ise bunu "yâ" ile
okumuşlardır.
"Kendilerinin iki
katı" buyruğu ise "onları görüyordunuz" buyruğunda bulunan
"siz görüyordunuz"dan hal olmak üzere nasb mahallindedir. Cumhura
göre ise burada "görüyordunuz" buyruğunun faili mü'minlerin kendileridir.
(Yani: Ey mü'minler! Siz kendiniz görüyordunuz). "Onları görüyordunuz"
buyruğundaki "hum: onları" zamiri ise kâfirlere aittir. Ancak Ebu
Amr, bu kelimenin "te" harfi ile şeklinde okunmasını kabul etmeyip
şöyle der: Eğer durum böyle olsaydı bunun yerine: "Onları kendinizin iki
katı görüyordunuz" denmesi gerekirdi.
en-Nehhâs der ki: Bu
gerekmeyebilir. Fakat; arkadaşlarınızın iki katı, anlamında olması mümkündür.
Mekkî der ki:
"Onları görüyordunuz" şeklinde "te" ile okunuş "sizin
için" buyruğundaki hitaba uygundur. O bakımdan burada hitabın müslümanlara
"onları" zamirinin de müşriklere ait olması güzeldir. "Te"
ile bu kelimeyi okuyanların "sizin iki katınız" anlamında şeklinde
okumaları gerekirdi. Böyle bir okuyuş ise hatta muhalefet dolayısıyla caiz
değildir. Fakat hitaptan gaibe yönelmek şeklindeki konuşma ve söz söyleyişleri
görülegelmiş bir üsluptur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da güzel bir rüzgarla
gemileri götürdüklerinde"(Yunus, 10/22); "Verdiğiniz her bir
zekât" (er-Rum, 30/39) buyruğunda (mü'minlere) hitap ettikten sonra gaib
zamir kullanılarak: "İşte onlar kat kat mükâfat alanlardır" (er-Rum,
30/39) diye buyurmaktadır.
Buna göre
"kendilerinin iki katı" anlamındaki kelimesindeki "hâ" ve
"mîm" harflerinden oluşan zamirin müşriklere ait olması muhtemeldir.
Yani ey müslümanlar, siz müşrikleri gerçek sayılarının iki katı kadar görüyordunuz.
Bu ise mana itibariyle uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah, müs-lümanların
gözlerinde müşriklerin sayısını çoğaltmaz. Aksine O, bizlere müşriklerin
sayısını mü'minlerin gözünde az gösterdiğini haber vermektedir. Buna göre mana
şöyle olur: Ey mü'minler, sizler müşrikleri sayıca kendinizin iki katı
görüyordunuz. Gerçekte ise onlar mü'minlerin üç katı idiler. Yüce Allah
böylelikle müşriklerin sayısını mü'minlerin gözünde azaltarak müşrikleri
kendilerine, kendilerinin iki katı gösterdi ki, manen güçlensinler ve
cesaretleri artsın. Zaten onlara mü'minlerden yüz kişinin ikiyüz kâfiri yeneceği
bildirilmişti. Diğer taraftan müslümanların sayısını müşriklerin gözünde
azaltarak gösterdi ki, müşrikler müslümanlara karşı cesaretlensinler ve böylelikle
Allah'ın onlar hakkındaki hükmü yerini bulsun diye.
Buradaki "kendilerinin
iki katı" buyruğundaki zamirin müslümanlara ait olması da muhtemeldir.
Yani siz ey müslümanlar, müslümanlan sahip olduğunuz gerçek sayının iki katı
gibi görüyordunuz. Yani siz bizzat kendinizi gerçektekinin iki katı gibi
görüyordunuz.
Allah'ın bunu bu
şekilde onlara göstermesinin sebebi, müşriklerle karşılaşmaya karşı
maneviyatlarını güçlendirmekti.
Fakat birinci te'vil
daha uygundur. Buna yüce Allah'ın şu buyrukları da delâlet etmektedir:
"Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti..." (el-En-fal, 8/43);
"Hani siz karşılaştığınız zaman onları gözlerinize az gösteriyordu.."
(el-Enf'âl, 8/44)
İbn Mes'ud'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yanımda bulunan bir adama: Onları yetmiş
kişi kadar görebiliyor musun? O: Zannederim onlar yüz kişidirler, demişti.
Fakat esirleri aldıktan sonra bizlere bin kişi olduklarını haber verdiler.
Taberî'nin
bazılarından naklettiğine göre şöyle demişler: Allah, kâfirlerin gözlerinde
mü'minlerin sayısını çok gösterdi. Öyle ki kâfirler mü'minleri kendilerinin iki
katı zannettiler. Ancak Taberî bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. İbn
Atiyye ise der ki: Evet, bu görüş çeşitli açılardan reddedilir. Aksine Allah,
müşriklerin sayısını (az önce de geçtiği üzere) mü'minlerin gözünde az
göstermiştir. Bu te'vile göre "görüyordunuz" şeklindeki okuyuşta
görenler, kâfirler olur. Yani siz ey kâfirler, mü'minleri kendilerinin iki katı
olarak görüyordunuz. Önceden de geçtiği üzere kendinizin iki katı olarak görüyordunuz
anlamına gelme ihtimali de vardır.
el-Ferrâ ise bunun
anlamının, kendilerini kendilerinin iki katı yani üç misli olarak
görüyordunuz. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Dilde böyle bir anlatım şekli
bilinmemektedir. ez-Zeccâc der ki: Bu bir yanlışlıktır. Bütün ölçülere göre
burada yanlışlık vardır. Çünkü bizler birşeyin mislini aklen ona eşit olarak
biliyoruz. Onun iki mislini de onun iki katına eşit olarak aklımızla kavrıyoruz.
İbn Keysan der ki:
el-Ferrâ, görüşünü şu sözleriyle açıklar: Sen yanında bir köle varken: Bunun
gibi bir köleye ihtiyacım vardır, dediğin takdirde senin hem o köleye, hem
onun gibi başka bir köleye ihtiyacın olduğunu ifade ediyorsun. Aynı şekilde,
ben bunun gibi iki kişiye muhtacım, dediğin vakit senin üç köleye ihtiyacın
var, demektir. Ancak kelimenin anlamı onun söylediği gibi değildir, dildeki
kullanış da öyle değildir. el-Ferrâ'yı böyle bir yanlışlığa düşüren ise
müşriklerin Bedir gününde mü'minlerin üç misli olmalarıdır. Böylelikle o,
müşrikleri ancak bu şekilde gerçek sayılan kadar görmelerinin mümkün olacağı
vehmine kapılmıştır. Böyle bir ihtimal ise uzaktır, mana da bu şekilde
değildir. Aksine şu iki sebepten dolayı Allah müşrikleri mü'minlere gerçek
sayılarından başka şekilde göstermiştir. Bu sebeplerden birisi şudur: Yüce
Allah, bunun daha uygun olduğunu görmüştür. Çünkü bu şekilde mü'minlerin
kalpleri güç kazanmıştır. Diğer sebep ise bu, Peygamber (sav)'a bir âyet
(mucize ve alâmetHir. İleride -yüce Allah'ın izniyle- Bedir vak'asına dair
açıklamalar (Âl-i İmrân, 3/123-125. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.
Bu kelimenin
"ye" ile okunuşuna gelince İbn Keysân der ki: Onları
görüyorlardı" kelimesindeki "he" ve "mîm" (onlar)
zamiri "diğeri ise kâfirdi" buyruğuna aittir. "Kendilerinin iki
katı" buyruğundaki zamir ise "biri Allah yolunda çarpışıyordu"
buyruğuna aittir. Bu ise ifadelerin akışının delalet ettiğine uygun olarak
zamir kullanmak kabilindendir. Bu da yüce Allah'ın: "Allah dilediğini
yardımıyla destekler" buyruğudur. İşte bu da kâfirlerin gözle görme
itibariyle müslümanların iki katı olduklarını, fakat sayıca onların üç misli
olduklarını göstermektedir. (İbn Keysân devamla) der ki: Burada görme,
yahudilere aittir.
Mekkî ise der ki:
Görmek Allah yolunda çarpışan kesim hakkındadır. Görünen ise kâfir
topluluktur. Yani Allah yolunda çarpışan topluluk, kâfirler topluluğunu mü'min
topluluğunun iki katı olarak görüyorlardı. Halbuki kâfirler topluluğu mü'min
topluluğunun üç katı idi. Önceden de geçtiği üzere Allah kâfirlerim sayısını
mü'minlerin gözünde azaltmıştır. Burada "sizin için bir ibret vardır"
buyruğundaki hitap yahudileredir.
İbn Abbas ve Talha ise
" Onları görüyorlardı" buyruğunu "te" harfini ötreli olarak
Size iki katı oldukları gösteriliyordu" okumuşlardır. es-Sülemî de meçhul
fiil olarak "te" harfi ötreli okumuştur.
"Allah dilediğini
yardımıyla destekler, şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibretler
vardır." Bu buyruğun anlamı önceden geçmiş bulunmaktadır. Allah'a
hamdolsun.
[56]
14. Kadınlara,
oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma atlara, develere ve ekinlere
aşırı düşkünlük insanlara süslenip hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının
geçimidir. Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"... süslenip hoş gösterildi" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları
süsleyip hoş gösterenin kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir
kesim der ki: Bunu süsleyip hoş gösteren Allah'tır. Ömer b. el-Hat-tab (ra)'ın
sözünün zahiri de budur. Bu sözü Buhârî nakletmektedir.
[57]
Kur'ân-ı Kerîm'de de
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz yeryüzünde ne varsa ona bir zinet
kıldık." (el-Kehf, 18/7) Hz. Ömer: Şimdi ey Rabb, onu bize süslü
gösterdiğin zaman (biz ne yapabiliriz)? deyince yüce Allah'ın: "De ki:
Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (bir sonraki âyet)
buyruğu nazil oldu.
Bir diğer kesim ise;
burada süslü gösteren şeytandır, demektedir. el-Ha-sen'in sözünün zahirinden
anlaşılan budur. O: Bunu kim süslü gösterdi? Dünyayı onu yaratandan daha çok
zemmeden kimse yoktur, demiştir.
Yüce Allah'ın süslü
göstermesi, ancak faydalanmak için varetmek, gerçek şekilde hazırlamak ve
insanın mayasında bu gibi şeylere eğilimi yaratmak şeklinde olur. Şeytanın
süslü göstermesi ise vesvese, aldatma, uygun olmayan yollardan dünyalık elde etmeyi
güzel gösterme şeklindedir.
Âyet-i kerime her iki
halde de bütün insanlara yeni bir öğüdün ifadesidir, demektir. Bunun
muhtevasında da Muhammed (sav)'ın çağdaşı olan ya-hudilere ve diğerlerine bir
azar vardır.
Cumhur, meçhul fiil
olarak: " Süslü gösterildi" şeklinde ve Aşırı düşkünlük"
kelimesini merfu olarak okumuşlardır. ed-Dahhâk ve Mü-cahid ise malum fiil
şeklinde: " Süsledi" ve: Sevgisini" şeklinde rnansub olarak
okumuştur. kelimesindeki "he" harfinin fetha ile harekelenmesi, isim
ve sıfattan ayırdetmek içindir.
Şehevât;
"şehvet" kelimesinin çoğuludur. Anlamı bilinen bir kelimedir. Arzulara
uyup gitmek, insanı aşağılatır. Onlara itaat, bir helak demektir. Müslim'in
Sahih'inde: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır, ateş de arzu ve
şehvetlerle kuşatılmıştır" denilmektedir.
[58] Bunu
Enes, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir.
Hadis-i şerifteki bu
temsilin faydası şudur: Cennet ancak hoşa gitmeyen yollan aşmak ve bunlara
katlanıp sabretmekle elde edilir. Cehenemden kurtulmak ise ancak arzu ve
şehvetleri terkedip insanın bunlara karşı kendisini dizginlemesi ile mümkün
olur.
Yine Hz. Peygamber'den
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cennetin yolu oldukça zordur ve
yüksektir. Cehenneme giden yol ise son derece kolaydır ve toprağı yumuşaktır.
"
[59] İşte
Hz. Peygamber'in: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem
de arzularla kuşatılmıştır" hadisinin manası da budur. Yani cennetin yolu
zordur ve tepelerden daha yüksek olan zorlu yerleri vardır. Cehenneme giden yol
ise kolaydır. Zorluğu yoktur. Bunda herhangi bir tehlike ve sıkıntıya sebep
olacak birşey yoktur. Hz. Peygamber'in: "Toprağı yumuşaktır"
buyruğunun anlamı da budur:
[60]
Yüce Allah:
"Kadınlara" buyruğunda, insanların nefisleri onlara çokça arzu
duyduğundan önce kadınları sözkonusu ederek başladı. Çünkü kadınlar, şeytanın
attığı kementler ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Rasû-lullah (sav)
buyurdu ki: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne
terketmiş değilim." Hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir.[61]
Kadın fitnesi
herşeyden daha çetin ve zorlu bir fitnedir. Denilir ki: Kadınlarda iki fitne
vardır. Çocuklarda ise tek bir fitne vardır. Kadınlardaki fitnenin birisi,
akrabalık bağlarını kesmeye götürür. Çünkü kadın kocasına annelerle,
kızkardeşlerle bağı kesmeyi emreder. İkinci fitne ise helâl, harama bakmaksızın
mal toplama fitnesidir. Oğullara gelince onlardaki fitne bir tanedir. O da
onlar için mal toplama tutkusudur.
Abdullah b. Mes'ud'un
rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızı yüksek
odalarda iskân etmeyiniz ve onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz."
[62] Bu
şekilde Rasûlullah (sav) erkekleri bundan sakındırmış olmaktadır. Çünkü onların
yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri dolayısıyla erkekleri görmeleri sözkonusudur.
Bu ise onları himaye etmek ve onları set-retmek değildir. Çünkü kimi zaman
erkekleri görüp de bundan dolayı fitne ve bela sözkonusu olabilir. Diğer
taraftan kadınlar erkekten yaratılmışlardır. O bakımdan kadının bütün derdi,
erkektir. Erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmıştır. Kadın da erkeğin sükûn
bulduğu bir varlık kılınmıştır. Bu sebeble onlardan birine öteki hakkında güven
duyulamaz.
Onlara yazı yazmayı
öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede sözkonusudur.
eş-Şihâb'ın Kitabında Peygamber (sav)'ın: "Kadınlara (gereğinden çok)
elbise almayınız ki, evlerinden dışanya çıkmasınlar."
[63] diye
buyurmaktadır.
İşte bundan dolayı
insan bu dönemlerde eğer (evlenmeden) duramıyor ise dininin zarar görmemesi
için dindar kadını araştırmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber de: "Elleri
toprakla dolasıca, sen dindar olan kadını seç" diye buyurmaktadır. Bu
hadisi Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.[64]
İbn Mâce'nin
Sünne'inde de Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Güzellikleri dolayısıyla kadınlarla evlenmeyiniz.
Çünkü onların güzellikleri onları aşağılatabilir. Mallan dolayısıyla da
kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü mallan onları azdırabilir. Fakat dinleri
dolayısıyla onlarla evleniniz. Şüphesiz burnu delik, siyah fakat dindar bir
cariye daha faziletlidir. "
[65]
Yüce Allah'ın:
"Oğullara" buyruğu önceki buyruğa atfedilmiştir. Oğullar (anlamına
gelen: el-benin) kelimesinin tekili: "ibn"dir. Yüce Allah, Hz.
Nuh'tan haber vererek: "Şüphesiz benim oğlum benim aile halkımdandır"
(Hud, 11/45) diye niyaz ettiğini bildirmektedir. Küçültme ismi de -Hz.
Luk-man'ın söylediği gibi- "büney" şeklindedir.
Peygamber (sav)'ın
Eş'as b. Kays'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Ham-za'nın kızından bir
oğlun var mı?" O: Evet ondan bir oğlum var; fakat onun yerine
Cebeleoğullarından geri kalanlara yedirebileceğim bir tencere yemeğim olmasını
tercih ederdim. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Sen böyle desen dahi
şüphesiz ki onlar, kalbin meyvesidir. Gözün aydınlığıdır. Bununla birlikte
onlar (ölüm tehlikesine atılmaya karşı) insanı korkutur, cimriliğe iter, üzüntü
ve kedere sebep olurlar. "
[66]
el-Kenâtîr kelimesi
"kıntâr"
[67]
kelimesinin çoğuludur. Nitekim yüce Allah: "Ve öbürüne kıntârla (mehir)
vermiş olsanız..." (en-Nisâ, 4/20) diye buyurmaktadır. Kıntar ise oldukça
büyük ölçüde bağlanıp düğümlenmiş mal demektir. Rıtıl ve rubu' gibi ağırlık
ölçüsü olarak kullanılan şeyin adı olduğu da söylenmiştir. Bu kadar ağırlığa
ulaşan şeye de bu bir kıntardır, yani bir kın-tara denk ağırlıktadır, denilir.
Araplar bir kişinin malı kıntar ağırlığını bulduğu takdirde: derler. ez-Zeccâc der ki: Kıntar kelimesi,
birşeyin bağlanıp düğümlenmesinden ve sağlam hale getirilmesinden alınmıştır.
Araplar birşeyi sağlam olarak yapan kimseye: O şeyi sağlam yaptın, derler. İşte
köprüye "el-kantara" denilmesinin sebebi de bu şekilde sağlam
yapılışından dolayıdır. Tarafe der ki:
(Devem) Rumlardan
birinin muhkem yapmak ve her tarafını Tuğlalarla pekiştirmek üzere yemin ettiği
bir köprü (kantara) gibidir."
Kantara üstüne düğüm
atılmış demektir. Adeta kantar düğümlenmiş bir mal gibi kabul edilir. İlim
adamları kıntâr'ın miktannı tesbit etmekte çok farklı görüşlere sahiptirler.
Ubey b. Ka'b,
Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bir kıntar
binikiyüz ukıyyedir."
[68]
Muaz b. Cebel,
Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre ve ilim adamlarından birçok grup da bu
görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahih olanı budur.
Fakat Kıntar, buna göre ukıyye'nin miktarının bölgelerdeki farklılığına göre
farklılık gösterir.
Kıntâr'ın on iki bin
ukıyye olduğu da söylenmiştir. Bunu senediyle el-Büs-tî, Sahih Müsned'inde Ebu
Hureyre'den rivayetle kaydetmektedir. Buna göre Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kıntar onikibin ukiyyedir. Bir ukıyye ise sema ile arz
arasındakilerden hayırlıdır."[69]
Ebu Hureyre bu görüşü
de benimsemiştir. Ebu Muhammed ed-Darimî'nin Müsned'inde Ebu Said el-Hudrî'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Her kim bir gecede on âyet okursa o
zikredenlerden diye yazılır. Her kim yüz âyet okursa kânitlerden yazılır, her
kim beşyüz ile bin âyet okursa bir kıntar ecir almış olarak sabahı eder."
Kıntar nedir? diye sorulunca: "Bir öküzün derisini dolduracak kadar
altındır" diye cevap verdi. Bu hadis mevkuftur.
[70]
Ebu'n-Nadra el-Abdi de
bu görüştedir. İbn Sîde, Süryanicede de böyle söylendiğini zikretmektedir.
en-Nekkaş, İbnu'l-Kelbî'den, bu kelimenin Rumca-da böyle söylendiğini
nakletmekdedir. İbn Abbas, ed-Dahhak ve el-Hasen der ki: (Kıntar) bin ikiyüz miskal
gümüştür.
[71] el-Hasen bunu merfu'
olarak zikreder. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre kıntar onikibin dirhem
gümüştür.[72] Altın olarak ise bin
dinardır. Yani müslüman bir erkeğin diyeti kadardır. el-Hasen ve ed-Dahhâk'tan
da bu görüş rivayet edilmiştir.
Said b. el-Müseyyeb,
bir kıntar seksenbin (dirhem)dir, derken; Katade kıntar yüz rıtıl altın yahut
seksenbin dirhem gümüştür. Ebu Hamza es-Sumâlî ise der ki: Kıntar, Afrika ve
Endülüs'te altın veya gümüşten sekiz bin miskaldır. es-Süddî, dörtbin miskaldir,
derken; Mücahid yetmişbin miskaldir, demektedir.[73] Bu
görüş, İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir.[74]
Mekkî'nin naklettiği
bir görüşe göre kıntar, altın veya gümüş olsun kırk bin ukıyyedir. İbn Side,
el-Muhkem adlı eserinde de bunu belirtmektedir. Devamla der ki: Kıntar
berberîcede bin miskal demektir.
er-Rabi' b. Enes ise
der ki: Kıntar üstüste yığılmış pek çok mal demektir. Araplarca bilinen anlamı
da budur. Yüce Allah'ın: "Ve onlardan birisine bir kıntar vermiş olsanız
dahi" (en-Nisâ, 4/20) buyruğu da böyledir. Yani ona pek çok mal
verdiyseniz, demektir. Hadis-i şerifteki kıntar da bu anlamdadır:
"Şüphesiz Safvan b. Umeyye cahiliyye döneminde kantar kantar mal biriktirdi.
Babası da öylece kantar kantar biriktirdi."
[75] Yani
onu kantar kadar malı oldu demektir.
el-Hakem'den
nakledildiğine göre kıntar yer ile gök arasıdır.
"el-Mukantara"
kelimesinin anlamı hakkında da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Taberî
ve başkaları der ki: Bu kat kat katlanmış demektir. Adeta kantarlar üç,
mukantara da dokuz kantar ifade ediyor gibidir. el-Fer-râ'dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: el-Kanâtîr kelimesi kıntar'ın çoğuludur. el-Mukantara
ise çoğulun da çoğuludur. O takdirde el-Mukantara dokuz kanâtîra eşit olur.
es-Süddî der ki: el-Mukantara dinar yahut dirhem oluncaya kadar sikke haline
getirilmiş olan maldır. Mekkî de el-Mukantara tamamlanmış anlamındadır der.
Bunu el-Herevî de nakletmiştir.
Nitekim: da denilmektedir.
Kimi (dilciler) der
ki: İşte yapının üstüste gelmesi dolayısıyla binalara "el-kantara"
denilmesi bundandır. İbn Keysan ve el-Ferra der ki: Mukantara, dokuz kıntardan
daha aşağı olamaz. Yine denildiğine göre; mukantara malın hazır olduğuna ve
mevcud olduğuna bir işarettir.
el-Büstî'nin
Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Her kim on âyet-i kerime okuyarak namaz kılarsa
gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerime okuyarak namaz kılarsa
kanitlerden yazılır. Her kim bin âyet-i kerime okuyarak namaz kılarsa
mu-kantirlerden (yani kantar kantar sevaba nail olanlardan) diye yazılır.
"
[76]
Yüce Allah'ın:
"Altın ve gümüşe" buyruğundaki "altın" kelimesi (ez-ze-heb)
müennestir. O bakımdan: Güzel altın" denilir. Çoğulu ise; diye gelir.
Bunun kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. O vakit bu diye çoğul yapılır.
Filan kişi güzel bir yolda gitti, demektir. Yine "zeheb" kelimesi
Yemen halkı için bir ölçektir. Bir kişi altın madenini görüp dehşete kapıldığı
vakit: denilir.
Gümüş (fıdda)ün ne
demek olduğu da bilinen birşeydir. Çoğulu şeklinde gelir. Buna göre (altın
anlamına gelen) zeheb kelimesi gitmek anlamına gelen dan alınmadır. (Gümüş
anlamına gelen); fıdda kelimesi ise dağılan birşey hakkında kullanılan dan
alınmadır.
Ben topluluğu
dağıttım, onlar da dağıldılar, tabiri de buradan gelmektedir. İşte bu iki
kelimenin türedikleri köklerin bunlar olması, bunların geçici oldukları ve
sabit olmadıkları hissini vermektedir. Nitekim görülen de budur. Bu anlamı
ifade etmek üzere söylenen sözlerin en güzeli bir şairin şu beyitleridir:
"Son söylediğin
dinar işte ateştir Şu geçip giden dirhemin sonu ise kederdir İkisi arasında
kişi evet, takva sahibi olursa Keder ile ateş arasında kalbi muazzebdir.
[77]
Yüce Allah'ın:
"Atlara" buyruğu müennestir. İbn Keysân der ki: Bana Ebu Ubeyde'den
şöyle dediği nakledildi: "el-Hayl: Atlar" kelimesinin tekili "hâil"
şeklindedir. " (Kuş anlamına gelen) tâir ve tayr" ile "(koyun
anlamına gelen) dâin ve dayn" kelimeleri gibi.
Bir diğer adı
"el-feres" olan "el-hayl"e bu adın veriliş sebebi, yürüyüşünde
böbürlenmesidir (böbürlenmek demek olan ihtiyâl ile aynı kökten). Başkaları
ise şöyle demektedir: Bu aynı kökten tekili olmayan çoğul isimdir. Tekili ise
"feres"tir. Nitekim kavm, raht, nisa, ibil ve benzeri kelimeler de
böyledir. Hz. Ali'den nakledilen haberde Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu
belirtilmektedir: "Şüphesiz Allah atı rüzgardan yarattı. Bundan dolayı onu
kanatsız olduğu halde uçucu kıldı."
Vehb b. Münebbih der
ki: Allah, atı güney rüzgarından yarattı. Yine Ve-hb der ki: Sahibinin
getirdiği ne kadar teşbih, tekbir ve tehlil varsa mutlaka o at onu işitir ve
onun gibisini söyleyerek ona cevap verir. Atlara ve onların nitelikleri
el-Enfâl Sûresi'nde (8/60. âyette) gelecektir.
Haberde nakledildiğine
göre Allah, Âdem'e bütün hayvanları arzetti. Ona bunlardan tek bir tanesini seç
denildi, o da atı seçti. Ona; kendin için güç kaynağı olan bir şeyi seçtin,
denildi.
Bu bakımdan ata
"el-hayr: hayır" adı verilmiş oldu.
Diğer taraftan ata
"hayl" adının veriliş sebebi ise, onda aziz olma alametinin
bulunuşudur. Ata binen bir kimse, Allah Teala'nın bunu kendisine bağışlaması
sebebi ile azizlik duygusunu duyar, yüce Allah'ın düşmanlanna karşı da
böbürlenir. Ata "feras" adının veriliş sebebi, aslanın avının üzerine
atılması gibi, ileri atılarak mesafeleri katetmesidir. O bu uzaklıkları adeta
birşe-yi elleriyle yakalayıp tüketircesine katetmektedir. Ata "arabî"
adının veriliş sebebi, Hz. Âdem'den sonra Hz. İsmail'e Beytullah'ın temellerini
yükseltmesine mükâfat olarak verilmiş olmasıdır. Hz. İsmail de araptır.
Böylelikle bu Hz. İsmail'e yüce Allah tarafından verilmiş bir nimet ve bağış
oldu. Ondan dolayı da ata "arabî" adı verildi.
Hadis-i şerifte de
Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "İçinde atîk bir
atın bulunduğu eve şeytan girmez."
[78] Ona
"atîk" deniliş sebebi ise, dişi aygırdan ve arap attan doğmamış
olması (yani erkeği de dişisi de arap at olmasıdır).
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Atların hayırlısı siyah, alnında beyazlık, burnu ve üst
dudağı beyaz olandır. Bundan sonra ise yine alnında beyazlık olup da dört
ayağı da bileklerine kadar beyaz olandır. Sonra üç ayağı beyaz olup ön sağ
ayağı vücudunun renginden olandır. Şayet siyah olmazsa siyah ile kırmızı arası
rengi olup da bu şekilde benekleri olan at gelir." Bu hadisi Tirmizî, Ebû
Katâde'den rivayet etmiştir.
[79]
Dârimî'nin Müsned'inde yine Ebu Katâde'den rivayete göre adamın birisi: Ey
Allah'ın Rasûlü demiş, ben bir at almak istiyorum, hangisini alayım. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Sen siyah renkli, alnında beyazlık bulunan, üç ayağı
bileklerine kadar beyaz olup sağ (ön) ayağı beyaz olmayan veya bu şekilde rengi
siyah ile kırmızı arası olan bir<at al ki, hem ganimet elde edersin, hem de
esenliğe kavuşursun."
[80]
Nesâî de Enes'ten
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) kadınlardan sonra atlardan
fazla birşeyi sevmezdi.
[81]
Hadis imamları Ebu
Hureyre'den Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "At
üç türlüdür. Bir adam için ecre sebeptir, bir adam için örtüdür, bir adam için
de vebaldir." Hadis uzuncadır. Hadisin yaygınlığı onun tamamını zikretmeye
ihtiyaç bırakmamaktadır.'
[82]
İleride Enfâl Sûresi (8/60)
ile Nahl Sûresi (16/8. âyet)de yüce Allah'ın izniyle atlara dair hükümlerden
yeteri kadar söz edilecektir.
[83]
Yüce Allah'ın:
"Nişanlı atlar" buyruğundan kasıt, Said b. Cübeyr'e göre otlak ve
meralarda yayılan atlar demektir. Çünkü bu şekilde yayılan hayvan ve koyunlara
"sâime" denilir.
(Nişanlı atlar diye
meali verilen: el-müsevveme ile aynı kökten).
Yine bu maksatla
salınan hayvan hakkında denilir. salıverilen
hayvanı anlatmak için kullanılır.
İbn Mace'nin
Sünen'inde Hz. Ali'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)
güneşin doğuşundan önce hayvanların (develerin) otlaklara salınmasını (sevm)
ve süt veren hayvanların kesilmesini yasaklamıştır.
[84]
Burada
"es-sevm" kelimesi otlamak üzere salmak anlamındadır. Yüce Allah da:
"Ve içinde (hayvanlarınızı) yaymakta olduğunuz (ot ve) ağaç(lar)
bundandır" (en-Nahl, 16/10) diye buyurmaktadır. el-Ahtal der ki:
"İbn Bez'a'nın
(Husayn ez-Zühlî'nin kardeşi Şeddâd b. el-Münzir) yahut da onun gibi diğerinin
(bununla da Havşeb b. Rüeym'i kastediyor) misali; Senin için daha uygundur! Ey
develeri otlatan (deve çobanm)ın oğlu!"
Otlayan her bir davara
da: "es-sevâm" denilir.
Bir görüşe göre burada
"nişanlı atlar"dan kasıt, cihâd için hazırlanmış ola-n atlardır. Bu
açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Mücahid der ki: Salma atlar demek, semiz ve
güzel atlar demektir. İkrime der ki: Salma atlar'dan kasıt, güzelliğin
gözkamaştırıcı hale getirdiği atlar demektir. en-Nehhâs da bu açıklamayı
tercih etmiştir ki; bu da Gözalıcı adam, ifadesinden alınmadır.
İbn Abbas'tan şöyle
dediği rivayet edilmektedir. el-Müsevveme, alamet demek olan sîmâ kelimesinden
gelmekte olup atların yüzlerine alamet vurmak demektir. el-Kisâî ve Ebu
Ubeyde'nin görüşü budur.
Derim ki: Lafzın bütün
bu anlamlara gelmesi muhtemeldir. O halde "salma atlar"dan kasıt
otlaklarda yayılan, diğerlerinden ayırdedilmeleri için nişanlanmış, güzel ve
(cihad için) hazırlanmış atlar demektir.
Ebu Zeyd der ki: Bunun
aslı atın üzerinde vücudunun diğer bölgelerinden farklı olacak şekilde bir yün
parçası veya bir alamet koymaktır. Bu da o atların meralarda diğerlerinden
ayrılması için yapılır. Dilci İbn Faris, Mücmel adlı eserinde der ki:
el-Müseweme, eyer takımları üzerinde olduğu halde salınan atlar demektir.
el-Muerric (Ebu Feyd Amr b. el-Haris es-Sedu-sî Basralı nahiv bilgini) der ki:
Müsevveme'den kasıt, dağlanarak nişanlanmış atlar demektir. el-Muberred ise
her tarafta bulunup tanınan anlamındadır der. İbn Keysan ise, ablak atlar
demektir, der. Hepsinin de "sima" kelimesine yakın bir anlamı
vardır. er-Rabia der ki:
"Ve eğiltilerek
zayıflatılmış, ok gibi alâmetti (müsevvemât) atlar ki; Üzerlerinde cinleri
andıran bir topluluk vardır."
[85]
Yüce Allah'ın:
"Davarlara" buyruğu ile ilgili olarak İbn Keysân der ki: Eğer
"neam" denilecek olursa, bununla yalnızca develer kastedilir. Şayet
"en'âm" denilecek olursa, hem deve hem de otlayan bütün davarlar buna
girer. el-Fer-râ der ki: Bu kelime müzekker olup bunun müennesi yoktur. O
bakımdan araplar: "( jjlj li; ijl*): İşte bu, suya giden bir
davardır" derler. Çoğulu ise en'âm şeklinde gelir. el-Herevî der ki:
"en-neam" kelimesinin müzekkeri de gelir, müennesi de gelir,
"el-en'âm" kelimesi deve, sığır ve koyun türünden davarları ifade
etmek için kullanılır. Şayet "en-neam" denilecek olursa o takdirde
özellikle deve kastedilir. Şair Hassan der ki:
"Eskiden de
böyleydi, halen de böyledir, orada bir tanıdık vardır Onun otlakları arasında
alâmetti develeri var."
İbn Mace'nin
Sünen'inde Urve el-Bârikî'den merfu olarak (Hz. Peygam-ber'den) şöyle dediği
nakledilmektedir: "Develer sahipleri için bir güç kaynağıdır, koyunlar
berekettir, hayır ise kıyamet gününe kadar atların perçemlerinde
düğümlenmiştir."[86] Yine
İbn Mace'nin Sünen'inde İbn Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir.
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Koyun cennetin hayvanlarındandır."[87] Yine
orada Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)
zenginlere koyun edinmelerini, fakirlere de tavuk edinmelerini emretti. Devamla
buyurdu ki: "Eğer zenginler tavuk edinecek olurlarsa o takdirde Allah
kasabaların helak edilmelerine izin verir."
[88] Yine
orada Um Hani'den rivayete göre Peygamber (sav) kendisine şöyle demiştir:
"Koyun edininiz, çünkü onda bereket vardır."
[89] Bu
hadisi Ebu Bekr b. Ebî Şeybe'den, o Veki'den o Hişam b. Urve'den, o babasından
o Um Hani'den rivayet etmiştir ki, isnadı sahihtir.
[90]
Yüce Allah'ın:
"Ekinlere" buyruğunda geçen "el-hars" kelimesi sürülen
herşeyin adıdır. Bu kelime masdar olup ekine bu ad verilmiştir. Ekin kastı ile
toprağı altüst eden kimse hakkında: denilir. O bakımdan "hirâse" ismi
tahıl ekimi, bostan yapımı ve buna benzer diğer ziraat işleri hakkında
kullanılır. Hadis-i şerifte: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin
ek" denilmektedir.[91]
Ekin ektim manasına
denilir.
Abdullah b. Mesud'dan
gelen hadis-i şerifte de: "Bu Kur'ân-ı Kerîm'i har-sediniz"
denilmektedir.[92] Onu iyice tetkik ediniz,
demektir. İbn Arabî der ki: Hars etmek, tetkik etmek, teftiş etmek demektir.
Hadis-i şerifte: "En doğru isim ise el-Hâris'tir"
[93]
denilmektedir.
Çünkü haris kazanan
demektir. Malın "ihtiras (peltek se ile) edilmesi" kazanılması
demektir. "Milıras" ateş yakan "el-harâs" ise yayın
kirişlerinin bağlandığı yerdir. Çoğulu da "ahrise"dir. Kişi dişi
devesini zayıflattığı takdirde "ahrese" tabiri kullanılır.
Muaviye yoluyla gelen
hadiste şöyle sorduğu bildirilmektedir: "Su taşıyan develeriniz ne
yaptı?" Onlar da: Bedir günü biz de onları biçtik, dediler.
[94]
Ebû Ubeyd der ki:
Bununla biz onları o günü zayıf ve güçsüz düşürdük, demek istemişlerdir.
Buhârî'nin Sahih'inde
Ebu Umâme el-Bâhilî'den -toprağı sürmek için bir demir ve yine toprak sürmek
için bazı aletler gördüğünde- şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Rasûlullah
(sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bu bir topluluğun evine girdimi,
mutlaka o eve zillet girer."
[95]
Denildiğine göre
buradaki zillet'ten kasıt, yöneticilerin ve sultanların toprakla uğraşan
kimselerden istedikleri arazideki haklardır.
el-Mühelleb der ki:
Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifteki buyruğunun anlamı -doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır- üstün hallere teşvik ve rızkı en şerefli sanatlar yoluyla
talep etmektir. Çünkü Peygamber (sav) ümmetinin ziraat-le uğraşarak Allah
yolunda atlara binip cihad etmeyi zayi etmelerinden korkmuştur. Zira,
çiftçilik ile uğraşacak olurlarsa, atların sırtına binmekle geçimlerini
kazanan ve atlara binen diğer ümmetler onlara galip gelir. Böylelikle Hz.
Peygamber onları araziyi imar etmek ve bu gibi yorucu mihnetlere meyledip
onlarla uğraşmak suretiyle değil de cihad ile geçimlerini sağlamaya teşvik
etmiştir. Nitekim Hz. Ömer'in şu sözlerine bakalım: "Zorlu ve haşin yaşayışa
alışın. Yüklerinizi develerin sırtına vurun, atlara da bindikçe binin. Sakın
deve çobanlan bu konuda sizi mağlub etmesin." Bu sözleriyle atlardan uzaklaşmamalarını
ve atlara binerek bedenleri eğitmelerini emretmektedir.
Buhârî ve Müslim'de de
Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu
ki: "Bir müslüman bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir
insan veya bir hayvan yiyecek olursa mutlaka bu, onun için bir sadaka
olur."
[96]
İlim adamları der ki:
Yüce Allah burada dört tür malı zikretmektedir. Bunların her birini bir sınıf
insan mal edinir. Altın ve gümüşü ticaret erbabı kimseler mal edinir.
Otlaklara salınan atları hükümdarlar mal edinir. Davarları, çölde yaşayanlar
mal edinir. Ekini ise köy ve kasabalarda yaşayanlar mal edinirler. Böylelikle
her bir sınıfın fitnesi mal edindiği bu tür ile olur. Kadın ve çocuklar ise
herkes için fitne sebebidir.
[97]
"Bunlar dünya
hayatının geçimidir." Yani dünya hayatında kendileriyle yararlanılan sonra
da geçip giden, kalıcılığı olmayan şeylerdir. Bu buyrukla yüce Allah dünyaya
karşı zâhid olmayı teşvik etmekte; âhirete de rağbeti artırmaktadır. İbn Mace
ve başkalarının Abdullah b. Ömer'den rivayetlerine göre Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Dünya bir metadır. Dünya me-taı arasında ise salih bir
kadından daha üstün hiçbir şey yoktur. "
[98]
Yine hadis-i şerifte:
"Dünyada zahid ol (dünyaya rağbetin olmasın) Allah seni sever."
[99] Yani
dünya metaından olan ve zorunlu ihtiyaç fazlası olan mal ve makama rağbet etme.
Hz. Peygamber bir
diğer hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu-nun şu hususlar
dışında kalanlarda bir hakkı yoktur: Mesken olarak kullanacağı bir ev,
avretini örtecek bir elbise ve kuru bir ekmek ile su." Bu hadisi Tirmizî
el-Mikdam b. Madi Kerib'den rivayet etmektedir.[100]
Sehl b. Abdullah'a soruldu:
Kul dünyayı ve bütün arzularını kolaylıkla nasıl terkedebilir? O: Kendisine
emrolunanlarla meşgul olarak, diye cevap verdi.
[101]
Yüce Allah'ın:
"Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir" buyruğu mübtedâ ve haberdir.
Meâb; dönüş yeri demektir. Dönmeyi ifade etmek üzere denilir. İmruu'1-Kays der
ki:
"Her uzak yerde
dolaştırılıp durdum, o kadar ki; Sonunda ganimet olarak dönüşe razı
oldum."
Bir diğer şair de
şöyle demektedir:
"Ayrılıp giden
herkes geri döner Fakat ölüm ile ayrılan geri gelemez."
kelimesinin aslı
şeklindedir. Burada *vav"ın harekesi hemzeye kalbedilip, ibdal ile
"vav" yerine "elif" getirilmiştir. "Mekaal"
kelimesi gibi. .
Âyet-i kerime
dünyalığın azlığını vurgulamak, onun önemsizliğini belirtmek, buna karşılık
âhirette yüce Allah'a güzel bir şekilde dönmeye teşvik etmek anlamındadır.
[102]
15- De ki: "Size
bunlardan daha hayırlısını haber veriyim mi? Takvaya erenler için Rablerinin
katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır.
Tertemiz eşler ve Allah'ın rızası da vardır. Allah kullarını çok iyi görendir.
Soru:
"Bunlardan" (Türkçede: Vereyim mi? (buyruğu) ile sona ermektedir.
"Takvaya erenler için" buyruğu öne alınmış bir haberdir.
"Cennetler"
kelimesi ise mübtedâ
olmak üzere ref edilmiştir.
Sorunun:
"Rablerinin katında..." buyruğunda bittiği de söylenmiştir.
[103] Bu
açıklamaya göre "cennetler" kelimesi "bunlar öyle cennetlerdir
ki" takdirinde gizli bir mubtedânın (haberi olmak üzere) merfudur. Bu
açıklamaya göre ise "daha hayırlısını" kelimesinden bedel olarak
"cennetler" kelimesinin iki esreli okunması da caiz olur.
[104]
Fakat birinci şekle göre böyle bir okuyuş caiz olmaz.
İbn Atiyye der ki: Bu
âyet-i kerime ile bundan önceki âyet-i kerime Hz. Peygamber'in şu buyruğunu
andırmaktadır: "Kadın dört şey için nikahlanır: Malı, şerefi, güzelliği ve
dini. Ey elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikahlayarak zafere
ulaş." Hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.
[105]
İşte "dindar
olanı nikâhlamakla zafere kavuş" buyruğu bu âyet-i kerimeye bir örnektir.
Bundan öncekiler ise, bir önceki âyet-i kerimeye örnektir. Yüce Allah bunu
dünyayı terkedenlerin maneviyatlarını güçlendirmek ve dünyalığa sahip
olamadıkları dolayısıyla da onları teselli etmek için zikretmektedir. Bu âyet-i
kerimenin kelimelerinin anlamları, daha önce Bakara Sûre-si'nde-(el-Bakara,
2/25. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Rıdvan
(rıza)" kelimesi "nza"dan masdardır. Bu da yüce Allah'ın cennet ehlini
cennete koymasından sonra gerçekleşecektir. Yüce Allah onlara: "Size daha
fazla vermemi istediğiniz birşey var mı?" diye soracaktır. Onlar da:
Rabbimiz bundan daha üstün herhangi bir şey olabilir mi? diyecekler. Yüce
Allah: "Benim rızam (var); bir daha ebediyyen size azap etmeyeceğim."
Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[106]
Yüce Allah'ın:
"Allah kullarını çok iyi görendir" buyruğu hem bir vaad-dir, hem bir
tehdit.
[107]
16. Onlar ki:
"Rabbimiz, biz gerçekten iman ettik. Artık günahlarımızı bize bağışla ve
o ateş azabından bizleri koru" diyenler;
17. Sabredenler, doğru
olanlar, gönülden ibadet edenler (Allah yolunda) infak edenler ve seherlerde
Allah'tan mağfiret dileyenlerdir.
"Onlar ki"
buyruğu yüce Allah'ın: "Takvaya erenler" buyruğundan bedeldir. Bunu
mef ul de kabul edebiliriz. Yani: "Onlar... diyenlerdir." Övmek suretiyle
nasb olarak da kabul edilebilir.
"Ey Rabbimiz biz
gerçekten iman ettik" tasdik ettik. "Artık günahlarımızı bize
bağışla." Bu, günahların bağışlanması için Allah'a yapılan bir duadır.
"Ve o ateş azabından bizleri koru." Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde
(2/201. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Sabredenler"
masiyetlere ve arzularına karşı direnenler. İtaatlere devam edenler diye de
açıklanmıştır.
"Doğru
olanlar" yani davranışlarında, sözlerinde samimi olanlar: "Gönülden
ibadet edenler" itaat edenler "infak edenler" Allah yolunda
mallarını harcayanlar.
Yine Bakara Sûresi'nde
bu hususlara dair açıklamalar eksiksiz bir şekilde geçmiş bulunmaktadır.
[108]
Yüce Allah, bu âyet-i kerimede kendilerine cennetlerin vadolunduğu takva sahiplerinin
durumlarını açıklamaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Ve seherlerde Allah'tan mağfiret dileyenlerdir" buyruğunun anlamı
hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır.
Enes b. Malik der ki:
Burada sözü geçenler, Allah'tan mağfiret dileyenlerdir. Katade ise, sözü
geçenler namaz kılanlardır, demektedir.
Derim ki: Bu görüşler
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bunlar hem namaz kılarlar, hem Allah'tan
mağfiret isterler. Özellikle "seher vakti"nin söz konusu edilmesi
duanın vakti olması ve isteklerin karşılanma ihtimali yüksek bir zaman
olmasıdır. Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın Hz. Yakub'un çocuklarına söylediğini
naklettiği: "Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim" (Yusuf,
12/98) buyruğunu açıklamak üzere şöyle buyurur: "Yakub onların bu mağfiret
isteklerini seher vaktine erteledi." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir.
[109] İleride
gelecektir.
Peygamber (sav) da Hz.
Cebrail'e: "Gecenin hangi vaktinde yapılan dua kabule şayandır?" diye
sorunca Hz. Cebrail: Bilemiyorum, şu kadar var ki Arş seher vaktinde
sarsılır" diye cevap verdi.
[110]
"Seher"
denildiği gibi "sehr" de denilir. ez-Zeccâc der ki: "Seher"
gecenin geçip ikinci fecrin çıktığı vakte kadarki zamandır. İbn Zeyd ise, bu
vakit gecenin sonuncu altıda biridir, demektedir.
Derim ki: Bundan daha
sahih olanı, hadis imamlarının Ebu Hureyre'den naklettikleri şu hadis-i
şeriftir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Aziz ve celil olan Allah, her gece
gecenin ilk üçte biri geçince dünya semasına iner ve der ki: Ben melik olanım.
Ben melik olanım. Var mı Bana dua eden? Ben de onun duasını kabul edeyim. Var
mı Benden dilekte bulunan? Ben de ona istediğini vereyim? Benden mağfiret
isteyen var mı? Ben de ona mağfiret edeyim. Ve bu tan yeri ağarıncaya kadar
böyle devam eder, gider." Müslim'in bir rivayetinde ise "sabah fecr
ağarıncaya kadar" şeklindedir. Lafız Müslim'indir.
[111]
Bu buyruğun te'vili
hakkında farklı görüşler vardır. Buna dair yapılan açıklamaların en uygunu
Nesâî'nin Kitabında müfesser olarak gelen şu rivayettir: Ebu Hureyre ile Ebu
Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayete göre şöyle demişlerdir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz aziz ve celil olan Allah gecenin
ilk yarısı geçinceye kadar mühlet verir. Sonra bir münâdiye emrederek şöyle
der: Dua eden var mı? Duası kabul olunacak. Mağfiret isteyen var mı? Ona
mağfiret olunacak. İstekte bulunan var mı? İstediği ona verilecek."
[112] Ebu
Muhammed Abdulhak bunun sahili olduğunu ifade etmiştir. İşte bu hadisteki
ifadeler bir önceki hadisteki müşkilliği kaldırmakta ve her türlü ihtimali
açıklamaktadır. Birinci hadisteki ifadeler muzafın hazfedilmesi ka-bilindendir.
Yani Rabbimizin meleği iner ve der ki... anlamındadır. Yine buradaki
"iner" kelimesi "indirilir" şeklinde de rivayet edilmiştir
ki, bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa açıklık getirmektedir. Başarımız
Allah'tandır. Buna dair açıklamalarımızı da "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi
Esmaillahi'l-Hüsnâ ve Sifatihî el-Ulâ" adlı eserimizde zikretmiş
bulunuyoruz.
[113]
Allah'tan mağfiret
dilemek mendubtur. Yüce Allah bu âyet-i kerimede olsun, başka âyetlerde olsun
mağfiret dileyenlerden övgü ile söz etmiştir. Başka bir âyet-i kerimede:
"Seherlerde de onlar mağfiret dilerler" (ez-Zâri-yât, 51/18.) diye
buyurmaktadır. Enes b. Mâlik der ki: Biz seher vakti yetmiş defa istiğfar getirmekle
emrolunduk. Süfyan es-Sevrî der ki: Bana ulaştığına göre gecenin ilk bölümü
oldu mu bir münadî kânitûn (Allah'a dua edip de yalvaranlar)ın kalkması için
seslenir. Onlar da bu şekilde kalkarlar ve seher vaktine kadar namaz kılarlar.
Seher vakti oldu mu yine bir münadî: Nerde mağfiret isteyenler? diye seslenir.
Bunun üzerine onlar da mağfiret isterler. Başkaları da kalkıp namaz kılar ve
onlar da bunlara katılırlar. Tanyeri ağardı mı yine bir münadî şöyle seslenir:
Haydi gafiller kalksın. Bunlar da kabirlerinden diriltilen ölüler gibi
yataklarından kalkarlar.
Enes'ten rivayet
edildiğine göre o şöyle demiş: Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Şüphesiz yüce Allah buyuruyor ki: Ben yeryüzü halkını azab etmek
istiyorum da mescidlerimi imar edenlere, Benim rızam için birbirlerini
sevenlere, teheccüd kılanlara, seher vaktinde mağfiret isteyenlere bakınca;
onlar sebebiyle yeryüzü halkından azabı defederim."
[114]
Mekhûl der ki: Bir
ümmet arasında her gün yirmibeş defa Allah'tan mağfiret dileyen onbeş kişi
varsa Allah herkesi azab etmek suretiyle o ümmeti helak etmez. Bunu Ebu Nuaym
"el-Hilye" adlı eserinde zikretmektedir.
Nâfi' der ki: İbn Ömer
bütün geceyi ihya eder sonra ey Nâfi' seher vakti geldi mi? diye sorardı. Ben
de kendisine: Hayır derdim. Bu sefer yine namaz kılmaya devam eder sonra aynı
soruyu sorardı. Ben kendisine: Evet de diğim vakit oturur, Allah'tan .mağfiret
dilerdi.
İbrahim b. Hâtıb
babasından şöyle dediğini rivayet etmektedir: Seher vakti mescidin bir
kenarında bir adamın şöyle dediğini işitirdim: Ya Rabbi, Sen bana emrettin, ben
de Sana itaat ediyorum. İşte bu bir seher vaktidir, bana mağfiret buyur. Kim
olduğuna baktım, onun İbn Mes'ud olduğunu gördüm.
Derim ki: İşte bütün
bunlar istiğfarın, kalbin huzuru ile birlikte dil ile mağfiret dilemek
olduğunu göstermektedir. Yoksa İbn Zeyd'in dediği gibi, burada mağfiret
isteyenlerden kasıt, sabah namazını cemaatle kılanlar değildir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Lokman, oğluna şöyle
demiş: "Oğulcuğum, horoz senden daha akıllı olmasın. Sen uykuda iken o
seher vakitleri seslenmesin."
İstiğfarda söylenecek
sözler arasından tercih edilenler Buhârî'nin Şeddâd b. Evs'ten yaptığı şu
rivayette zikredilenlerdir. Buhârî'nin el-Cami' es-Sahih'in-de (Şeddâd'ın)
bundan başka bir rivayeti de yoktur.
[115]
Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İstiğfarın başı şöyle
demendir:
"Allah'ım, Sen
benim Rabbimsin, Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin
kulunum. Gücüm yettiğince Sana olan ahdim Sana olan va'dim üzereyim.
Yaptıklarım kötülüklerinden Sana sığınırım. Üzerimdeki nimetlerini itiraf
ederim. Günahlarımı itiraf ederim. Bana mağfiret buyur. Şüphesiz günahları
Senden başka mağfiret edecek yoktur." (Devamla) buyurdu ki: "Her kim
gündüzün bunu inanarak söyler de o gün akşamı etmeden ölürse cennet
ehlindendir. Her kim bunu geceleyin buna inanarak söyler de sabahı etmeden o
gece ölürse cennet ehlindendir. "
[116]
Ebû Muhammed Abdulgani
b. Said, İbn Lehia'dan, o Ebu Sahr'dan o Ebu Muaviye'den, o Said b. Cübeyr'den
o Ebu's-Sahbâ el-Bekrî'den o Ali b. Ebi Talib (ra)'dan rivayet ettiğine göre
Rasulullah (sav) Ali b. Ebi Talib (ra)'ın elinden tuttuktan sonra şöyle
buyurdu: "Sana günahların, karınca adımları sayısınca -veya ufak
karıncaların adımlan sayısınca- olsa dahi, Allah'ın günahlarını -ki sana
mağfiret olmuştur ya- mağfiret etmesini sağlayacak sözler öğreteyim mi?
Allah'ım, Senden başka
hiçbir ilâh yoktur, Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, ben kötülük
işledim, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur. Çünkü günahları Senden başka
mağfiret edecek yoktur. "[117]
18. Allah -adaleti
ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler
ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur. O
Azizdir, Hakimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Said b. Cübeyr dedi
ki: Kabe'nin etrafında 360 tane put vardı. Bu âyet-i kerime nazil olunca bu
putlar yüzüstü secde eder gibi yıkıldılar.
el-Kelbî de der ki:
Rasûlullah (sav)'ın Medine'de olduğu haberi yayılınca onun huzuruna Şam halkı
yahudilerden iki alim geldi. Medine'yi görünce biri diğerine bu şehir ahir
zamanda çıkacak peygamberin Medine'sinin niteliklerini ne kadar da andırıyor!
Peygamber (sav)'ın huzuruna vardıklarında sıfat ve özellikleriyle onu
tanıdılar. Ona: Sen Muhammed misin? dediler. O: Evet buyurdu. Yine aynı zamanda
Alımed misin diye sordular. Yine evet buyurdu. Bu sefer şöyle sordular: Biz
sana bir şehadete dair soru soracağız. Eğer sen bunu bize haber verirsen sana
iman eder ve seni takdis ederiz. Rasûlullah (sav) onlara: "Sorunuz"
deyince şöyle dediler: Bizlere Allah'ın Kitabında yer eden en büyük şahitlik
hakkında haber ver. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberine (sav) şu:
"Allah, -adaleti ayakta tutarak- şehadet eder ki gerçekten O'ndan başka
ilâh yoktur, melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler" âyetini
indirdi. Her iki ilim adamı da İslâm'a girdi ve Rasûlullah (sav)'ı tasdik
etti.
[118]
Burada sözü geçen
"ilim sahipleri"yle meleklerin kastedildiği söylenmiştir. İbn Keysan
da der ki: Burada "ilim sahiplerinden kasıt muhacirler ve ensardır.
Mukatil de; Kitap ehlinin iman edenleridir, derken; es-Süddî ile el-Kelbî;
bütün mü'minlerdir derler; ki daha kuvvetli olan görüş budur. Çünkü umumîdir.
[119]
Bu âyet-i kerimede
ilmin faziletine, ilim adamlarının şeref ve üstünlüğüne delil vardır. Çünkü
şayet ilim adamlarından daha şerefli bir kimse bulunsaydı yüce Allah ilim
adamlarını birlikte sözkonusu ettiği gibi; onları da elbette kendi ismiyle,
meleklerinin ismiyle birlikte burada zikrederdi. Yüce Allah ilmin şerefi ile
ilgili olarak Peygamberine (sav) şunu buyurmuştur: "De ki.Rabbim, ilmimi
artır." (Ta-Hâ, 20/114)
Eğer ilimden daha
şerefli birşey olsaydı elbette ki yüce Allah peygamberine ilmini artırmasını
istemesini emretmiş olduğu gibi; onun da artırılmasını istemesini emrederdi.
Hz.Peygamber de: "Şüphesiz ilim adamları peygamberlerin
mirasçılarıdır"
[120]
dediği gibi: "İlim adamları Allah'ın, yaratıkları üzerindeki
eminleridir"
[121]
diye de buyurmuştur. Bu da ilim adamları için, büyük bir şereftir; dinde
onların çok büyük bir yer işgal ettiklerini göstermektedir.
Hadis hafızı Ebu
Muhammed Abdulgani yine hafız olan Bereka b. Naşit'dan -asıl adı Ankel b.
Hakarik'dir. Bunun anlamı da Bereke b. Naşît'dir- rivayetle der ki: Bize Ömer
b. el-Müemmil anlattı. Bize Muhammed b. Ebi'l-Hasîb anlattı. Bize Ankel
anlattı. Bize Muhammed b. İshak anlattı, bize Şerîk, Ebû İshak'tan anlattı. O
el-Berâ'dan şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İlim
adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Sema ehli onları sever ve öldükleri
takdirde Kıyamet gününe kadar denizdeki balıklar dahi onlara mağfiret
diler."
[122] Bu konuda Ebû Dâvûd
tarafından rivayet edilen Ebu'd-Derda yoluyla gelen bir hadis-i şerif de
vardır.
[123]
Gâlib el-Kattân
rivayetle der ki: Ben bir ticaret maksadıyla Kûfe'ye gittim. el-A'meş'e yakın
bir yerde konakladım. Ona zaman zaman gidip gelirdim. Bir gece Basra'ya doğru
gitmek isteyince geceleyin kalkıp teheccüd kıldığını gördüm. Şu: "Allah
-adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur,
melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka ilâh yoktur, o
Azizdir, Hakimdir. Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmrân,
3/18-19) âyetlerini okudu. el-A'meş dedi ki: Ben de Allah'ın şahitlik ettiği
şeye şehadet ediyorum. Bu şehadetimi Allah'a emanet bı rakıyorum.
Ve bu benim Allah
nezdindeki bir emanetimdir. Ve: "Şüphesiz Allah katında din
İslâm'dır" -sözlerini defalarca tekrarladı-. Sabahleyin yanına gittim,
onunla vedalaştıktan sonra şöyle dedim: Ben senin bu âyet-i kerimeyi okuduğunu
işittim. Bu âyet hakkında sana ulaşan haber nedir? Ve bir seneden beri senin
yanında olduğum halde bunu bana anlatmış değilsin. Bana: Allah'a yemin ederim,
bir sene daha kalsan yine sana anlatacak değilim. (Gâlib devamla) dedi ki: Onun
yanında ikamet ettim ve kapısına bana bu sözleri söylediği günün tarihini
yazdım. Üzerinden bir sene geçince ona: Ey Mu-hammed'in babası işte sene geçmiş
bulunuyor, dedim. Deki ki: Bana Ebu Va-il, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini
nakletti: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kıyamet gününde bu emanetin sahibi
getirilir. Yüce Allah şöyle buyurur: Kulum bana bir ahid vermişti. Verilen
sözleri yerine getirmeye en layık olan Benim, haydi kulumu cennete
koyunuz."
[124]
Ebu'l-Ferec el-Cevzî
der ki: Gâlib el-Kattan, Gâlib b. Hattâf el-Kattân'dır. el-A'meş'ten:
"Allah adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki" hadisini rivayet etmekte
ise de bu, mu'dal bir hadistir.
[125] İbn
Adiy der ki: Onun rivayet ettiği hadislerin zayıf olduğu açıkça görülmektedir.
Ahmed b. Hanbel de der ki: Ga-lib b. Hattâf el-Kattân sikadır. İbn Maîn de:
Sikadır derken, Ebu Hatim de: Çok doğru sözlü salih bir kimsedir, demektedir.
[126]
Derim ki: Galib'in
adaletli ve sika bir ravi olduğunu anlamak için Buhâ-rî ve Müslim'in,
Kitaplarında ondan rivayet kaydettiklerini bilmek bizim için fazlasıyla
yeterlidir.
Yine Enes'ten
Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Her kim:
"Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka
ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şehadet ettiler. O'ndan başka
ilâh yoktur. O Azîzdir, Hakimdir" âyet-i kerimesini uyuyacağı vakit
okuyacak olursa, Allah Teala ona Kıyamet gününe kadar kendisi için mağfiret
dileyecek yetmişbin tane melek var eder."
[127]
Şöyle de
denilmektedir: Her kim bu şahitliği kalbinden inanarak ikrar ederse o, adaleti
ayakta tutmuş olur. Said b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ka'be'nin etrafında üçyüzaltmış tane put vardı. Arap kabilelerinden her
birisinin bir ya da iki putu vardı. Bu âyet-i kerime nazil olunca sabahleyin
putların secde halinde yıkılmış oldukları görüldü.
[128]
"Allah... şehadet
etti" açıkladı ve bildirdi, demektir. Nitekim filân kişi hakkın kimin
lehine yahut kimin aleyhine olduğunu açıkladığı vakit, "hakimin yanında
şahitlik etti" denilir. ez-Zeccâc dedi ki: Şahit birşeyi bilen ve açıklayan
kimse demektir. Yüce Allah bize vahdaniyetini, yarattıkları ile delillen-dirdi
ve açıkladı.
Ebû Ubeyde der ki:
"Allah şehadet etti" buyruğu, Allah hükmetti, yani bildirdi,
anlamındadır. İbn Atiyye ise der ki: Bu birkaç bakımdan reddedilir.
el-Kisaî buyruğunun
ilk hemzesini üstün okuduğu gibi, "Muhakkak din..." buyruğundaki hemzeyi
de bu şekilde okumuştur. el-Müberred der ki: Bu okuyuşa göre takdirî ifade
şöyle olur: Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik ederek, Allah
katında dinin de İslâm olduğuna (şahitlik etti).
el-Kisaî der ki: İki
hemzeyi de nasb ile oku. Bunun anlamı şöyle olur: Allah şuna şuna şehadet etti
ve Allah katında dinin İslâm olduğuna da şehadet etti.
İbn Keysân der ki:
İkinci olarak gelen: birincisinden bedeldir. Çünkü İslâm, tevhid demek olan bu
âyetin muhtevasını açıklamaktadır.
el-Kisâî'nin naklettiğine
göre İbn Abbâs da: buyruğunda: "Allah şahitlik etti ki muhakkak ki O"
buyruğundaki hemzeyi esreli okurken; buyruğundaki hemzeyi üstün olarak
okumuştur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Allah, Allah katındaki dinin
İslâm olduğuna şahitlik etmiştir. Daha sonra yine -sözün başına dönerek- şöyle
buyurdu: Şüphesiz O'ndan başka ilâh yoktur.
Ebu'l-Muhelleb -ki
kurra birisiydi- hal olmak üzere nasb ile: "Allah'ın şahitleri olarak...
şahitlik ettiler" diye okumuştur.
Yine ondan: "Ki
Allah'ın şahitleridirler" şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.
Şu'be, Âsım'dan o
Zir'den o Ubey'den o Peygamber (sav)'dan şöyle okuduğunu rivayet etmektedir:
"Muhakkak Allah katında din, haniflik dinidir, ya-hudilik de değildir,
hıristiyanlık da mecusilik de değildir.
Ebu Bekr el-Enbarî der
ki: Ayırdetme gücüne sahip olan kimse açıkça şunu anlar: .Bu sözler Peygamber
(sav) tarafından tefsir (açıklama) olmak üzere söylenmiştir. Hadisi nakleden
bazı kimseler ise bunu Kur'ân'danmış gibi rivayet etmişlerdir.
"Ayakta tutarak"
buyruğu yüce Allah'ın: "Allah şehadet etti" buyruğundaki ismini
te'kid etmek üzere hal olarak ya da "O'ndan başka ilâh yoktur" daki
zamirin hali olarak mansuptur.U) el-Ferrâ ise der ki: Bu kelime kat'
ti) ve)
Meal birinci şekle
göre ynpılmıştır. İkinci şekle göre meal şöyle olabilir: "Allah şehadet
etmiştir: -O gerçekten adaleti ayakta tutarak- kendisinden başka hiçbir ilâh
yoktur (di-
dolayısıyla
nasbedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslı şeklindedir. Ancak elif-lam kat'
edilince (kaldırılınca) yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi nasbolundu:
"Din de daima O'nadır" (en-Nahl, 16/52).
Abdullah'ın kıraatinde
ise sıfat olmak üzere: "Adaleti ayakta tutan Allah" diye okumuştur.
Kist ise adalet demektir.
"Ondan başka ilâh
yoktur, o Azizdir, Hakimdir" Bu buyruğun tekrarlanmasının sebebi birinci
(O'ndan başka ilâh yoktur) buyruğun tez durumunda olması, ikinci şehadetin
(O'ndan başka ilâh yoktur buyruğunun) ise hükmün yerini tutmasıdır.
Ca'fer es-Sadık der
ki: Birinci cümle vasfetmek ve tevhid etmek, ikincisi ise resmetmek ve talim
etmektedir. Yani "Siz Allah'tan başka ilâh yoktur, O Azîzdir, Hakîmdir
deyiniz" demektir.
[129]
19- Muhakkak Allah
katında din İslâm'dır. Kitap verilenler ise ancak kendilerine ilim geldikten
sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini
inkâr ederse şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" buyruğundaki "din"
kelimesi itaat ve millet anlamındadır. İslâm ise iman ve itaatler anlamındadır.
Bu açıklamayı Ebu'l-Aliye yapmıştır. Kelamcıların cumhuru da bu görüştedir.
Aslolan
"iman" ve "İslâm"ın ad olduğu şeylerin birbirlerinden
farklı olmasıdır. Çünkü Cibril Hadisi diye bilinen hadis bunu ifade
etmektedir.
[130]
Bazan bunlar eş
anlamlı da olabilir; o takdirde her birine ötekinin adı verilebilir. Nitekim
Abdulkays Heyetî ile ilgili hadiste bunu görüyoruz. Orada Hz. Peygamber,
kendilerine yalnızca Allah'a iman etmelerini emretmiş ve şöyle demiştir:
"İman nedir bilir misiniz? Onlar: Allah ve Rasûlü en iyi bilir, deyince
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik etmek, namaz kılmak, zekât
vermek, Ramazan orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini
vermektir.. "
[131]
Yine Hz. Peygamber'in:
"İman yetmiş küsur bölümdür. Onun en alt seviyesi yolda eziyet veren
şeyleri kaldırmak, en üst seviyesi ise Allah'tan başka ilâh yoktur (lâ ilahe
illallah) demektir." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir.
[132]
Müslim de ayrıca: "Ve haya imandan bir şubedir" kısmını da eklemektedir.
[133]
Kimi zaman bu
kelimelerin her birisinde karşılıklı bir tedahül (örtüşme) de sözkonusu
olabilir. Şöyle ki; kişi bunlardan birisini zikreder ve aslında onun ad olduğu
şeyi kastetmekle birlikte; diğerinin de ad olduğu şeyi kastedebilir. Bu âyet-i
kerimede olduğu gibi. Çünkü bunun kapsamına hem tasdik, hem de ameller
girmektedir. Hz. Peygamber'in şu buyruğu bu kabildendir: "İman kalbin
bilmesi, dil ile söylemek ve erkân ile amel etmektir" Bu hadisi İbn Mace
rivayet etmiştir.
[134]
Önceden de geçmişti. Gerçek ise; birinci anlamın hem kelime anlamı itibariyle
hem şer'î anlamı itibariyle kastedildiğidir. (Yani iman ile İslâm'ın ayrı
şeyler olduğudur). Bunun dışındaki anlam ve yorumlar ise terimdeki kapsamın
genişletilmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Kitap verilenler
ise ancak.... ayrılığa düştüler." Yüce Allah, kitap ehlinin gerçekleri
bilmelerine rağmen görüş ayrılığına düştüklerini ve bunun aralarındaki
çekememezlik ve dünyalık aramaktan kaynaklandığını haber veriyor. Bunu İbn
Ömer ve başkaları söylemiştir.
Buyrukta bir takdim ve
te'hir vardır. Manası şudur: Kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki
kıskançlıktan dolayı ayrılığa düşmeleri, ancak kendilerine ilim geldikten
sonra olmuştur. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.
Muhammed b. Cafer b.
ez-Zübeyr de der ki: Bu âyet-i kerime ile kastedilenler hıristiyanlardır ve
bu, Necran hıristiyanlarına bir azardır.
er-Rabi' b. Enes ise,
bununla kastedilenler Yahudilerdir demektedir. Bununla birlikte "Kitap
verilenler" tabiri yahudileri de hıristiyanları da kapsamına alır.
Yani "kendilerine
kitap verilenler" Muhammed (sav)'ın nübüvveti hususunda •"ancak
kendilerine ilim" yani kitaplarında o peygamberin nitelikleri ve
peygamberliğine dair açıklamalar "geldikten sonra aralarındaki ihtilaftan
dolayı ayrılığa düştüler."
Şöyle de denilmiştir:
Yani kendilerine İncil verilenler, İsa hususunda ancak yüce Allah'ın tek bir
ilâh olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi
geldikten sonra ihtilâfa düştüler ve onun hakkında farklı görüşler, iddialar
ortaya attılar.
" İhtiras"
kelimesi mef ulun leh olmak üzere mansubtur.
Yahut da: "
...ler" den hal olmak üzere nasb edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[135]
20. Seninle tartışmaya
girişirlerse "Ben bana uyanlarla birlikte yüzümü Allah'a teslim
ettim" de. Kendilerine kitap verilenlere ve (kitapsız) ümmîlere: "Siz
de İslâm oldunuz mu?" de. Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir.
Şayet yüzçevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir.
Yüce Allah'ın:
"Seninle tartışmaya girişirlerse: «Ben bana uyanlarla birlikte kendimi
Allah'a teslim ettim» de" buyruğu şu demektir: Şayet onlar seninle
uydurma sözlerle ve kelime oyunlarıyla tartışacak olurlarsa, senin işin
mükellef kılınmış olduğun imana sahip çıkmak ve onu tebliğ etmek olsun. Sana
yardımcı olmak ise Allah'a aittir. Yüce Allah'ın: "Yüzünü" buyruğu
kendini, zatını anlamındadır. Hz. Peygamber'in: "Yüzüm onu yaratana ve ona
suret verene secde etmektedir"
[136]
hadisindeki "yüz" kelimesi de bu kabildendir.
Buradaki
"yüz" kelimesinin, kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir. Kişinin:
Filan kişi şu yüze (yöne) doğru çıktı, demesi gibi. Buna dair bu anlamdaki
açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/112. âyette) yeterince geçmiş
bulunmaktadır. Ancak birinci açıklama daha uygundur. Kişinin kendisini ifade
etmek üzere "yüz" tabirinin kullanılması, kişinin en şerefli organının
ve en çok duyu organının toplandığı organ o olmasından dolayıdır. Şair der ki:
"Ben yüzümü
teslim ettim, kendisine teslim olduğu Tatlı ve berrak suyu taşıyan
bulutların."
Yüce Allah'ın:
"Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise baki kalır"
(er-Rahmân, 55/27) buyruğu hakkında yetkin kelamcılar bunun "zatı"
ifade eden bir ibare olduğunu söylemişlerdir. Kendisi ile vechi (rızası) kastedilen
amel, diye de açıklanmıştır.
Allah'ın: "Bana
uyanlarla" buyruğundaki "Ben" kelimesi "Teslim ettim"
buyruğundaki "te" harfine atfedilmiş ve mahallen merfudur, yani bana
uyanlar da teslim olmuşlardır, demektir. Bu şekilde arada te'kid olmaksızın
merfu zamire atıf, aralarındaki fasıl (araya başka kelimelerin girmesi)
dolayısıyla caizdir. Nâfi', Ebu Bekr ve Ya'kub: "Bana uyanlar"
buyruğunun sonunda "ye" harfini, aslında olduğu şekilde tesbit
etmişlerdir, diğerleri ise Mushafa tabi olarak; bunu hazfetmişlerdir. Çünkü
(Hz. Osman) Mushafında bu kelime "yâ"sızdır.
Şair de şöyle
demektedir:
"Bir gün dahi,
bolluk içinde olduğumu gizlemiyor Fakat sıkıntımı ise, (devamlı) gizli tutar
karakterim."
Yüce Allah'ın-.
"Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere: «Siz de İslâm oldunuz mu?» de.
Eğer İslâm olurlarsa doğru yola girmişlerdir. Şayet yüz-çevirirlerse sana
yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kulları görendir" buyruğunda kasıt yahudiler
ve hıristiyanlardır. "Ümmiler" ise kitabı olmayanlar demek olup
kasıt Arap müşrikleridir. "Teslim oldunuz mu?" buyruğu hem takrir
(durumu söyletmek) anlamında bir istifhamdır (soru) hem muhtevasında emir de
vardır. İslâm'a giriniz, demektir. Taberî ve başkaları böyle demiştir.
ez-Zeccâc: "İslâm
oldunuz mu?" buyruğu tehdid anlamındadır der. Bu da güzel bîr açıklamadır.
Çünkü bu, İslâm oldunuz mu, olmadınız mı? anlamındadır.
Yüce Allah'ın:
"Doğru yola girmişlerdir" ibaresinin dili geçmiş (mazi) si-gasıyla
gelmesi, onlar için hidâyetin gerçekleşip elde edileceğinin mübalağa yoluyla
haber verilmesi kastı iledir.
Tebliğ" ise fiil kökünün ikinci harfinin
(aynu'l-fi'linin) hafif okunmasıyla nın mastarıdır. Sana tebliğ etmek düşer,
demektir.
Bu buyruğun cihad ile
neshedilen emirlerden olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye ise der ki: Ancak bu,
buyruğun nüzul tarihini bilmeyi gerektirir. Bu âyet-i kerimelerin Necrân heyeti
hakkında nazil olduğuna dair rivayetin zahirine bakılacak olursa, bunun anlamı
şöyle olur: Sana düşen, sana indirilen buyrukları savaşmak ve benzeri diğer
yollarla tebliğ etmekten ibarettir.
[137]
21. Allah'ın
âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere ve insanlardan
adaleti emredenleri öldürenlere; işte onlara elem verici bir azabı müjdele.
22. İşte onlar, dünya
ve âhirette amelleri boşa çıkmış olanlardır. Ve onların hiç bir yardımcıları
yoktur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri
öldürenlere...." buyruğu ile ilgili olarak Ebu'l-Abbâs el-Müber-red der
ki: İsrailoğullarından birtakım kimselere kendilerini aziz ve celil olan
Allah'a davet eden peygamberler geldi. Onlar da o peygamberleri öldürdüler.
Daha sonra bazı mü'minler kalkıp onlara İslâm'a bağlanmalarını emrettiler.
Onları da öldürdüler. İşte bu âyet-i kerime onlar hakkında nazil olmuştur.
Ma'kil b. Ebi Miskin
de böyle demektedir: Peygamberler (Allah'ın salâtı selâmı üzerlerine olsun) İsrailoğullarına
Allah'tan yeni bir kitap getirmeksizin- gelirlerdi. İsrailoğulları da o
peygamberleri öldürürlerdi. O peygamberlere tabi olanlardan bir topluluk
kalkar ve kendilerine adaleti emrederler, bunları da öldürürlerdi.
İbn Mesud'dan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "İnsanlardan
adeleti emredenleri öldüren topluluk ne kötü bir topluluktur! İyiliği
emretmeyip kötülükten sakındırmayan bir topluluk ne kötü bir topluluktur!
Mü'minin aralarından takiyye yaparak (kendisini gizleyerek) yürüdüğü topluluk,
ne kötü bir topluluktur!"
[138]
Ebu Ubeyde b.
el-Cerrah'ın rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"İsrailoğulları bir günün başının kısa bir bölümünde tam kırküç peygamber
öldürdü. İsrailoğulları arasında âbid kimselerden on iki kişi kalkıp iyiliği
emrettiler, kötülükten sakındırdılar. Aynı günün son demlerinde de işte
bunların hepsi öldürüldü. Bu âyet-i kerimede yüce Allah'ın sözünü ettikleri de
bunlardır."
[139]
Bunu da el-Mehdevî ve başkaları zikretmiştir.
Şube, Ebu İshak'tan o
Ebu Ubeyde'den o Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
İsrailoğullannın bir günde yetmiş peygamber öldürdüğü olurdu. Daha sonra da
günün sonuna doğru onların sebze pazarları kurulurdu.
Birisi: Kendilerine
bununla (bu âyet-i kerime ile) öğüt verilen kimseler, herhangi bir peygamber
öldürmüş değillerdir; diyecek olursa, buna şu şekilde cevap verilir: Ancak
buyruklara muhatap olanlar peygamberleri öldürenlerin yaptıklarına razı
idiler. O bakımdan onların seviyesindedirler. Yine bu buyruklara muhatap
olanlar da Peygamber (sav) ile ve onun ashabı ile savaştıkları gibi; onları
öldürmeye de kalkıştılar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Hani bir
zamanlar o kâfirler seni tutup bağlamak veya öldürmek ya da seni çıkarmak için
tuzak kuruyorlardı..." (el-Enfal, 8/30)
[140]
Bu âyet-i kerime,
önceki ümmetlerde de ma'ruf emrinin, münkerden alıkoymanın vacip (farz)
olduğunu göstermektedir. Risaletin ve nebevî hilafetin asıl faydası da budur.
el-Hasen der ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Her kim iyiliği emreder,
kötülükten alıkoyarsa o Allah'ın yeryüzündeki ha-lifesidir. Rasûlünün
halifesidir, kitabının lıalifesidir. "
[141]
Ebu Leheb'in kızı
Dürre'den ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) minber
üzerinde (hutbe irad etmekte) iken adamın birisi gelip dedi ki: Ey Allah'ın
Rasûlü, insanların en hayırlısı kimdir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Aralarında ma'rûfu en çok emreden, münkerden en çok alıkoyan, Allah'tan
en çok korkan, akrabalık bağlarını en çok gözetendir. "
[142]
Kur'ân-ı Kerîm'de de
şöyle buyurulmaktadır: "Münafık erkeklerle münafık kadınlar
birbirlerindendirler. Onlar münkeri emreder, mâruftan alıko-yarlar."
(et-Tevbe, 9/67). Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Mü'min erkeklerle
mü'min kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Bunlar da iyiliği emreder,
kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar." (et-Tevbe, 9/71)
Böylelikle yüce Allah
iyiliği (mârufu) emredip münkerden (kötülükten) alıkoymayı mü'minler ve
münafıklar arasındaki fark olarak göstermektedir. İşte bu da mü'minin en
belirgin özelliklerinden birisinin, iyiliği emretmek, münkerden de alıkoymak
olduğunu göstermektedir. Bunun başı ise İslâm'a davet etmek ve bu uğurda
savaşmaktır.
İyiliği emretmek,
herkesin yapabileceği bir iş değildir. Öncelikle bunu sultan (devlet
yetkilisi) yerine getirmelidir. Çünkü hadlerin uygulanma yetkisi ona aittir,
tazir de onun görüşüne göre yapılır. Hapsetmek, serbest bırakmak, sürgün etmek,
gurbete göndermek, onun yetkisi içerisindedir. O her bir şehirde, salih,
güçlü, alim ve emin bir kimseyi tayin eder ve bunları yerine getirmesi için
emir verir. Herhangi bir ziyade sözkonusu olmaksızın o da gereği gibi hadleri
uygular. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O mü'minlere ki eğer Biz
yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek, onlar namazlarını dosdoğru kılarlar,
zekâtı verirler, iyiliği emreder, münkerden alıko-yarlar." (el-Hacc,
22/41)
[143]
Kötülüğü yasaklayan
kimsenin adaletli bir kimse olması, Ehl-i Sünnete göre şart değildir. Bu görüş
bid'atçilerin konu ile ilgili kanaatlerine muhaliftir. Çünkü bid'atçiler:
Münkeri ancak adil olan bir kimse değiştirmeye kalkışır, derler. Bu ise
yersizdir. Çünkü adalet, insanlar arasında çok az kimsede bulunabilen bir
özelliktir. Buna karşılık ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak ise bütün
insanlar hakkında geneldir. Eğer yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği
emreder de kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) buyruğu ile:
"Sizin yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah nezdinde büyük bir hışmı
gerektirir" (es-Saf, 6l/3) buyruklarına ve benzerlerine delil diye
sarılacak olurlarsa onlara şöyle denilir:
Burada yasaklanmış bir
işin yapılmasından dolayı kınama sözkonusudur. Yoksa bir kimsenin münkerden
alıkoyması dolayısıyla yergi sözkonusu değildir. Bir kötülüğü işleyip de onu
yasaklamanın onu işlemeyeninkine göre daha, çirkin olduğunda şüphe yoktur. İşte
bundan dolayıdır ki böyle yapanlar, cehennem ateşi içerisinde eşeğin değirmen
etrafında döndüğü gibi döneceklerdir.
[144] Nitekim
biz bunu yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emreder de..."
(el-Bakara, 2/44) âyetini tefsir ederken açıklamış bulunuyoruz.
[145]
İbn Abdi'l-Berr'in
naklettiğine göre; müslümanlar, gücü yeten her kişinin, eğer münkeri
değiştirdiğinden dolayı kınamaktan başka bir şeyle karşılaşmayacak ve bu ona
eziyet etmek noktasına varmayacak olursa, gücü yeten her kimsenin o münkeri
değiştirmesinin vacip olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Şayet kınamadan başka
birşeyle karşılaşmayacak olursa, bu kınamanın onu münkeri değiştirmekten
alıkoymaması gerekir. Eğer eliyle değiştirmeye güç yetiremiyorsa diliyle
değiştirir. Buna da güç yetiremiyorsa kalbiyle değiştirir ve bundan fazlasını
yapmakla mükellef değildir. Şayet kalbiyle değiştirerek red edecek olup
başkasına gücü yetmiyor ise, üzerindeki sorumluluğu yerine getirmiş olur. (İbn
Abdi'1-Berr) devamla der ki: Peygamber (savVden iyiliği emredip kötülükten
alıkoymayı vurgulayan hadis-i şerifler oldukça çoktur. Fakat bu hadisler
"güç yetirmek" kaydı ile mukayyeddir. el-Hasen der ki: Bu konuda
kendisiyle konuşulacak kimse, ancak düzelmesi umulan bir mü'min yahut da
kendisine birşey öğretilecek bir cahil olabilir. Kılıcını yahut kamçısını
eline alıp da: Benden kork! Benden kork! diyene gelince; böy-lesiyle senin bir
ilgin yoktur.
İbn Mes'ud der ki:
Değiştirme gücü bulunmayan bir münkeri gören bir kimse için kalbinden o
münkerden tiksinmesi ve Allah'ın da bunu bilmesi, onun için yeterlidir.
İbn Lehîa
el-A'rec'den, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: 'Mü'minin kendisini zelil kılması helâl değildir." Ey
Allah'ın Rasûlü, kendisini zelil kılması ne demektir? diye sorulunca şöyle
buyurdu: "Altından kalkamayacağı şekilde birtakım belâlara kendisini
maruz bırakmasıdır. "
[146]
Derim ki: Bu hadisi
İbn Mace, Ali b. Zeyd b. Cüd'ân'dan o el-Hasen b. Cün-deb'den o Huzeyfe'den o
da Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir.[147]
Bununla birlikte her iki senet hakkında da tenkid edici sözler söylenmiştir.
Ashab-ı kiramdan
kimisinin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şüphesiz bir kişi karşı çıkabilme
gücü olmayan bir münkeri gördüğü takdirde üç defa-. "Allah'ım, şüphesiz
bu bir münkerdir" demelidir. Bunu söylediği takdirde üzerine düşeni
yapmış olur. İbnu'l-Arabî'nin iddia ettiğine göre; eğer bir kimse o münkeri
izâle edeceğini umuyor, bununla birlikte onu değiştirmeye kalktığı takdirde
dövüleceğinden yahut öldürüleceğinden korkuyor ise, ilim adamlarının
çoğunluğuna göre, kendisini böyle bir tehlikeye atması caizdir. Şayet onun
ortadan kalkmasını umut etmiyor ise, böyle bir işe kalkışmanın faydası yoktur.
(İbnu'l-Arabi) der ki: Benim kabul ettiğim görüşe göre; niyeti halis ise;
durum ne olursa olsun o kendisini böyle bir tehlikeye atsın ve hiçbir şeye aldırış
etmesin.
Derim ki: Bu Ebu
Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) sözünü ettiği icmaya muhaliftir. Bu âyet-i kerime
ise, öldürme tehlikesi olmakla birlikte iyiliği emretmenin ve münkerden
alıkoymanın caiz olduğunu göstermektedir. Nitekim yüce Allah: "Mâ'rûfu
emret, münkerden alıkoy. Ve sana isabet edenlere da sabret..." (Lukman,
31/17) diye buyurmaktadır ki; bu da (bu uğurda) gelebilecek eziyetlere bir
işarettir.[148]
Hadis imamları Ebû Said
el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasûlullah (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim-. "Sizden bir münker gören onu eliyle değiştirsin,
gücü yetmezse diliyle, gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin). Bu ise imanın en
zayıf halidir. "
[149]
İlim adamları der ki:
El ile marufu emretmek, yöneticilere; dil ile ilim adamlarına; kalb ile
değiştirmek ise zayıflara yani insanlar arasındaki avama ait bir görevdir.
Şayet münkerin onu yasaklayan tarafından dil ile ortadan kaldırılması mümkün
ise onu yapsın. Eğer ancak cezalandırmak yahut öldürmekle bu münkeri ortadan
kaldırabilecekse onu da yapsın. Öldürmekten daha aşağısı ile münkeri izale
etmek mümkünse öldürmek caiz değildir. Bu ise yüce Allah'ın şu buyruğundan
çıkartılmaktadır: "O haddi aşan grupla Allah'ın emrine dönünceye kadar
çarpışın." (el-Hucurât, 49/9)
İlim adamları da bunu
esas alarak şunu söylemişlerdir: Cana yahut mala saldıran bir kimseyi, canına
yahut malına veya başkasının canına zarar vermeye kalkışanı önleyebilir ve
bundan dolayı onun için sorumluluk sözkonu-su değildir. Zeyd Amr'ı Bekr'in
malını almak isterken görür ise, şayet mal sahibi Amr'a gücü yetmiyor ve
malının alınmasına da razı değil ise
Zeyd'in Amr'ı önlemesi ona engel olması gerekir. Hatta ilim adamları şöyle
demiştir: İsterse bundan dolayı ona kısas uygulanacağını farzetsek dahi (Allah
katında sorumlu tutulması sözkonusu değildir).
Şöyle de denilmiştir:
Bir şehirde eğer dört türlü insan varsa ora halkı beladan korunmuş olurlar:
Zulmetmeyen adil bir başkan, hidâyet yolu üzere âlim bir kimse, ma'rûfu emreden
münkerden alıkoyan, ilmin ve Kur'ân'ın tahsiline teşvik eden hocalar ve
hanımları, ilk cahiliye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayanlar.
[150]
Enes b. Malik'in şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Biz ne zaman iyiliği emretmeyi
münkerden alıkoymayı terkedelim? diye soruldu. Şöyle buyurdu: "Sizden
önceki ümmetlerde başgösteren şeyler aranızda başgösterdiği takdirde." Ey
Allah'ın Rasûlü, bizden önceki ümmetlerde neler başgösterdi? Şöyle buyurdu:
"Yöneticilik küçükleriniz arasında, ahlâksızlık büyükleriniz arasında,
ilim de sizin ayak takımınız arasında (olursa)." Zeyd der ki: Peygamber
efendimiz'in: "İlim de ayak takımınız arasında" buyruğu fasıklar arasında
ilim yayılırsa demektir. Bu hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[151] Bu
hususa dair daha geniş açıklamalar Mâide Sûresi'nde (5/89. âyette) ve
diğerlerinde yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Amelleri boşa gitmiş olanlardır" buyruğu ile; "Onlara....
müjdele" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
[152]
geçmiş bulunmaktadır. Tekrarının anlamı yoktur.
[153]
23. Kendilerine
kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek
üzere Allah'ın Kitabına çağırdıyor-lar da sonra onlardan bir zümre arkasını
çevirerek gidiyor?"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
İbn Abbas der ki: Bu
âyet-i kerime Rasûlullah (sav)'ın yahudilerden bir topluluğun yanına
Beytu'l-Midras'a gelip de onları Allah'ın yoluna davet etmesi sebebiyle nazil
olmuştur. Nuaym b. Amr ile el-Haris b. Zeyd ona: Ey Mu-hammed, sen hangi din
üzeresin? diye sordu. Peygamber (sav): "Ben İbrahim'in dini
üzereyim" diye cevap verince şöyle dediler: İbrahim yahudi idi. Peygamber
(sav) da şöyle buyurdu: "Haydi Tevrat'ı getiriniz; o sizin ve bizim
aramızda hakem olsun." Ancak Tevrat'ı getirmeyi kabul etmediler. İşte bu âyet
bunun üzerine nazil oldu.[154]
en-Nekkâş'ın
naklettiğine göre ise bu âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Yahudilerden bir
topluluk Muhammed (sav)'ın peygamberliğini inkâr ettiler. Peygamber (sav)
onlara: "Haydi Tevrat'ı getiriniz orada benim sıfatlarım yazılıdır"
dedi. Ancak onlar bunu kabul etmediler.
Cumhur: "Hüküm
vermek üzere" diye okumuşlardır. Ebu Cafer Yezidb. el-Ka'ka' ise
"ya" harfini ötreli olarak
diye okumuştur. Ancak birinci kıraat daha uygundur. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "İşte bu, size karşı hakkı söyleyen Kitabımızdır."[155]
(el-Câsiye, 45/29)
[156]
Bu âyet-i kerimede
hakime çağırılan kimsenin, hakimin huzuruna gitmesinin vacip olduğuna delil
vardır. Çünkü o kimse, Allah'ın Kitabına davet edilmiştir. Şayet onu kabul
etmeyecek olursa emre muhalif olur ve muhalefet e-den ile kendisine muhalefet edilenin
durumuna göre, onun te'dib edilerek azarlanması gerekir. Bu bizde Endülüs'te ve
Mağrib ülkelerinde uygulanan bir hükümdür. Fakat Mısır diyarında bu yoktur.
Sözünü ettiğimiz bu hüküm ise Kitab-ı Kerimde Nûr Sûresi'nde yüce Allah'ın şu
buyruğunda açıklanmış bulunmaktadır: "Aralarında hüküm vermek için Allah'a
ve Rasûlüne davet olunduklarında onlardan bir grubun yüzçevirdiklerini
görürsün... Hayır, onlar zalimlerin tâ kendileridir." (en-Nûr, 24/48-50)
ez-Zührî, el-Hasen'den
senedini kaydederek, Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Hasmı, müslüman âlimlerden birisine kendisini çağırdığı halde, bunu
kabul etmeyen zalimdir, onun alacak bir hakkı yoktur. "
[157]
İbnu'l-Arabi der ki:
Bu, batıl bir hadistir. Ancak buradaki "o kişi zalimdir" sözü
doğrudur. Onun "alacak bir hakkı yoktur" sözü ise doğru olamaz. Bununla
birlikte hak üzere değildir, demek istemiş olması da muhtemeldir.
Malikî mezhebine
mensup İbn Huveyzimendâd der ki: Hakimin meclisine çağrılan herkesin, hakimin
fasık olduğunu bilmediği yahut da davacıya ya da davalıya düşmanlığı
bilinmediği sürece bu çağrıyı kabul etmesi gerekir.
[158]
Bu âyet-i kerimede
bizden öncekilerin şeriatinin, nesholunduğunu bildiklerimiz dışında, bizim
için de şeriat olduğuna dair delil vardır. Ayrıca -ileride açıklanacağı üzere-
bizden önceki peygamberlerin şeriatiyle hükmetmekle görevli olduğumuza dair de
delil bulunmaktadır. Şu kadar var ki; bu, biz Tevrat okuyup ordaki hükümlerle
amel ederiz, demek değildir. Çünkü elinde Tevrat'ın bulunduğu kimseler, bu
konuda güvenilir kimseler değildir ve onu değiştirmişlerdir tağyir etmişlerdir.
Şayet onda değişikliğe, uğramamış ve değiştirilmemiş olduğunu bildiğimiz
birşey bulursak, onu okumanız caiz olur.
Buna yakın bir görüş
Hz. Ömer'den de nakledilmiştir. O Ka'b'a şöyle demişti: Eğer sen onun yüce
Allah'ın İmran oğlu Musa'ya indirdiği Tevrat olduğunu biliyor isen onu oku.
Hz. Peygamber de Tevrat'ın değişikliğe uğratılmamış olan bölümlerini
biliyordu. İşte bundan dolayı onları Tevrat'a davet etti ve Tevrat gereğince
hüküm vermelerini istedi. Buna dair açıklamalar Maide Sûresi'nde (5/49.
âyette) gelecektir. Ayrıca bu konuda varid olmuş haberler de yüce Allah'ın
izniyle orada gelecektir. Bu âyet-i kerimenin bu hususta nazil olduğu da
söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[159]
24. Bu, onların:
"Sayılı günlerden başka bize asla ateş dokunmayacak" demeleri
yüzündendir ve uydurageldikleri yalanlar dinleri hususunda kendilerini
aldatmıştır."
Burada onların
yüzçevirip dönüp gitmelerine ve: "Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz" (el-Mâide, 5/18) şeklindeki sözlerine ve buna benzer diğer
sözlerine aldandıklarına işaret etmektedir. Yüce Allah'ın: "Bize asla ateş
dokunmayacak" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
(2/80. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
[160]
25. Ya geleceğinde
şüphe olmayan bir günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden
herkese kazandığı tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak?
Burada Peygamber (sav)
ve onun ümmetine konu üzerinde durup düşünmeleri ve hayret edilecek bir halde
olduklarının anlaşılması için bir hitaptır. Yani Kıyamet gününde hasredilip
artık dünyada iken ileri sürdükleri o aldatıcı sözlerin tutarsızlığı,
çürüklüğü ortaya çıkıp da küfür ve inkârları cüretkârlıkları ve çirkin
amellerinden kazandıkları şeylere karşılık cezalandırılacakları vakit
durumları ne olacaktır? Yahut ne yapacaklardır. Yüce Allah'ın: Bir günde"
buyruğundaki "lâm"; " ...de" anlamındadır. Bu açıklamayı
el-Kisaî yapmıştır. Basralılar ise şöyle demektedir: Bunun anlamı Hesap günü
için onları topladığımız... şeklindedir. et-Taberî ise; o günde meydana
geleceklerden dolayı... diye açıklamıştır.
[161]
26. De ki: "Ey
mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden
de alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayr yalnız
Senin elindedir. Sen şüphe-' siz herşeye kadirsin."
Ali (ra) dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Yüce Allah Fatiha'yı, Âye-tu'1-Kürsî'yi,
"Allah -adaleti ayakta tutarak- şehadet etti ki..." (Âl-i İmrân, 18)
âyetini "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah., dilediğin kimseye de hesapsız
rıztk verirsin" âyetlerini indirmeyi murad edince, kendileriyle Allah
arasında herhangi bir perde olmaksızın Arş'a futundular ve şöyle dediler:
Rab-bim, Sen bizleri günahlar diyarına ve Sana isyan edenlere mi indiriyorsun?
Yüce Allah şöyle
buyurdu-. İzzet ve celalim hakkı için her farz namazın akabinde sizleri okuyan
bir kimseyi mutlaka -yaptıkları ne olursa olsun- Hazi-ratu'l-kuds'a
yerleştireceğim ve mutlaka her gün gizli olan gözümle ona yetmiş defa nazar
edeceğim. Her gün asgarileri mağfiret olan yetmiş ihtiyacını göreceğim, bütün
düşmanlarından onu koruyacağım, düşmanlarına karşı ona yardım edeceğim ve onu
cennete girmekten ölümden başka hiçbir şey alıkoymayacak."
[162]
Muaz b. Cebel der ki:
Bir gün Peygamber (sav)'ın yanına gidemedim. Onunla birlikte cuma namazını
kılamadım. Şöyle buyurdu: "Ey Muaz, seni cuma namazına gelmekten alıkoyan
nedir? Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. Yahudi olan Bariyaoğlu Yuhanna'nın bende bir
ukıyye külçe altın alacağı vardı. Kapıma gelmiş benim dışarı çıkmamı
gözetleyip duruyordu. Onun beni yanına gelmekten alıkoymasından korktum. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Muaz, Allah'ın, borcunu ödemeni (sağlamasını)
arzu eder misin?" diye sorunca ben: Evet, dedim. Şöyle buyurdu: "Her
gün: "De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah'ım..." dilediğin kimseye de
hesapsız rızık verirsin. Dünya ve âhiretin Rahmanı her ikisinin Rahimisin. Sen
bu ikisinden dilediğini verirsin ve dilediğinden de alıkoyarsın. Bana borcumu
ödemeyi kolaylaştır. Şayet yer dolusu altın borcun olsa Allah o borcunu sana
ödetir." Bu hadisi hafız Ebû Nu-aym de Ata el-Horasanî'den rivayet
etmiştir. Buna göre Muaz b. Cebel (ra) şöyle demiş: Rasûlullah (sav) Kur'ân-ı
Kerîm'den bazı âyetler -yahut kelimeler- öğretti ki yeryüzünde bulunan her bir
müslüman şayet kederli yahut borçlu veya üzerinde bir alacak varsa mutlaka
Allah onun borcunu ödetir ve kederini giderir. Bir gün Peygamber (sav)'ın
yanına gidemedim... deyip hadisin geri kalan kısımlarını zikreder. Bu hadisin
Ata yoluyla gelen rivayeti gariptir. Ata bunu Muaz'dan mürsel olarak rivayet
etmiştir.
[163]
İbn Abbas ve Enes b.
Mâlik der ki: Rasûlullah (sav) Mekke'yi fethedince ümmetine İran ve Bizans
mülkünü vadetti. Münafıklarla yahudiler: Heyhat, heyhat, dediler. Muhammed
nerde, İranlılarla Bizanslıların mülkünü ele geçirmek nerde? Onlar bunu
kaptırmayacak kadar güçlü ve kuvvetlidirler. Muhammed'e Mekke ile Medine
yetmiyor mu ki İran ve Bizanslıların mülküne göz dikiyor? Bunun üzerine yüce
Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.[164]
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime Necranh hıristiyanlann: "İsa, Allah'ın kendisidir"
şeklindeki batıl iddialarını çürütmek üzere nazil olmuştur. Çünkü İsa'nın
sahip olduğu nitelikler, fıtratı sağlıklı olan herkese İsa'nın ulûhi-yete ait
niteliklerin hiçbirisine sahip olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. İbn İshak
der ki: Aziz ve celil olan Allah bu âyet-i kerime ile onların inat ve
küfürlerini bildirdiği gibi; Hz. İsa'nın da her ne kadar yüce Allah tarafından
kendisine peygamberliğine delil olacak şekilde ölüleri diriltmek ve buna
benzer mucizeler verilmiş olsa dahi, bu niteliklere tek başına yüce Allah'ın
sahip olduğunu bildirmektedir. Bu nitelikleri ifade eden buyruklar ise yüce
Allah'ın: "Mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden de alırsın dilediğini
aziz edersin dilediğini zelil edersin" buyruğu ile: "Geceyi gündüze
geçirir, gündüzü geceye geçirirsin, ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın
dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" (Âlî-İmrân, 3/27) buyruklarıdır.
Şayet İsa bir ilâh olsaydı bu özelliklerin onda bulunması gerekirdi. İşte bu
buyrukta hem ibret alınacak taraf ve hem de (Hz. İsa'nın ilâh olmadığına)
apaçık bir belge vardır.
[165]
Yüce Allah'ın:
"De ki: Ey... Allah'ım" buyruğunda yer alan "Allahumme"
kelimesinin terkibi hususunda nahiv bilginlerinin farklı görüşleri vardır. Bununla
birlikte bu kelimenin "he" harfinin ötreli, "mim" harfinin
de şeddeli ve üstün ve münâda olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. el-A'şâ'nın
şu sözlerinde ise "mîm" harfi şeddesiz olarak gelmiştir:
"Ebû Rebâh'ın
yaptığı bir dua gibi ki Onu o büyük Allah'ım işitir."
Halil, Sibeveyh ve
bütün Basralı nahivciler der ki: "Allahumme" kelimesinin asli;
"ya Allah"tır. Bu kelime "yâ" nida harfi olmaksızın
kullanılmaya başlayınca, onun yerine sonundaki şeddeli "mîm"i
koydular. Böylelikle iki harf olan şeddeli "mîm"i "yâ" ile
"eliften ibaret olan iki harfin yerine kullandılar. "He"
harfindeki ötre ise, müfred münada olan ismin ötresidir.
el-Ferrâ ve Kûfeliler
ise "Allahumme" kelimesinin aslının: "Ey Allah! Karşımıza hayır
çıkar" şeklindedir. Bu diğer kelimeler hazfedilerek, her iki kelime
birbirine karıştırılarak "Allahumme" lafzı ortaya çıktı.
"He"nin üzerindeki ötre ise deki ötredir. Hemze hazfedilince hareke
oraya intikal etti.
en-Nehhas ise der ki:
Bu, Basrahların büyük bir yanlışlığıdır. Bu konuda doğru açıklama Halil ve
Sibeveyh'in söyledikleridir. ez-Zeccâc ise der ki: Müf-red olan nidaya delil
teşkil eden ötrenin terkedilerek “” kelimesindeki öt-renin "Allah"
lafzına konulması imkânsız bir olaydır ve bu, yüce Allah'ın ismine karşı büyük
bir saygısızlıktır.
İbn Atiyye der ki: Bu
da ez-Zeccâc'ın bir aşırılığıdır. Ayrıca o hiçbir şekilde: "Allah'ım
karşımıza hayır çıkar" sözünü işitmediğini ileri sürer. Arapların "ya
Allahumme" demediğini söyler.
Kûfeliler ise der ki:
Bazen nida harfi (yani yâ ve benzerleri) "Allahumme" lafzının başına
gelebilir. Buna örnek olmak üzere de recez veznindeki şairin şu mısraını delil
gösterirler:
"Ey Allah'ım,
mağfiret buyursan yahut azab etsen bile..." Bir diğer şairin de şu
beyitlerini buna örnek gösterirler:
"Teşbih yahut
tehlil getirdiğin her seferinde
"Ey
Allah'ım!" demenin senin için sakıncası ne ki (veya: sakıncası yoktur);
Bizim ihtiyarımızı
bize salimen geri çevir
Çünkü biz onun
hayrından asla mahrum kalmayız!"
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Şüphesiz, ben,
bir musibet gelip çattığı zaman Ey Allah'ım, ey Allah'ım! derim."
Bu kanaatte olanlar
derler ki: Şayet "mim" harfi "yâ" harfinin yerine gelmiş
olsaydı, her ikisi birlikte (bu beyitlerde olduğu gibi) kullanılmazdı.
ez-Zeccâc ise der ki:
Böyle bir söyleyiş şaz (kuraldışı) ve istisnadır. Bunu kimin söylediği de
bilinmemektedir. Bundan dolayı Allah'ın Kitabında ve bütün Arapların divanında
(şiirlerinde) bulunan söyleyişler bir kenara bırakılamaz. Bununla birlikte
bunun bir benzeri de şairin şu beyitinde zikredilmiştir:
"Her ikisi benim
ağzıma kendi ağızlarından liflediler (ilham verdiler) Uluyan, havlayana karşı
en etkin üfürükleri."
Kûfelilerden biri kelimelerinde şeddesiz olarak "mîm"
ilave edilebilirse de şeddeli olarak ilave edilemez, der.
Bazı nahivciler de
şöyle demektedir: Kûfelilerin söyledikleri bir hatadır. Çünkü şayet durum
dedikleri gibi olsaydı: "Allahumme" denilmesi ve sadece bununla
yetinilmesi gerekirdi. Çünkü bu sözle birlikte dua da vardır. Yine kişi:
Allah'ım, Rezzâk olansın Sen, der. Şayet durum iddia ettikleri gibi olsaydı,
mübteda ile haber arasına iki cümle daha koymak gerekirdi. en-Nadr b. Şumeyl
der ki: Her kim "Allahumme" diyecek olursa, yüce Allah'a bütün
isimleriyle dua etmiş olur. el-Hasen de der ki: Allahumme lafzı dua (sırasında
çağrılacak bütün isimleri) ifade eder.
"Mülkün sahibi
olan" buyruğu hakkında Katâde der ki: Bana ulaştığına göre Peygamber
(sav), aziz ve celil olan Allah'tan ümmetine İranlıların mülkünü vermesini
diledi. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
[166]
Mukatil de der ki:
Peygamber (sav) yüce Allah'tan İran ve Bizans mülkünü ümmetine vermesini
diledi yüce Allah da ona bu duayı yapmasını emretti. Bu anlamdaki rivayetler
az önce geçmiş bulunmaktadır.
"Mâlik:
Sahip" kelimesi Sibeveyh'e göre ikinci bir nida olduğu için
nas-bedilmiştir. Yüce Allah'ın: "De ki: Ey göklerin ve yeri yaratan...
Allah'ım!" (ez-Zumer, 39/46) buyruğu da bu kabildendir.
Sibeveyh'e göre
"Allahumme" kelimesinin bir sıfat ile nitelenmesi caiz değildir.
Çünkü buna ayrıca "mim" harfi ilave edilmiştir. Bununla birlikte
Mu-hammed b. Yezid ile İbrahim b. es-Serrî ez-Zeccâc ona muhalefet ederek şöyle
derler: "Mâlik: Sahip" kelimesi i'rab bakımından yüce Allah'ın
isminin sıfatıdır. Yine "gökleri ve yeri yaratan" buyruğu da bu
şekildedir.
Ebu Ali der ki: Ebu
Abbas el-Muberred'in görüşü bu olmakla birlikte, Si-beveyh'in söylediği daha
doğru ve daha açıktır. Çünkü vasf edilen isimler arasında
"Allahumme"ye benzeyen bir başka isim yoktur. Çünkü bu, kendisine ek
bir ses ilave edilmiş müfred bir isimdir. Sesler ise sıfat ile nitelendirilmez.
"Gâk" ve benzeri sesler gibi. Bu şekildeki tekil ismin hükmü ise,
sıfat ile ni-telendirilmemektir. Bazı yerlerde böyle bir ismi sıfat ile
nitelendirmiş olsalar dahi, durum böyledir. Burada kıyasa göre sıfat ile
nitelendirilmemesi gereken birşey, bu isme ilave edildiğine göre bu kelime
(Allahumme kelimesi) bir sese eklenmiş diğer bir ses durumunda olur.
(Hayyaalelfelah'ı anlatmak üzere): "Hayye hele" sözü gibidir. Bu da
sıfat ile nitelendirilmez.
Burdaki
"Mülk" Mücahid'den nakledildiğine göre, peygamberlik demektir. Galip olmak
yahut mal ve köleler anlamına geldiği de söylenmiştir, ez-Zeccâc der ki:
Anlamı, ey kullara ve kulların malik olduklarına malik olan zat! demektir.
Dünya ve âhiretin mâliki, anlamına olduğu da söylenmiştir.
"Mülkü" yani
imanı ve İslâm'ı "dilediğine verirsin." Bunları vermeyi istediğin
kimseye verirsin. Bundan sonraki buyruklardaki aynı kelimeler de bu anlamdadır.
Bununla birlikte hazfedilmiş birtakım kelimelerin takdiri de kaçınılmazdır.
Yani sen o mülkü kimden çekip almak istersen, ondan çekip alırsın, demektir.
Daha sonra bu kelimeler hazfedilmiştir. Sibeveyh şu beyiti zikreder:
"Acaba bu zamanın
(yaptıkları dolayısıyla) ileri süreceği bir mazereti var mıdır? İnsanlara
(yaptıkları dolayısıyla) O insanlara neyi yapmak itiyorsa yapıveriyor."
ez-Zeccâc der ki: Yani
insanlara neyi yapmak isterse onu yapar, demektir.
Yüce Allah'ın:
"Dilediğini aziz edersin" buyruğundaki izzet yükselmek, kahretmek ve
galip gelmek anlamındadır. Yine Allah'ın: "Ve o söz söylemede beni mağlub
etti" (Sâd, 38/23) buyruğu da bu kabildendir.
"Dilediğini zelil
edersin." Yenik düşürüp başkası ona üstünlük sağlayarak kahredilen kimse
hakkında kullanılır. Şair Tarafe der ki:
"Önemli ve görüş
belirtilmesi gereken işlerde ağır hareket eder; fakat eli çabuktur hayasızca
konuşmalarda; Yiğitlerin yumruklarıyla zelil düşendir, vurularak
itilendir."
"Hayr yalnız
Senin elindedir" yani hayır da şer de senin elindedir; anlamında olup
"şer" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Sizi
sıcaktan koruyacak elbiseler" (en-Nahl, 16/81) buyruğu da böyledir.
Özellikle hayrın
zikredilişinin sebebinin, ifadelerin dua olması ve O'nun hazinesine rağbetin
artırılması dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. en-Nekkâş der ki: tîayr, yani
zafer ve ganimet Senin elindedir.
İşarî metodla
yorumlayanlar da derler ki: Ebu Cehil, çok miktarda mala sahipti. Bedir günü
kuyuya atıldı. Fakirler ise Suayb, Bilal ve Ammâr gibileri olup bunların da mal
diye birşeyleri yoktu. Onların bütün varlıkları imandı.
"De ki: Ey mülkün
sahibi olan Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verirsin." Ebu Talib'in yetimi
olan Rasûlullah'ı, kuyunun başında durdurur ve kuyuya atılmış birtakım
bedenlere. Ey Utbe, ey Şeybe, diye seslenmesini sağladı: İşte "sen
dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin." Ey Suhayb, ey Bilal,
sizin buğzedilmeniz suretiyle sizden dünyayı alıkoyduğumuz kanaatinde
olmayınız. "Hayır senin elindedir" yani sizin dünyalığa sahip
olmayışınız acizlikten kaynaklanmamaktadır.
"Sen hiç şüphesiz
herşeye kadirsin." Hakkın nimet olarak bağışlanması umumidir ve Allah
dilediğini veli (kendisine dost) edinir.
[167]
27. Geceyi gündüze
geçirir, gündüzü geceye geçirirsin. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü
çıkarırsın. Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin."
îbn Abbas, Mücahid,
el-Hasen, Katade ve es-Süddî, yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze geçirir,
gündüzü geceye geçirirsin...." âyetinin anlamı hakkında şunu
söylemişlerdir: Yani Sen, birisinden eksileni ötekine geçirirsin ve nihayet
gündüz onbeş saat olur ki bu da gündüzün en uzun olduğu süredir. Gece ise dokuz
saat olur, bu da gecenin en kısa olduğu süredir.
Aynı şekilde:
"Gündüzü geceye geçirirsin" buyruğu da böyledir. Bu el-Kelbî'nin de
görüşüdür. İbn Mesud'dan da bu açıklama rivayet edilmiştir.
Âyet-i kerimenin
lafızlarının kapsamına gece ile gündüzün ardarda gelmesinin girme ihtimali de
vardır. Adeta birinin gitmesi, ötekine girmesi gibidir.
Müfessirler yüce
Allah'ın: "Ölüden diriyi çıkarırsın" buyruğunun anlamı hakkında
farklı görüşlere sahiptirler. el-Hasen der ki: Bunun anlamı kâfirden mü'mini,
mü'minden de kâfir çıkartırsın, şeklindedir. Buna yakın bir açıklama Selman-ı
Farisî'den de rivayet edilmiştir.
Ma'mer'in ez-Zührî'den
rivayetine göre Peygamber (sav), hanımlarının yanına girdiğinde görünüşü güzel
bir kadın ile karşılaşır ve: "Bu kadın kimdir?" diye sorar.
Hanımları: Senin teyzelerinden birisidir, diye cevap verirler.
"Hangisi?" diye sorunca hanımları: Bu el-Esved b. Abd Yeğûs'un kızı
Halide'dir, derler. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurur: "Ölüden
diriyi çıkartan Allah'ın şanı ne yücedir!" Halide, saliha bir kadın idi,
babası ise kâfir idi.
Bu açıklamaya göre
maksat kâfirin kalbinin ölü olduğu, mü'minin kalbinin ise diri olduğudur. Buna
göre ölüm ve hayat tabirleri istiare yoluyla kullanılmış olmaktadır.
İlim adamlarının
birçoğunun kanaatine göre ise âyet-i kerimede geçen "dirilik ve
ölüm" gerçek anlamlarıyla kullanılmıştır. İkrime der ki: Bu, canlı olan
tavuktan cansız olan yumurtanın çıkartılması, cansız olan yumurtadan canlı
olan tavuğun çıkartılması gibidir.
İbn Mes'ud ise şöyle demektedir:
Bundan kasıt, cansız olan nutfenin canlı olan erkekten çıkması, canlı olan
erkeğin cansız olan nutfeden çıkmasıdır.
İkrime ve es-Süddî de
der ki: Maksat başaktan çıkan dane ve daneden çıkan başak, hurma ağacından
çıkan çekirdek ile çekirdekten çıkan hurma ağacıdır. Buna göre hurma
ağacındaki ve başaktaki hayat, bir benzetmedir.
Daha sonra yüce Allah:
"Dilediğin kimseye de hesapsız rızık verirsin" yani rızkı darlık ve
azlık sözkonusu olmaksızın, pek çok verirsin. Nitekim: Filan kişi hesapsız olarak
verir, demek de bu kabildendir. Adeta o verdiği şeyleri hesap etmiyor gibidir,
anlamındadır.
[168]
28. Mü'minler,
mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah ile
dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesnadır. Allah
size kendisinden korkmanızı emrediyor ve dönüş Allah'adır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
İbn'Abbas der ki: Yüce
Allah mü'minlere, kâfirlere karşı yumuşak davranarak onları veli (dost ve
sırdaş) edinmelerini yasaklamaktadır. Yüce Allah'ın: "Kendinizden
başkasını sırdaş edinmeyin" (Âl-i İmrân, 3/118) buyruğu da buna
benzemektedir. Orada bu hususa dair açıklamalar gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz" buyruğu; o kimse ne
Allah'ın hizbindendir, ne de Allah'ın dostları arasındadır, demektir. Bu yüce
Allah'ın: "Bu kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğuna benzemektedir.
Sibeveyh ise; O benden iki fersah uzaktadır" ifadesi benim arkadaşlarımdandır,
benimle birliktedir anlamında olduğunu kaydetmektedir.
Daha sonra yüce Allah
veli edinme yasağından istisnada bulunmaktadır ki; bu da bir sonraki başlığın
konusudur.[169]
Yüce Allah'ın:
"Ancak onlardan (takiyye yaparak) sakınmanız müstesna" buyruğu
hakkında Muâz b. Cebel ile Mücâhid şöyle derler: Müslümanların güçlenmesinden
önce, İslâm'ın yeni olduğu dönemlerde takiyye sözko-nusuydu. Bugün ise Allah
İslâm'ı mü'minlerin düşmanlanna karşı takiyye yapmalarına gerek bırakmayacak
şekilde güçlendirmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki:
Takiyye kalbi iman ile mutmain olduğu halde dili ile (imana aykırı) sözler
söyleyip öldürülmemesi ve bir günah da işlememesi demektir. el-Hasen der ki:
Takiyye, kişi için Kıyamet gününe kadar caizdir. Fakat öldürmede takiyye
sözkonusu değildir.
Cabir b. Zeyd, Mücahid
ve ed-Dahhâk ise bunu: "Ancak onlardan takiyye yaparak sakınmanız
müstesnadır" diye okumuşlardır.
Şöyle de denilmiştir:
Mü'min, kâfirler arasında ikamet ediyor ise, eğer canına bir zarar
geleceğinden korkuyorsa, kalbi iman ile mutmain olduğu halde diliyle onları
idare etme yoluna gidebilir. Bununla birlikte takiyye ancak öldürülme yahut
bir azanın kesilmesi veya büyük bir eziyet ve işkenceden korkulması halinde
helâl olabilir. Kâfir olmak üzere zorlanan bir kimsenin, -doğru görünen görüşe
göre- direnmesi ve küfür sözünü söyleme teklifini kabul etmemesi hakkı vardır.
Hatta bu onun için ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet
40. başlıkta) geleceği üzere, caizdir.
Hamza ve el-Kisaî
kelimesini imâle ile okurken, diğerleri teflıîm ile okumuşlardır. kelimesinin aslı "fuale"
vezninde şeklindedir. "Tuhm ve
Tu'ne kelimeleri gibi. Burada "vav" "te" harfine
"ya" da "elif harfine kalbedilmiştir.
ed-Dahhâk'ın İbn Abbas'tan
rivayet ettiğine göre; bu âyet-i kerime Ensar-dan olan Ubâde b. es-Sâmit
hakkında nazil olmuştur. Ubâde, Bedir gazasına katılmış takva sahibi bir kişi
idi. Bazı yahudilerle antlaşması vardı. Peygamber (sav) Ahzab (Hendek) günü
savaşa çıkınca Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, beraberimde beşyüz
yahudi var. Ben bunların benimle birlikte çıkarak düşmana karşı güç
gösterisinde bulunmayı uygun görüyorum. Bunun üzerine yüce Allah:
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler" âyetini
inzal buyurdu.[170]
Bu âyet-i kerimenin
-ileride Nahl Sûresi'nde açıklanacağı şekilde- müşriklerin kendisinden
söylemesini istedikleri bazı sözleri söylemesi üzerine Am-mâr b. Yâsir hakkında
nazil olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor" buyruğu ile ilgili
olarak ez-Zeccâc şöyle demiştir: Yani Allah size kendisinden sakınıp
korkmanızı emrediyor.
Daha sonra bu
şekildeki (âyet-i kerimedeki söyleyişi) kabul benimseyip onunla yetindiler ve
kullanılan söyleyiş bu oldu. Nitekim yüce Allah: "Sen benim nefsimde olanı
bilirsin bense Senin nefsinde olanı bilmem" (el-Mâ-ide, 5/116) buyruğunun
anlamı da budur: Sen benim nezdimde olanı ve benim hakikatimde olanı bilirsin.
Ben ise Senin nezdinde olanı ve Senin hakikatinde olanı bilmem, demektir.
Başkası ise şöyle
demektedir: Bunun anlamı, Allah sizi cezası ile korkutup sakındırmaktadır,
şeklindedir.
Yüce Allah'ın: "O
kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğu buna benzemektedir. Diğer taraftan:
"Sen nefsimde olanı bilirsin" buyruğu ise, benim gaybımda gizleyip
sakladıklarımı bilirsin, demektir. Burada "nefis" kelimesi, saklanan
şey anlamında kullanılmıştır. Çünkü, kalpte saklanan şeyler, nefiste cereyan
eder.
"Ve dönüş
Allah'adır." Yani Allah'ın amellerin karşılığını vermesine dönülecektir.
Bu buyrukta öldükten
sonra dirilişin ikrarı vardır.
[171]
29. De ki:
"Kalplerinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir.
Göklerde olanı da yerde olanı da O bilir. Allah herşeye ka-dîrdir."
O kalplerin
gizlediklerini, kalplerin içindekileri, göklerde ve yerde olanları, onların
ihtiva ettiklerini bilendir. O bütün gizlilikleri çok iyi bilir. Zerre
ağırlığı dahi birşey ona gizli kalmaz. Hiçbir şey O'na saklı değildir! O'nun
şanı ne yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O gizli olanı da, açıkta
olanı da bilendir.
[172]
30. O günde herkes ne
hayır işlediyse ve ne kötülük yaptı ise karşısında onu hazırlanmış bulacak.
Onunla kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah size
kendisinden korkmanızı emreder; Allah kullarını çok esirger.
Yüce Allah'ın: "O
günde" buyruğu; "Allah size kendisinden korkmanızı emreder. O günde
herkes....." buyruğuna muttasıl olmak üzere "mansub" gelir.
Bunun yüce Allah'ın: "Ve dönüş Allah'adır. O günde herkes..." buyruğuna
muttasıl olduğu da söylenmiştir. "Allah herşeye kadirdir. O günde
herkes" buyruğuna muttasıl olduğu da söylenmiştir. Bunun "O günü
hatırla ki" şeklinde "hatırla" kelimesinin takdiri ile munkatı'
(yani yeni bir cümle) olması da caizdir.
Yüce Allah'ın:
"Allah mutlak galiptir, intikam alıcıdır. O gün yer bir başka yere....
tebdil olunacaktır" (İbrahim, 14/47-48) buyruğu da (bu yönüyle) buna
benzemektedir.
"Hazırlanmış"
kelimesi ise nın sılasından hazfedilmiş bulunan zamirden haldir. Takdiri
şöyledir: O günde her bir nefis, hayır kabilinden neyi işlediyse onu hazır
bulacaktır. Bu takdir, kaybolan şeyi bulmak anlamında olan: dan gelmesi halinde
sözkonusudur.
Diğer taraftan: Ve ne
kötülük yaptı ise" buyruğundaki ise daha önce geçen, ya atfedilmiştir.
Arzu edecektir" kelimesi ise; ikinci olarak gelen dan hal mahallindedir.
Şayet kelimesini "bilmek" anlamında kabul
edersek, o takdirde: " Hazırlanmış" kelimesi ikinci meful olur. Aynı
şekilde: "Arzu edecektir" kelimesi ise ikinci meful yerinde olur.
Bunun da takdiri şöyle olur: O gün her bir nefis yaptıklarının karşılığını
hazırlanmış olarak bulacaktır.
Diğer taraftan ikinci
nın mübteda olmak üzere merfu olması, buna karşılık "Arzu edecektir"
kelimesinin mübtedanın haberi olmak üzere nasb mahallinde olması da uygundur. nın
ceza (şart edatı) anlamın da olması, uygun düşmez. Çünkü "Arzu
edecektir" fiili merfudur. Şayet mazi olsaydı ceza (şartın cevabı) olması
caiz olurdu ve o takdirde de buyruğun anlamı şöyle olurdu: Yaptığı
kötülüklerin ise; kendisi ile onun arasında büyük bir uzaklığın bulunmasını
arzu edecekti. Yani doğu ile batı arasındaki kadar uzak bir mesafe olmasını
isteyecekti. edatını şart için kabul ettiğimiz takdirde, gelecek zaman fiili
(muzarî fiil) ancak meczum gelir. Şu kadar var ki; (cevabın başına gelen)
"fâ" harfinin hazfedildiği şeklinde yorumlanması ve şu takdirde
olması müstesna olur: Yaptığı kötülüğe gelince; o nefis... arzu edecektir. Ebu
Ali der ki: Bu, el-Ferrâ'nın görüşüne kıyasen böyledir. Çünkü o yüce Allah'ın:
"Eğer onlara itaat ederseniz elbette siz de müşriklerden olursunuz"
(el-En'âm, 6/121) buyruğu hakkında burada "fe" harfi hazfedilmiştir,
demektedir.
"Uzak bir
mesafe": nihaî uzaklık demektir. Çoğulu da “” şeklinde gelir. Önceden
galip gelmişti, istila etmişti anlamında olmak üzere: ) denilmektedir. Şair Nâbiğa der ki:
"Ancak senin
gibisine yahut da senin kendisini geride bıraktığın kimseye Tıpkı asîl bir atın
önceden galip gelmesi gibi."
Emed kelimesi gazap
anlamına da gelir. O taktirde mazi ve mastarı “” şeklinde gelir.
[173]
31- De ki: "Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah Gafurdur, Rahimdir.
Sevgi (el-hubb):
Muhabbet demektir. Esreli olarak el-hibb de bu manadadır. Bu.son şekliyle
sevilen sevgili anlamına da gelir, "el-hıdn" ve "el-hadin"
kelimeleri gibi. Seven kişiye "muhib", sevilene de "mahbûb"
denilir, el-Cevherî der ki: Bu ise istisnaîdir. Çünkü mudâaf kelime esreli
olarak "yefilu" şeklinde gelmez. Ebu'1-Feth der ki: Bunun aslı ise
"zarufa" gibi "habube" şeklindedir. Birinci "be"
harfi sakin okunup ikincisine idğam edilmiştir. İbn Deh-hân Said ise der ki:
"Habbe"nin söylenişinde iki şekil vardır: Habbe ve ehabbe şeklinde.
Bu binası ile kelimenin aslı, "zarufa" gibi "habube" şeklindedir.
Buna delil ise Arapların bu kökten demeleridir. Ancak daha çok görülen
"feule" vezninden "feîl" şeklidir.
Ebu'1-Feth der ki: Bu
kelimenin "ehabbe" şeklinde kullanıldığına delil yüce Allah'ın:
"onları sever, onlar da O'nu severler." (el-Maide, 5/54) buyruğu ile
bu âyet-i kerimede geçen: "Bana uyunuz, Allah da sizi sevsin"
buyruğudur. Araplar "habîb" şeklinde kullandıklarından dolayı
"habbe" kelimesi "feule" vezninde de gelir. Aynı şekilde
"mahbûb" da dedikleri için "feile" şeklinde geldiği de
olur. "Habbe" fiili müteaddi anlamıyla kullanıldığı takdirde ism-i
faili varid olmaz. O bakımdan: denilmemektedir. Çok nadir haller dışında
"efalu"den ism-i mef'ûl varid değildir. Şairin şu sözü (nadir
hallerden) olduğu gibi:
"(Sanma ki
başkası) benim yanımda kendisine ikram olunan ve
sevilen bir konumdadır."
Ebu Zeyd de: "Onu
sevdim, seviyorum" kullanışını nakletmekte ve şu beyiti zikretmektedir:
"Allah'a yemin
ederim hurması olmasaydı sevmezdim onu Ve Uveyf ile Haşim'den de daha yakın
olmazdı."
Yine şu beyiti de
zikretmektedir:
"Ömrün hakkı için
benim durumum ile bir beldeye varmak isteyişim Sevdiğinden gittikçe uzaklaşanın
durumuna benzer."
el-Asmaî, bu fiilin
muzâri' olarak kullanılması halinde, muzâraat harflerinden yalnızca
"yâ" harfinin meftuh olarak kullanıldığını nakletmektedir, el-Hubb
kelimesi su doldurulan testi gibi kaplara denilir. Farsçadan arapçaya
girmiştir. Çoğulu "hibâb" ve "hibebe" şeklinde gelir. Bunu
el-Cevherî nakletmektedir.
[174]
Âyet-i kerime
Necrânlılardan gelen heyet hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Hz. İsa ile
ilgili olarak iddialarının, yüce Allah'a olan sevgilerinin ifadesi olduğunu
ileri sürmüşlerdi. Bunu Muhammed b. Cafer b. ez-Zübeyr söylemiştir. el-Hasen ve
tbn Güreye ise der ki: Bu âyet-i kerime bizler Rab-lerimizi seven kimseleriz,
diyen Kitap ehlinden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.
Rivayet edildiğine
göre müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'a yemin olsun ki şüphesiz bizler
Rabbimizi seviyoruz dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "De ki: Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz..." buyruğunu indirdi.
İbn Arafe der ki:
Araplara göre muhabbet birşeyi onu kastetmek suretiyle istemektir. el-Ezherî
de der ki: Kulun Allah'ı ve Rasûlünü sevmesi, onlara itaat etmesi ve
emirlerine tabi olmasıdır. Çünkü yüce Allah: "De ki: Allah'ı seviyorsanız
bana uyunuz* diye buyurmuştur. Allah'ın kullarını sevmesi, ise mağfirette
bulunmak suretiyle onlara nimette bulunmasıdır. Yüce Allah: "Muhakkak
Allah kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 32) diye buyurmaktadır. Yani onlara
mağfiret buyurmaz, demektir.
Sehl b. Abdullah da der
ki: Allah'ı sevmenin alâmeti Kur'ân'ı sevmektir. Kur'ân'ı sevmenin alâmeti
Peygamber (sav)'ı sevmektir. Peygameber (sav)'ı sevmenin alâmeti sünneti
sevmektir. Allah'ı, Kur'ân'ı, Peygamber'i ve sünneti sevmenin alâmeti ise
âhireti sevmektir. Âhireti sevmenin alâmeti ise kendisini sevmektir. Kendisini
sevmenin alâmeti ise dünyaya buğzetmektir. Dünyaya buğzetmenin alâmeti, ondan
ancak yeteri kadar azık ve kendisini hayatta bırakacak kadarını almasıdır.
Ebud'd-Derdâ'nın
rivayetine göre Rasûlullah (sav)'dan yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz, Allah da sizi sevsin" buyruğu hakkında şöyle
buyurmuştur: "Yani iyilik, takva, tevazu ve nefsin zilleti hususunda
(bana tabi olunuz) demektir." Bu hadisi Ebu Abdullah et-Tirmizî (el-Ha-kîm)
rivayet etmiştir.[175]
Yine Peygamber
(sav)'dan, şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah tarafından
sevilmeyi isteyen bir kimse doğru söz söylemeye, emaneti gereği gibi eda
etmeye ve komşusuna eziyet etmemeye dikkat etsin."
[176]
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) dedi
ki: "Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği takdirde Hz. Cebrail'i çağırır ve:
Ben filanı seviyorum, onu sen de sev, der. Bunun üzerine Cebrail onu sever,
sonra semada nida ederek der ki: Şüphesiz Allah filan kişiyi seviyor, siz de
onu seviniz. Bunun üzerine semadakiler onu sever. Daha sonra yeryüzünde ona
hüsnü kabul bırakılır. Yine Allah bir kula buğ-zetti mi Hz. Cebrail'i çağırır
ve: Ben filana buğzediyorum, sen de ona buğ-zet, def. Bunun üzerine Cebrail ona
buğzeder. Sonra sema halkı arasında şöyle nida eder: Muhakkak Allah filan
kişiye buğzeder, siz de ona buğzediniz. Onlar da ona buğzederler, daha sonra
yeryüzünde onun için buğz bırakılır."
[177]
Buna dair daha geniş
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nin sonlarında (19/96. âyette)
gelecektir.
Ebû Recâ el-Utaridî
"bana uyunuz" buyruğunu "be" harfi üstün olarak şeklinde okumuştur.
"Ve günahlarınızı
bağışlasın" buyruğu "Allah da sizi sevsin" buyruğuna
atfedilmiştir. Mahbûb, Ebu Amr b. el-Ala'dan rivayet ettiğine göre Ebu Amr,
kelimesinin sonundaki harfini kelimesinin başındaki "lam" harfine
idğâm ederek okumuştur. en-Nehhas ise der ki: Halil ve Sibeveyh "re"
harfini "lam" harfine idğam etmeyi caiz görmezler. Ebu Amr ise böyle
bir yanlışlığa düşmekten uzaktır. Onun, birçok kelimede yaptığı gibi, harekeyi
gizlemiş olması da muhtemeldir.
[178]
32. De ki:
"Allah'a ve Peygambere itaat edin." Şayet yüzçevirirler-se şüphesiz
ki Allah kâfirleri sevmez.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Allah'a ve Peygambere itaat edin" buyruğuna dair açıklamalar
Nisa Sûresi'nde (4/59. âyette) gelecektir.
"Şayet
yüzçevirirlerse" buyruğu bir şarttır. Şu kadar var ki fiil mazi olduğundan
dolayı i'rab almaz. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer küfürleri üzere sebat edip
Allah'a ve Rasûlüne itaati kabul etmeyip dönecek olurlarsa "şüphesiz ki
Allah kâfirleri sevmez." Yani onların yaptıklarından razı olmaz ve asla
onlara mağfiret buyurmaz. -Az önce geçtiği gibi.-
Burada "Şüphesiz
o" buyrulmayıp: "Şüphesiz ki Allah" diye buyurulma-sının sebebi
şudur: Araplar birşeyi ta'zim ettikleri vakit onu tekrar zikrederler. Sibeveyh
şu beyiti nakletmektedir:
Ölümü görmüyorum,
ölümü birşeyin geçtiğini
Ölüm zengin olanın da
fakir olanın da hayatını zehir eder."
[179]
33- Muhakkak Allah
Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip alemlere üstün kıldı.
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak Allah Âdem'i Nuh'u., üstün kıldı" buyruğunda geçen
"istafâ" seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara
Sûresi'nde (2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet)
"Âdem" kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da
geçmiş bulunmaktadır.
Bu buyruğun takdiri şu
şekildedir: Şüphesiz Allah, onların da dini olan İslâm dinini seçmiştir.
ez-Zeccâc der ki:
Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından peygamberlik için seçmiştir,
şeklindedir.
"Nûh"
kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan (Acemî) bir
isim olmakla birlikte munsarıftır. Çünkü üç harflidir. Hz. Nûh, rasûllerin
piridir. Yüce Allah'ın Âdem (as)'dan sonra yeryüzü halkına gönderdiği ilk
rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin ve diğer
yakın akrabaların nikâhlanmalannın haram kılınması onun risaletindeki hükümler
arasındadır. İdris'in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler yanılmışlardır.
Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/59. âyette) buna
dair açıklamalar gelecektir.
"İbrahim
ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı" buyruğuna dair
açıklamalara gelince; Bakara Sûresi'nde (2/49- âyet 2. başlıkta) "âl:
aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır.
Buhârî'de İbn
Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân
ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve Muhammed ailelerinden mü'min olan
kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu İbrahim'e en
yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da
mü'minlerin velisidir" (Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır.[180]
İbrahim'in ailesinin
İsmail, İshak, Yakub ve onun oğullan (Esbât) olduğu, Muhammed (sav)'ın da
İbrahim ailesinden (âlinden) olduğu da söylenmiştir. İbrahim âlinden kastın,
bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân'ın kendisi olduğu da
söylenmiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve Mû-sâ ile Hârûn aile halkının
terikesinden arta kalanlar vardır." (el-Bakara, 2/248) buyruğu da bu
kabildendir. Hadis-i şerifte de: "Gerçekten ona Davud ailesinin
mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir.
[181]
Şair de der ki: .
"Ali'nin, Abbas'ın
ve Ebubekr âlinin (Ebubekr*in kendisinin) sevmiş olduğu Birisi vefat ettikten
sonra artık, vefat etmiş hiçbir kimse için ağlama!"
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Yılan tarafından
sokulmuş ve sayılı günlerini bekleyenin çektiği gibi; O da Leylâ âlini
(kendisini) hatırlamaktan sıkıntılar çekiyor."
Burada şair bizat
Leylâ'nın kendisini hatırlamaktan sıkıntı çektiğini anlatmak istemektedir.
İmrân ailesinin
İbrahim ailesi (âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah (bir sonraki
âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmaktadır.
Kastın Hz. İsa olduğu
da söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân'ın kızıdır. Önceden de açıkladığımız gibi
kendisinin kastedildiği de söylenmiştir.
Mukatil der ki: İmrân,
Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'un babasıdır. Nesebi (geriye doğru) şöyledir: İmrân b.
Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub.
el-Kelbî de der ki:
Buradaki İmrân, Meryem'in babası olan İmrân'dır. O da Hz. Süleyman'ın
soyundandır. es-Süheylî'nin naklettiğine göre adı İmrân b. Mâtân'dır. Hanımının
adı ise Hanne'dir. Bütün peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu
edilmesi ise, peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle onların soyundan gelmiş
olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve
"nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir.
"Âlemlere"
buyruğundan kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne göre çağdaşları olan
âlemlerdir. Tirmizî el-Hakîm Ebu Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün
insanlardır. Bir diğer görüşe göre "âlemlere" buyruğu Sûr'a
üfleneceği güne kadar bütün âlemlere üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle
ki; bunlar: Rasûl ve peygamberdirler. O bakımdan bütün insanların en hayırlıları,
seçkinleridir. Muhammed (sav)'a gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik)
mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." (el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere
yaratılmışlardır. Muhammed (sav)'ın kendisi ise bizatihi rahmet olarak
yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar için bir eman olmuştur,
Yüce Allah onu peygamber olarak gönderince, insanlar Sûr'a üfürülece-ği vakte
kadar dünya(da helak olmak) azabından yana güvenlik altına girmiş oldular.
Sair peygamberler ise böyle bir makamı işgal edememişlerdir. İşte bundan dolayı
Hz. Peygamber: "Ben hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim"
[182]
diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah'tan insanlara rahmet
olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" buyruğunun anlamı ise Allah'tan
insanlara gönderilmiş bir hediye demektir.
Denildiğine göre; Hz.
Âdem beş şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce Allah'ın kendi
eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hz. Âdem'i yaratması, ikincisi ona bütün
isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere Hz. Âdem'e secde etmelerini
emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu
insanlığın atası kılmış olmasıdır.
Nûh (as)'ı da beş şey
ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların (ikinci) atası kılmış olması. Çünkü
bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun soyundan olanlar kaldı. İkincisi
Allah'ın ona uzun ömür vermiş olması. "Ömrü uzayıp da ameli güzel olana
ne mutlu!" denilmiştir. Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da
mü'minler hakkındaki duasını da yüce Allah'ın kabul etmiş olması. Dördüncüsü
onu gemide taşımış olması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl
olmasıdır. Onun risaletinden önce ise teyzelerle ve halalarla evlenmek haram
değildi.
Hz. İbrahim'i de şu
beş özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin atası kıldı. Çünkü rivayet
edildiğine göre onun sulbünden Peygamber (sav)'ın dönemine kadar bin peygamber
gelmiştir. İkinci özelliği Allah'ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah'ın onu
ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah'ın onu insanlara imam kılması, beşincisi
ise Allah'ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan
etmiş olması.
Daha sonra yüce Allah:
"İmrân ailesini" diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmran'dan kasıt
Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'un babası ise bunun açıklaması şöyle olur: Yüce Allah
Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah
İmrân'ın kavmine men ve selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere
verilmiş değildir. Şayet kasıt Hz. Meryem'in babası ise, yüce Allah ona
babasız olarak Hz. İsa'yı doğuran Meryem'i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş
demektir. Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
[183]
34. Birbirinin
soyundan olarak. Allah Semîdir, Alimdir."
Daha önce Bakara
Sûresi'nde "Zürriyet: Soy sop" kelimesinin anlamı ve bunun türeyişi
ile ilgili açıklamalar (2/124. âyet 19- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Burada
"zürriyet" kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama
el-Ahfeş'e aittir. Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan olmak üzere
seçmiştir. Yani onların kimisi kimisinin soyundan gelmektedir.
Kûfeliler ise bunun
önceki buyrukla (i'rab bakımından) alakalı olmadığı-
m söylerken, ez-Zeccâc
bedel olduğunu söylemektedir. Yani yüce Allah biri diğerinden olan bir
zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine
yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah'ın: "Münafık erkeklerle münafık
kadınlar birbirlerindendirler" (et-Tevbe, 9/67) buyruğunda olduğu gibi.
Yani sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı el-Hasen ve
Katade yapmıştır.
Bunun, seçilmek, üstün
kılınmak ve peygamberlik hususlarında olduğu da söylenmiştir. Kastın soy
bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söylenmiş ise de, konu ile ilgili
görüşlerin en zayıfı budur.
[184]
35. Hani İmrân'ın
karısı: "Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım. Benden kabul buyur.
Doğrusu hakkıyla işiten ve bilen Sensin Sen" demişti.
36. Fakat onu
doğurunca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. -Allah onun ne
doğurduğunu daha iyi biliyordu.- "Erkek ise kız gibi değildir. Gerçekten
ben adını Meryem koydum. Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana
sığındırırım."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
Ebu Ubeyde, yüce
Allah'ın: "Hani İmrân'ın karısı., demişti" buyruğundaki "Hani"
kelimesinin zâid olduğunu söylemiştir. Muhammed b. Ye-zid ise burada bu kelime
"hatırla" takdirindedir, demektedir. ez-Zeccâc der ki: Ayrıca
İmrân'ın karısı... dediğinde; o İmrân ailesini seçmişti, anlamındadır.
İmrân'ın karısının adı
Hanne'dir. Babası ise Fâkûd b. Kunbul'dur. Meryem'in annesidir ve Hz. İsa'nın
anneannesidir.
Hanne, Arapça bir isim
değildir. Arapçada Hanne diye bir kadın ismi bilinmemektedir. Bununla birlikte
Arapçada Ebû Hanne el-Bedrî diye bir isim kullanılmıştır. Bunun adının
"Ebu Habbe" olduğu da söylenmiştir. Daha sahih olan da budur. Adı
Âmir'dir.
[185]
Şam taraflarında ise
Deyr Hanne (Hanne Manastırı) diye bir yer vardır. Yine bu isimle anılan bir
başka manastır daha vardır. Ebû Nuvâs der ki:
"Ey Zatü'l-Ukeyrah'daki
Deyr Hanne (Hanne Manastırı) Senden kim ayıkabilir ki? Şüphesiz ben ayık
değilim."
Araplar arasında
"Habbe" ismi çok kullanılır. Ebû Habbe el-Ensarî bunlardandır.
"Subey'a hadisi" diye bilinen hadiste
[186]
sözü geçen Ebu's-Senabil b. Ba'kek'in adı da Habbe'dir.
(Noktalı)
"hı" ile "Hanne" adı ile Kadı Yahya b. Eksem'in kızından
başka bir kimseyi bilmiyoruz. Bu ise Mulıammed b. Nasr'ın annesidir. Ebu Cenne
dışında "Cenne" ismi taşıyan kimse de bilinmemektedir. Bu ise şair Zu
er-Rim-me'nin dayısıdır. Bütün bu açıklamaları İbn Mâkûla'nın kitabından
naklettik.
[187]
Yüce Allah'ın:
"Rabbim, karnımdakini hür olarak Sana adadım" buyruğunda bir adaktan
söz edilmektedir. Adağın anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara,
2/270. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Adak, kulun kendisi için o işi bağlayıcı
kılması halinde bağlayıcı olur. Denildiğine göre İmrân'ın karısı hamile
kalınca şöyle demiş: Eğer Allah beni kurtarır ve ben doğum yaparsam,
karnımdakini hür kılacağım.
Burada
"Sana" buyruğunun anlamı ise, ibadetine adıyorum, demektir. "Hür
olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. Hazfedilmiş bir mefulun sıfatı
olduğu da söylenmiştir. Yani ben Sana karnımdakini hür kılınmış (yalnız Sana
tahsis edilmiş) bir köle olarak adıyorum.
Ancak, tefsir ve sözün
akışı ile i'rab bakımından birinci açıklama daha uygundur. İrab açısından
uygunluğuna sebep, sıfatın mevsufun yerine kullanılması bazı yerlerde caiz
değildir, kimi yerde de mecazen caizdir.
Tefsir açısından
uygunluğuna gelince; denildiğine göre İmrân'ın karısının bu sözü söylemesinin
sebebi, doğum yapamayacak kadar ileri yaşta olmasıdır. Kendileri ise Allah
nezdinde üstün yerleri olan bir aile halkı idiler. O sırada bir ağacın altında
bulunuyor iken bir kuşun kursağından yavrusunun ağzına yiyecek boşalttığını
görür. O da içinden böyle birşeyi arzuladı ve Rab-bine kendisine bir evlat
bağışlaması için dua etti. Eğer doğumunu yaparsa bu çocuğu hür kılacağını da
adadı. Yani sırf yüce Allah için azad edilmiş, kiliseye hizmet edecek ve
yalnızca o hizmetle uğraşacak, kendisini sadece Allah'ın ibadetine verecek,
hür bir kimse olmak üzere onu adadı.
Böyle bir adak onların
şeriatlerinde caiz idi. Çocuklarına da bu şekilde anne babasına itaat etmek
bir görevdi.
Hz. Meryem, doğumunu
yapınca: "Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" dedi. Yani kız
kilisenin hizmetine uygun değildir. Denildiğine göre buna sebep, ay hali
olması ve bu şekilde rahatsızlanmasıdır. Bir diğer açıklamaya göre, erkeklerle
beraber oturup kalkması uygun olmadığından dolayıdır. Halbuki kendisi erkek
çocuk doğuracağını ümit etmişti. İşte onu "hür olarak" adamasının
sebebi de budur.
[188]
İbnu'l-Arabî der ki:
İmrân'ın karısının hamile kaldığı yavruyu, bizzat kendisi hür olduğundan dolayı
(yavrusu da hür doğacağından) adamasının sözkonusu olamayacağında görüş
ayrılığı yoktur. Şayet İmrân'ın karısı cariye olsaydı, kişinin kendi çocuğu
hakkında adakta bulunmasının sahih olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı
yoktur. Hangi tasarrufta bulunursa bulunsun, hüküm budur. Çünkü eğer adakta
bulunan kimse köle ise, onun böyle bir söz söyleme yetkisi sözkonusu olmaz.
Şayet hür bir kimse ise, yavrusunun kendisine köle olması düşünülemez. Kadının
durumu da onun gibidir. Peki burada böyle bir adakta bulunmak nasıl
açıklanabilir? Bunun anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- şudur: Kişi,
çocuğunu onunla teselli bulmak, onun yardım ve desteğini almak, onunla avunmak
için ister. İşte bu kadın da çocuğu avunmak, onunla huzur ve sükûn bulmak için
istedi. Yüce Allah ona bu çocuğu lütfedince o da bu teselliden payına düşeni,
O'nun rızası için terketmeyi adadı ve onu Yüce Allah'ın hizmetine vakfedeceğini
belirtti. Bu ise iyi kimselerin hür (asil) olanlarının yaptığı adak şeklidir.
O bu sözleriyle; benim tarafımdan hür kılınmış demek istemiştir. Yani dünyaya
kölelikten, dünya işlerine kölelikten hür kılınmış olarak demektir. Sûfilerden
bir adam annesine şöyle demiş: Anacığım, beni Allah için serbest bırak, O'na
ibadet edeyim, ilim öğreneyim. Annesi: Olur, deyince o da yola koyuldu. Nihayet
basireti açıldı, sonra annesine geri dönüp kapıyı çaldı. Annesi: Kim o? deyince
o da: Ben oğlun filanım, dedi. Annesi: Biz seni Allah için bıraktık, tekrar
seni geri dönüp kabul edemeyiz, diye cevap verdi.
[189]
Yüce Allah'ın:
"Hür olarak" buyruğu, ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı olan
"hürriyet"ten alınmadır. Kitabın tahrîr edilmesi (yazılması) da
burdan gelir. Tahrîr ise kitabın bozulmaktan ve karışıklıktan, yanlışlıktan kurtarılması,
arındırılması demektir. Husayf in rivayetine göre İkrime ve Müca-hid şöyle
demişlerdir: Muharrar (hür olarak), aziz ve celil olan Allah için halis
kılınmış, dünya işinden hiçbir şaibe ile şaibelenmemiş demektir. Bu ise dinde
bilinen bir manadır. Katıksız ve arı olan herşeye "hür" denilir.
"Muharrar" da aynı anlama gelir. Şair Zû er-Rimme der ki:
"Küpe, boynunun
yan taraflarında kulağında asılı duruyor
İp (i andıran)
boynundan ise oldukça uzaktır ve o (küpe) sallanıp durur."
Kum taneleri
bulunmayan çamura " hur çamur" denilir. Kadına kocası ilk gece
yaklaşmayacak olursa; "Filan kadın hür bir gece geçirdi" denilir.
Eğer kocası ona yaklaşabilmiş ise o takdirde denilir.
[190]
Yüce Allah'ın:
"Fakat onu doğurunca Rabbim, ben onu kız olarak doğurdum" buyruğu
ile ilgili olarak, İbn Abbas der ki: İmrân'ın karısı bu sözlerini adak olarak
erkeklerden başkasının kabul edilmeyişi dolayısıyla söylemişti. Ancak yüce
Allah Hz. Meryem'i kabul etti. "Kız olarak" anlamındaki kelime
haldir. ("Onu" kelimesinden) bedel olarak da kabul edilebilir.
Denildiğine göre
annesi, gelişip serpilinceye kadar onu büyüttü ve sonra da serbest bıraktı.
Bunu Eşheb, Malik'ten rivayet etmektedir. Bir diğer görüşe göre kızını
kundağına sardı ve mescide gönderdi. Böylelikle adağını yerine getirdi ve
ondan elini tamamiyle çekti. İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi onlarda da
hicab (tesettür) emrinin bulunmayışı ihtimali de vardır. Bu-hârî ve Müslim'de
rivayet edildiğine göre siyahî bir kadın Rasûlullah (sav)'ın döneminde mescidi
süpürür, temizlerdi ve sonra vefat etti.
[191]
Yüce Allah'ın:
"Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu" buyru-ğunda yer alan:
"Doğurdu" kelimesinin: " Doğurdum" şeklinde "te"
harfinin ötreli olarak okunuşuna göre; bu da onun söylediği sözlerin bir
devamıdır ve o takdirde bu ifade önceki ifadelerle muttasıl olur.
[192]
Bu şekildeki okuyuş
Ebu Bekr ve İbn Âmir'in kıraatidir. Bu okuyuş yüce Allah'a teslimiyet, O'na
itaat ve boyun eğmek ve O'na herhangi bir şeyin gizli kalmasından O'nu tenzih
etmek anlamını ifade eder. Bu sözünü haber vermek kastıyla söylemiş değildi.
Çünkü yüce Allah'ın herşeye dair bilgi sahibi olduğu, mü'minin kalbinde yer
etmiş bir esastır. O bu sözleri yüce Allah'ı tazim ve tenzih kastıyla söylemiştir.
Cumhurun kıraatine
göre ise bu, yüce Allah'ın takdim edilmiş buyrukları cümlesindendir. Bu
ifadenin takdiri de: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana
sığındırırım" buyruğundan sonra "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi
biliyordu" şeklinde olmasıdır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır.
Mekkî ise der ki: Bu,
yüce Allah tarafından bize sebat vermek üzere bildirdiği bir gerçektir. O:
Allah Meryem'in annesinin ne doğurduğunu bilendir. O ister bu sözü söylesin,
ister söylemesin, demektir. Bu açıklamayı pekiştiren bir husus da şudur: Eğer
bu sözler Meryem'in annesinin sözlerinden olsaydı, sözünü şöyle söylemesi uygun
düşerdi: Ve sen benim ne doğurduğumu daha iyi bilensin. Çünkü "Rabbim,
ben onu kız olarak doğurdum" şeklinde sözlerinin başında O'na nida
etmişti. İbn Abbas'tan ise "be" harfi es-reli olarak “” şeklinde
okuduğu rivayet edilmiştir.
[193]
Yani ona böyle söylendi anlamındadır.
[194]
Yüce Allah'ın:
"Erkek ise kız gibi değildir" buyruğunu bazı Şafiî âlimleri şuna delil
göstermişlerdir: Ramazan ayında gündüzün kocasının cima talebine itaat eden
bir kadının keffaret ödemesinin vücubu erkek ile eşit değildir.
İbnu'l-Arabî (der ki):
Ancak böyle bir görüşü ortaya koymak bir yanlışlıktır. Çünkü burada
anlatılanlar, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir ve onlar
(Şâfiîler) bunu delil kabul etmiyorlar. Bu saliha kadın bu sözleriyle,
durumunun delaleti ile sözünün kafi ifadesinin tanıklığı ile anlaşıldığına
göre; bu saliha kadın, çocuğunu mescide hizmet etmesi için adamıştı. Ancak
bunun kız olduğunu, hizmete uygun olmadığını, avret olduğunu görünce, bu
konuda maksadına muhalif bir çocuğu olduğundan dolayı, Rabbinc özür beyan
etnıektedir.
[195]
"Meryem"
kelimesi hem müennes hem de marife olduğundan dolayı munsarıf değildir. Aynı
zamanda a'cemî (Arapça olmayan) bir kelimedir. Bunu en-Nehhâs söylemiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[196]
Yüce Allah'ın:
"Gerçekten ben adını Meryem koydum" buyruğunda "Meryem"
kelimesi onların dillerinde rabbin hizmetçisi anlamındadır.
"Ben onu"
yani Meryem'i "da soyunu da" yani İsa'yı "kovulmuş şeytandan
Sana sığındırırım." Bu ifade soy (zürriyet) kelimesinin bazen özel olarak
evlat hakkında kullanıldığını göstermektedir.
Müslim'in Sahih'inde
Ebu Hureyre (ra)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Şeytan tarafından dürtülmemiş hiçbir çocuk yoktur. İşte
çocuk şeytanın dürtüsünden dolayı ağlayarak doğar. Bundan tek istisna
Meryem'in oğlu ve onun annesidir." Daha sonra Ebu Hureyre dedi ki:
Dilerseniz yüce Allah'ın: "Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan Sana
sığındırırım" buyruğunu okuyunuz.
[197]
İlim adamlarımız der
ki: Bu hadis-i şerif şunu ifade etmektedir: Yüce Allah, Meryem'in annesinin
duasını kabul etti. Çünkü şeytan peygamberler ve veliler dahil olmak üzere
Âdem'in çocuklarının tümünü dürter. Bundan tek istisna Meryem ve onun oğludur.
Katâde der ki: Şeytan
doğan her bir çocuğu doğduğu sırada böğründen dürter. Ancak Hz. İsa ve onun
annesi bundan müstesnadır. Bunların arasına perde konuldu. Onun dürtmesi
perdeye isabet etti, fakat hiçbir şey bu perdeyi aşıp onlara ulaşmadı.
Bizim (mezhebimize
mensup) ilim adamları der ki: Eğer durum böyle olmasaydı her ikisinin bu
konudaki özellikleri sözkonusu olmazdı. Bununla beraber şeytanın herkesi
dürtmesi, dürttüğü kimseleri saptırması ve azdırmasını gerektirmemektedir.
Böyle birşeyi zannetmek yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü şeytan peygamberlere ve
velilere, nice defalar çeşitli bozgunculuklarla azdırma istekleriyle
yaklaşmıştır.
Bununla birlikte yüce
Allah, onları şeytanın maksadına maruz kalmaktan yana muhafaza buyurdu. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Benim kullarım üzerinde senin
hiçbir tasallutun yoktur" (el-Hicr, 15/42). Bununla birlikte -Allah
Rasûlünün de belirttiği gibi- her bir Âdemoğluna onun yanından ayrılmayan bir
şeytan görevlendirilmiştir. Meryem ve oğlu her ne kadar şeytanın dürtmesinden
yana korunmuş iseler de şeytanın onlarla birlikte bulunmasından, onların
yanında olmasından korunmuş değillerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[198]
37. Bunun üzerine
Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü.
Onu Zekeriyyâ'nın himayesine verdi. Zekeriyyâ onun yanına, mihraba her
girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. "Ey Meryem, bu sana
nereden?" derdi. "O, Allah tarafındandır" derdi. Şüphe yok ki
Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
38. İşte orada
Zekeriyyâ Rabbine dua etti: "Rabbim, bana katından temiz bir şey bahşet.
Muhakkak Sen, duayı işitensin" dedi.
Yüce Allah'ın:
"Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ile karşıladı"
buyruğu, Allah onu
kutlu olanların yoluna iletti, demektir. Bu açıklama İbn Abbas'tan
nakledilmiştir. Bazıları da şöyle demiştir:
"Kabul" onu
terbiye etmeyi, işlerini görmeyi üstlenmek demektir. el-Ha-sen der ki: Kabul
etmenin anlamı şudur: O gece veya gündüzün kısacık bir anında dahi ona azap
etmemiştir.
"Ve onu güzel bir
bitki gibi büyüttü." Yani hilkatini eksiksiz ve fazlasız olarak gayet
güzel bir şekilde tamamladı. Bir günde bir başka çocuğun bir yıllık sürede
büyüdüğü kadar büyüyordu. "Kabul" ve "nebat" (kabul etmek
ve bitirmek), gelmeleri gereken vezinden başka şekilde gelmiş masdardırlar.
Yani bunlar (birer
mutlak meful olarak) aslında şeklinde gelmeli idiler. Şair der ki:
"Ölümü benden
geri çevirdikten sonra
Ve sen bana yayılan
yüz deve verdikten sonra nankörlük mü ederim?"
Şair
"vermen" şeklinde masdarı kastetmiştir. Ancak yüce Allah'ın:
"Onu bir bitki gibi büyüttü" diye buyurmuş olması; Bitti, fiil köküne
delil teşkil etmektedir. Nitekim İmruu'1-Kays:
"Sonunda o en
güzel yere vardık ve oldukça nazikleşti sözlerimiz, Ben boyun eğdirmek istedim
zorluğa o da ne biçim boyun eğdi!"
Burada Boyun eğdi,
kelimesinin masdan dır. Ancak o bu mas-darı
Boyun eğdirdi, anlamına kullanmıştır. Bu kabilden karşılaşılacak bütün
kelimeler bu şekildedir. Buna göre ile
nin anlamı (kabul etmek demek olup) birdir. Öyleyse burada buyruğun anlamı:
Onun Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu, şeklindedir.
[199]
Ru'be'nin şu sözü de bunu andırmaktadır:
"Ve ben yılanın
büküldüğü gibi büküldüm."
Çünkü nın anlamı ile
ın anlamı (büküldüm demek olup) birdir.
el-Katâmî'nin şu sözü
de bu türdendir:
"İşin en
hayırlısı senin karşına çıkandır
Yoksa onun arkasından
giderek bulmaya çalıştığın değil."
Çünkü burada ile (arkasından gittiğin, demek olup) birdir.
İbn Mes'ud: "
Melekler indirildikçe indirilir" (Furkan, 25/25) buyruğunu Melekleri indirdikçe indirir" diye okumuştur.
Çünkü ile indirdi, demek olup anlamlan
birdir.
el-Mufaddal der ki:
Buyruk: O, onu bitirip yetiştirdi, o da güzel bir şekilde bitip yetişti;
anlamındadır. Ancak belirttiğimiz gibi manaya riâyet daha uygundur.
"Kabul"
kelimesinde aslolan ötreli olmasıdır. Çünkü bu kelime de "duhul ve huruç:
Girmek ve çıkmak" kelimeleri gibi bir masdardır. Üstün ise çok az
harflerde sözkonusu olur. el-Velû' ile el-Vezû' gibi. İşte bu şekilde üstün olma
(kabul) gibi yalnız şu üç kelimededir başkalannda yoktur. Bunu Ebu Amr ile
el-Kisaî vesair lügat imamları (ileri gelen bilginleri) söylemiştir. ez-Zec-câc
ise aslı üzere "kaf" harfini ötreli olarak "kubûl"
şeklindeki okuyuşu da caiz kabul eder.
Yüce Allah'ın:
"Onu Zekeıiyyâ'nın himayesine verdi" buyruğu , yani onu Zekeriyya'ya
kattı demektir. Ebu Ubeyde ise, işlerini görmeyi Zekeriyya üstlendi, diye açıklamıştır.
Kûfeliler bu kelimeyi şeddeli olarak: “” diye okumuşlardır. O bakımdan bu
kelime iki mef ule geçiş yapar. İfadenin takdiri şöyledir: Rabbi, onu
Zekeriyya'nın himayesine verdi. Yani onu himaye etmekle Zekeriyya'yı
görevlendirdi. Bunu ona takdir buyurdu ve ona kolaylaştırdı.
Ubeyy (b. Kâ'b)in
Mushafında ise bu kelime şeklindedir. Bu
şekilde başa gelen hemze ise, mef ûle geçiş konusunda kelimenin şeddeli olması
gibidir. Bundan önceki " Onu kabul etti, onu büyüttü" kelimeleri de
böyledir. Yüce Allah kendi zatı hakkında Meryem için ne yaptığını haber
vermekte ve buna bağlı olarak buyruk:
Onu himayesine verdi" şeklinde gelmiştir.
Diğer kıraat imamları
ise fiili Zekeriyya'ya isnad etmek esasına göre hafif (şeddesiz) okumuşlardır.
Buna göre yüce Allah bize, onun bakımını ve işlerini görmeyi üstüne alanın
Zekeriyya olduğunu haber vermiş olmaktadır. Yüce Allah'ın: "Meryem'in
bakımını hangisi üzerine alacak?" (Âl-i İmrân, 3/44) buyruğu buna delalet
etmektedir. Mekkî der ki: Tercih edilen de budur. Çünkü kelimenin şeddeli
olmasının anlamı hafif olmasının anlamına ra-cidir. Zira yüce Allah onu
Zekeriyya'nın himayesine verecek olursa, o da Allah'ın emriyle bunu himayesine
almış olur. Diğer taraftan eğer Zekeriyya bizzat bunu kendiliğinden himayesine
almış ise, bu da Allah'ın meşîet ve kudretiyle olmuş bir iştir. Buna göre her
iki kıraatin anlamı birbiriyle içiçedir.
Amr b. Mûsâ, Abdullah
b. Kesir'den ve Ebu Abdullah el-Müzenî'den bu kelimeyi "fe" harfi
esreli olarak şeklinde okuduğunu rivayet
etmektedir. el-Ahfeş der ki: Bu kelime
şeklinde söyleniyor ise de ben diye söylendiğini işitmedim. Ancak bu
şekilde bir söyleyiş de sözkonusu edilmiştir.
Mpcahid, "Onu
kabul etti" kelimesini, kabul buyur, şeklinde dua ve niyaz anlamını
vermek üzere "lam" harfini sakin olarak şeklinde "rabbi"
kelimesini de bir muzafın nidası olmak üzere mansub olarak; (şeklinde, "büyüttü"
kelimesini diye "te" harfini
sakin olarak "onu (himayesine verdi)" kelimesini "lam"
harfini sakin olarak şeklinde, "Zekeriyya" kelimesini de medli ve mansub
olarak diye okumuştur.[200]
Hafs, Hamza ve
el-Kisaî ise "Zekeriyya" kelimesini medsiz ve hemzesiz olarak
okumuşlardır. Diğerleri ise medli ve hemzeli olarak okumuşlardır.
el-Ferrâ der ki: Hicaz
halkı "Zekeriyya" kelimesini hem medli hem medsiz olarak okurlar.
Necid halkı ise bundan "elif" harfini hazfeder ve bu kelimeyi
munsarıf yapar ve derler.
el-Ahfeş der ki: Bu
kelimenin dört türlü söyleyişi vardır: Medli kasırh, "ya" harfi
şeddeli ve munsarıf olarak şeklinde ve
(cer ve nasb halinde): şeklinde kullanırlar.
Ebu Hatim der ki:
şeklinde munsarıf değildir. Çünkü bu kelime Arapça olmayan (Acemî) bir
kelimedir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü bu şekilde "ya" bulunan bir
kelime "kürsî ve Yahya" kelimeleri gibi munsarıf olur. Ancak med ve
kasr halinde Zekeriyya munsanf olmaz. Çünkü bunda hem mü-enneslik elifi hem
ucmelik (Arapçadan başka bir dilden olmak) ve hem de marife (özel isim) olmak
sözkonusudur.
Yüce Allah'ın:
"Zekeriyya onun yanına mihraba her gelişinde yanında bir yiyecek
bulurdu... Muhakkak Sen duayı işitensin dedi" buyruğuna dair
açıklamalarımızı da dört başlık halinde sunacağız:
[201]
Yüce Allah'ın:
"Zekeriyya onun yanına mihraba her girişinde..." buy-ruğundaki mihrab
kelimesi sözlükte, oturulan bir yerdeki en değerli mekân demektir. İleride buna
dair daha etraflı açıklamalar Meryem Sûresi'nde (19/11. âyet 1. başlıkta)
gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Hz. Meryem yüksekçe bir odada
bulunuyordu. Hz. Zekeriyya da yanına bir merdivenle çıkıyordu. Veddâhu'l-Yemen
der ki:
"O bir mihrabın
sahibidir yanına geldiğimde
Bir merdivenle
çıkmadıkça onunla karşılaşamıyorum."
Yani, onun yüksekçe
bir odası vardır demektir.
Ebu Salih de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İmrân'ın ka-nsı yaşlandıktan sonra
hamile kaldı. Karnında bulunanı hür olarak adadı. İm-rân ona: Yazık sana ne
yapıyorsun? Ya doğurduğun dişi olursa? diye sordu. Bundan dolayı her ikisi de
kedere kapıldı. Hanne henüz hamile iken İmrân vefat etti ve kız doğurdu. Allah
da onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu. Halbuki o zamana kadar erkeklerden
başkaları hür olarak hizmete alınmıyordu.
Hahamlar kendileriyle
vahyi yazdıkları kalemleriyle -ileride geleceği üzere-aralannda kur'a çektiler.
Zekeriyya onu himayesine aldı ve onun için özel bir yer yaptı. Yaşı ilerleyince
ona ancak bir merdivenle çıkılabilecek bir mihrab (yüksekçe bir oda) yaptı,
onun için bir süt anneyi ücretle tuttu. Kapıyı da üzerine kapatıyordu. Onun
yanına Zekeriyya'dan başka kimse girmiyordu. Bü-yüyünceye kadar böyle devam etti.
Ay hali olduğu vakit, onu çıkartıp evine götürür ve teyzesi yanında kalırdı.
Teyzesi el-Kelbî'nin görüşüne göre Zeke-riyya'nın hanımı idi. Mukatil der ki:
Meryem'in kızkardeşi Zekeriyya'nın hanımı idi. Ay halinden temizlendiği vakit
gusleder ve Zekeriyya da onu geri mihrabına götürürdü.
Kimi ilim adamı der
ki: Meryem ay hali olmazdı, o ay halinden temizlenmişti. Zekeriyya da onun
yanına girdiği vakit, yazın kış meyvesini, kışın da yaz meyvesini yanında
bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden geliyor? diye sorunca o: Allah'tan, diye
cevap verirdi. Bunun üzerine Zekeriyya çocuk sahibi olmayı arzulayarak ona
bunları veren, bana da bir evlat bağışlamaya kadirdir, dedi.
Ebu Ubeyde'ye göre
"Nereden" demektir. en-Nehhâs ise der ki: Ancak böyle bir açıklama
kolaya kaçıştır. Çünkü "Nere" kelimesi yerler hakkında soru için
kullanılır. kelimesi ise yer ve yol hakkında
soru edatı olmak üzere kullanılır. Burada ise, bu meyve sana hangi taraftan,
hangi cihetten geliyor? demektir. el-Kumeyt bu iki edatı farklı anlamda
kullanarak şöyle demiştir:
"Nereden ve hangi
taraftan sevinç sana gelip döndü?
Şevk ve arzunun da
olmadığı, şüphenin de bulunmadığı bir yerden (mi)?
"Her"
anlamına gelen kelimesi ise
"bulurdu" kelimesiyle nasbe-dilmiştir. Yanına girdiği her seferinde...
bulurdu, anlamındadır.
"Şüphe yok ki
Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır" buyruğunun Hz. Meryem'in
sözlerinin devamı olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte onun sözleri olmayıp
yeni bir cümle olması da mümkündür. İşte bu, Hz. Zekeriyya'nın Allah'a dua edip
evlat istemesine sebep olmuştu.
[202]
Yüce Allah'ın:
"İşte orada Zekeriyya Rabbine dua etti" buyruğundaki: Orada" kelimesi asıl itibariyle mekân
için olmakla birlikte, hem zaman hem mekan için kullanılabilen bir zarf
edatıdır ve burada nasb mahal-lindedir.
el-Mufaddal b. Seleme
ise der ki: kelimesi zaman için (o
takdir-
de anlamı: O vakit,
olur); kelimesi ise mekân için
kullanılır. Kimi zaman birinin diğerinin yerine kullanıldığı da olur.
"Rabbim bana
katından" nezdihden "temiz bir soy" salih bir nesil "bahşet"
bağışla!
Soy (zürriyet) tekil
de olabilir, çoğul da olabilir, erkek için de kullanılabilir, dişi için de
kullanılabilir. Burada ise tekildir. Buna yüce Allah'ın: "Bana kendi
katından bir veli (evlat) ihsan et!" (Meryem, 19/5) buyruğu delalet
etmektedir. Burada "veliler" dememiştir. "Temiz" anlamına
gelen kelimesinin müennes gelmesi ise, zürriyet lafzının müennes olduğundan dolayıdır.
Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Senin baban bir
halifedir, onu bir başkası doğurmuştur Ve sen de halifesin işte kemal
budur."
Burada görüldüğü
gibi Onu doğurmuştur, kelimesini müennes
söylemesinin sebebi Halife kelimesinin müennes oluşundan dolayıdır.
Enes yoluyla gelen
hadis-i şerifte de Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Her kim ölür de geriye iyi bir soy
bırakırsa, Allah ona o kimselerin amellerinin ecrinin bir benzerini
yazar ve onların ecirlerinden de hiçbir şey eksiltmez. "[203]
Bakara Sûresi'nde
(2/124. âyet 19. başlıkta) "soy" anlamına gelen "zürriyet"
kelimesinin türeyişine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Temiz" yani
salih ve mübarek "bir soy bahşet. Muhakkak Sen duayı işitensin" onu
kabul edensin.
"Allah hamdeden
kulunu işitti yani "duasını kabul buyurdu" ifadesi de buradan gelmektedir.
[204]
Bu âyet-i kerime çocuk
sahibi olmayı istemenin lehine bir delildir. Böyle bir istekte bulunmak,
rasûllerin ve sıddîklarin sünnetidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun Biz senden önce peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve
zürriyet (evlâtlar) verdik. "(er-Ra'd, 13/38) Müslim'in Sahih'in-de de
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Osman dünyadan el etek
çekmek istedi. Ancak Rasûlullah böyle birşey yapmayı ona yasakladı. Şayet izin
vermiş olsaydı biz de kendimizi iğdiş ederdik.[205]
İbn Mace de Âişe
(ranha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki:
"Nikah benim sünnetimdendir. Her kim sünnetim gereğince amel etmezse
benden değildir. Evleniniz, çünkü ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı
övüneceğim. Her kimin imkânı müsaitse nikahlansın. İmkân bulamayan ise oruç
tutsun. Çünkü oruç şehveti keser. "
[206]
İşte bu; "çocuk
isteyen ahmaktır" diyen kimi cahil mutasavvıfların kanaatini reddetmektedir.
Böyle bir kimse, asıl ahmak ve şaşkın olduğunu bilmiyor. Yüce Allah İbrahim
el-Halil'den şu şekilde dua ettiğini bize haber vermektedir: "Ve benden
sonrakilerde de benim için güzel övgü (lisan-ı sıdk)6i-rak!" (Şuarâ,
26/84) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Ve onlar ki: Rabbimiz,
bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak kimseler ver ve bizi
takva sahiplerine önder kıl! diye dua ederler." (el-Furkan, 25/74)
Buhârî de buna binaen:
"Çocuk İsteme Babı" diye bir başlık açmıştır.
[207]
Hz. Peygamber de oğlu
vefat ettiğinde Ebu Talha'ya şöyle dedi: "Bu gece hanımınla bir arada
oldun mu?" Ebu Talha: Evet deyince Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah geçirdiğiniz gecenizi mübarek kılsın." Ebu Talha dedi ki o
gece hanımım hamile kaldı.
[208] Yine
Buhârî'de şöyle denilmektedir: Süf-yan dedi ki: Ensardan bir adam şöyle dedi:
Ben onun dokuz çocuğunu gördüm hepsi de Kur'ân'ı okuyup öğrenmişlerdi."
[209]
Yine Buhârî şöyle bir
başlık açmıştır: "Bereket ile birlikte çok çocuk sahibi olmak için dua
etmek." Daha sonra Enes b. Malik'in rivayet ettiği hadisi naklederek der
ki: Umm Süleym: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Bu Enes senin hizmetkârındır. Sen onun
için Allah'a dua et. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım, sen ona çokça
mal ve evlat ver ve ona verdiklerinde de bereket ihsan et."
[210]
Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, Ebu Sele-me'ye mağfiret
buyur. Onun hidâyete ermiş olanlar arasındaki derecesini yükselt ve onun
soyundan geleceklere sen halef ol!" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet
etmiştir.
[211]
Hz. Peygamber buyurdu
ki: "Doğurgan ve sevecen kadınlarla evleniniz. Ben çokluğunuzla diğer
ümmetlere karşı övüneceğim." Bu hadisi de Ebû Dâ-vûd rivayet etmiştir.
[212]
Bu anlamdaki haberler
pek çoktur ve bunlar çocuk sahibi olmayı teşvik etmektedir. Çünkü insan
hayatında da ölümünden sonra da çocuğundan faydalanmayı umud eder. Hz.
Peygamber de: "Sizden bir kimse öldü mü üç şey müstesna ameli
kesilir" diye buyurduktan sonra: "Yahut da kendisine dua edecek
salih bir evladı olursa" diye buyurmuştur.
[213]
Şayet bu konuda bu
hadisin dışında bir buyruk olmasaydı bile bu dahi yeterdi.
[214]
Bu sabit olduğuna göre
insana düşen görev, çocuğunun, hanımının hidâyete ermesi için yaratıcısına
yalvarıp yakarması, onların hidâyet, salah, iffet ve emir ve buyruklara riâyeti
onlara ihsan etmesini; din ve dünyası için kendilerine yardımcı olmalarını
istemesi gerekir. Böylelikle dünyasında da âhi-retinde de bunlardan büyük bir
fayda sağlamış olur. Nitekim Hz. Zekeriyya: "Rabbim, Sen onu razı
olduklarından kıl" (Meryem, 19/6) diye dua ettiği gibi: "Bana
katından temiz bir soy bahşet" diye de dua etmiştir.
Yüce Allah (bir başka
yerde salih insanların dualarını bize nakletmekte ve) şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimiz, bize eş ve çocuklarımızdan gözlerimizin aydınlığı olacak
(salih evlat)Zar yer..."(Furkan, 25/74)
Rasûlullah (sav) Hz.
Enes'e dua ederek şöyle buyurmuştur: "Allah'ım malını ve çocuklarını
çoğalt ve bunları onun için mübarek kıl" Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet
etmiştir.
[215] Bu kadarı da bizim için
yeterlidir.
[216]
39- O mihrabda ayakta
namaz kılarken melekler ona seslendiler: "Allah sana Allah'tan bir
kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber
olarak Yahya'yı müjdeler."
Yüce Allah'ın:
"Melekler ona seslendiler" buyruğundaki: "Ona seslendiler"
kelimesini Hamza ve Kisaî müzekker olarak ve "elif ile diye okumuşlardır. Ayrıca bu kelimeyi okurken
imale de yaparlar. Çünkü bunun aslı "ya" harfidir ve bu harf
kelimede dördüncü harftir. İbn Abbas ve İbn Mes'ud'un kıraati de
"eliPlidir. Ebu Ubeyd'in tercih ettiği kıraat şekli de budur. Cerir'den
rivayet edildiğine göre o Muğire'den, Muğire İbrahim'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Abdullah (b. Mes'ûd) Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde geçen:
" Melekler" kelimesini müzekker kabul ederek okurdu. Ebu Ubeyd der
ki: Görüşümüze göre o bunu müşriklere muhalefet olsun diye tercih etmiş
olmalıdır. Çünkü müşrikler, melekler Allah'ın kızlarıdır, diyorlardı.
en-Nehhâs der ki:
Ancak böyle bir delillendirmeden hiçbir sonuç elde edilemez. Çünkü Araplar,
"erkekler dedi" anlamını ifade etmek üzere hem (müennes olarak)
derler, hem de (müzekker olarak) diye söylerler. Kadınlar hakkında da aynı
şekilde kullanılır. Peki onlara karşı bu şekilde Kur'ân-ı Kerîm ile nasıl
delil getirilebilir? Eğer bu şekilde onlara (müşriklere) karşı Kur'ân-ı
Kerîm'in bu buyruğuyla delil göstermek caiz olsaydı, onların da yüce Allah'ın:
" Melekler dediğinde..." (Mesela, Âl-i İmrân, 3/42, 45 gibi)
buyruğunu delil göstermeleri mümkün olurdu. Fakat böyle diyen müşriklere karşı
delil, yüce Allah'ın: "Acaba onlar yaratılışlarına tanık mı oldular
ez-Zuhruf, 43/19) buyruğu aleyhlerine delildir. Yani onlar böyle bir şeye
tanık olmamışlardır. Peki, meleklerin dişi olduklarını nasıl söyleyebilirler?
Böylelikle onların bu iddialannın bizzat bir hevâdan ibaret olduğu ortaya
çıkmaktadır. Ancak " Ona seslendiler" buyruğunun çoğulun müzekker
kabul edilmesi esasına göre böyle gelmesi caizdir. Aynı manadaki: buyruğu ise
çoğulun müennes kabul edilmesine göredir.
Mekkî der ki: Melâike:
Melekler kelimesi kırık çoğul bakımından akıllı varlıklar durumundadır. O
bakımdan müennes yapıldıkları vakit de aklı olmayan varlıklar durumunda
kullanılır.
Buna göre;"Onlar
erkeklerdir, onlar ağaç kökleridir, onlar develerdir. Araplar dediler ki"
şeklinde (müennes zamirler) kullanmak mümkündür.
Bunu yüce Allah'ın:
" Melekler dediğinde" (Âl-i İmrân, 3/42) buyruğu pekiştirmektedir.
Bir başka yerde de yüce Allah'ın:
"Melekler de
ellerini uzatmış olarak..." (el-En'âm, 6/93) buyruğunda ise fiil, müzekker
olarak gelmiştir. Bu şekilde okuyuş üzerinde de icma vardır.
Yüce Allah bir başka
yerde: Melekler de her kapıdan onların yanına gelip..." (er-Ra'd, 13/23)
diye buyurmaktadır. Bu buyrukta ise çoğul olan kelimenin müzekker kabul
edilmesi de güzeldir, müennes kabul edilmesi de.
es-Süddî ise der ki:
Ona nida eden yalnızca Hz. Cebrail'dir. İbn Mes'ud'un kıraatinde de böyledir.
Yine: "O kendi emriyle... melekleri ruh ile indirir" (en-Nahl, 16/2)
buyruğunda da "melek"ten kasıt Hz. Cebrail, "ruh"tan kasıt
ise vahydir. Arapçada çoğul kullanılarak tek kişi hakkında haber vermek caizdir.
Yine Kur'ân-ı Kerîm'de: "Onlar ki insanlar kendilerine...
dediklerinde" (Âl-i İmrân, 3/173) buyruğu yer almaktadır. İleride geleceği
üzere burada çoğul olan "insanlar"dan kasıt, Nuaym b. Mes'ud'dur.
Burada Hz.
Zekeriyya'ya nida edenin, bütün melekler olduğu da söylenmiştir. Daha zahir
olan görüş de budur. Yani onlar tarafından nida geldi, demektir.
Yüce Allah'ın: "O
mihrabda ayakta namaz kılarken... Allah sana ... müjdeler" buyruğundaki
"o ayakta" buyruğu mübteda ve haberdir. "Namaz kılarken"
buyruğu ise ref mahallindedir. Bununla birlikte mahzuf bir zamirin hali olarak
mansub da kabul edilebilir.
Allah..."
buyruğunu Hamza ve Kisaî diye okumuşlardır. Melekler muhakkak Allah...;
anlamındadır. "Seslenmek" söylemek manasında-dır.
Sana... müjdeler"
buyruğu Medinelilerin kıraatine göre şeddelidir. Hamza ise bunu şeddesiz
olarak; diye okumuştur. Humeyd b. el-Kays el-Mekkî de bu şekilde okumakla
birlikte o "şin" harfini esreli "ya" harfini ötreli ve
"be" harfini ise hafif (hareke vermeksizin) okumuştur. el-Ah-feş der
ki: Bu kelime bu şekilde üç türlü okunur ve aynı anlamı ifade eder.
Birinci kıraatin
delili, çoğunluğun bu şekilde okuyuşudur: Kur'ân-ı Kerîm'de bu kabilden
bulunan mazi yahut emir fiiller bu şekilde şeddeli olarak gelmiştir. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Benim kullarıma müjde ver."
(ez-Zümer, 39/39); "Ona bir mağfireti müjdele" (Yasin, 36/11);
"Biz ona îshak'ı müjdeledik" (Hud, 11/71); "Biz sana hakk olarak
müjde verdik dediler" (el-Hicr, 15/55).
İkinci kıraat ise
Abdullah b. Mes'ud'un kıraati olup Tihâmelilerin söyleyişi olan 'den
gelmektedir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:
"Ben aile halkıma
müjde verdim
Sana Haccac'dan yazılı
olarak okunan bir sahife geldiğini gördüğüm zaman."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Kurak, düzlük
bir arazide geçip giderken Avuçlarını şevkle yağmura açanları görürsen
Yardımcı ol onlara ve
onların sevindiklerine sen de sevin; Sıkıntılı dar bir yere konaklarlarsa sen
de konakla!"
Üçüncü söyleyiş ise
'dan gelmektedir. Şairin şu beyiti de buna uygundur:
"Ey Um Amr
(sırtlanın künyesidir); sana müjdeyi müjdeliyorum Yaygın ve seri bir ölüm ile
ardı arkası kesilmeyen çekirgeleri."
Yüce Allah'ın:
"Yahya'yı" buyruğuna gelince; ilk kitapta onun adı "Hay-ya"
idi. Hz. İbrahim'in eşi "Sârre"nin adı ise "Yesâre"
şeklinde idi. Bunun Arapça karşılığı ise "doğum yapmayan, kısır"
demektir. Ona Hz. İshak'ın müjdesi verilince "Sâre" denildi. Bu ismi
ona Hz. Cebrail verdi. Hz. İbrahim'e: Ey İbrahim benim ismimden neden bir harf
eksildi? diye sorunca Hz. İbrahim de bunu Cebrail (as')'a sordu, şu cevabı
aldı: "Onun adından eksilen harf, peygamberlerin en faziletlilerinden
olan ve adı Hayya olup Yahya diye adlandırılan soyundan gelecek bir evladının
ismine ilave edilmiştir." Bunu en-Nek-kâş zikretmiştir.[217]
Katâde der ki: Ona
"Yahya" adının verilmesi, yüce Allah'ın onu iman ve nübüvvet ile
diriltmesinden dolayıdır. Bazıları da şöyle demiştir: Ona bu adın veriliş
sebebi, yüce Allah'ın onun vasıtasıyla gönderdiği hidâyetle insanları diriltmiş
olması, onlara hayat vermiş olmasıdır. Mukatil de der ki: Yahya adı, yüce
Allah'ın "Hayy" adından türetilmiştir. O bakımdan ona
"Yahya" adı verilmiştir. Onun vasıtasıyla annesinin rahmini
canlandırdığı için bu adın verildiği de söylenmiştir.
"Allah'tan bir
kelimeyi tasdik edici.... olarak" buyruğunda kastedilen ise müfessirlerin
çoğunluğunun görşüne göre Hz. İsa'dır. Hz. İsa'ya "kelime" adının
veriliş sebebi, yüce Allah'ın "ol" kelimesiyle olmasıdır. Hz. İsa
babasız dünyaya gelmiştir.
Ebu's-Simmal el-Adevî
ise Kur'ân-ı Kerîm'in tümünde bu kelimeyi "kâf" harfi esreli
"lâm" harfi de sakin olarak okumuştur. O bakımdan bu kelimeyi burada
“” şeklinde okumuştur ki, bu da fasih bir söyleyiş olup kol, uyluk kelimelerine
benzemektedir.
Bir diğer görüşe göre
Hz. İsa'dan "kelime" diye söz edilmesinin sebebi, insanların yüce
Allah'ın kelâmı ile hidâyet bulduğu gibi, onun vasıtasıyla hidâyet
bulmalarıdır.
Ebu Ubeyd ise der ki:
"Allah'tan bir kelime" buyruğunun anlamı, Allah'tan bir kitap
demektir. Devamla der ki: Araplar: Bana bir kelime okudu, derken bana bir
kaside okudu, demek isterler. Nitekim el-Huveydera (Kutbe b. Muhsan b.
Cervel'in lakabıdır)'den Hassan'a söz edilince Hassan: Allah onun kelimesine
lanet etsin, demiştir. "Kelimesi"yle kastettiği ise onun kasidesidir.
Başka görüşler de
ileri sürülmüştür. Şu kadar var ki birinci görüş, daha yaygındır ve ilim
adamlarının çoğunluğu bunu kabul etmiştir.
Hz. Yahya, Hz. İsa'ya
iman edip onu tasdik eden bir kişidir. Hz. Yahya, Hz. İsa'dan üç yaş daha
büyüktü. Altı ay daha büyük olduğu da söylenmiştir. Bunlar teyze çocukları
idiler. Hz. Zekeriyya (Hz. Yahya'nın) Hz. İsa hakkındaki tasdik edici
tanıklığını işitince kalkıp Hz. İsa'yı -henüz daha kundaktayken- kucakladı.
Taberî'nin
naklettiğine göre Hz. Meryem, Hz. İsa'ya gebe kalınca onun kız-kardeşi de Hz.
Yahya'ya gebe kalmıştı. Hz. Yahya'nın annesi kızkardeşinin ziyaretine
gittiğinde: Ey Meryem, benim de hamile kaldığımı haber aldın mı? diye sorunca
Hz. Meryem ona: Ya sen benim hamile olduğumdan haberdar mısın? diye sordu. Hz.
Yahya'nın annesi ona: Ben karnımdaki yavrumun senin karnındaki yavruna secde
ettiğini hissediyorum. Bunun da onun karnındaki ceninin başını, Hz. Meryem'in
karnına doğru eğdiğini hissetmesi ile olduğu rivayet edilmiştir. es-Süddî der
ki: İşte yüce Allah'ın: "Allah'tan bir kelimeyi tasdik edici olarak"
buyruğunda kastedilen budur.
"Tasdik edici
olarak" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir.
"Bir efendi"
(anlamına gelen: Seyyid); kavmine efendilik eden ve sözüne başvurulan ileri
gelen kişi, demektir. Bu kelimenin aslı:
şeklindedir. Filan kişi filandan daha bir efendidir, denirken bu kelime
'den ism-i tafdil olur.
Bu buyruk insana
"aziz veya kerim" adının verilmesinin caiz olduğu gibi
"seyyid" adının verilmesinin de caiz olduğunu göstermektedir. Aynı
şekilde Peygamber (sav)'ın Kurayzaoğullarına şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Haydi, efendiniz için ayağa kalkınız."
[218]
Buhârî ve Müslim'de
Peygamber (sav)'ın Hz. Hasan hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Benim bu oğlum bir seyyiddir. Muhtemeldir ki yüce Allah onun sayesinde
müslümanlardan çok büyük iki kesimin arasını bulacaktır.',
[219]
Nitekim böyle de oldu.
Hz. Ali şehid edildikten sonra kırk binden çok kişi Hz. Hasan'a bey'at etti.
Daha önce babasına bey'at etmemiş, babasına yaptığı bey'ati bozanlardan çok
kimse de ona bey'at etmiş idi. Yedi ay kadar bir süre Irak'ta ve onun dışında
Horasan bölgesinde halifelik yaptı. Arkasından Hicaz ve Iraklılarla birlikte
Muaviye'nin üzerine yürüdü. Muaviye de Şam halkıyla birlikte ona karşı yürüdü.
Her iki ordu Enbar'a yakın Irak Sevadından Meşkin denilen yerde karşı karşıya
gelince; Hz. Hasan savaşmaktan hoşlanmadı. Çünkü karşı tarafın çoğunluğu helak
olmadıkça iki ordudan birisinin galip gelemeyeceğini biliyordu. Bu ise
müslümanlârın telef olması demekti. O bakımdan ileri sürdüğü birtakım şartları
kabul etmesi üzerine işi Muavi-ye'ye terketti. Bunlardan birisi ise Muaviye'den
sonra kendisinin halife olması idi. Muaviye bütün bunları kabul etti.
Böylelikle Hz.
Peygamber'in: "Şüphesiz benim bu oğlum bir seyyiddir." buyruğu yerine
gelmiş oldu. Allah'ın ve Rasûlünün Seyyidlik makamına çıkardığı kimseden daha
seyyid olamaz.
Katade de yüce
Allah'ın: "Bir efendi" buyruğunu ilim ve ibadette ileri gelen diye
açıklamıştır. İbn Cübeyr ve ed-Dahhak ilim ve takvada ileri gelen diye
açıklarken; Mücahid de; seyyid keremli, şerefli demektir, der. İbn Zeyd ise
bunu kızgınlığına yenik düşmeyen diye açıklamıştır.
ez-Zeccâc der ki:
Seyyid, bütün hayırlarda akranı olan kimselerin üstüne çıkabilen demektir. Bu
da oldukça kapsamlı bir açıklamadır. el-Kisaî der ki: Keçi cinsinden
"seyyid" iki yaşındakilere denilir. Hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir:
"Üç yaşındaki bir koyun iki yaşındaki keçiden hayırlıdır. "
[220] Şair
de der ki:
"Misafire kesmek
için ona yaklaşan ister bir yaşındaki koyun olsun, İster iki yaşındaki koyun
olsun, farketmez onun için."
"Nefsine
hakim" demek olan kelimesi aslında
alıkoymak, hapsetmek anlamına gelen "el-hasr"dan türemiştir.
Birşeyin engel olup alıkoymasını anlatmak için bu fiil kullanılır. Şair İbn
Meyyade der ki:
"Leylâ'nın senden
uzaklaşması darılması değildir,
İşlerin,
meşguliyetlerin de seni alıkoymaz."
Ferci dar olan dişi
deveye denilir. el-Hasûr ise adeta onlardan engellenip alıkonulmuşcasına
kadınlara yaklaşmayan kimse demektir. Nitekim yiyeceğini alıkoyup içki
içenlerin ortaya koydukları (mezeleri) koymayan kimseye de "hasûr ve
hasîr" denilir. "Filan kişiler içtiler de filan kişi onlara karşı
hasûr davrandı; yani cimrilik etti demektir. Bu açıklamaları Ebu Amr'dan
naklettik. Şair el-Ahtal der ki:
"Ve yağlı
develeri kesip dolu kâselerle içki içen, içki arkadaşım oldu benim; Ne
yiyeceğini alıkoyup cimrilik etti, ne de tatsızlık çıkardı."
Kur'ân-ı Kerîm'de de
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ve Biz cehennemi
kâfirler için bir zindan (hasîr) yaptık" (el-İsrâ, 17/8); yani bir
hapishane kıldık.
Hasîr aynı zamanda
hükümdar demektir. Çünkü başkalarının göremeyeceği bir yerdedir.
Şair Lebîd der ki:
"Boyunları kalın
ve pek kalabalıktırlar; adeta onlar cinler gibidir; Engel olan (hasîr) kapının
yanında ayakta duruyorlar gibi."
Hz. Yahya, hasûr
(nefsine hakim kılınmış) idi. Bu kelime mef'ul anlamını verecek şekilde
"fa'ûl" veznindedir. Yani kadınlara yaklaşmazdı. Adeta erkeklerde
bulunan özelliklerden alıkonulmuş gibi idi. Bu açıklama şekli İbn Mes'ud ve
başkalarından nakledilir. Arap dilinde mef'ûl anlamında fe'ûl vezninde kelime
çok kullanılır. Nitekim "halûb" kelimesi mahlûb anlamındadır. (Birincisi
çok süt veren, ikincisi süt sağılan anlamındadır.) Şair der ki:
"Orada sütü
sağılan simsiyah kırkiki (deve) vardır Karganın yeni biten kanat tüyleri gibi
siyahtırlar."
Yine İbn Mes'ud, İbn
Abbas, Katade, İbn Cübeyr, Ata, Ebu'ş-Şa'sâ, el-Ha-sen, es-Süddî ve İbn Zeyd
der ki: Hasûr, iktidar sahibi olmakla birlikte, kadınlardan uzak duran ve
onlara yaklaşmayan demektir. İki sebep dolayısıyla bu, bu konudaki görüşlerin
en sahih olanıdır. Birinci sebep, bunun Hz. Yahya için övgü olmasıdır. Övgü
ise çoğunlukla insanın yapısında olan için değil de kazanılan bir fiil için
sözkonusu olur. İkinci sebep ise dilde (hasûr kelimesinin vezni olan)
"feûl" vezni ise fail hakkında kullanılan sîğalardandır. Şairin şu
beyitinde olduğu gibi:
"Kılıcın ucuyla
onların (develerin) en semizlerinin bacaklarını (kesmek için)
pek çok vuransın,
Kıtlık dolayısıyla azık bulamadıkları takdirde, işte sen develeri
boğazlayansın."
Buna göre
"hasûr" kelimesinin anlamı, kendi nefsini şehvetlerden alıkoyup
dizginleyen kimsedir. Belki de Hz. Yahya'nın şeriati öyle idi. Bizim
şe-riatimizde ise aslolan az önce geçtiği gibi nikâhtır.
Hasûr'un, evlenmesi
umulmayan ve menisi gelmeyen, erkeklik organı bulunmayan anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu açıklama da yine İbn Ab-bas'tan, Said b. el-Müseyyeb'den ve
ed-Dahhâk'tan zikredilmiştir. Ebu Salih ise Ebu Hureyre'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bütün
Âdemoğulları yüce Allah'ın huzurunda dilediği takdirde kendilerini azab
edeceği, yahut merhamet edip bağışlayacağı bir günah ile Allah'ın huzuruna
çıkar. Bundan tek istisna Zekeriyya'nın oğlu Yahya'dır. Çünkü o seyyiddi,
hasûrdu ve salihlerden bir peygamberdi." Daha sonra Peygamber (sav)
eğilip eli ile yerden ufacık bir çöp aldı ve şöyle dedi: "Onun erkeklik
organı işte bunun gibiydi, bu çöp gibiydi."
[221]
Bunun anlamının
kendisini Allah'a masiyet olan işlerden alıkoyan olduğu da söylenir.
"Ve salihlerden
bir peygamber" buyruğu hakkında da ez-Zeccâc şöyle demiştir: Salih,
Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyleri yerine getiren, insanların haklarını
da eda eden kimse demektir.
[222]
40. "Rabbim, ben
artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?" dedi.
"Öyle, Allah dilediğini yapar" dedi.
Denildiğine göre
burada "rabb"dan kasıt Hz. Cebrail'dir. Yani o Hz. Cebrail'e: Rabbim
-ey efendim- nasıl oğlum olabilir? diye sordu. Bu el-Kelbî'nin görüşüdür.
Kimisi de şöyle
demektedir: "Rabbim"den kastı, yüce Allah'tır. Burada edatı da
"nasıl" anlamındadır ve zarf olarak nasb mahallindedir.
Bu şekilde sorunun
anlamı iki türlü açıklanmıştır: Birincisine göre; o hem kendisi hem de hanımı
bu durumları üzere mi çocuk sahibi olacak, yoksa çocuk sahibi olabilecek hale
mi döndürülecekler? İkinci açıklamaya göre o çocuğu kısır hanımından mı yoksa
başkasından mı bağışlanacağını öğrenmek üzere soru sormuştur.
Bir diğer açıklamaya
göre anlamı şöyledir: Ben ve hanımım bu durumda iken, nasıl çocuk sahibi olmaya
layık görülebilirim? O böyle bir soruyu al-çakgönüllük göstererek sormuştu.
Yine rivayet edildiğine göre dua ettiği vakit ile kendisine çocuk sahibi
olacağı müjdesinin verildiği zaman arasında kırk günlük bir süre geçmiştir. Ona
bu müjde verildiği zaman kendisi doksan yaşında idi. Hanımının yaşı da ona
yakın idi. İbn Abbas ile ed-Dahhâk der ki: Ona çocuk sahibi olacağı müjdesi
verildiğinde yüzyirmi yaşında idi. Hanımı ise doksansekiz yaşındaydı. İşte
onun: "Karım da kısırken" yani çocuk doğuramayacak halde iken,
ifadesinin manası da budur.
(Kısır anlamına
gelen): Âkir kelimesi aynı şekilde erkek ve kadın için kullanılır.
"Âkir" denildiği gibi (kadın hakkında): Ukâre de denilebilir. Âkir,
aynı zamanda üzerinde hiçbir bitkinin bitmediği büyük kum yığını anlamına gelir.
Ukr, şüphe bulunmakla birlikte kendisiyle ilişki kurulan kadına mehir olarak
verilen şeye de denilir. Ukr yumurtası'nın horoz yumurtası demek olduğu
söylenmiştir. Çünkü horoz bütün ömrü boyunca tek bir yumurta yapar. Ateşin ukru
ise ortası ve büyük bir bölümü demektir. Havuzun akrı ise su içmek üzere gelen
develerin durdukları son noktadır. Bu kelime ukr şeklinde söylendiği gibi ukur
diye de söylenebilir. Usr ve usur gibi. Çoğulu a'kâr gelir ve bu müşterek bir
lafızdır.
Yüce Allah'ın "
Öyle" kelimesi nasb mahallindedir. Yani, işte yüce Allah bunun gibi
dilediğini yapar.
"Oğul"
anlamına gelen kelimesi ileri derecede
nikâh arzusu anlamına gelen (ijbüt )'dan türetilmiştir. tabiri ise, dişisine yaklaşmak için duyduğu
aşın arzudan dolayı galeyana gelmek demektir. Leylâ el-Ahyeliyye der ki:
"Şifa verdi ona
onulmaz hastalığından
Bir oğul ki, kanalı
salladığında onun su içmesini sağladı."
"Ğulâm,"
bıyıklan yeni terlemiş genç demektir. Çoğulu ğılma ve ğılmân diye gelir.
"Ğaylem"in genç erkek ve genç kız anlamına geldiği de söylenmiştir.
Yine bu kelime erkek kaplumbağa demektir. el-Ğaylem aynı zamanda bir yerin de
adıdır. Deniz coşup da ardı arkasına dalgalandığı vakit de: ) denilir.
[223]
41. "Rabbim, bana
bir alâmet ver" dedi. "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka
hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve
akşam sabah teşbih et" buyurdu.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Şanı yüce Allah'ın:
"Rabbim, bana bir alâmet ver dedi" buyruğundaki kelimesi burada iki
mef ule geçiş yaptığı için "kıldı" anlamındadır. "Bana" kelimesi de ikinci meful
mahallindedir.
Hz. Zekeriyya'ya çocuk
sahibi olacağı müjdesi verilince yüce Allah'ın kudretinin bunu
gerçekleştireceğine dair kanaati onun için uzak bir ihtimal olmamakla
birlikte, Allah'tan bu emrin doğruluğunu ve bunun Allah'tan olduğuna dair
kendisi vasıtasıyla anlayacağı bir âyet veya bir alâmet gelmesini istedi. Yüce
Allah da onu melekler doğrudan doğruya kendisiyle konuştuktan sonra, böyle bir
alâmeti istediği için, üç gün süreyle insanlarla konuşamama-sı ile cezalandırdı.
[224]
Müfessirlerin çoğu bunu böyle açıklamış ve şöyle demişlerdir: İşte, eğer
dilsizlik ve buna benzer bir hastalık olmamakla birlikte, böyle bir durum
olursa, her halükârda bu bir çeşit cezadır.
İbn Zeyd der ki:
Zekeriyya (as)'ın hanımı kendisinden Yahya'ya hamile kalınca hiç kimse ile
konuşamaz bir halde sabahı etti. Bununla birlikte Tevrat'ı okuyabiliyor yüce
Allah'ı zikredebiliyordu. Fakat herhangi bir kimseyle konuşmak istedi mi buna
güç yetiremiyordu.
[225]
Yüce Allah'ın: "İşaretten
başka" buyruğundaki (işaret anlamına gelen:) "er-remz" kelimesi
sözlükte dudaklarla ima etmek, işaret etmek demektir. Kaş, göz ve el ile işaret
anlamına da kullanılabilir. Kelimenin asıl anlamı harekettir. Bir açıklamaya
göre Hz. Zekeriyya bu alâmeti itmi'nanının artması için istemiştir.
Buna göre anlamı şöyle
olur: Sen bana bir alâmet vermekle ni'me-tini tamamla. O takdirde böyle bir
alâmet ek bir nimet ve bir lütuf (keramet) olur.
Bunun üzerine ona:
"Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka hiçbir şekilde insanlarla
konuşamamandır" diye cevap verildi. Yani üç gün süreyle senin konuşmana
engel olunacaktır.
Bu görüşün delili de
yüce Allah'ın, meleklerin kendisine bu müjdeyi vermesinden sonra ona:
"Nitekim sen daha önce birşey değilken ben seni yarattım" (Meryem,
19/9) diye buyurmuş olmasıdır. Yani Ben seni önceden kudretimle var ettiğim
gibi; yine kudretimle senden bir evlat var edeceğim.
en-Nehhâs da bu görüşü
tercih ederek der ki: Katâde'nin, Zekeriyya (as) konuşamamakla cezalandırıldı
şeklindeki açıklaması, kabul edilmemiş bir açıklamadır. Çünkü yüce Allah bize,
onun günah işlediğini haber vermediği gibi, böyle birşeyi istemeyi kendisine
yasakladığını da bildirmemiştir. Bu bakımdan söylenecek söz şu olur: Bunun
anlamı şöyledir: Rabbim, Sen bana çocuğun var olduğuna delalet edecek bir
alâmeti yarat. Çünkü ben onun olup olmadığını bilemem, benim için bu bir
gaybdır.
"İşaret"
anlamına gelen kelimesi, munkatı' istisna olarak nasbedil-miştir. Bunu el-Ahfeş
söylemiştir. el-Kisaî der ki: Bu kelime şekillerinde gelir. Ayrıca
"mim" harfi üstün olmak üzere şeklinde, yine hem "mim"
harfi hem de "ra" harfi ötreli olmak üzere diye de okunmuştur. Bunun
tekili şeklinde gelir.
[226]
Bu âyet-i kerimede,
işaretin söz söyleme seviyesinde değerlendirildiğine dair bir delil vardır.
Ayrıca sünnet-i seniyyede de böyle değerlendirildiğini gösteren pek çok rivayet
vardır. İşaretler arasında en pekiştirici ifade Peygamber (sav)'ın kendisine
dayanarak siyah bir cariyenin durumu hakkındaki hükmüdür. Hz. Peygamber ona
"Allah nerededir?" diye sorunca, cariye başıyla semayı işaret etmiş,
bunun üzerine Hz. Peygamber: "Sen onu azad et, çünkü o mü'mine bir
cariyedir" diye buyurmuştur.
[227]
Böylelikle İslâm dini
kendisi ile cennete hak kazanılıp ateşten korunula-bilen diyanetin esası
hakkında işareti geçerli kabul etmiştir ve Hz. Peygamber, imanı belirten
sözleri bizzat diliyle söyleyenin hükmü gibi o cariyenin mü'min olduğuna hüküm
vermiştir. O bakımdan işaretin dinin diğer hususları hakkında da geçerli ve
etkili olması gerekir. Genel olarak fukâhanın kabul ettiği görüş budur.
İbnu'l-Kasım'ın,
Malik'ten rivayet ettiğine göre dilsiz bir kimse hanımım boşadığını işaretle
ifade ederse bu boşama onun aleyhine geçerli kabul edilir.
Şafiî de hastalanıp da
dili tutulan bir erkeğin karısına ric'at yapmak ve onu boşamak hususunda dilsiz
gibi olduğunu belirtmiştir.
Ebu Hanife ise der ki:
Bu, eğer yaptığı işaretin ne anlama geldiği biliniyor ise böyledir. Şayet bu
işaretin anlamı hususunda şüphe sözkonusuysa batıldır. Ancak onun bu sözü
kıyas değil, istihsan yoluyla söylenmiştir. Bütün bu hususlarda kıyasa göre
hüküm verilecek olursa, batıldır, demek gerekir. Çünkü dilsiz bir kimse ne
konuşur, ne de onun işaretinin anlamı akıl ile kavranılabilir.
Ebu'l-Hasen b. Battal
der ki: Ebu Hanife'yi bu sözü söylemeye iten, onu dine dair çeşitli hükümler
hakkında işaretlerin caiz olduğunu belirten sünnetteki rivayetleri
bilemeyişidir. Muhtemelen Buhârî "Talak ve Benzeri İşlerde İşaret"
[228]
diye bir başlık açmakla onun görüşünü reddetmek istemiştir.
Ata da der ki: Yüce
Allah: "İnsanlarla konuşamamandır" buyruğundan kasıt, üç gün süreyle
oruç tutmasıdır. Çünkü onlar oruç tuttukları vakit ancak işaret ile
konuşurlardı. Fakat böyle bir açıklama uzak bir ihtimaldir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[229]
Kur'ân'ın Sünnet ile
neshedilebileceğini kabul eden bazıları şöyle demektedir: Zekeriyya (as) güç
yetirebildiği halde konuşmaktan alıkonuldu. Bu ise Hz. Peygamber (sav)'ın:
"Bir gün boyunca akşama kadar susup konuşmamak yoktur"
[230]
hadis-i şerifi ile neshedilmiştir.
Bununla birlikte ilim
adamlarının çoğunluğu burada nesh bulunmadığını ve Hz. Zekeriyya'nın kendisini
konuşmaktan alıkoyan bir hastalık sebebiyle konuşamaz hale geldiğini
söylemişlerdir. Sözkonusu bu rahatsızlık ise, sağlıklı olmakla birlikte
konuşamama halidir. Müfessirler de böyle demişlerdir. İlim adamlarının önemli
bir çoğunluğu ise: "Akşama kadar bir gün boyunca susmak yoktur"
hadisinin Allah'ı zikretmekten uzak olunmaz anlamında ^olduğunu
söylemişlerdir. Anlamsız ve faydasız şeyler söylemeye gelince; elbette ki
bunları söylemeyip konuşmamak daha güzeldir.
Yüce Allah'ın:
"Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah teşbih et" buyruğuna
gelince, birinci görüşe göre yüce Allah, dilinin tutulmuş olmasına rağmen,
kalbinde Allah'ı zikretmeyi terketmemesini emretmektedir. Bundan önce Bakara
Suresi'nde (2/40. âyette) zikrin anlamına dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî der ki: Eğer Allah'ı zikretmeyi terk hususunda herhangi bir kimseye
ruhsat verilmiş olsaydı elbette yüce Allah'ın şu buyruğunda Hz. Zekeriyya'ya
ruhsat verilmeli idi. Çünkü: "Alâmetin üç gün süreyle işaretten başka
hiçbir şekilde insanlarla konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok
an" diye buyurulmuştur. Yine savaşta bulunan kimseye yüce Allah'ın şu
buyruğu ile zikirde bulunmama hususunda izin verilmesi gerekirdi: "Bir
topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça
zikredin." (el-Enfâl, 8/45). İbn Ka'b'ın bu görüşünü Taberî nak-letmiştir.
"Teşbih et"
namaz kıl, anlamındadır. Namaza: "Sübha" denilmesinin sebebi,
namazda yüce Allah'ın her türlü kötülükten tenzih edilmesidir.
" Akşam"
kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun tekil olduğu da söylenmiştir. Akşam ise
güneşin zeval vaktinden batacağı vakte ka-darki süredir. Bu açıklama
Mücahid'den nakledilmiştir.
Muvatta'da el-Kasım b.
Muhammed'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben yetiştiğimde insanlar öğlen
namazını aşıy vaktinde (akşam, yani güneşin zevalinden sonra) kılmakta idiler.
[231]
"Sabah" ise
tan yerinin ağardığı vakitten, kuşluk vaktine kadar olan süredir.
[232]
42. Hani melekler:
"Ey Meryem, şüphesiz Allah, seni seçip temizledi ve seni âlemlerin
kadınlarından üstün tuttu" demişlerdi.
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah seni seçip temizledi" buyruğuna dair açıklamalar
daha önceden (el-Bakara, 2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Temizledi",
Mücahid ve el-Hasen'den nakledildiğine göre küfürden arındırdı, demektir.
ez-Zeccac ise ay hali, lohusalık ve buna benzer diğer kötülüklerden temizledi
ve seni Hz. İsa'yı doğurmak üzere seçip üstün kıldı, diye açıklamıştır.
"Seni
âlemlerin" yani el-Hasen, İbn Cüreyc ve diğerlerinden rivayete göre
çağdaşı olan âlemlerin kadınlarından üstün tuttu.
Burada geçen
"âlemlerin kadınlarından" buyruğunun, Sûr'a üfürüleceği ana kadar
bütün kadınlardan anlamına geldiği de söylenmiştir. İleride yapacağımız
açıklamaya göre de sahih olan budur. Bu, ez-Zeccâc ve başkalarının da
görüşüdür. Seçilme ve üstün kılınmanın tekrar edilmesinin sebebi de şudur:
Birincisinin anlamı ona ibadet etmek üzere seçilmesidir, ikincisinin anlamı
ise Hz. İsa'yı doğurmak üzere seçilmesidir.
Müslim, Ebu Musa'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Erkeklerden pek çok kimse kemale ermiştir. Fakat kadınlardan İmrân kızı
Meryem, Firavun'un karısı Âsiye'den başkası kemale ermemiştir. Ve şüphesiz
Âişe'nin kadınlara olan üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü
gibidir. "
[233]
İlim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Kemâl en ileri noktaya varmak ve
eksiksiz olmak demektir. Bu kelimenin mazisi "mim" harfi hem üstün
hem de ötreli olmak üzere şeklinde gelir. Mu-zarîsi ise mim harfi ötreli olarak
diye gelir. Herşeyin kemali kendisine göredir. Mutlak kemal ise yalnızca yüce
Allah'a aittir. Şüphesiz ki insan türünün en mükemmel olanları peygamberlerdir.
Ondan sonra ise sıddîklar-dan, şehidlerden ve sahillerden oluşan Allah'ın
evliyası gelir.
Durumun böyle olduğu
kabul edildiğinden şöyle denilmiştir: Hadis-i şerifte sözü geçen kemâl ile
kastedilen peygamberlik olduğuna göre Hz. Meryem ile Hz. Âsiye'nin iki kadın
peygamber olması gerekir. Nitekim böyle bir görüş de vardır. Sahih olan Hz.
Meryem'in peygamber olduğudur. Çünkü yüce Allah önceden de geçtiği gibi, sair
peygamberlere vahyettiği gibi melek vasıtasıyla ona da vahyetmiş bulunmaktadır.
Buna dair açıklamalar da ileride Meryem Sûresi'nde (19/12-26. âyetleri tefsir
ederken) gelecektir.
Âsiye'ye gelince; onun
peygamberliğine açıkça delâlet eden bir buyruk vârid olmuş değildir. Aksine
yine ileride Tahrîm Sûresi'nde (66/11. âyette) açıklanacağı üzere, onun sıddîk
oluşuna ve faziletine delalet eden buyruklar gelmiştir. Sahih yollarla gelen
rivayetlerde Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu
da rivayet edilmektedir: "Dünya ka-dınlannın en hayırlısı dört tanedir.
Bunlar İmrân kızı Meryem, Firavun'un karısı Muzâhim'in kızı Âsiye, Huveylid
kızı Hadice ve Muhammed kızı Fatı-ma'dır."
[234]
Ykıe İbn Abbas'tan
gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Cennet halkı
hanımlarının en faziltelisi Huveylid kızı Hadice, Muhammed kızı Fatıma, İmrân
kızı Meryem ile Firavun'un karısı Muzâhim kızı Âsiye'dir."
[235]
Yine ondan gelen
bir diğer rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Meryem'den sonra cennet halkı
kadınlarının efendisi Fatıma ile Hadice'dir."
[236]
Kur'ân-ı Kerîm'in ve
hadis-i şeriflerin zahir ifadesi Hz. Meryem'in, Hz. Havva'dan Kıyametin
kopuşuna kadar görülecek son kadına kadar bütün dünya kadınlannın hepsinden
faziletli olmasını gerektirmektedir. Çünkü melekler kendisine yüce Allah'tan
mükellefiyet, haber vermek ve müjdelemek gibi şeyler ihtiva eden vahyi -diğer
peygamberlere bildirdikleri gibi- bildirmişlerdir. O halde Hz. Meryem bir
peygamber kadındı. Peygamber ise veliden daha faziletlidir. O bakımdan Hz.
Meryem mutlak olarak geçmiş ve gelecek, öncekilerin ve sonrakilerin bütün
kadınlarından daha faziletlidir. Ondan sonra ise fazilette, Hz. Fatıma, sonra
Hz. Hadice ve sonra da Hz. Âsiye gelir.
Nitekim Mûsâ b. Ukbe
de bunu Kureyb'den böylece rivayet etmiştir. Ku-reyb'in rivayetine göre İbn
Abbas dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Dünya kadınlarının
efendisi Meryem, sonra Fatıma, sonra Hadice, sonra da Asiye'dir."
[237] Bu
hasen bir hadis olup rivayetler arasındaki müşkilliği kaldırmaktadır.
Nitekim yüce Allah Hz.
Meryem'e hiçbir -kadına vermediği şeyleri özellikle vermiştir. Bunlar
Ruhu'l-Kudüs'ün onunla konuşması, ona görünmesi, gömleğinin yakasına üflemesi
ve üflemek için ona yakınlaşmasıdır. Bunlar, hiçbir kadına verilmiş özellikler
değildir. Ayrıca Hz. Meryem, Rabbinin kelimelerini tasdik etmiş ve çocuk
doğacağı müjdesi kendisine verilince Hz. Zekeriyya'nın alâmet istemesi gibi
ayrıca bir alâmet istememiştir. İşte bundan dolayı yüce Allah indirdiği Kitab-ı
Hakiminde ona "Sıddîka: çokça tasdik eden, Rabbinin sözlerini doğrulayan
kadın" adını vererek şöyle buyurmuştur: "Ve onun annesi sıddîka bir
kadındı." (el-Maide, 5/75). Bir başka yerde de yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve o Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmişti.
O kânitlerden (Allah'ın buyruklarına itaat edenlerden) idi" (et-Tahrim,
66/12).
Böylelikle yüce Allah
Hz. Meryem'in hem sıddîk oluşuna, hem müjde kelimelerini tasdik edip
doğruladığına, hem de itaat eden kânitlerden olduğuna tanıklık etmiş
bulunmaktadır. Ancak Hz. Zekeriyya'ya çocuk sahibi olacağı müjdesi verilince
o, yaşının büyüklüğünü ve karısının da kısırlığını gözünün önüne getirerek:
Karım da kısırken benim nasıl çocuğum olabilir? diye sormuş ve kendisine bir
alemet verilmesini istemişti. Hz. Meryem'e çocuk sahibi olacağı müjdesi
verilince o, kendisinin bakire olduğunu, ona hiçbir insan elinin değmediğini
hatırına getirince de kendisine: "Evet, öyledir ve Rabbin buyurdu
ki:" (Meryem, 19/21) diye ona cevap verilmiş, o da bu kadarı ile yetinmiş,
Rabbinin kelimelerini doğrulamış, bu işin içyüzünü bilenden ayrıca bir alâmet
istememiştir. Peki, bütün âlemler arasında Hz. Âdem'in kız çocuklarından böyle
üstün menkıbeleri bulunan bir başka kadın var mıdır? İşte bundan dolayı rasûllerle
birlikte cennete es-sabikûnu (ileri gidenleri) geride bıraktığı rivayet
edilmiştir.
Rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennete benim ümmetimin ileri
gidenlerinden, aralarında İbrahim, İsmail, İshak, Ya'kub, Esbat (Hz. Yakub'un
evlatları) Mûsâ, İsa ile İmrân kızı Meryem gibi ondört adam dışında, hiç kimse
daha önce cennete gitmeyecektir diye yemin edecek olursa şüphesiz ki benim bu
yeminim doğrudur. "
[238]
Zahir bilgisini
öğrenip de zahir şeyleri gizli şeylere delil gösteren kimselerin, Rasûlullah
(sav)'ın şu hadis-i şeriflerine de dikkat etmeleri gerekirdi: "Ben Âdem
evladının efendisiyim, bununla birlikte övünmüyorum..." Devamla onun:
"Kıyamet gününde Hamd sancağı benim elimde olacaktır. Kerem anahtarları
elimde olacaktır. Ben ilk konuşacak olanım, ilk şefaat edecek olanım, ilk
müjde verecek olanım, ilk... ve ilk... olanım"
[239]
buyruğunda işaret edilen bu dünya hayatındaki sair peygamberlere olan üstünlük
ve efendiliğe ancak batındaki çok büyük bir özelliği dolayısıyla nail olduğuna
da dikkat etmeleri gerekirdi. İşte Hz. Meryem'in de Kur'ân-ı Kerîm'de sıddîk
olduğuna ve Rabbinin kelimelerini tasdik ettiğine dair Allah'ın şahitliğine
mazhar olması, ancak onu oldukça yücelten, yaklaştıran bir mertebe dolayısıyla
olmuştur.
[240]
Hz. Meryem'in
peygamber olmadığını söyleyen kimselerin açıklaması da şöyledir: Onun meleği
görmesi, ashabın Hz. Cebrail'i İslâm'a ve imana dair soru sormak üzere
Dihyetu'l-Kelbi'ye benzer bir şekilde görmelerini andırmaktadır. Ashab-ı Kiram
o meleği bu şekilde görmekle peygamber olmadılar. Ancak birinci görüş daha
zahir (daha güçlü)dir ve çoğunluk da bu kanaattedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Kurtubî -merhum- de
işaret ettiğimiz âyetleri tefsir ederken "erkekler" anlamına gelen
"rical" kelimesini "Âdemoğullan" diye tefsir etmekle
birlikte; bilhassa Yûsuf, 12/109. âyeti tefsir ederken el-Hasen'in:
"Allah ne bedevilerden, ne kadınlardan ne de cinlerden bir Peygamber
göndermiştir" sözlerini nakletmekte daha sonra da şunları söylemektedir:
"İlim adamları derler ki: Rasûlün şartlarından biri de Âdemoğlundan, erkek
ve şehirli olmasıdır."
[241]
43. "Ey Meryem,
kunut ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan, rükû' edenlerle birlikte rükû'
et."
Mücahid'den
nakledildiğine göre "kunût et"; namazda uzunca kıyamda dur, demektir.
Katade ise, devamlı olarak O'na itaat et anlamındadır, der.
"Ku-nut"un anlamına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/116.
âyet 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Evzaî der ki:
Melekler ona bunu deyince kalkıp namaza durdu. Ayakları şişinceye ve
ayaklarından kan ve irin akıncaya kadar ayakta namaz kılmaya devam etti. Selam
olsun ona...
"Secdeye kapan,
rükû' edenlerle birlikte rükû' et." Burada rükû'dan önce secdeye
kapanmanın sözkonusu edilmesinin sebebi "ve" atıf harfinin tertibi
gerektirmeyişindendir. Bu hususa dair görüş ayrılıkları ise Bakara Sûre-si'nde
yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın
alâmetlerinden-dir" (el-Bakara, 2/158) buyruğu açıklanırken ele
alınmıştır. Şayet: "Zeyd ve Amr kalktı" denilecek olursa Amr'ın
Zeyd'den önce kalkmış olması mümkündür. Buna göre buradaki buyruğun anlamı:
Rükû' et ve secde yap" şeklinde olur. Bir görüşe göre ise onların
şeriatinde sücud, rükû'dan önce imiş.
"Rükû' edenlerle
birlikte rükû' et" buyruğu hakkında da şöyle denilmiştir: Yani onlarla
birlikte namaz kılmıyor isen de onların yaptıklarını yap, anlamındadır. Bundan
kastın, cemaatle namaz kılmak olduğu da söylenmiştir. Yine buna dair
açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (2/43. âyet 5. başlık ve devamı)
geçmiş bulunmaktadır.
[242] .
44. Bunlar sana
vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'in bakımını hangisi üzerine
alacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Çekişirlerken de
sen yanlarında bulunmadın.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerin-dendir"
buyruğundan kasıt şudur: Yani Zekeriyya, Yahya ve Meryem (hepsine selam
olsun)'ın durumlarına dair sözünü ettiğimiz bu hususlar gayba dair
haberlerdendir.
"Sana vahyetmekte
olduğumuz" buyruğunda da Muhammed (sav)'ın peygamberliğine açık bir delil
vardır. Çünkü Hz. Peygamber geçmişlerin kitaplarını okumamış olduğu halde, Hz.
Zekeriyya ile Hz. Meryem'in kıssalarını indirdiği gibi; bunlara dair haberler
vermiştir ve bu konuda kitap ehli de onu tasdik etmişlerdir.
Yüce Allah'ın:
"Sana vahyetmekte olduğumuz" buyruğu ile Bunlar" buyruğuna
işarette bulunmuştur. İşte bu kelimenin müzekker gelmesinin sebebi de budur.
Burada
"vahyetmek"ten kasıt ise, Peygamber (sav)'a risalet vermek demektir.
Vahiy ise, ilham ile de olabilir, işaretle de olabilir, başka şekillerde de
olabilir. Sözlükte bunun asıl anlamı birşeyi gizlice bildirmek demektir. İşte
bundan dolayı ilham da vahiy diye adlandırılır olmuştur. Yüce Allah'ın şu
buyruklan da bu kabildendir: "Hani Ben Havarilere vahyetmiş idim."
(el-Ma-ide, 5/111); "Ve Rabbin arıya vahyetti ki.." (en-Nahl, 16/68).
"Havarilere
vahyettim" buyruğunun onlara emrettim, anlamına olduğu da söylenmiştir,
ile aynı anlamda olup,
"vahyetti" demektir, el-Accac der ki:
"Ve ona karar
bulmasını vahyetti, o da karar buldu.!
Yani Allah arza karar
bulmasını emretti, o da karar buldu.
Hadis-i şerifte de
"Sür'atlice, sür'atlice"
[243]
denilmektedir. Bu kelimeden fiil ise; şeklinde gelir.
İbn Faris der ki:
Vahiy, işaret, yazmak ve haber göndermek (risalet) demektir. Senden başkasına
bilmek üzere bıraktığın herşeye (vahy) denir. Nasıl olursa olsun. Vahiy aynı
zamanda hızlı demektir. Sese de 'el-Vahâ' denilir. Onlara bağırdık, çağırdık
anlamında (vahiy kökünden olmak üzere- “” denilir.
[244]
Yüce Allah'ın:
".... sen yanlarında değildin" yani ya Muhammed, sen onların
bulundukları yerde, huzurlarında bulunmuyordun, demektir.
"Kalemlerini
atarlarken." Kalem kelimesi birşeyi kesmek anlamına gelen; (-uİS)'dan
gelmektedir. Bunun fal için kullandıkları oklar anlamına olduğu söylenmiştir.
Kendileriyle Tevrat'ı yazdıkları kalemleri olduğu da söylenmiştir, daha uygun
açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah fal oklarını kullanmayı yasaklayarak:
"Bu, bir fısktır" (el-Maide, 5/3) diye buyurmuştur. Şu kadar var ki,
onların bu işi cahiliyye döneminde yaptıkları şekilden başka türlü ve başka
maksatla yapmış olmaları da düşünülebilir.
"Meryem'in
bakımını hangisi üzerine alacak diye.." Hangisi onu büyütecek diye.
Zekeriyya (as): "Onu almaya en çok hak sahibi benim. Çünkü teyzesi benim
yanımdadır" demişti. Meryem'in annesi olan Fâkûd kızı Hanne'nin kızkardeşi
Fakud kızı Eşyi' onun hanımı idi.
Sair İsrailoğulları
ise: Hayır biz onu almaya daha hak sahibiyiz. Çünkü o bizim büyük ilim
adamımızın kızıdır, demişlerdi.
Bunun üzerine onu
himayelerine almak üzere kur'a çektiler. Herkes kendi kalemini getirdi ve
kalemlerini akan suya atmaları, kimin kalemi durup da su onu akıntısıyla
sürükleyerek götürmezse, o kimsenin Meryem'i yanına alacağı üzerinde ittifak
ettiler.
Peygamber (sav)
buyurdu ki: "Sair kalemler suyun akıntısına kapılıp gitti, fakat Zekeriyya'nın
kalemi üstte kaldı."
[245]
Bu da Hz. Zekeriyya
için bir mucize idi. Çünkü o bir peygamberdi ve onun eliyle mucizeler ortaya
çıkardı. Başka açıklamalar da yapılmıştır.
"Meryem'in
bakımını hangisi üzerine alacak diye" buyruğu mübtedâ ve haber olup sözün
delâlet ettiği gizli fiil ile nasb mahallinde mübteda ve haberdir. İfadenin
takdiri ise şöyledir: Meryem'i hangisi himayesine alacak diye bakıyorlardı.
Burada fiilin: "Hangisi" kelimesinde amel etmeyişinin sebebi,
istifham (soru) için oluşudur.
[246]
Kimi ilim adamımız bu
âyet-i kerimeyi kur'anın kabul edileceğine delil göstermiştir. Kur'a bizim
şeriatimizde paylaştırmada adaleti isteyen herkes için aslî bir ilkedir.
Fukahânın cumhuruna göre delilleri eşit seviyede olan kimselere göre kur'a
sünnettir. Böylelikle taraflar arasında adalet sağlansın, kalpleri mutmain
olsun ve onların arasında hakları paylaştıran kimse hakkında zanda bulunma
ihtimalleri ortadan kalksın ve eğer paylaştırılan tek bir cinsten ise, hak
sahiplerinden birisi ötekinden daha fazla hak almasın. Kitap ve Sünnete uymak,
bunun böyle olmasını gerektirir.
Ebu Hanife ve
arkadaşları kur'a gereğince uygulamada bulunmayı kabul etmezler. Bu konuda
vârid olmuş hadis-i şerifleri red ederek, bunların hüküm bakımından bir anlam
ifade etmediklerini ve yüce Allah'ın yasaklamış olduğu fal oklarına benzediğini
söylemişlerdir.
İbnu'l-Münzir ise Ebu
Hanife'den kurayı caiz kabul ettiğini ve şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'a,
kıyasa göre uygun bir yol değildir. Fakat bizler bu konuda kıyası terkedip
ilgili rivayetleri ve sünnetteki delilleri alıp kabul ettik.
Ebu Ubeyd der ki: Üç
peygamber kur'a ile amel etmişlerdir. Bunlar Yunus, Zekeriya ve peygamberimiz
Muhammed (sav)'dır. İbnu'l-Münzir der ki: Kur'a ile uygulama yapılacağı hususu,
ortak kimseler arasında paylaştırılan şeyler hakkında ilim adamları tarafından
adeta icma ile kabul edilmiş gibidir. O bakımdan kurayı reddedenin sözünün bir
anlamı yoktur. Buhârî "Ki-tabu'ş-Şehâde"nin sonlarında: "İçinden
çıkılmaz işlerde kur'a ve yüce Allah'ın: "Kalemlerini atarlarken"
buyruğunu" açtıktan sonra en-Nu'man b. Beşir'in şu hadis-i şerifini
nakleder: "Allah'ın sınırları üzerinde duran ve onlar hakkında riyakârlık
yapan kimsenin misali, bir geminin (yerlerini) paylaştırmak üzere kur'a çekenlerin
durumuna benzer...."
[247]
İnşaallah el-Enfal
Sûresi (8/25. âyet 1. başlıkta) ile Zuhruf Sûresi'nde (43/34. âyet 5. başlıkta)
buna dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca Um-el-Ala'nın Ensar, Muhacirlerin
nerede kalacaklarına dair kura çektikleri vakit paylarına Osman b. Maz'ûn'un
düştüğüne dair rivayeti; Hz. Aişe'nin de: "Rasû-lullah (sav) bir yolculuğa
çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payı çıkarsa
onunla birlikte yolculuğa çıkardı" anlamındaki hadisi de (Buhârî) orada
zikretmektedir.
[248]
Bu hususta (yolculukta
hanımlardan birisi ile çıkma) İmam Malik'ten farklı rivayet gelmiştir. Bir
seferinde bu hadis-i şerif dolayısıyla kur'a çeker derken, bir diğer seferinde
yolculukta kendisine hangisini daha uygun buluyorsa onunla yola çıkar,
demiştir.
Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadis-i şerife göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Şayet
insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların bulunduğunu bilip
de sonra da bunu yapmak için kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak
olsalardı elbette kur'a çekerlerdi."
[249]
B¥u anlamda hadis-i
şerifler pek çoktur. Kur'anın ne şekilde çekileceği ve konu ile ilgili görüş
aynlıkları fıkıh kitaplarında sözkonusu edilmiştir. Ebu Ha-nife şu sözleriyle
delilini açıklar: Hz. Zekeriyya ile Peygamber (sav)'ın hanımları arasında
kur'a çekmesi şayet kur'asız olarak aralarında razı olup anlaşabilselerdi caiz
olacak şeyler kabilindendi.
İbnu'l-Arabî ise der
ki: Böyle bir gerekçe zayıftır. Çünkü kur'anın faydası ancak taraflardan her
birisinin o hakkın kendisinin olmasını istediği hallerdeki gizli hükmü ortaya
çıkarmaktır. Karşılıklı rıza ile ortaya çıkacak olan birşey ise başka bir
konudur. Herhangi bir kimse: Kur'a, karşılıklı rızanın söz-konusu olmasıyla
birlikte yapılır, diyecek olursa şunu belirtelim ki kur'a karşılıklı rıza ile
birlikte hiçbir zaman yapılmaz.
Kur'a ancak tarafların
karşılıklı olarak cimrilik gösterdiği ve başkasına vermeyi kendiliğinden razı
olmadığı şeyler hakkında olur. Şafiî'ye ve kur'ayı kabul edenlere göre de
kur'anın şekli şöyle olur: Birbirine eşit küçük parçalar kesilir. Her bir
parçanın üzerine pay sahibinin adı yazılır. Bundan sonra yine aralarında fark
olmayacak şekilde çamurdan birbirine eşit parçalar arasına yerleştirilir.
Sonra bu çamurlar azıcık kurutulup arkasından bu işlemlerde hazır bulunmayan
bir adamın elbisesine bırakılıp elbisesi üzerine örtülür, sonra bu adam elini
uzatır ve bir yuvarlak çamur parçası çıkarır. Bir adamın adı çıktı mı, kendisi
için kur'a çekilen pay, o kişiye verilir.
[250]
Âyet-i kerime aynı
şekilde teyzenin hadâne (annesi ölmüş küçük çocuğun bakımını üstlenme) hakkının
nine dışında diğer akrabalardan daha öncelikli olduğunu göstermektedir.
Peygamber (sav) da -Emetullah adındaki- Hz. Hamza'nın kızını, teyzesi nikâhı
altında bulunan Ca'fer'e verilmesi hükmünü vermiş ve: "Teyze anne
makamındadır" demiştir.
[251] Bu
mesele daha önce Bakara Sûresi'nde (2/233- âyette 9. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd, Hz. Ali'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Zeyd b. Harise Mekke'ye gitti ve Hamza'nın
kızını getirdi. Ca'fer: Ben onu yanıma alacağım. Çünkü onu almaya daha çok ben
hak sahibiyim. Hem amcamın kızıdır, hem de teyzesi benim yanımdadır ve teyze de
anne demektir, dedi. Hz. Ali de: Hayır, onu almaya ben daha bir hak sahibiyim.
Hem benim amcamın kızıdır, hem benim yanımda Rasûlullah (sav)'ın kızı vardır.
O bu kızı almaya daha bir hak sahibidir, dedi. Zeyd de: Onu almaya ben daha çok
hak sahibiyim. Çünkü onun için ben yolculuk yaptım, yola koyuldum ve onu ben
getirdim. Peygamber (sav) yanlarına çıktı ve bazı şeylerden söz ederek dedi
ki: "Bu kız çocuğuna gelince; ben onun Cafer'e verilmesini hükme
bağlıyorum. Teyzesiyle birlikte olacak ve zaten teyze bir annedir."
[252]
İbn Ebî Hayseme'nin
naklettiğine göre Zeyd b. Harise Hz. Hamza'nın vasisi idi. Buna göre teyze,
vasiden daha bir hak sahibi olur. Amcaoğlu ise, eğer teyzenin kocası ise,
hadane hususunda -her ne kadar- teyze kızı için mahrem olmasa dahi- hadaneyi
kesen bir engel değildir.
[253]
45. Hani melekler şöyle demişti: "Ey Meryem,
Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir.
Dünyada da âhirette de şanı yücedir, Allah'a yakın kılınanlardandır.
46. "Beşiğinde de
yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır ve salihler dendir."
Bu buyrukta da önceden
geçtiği üzere Hz. Meryem'in peygamberliğine bir delil vardır.
"Hani"
anlamında kelimesi
"çekişirlerken" buyruğuna taalluk etmektedir. Bunun yüce Allah'ın:
"Sen onların yanında bulunmadın" buyruğuna taalluk etmesi de
mümkündür.
"Kendinden bir
kelimeyi" anlamındaki buyruğunu Ebu's-Semmâl: şeklinde okumuştur ki buna
dair açıklamalar önceden (39. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Adı Meryem oğlu
İsa Mesih'tir." Burada "kelime" kelimesi, erkek çocuk anlamına
geldiğinden dolayı dişi olarak; Onun
adı; dememiştir.
"Mesih" Hz.
İsa'nın lakabı olup sıddîk anlamındadır. Bunu İbrahim en-Ne-haî söylemiştir.
Denildiğine göre bu kelime, arapçalaştınlmış bir kelimedir. Bunun aslı ise
şin'lidir (meşih). Bu kelime müşterek bir lafızdır.
İbn Fâris der ki:
Mesîh, damar, sıddîk, üzerinde yazı ve nakış bulunmayan düz dirhem
anlamındadır. Mesh ise cima demektir. Erkek kadın ile cima ettiği vakit bu
tabir kullanılır. Düz olan yere de (aynı kökten gelmek üzere): "el-emsah
denilir. Kaba etleri oldukça zayıf olan kadına da "el-meshâ" denilir.
tabiri; filân güzeldir, demektir. Güzel olan yaya "mesîha" denilir ki
çoğulu da "mesâih" diye gelir. Şair der ki:
"Onların yan
taraflarında yana yatmış yumuşak yaylan vardır Fakat bu yaylar zayıf da
değildir, ince de değildir."
Hz. Meryem'in oğlunun
unvanı olan "Mesih" kelimesinin nereden alındığı konusunda da farklı
görüşler vardır. Yeryüzünü meshettiği, yani orada karar bulmaksızın gidip
geldiği için bu adın verildiği söylenmiştir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine
göre ise Hz. İsa, musibet sahibi birisine meshetti mi (elini sürdü mü) mutlaka
iyileşirdi. Ona "Mesîh" adı bundan dolayı verilmiş gibidir. Buna
göre "Mesîh" kelimesi fail anlamında fe'îl veznindedir.
Bir diğer görüşe göre
Hz. İsa, bereket yağı ile meshedildiği için bu adı almıştır. Peygamberlere bu
yağdan sürülürdü. Bu, kokusu hoş olan bir yağ idi. Bu yağ birisine sürüldü mü
peygamber olduğu bilinirdi.
Yine denildiğine göre
Hz. İsa'nın ayak tabanlanndaki iki çukur, düz olduğu (mensûh) için bu adı
almıştır.
Güzelliğin onu
meshetmesi yani güzelliğinin açıkça görülmesi dolayısıyla bu adı aldığı da
söylenmiştir.
Ona bu adın veriliş
sebebinin günahlardan temizlenmekle meshedildiğin-den dolayı olduğu da
söylenmiştir. Ebu'l-Heysem ise der ki: (Sonu ha'lı olarak) el-mesîh kelimesi
(sonu hı'h olarak) el-mesîh kelimesinin zıddıdır. "Allah onu
meshetti" denildiği zaman, güzel ve mübarek bir hilkat ile yarattı, denilir.
(Hı'h olarak) "onu meshetti" ise çirkin ve lânetli bir şekilde
yarattı, anlamındadır.
İbnu'l-Arabî der ki:
Mesîh sıddîk demektir. Mesîh (hı'h olarak) bir gözü kör demektir ki Deccal bu
ad ile anılır.
Ebu Humeyd de der ki:
Mesih'in İbranice aslı "şin"li olarak "meşih"tir. "Muşa"
kelimesi Arapçaya "Musa" şeklinde geçtiği gibi, bu da
"mesih" şeklinde gelmiştir. Deccâl'e "mesih" adının veriliş
sebebi ise, iki gözünden birisinin meshedilmiş (kör) olmasından dolayıdır.
Deccâl'in ise "mim" esreli ve "sin" harfi de şeddeli olmak
üzere "missîh" diye adlandırıldığı da söylenir. Bazıları da bu
kelimeyi aynı şekilde son harfi "noktalı hı" olarak da söylemişlerdir.
Bazı dilciler ise bu kelimeyi "mim" harfini üstün, "hı"
harfini de şedde-siz olarak "mesîh" şeklinde söylemişlerdir. Ancak
birincisi daha uygundur, çoğunluğun kabul ettiği de budur. Ona bu adın veriliş
sebebi onun (Deccal) yeryüzünü dolaşacak olmasıdır. Yani Mekke, Medine ve
Beyt-i Makdis dışında yeryüzündeki bütün beldelere girebilecektir. O bakımdan
bu da faîl anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Deccal,
yeryüzünü mihnet ile mesh edecek (dolduracaksa); Hz. Meryem'in oğlu ise ni'met
ile meshedecektir.
(Deccâl'in adı olarak)
Mesih'in gözünün birisi meshedilmiş (kör) anlamına gelmesi halinde bu kelime,
"mef'ûl" anlamında fail veznindedir. Şair der ki:
"Şüphesiz Mesih
(ha ile); Mesih (hı ile)'i öldürecektir."
Müslim'in Sahih'inde
Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "Deccal'in uğrayıp geçmeyeceği bir belde yoktur. Mekke ile Medine
müstesna."[254]
Abdullah b. Amr
yoluyla gelen rivayette ise: "Ka'be ve Beytü'-l-Makdis müstesna"
şeklindedir. Bunu Ebu Cafer et-Taberî zikretmektedir. Ebû Cafer et-Tahâvî ise
şunu ilave etmektedir: "Ve Tür Mescidi müstesna." Tahavi bunu Cunâde
b. Ebi Umeyye yoluyla Peygamber (sav)'ın ashabından birisinden rivayet eder. O
da Hz. Peygamber'den bunu rivayet eder.
Ebu Bekr b. Ebi
Şeybe'nin Samura b. Cündüb'den rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "O (Deccal) bütün yeryüzünde ortaya çıkacaktır, ancak Harem,
Beytü'l-Makdis müstesna ve o Beytü'l-Makdis'te mü'minleri muhasara altına
alacaktır." Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikreder.
Müslim'in Sahihinde
ise şöyle denilmektedir: "O bu halde iken yüce Allah Meryem oğlu Mesih'i
gönderecektir. O da, iki elbiseye bürünmüş, iki elini iki meleğin kanatları
üzerine koymuş olarak Dımaşk'ın doğusunda el-Me-nartu'l-Beydâ (Beyaz Minare
)nin yakınında nazil olacaktır. Başını eğdiği vakit damlar, yukarı kaldırdığı
vakit ondan inciyi andıran gümüş taneleri saçı-lacaktır. Onun nefesinin
kokusunu alan bir kâfir mutlaka ölür. Onun nefesi ise gördüğü son noktaya kadar
ulaşır. (İsa) onu (Deccal'i) takip edecektir ve sonunda ona Babu Lüd denilen
yerde yetişecek ve onu öldürecektir" diyerek hadisi bütünüyle nakleder.[255]
Şöyle de denilmiştir:
Mesih Hz. İsa'nın başka bir kökten türememiş bir ismidir. Bu ismi ona Allah
vermiştir. Buna göre "İsa" kelimesi "Mesih" kelimesinden
aynıyla bedel olur. İsa ise Arapça olmayan bir isimdir. Bundan dolayı munsarıf
değildir. Eğer bunu Arapça bir kelime kabul edecek olsak dahi, özel isim olunca
da nekre olunca da munsanf olmaz, çünkü bu kelimenin sonunda te'nis
"elifi vardır. Şayet bu kelime müştak (başka kökten türemiş) bir kelime
olursa, yönetmek ve başında işlerini idare etmek anlamına gelen 'dan türemiş
olur.
"Şanı yücedir
(vecîh)": Yani makam ve mevkisi yüksek, şerefli kimse demektir. Hal olmak
üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş'e aittir.
"Allah'a yakın
kılınmışlardandır." Allah nezdinde yakın olanlardandır. Bu kelime az önce
geçen: "Şanı yücedir" kelimesine atfedilmiştir. Yani aynıştu mes :kul
İmal 30/4
"Ve salihlerdendir."
Bu kelime de yine aynı şekilde: "Şanı yücedir" kelimesine
atfedilmşitir. Yani o, Allah'ın salih kullarındandır da.
Ebu Bekr b. Ebû Şeybe
şunu rivayet etmektedir: Bize Abdullah b. İdris, Husayn'dan o Hilal b.
Yesaf'dan naklederek dedi ki: Beşikte yalnız üç kişi konuşmuştur. Bunlar İsa,
YusuPun sahibi (yani kıssasında sözü edilen kişi) ile Cüreyc'in kıssasında sözü
edilen kişidir. O, bu şekilde "Yusuf un sahibi" diye ifade
kullanmıştır.
Müslim'in Sahih'inde
ise Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Beşikte üç kişiden başkası konuşmuş değildir. (Bunlar) Meryem oğlu İsa,
Cüreyc'in sahibi ile zorba birisinin adamıdır. Küçük bir çocuk annesinden süt
emmekte iken ..." diyerek hadisi uzun uzadıya nak-leder.
[256]
Ashab-ı Uhdud
kıssasına dair Suhayb'ın rivayet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir:
"Bir kadın da imanı dolayısıyla ateşe atılmak üzere getirildi. Beraberinde
de bir küçük çocuk vardı."
Müslim'den başka
eserlerde: "Süt emen bir çocuk getirdi. Ateşe düşmekte tereddüt etti.
Çocuk ona: Anacığım, sabret, çünkü sen hak üzeresin, de-di."[257]
ed-Dahhâk ise der ki:
Altı kişi beşikte konuşmuştur. Bunlar Yusuf un şahidi, Firavun'un karısı
Maşita'nın küçük çocuğu, İsa, Yahya, Cüreyc'in adamı ile zorba olan kişinin
adamı. ed-Dahhâk Ashab-ı Uhdud'dan söz etmez. Böylelikle o Ashab-ı Uhdud
kısasında konuşan çocuktan söz etmemektedir. Onu da ilave ettiğimiz takdirde
konuşanların sayısı yedi kişi olur. Bunun ile Hz. Peygamber'in:
"Beşikteyken üç kişiden başka konuşan olmamıştır" hadisi arasında
bir tearuz yoktur. Çünkü Hz. Peygamber bu hadisi söylediği durumda iken
kendisine vahyedilenlerden elde ettiği bilgiye göre konuşmuştur. Daha sonra
yüce Allah bu hususta dilediği şeylerin bilgisini verdi; o da bunların haberini
verdi.
Derim ki: Yusuf
kıssasında kendisinden söz edilen kişiye dair açıklamalar ileride geleceği
gibi, Cüreyc kıssasında konuşan küçük ile zorba adamın ve Ashab-u Uhdudun
kıssasında konuşan küçüğe dair açıklamalar da Müslim'in Sahih'inde yer
almaktadır. Uhdud ashabı kıssası ise ileride yüce Allah'ın izniyle Buruc
Sûresi'nde (85. sûre) gelecektir.
Firavun'un hanımı
Maşita'nın küçük çocuğuna gelince; Beyhakînin rivayetine göre İbn Abbas şöyle
demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "İsra'ya çıkarıldığım gece hoş bir
kokunun geldiği bir yerde yürüdüm. Bu neyin kokusudur diye sordum. Bana
Firavun'un kızı Maşita ile onun çocuklarının, dediler. Maşita'nın tarağı
elinden düşmüş o da: Bismillah demişti. Firavun'un (diğer) kızı: Babam mı, diye
sorunca o şöyle dedi: Benim de Rabbim, senin de Rabbin, babanın da Rabbi. Senin
babamdan başka Rabbin mi var? diye sorunca: Evet benim de Rabbim, senin de
Rabbin babanın da Rabbi Allah'tır. Firavun onu çağırdı ve: Benden başka Rabbin
var mı? diye sordu. O: Evet, benim de Rabbim senin de Rabbin Allah'tır. Bunun
üzerine Firavun bakırdan büyük bir kazanın kızdırılmasını emretti. Daha sonra
Maşita'nın oraya atılmasını emredince: Senden bir isteğim var, dedi. Nedir o?
diye sorunca şöyle dedi: Benim ve çocuklarımın kemiklerini bir yere getirip
koyacaksın. Firavun: Evet senin bu istediğini üzerimizdeki hakkın dolayısıyla
yerine getireceğiz. Emir verdi ve çocukları biri ötekinin ardına ateşe
atıldılar. Nihayet aralarında süt emen bir çocuğa sıra geldi. O da (annesine):
Anneciğim atıl, tereddüt gösterme. Çünkü biz hak üzereyiz, dedi. (İbn Abbas)
dedi ki: - Küçükken dört kişi konuşmuştur. İşte bu çocuk, Yusuf'un lehine
şahitlik eden kişi ile Cüreyc kıssasında kendisinden söz edilen kişi ve Meryem
oğlu Hz. İsa'dır.[258]
47. Meryem dedi ki:
"Rabbim bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?"
Dedi ki: "Öyledir, Allah dilediğini yaratır. O birşeyin olmasını dilerse
ona "ol" der; o da oluverir."
Yüce Allah'ın:
"Dedi ki: Rabbim..." Efendim, demektir. O bununla Hz. Cebrail'e
hitap etmektedir. Çünkü Hz. Cebrail, ona insan suretinde görününce: Ben, senin
Rabbinin sana tertemiz bir evlat bağışlaması için gönderdiği elçisiyim,
demişti. Hz. Meryem, onun bu sözlerini işitince, hangi yolla çocuk sahibi
olacağını sordu ve dedi ki: Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum
olur? Yani nikâh yoluyla kimse bana dokunmamışken. Kendi adıyla-anılan sûrede
ise: "Ve ben ahlâksız bir kadın da değilim.'' (Meryem, 19/20) dediği
nakledilmektedir. Bunu ise te'kid olmak üzere zikretmişti. Çünkü onun:
"Bana bir beşer dokunmamışken" şeklindeki sözleri helâl yolla olanı
da haram yolla olanı da kapsamaktadır. Demek istiyor ki: Yüce Allah'ın
yaratmakta uyguladığı adeti, çocuğun ya nikâh veya ahlâksızlık yoluyla dünyaya
gelmesidir.
Şöyle de açıklanmıştır:
O herhangi bir şeyi Allah'ın kudretinin dışında görmüş değildir. Fakat bu
çocuğun nasıl olacağını öğrenmek istemişti. Bu çocuk ileride evleneceği
kocasından mı olacak; yoksa doğrudan Allah'ın yarat-masıyla mı var edilecek?
Rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail kendisine: "Öyledir, Allah dilediğini
yaratır" ile "Öyle, fakat Rabbin, bu benim için pek kolaydır. Nitekim
sen daha evvel birşey değilken seni yarattım; buyurdu" (Meryem, 19/9)
deyince; gömleğinin yakasına ve yenine üfledi. Bu açıklamayı İbn Cüreyc
yapmıştır.
İbn Abbas da der ki:
Hz. Cebrail parmağı ile gömleğinin yenini tuttu ve ona üfledi. Anında Hz.
İsa'ya gebe kaldı. Yine -yüce Allah'ın izniyle onun adıyla anılan sûrede
açıklanacağı üzere- başka açıklamalar da yapılmıştı.
Kimisi de şöyle der: Hz.
Cebrail'in üflemesi onun rahmine vardı ve öylelikle hamile kaldı. Kimisi de
şöyle cevap verir: Hz. İsa Hz. Cebrail'in üflemesinden yaratılmış olamaz.
Çünkü o takdirde bu çocuğun bir kısmı melekten bir kısmı insandan olur. Fakat
bunun sebebi de şudur: Yüce Allah Hz. Âdem'i yaratıp onun zürriyetinden mîsak
alınca, suyun bir bölümü babaların sülblerinde bir bölümü de annelerin
rahminde vardı. İki su bir araya geldiği vakit çocuk olur. Yüce Allah bu iki
türlü suyu Hz. Meryem'de bir arada yaratmıştı. Onun bir bölümünü rahminde bir
bölümünü de sulbünde. Hz. Cebrail sulbüne, şehveti harekete gelsin diye üfledi.
Çünkü kadının şehveti harekete gelmedikçe hamile kalmaz. Hz. Cebrail'in
üflemesiyle şehveti harekete gelince; sulbünde bulunan su, rahmine düştü.
Böylelikle her iki su birbirine karıştı ve bundan dolayı da hamile kaldı. İşte
yüce Allah'ın: "Obirşe-yin olmasını dilerse" yani herhangi bir
varlığı yaratmak isterse "ona: Ol der o da oluverir" buyruğunda
anlatılan budur. Buna dair açıklamalar Bakara Sû-resi'nde (2/117. âyet 2.
başlıkta) yeterince yapılmış bulunmaktadır.[259]
48. Ona Kitabı,
hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
49. Onu
İsrailoğullarına peygamber olarak gönderecek ve (onlara şöyle diyecektir):
"Ben size Rabbinizden bir âyet getirdim. Ben size çamurdan kuş gibi
birşey yapıp ona lifleyeceğim ve Allah'ın izniyle hemen kuş olacak. Anadan
doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim Allah'ın izniyle.
Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer iman
edenler iseniz elbette bunlarda sizin için bir delil vardır."
Yüce Allah'ın:
"Ona Kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek" buyruğu ile
ilgili olarak İbn Cüreyc şöyle demektedir: Kitaptan kasıt, yazı yazmak ve
hattır. Bunu yüce Allah'ın, İsa (as)'a öğretmiş olduğu Tevrat ve İncil'den
başka bir kitap olduğu da söylenmiştir.
"Onu
İsrailoğullarına peygamber olarak göndereceğiz." Onu peygamber kılacağız,
demektir. Yahut peygamber olarak onlarla konuşacak, anlamındadır.
Bunun daha önce geçen
yüce Allah'ın: "Şanı yücedir" buyruğuna atıf olduğu da söylenmiştir.
el-Ahfeş der ki: Dilediğiniz takdirde Bir peygamber olarak" buyruğundaki
"vav"ı fazladan gelmiş "rasûl: Peygamber" kelimesini de
"ona öğretecek" anlamındaki: kelimesinin sonundaki "he"
harfinden hal kabul edebilirsiniz. O zaman ifade: "Ve bir rasûl olarak ona
Kitabı öğretir" takdirinde olur. Ebu Zerr yoluyla gelen uzunca hadis-i şerifte
de şöyle denilmektedir: "İsrailoğullarının ilk peygamberi Musa'dır, son
Peygamberleri ise İsa'dır."
"Ben size
çamurdan" kuşa benzer bir suret ve onu andıran ölçülerde "kuş gibi
birşey yapıp ona lifleyeceğim." el-A'rec burada geçen; gibi birşey"
kelimesini Ebu Cafer ile birlikte şeddeli olarak şeklinde okumuşlardır.
Diğerleri ise hemzeli okumuşlardır. Kuş anlamına gelen: "Tayr"
kelimesi hem müzekker hem müennes gelebilir.
"Ona
üfleyeceğim", yani yaptığım o kuşlardan birisine yahut çamura üf-leyeceğim
o da bir kuş olacak. "Tacir" kelimesinin çoğulu "tecr"
geldiği gibi "tair" kelimesinin çoğulu da "tayr" diye gelir.
Vehb der ki: Hz.
İsa'nın bu şekilde yaptığı kuş, insanlar ona baktıkları sürece uçardı.
İnsanların gözünden kayboldu mu yere ölü düşerdi. Böylelikle yaratığın yaptığı
iş ile yüce Allah'ın fiili arasındaki fark ortaya çıkmış oluyordu.
Şöyle de denilmiştir:
O yarasadan başka bir kuş yapmıyordu. Çünkü yaratılış itibariyle en mükemmel
olan kuş odur. Böylelikle bu, ileri derecede ilâhî kudretin ifadesi oluyordu.
Çünkü yarasanın hem memesi, hem dişleri hem de kulağı vardır. Ayrıca ay hali
olur, temizlenir ve yavrular.
Şöyle de
denilmektedir: Onların Hz. İsa'dan yarasa yaratmasını istemelerinin sebebi,
diğer mahlukattan daha bir hayret verici oluşundandır. Onun ayırdedici
özelliklerinden bir tanesi de; o yarasanın sadece et ve kandan ibaret olması,
tüysüz olduğu halde uçması ve diğer canlıların yavruladığı gibi yavrulamasıdır.
Fakat sair kuşların yumurtladığı gibi yumurtlamaz. Yavrula-dıktan sonra
memelerine süt gelir ve memelerinden süt çıkar. Ne gündüzün aydınlığında ne
gecenin karanlığında görür. O yalnız güneşin batışından sonra bir süre; tan
yerinin ağarmasından sonra ve iyice aydınlanmadan önce bir süre görür. İnsanın
güldüğü gibi güler, kadının ay hali olduğu gibi o da ay hali olur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onların Hz. İsa'dan böyle bir şeyi yaratmasını istemeleri işi
yokuşa sürmek içindir. O bakımdan onlar Hz. İsa'ya: Eğer bu sözlerini doğru
söylüyor isen, bize bir yarasa yarat ve bunun canı olsun, dediler. Hz. İsa da
bir çamur aldı, onu yarasa şekline soktu, sonra da ona üfledi. O da havada uçan
bir kuş oldu.
Çamura şekil vermek ve
çamura üflemek Hz. İsa tarafından, yaratmak ise Allah tarafındandır. Üflemenin
Hz. Cebrail tarafından, yaratmanın da Allah tarafından oluşu gibi.
Yüce Allah'ın:
"Anadan doğma körleri ve abraşı iyi edeceğim ve ölüleri dirilteceğim
Allah'ın izniyle" buyruğuna gelince; bu buyruktaki "anadan doğma kör:
el-ekmeh" kelimesi İbn Abbas'tan gelen rivayete göre anadan doğma kör
olarak açıklanmıştır. Ebu Ubeyde de böyle demektedir. el-Ekmeh kör olarak doğan
kimse demektir. Ebû Ubeyde, Ru'be'ye ait olan şu mısraı da zikreder:
"Ve o anadan
doğma körün geri dönüşü gibi geri döndü."
İbn Fâris de der ki:
Anadan kör doğana "ekmen" denildiği gibi; bu bazen sonradan da
görülebilir. Şair Suveyd der ki:
"Ve iki gözü de
kör oldu, tâ ki gözlerine ak düşünceye kadar."
Mücahid, gündüzün
gören, geceleyin göremeyen kimsedir, der. İkrime, ışıktan gözleri kamaşan kişi
demektir, der. Fakat sözlükte körlük anlamında, fiil şekillerinde kullanılışı
şeklindedir. ise, ben onu kör ettim, demektir.
Baras (abraşlık) ise
bilinen bir hastalıktır ki, deride görülen beyazlıktır. el-Abraş ayın bir diğer
adıdır. ise bilinen bir (zehirli keler) çeşididir. Çoğulu "ebâris"
şeklinde gelir.
Özellikle bu iki
hastalığın sözkonusu edilmesi doktorları aciz bırakan hastalık
olmalarındandır. Hz. İsa döneminde ise en yaygın ve ileri meslek doktorluk
idi. İşte yüce Allah insanlara çağlarında ilerlemiş bir meslek türünden bir
mucize göstermiştir.
"Ve ölüleri
dirilteceğim Allah'ın izniyle." Denildiğine göre Hz. İsa dört kişiyi
diriltti. Bunların biri arkadaşı olan el-Âzir, diğerleri kocakarının oğlu,
vergi memurunun kızı ile Hz. Nuh'un oğlu Sam idi. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
el-Âzir adındaki kişi
Hz. İsa'nın mucizesinden birkaç gün önce vefat etmişti. Hz. İsa yüce Allah'a
dua etti. O da Allah'ın izniyle vücudundan yağları damlayarak kalktı, yaşadı
ve çocukları dahi oldu.
Kocakarının oğluna
gelince yanında bu kadının oğlu naaşın üzerinde taşınırken Hz. İsa geçti. Yüce
Allah'a dua etti, oğlu ayağa kalktı, elbiselerini giyindi, naaşım kendisi
boynu üzerinde taşıdı, sonra akrabalarının yanına gitti.
Vergi memurunun kızına
gelince, ölümü üzerinden bir gün geçmişti. Yüce Allah'a dua etti, bundan sonra
o da yaşadı ve çocukları oldu.
Çevredekiler bunu
görünce: Sen ölümü üzerinde fazla zaman geçmemiş kimseleri diriltiyorsun. Belki
de bunlar ölmemişlerdi de geçici bir sekteye yakalanmış olabilirler. O
bakımdan sen bize Hz. Nuh'un oğlu Sâm'ı dirilt. Onlara: Bana onun kabrini
gösterin, dedi. Daha sonra Hz. İsa ve onunla birlikte bir topluluk yola
koyuldular. Nihayet onun kabrinin yanına vardılar. Yüce Allah'a dua etti, o da
kabrinden saçları ağarmış olarak çıktı. Hz. İsa ona: Sizin döneminizde saç
ağarması diye birşey yoktu. Nasıl oldu da saçlann ağardı, diye sorunca: Ey
Allah'ın ruhu dedi. Sen beni çağırınca ben: Allah'ın ruhuna icabet et diyen
bir ses işitim. Kıyametin koptuğunu zannettim, işte bunun dehşetinden olacak
saçlarım ağardı. Hz. İsa ona ruhun nasıl kabzedil-diğini sordu, şu cevabı
verdi: Ey Allah'ın ruhu, ruhun kabzedilmesinin acısı hançeremden gitmiş
değildir.
Oysa ölümü zamanından
itibaren dört bin yıllık bir süreden fazla bir zaman geçmişti.
Çevresindekilere de: Onu tasdik ediniz, bu bir peygamberdir, dedi. Bir kısmı
Hz. İsa'ya iman etti, bir kısmı da onu yalanlayarak; bu bir büyüdür, dedi.
İsmail b. Ayyaş'tan
şöyle dediği rivayet edilmiştir. Bana Muhammed b. Tal-ha bir adamdan
naklederek, Meryem oğlu İsa ölüleri diriltmek istediğinde iki rek'at namaz
kılardı, dedi. Birinci rek'atte Tebâreke Sûresi'ni, ikinci rek'at-te ise Secde
Sûresi'ni okurdu. Namazını bitirdikten sonra Allah'a hamd-ü senada bulunur,
sonra da şu yedi isim ile Allah'a dua ederdi: Ey Kadîm, ey Ha-fiy, ey Daim, ey
Ferd, ey Vitir, ey Ahad, ey Samed! Bunu Beyhakî zikreder ve: Bu hadisin senedi
kavi değildir, der.[260]
"Yediklerinizi ve
evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer iman edenler iseniz
elbette bunlarda sizin için bir delil vardır"
buyruğuna gelince,
yani ben sizin yediklerinizi de sakladıklarınızı da bilenim, demektir. Şöyle
ki; Hz. İsa onların isteği üzere ölüleri diriltince, ondan bir başka mucize
göstermesini isteyip şöyle dediler: Haydi evlerimizde neler yediğimizi ve
yarına ne saklayacağımızı bize haber ver. Hz. İsa onlara haber vererek derdi
ki: Ey filan, sen şunu şunu yedin, sen de şunu şunu yedin ve şunu şunu
sakladın. İşte ".. haber vereceğim" âyeti ile kastedilen budur.
Mücahid, ez-Zührî ile
es-Sahtiyanî, “” kelimesini "zel" harfi ile ve şeddesiz olarak; “”
diye okurlardı.
Said b. Cübeyr ve
başkaları ise şöyle demektedir: Hz. İsa, ilk mektep çocuklarına neler
sakladıklarını haber verirdi. Nihayet o çocukların babalan, çocuklarına Hz.
İsa ile birlikte oturmalarını yasakladılar.
Katade der ki:
Kendilerine sofrada neler yediklerini ve başkalarından gizlice neler
sakladıklarını haber verirdi.[261]
50. "Önümdeki
Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım
diye (gönderildim). Size Rabbinizden bir âyet de getirdim. Allah'tan korkun,
bana da itaat edin.
51. "Şüphe yok ki
Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Doğru
yol işte budur."
Yüce Allah'ın:
"... tasdik edici olarak" buyruğu daha önce geçen: "Peygamber
olarak" buyruğuna atfedilmiştir. Bunun: Ben size tasdik edici olarak
geldim, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Önümdeki"
yani benden önceki "Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size"
yiyeceklerden "haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım diye." Bu
buyrukta hazf vardır. Yani size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılayım diye
geldim, anlamındadır.
Denildiğine göre Hz.
İsa, onlara günahları sebebiyle kendilerine haram kılınmış ve Tevrat'ta
bulunmayan şeyleri helâl kılmıştır. İçyağlarını yemek ve tırnaklı her bir
hayvanı yemek gibi.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. İsa kendilerine aslında Tevrat'ta onlara haram kılınmamış olmakla
birlikte, ilim adamlarının haram kıldığı birtakım şeyleri helâl kılmıştı.
Ebu Ubeyde der ki:
Burada geçen "bazı" kelimesinin, herşey, hepsi anlamına olması da
muhtemeldir.
Lebîd der ki:
"Eğer
beğenmeyecek olursam, (o) yerleri pek çok terkederim; Yahut da birtakım
nefislere (herkese) ölümü gelip yapışır."
Ancak böyle bir
açıklama tetkikçi, inceleyici dilcilere göre yanlıştır. Çünkü "bazı"
ve "cüz" ifadeleri böyle bir yerde hepsi ve bütün anlamını ifade etmez.
Çünkü Hz. İsa, onlara Hz. Musa'nın haram kılmış olduğu birtakım şeyleri helâl
kılmıştı. İçyağlarının yenmesi ve buna benzer şeyler gibi. Fakat onlara
öldürmeyi, hırsızlığı ve ahlâksızca herhangi bir işi helâl kılmamıştı.
Buna delil ise
Katade'den söylediği rivayet edilen şu sözlerdir: Hz. İsa onlara Hz. Musa'nın
getirdiğinden daha yumuşak hükümler getirmişti. Her ikisine de bizim
peygamberimize de Allah'ın selamı olsun. Çünkü Hz. Mû-sâ kendilerine deve
etlerini ve bazı içyağlarını haram kılmıştı. Hz. İsa da bunların bir kısmını
helâl kıldı. en-Nehaî ise: "Size haram kılınan bazı şeyleri"
buyruğunu şeklinde okumuştur. Yani "size haram olan bazı şeyleri"
anlamındadır. Delalet eden bir karine ek olarak bulunduğu takdirde
"bazı" kelimesi nadiren bütün anlamına da kullanılabilir. Şairin şu
beyitinde olduğu gibi:
"Ey Ebâ Münzir,
sen (çok kimseyi) yok ettin, bir kısmımızı hayatta bırak!; Merhametinle;
(çünkü) kötülüğün bir kısmı, bir diğer kısmından daha hafiftir."
Kötülüğün bir kısmı
tamamından daha hafiftir, demek istiyor.
"Size Rabbinizden
bir âyet de getirdim" buyruğundaki "âyet" kelimesini birden çok
oldukları halde tekil olarak sözkonusu etmesi, bu âyetlerin ris-aletine delalet
etmek bakımından tek bir tür oluşundan dolayıdır.
[262]
52. İsâ onların
inkârlarını sezince: "Allah'a (giden yolda) yardımcılarım kimlerdir?''
dedi. Havariler de: "Biziz Allah'ın yardımcıları, Allah'a iman ettik, sen
de şahid ol ki, biz muhakkak müslümanlardanız" dediler.
Yüce Allah'ın:
"İsa onların inkârlarını sezince" İsrailoğullannın inkâr edeceklerini
sezince, demektir. Burada geçen (ve "sezince" anlamı verilen:
kelimesi, bilince ve bulunca demektir. Bu açıklama ez-Zeccâc'a aittir. Ebu
Ubeyde ise der ki: Bu anlayınca anlamındadır. Bunun asıl anlamı ise birşeyin
his (duyu) ile var olduğunun anlaşılmasıdır. İhsas, birşeyi bilmek demektir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan hiçbirini görüyor
musun?" (Tâ-Hâ 20/98) Bir başka buyrukta "el-hass" öldürmek
anlamında kullanılmıştır: "Onun izniyle onları öldürüyordunuz."
(Âl-i İmrân, 3/152). Çekirgelere dair hadis-i şerifteki: Nihayet soğuk onu
öldürünce"[263]
ifadesi de burdan gelmektedir.
"Onların
inkârlarını sezince" buyruğu, Allah'ı inkâr edip kâfir olduklarını
farkedince; bir açıklamaya göre onların küfrü gerektiren sözü söylediklerini
işitince, demektir. el-Berrâ ise onu öldürmeyi istemişlerdi, demektedir.
"Allah'a (giden
yolda) yardımcılarım kimlerdir? dedi." Hz. İsa böylelikle o inkarcılara
karşı yardım istedi. es-Süddî, es-Sevrî ve başkaları der ki: Bu: Allah ile
birlikte... (bana kim yardımcı olur?) anlamındadır. Buna göre buradaki
"Birlikte, beraber" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Ve onların mallarını mallarınıza (katarak) yemeyi/ı.
"(en-Nisa, 4/2) Mallarınızla birlikte yemeyin, anlamındadır. Doğrusunu en
iyi bilen de yüce Allah'tır. el-Hasen ise der ki: Bu; Allah'a giden yolda
benim yardımcılarım kimlerdir? demektir. Çünkü onları aziz ve celil olan
Allah'a davet etmişti. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kim yardımını yüce
Allah'ın bana olan yardımına katar?
Bu iki görüşe
göre edatı asıl anlamında
kullanılmıştır. Güzel bir açıklamadır.
Onun bu şekilde yardım
dilemesi ise kavmine karşı korunmak ve davetini açığa vurmak içindi. Bu gerekçe
el-Hasen ve Mücahid tarafından gösterilmiştir. Nitekim yüce Allah'ın
peygamberleri ve velileri hakkındaki sünneti budur. Hz. Lût da şöyle
buyurmuştu: "Keşke size yetecek gücüm olsaydı yahut güçlü bir kaleye
sığınabilseydim." (Hud, 11/80) Bir aşirete ve bana yardımcı olacak
arkadaşlara sığınabilseydim, demektir.
"Havariler de:
Biziz Allah'ın yardımcıları., dediler." Yani O'nun peygamberine ve dinine
yardımcı olacak olanlar bizleriz. Havariler Hz. İsa'nın ashabıdır. Bunlar on
iki kişi idiler. Bunu el-Kelbî ve Ebu Ravk söylemiştir.
Onlara bu ismin
verilmesi ile ilgili olarak farklı açıklamalar yapılmıştır. İbn Abbas der ki:
Onlara bu isim elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir.
[264]
Bunlar avcı kimseler idi. İbn Ebi Necîh ile İbn Artae şöyle demektedir: Bunlar
elbise beyazlatıcıları idiler. Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu
isim verilmiştir. Ata der ki: Hz. Meryem, Hz. İsa'yı türlü meslekleri öğrenmek
üzere çırak vermişti.
Son olarak onu
Havarilere vermişti. Bunlar ise elbise temizleyicisi, ağar-tıcısı ve boyacısı
idiler. Hz. İsa'nın ustası yolculuğa çıkmak istedi. Hz. İsa'ya: Yanımda çeşitli
renklerde pek çok elbise var. Ben de sana boya yapmayı öğretmiş bulunuyorum.
Bu elbiseleri boya, dedi. Bunun üzerine Hz. İsa tek bir çömleği ısıttı ve o
çömleğe bütün elbiseleri koyup: Allah'ın izniyle nasıl olmanızı istiyorsam
öylece ol! dedi. Ustası geldiğinde bütün elbiselerin tek bir çömlek içerisinde
olduklarını gördü. Bunu görünce: Bunları berbat ettin, dedi. Hz. İsa
elbiselerin birisini kırmızı, sarı, yeşil ve buna benzer her bir elbiseyi
üzerinde yazılı olarak renklerde çıkartınca boyacı bu işe hayret etti. Bunun
Allah'tan olduğunu anladı ve sair insanları çağırıp ona iman etmelerini
söyledi, onlar da buna iman ettiler. İşte Havariler bunlardır.
Katade ile ed-Dahhâk
derler ki: Bunlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu adı
aldılar. Bununla kalplerinin temizliğini kastetmektedirler. Şöyle de
denilmiştir: Bunlar hükümdar idiler. Şöyle ki, bir hükümdar bir yemek
hazırladı ve insanları bu yemeğe davet etti. Hz. İsa'nın yemek yediği kap bir
türlü eksilmiyordu.
Hükümdar ona: Sen
kimsin? deyince Hz. İsa ona: Meryem oğlu İsa'yım, dedi. Hükümdar kendisine:
Ben bu hükümdarlığımı bırakıyor ve sana uyuyorum, dedi. Ve kendisine uyanlarla
Hz. İsa ile yola koyuldu. İşte Havariler bunlardır. Bu açıklamayı da İbn Avn
yapmıştır.
Sözlükte
"el-haver" beyazlık demektir. Elbiseyi ağartıp beyazlattığımız vakit;
Elbiseyi beyazlattım, deriz. Beyazlatılan una ise denilir. Beyazlandı, ağardı
anlamındadır. Ateşte beyazlatılmış tencere demektir.
Havari aynı zamanda
yardımcı demektir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Her bir peygamberin
bir havarisi vardır. Benim havarim ise ez-Zübeyr'dir."
[265]
Beyaz tenli kadınlara da: "el-havariyyât" denilmektedir. Şair der ki:
"Beyaz tenli
kadınlara söyle ki: Bizden başkaları için ağlasınlar, Bizim için uluyan
köpeklerden başkası ağlamasın."
[266]
53- "Rabbimiz!
İndirdiğine iman ettik ve peygamberinin ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla
beraber yaz."
"Rabbimiz:
İndirdiğine iman ettik." Yani; Rabbimiz.. iman ettik derlerdi. "İndirdiğine"
Kitabında indirip açıkça bildirdiğin hükümlere iman ettik "ve
peygamberinin" yani İsa'nın "ardınca gittik. Bizi şahit olanlarla
beraber"
Yani Muhammed (sav)'ın
ümmeti ile birlikte "yaz!" Bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir.
Anlamı da şudur: Sen bizim isimlerimizi onlann isimleriyle birlikte yaz ve
bizi onlardan kıl. Bizleri Peygamberlerinin doğru söylediklerine şahitlik
edenlerle birlikte yaz; anlamında olduğu da söylenmiştir.
[267]
54. Hile yaptılar.
Allah da hilelerine karşılık verdi Allah hile yapanların cezasını en iyi
verendir.
Yüce Allah'ın:
"Hile yaptılar" buyruğundan kasıt, Hz. İsa'nın kendilerinden küfür
ve inkârı sezdiği, yani onu öldürmek istemelerini sezdiği İsrailo-ğullarının
kâfir olanlarıdır. Şöyle ki; Hz. İsa'yı ve annesini kavmi kendi aralarından
çıkarttıktan sonra, Havarilerle birlikte kavmine döndü ve açıkça onlara
davetini ilan etti. Onlar da Hz. İsa'yı öldürmek istediler ve ona suikast
tertiplemek üzere anlaştılar. İşte âyet-i kerimede sözü geçen "hile yapmaları"
budur.
Allah'ın mekri (hile
yapanların cezasını vermesi) ise; el-Ferrâ ve başkalarından nakledildiğine
göre kullarına bilmedikleri yerden istidrâcı (yani onları yavaş yavaş, farkına
varmadan azaba yaklaştırması) demektir.
İbn Abbas ise der ki:
Onlar her yeni bir günah işledikçe, biz de onlara yeni bir nimet verdik,
demektir.
ez-Zeccâc da der ki:
Allah'ın mekri, onların mekirlerine (hilelerine) karşılık onları
cezalandırmasıdır. Bu şekilde onlara verilen karşılık (ceza), on-lann ilk
olarak yaptıkları işin adı ile adlandırılmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Allah onlarla alay eder." (el-Bakara, 2/15);
"Halbuki O, onları aldatandır (hilelerini başlarına geçirendir)."
(en-Nisâ, 4/142). Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (belirtilen
âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır.
Sözlükte
"mekr"in karşılığı hile yapmak, aldatmaya çalışmak demektir. Bacağın
güzel ve dolgun olmasına da mekr denir. Yine bir çeşit elbise de bu ad ile
anılır. Bunun elbise değil de boyacılıkta kullanılan kırmızı kil olduğu da
söylenmiştir. Bunu İbn Fâris nakletmektedir.
"Allah'ın
mekri"nin burada, Hz. İsa'nın suretinin bir başkasına verilmesi ve Hz.
İsa'nın Allah'ın katına yükseltilmesi olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki;
yahudiler, Hz. İsa'yı öldürmeyi kararlaştmnca onlardan kaçmak üzere eve gitti.
Hz. Cebrail onu evin üst tarafındaki havalandırma deliğinden çıkardı. Onların
hükümdarları kendilerinden adi birisi olan Yahuda adındaki kişiye: Haydi yanına
gir ve onu öldür, dedi. O da odaya girdi, fakat Hz. İsa'nın içeride olmadığını
gördü. Yüce Allah da onun suretini Hz. İsa'ya benzetti. Dışarı çıkıp Hz.
İsa'ya benzediğini gördüler; bunun üzerine onu yakalayıp öldürdüler, sonra da
haça astılar. Daha sonra da: Yüzü İsa'ya benzemekte, fakat bedeni bizim adamımızın
bedenine benzemektedir. Eğer bu bizim arka-daşımızsa İsa nerede ve eğer bu İsa
ise bizim arkadaşımız nerede? dediler. Bunun üzerine aralarında bir kavga
başgösterdi. Kimisi kimisini öldürdü. İşte yüce Allah'ın: "Hile yaptılar.
Allah da hilelerine karşılık verdi" buyruğunda anlatılan budur. İleride
geleceği üzere bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır.
"Allah hile
yapanların cezasını en iyi verendir." Burada "el-Mâkir: Hile yapan,
hileye karşılık veren" kelimesi 'dan ism-i faildir. Bazı ilim adamları
bunun yüce Allah'ın isimleri arasında zikretmiştir. O bakımdan kulv bu ismi
anarak dua edecek olursa: Ey hilelere karşılık verenlerin en hayırlısı, benim
lehime (bana yapılan hilelere) karşılık ver, der. Nitekim Hz. Peygamber de dua
ettiğinde: "Allah'ım, sen lehime mekr yap, fakat aleyhime mekr
yapma!"
[268] diye dua ederdi. Biz
bunu "el-Kitabu'l-Esnâ ft Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde
zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[269]
55. Hani Allah şöyle
buyurmuştu: "Ey İsa, senin vefatını Ben gerçekleştireceğim. Seni kendime
kaldırıp yükseltecek, seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tabi
olanları Kıyamet gününe kadar küfre sapanlardan üstün tutacak olan da Benim.
Sonra dönüşünüz yalnız bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda
ben hüküm vereceğim.
Yüce Allah'ın:
"Hani Allah şöyle buyurmuştu: Ey İsa, senin vefatını ben
gerçekleştireceğim..." buyruğunda yer alan: "(ip: Hani"
buyruğunda âmil, ya "hile yaptılar" fiilidir yahut da gizli bir
fiildir. Aralarında ed-Dahhak ve el-Ferrâ'nın da bulunduğu meânî alimlerinden
bir topluluk da yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim,
seni kendime kaldırıp yükselteceğim..." buyruğunda takdim ve te'hir
vardır, demişlerdir. Çünkü "vav" harfi tertibi gerektirmez. Buna
göre mana şöyle olur: Ben seni kendime kaldırıp yükseltecek ve kâfirlerin
içinden tertemiz çıkaracak, semadan indikten sonra da senin vefatını
gerçekleştireceğim. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Eğer
Rabbinden geçmiş bir söz olmasaydı (azap) lazım olurdu ve belli bir vade
olmasaydı." (Tâ-Hâ, 20/129) Burada ifade: Eğer Rabbinden geçmiş bir söz
ve belli bir vade olmasaydı, azap onlara lazım olurdu, takdirindedir. Şair de
şöyle demektedir:
"Ey Zat-ı
Irk'taki hurma ağacı; üzerine olsun; Allah'ın rahmeti ve selâm."
Yani, selâm ve
Allah'ın rahmeti üzerine olsun, takdirindedir.
el-Hasen ve İbn Cüreyc
de der ki: Burada yüce Allah'ın: "Senin vefatını Ben
gerçekleştireceğim" seni semaya ölüm sözkonusu olmaksızın kaldırıp
yükselteceğim, demektir. Tıpkı; filan kişideki malımı eksiksiz aldım, alamın-da
bu kelimeyi kullanmak halinde olduğu gibi.
Vehb b. Münebbih de
der ki: Yüce Allah İsa (as)'yı gündüzün üç saat kadar öldürdü, sonra da onu
semaya çıkardı. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (sav)'dan gelen
sahih haberlerde Hz. İsa'nın semadan ineceği ve Deccâl'i öldüreceği
belirtilmiştir ki "et-Tezkire" adlı eserimizde sözü geçen bütün bu
hususlara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. İleride de
gelecektir.
İbn Zeyd de der ki:
"Senin vefatını Ben gerçekleştireceğim" buyruğu, seni kabzedeceğim,
demektir. Vefatını gerçekleştireceğim ve seni yükselte-leceğim, tabirleri aynı
anlamdadır ve henüz Hz. İsa ölmüş değildir. İbn Tal-ha da İbn Abbas'tan:
"Vefatını Ben gerçekleştireceğim" buyruğunun "seni öldürecek
olan Benim" anlamında olduğunu rivayet etmiştir. er-Rabi' b. Enes de der
ki: Burada sözü geçen "vefat", uyku halinde kastedilen vefattır.
Nitekim yüce Allah: "Geceleyin sizleri vefat ettiren O'dur"
(el-En'âm, 6/60); yani sizi uyutan odur, demektir. Çünkü uyku da ölümün
kardeşidir. Nitekim Peygamber (sav)'a: Cennette uyku var mıdır? diye sorulunca
o: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir, cennette ise ölüm yoktur" diye
buyurmuştur.
[270] Bu hadisi Dârakutnî
rivayet etmiştir.
Sahih görüş şudur:
Yüce Allah Hz. İsa'yı ölüm de uyku da sözkonusu olmaksızın semaya
yükseltmiştir. Nitekim el-Hasen ve İbn Cübeyr de böyle demiştir. Taberî de bu
görüştedir. İbn Abbas'tan gelen sahih rivayet de budur. ed-Dahhâk da bu
görüştedir.
ed-Dahhâk der ki: Olay
şöyle olmuştur: Hz. İsa'yı öldürmek istediklerinde, Havariler on iki kişi
oldukları halde bir odada toplandılar. Hz. İsa, odanın havalandırma deliğinden
yanlarına geldi. İblis de yahudi topluluklarını durumdan haberdar edince
dörtbin kişi bineklerine bindiler ve odanın kapısını tuttular. Hz. Mesih
Havarilere: Hanginiz, cennette benimle birlikte olmak karşılığında ölümü göze
alabilir? dedi. Onlardan birisi: Ben ey Allah'ın peygamberi, dedi. Bunun
üzerine Hz. İsa yünden yapılmış abasını ve yünden bir sarığı üzerine attı,
sopasını ona teslim etti. Bu kişi Hz. İsa'nın suretine benzetildi. Yahudilere
karşı çıkınca onu öldürdüler, daha sonra çarmıha gerdiler. Hz. İsa'ya gelince;
Allah onu kuş tüyleriyle donattı, nurdan giydirdi ve ondan yemek ve ekmekten
lezzet alma duyusunu aldı, meleklerle birlikte uçtu.
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
der ki: Bize Ebu Muaviye nakletti, bize el-A'meş, el-Minhal'den nakletti,
el-Minhal, Said b. Cübeyr'den o İbn Abbas'tan naklederek dedi ki: Allah
Tebareke ve Teâlâ, Hz. İsa'yı semaya yükseltmeyi mu-rad edince Hz. İsa, on iki
kişi olan arkadaşlarının yanına, evde bulunan bir su gözesinden başından su
damlayarak çıktı. Onlara şöyle dedi: Sizden biriniz bana iman ettikten sonra
on iki defa beni inkâr edecektir. Sonra şöyle dedi: Hanginiz bana benzetilip de
benim yerime öldürülmeyi ister? Buna karşılık benimle birlikte benim derecemde
bulunacaktır. En genç olanlarından bir delikanlı kalkıp: Ben deyince, Hz, İsa:
Otur dedi. Daha sonra Hz. İsa sözünü tekrarladı, yine aynı delikanlı kalkıp:
Ben dedi. Hz. İsa yine: Otur dedi, Sonra aynı sözü bir defa daha onlara
tekrarladı yine bu genç delikanlı kalkıp: Ben dedi. Bu sefer Hz. İsa: Evet
işte sen osun, dedi. Yüce Allah o genci Hz. İsa'ya benzetti. Yüce Allah Hz.
isa'yı odadaki havalandırma deliğinden semaya yükseltti. Daha sonra
yahudilerden olan takipçiler geldi, Hz. İsa'ya benzeyeni aldılar, önce onu
öldürdüler, sonra da çarmıha gerip astılar. Onlardan bir kişi ise Hz. İsa'ya
iman ettikten sonra on iki defa Hz. İsa'yı inkâr etti.
Sonunda bunlar üç
gruba ayrıldılar. Onlardan bir grup şöyle dedi: Allah dilediği kadar bir süre
aramızda bulundu, sonra da semaya yükseldi. Bunlar Yakubîlerdir. Bir diğer
grup da şöyle dedi: Allah'ın oğlu, Allah'ın dilediği kadar bir süre aramızda kaldı,
sonra Allah onu kendisine yükseltti. Bunlar da Nasturîlerdir.
Bir diğer kesim ise;
Allah'ın kulu ve elçisi Allah'ın dilediği bir kadar aramızda kaldı; sonra
Allah onu kendi katına yükseltti, dediler. İşte bunlar da müslümanlardır. Kâfir
olan iki grup müslîiman gruba karşı birbirleriyle yar-dımlaştılar ve
müslümanlan öldürdüler. O bakımdan yüce Allah, Mulıammed (sav)'ı gönderinceye
kadar İslâm bu şekilde üstü örtülü kalmaya devam etti. Hz. Peygamber'in
gönderilmesiyle bu kâfirler öldürüldü. Buna dair yüce Allah da şu buyruğu inzal
buyurdu; "Bunun üzerine îsrailoğullanndan bir zümre iman ettL Ve bir zümre
de inkâr edip kâfir oldu. Biz iman edenleri" yani Hz. İsa döneminde
ataları iman edenleri mü'minlerin dinlerini kâfirlerin dinlerine üstün kılmak
suretiyle "düşmanlarına karşı destekledik de ga libler oluuerdiler"
(es-Saf, 61/14).
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu
kî: "Allah'a yemin ederim. Şüphesiz Meryem'in oğlu adaletli bir hakim olarak
inecektir ve şüphesiz haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır.
Genç dişi develeri serbest bırakacaksınız, kimse onlara çobanlık etmeyecektir.
Kin, karşılıklı düşmanlık, kıskançlık ortadan kaypoiup gidecektir. Malı almak
için çağrılacaklar da onu kimse kabul etmeyecektir."
[271]
Yine Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Nefsim elimde olana yemin olsun ki Meryem'in oğlu, Fec er-Ravhl denilen
yerden haccetmek yahut umre yapmak üzere veya her ikisini birlikte ifa etmek üzere ihrama girecektir.
[272]
Bununla birlikte Hz.
İsa şeriatimizî neshederek yeni bir şeriat ile inmeyecektir. Aksine bizim
şeriatimizden uygulanması terk edilmiş olan hükümleri yenileyerek ve bu
şeriate tabi olarak nazil olacaktır. SalmVi Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet
edildiği gibi: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Meryem'in oğlu
aranızda inip de sizin imamınızın da sizden olacağı vakit haliniz ne
olacaktır?" Bir diğer rivayette de: "Sizden olanla size imamlık
ederse..." denilmiştir.
[273] İbn
Ebi Zi'b (Müslim'in senette adını verdiği üçüncü râvi) der ki: "Sizden
olanla size imamlık yaparsa ifadesinin ne anlama geldiğini biliyor musun? Ben:
Bana haber verCirsen öğrenirim), deyince şöyle dedi: Yani, yüce Rabbinizin
Kitabı ile Peygamberinizin sünneti ile size imamlık yaparsa (sizi yönetirse)
demektir.
[274]
Biz bu hususa dair
daha geniş açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış
bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.
Senin vefatını Ben
gerçekleştireceğim" kelimesinin aslı şeklindedir. (Yâ üzerindeki) damme
ağır geldiğinden dolayı hazfedilmiştir. Bu (âyetin başında geçen) nin
haberidir.
"Seni kendine
kaldırıp yükseltecek" fiili de ona atfedilmiştir. "Seni... tertemiz
çıkaracak, ve sana tabi olanları.. üstün tutacak" fiilleri de aynı şekilde
atfedilmiştir. 'ın şeklinde okunması da mümkündür. Asıl şekil de budur. Tam bir
vakfın yüce Allah'ın:
Seni kâfirlerin içinden tertemiz
çıkaracağım" buyruğunun nihâyetinde olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs der
ki: Bu güzel bir görüştür.
"Ve sana tabi
olanları" da ey Muhammed "küfre sapanlardan üstün tutacak olan da
Benim." Yani delilleriyle ve bunlar lehine delil ve belgeleri ortaya
koymak suretiyle. Güç, kuvvet ve galip gelmekle bunu gerçekleştireceği de
söylenmiştir. ed-Dahhâk ile Muhammed b. Eban der ki: Burada üstün
kılınacaklardan kasıt, (Muhammed ümmeti değil) Havarilerdir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[275]
56. Kâfir olanları da
dünyada ve âbirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiçbir yardımcıları da
olmayacaktır.
57. tman edip salih
amel İşleyenlere gelince; «uların mükâfatlarını da eksiksiz ödeyecektir. Allah
zalimleri sevmez.
58. İşte bunları sana
âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân'dan okuyoruz.
"Kâfir olanları
da dünyada" öldürülmek, asılmak, esir edilmek ve cizye vermek zorunda
bırakılmakla, "âhirette de" cehenneme atılmakla "şiddetli azaba
uğratacağım."
"İşte bunları sana.,
okuyoruz1* buyruğundaki "İşte" kelimesi müb-tedâ olarak ref
mahallindedir. Haberi ise "okuyoruz" buyruğudur. Bunun mübteda gizli
olmak suretiyle; "durum işte böyledir" şeklinde (haber) olması da
caizdir.
[276]
59- Gerçek şu ki; A
Halı katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan
yarattı» sonra ona: "Ol" dedi, o da oluverdi.
60. Hak Rabbindendir.
Öyleyse şüphecilerden olma.
Yüce Allah'ın:
"Gerçek şu ki; Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah
onu topraktan yarattı" buyruğu kıyas yapmanın doğruluğuna delildir.
Benzetmenin mahiyeti şudur Hz. Isa da Hz. Âdem gibi babasız yaratılmıştır.
Yoksa Hz. İsa da onun gibi topraktan yaratılmış değildir. Birgey bir başka
şeyle belli bir ortak niteliğe sahip olduğu taktirde -aralarında büyük bir
fark bulunsa dahi- benzetilebilir. Gerçekten Hz. Âdem topraktan yaratıldığı
halde, Hz. İsa topraktan yaratılmış değildir Bu açıdan her ikisi arasında Fark
vardır. Fakat aralarındaki benzerlik, her İkisini de Allah Te-ala'ntn babasız
yaratmış olması bakımındandır.
Diğer bir sebep de
şudur: Her ikisinin de yaratılışının aslı topraktır. Çünkü Âdem, bizzat
topraktan yaratılmadı. Fakat toprak çamur haline getirildi, sonra bu ses veren
bir kuru çamura dönüştürüldü, sonra da Hz. Âdem ondan yaratıldı. İşte yüce
Allah Hz. İsa'yı da bir halden diğer bir hale dönüştürdü, arkasından onu
babasız olarak bîr insan haline getirdi,
Bu âyet-i kerime Necran
heyetinin Peygamber (sav)'ın: "Şüphesiz İsa Allah'ın kulu ve
kelimesidir" şeklindeki sözünü reddederek: Sen bizç babasız yaratılmış
bir kul göster; demeleri sebebiyle inmiştir Peygamber (sav) da kendilerine:
"Âdem'in babası kimdi? Siz insanın babasız oluşuna hayret mi ettiniz?
Âdem'in babası da yoktu, annesi de yoktu"
Aynı şekilde yüce
Allah'ın: "Onlar sana" İsa hakkında "her neyi örnek ge
tirirlerse muhakkak biz sana" Âdem hakkında "hakkı ve daha güzel bir
açıklamayı getiririz'' (el-Furkan, 25/33) buyruğu da böyledir.
Yine rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber, Necran heyetini İslâm'a davet edince onlar: Biz
senden önce de müslümandık, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Yalan
söylüyorsunuz. Sizi müslüman olmaktan alıkoyan üç şey vardır: Allah bir oğul
edindi, demeniz, domuzu yemeniz ve haça secde etmeniz." Bunun üzerine:
Peki İsa'nın babası kimdir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Gerçek
şu ki Allak katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir" buyruğundan
itibaren: "... Allah'ın lanetinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim"
(61. âyet) buyruğuna kadar olan buyruklar nazil oldu. Peygamber (sav) onları
(Mübâheley'e) çağırdı; fakat birbirlerine şöyle dediler: Eğer onun dediğini
yapacak olursanız bu vadi size karşı alevli ateşle dolar taşar. Bunun üzerine
Hz. Peygamber'e: Sen bize bundan başka birşey arzetmiyor musun? deyince; Hz-
Peygamber (sav); "Ya İslâm'ı kabul edersiniz, ya cizye verirsiniz yahut
savaşırız." İleride geleceği üzere onlar da cizyeyi kabul et-tiler.[277]
Yüce Allah'ın:
"Âdem" kelimesi ile birlikte söz tamam olmaktadır. (Mealde:
Gibidir" ile cümle tamamlanıyor).
Daha sonra yüce Allah:
"Allah onu topraktan yarattı, sonra ona. «ol» dedi, o da oluverdi"
diye buyurmaktadır
Buradaki yekûn fiili
geniş zaman için olmakla birlikte; burada dili geçmiş zaman anlamında
"oluverdi" şeklindedir. Gelecek zaman ifade eden. "muza-ri"
fiili anlamı bilindiği takdirde mazi yönünde kullanılır. el-Ferrâ der ki:
"Hak Rabbindendir" buyruğu "o" zamiri gizli olarak takdir
edilmek suretiyle merfû'dur.
Ebu Ubeyde ise der ki:
Bu, yeni bir söz başlangıcıdır ve bunun haberi yüce Allah'ın
"Rabbİndendİr" buyruğudur. Bunun fail olduğu da söylenmiştir, Yani;
hak sana gelmiştir, anlamında olur.
"Öyleyse
şüphecilerden olma" buyruğunda hitap Peygamber(sav)'a ait olmakla
birlikte; maksat onun ümmetidir. Çünkü Peygamber (sav), İsa (as) hakkında asla
şüphe etmemişti.
[278]
61. Sana İlim
geldikten sonra kim onun hakkında seninle tartışırsa de ki: "Gelin,
oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım. Sonra lânetleşe-lim, Allah'ta lanetinin yalancılara
olmasını dileyelim."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yâ Muhammedi:
"Sana ilim" Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna dair bilgi
"geldikten sonra kim onun" Isa hakkında "seninle
tartışırsa"
ve sana karşı
iddialarda bulunursa "de ki: Gelin..." Haydi buyurun...
Bu ifade aslında
üstünlüğü ve değeri olan kimseler İçin kullanılır. Daha sonra bu kelime
gelmesi istenen herkes için kullanılmaya başlandı. İleride En'am Sûresi'nde
(6/151. âyette) buna dair daha etraflı açıklamalar gelecektir.
"...
Çağıralım" buyruğu cezm mahallindedin "Oğullarımızı" ifadesi,
kız çocukların oğullarına "ebnâ: oğullar" denileceğine delildir.
Çünkü Peygamber (sav), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i getirdi; Hz. Fatıma onun
arkasında, Hz. Ali de Hz, Fatıma'nın arkasından yürüyerek geldi. Hz. Peygamber
de onlara: "Ben dua edersem siz de âmin deyiniz" diyordu. İşte yüce
Allah'ın: "Sonra... dileyelim" buyruğunun anlamı budur,
İbtihâl dua ederken
yalvanp yakarmak, tazarruda bulunmak demektir. Bu açıklama İbn Abbas'tan
nakledilmiştir. Ebu Ubeyde ve el-Kisaî ise: Lanet okuyalım, anlamında olduğunu
söylemiştir. İbtihâl, aslında dua ederken yakarışta lanet okumak olsun başka
hususlarda olsun alabildiğine gayret göstermek, tazarru ve niyazını uzunca
yapmak demektir. Şair Lebid der ki;
"Kavminden,
efendi ve yaşlı başlı kimseler arasında (birlikte geldi) Dehr (zaman) onlara
baktı da ibtihâl etti."
Yani onların helak
edilmesi İçin (dua etmekte) alabildiğine gayret gösterdi.
Allah ona behletti,
ona lanet etti, demektir. el-Behl de lanetlemek anlamındadır. Az miktardaki
suya da "el-behl" denilir. Bir kimseyi kendi istediğiyle başbaşa
bırakmak halinde ile denilir,
Ebu Ubeyde, Allah onu
belıletti'nin ona lanet etti, lanet etsin anlamında olduğunu söylemiştir.
İbn Abbas der ki:
Burada sözü edilen kimseler, Necranlıların ileri gelenleri olan es-Seyyid,
el-Âkib ve Îbnu'l-Hâris'tir.
"... Allah'ın
lanetinin yalancılara olmasını dileyelim."
[279]
Bu âyet-i kerime,
Muhammed (say)'ın peygamberliğinin alâmetlerinden-dir. Çünkü Hz, Peygamber
onları lânetleşmeye davet ettiği halde, bunu kabul etmediler. Bunların
büyükleri olan el-Âkib'in, kendilerine; eğer lânetleşme isteğini kabul edecek
olurlarsa bu vadinin onları yakmak üzere ateşle dolacağım belirtmesinden sonra
cizyeyi kabul ettiler. Çünkü Muhammed (sav) Allah tarafından gönderilmiş bir
peygamberdir, demişti. Ve siz de biliyorsunuz ki o İsa hakkında açık ve kesin
doğruyu getirmiştir. Bu sözleri üzerine Necranlılar Hz. Peygamberle
lânetleşmeyi kabul etmeyip kendi topraklarına her sene Safer ayında bin ve
Recep ayında da bin elbise (toplam iki bin elbise) ödemek şartıyla geri döndüler
Rasülullah (say) da islâm'a girmek yerine onlardan bu cizyeyi kabul ederek
onlarla barış yaptı.[280]
Çoğu ilim adamı der
ki: Hz. Peygamberin Mübâhale esnasında Hz. Hasan ile Hz Hüseyin hakkında:
"Oğullarımızı ve oğullarınızı» çağıralım" buyruğu ile: "Şüphesiz
benim bu oğlum seyyiddir.
[281]
buyruğu, Peygamber (sav)'ın iki oğlu" olarak adlandırıl maları onlara
hastır. Başkaları için böyle bir-şey sözkonusu değildir. Çünkü Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde her bir sebep ve her bir neseb
koparılmış olacaktır. Benim nesebim ve sebebim müstesna."
[282]
İşte bundan dolayı
Şafiî mezhebine mensup kimi ilim adamı: "Filanın oğluna" diye
vasiyette bulunup da eğer o kişinin kendi sulbünden oğlu yoksa fakat oğlunun
oğlu yahut kızının oğlu varsa; o takdirde bu vasiyyet yalnızca oğlun oğlu için
geçerlidir, kızın oğlu için geçerli olmaz. Aynı zamanda bu Şafiî'nin de
görüşüdür. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle En'âm
Sûresi (6/84-86. âyetler 2. başlıklarda) ile Zuhruf Sûresinde (43/28. âyet 3.
başlıkta) gelecektir.
[283]
62. Doğrusu kıssanın
hak ifadesi işte budur. Allah'tan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki Allah Azizdir,
Hakimdir,
63. Şayet yüz
çevirirlerse şüphesiz ki Allah, fesat çıkaranları çok iyi bilendir.
Yüce Allah'ın:
"Doğrusu kıssanın hak İfadesi işte budur" buyruğunda yer alan
"doğrusu... işte bu" ile Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'ân-ı Kerîm'deki
kıssalara işaret edilmektedir. Buna "kasas" denilmesinin sebebi ise,
kıssadaki anlamların birbirinin ardınca gelmesidir. Bu da araplanti:: Filan
kişi filan kişinin izini kaseder, yani takip eder, demelerinden alınmıştır.
"Allah'tan başka
ilâh yoktur" buyruğundaki te'kid
için fazladan gelmiştir,
"Azîz" yani
asla mağîub edilemeyen, aHakîm", hikmet sahibi olan demektir ki; buna
benzer açıklamalar önceden geçmiştir. Hamd Allah'adır.
[284]
64. De ki: "Ey
Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye gelin:
Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve
Allah'ı bırakıp da kimimiz Htnîmiai Rab-ler edinmesin." Eğer yüz
çevirirlerse o vakit "Şahit olunuz ki biz Müslümanlarız" deyin.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız;
Yüce Allah'ın: De ki:
Ey Kitap ehli.." buyruğunda hitap, -el-Hasen, İbn Zeyd ve es-Süddî'nin
görüşüne göre- Necranlılaradır. Katade, Ibn Güreye ve diğerlerinin görüşüne
göre; Medine yahudilerinedin
Onlara bu şekilde
hitap edilmesinin sebebi, itaat hususunda kendi alimlerini rabler gibi bir
konuma çıkartmalarından dolayıdır.
Burada hitabın bütün
yahudi ve hıristiyanlara olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sav)'ın
Herakliyus'a gönderdiği mektubunda şöyle denilmektedir: "Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'den Rumların büyüğü
Herakliyus'a. Selam hidâyete tabi olanlara. İmdi ben seni İslâm daveti ile
davet ediyorum.
İslâm'a gir,
kurtulursun. İslâm'a gir, Allah sana ecrini iki defa versin. Ve şayet
yüzçevirecek olursan o takdirde ırgat ve çiftçilerinin günahları sanadır.
"Ve ey Kitap ehli! Hepiniz sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye
gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim... Şahit olunuz ki biz
müslü-manlarız, deyin." Bu rivayette lafız Müslim'e aittir.[285]
Sevâ' (eşit);
kelimesi, adalet ve insaf demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Şair
Züheyr de der ki:
"Bana bir yol
gösterin ki onda zillet ve haksızlık olmasın Bununla aramızda eşitlik
sağlansın."
el-Ferrâ der ki:
"Adalet" anlamında denilir.
"Sin" harfi üstün okunursa {kelimenin sonu) medli (sevââ) şeklinde
gelir. Şayet esreli ve ötreli gelirse, o takdirde (gösterildiği şekilde) medsiz
gelir. Yüce Allah'ın:
Eşit bir buluşma
yeri" (Tâ-Hâ, 20/58) buyruğunda olduğu gibi. Yine (el-Ferrâ) der ki: Bu
buyruk Abdullah (b. Mes'ud)'un kıraatinde:
Sizinle bizim aramızda adaletli olan bir kelimeye" diye okumuştur.
Ka'neb burada, "kelime" kelimesini "lam" harfi sakin
olarak "küme" şeklinde okuyarak "lanfın harekesini "kePe
vermiştir. Nitekim (karaciğer anlamına gelen) kebid kelimesini kibd şeklinde
de okuruz.
Bu buyruğun anlamı
sudur: Çağrıldığınız şeyi kabul edin. Bu ise haktan en ufak bir uzaklaşmanın
sözkonusu olmadığı, dosdoğru ve adaletli bir sözdür. Yüce Allah bu sözü:
"Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim..." buyruğu ile açıklamış
bulunmaktadır. bııyruğundaki Kelime"den bedel olmak üzere mecrurdur. Yahut
da gizli bir mübteda takdir edilerek merfudur. Bu durumda İfadenin takdiri
şöyle olur: Bu kelime: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim'dir. Ya da bu
i'rabda mahalli olmayan müfesire (açıklayıcı) bir edattır. Bununla birlikte;
" ibadet etmeyelim" buyruğu ile buna atfedilen edatlarda hem mer-fu
olma hem de meczum olma hali caizdir. Bunun meczum olabilmesi "yani" anlamına gelen müfesire
olması halinde söz konusudur. Nitekim yüce Allah: "Yani yürüyün...."
(Sâd, 38/6) buyruğunda olduğu gibi. Ve bu durumda olumuzluk edatı cezmedici
edat olur. Sibeveyh'in görüşü budur. Buna göre; İbadet etmeyelim haber olması
mümkündür. Merfu olması halinde de anlamı: Biz ibadet etmeyiz... şeklinde
olabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar bilmezler mi ki, o kendilerine ne bir
cevap verir ne de onlara bir zarar ya da bîr fayda sağlayabilir" (Tâ-Hâ,
20/89) buyruğu da buna benzemektedir.
el-Kisaı ile el-Ferrâ
ise şöyle demektedir: " Ve O'na birşey ortak koşmayalım ve kimimiz
kimimizi (rab) edinmesin," şeklinde, sözün başında yokmuş gibi cezimli okumuşlardır.
[286]
"Ve Allah'ı
bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin." Yani yüce Allah'ın hela!
kıldığı dışında, hiçbir kimseyi herhangi bir şeyi helâl ya da haram kılma
hususunda izlemeyelim, ardından gitmeyelim. Bu da yüce Allah'ın: "Onlar
Allah'ı bırakıp alimlerini, rakiplerini., rabler edindiler." (et-Tevbe,
9/31) buyruğunu andırmaktadır. Yani onlar Allah'ın haram ve helâl kılmadığı
şeyler ile ilgili olarak, alim ve rahiplerini haram ve helâl kılmalannı kabul
etmek suretiyle rableri ayarında tuttular. Bu da, Şer'î hiçbir delile dayanmayan
nıücerred istihsa.ni kabulün, batıl olduğunu göstermektedir. el-Kiyâ et-Taberî
der ki: Apaçık dayanakları olmaksızın tayin etmiş olduğu ölçüler hususunda Ebu
HanitVnin istihsanlan gibi. Ayrıca bu buyrukta: "Şer'î dayanağı
açıklamaksızın imamın sözünü kabul etmek icabeder" diyen ve yine imamın,
şeriatten dayanağını açıklamaksızın Allah'ın haram kıldığinı helâl kılabileceğini
kabul eden Rafızîlerin de görüşünü reddetmektedir.[287]
Erbâb kelimesi
"rab" kelimesinin çoğuludur. Burada yer alan kelimesi de "başka" anlamındadır.[288]
Yüce Allah'ın:
"Eğeryüzçevirİrlerse" yani davet olundukları şeyi kabul etmezlerse
"o vakit Şahit olunuz ki biz müslümanlarız, deyin," Yani İslâm dinine
bağlı kalmak, bizim ayrılmaz vasfı mı zdır. Biz bu dinin hükümlerine uyan
kimseleriz. Bu hususta Allah'ın üzerimizdeki lütuf ve nimetlerini itiraf eden
kimseleriz. İsa olsun Üzeyr olsun melekleri olsun hiçbir kimseyi rab edinmeyiz.
Çünkü İsa ve Üzeyr de bizim gibi birer insandır. Ve hepsi de bizim gibi
sonradan yaratılmışlardır. Bizler Allah'ın bize haram kılmadığı bir-şeyi,
rahipler haram küdı diye haram kabul edemeyiz. O takdirde onları rab edinmiş
oluruz,
İkrime de der ki:
"Edinmesin" buyruğu secde etmesin, anlamındadır. Peygamber (sav)'ın
zamanına kadar (insanların.) birbirlerine secdelerinin caiz olduğu, fakat Peygamber
(sav)'m Hz. Muaz'ın kendisine secde etmek istemesi üzerine bunu nehyettiğini
önceden açıklamış bulunuyoruz. Buna dair açıklamalar daha önceden Bakara
Süresi'nde (2/34. âyet 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Enes b. Malik'İn de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, birbirimize karşı
eğilelim mi? diye sorduk, Hz. Peygajnber: "Hayır" buyurdu. Dedik ki:
Birbirimizle muânaka.(kucaklaşma) yapalım mı? Yine: Hayır, fakat musafaha
yapın" dedi.
Bunu İbn Mace
Sünen'inde[289] rivayet etmiştir.
Bu hususa dair daha
fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle ileride Yusuf Süresi'nde (12/100. âyet
2. başlıkta.) gelecektir.
Vakıa Süresi'nde de
yüce Allah'ın izniyle Kur"ân-ı Kerîm'e yahut onun bir bölümüne taharetsiz
dokunmaya dair açıklamalar gelecektir.
[290]
65. Ey Kitap ehli!
İbrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan
sonra indirilmiştir. Aklınız ermiyor mu?
Yüce Allah'ım "Ey
Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin mtinaşaka ediyorsunuz?" buyruğundaki: "Niçin"
kelimesinin asli: “” şeklindedir. İstifham ile haberin arasındaki farkı
göstermek üzere elif hazfedilmiştir.
Bu âyet-i kerime,
yahudi ve hıristiyanların her birisinin, İbrahim'in kendi dinleri üzere
olduğunu iddia etmeleri üzere nazil olmuştur. Yüce Allah onları, yahudiliğin
de hıristiyanlığın da ancak İbrahim'den sonra ortaya çıktığını belirterek
yalanlamaktadır. İşte yüce Allah'ın: "Halbuki Tevrat da İncil de ancak
ondan sonra indirilmiştir" buyruğu bunu ifade etmektedir.
ez-Zeccâc der ki: Bu
âyet-i kerîme yahudi ve hıristiyanlara karşı getirilen en açık bir delildir.
Çünkü Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir ve bunlarda bu dînlerden
birisinin olsun adı geçmemektedir. Halbuki İslâm adı bütün kitaplarda vardır.
Denildiğine göre;
ibrahim ile Mûsâ (ikisine de selam olsun) arasında bin yıl, Hz. Mûsâ île Hz.
İsa arasında da aynı şekilde bin yıl vardır.
"Aklınız ermiyor
mu?" Sîzin delilinizin çürüklüğünü, sözlerinizin de tutarsızlığını
aklınızla kavrayamıyor musunuz?
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[291]
66. Haydi siz,
bildiniz olan şey hakkında münakaşa ettiniz diyelim. Ya bilginiz olmayan şey
hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;
"Haydi siz
bilginiz olan şey hakkında münaşaka ettiniz diyelim." Yani Muhammed (sav)
hakkında münakaşa ettiniz, kabul edelim. Çünkü onlar kitaplarında Hz.
Peygamber'in niteliklerine dair buldukları bilgilerle onun peygamber olduğunu
biliyorlar fakat bâtılı ileri sürerek onun hakkında tartışıyorlardı.
"Ya bilginiz
olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?" Bundan kasıt da Hz.
İbrahim'in yahudi veya hıristlyan olduğunu iddia etmeleridir.
Yüce Allah'ın:
"Haydi siz..." buyruğunun aslı:
şeklindedir. Birinci hemze, benzeri olduğundan dolayı "he"
harfiyle değiştirilmiştir Bu şekildeki açıklama Ebu Amr b. el-Aİâ ile
el-Ahfeş'ten nakledilmiştir, en-Nehlıâs: Bu güzel bir açıklamadır, der.
Kunbul'un, İbn Kesir'den rivayetine göre (medsiz olarak): gibi, diye okuduğunu nakletmektedir. Fakat bundan
daha da güzeli "he" harfinin hemzeden bedel olmasıdır. O takdirde
bunun aslı şeklinde olur. Buradaki
"he" harfinin tenbîh (uyarıp
dikkat çekmek için) olup ın başına gelmiş olması ve çokça kullanım
dolayısıyla "elifin hazfedilmiş olması da mümkündür.
kelimesinin telaffuzu
iki şekilde olur. Birincisi medli, ikincisi de medsiz (kasr)dır. Araplar
arasında bunu medsiz okuyan vardır. Ebû Hatim şu beyiti nakleden
"Ömrün hakkı için
bizler ve bizim bu antlaşmalılarımız Tırnaklan kesilmemiş bir mihnet (savaş)
içindeyiz."
Buradaki: Siz o kimselersiniz ki" edatı nida
mahallin dedir. Ey o kimseler! anlamındadır. Bunun "Sizin"
kelimesinin haberi oiması da mümkündür. O takdirde kelimesi Kimseler, anlamında
olur, ondan sonraki ifadeler de onun sılası olur.
[292]
Bununla birlikte "Siz" kelimesinin haberinin, "münakaşa
ettiniz" buyruğu da olabilir.
[293] Bu
kelimeye dair açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi'nde (el-Bakara, 2/31.
âyet 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
[294]
Âyet-i kerimede
bilgisi olmayanlara tartışmanın ve konu ile ilgili yeterince araştırması
bulunmayan kimsenin o konuda tartışmasının yasak kılındıgına dair delil vardır.
İşte yüce Allah: "Haydi siz bilginiz olan §ey hakkında münakaşa ettiniz
diyelim, ya bilginiz olmayan şey hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz?"
diye buyurmaktadır.
Bununla birlikte bilen
ve yakîn sahibi olan kimsenin tartışacağına dair de emir varid olmuştur. Yüce
Allah: Te onlarla en güzel yol hangisiyle onunla mücadele et" (en-Nahl,
16/125) diye buyurmaktadır.
Peygamber (sav)'dan
rivayete göre ona bir adam gelip oğlunun kendisinden olmadığını belirterek
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, benim hanımım siyah bir çocuk doğurdu. Bunun
üzerine Peygamber (sav) ona: "Senin hiç deven var mı?" diye sorunca
adam: Evet, diye cevap verdi. Hz. Peygamber: "Bu develer ne renk?"
diye sorunca: Kırmızı diye cevap verdi. Hz. Peygamber tekrar: "Aralarında
rengi siyaha çalanları da var mı?" diye sorunca adam: Evet dedi. Bu sefer
Hz, Peygamber: "Peki, bu renkte olanlar nereden geldi?" diye sordu.
Adam: Olur ki bir damarı çekmiş ve o renkte olmuştur Bu sefer Ra-sûlullah (sav)
şöyle buyrudu; "Senin bu çocuğun da bir damara çekmiş de böyle gelmiş
olabilir."[295]
İşte bu, Rasûlullah
(sav) tarafından tartışmanın gerçek mahiyetine dair verilmiş ve delil
getirmenin açıklanmasını ortaya koyan oldukça önemli bir örnektir.
[296]
67- İbrahim ne yahudi
ne de hıristiyan idi. Fakat o Haııîi bir müs-lüman idi. O müşriklerden de
değildi.
Yüce Allah, Hz.
İbrahim'i yahudi ve hıristiyanlann yalan iddialanndan tenzih etti ve onun
Hanîf olan müslümanlık üzere olduğunu, asla müşrik olmadığını beyan etti.
Hanîf ise-. Allah'ı
birleyen, hacceden, kurban kesen, sünnet olan ve kıbleye yönelen kimse
demektir. Daha önce Bakara Sûresi'nde (2/135- âyette) bu kelimenin türediği
köke dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Sözlükle Müslim İse yüce Allah'ın
emrine zilletle boyun eğen, O'na itaat eden demektir. Yine Bakara Sûresi'nde
(2/131- âyette) İslâm kelimesinin anlamı yeterince açıklanmış bulunmaktadır.
Allah'a hamdolsun.
[297]
68. Doğrusu İbrahim'e
en yakın olanlar, elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir.
Allah da ulûm inlerin velisidir,
İbn Abbas der ki:
Yahudilerin başkanlarının: "Allah'a yemin ederiz ya Mu-hammed, sen de
bilirsin ki, insanlar arasında senden de başkalanndan da İbrahim'in dinine en
yakın olanlar bizleriz. Çünkü o yahudi idi ve sendeki bu durumun tek sebebi
kıskançlıktır" demeleri üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
"Evlâ: En
yakındın anlamı en layık, en çok hak sahibi demektir. Bunun yardım ve destek
vermek suretiyle olacağı söylendiği gibi, delil ite de olacağı söylenmiştir.
Elbette ki" dini
ve sünneti üzere olup "ona uyanlar, bu peygamber" tek başına ayrıca
zikredilmesi ona tazim içindir Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: *O iki
cennette meyve, hurma ve nar vardır " (er-Rahman, 55/68) buyruğunda olduğu
gibi. Bakara Sûresi'nde bu türden açıklamalar yeterince geçmiş bulunmaktadır.
"Bu"
kelimesi "lar*a atf ile ref mahallindedir. "Peygamber*' ise
"bu" kelimesinin sıfatı veya atfı beyandır. Şayet nasb ile okunsa,
"ona uyanlar"daki "İıe" zamirine atf olmak üzere günlük
konuşmada caiz olur.
"Allah da
müminlerin vellsidir," Yani onların yardımcısı dır. İbn Mesud'dan rivayet
edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Şüphesiz her bir
peygamberin sair peygamberlerden velileri vardır ve onlar arasından benim
velim, atam ve Rabbimin Halili olan (ibrahim-as-)dır." Daha sonra Hz.
Peygamber: "Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, elbette ki ona İman
edenler» bu Peygamber ve iman edenlerdir..." âyetini okudu.
[298]
69. Kitap ehlinden bir
taife sizi saptırmak istedi. Halbuki onlar kendilerinden başkasını
saptıramazlar da farkında değildirler.
Bu âyet-i kerime Muâz
b. Cebel, Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b. Ya-sîr'i, Nadiroğulları ile Kurayza
ve Kaynukaoğulİarına mensup yahudilerin kendi dinlerine çağırmaları üzerine
nazil oldu. Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden pek çok kimse
hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan
dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geri döndürmek
isterler..."(el-Bakara, 2/109!) âyetine benzemektedir.
Bu görüşe göre "Min"
"...den" teb'iz (kısmîJik) ifade etmektedir. Ayrıca bütün Kitap
ehlinin böyle olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu edat cinsin beyanı için
olur,
"Sizi saptırmak
İstedi"; yani İslâm dininden döndürmek, ona aykırı davranmak suretiyle
sizi masiyete sürüklemek istediler, demektir. İbn Güreye der ki: "Sizi
saptırmak istedi" helake götürmek istediler, anlamındadır. el-Ah-tal'ın
şu beyitinde de bu anlamda
kullanılmıştır
"Nereden geldiği
bilinmeyen selin aküğı ve
Helak olup giden
köpüklü bulanık bir dalgadaki çöp gibiydin."
"Halbuki onlar
kendilerinden başkasını saptırmazlar" buyruğunda bir olumsuzluk ve bir
olumluluk vardır.[299]
"... da farkında değiller." Yani bizzat rnü'minleri saptırma amacına
ulaşamayacaklarım akıl edemiyorlar.
"Farkında
değiller"in İslâm'ın doğruluğunu bilmiyorlar. Halbuki bunu bilmeleri
onlar için bir faradır. Çünkü bu konudaki deliller apaçıktır, belgeler göz
kamaştırıcıdır; anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en İyi bilen
Allah'tır.
[300]
70. Ey Kitap ehlil
Kendiniz görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
Katâde ve es-Süddt'den
nakledildiğine göre; Kitaplarınızda bulunan âyetlerin doğruluğunu bilip
durduğunuz halde... demektir.
Anlamının şöyle olduğu
da söylenmiştir: Halbuki sizler, bunların benzeri olan ve bizzat kabul
ettiğiniz peygamberlerin birtakım âyetlerini de görüp durmaktasınız.[301]
71. Ey Kitap ehlii
Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?
"Karıştırmak*'
anlamı verilen el-lebs bir şeyi birşeye katıp karıştırmak demektir. Buna dair
açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/42 âyette) geçmiş bulunmakladır. Bu
âyet-i kerime ile bundan önceki âyet-i kerime de (işaret edilen, âyetle) aynı
manadadır.
"Bile bile hakkı
gizliyorsunuz" buyruğundaki "gizliyorsunuz"un sorunun cevabi;
"bile bîle"nin de hal yerinde bir cümle olması da mümkündür.[302]
72. Kitap ehlinden bir
grup şöyle dedi: "Varın o müzminlere İndirilenlere, gündüzün erken
saatlerinde iman edin, sonunda da inkâr edin. Belki onlar da dönerler/
Bu âyet-i kerime, Ka'b
b. el-Eşref, Malik b. es-Sayf ve benzerleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar
kavimlerinin ayak takımlarına: Gündüzün erken saatlerinde yani ilk saatlerinde
iman edenlere indirilenlere iman edin, demişlerdi. "Gündüzün ttk
saatlerine "veck" denilmesinin sebebi, en güzel vakit oluşundan
dolayıdır ve gündüzün, ilk olarak, karşı karşıya, yüzyüze gelinen bölümlerinin
erken dönemleri oluşu dolayisıyladır. Şair der ki:
"Günün erken
saatlerinde aydınlık saçarak ışık verir Denizcinin çıkardığı, ipi çözülmüş inci
gerdanlık gibi.
Bîr başka şair de
şöyle demektedir:
"MâIik'in
öldürülmesine sevinen kimseler
Gündüzün erken
saatlerinde kadınlarınızın yanına gitsin."
Buradaki ("erken
saatleri" anlamına gelen:) vech kelimesi zarf olarak nast gelmiştir,
" Sonunda* kelimesi de böyledir. Katâde'nin görüşüne göre yahudiler bu
İşi, müslümanları şüpheye düşürmek için yaptılar.
"Thife"
kelimesi ise topluluk, cemaat anlamına gelir, (ı-ijL ^ili»): Etrafında dönmek,
dolaşmak'tan gelmektedir. Bazen belli bîr grubun kendisi anlamında tekil için
de kullanılabilir.
Âyetin anlamı da
şudur; Yahudiler birbirlerine şöyle dediler: Siz günün erken saatlerinde
Muhammed'e iman ettiğinizi açıklayınız. Sonra da akşama doğru onu inkâr
ediniz. Sîzler bu şekilde yaptığınız takdirde ona uyanlar, dini hakkında
şüpheye düşer ve onun dinini bırakıp sizin dininize dönerler ve: Kitap ehli,
onu bizden daha iyi bilir, derler Bir diğer açıklamaya göre anlamı şu-dur:
Günün erken saatlerinde Beytu'l-Makdis'e doğru namaz klimasının hak olduğuna
iman ediniz. Fakat günün son saatlerinde Kâ'be'ye doğru namaz kılmasını inkâr
edip kâfir olunuz. Belki onlar sizin kıblenize geri dönerler. Bu şekilde
açıklama, İbn Abbas ve başkalarından rivayet edilmiştir.
Mukâtil de der ki:
Anlamı şudur: Bunlar Muhammed (sav)'ın yanma günün erken saatlerinde geldiler
ve daha sonra yanından ctönüp sıradan olan insanlarına şöyle dediler: O haktır;
ona tabi olunuz. Sonra da şöyle dediler: Hele bir Tevrat'a bakalım. Arkasından
akşama doğru geri dönüp şöyle dediler: Biz Tevrat'a baktık, orada anlatılan bu
değil. Onlar bu sözleriyle peygamberin hak olmadığını söylüyorlar ve sıradan
kimselerin işin içinden çıkmaması isteğiyle onun hakkında şüphe uyandırmak
istediler.[303]
73. "Kendi
dininize uyanlardan başkasına inanmayın.'1 De iti: "Gerçek hidâyet
Allah'ın hidâyetidir." (Derler ki): "Size verilenin bir benzerinin de
başkasına verildiğine veya Rabbinlzin katında onu size karşı delil
getireceklerine (de inanmayın)." Deki: "Doğrusu lütuf Allah'ın
elindedir, onu dilediğine verir, Allah Vâsi'dir, Alim'dir.
Yüce Allah'ın:
"Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın" buyruğu bir
nehiydir. Bu da Yahudilerin birbirlerine söyledikleri sözlerden biridir. Yani
ileri gelenler avamdan olanlara böyle dediler.
es-Süddî der ki:
Burdaki ifadeler Hayber yahudilerinin Medine yahudile-rine söylediği sözlerden
bir bölümdür.
Bu âyet-i kerime bu
sûredeki en müşkü (anlaşılması zor) âyetlerden birisidir. el-Hasen ve
Mücahid'den rivayet edildiğine göre âyet-i kerimenin anlamı şudur: "Ancak
dininize uyanlara iman ediniz. Ve Rabbinizîn nezdinde onların size karşı delil
getireceklerine de İnanmayınız. Çünkü onların lehine hiçbir delil yoktur.
Sizin dininiz onlardan daha bir sahih ve doğrudur.
Diğer taraftan
buradaki: "Delil göstereceklerine" buyrukları cer mahallindedir.
Yani onların size karşı delil getirmelerine, yahut onların size karşı
getirdikleri delillere inanmayınız, anlamındadır. Bu hususta onları tasdik
etmeyiniz, çünkü onların delil diye ortaya koyabilecekleri birşeyleri yoktur.
"(Derler ki):
"Size verilenin bir benzerinin de başkasına verildiğine...'' Tevrat, men,
selva, denizin yarılması ve buna benzer pek çok mucizelerin ve diğer
üstünlüklerin başkalarına verileceğine de inanmayın, demektir. Bu durumda
"verildiğine" buyruğu, "veya Rabbiniz katında onu size karşı
delil göstereceklerine" buyruğundan sonra gelmesi gereken bir ifadedir.
Ayrıca "Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" buyruğu ise (yahudilere
ait) iki söz arasında bir ara cümlesi (i'tiraz)dır.
el-Ahfes der ki:
Buyruğun anlamı şöyledir: Sizler dininize uyandan başkasına inanmayınız.
Herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verileceğine de inanmayınız,
onların size karşı delil getireceklerini de doğrulama-yınız. Buna göre
el-Ahfes., bu ifadelerin atfedilmiş olduğu görüşündedir.
Bir diğer açıklamaya
göre anlamı şöyledir: Herhangi bir kimseye bize verilen şeylerin benzerinin
verileceği hususunda dininize uyanlardan başkasına inanmayınız. Buna göre
buyruktaki istifham, yani (öOdeki hemzenin, soru edatı olarak uzatılması
dolayısıyla hemzenin böyle okunması da söyledikleri inkârı (reddi) te'kid
etmektedir. Ki onların söyledikleri söz: Kendilerine verilenin bir benzerinin
başka bir kimseye verilmeyeceği şeklindedir. Zira ya-hudi ilim adamları onlara
şöyle demişti: Size verilenin bir benzerinin verileceğine dair dininize tabi
olandan başkasına inanmayınız. Yani size verilenin bir benzeri hiçbir kimseye
verilmeyecektir. O halde bu ifadede de bir uyum (nesak) vardır ve ise edatı
Sen Zeyd'i mi dövdün? şeklindeki ifadeyi merfu kabul edenlerin görüşüne
göre de ref mahal ündedir. Haberi ise hazfedil mistir ki takdiri de şöyledir:
Size verilenin bir benzerinin kimseye verileceğini tasdik yahut kabul eder
misiniz? Yani doğrulanacak yahut da kabul olunacak bir türden başkalarına
verilmiş birşey var mıdır? Bu da, böyle bir şeyin olacağını tasdik etmeyiniz,
doğrulamayınız anlamındadır. Bununla birlikte ( gizli bir fiil takdir etmek
suretiyle nasb mahallinde olması da caizdir. Nitekim: Sen Zeyd'i mi dövdün? sözünde de böyle bir
gizli ftiî takdiri caizdir. Bu açıklama şekli Arapçada daha güçlü bir eğilimdir.
Çünkü fiil ile istifham (soru sorma) daha uygundur. Buna göre ifadenin takdiri
şöyle olur: Sizler böyle birşeyîn başkasına verileceğini kabul ediyor musunuz?
Yahut, böyle birşeyi yayar mısınız? Veya böyle bir şeyden söz eder misiniz? Ve
buna benzer takdirî ifadelerdir.
îbn Kesir ile tbn
Muhaysin ve Humeyd med ile okumuşlardır. Ebû Hatim de der ki:nın med ile
okunması; "...e mi?" anlamındadır. Burada daha hafif söyleyiş
kastıyla harfi cer olan "lâm" hazfedilmiş ve onun yerine hemze medli
okunmuştur. Nitekim: "O kişi mal sahibi oldu diye.." (el-Kalem,
68/14) buyruğu da aynı şekilde; ...e diye mi, için mi? anlamındadır,
Yüce Allah'ın:
"Veya *.. sixe karşı deli] göstereceklerine" buyruğun, bu kıraate
göre anlamı, mü'minlere hitaba bir yöneliştir. Yahut da "Veya"
edalı anlamında olur. Çünkü bu ikisi de
şüphe ve ceza (karşılık) ifade eden edadardır. Ve bunlardan birisi ötekinin
yerine kullanılabilir. Bu durumda âyet-i kerimenin takdiri ifadesi şöyle olur:
Ey mü'minler topluluğu onlar Rabbinizin nezdinde size karşı delil getirirler
(diye) inanmayınız. O bakımdan ya Muhammed de ki; Şüphesiz asit hidâyet,
Allah'ın hidâyetidir ve biz o hidâyet pereyiz.
Bu edatı medsiz olarak
okuyanlar da derler ki: Buyruğun başındaki birinci nefty onların:
"İnanmayınız* sözlerindeki inkârlarını göstermektedir, Yani yahudi
alimleri onlara şöyle dediler Size verilenin bir benzerinin herhangi bîr
kimseye verileceğine inanmayınız.
Yani onların ne
imanları vardır, ne de size karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri. Bu şekilde
ilim, hikmet, Kitap delil, men selva, denizin yarılması ve buna benzer
üstünlükler ve ikramları ihtiva eden manaya atıfta bulunulmaktadır. Bunun da
anlamı şudur; Bütün bunlar ancak size verilmiş şeyler olabilir. Sizin dininize
tabi olanlar dışında, size verilenlerin benzerinin herhangi bir kimseye
verileceğine inanmayınız.
Bu okuyuşa göre
İfadede bir takdim ve tehir vardır ve "lâm" da fazladan gelmiştir.
İfadede istisna
olduğunu kabul eden de bu istisnayı birincisinden yapmamaktadır. Aksi takdirde
böyle bir ifade caiz (uygun ve yerinde) olamaz.
Kimse" kelimesinin gelmesi, sözün başının nehiy oluşundan dolayıdır.
O bakımdan bu da ın sılasına dahildir. Zira bu da menfi olan fiilin mef'uiüdür.
Ve bu edat cerr'i gerektiren bir durum olmadığından, dolayı nasb mahal Ündedir.
el-Halil der ki: Bu,
hazf edilmiş ve cerri gerektiren edat dolayısıyla cer ma-hallindedir. Şöyle de
denilmiştir: Burada "lâm" fazladan gelmiş (bir cer) edatı değildir.
" İman etmeyiniz11 ifadesi de; ikrar etmeyiniz, anlamındadır.
İbn Cüreyc der ki:
Buyruğun anlamı şudur: Sizden herhangi bir kimseye size verilenin benzeri
verilir korkusuyla siz, dininize uyandan başkasına inanmayınız. Bir diğer
görüşe göre anlamı şöyledir: Siz Kitabınızda bulunan Mulıammed (sav)'ın
niteliklerini, sizin dininize uyanlardan başkasına bildir-meyiniz ki, bu,
putlara tapanların onu tasdik etmelerine götüren bir yol olmasın.
el-Ferrâ da der ki:
Yahudilerin sözlerinin yüce Alah'ın naklettiği: "Başkasına
inanmayın" buyruğu ile sona ermiş olması da mümkündür. Bundan sonra yüce
Rabbimiz Muhammed (sav)'a şöyle buyurmaktadır: "De ki: Gerçek hidâyet
Allah'ın hidayetidir." Yani asıl gerçek açıklama yüce Allah'ın açıklamasıdır
ki: "Size verilenin bir benzerinin) de başkasına" verilmeyeceği
hususu yani size verilenin benzerinin kimseye verilmeyeceği hususu apaçıktır.
Bu durumda " şeklindeki olumsuzluk edatı,den sonra takdir edilmiş
gibidir. Yani "Verilmeyeceğine (.inanın)" şeklindedir. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: " Allah size saparsınız diye açıklar"
(en-Nisa, 4/176), sapmıyasınız diye açıklar, anlamındadır. Bundan dolayı bu
ifade arasında; " Kimsenin girmesi uygun düşmüştür. Ayrıca: "
Veya" kelimesi de... e kadar" ve: " Ancak .,,e"
anlamındadır. Nitekim şair İmruu'1-Kays şöyle demiştir:
"Ona şöyle dedim:
Gözün ağlamasın; çünkü bizler
Ya bir devlete konmaya
çalışıyoruz yahut ölürüz ve mazur görülürüz.
Bİr diğer şair de
şöyle demektedir:
"Ben bir kavmin
mızraklarına bir işarette bulunuraam, Topuldarını kırarım yahut
doğrulurlar"[304]
Arapların: (Ya) bir araya
gelmeyiz yahut Kıyamet kopar" sözleri de buna benzemektedir. Bu ise:
...ceye kadar (bir araya gelmeyiz}, anlamına gelir.
el-Kisaî'nin görüşü de
böyledir.
el-Ahfeş'e göre ise bu
edat; İnanmayın" buyruğuna atfeden bir edattır ki, bu tür açıklama önceden
geçmiş bulunmaktadır. Yani onların öyle bir inançları da, delilleri de yoktur.
Bu da manaya bir atıftır.
Âyet-i kerimenin
bütünüyle yüce Allah'ın mü'minlere hitabı şeklinde olması ihtimali de vardır.
Bu da onların kalplerine sebat vermek ve basiretlerini artırmak maksadıyla
yapılmış bir hitaptır ki, bundan maksat, yahudile-rin işleri içinden çıkılmaz
göstermeleri ve dinleri ile ilgili onlara karşı yalan söylemeleri halinde
şüpheye düşmelerini önlemektir. Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle
olur: Ey mü'minler topluluğu, sizler dininize uyanlardan başkasına İnanmayınız
ve size verilen lütuf ve dinin benzerinin herhangi bir kimseye verileceğine de
inanmayın, size muhalefet edenlerin Rabbi-niz hususunda, dininiz hakkında size
karşı delil getirebileceklerine yahut buna güç yetirebileceklerine de
inanmayınız, tasdik etmeyiniz. Şüphesiz gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir ve
muhakkak bütün lütuf Allah'ın elindedir.
ed-Dahhâk der ki:
Yahudiler dediler ki: Bizler dinimiz hususunda bize muhalefet edenlere karşı
Rabbimiz huzurunda delil getirip (hasımlarımızı) mağlub edeceğiz. Yüce Allah
bununla onların delilleri çürütülenler ve azab edilenler olacaklarını, buna
karşılık üstün gelenlerin de mü'minler olacağını açıklamakta ve Kıyamet
gününde onların ileri sürecekleri iddialara karsı delil getirilip susturul a
cakl arını beyan etmektedir. Rasûlullah (sav)'dan ulaşan haberde de şöyle
buyrulmaktadır: "Yahudiler ve hıristiyanlar Rabbimiz nezdinde bize karşı
delil getirecekler ve diyecekler ki: Sen bize tek bir ecir verdin, onlara ise
iki ecir verdin. Yüce Allah şöyle buyurur: Peki, ben haklarınızdan birşey
eksilterek size zulmettim mi? Onlar: Hayır, diyecekler Bunun üzerine yüce
Allah şöyle buyuracak: İşte bu Benim lütf-u keremimdir, Ben onu dilediğime
veririm."[305]
İlim adamlarımız der
ki: Şayet onlar, bunun Allah'ın lütfundan dolayı bize verildiğini bilselerdi
Rabbimiz nezdinde bize karşı delil getirmeye kalkışmazlardı. Yüce Allah
böylelikle Peygamberine şunu bildirmektedir: Onlar Kıyamet gününde Rabbiniz nezdinde
size karşı delil getireceklerdir.
Daha sonra şöyle
buyurmaktadır: Şimdi onlara de ki: "Doğrusu lütuf Allah'la elindedir, onu
dilediğine verir, Allah Vası'dir, Âlimdir.»
İbn Kesir:
Verildiğine* buyruğunu; şeklinde medli olarak ve soru olmak üzere okumuştur.
(Buna göre anlamı şöyle olur: Verileceğine inanır mısınız?")
Nitekim şair el-A'şâ
şöyle demektedir:
"Bir gözü. kör,
kötü zamanın hastalıklı ve sevindirici bir tarafı bulunmayan Bir ömrün
sıkıntıya düşürdüğü, bir adam gördü diye mi?"
Diğerleri ise haber
olmak üzere metisiz olarak okumuşlardır. Said b. Cübeyr ise nefty anlamım
vermek üzere hemze'yi esreli olarak; Verilmez"
diye okumuştur. O vakit bu da el-Ferrâ'nın da dediği gibi yüce Allah'ın
sözleri cümlesinden olur. Anlamı da şöyle olur: Ya Muharnmed de ki; Asıl
hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin bir benzeri kimseye verilmez;
yahut onlar Rabbinizin katında onu size karşı delil gösteremezler. Yani
ya-hudiler batıl yolla size karşı mücadele vererek; biz sizden daha
faziletliyiz, diyemezler.
Yüce Allah'ın; Veya... size karşı delil gösterecekleri"
buyruğunun mansub olması, mahzûf
iledir. " veya" da ve
anlamında ise; “” edatı gizli kabul edilir.
el-Hasen ise
"te" harfini esreli, "ye" harfini de fethah olarak;
kimsenin kimseye size verilenin, benzerini vermesi... anlamında okuyarak; mef
ulu hazfetmiş olmaktadır,
Yüce Allah'ın:
"De ki: Gerçek hidâyet Allah'ın hidâyetidir" buyruğunun açıklanması
ile ilgili olarak iki görüş vardın
1- Hayra
iletmek ve yüce Allah'ın nurunu göstermek, aziz ve celil olan Allah'ın elinde
olup, o nuru peygamberlerine verir. Bu bakımdan sizin dışınızda sizden
herhangi bir kimseye size verilenin benzerinin verilmesini inkâr edip böyle
birşey olmaz, demeyin. Şayet bunu inkâr edecek olurlarsa sen de onlara:
"Doğrusu lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir" de.
2- De ki:
Şüphesiz hidâyet, Allah'ın mü'minlere vermiş olduğu Muham-med (sav)'ı tasdik
etmektir, başkası değildir.
İşarî tefsir
yapanların kimisi bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Siz ancak halinize
ve yolunuza uygun düşenlerle birlikte olunuz, oturup kalkınız. Çünkü size
muvafakat etmeyen, size murafakat etmez. (Size uygun düşmeyen, size arkadaşlık
etmez)
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[306]
74. Dilediğine
rahmetini tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.
Yani O, dilediğine
peygamberliğini ve hidâyetini tahsis eâer. Bu açıklama ei-Hasen, Mücahİd ve
başkaları tarafından nakledilmiştir. İbn Cüreyc der ki: O dilediğine İslâm'ı ve
Kur'aıı'ı tahsis eder, Ebu Osman da der ki: Yüce Allah bu buyruğunu gayet
mücmel bir ifade ite zikretmiştir ki, bununla beraber Allah'ın rahmetini ümit
etmek ve ümit etmeye devam edilsin ve ondan korkanlar da korkmayı sürdürsün.
"Allah büyük
lütuf sahibidir."[307]
75. Kitap ehlinden
öylesi vardır ki, ona kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır
ki, ona bir tek altın emanet etsen bile tepesine dikilip durmadıkça onu sana
ödemez. Bu, onların: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk
yoktur" de-melerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Kitap enlinden" Abdullah b. Selâm gibi "öylesi vardır ki ona
kantarla emanet bıraksan onu sana öder. Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın
emanet etsen bile., onu sana ödemez." Bununla da Yahudi Finlıâs b. Âzûrâ
kastedilmektedir. Bir kişi ona bir dinar emanet bırakmıştı da emanetine ihanet
etmişti. Bununla Kâb b. el-Eşref ve arkadaşlarının kastedildiği de
söylenmiştir.
tbn Vessab ile el-Eşheb
el-Ukaylî: : Kendisin... emanet bı-raksan" buyruğunu ) şeklinde "nûn
harfi üstün olması gerekirken; " Tardım dileriz" diye (nûn'u
esreli") okuyanlar gibi okumuştur ki; bu da Bekr ve Temîmlilerin
şivesidir. Abdullah: "Yusuf hakkında niye bize güvenmiyorsun?"
buyruğunu "te'menne'de-ki. hemze yerine tîmenne diye okumuştur, Diğerleri
ise "elifi (.hemzelî) ola-
rak okumuşlardır Nâfi
ve el-Kisaî şeklinde onu öder" kelimesini
idrâc (seri okuyuş)
halinde : şeklinde, 'ıyâ"lı okur.
Ebu Ubeyd der ki: Ebu
Amr, el-A'meş, Âsim ve Hamza, Ebu Bekr'in rivayetinde "heHyi ittifakla
vakfe île (sakin) olarak ve: " Onu sana öder" diye okumuşlardır.
en-Nehhâs der ki:
"He" harfinin sakin olarak okunması bazı nahivcilere göre ancak
şiirde kabul edilebilir. Bazıları ise hiçbir şekilde kabul etmezler ve bu
şekilde okuyanın hatâ ettiği, böylelerinin "he" harfinin sakin okunacağını
kabul etmekle yanıldıklarını söylemişlerdir. Ancak Ebu Amr hakkında böyle
birşey düşünülemez. O bundan daha üstündür. Ondan gelen sahih rivayete göre o,
"he" harfini esreli okurdu- Bu da Yezîd b. el-Ka'ka'ın kıraatidir.
el-Ferrâ der ki: Kimi Araplar, kendisinden önceki harf harekeli olduğu
takdirde "he"yi sakin çıkarırlar ve: " Onu şiddetlice vurdum"
derler. Tıpkı "entum, kuntum: siz, idiniz" harflerindeki
"mim"i sakin telaffuz ettikleri gibi. Halbuki bunların aslı
merfudur. Şairin söylediği gibi:
"Rahat da
olmadığım karnının da doymayacağım görünce Karnını kum yığmındaki ağaca doğru
verip yattı."
Şöyle de denilmiştir:
Böyle bir yerde "he" harfinin sakin okunması cezm mahallinde
olduğundan dolayıdır. Bu ise (fazladan gelen) "el-Yâ ez-zâhibe"dir.
Ebû Münzir, Sellâm ile
ez-Zührî de "vaVsız ve "he" harfini ötreli olarak şeklinde
okumuşlardır. Katade, Humeyd ve Mücahid ise idrâc halinde şeklinde,
"vav'lı okumuşlardır- Bunun için "vav" harfinin seçilmesinin
sebebi, "vav"ın dudaktan, "he" harfinin mahreç itibariyle
uzak olmasıdır.
Sibeveyh der ki:
Müzekkerde Hvav" müennesteki "eliP durumundadır. Bunun yerine
"ya" harfi getirilebilir. Çünkü "ya11, eğer önceki harf esreli,
yahut "ya" ise daha hafif söylenir. Sonra da "ya"
hazfedilir, geriye esre kalır. Çünkü fiil merfu iken "yannın hazfedildiği
olur. O bakımdan burada olduğu gibi bırakılmıştır,
[308]
Yüce Allah» kitap ehli
arasında hainlik edenlerin de, güvenilir olanların da bulunduğunu haber
vermektedir. Müzminler ise bunu ayırdedemezler. O bakımdan onların hepsinden
uzak durmak gerekir. -Mü'minlerin de bu durumda olmasına rağmen- özellikle
kitap ehlinin sözkonusu edilmesi, onlarda hainliğin daha çok oluşundan
dolayıdır. O bakımdan bu konudaki ifade onların çoğunluğuna göre
kullanılmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Kurtar"
(kantar)'a dair açıklama daha önce (Âl-i İmrân, 3/14. âyet, 4. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
"Dinarca gelince;
dinar yirmidört kırat, bir kırat ise orta büyüklükte üç tane arpadır. O halde
dinar toplam olarak yetmiş iki arpa tanesidir. Bu konuda icma vardır.[309]
Çok miktardaki malı
gereği gibi koruyup onu tastamam ödeyen kimsenin, az olanı da bu şekilde
ödeyeceği öncelikle sözkonusudur. Az miktarda hainlik eden ve vermeyen bir
kimsenin daha çok miktarda hainlik yapma ihtimali daha yüksektir. İşte bu
"mefhûmu'l-hitâbı”[310]
kabule dair en açık delildir. Bu konuda ilim adamları arasında oldukça görüş
ayrılıkları vardır ki usul-u fıkıh'da bundan söz edilir.
Yüce Allah, bir kısmı
emaneti tastamam ödeyen, diğeri ise onun tepesine dikilip durmadıkça ödemeyen
olmak üzere iki kısım sözkonusu etmektedir. Ancak, insanlar arasında tepesinde
dikilip dursan dahi yine ödemeyen kimseler de vardır. Yüce Allah'ın sadece bu
iki kısımdan söz etmesi, çoğunlukla görülen ve mutad olanın bunlar olduğundan,
üçüncü kısma ise az rastla nıldığındandır. O bakımdan burada ifade çoğunluk
hakkındadır.
Talha b. Musarrif ile
Ebu Abdurrahman es-Sülemî ve başkaları: ınüdıkça" "dâl" harfini
esreli olarak okumuşlardır. Bu şekildeki iki okuyuş, iki ayrı şivedir. Esreli
okuyuş Ezd es-Serât'hlann şivesidir
Bu okuyuş 'dan; gibi
gelmektedir. el-Ahfeş ise şaz olarak diye nakletmiş tir.
[311]
Ebu Hanife, borçlunun
yakından takip edilmesine dair görüşüne yüce Allah'ın: "Tepesine dikilip
durmadıkça..." buyruğunu delil göstermektedir. Diğer ilim adamları ise
bunu kabul etmezler. Buna dair açıklamalar ise önceden Bakara Sûresi'nde
(2/280. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Bizim (mezhebimize)
mensup olan} Bağdatlı ilim adamlarımızın bazısı borçluların hapsedileceğine
yüce Allah'ın: "Öylesi de vardır ki, ona bir tek altın emanet etsen bile
tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez" buyruğunu delil
göstermişlerdir. Bu şekildeki bir borçluyu takip etmek ve onun tasarrufunu
engellemek, alacaklıların hakkı olduğuna göre; onun hapsedilmesi de caizdir.
Yüce Allah'ım
"Tepesine dikilip durmadıkça" buyruğunun; yüzünü kendisine gösterip
senden çekinip utanmadıkça; anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Çünkü haya
gözlerdedir. Nitekim İbn Abbas (ra)'ın şu sözüne dikkat edelim: Gözleri
görmeyen bir âmâdan bir ihtiyacımızı gidermesini istemeyiniz, çünkü haya gözlerdedir.
Sen kardeşinden bir ihtiyacını gidermesini isteyecek olursan senden utanıp da
onu görmesi için yüzünü ona göster ve ona bak.
"Dikilip
durmadıkçannın, onun peşine takılıp yanından ayılmadıkça anlamına olduğu da
söylenmiştir. Çünkü sen onu takibe ara verecek olursan, senin kendisindeki
alacağını kabul etmez. "Tepesine düdlip durmakla bizzat durmanın kendisini
değil de devamlı istemenin kastedildiği de söylenmiştir.
"Dinar"
kelimesinin aslı "dinnar"dır. Çokça kullanıldığı için kelimenin hafifletilmesi
arzusuyla iki 1(nûn"dan birisi "ya"ya dönüştürülür. Buna delil
ise, bu kelimenin çoğulunun "denânîr"; küçültme isminin ise
"duneynîr" şeklinde gelmesidir.
[312]
Emanetin dindeki yeri
ve önemi pek büyüktür. -Müslim'in Sahîh'inde belirtildiği gibi
[313]
emanetin, rahim ile birlikte Sırat'ın iki tarafına dikilmesi yerinin ve
öneminin büyüklüğünü gösterir. Bu İkisini koruyanlar müstesna kimsenin Sıratı
geç meye imkânı olmaz. Müslim, Huzeyfe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Peygamber (say) bize emanetin kaldırılışından söz ederek buyurdu ki; "Kişi
uykusuna dalar ve emanet de kalbinden alınır.[314] Bu
hadis-i şerif bütünüyle Bakara Sûresinin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır.
(Bk. el-Bakara, 2/7. âyet, 5- baslıkta).
İbn Mace rivayet
ediyor: Bize Muhammet! b. el-Musaffâ anlattı, bize Mu-hammed b. Harb, Saîd b.
Sinan'dan anlattı, Said bize Ebu ez-Zâhiriyye'den o Ebu Şecere Kesir b.
Murre'den, o İbn Ömer'den naklettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştun
"Muhakkak aziz ve celil olan Allah bir kulu helak etmek istedi mî ondan
hayayı çekip alır. Ondan hayayı çekip aldı mı, ar-ük sen onun ancak buğzeden ve
buğzedilen kimse olduğunu görürsün. Sen onu ancak buğzeden ve buğzedilen olarak
gördün mü, artık emanet de ondan çekilip alınır. Emanet ondan çekilip alındı
mı, sen onun ancak hain ve hainlik yapan olarak bilinen bir kimse olduğunu
görürsün. Bu şekilde onun hain ve hainlik yaptığı bilinen bir kimse olarak
gördün mü, artık rahmet de ondan çekilip alınır. Bu sefer sen onu ancak koğulmuş
ve lanete uğramış olarak görürsün, Onu koğulmuş ve lanete uğramış olarak da
gördün mü, bu sefer İslâm'ın boyunduruğu ondan çekilip alınır.[315]
Yine Bakara Sûresi'nde
Hz. Peygamber'in: "Sana emanet verene emanetini tastamam öde ve sana hainlik
edene sen hainlik etme"[316]
buyruğunun ne anlama geldiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.[317]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[318]
Bu kanaate sahip
olanların aksine -bu âyeti kerimeden kitap ehli'nin bir bölümünün olsun, âdil
olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü müslümanların fasıkları arasında bile emanetleri
tastamam yerine getiren, pek çok mala karşı güvenilir olan, bununla birlikte
de bundan dolayı yine de adaletli sayılmayan kimseler bulunabilmektedir. Çünkü
adaletin ve şehadetin yolu için karşılıklı ilişkiler ve malda emanetin
gereğini yerine getirmek yeterli değildir. Nitekim kitap ehlinin:
"Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur* dediklerine dikkat
etmemiz gerekir. Peki, bizim mallarımızın, namusumuzun kendisi için bîr vebal
olmaksızın mubah olduğuna inanan bir kimse nasıl adaletli olabilir, nasal adil
olduğu söylenebilir? Şayet onların adaletli kabul edilmeleri için bu kadarı
yeterli olsaydı onların müslümanlarm aleyhindeki şahitliklerinin kabul
edilmesi gerekirdi.
[319]
Yüce Allah'ın:
"Bu, onların" yanı yahudilerin "ummîlere karşı bize bir
sorumluluk yoktur, demelerindendir-" Denildiğine göre yahudiler
müslü-manlarla alışveriş yaptıklarında: Bizim ümmiler hakkında aleyhimize bir
yol yoktur -yani onlara zulmetmemizde bir vebal olmaz.- Çünkü onlar bize muhalefet
ediyorlar, diyorlardı. Hatta bunun Kitaplarında bulunduğunu dahi iddia
ediyorlardı. Yüce Allah da onları yalanladı ve onların sözlerini reddederek
(bir sonraki âyette) "Hayır," diye buyurdu. Yalan söylemeleri ve
müslümanlarm mallarını helâl kabul etmeleri dolayısıyla onların aleyhlerine
bir yol var."
Ebû İshak ez-Zeccâc
der ki: Burada ("Hayır" anlamına gelen: "belâ" buy-ruğuyia)
söz tamamlanmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Kim ahdini yerine getirir
ve sakınırsa..." diye buyurmaktadır.
Denildiğine göre;
yahuditer bedevî araplardan bazı mallar borç almışlardı. Bu hak sahipleri
İslâm'a girince yahudiler: Sizin bizden bir alacağınız yoktur. Çünkü sizler
dininizi terketüniz. O bakımdan bizden alacaklarınız da düştü, dediler ve
Tevrat'ın hükmünün de böyle olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine yüce Allah:
"Ümmîler hakkında btee karşı bir sorumluluk yoktur* şek lindeki sözlerini
reddetmek üzere "hayır" diye buyurmaktadır. Yani durum sizin
dediğiniz gibi değildir. Daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: "Kim
ahdini yerine getirir ve sakınırsa0 şirkten uzak durursa artık o kimse yalancılardan
olmaz, aksine Alkil ve Rasûlü onu sever, diye buyurmaktadır.
[320]
Adamın birisi İbn
Abbas'a: Biz kasten zimmet ehli mallarından bir tavuk, bir koyun ahr ve bu
konuda bizim için bir sakınca yoktur, deriz. İbn Abbas ona şöyle der: Bu kitap
ehlinin: "Ümmîler hakkında bize karşı bir sorumluluk yoktur"
demelerine benzer. Şunu bilin ki zımmîler cizyeyi ödedikleri takdirde
gönülleri hoşluğu ile olmadığı sürece malları size helâl olmaz. Bunu
Abdurrezzak, Ma'mer'den o Ebu İshak el-Hemdanîden o Sa'saa'dan: Adamın birisi
İbn Abbas'a dedi... diyerek zikretmektedir.
[321]
Yüce Allah'ın:
"Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" buyruğu,
kafirin, şehadeti kabul edilebilecek bir konuma getirilmeyeceğini göstermektedir.
Çünkü yüce Allah, kâfirleri çok yalancı olmakla nitelendirmiştir.
Ayrıca bu buyruk,
Allah'ın haram ve helâl kıldığından başka şeyleri haram ve helâl kılarak bunu
şeriatın bir bölümü gibi kabul eden kâfirlere bir red de ihtiva etmektedir.
Îbnu'l-Arabî der ki: Bundan da şu çıkar: Delile dayalı olmaksızın istihsân ile
hükmedenin bu kanaati red olunur. Bununla beraber ben kıble ehlinden herhangi
bir kimsenin böyle birşey söylediğini de bilmiyorum.
Haberde nakledildiğine
göre bu âyet-i kerime nazil olunca Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Cahlllye döneminde olup da şu ayaklarımın altında olmayan hiçbir şey
yoktur. Bundan emanet müstesnadır. Çünkü emanet iyi olana da kötü olana da
eksiksiz olarak
[322]
76. Hayır! Kim
ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever.
Kim* buyruğu mübtedâ
olmak üzere merfudur ve şart edatıdır. "Yerime getirir" kelimesi ise
cezm mahal Ündedir. "Sakınırsa" buyruğu da ona atfedil mistir. Yani
kim Allah'tan korkar, yalan söylemez ve kendisine haram kılınanları helâl kabul
etmezse "şüphe yok ki Allah sakınanları" bu şekilde davranan
kimseleri "sever."
Yüce Allah'ın
velilerini, dostlarını sevmesinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır,
Yine yüce Allah'ın:
"Ahdini" buyruğundaki zamir yüce Allah’a racidir. Yüce Allah lafzı
ise: *Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler" buyruğunda
geçmiş idi. (Dolayısıyla zamir ona râci olabilir). Bunun emaneti ödeyen,
küfürden, hainlikten ve ahdi bozmaktan sakınan kimseye ait olması da mümkündür.
"Ahd" ise faile ve mef ule de izafe olunabilen bir mastardır.[323]
77-
Allah'ın ahdîni ve kendi yeminlerini az bir
pahaya değişenlerin âhirette hiçbir payı yoktur. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz,
onlara bakmaz, ve onları temize çıkarmaz. Ve onlar için elim bir azap vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Hadis imamları
el-Eş'as b. Kays'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Benimle yahudilerden
bir adam arasında (ortak) bir arazi vardı. O benim o arazideki hakkımı inkâr
etti. Ben de onu Peygamber (sav)'ın huzuruna gö-türdürft. Rasûlullah (sav)
bana: "Senin herhangi bir delilin var mı?" diye sûrdu. Ben: Hayır,
dedim. Bu sefer yahudiye: "(Arazide hakkım olmadığına dair) yemin
et!" diye buyurdu, Ben: O vakit yemin eder ve benim malımı alıp götürür,
deyince, yüce Allah: "Aüah'ın ahdini ve yeminlerini az bir pahaya
değişenlerin..." buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[324]
Yine hadis imamlarının
Ebu Umame'den rivayetine göre Rasûlullalı (sav) şöyle buyurmuştur: "Her
kim yeminiyle müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah onun için
cehennemi vacip kılar ve cenneti de ona haram kılar." Ona bir adam şöyle
dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bu önemsiz birşey olsa dahi böyle midir? Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (misvak) ağacından bir küçük çubuk
olsun, "
[325]
Bakara Sûresi'nde
(2/174. âyette) de yüce Allah'ın: "Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz,
onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz" buyruğuna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır.
[326]
Bu âyet-i kerime ile
hadis-i şerifler, hakimin hükmünün, lehine hüküm verilen kimse bu hükmün batıl
olduğunu biliyor ise, zahiren verilen hüküm ile o malı lehine hüküm verilene
baünen de helâl kılmayacağını göstermektedir.
Hadis imamları Um
Seleme'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasûlullalı (sav) şöyle buyurdu:
"Sizler benim huzurumda davalaşıyorsunuz. Ben bir insanım. Belki sizden
herhangi bir kimse kendi delilini diğerinden daha güzel bir şekilde
açıklayabilir Ben de sizden işittiğime uygun olarak aranızda hüküm veririm. Her
kime kardeşinin hakkından birşeyin verilmesine hüküm verecek olursam onu
almasın. Çünkü ben bu hükmüm ile ona cehennemden bir parça kesip veriyorum ki o
Kıyamet gününde bunu getirip gelecektir."[327]
Bu hususta imamlar
arasında görüş aynlığı yoktur. Bu konuda çelişkili iddiada bulunarak aşırıya
giden Ebû Hanife olup o şöyle der: Batıl şahitliğe mebni olan hakimin hükmü
kendisi için haram kılınmış bulunan ferci (yanı kadını) helâl kılar. Nitekim
Bakara Sûresi'nde (.2/188. âyet 3, başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş
bulunmaktadır. Ebu Hanİfe'nin iddiasına göre iki yalancı şahit bir adamın
aleyhine hanımını boşadığına dair şahitlikte bulunsa ve hakim de bu İki
şahidin şahitliğine göre hüküm verecek olsa, artık o kadın, meselenin batıl
olduğunu bilenlerden olup kendisiyle evlenen kimseye dahi helâl olur.[328]
Bu, açık ve sahih
hadisten yüzçevirmesi dolayısıyla onun çirkin bir iş yaptığı ve böylelikle
mallan koruma altına alırken, fasİd hükümlerle bunların mubah olmayacağı
görüşüne rağmen Fercİeri (namusları) böyle bir şeye karşı korumaması
dolayısıyla ayıplanmış bulunmaktadır. Halbuki ferclerin gereken şekilde
korunmaları ve bu hususta ihtiyatlı olmak, daha uygundur. Yüce Allah'ın
izniyle Hân âyetinde (en-Nûr, 24/6-10. âyetler) onun bu sözünün tutarsız
olduğuna dair açıklamalar gelecektir.
[329]
78, Onlardan bir gurüh
vardır ki kitaptan ^annedesiniz diye kitapla dillerini eğip bükerler. Halbuki
o kitaptan değildir. "O Allah katındandır" derler. Halbuki o Allah
katından değildir. Allah adına bile bile yalan söylerler.
Bununla yahudilerden
bir kesim kastedilmektedir: "(. Kitapla dillerini eğip bükerler"
buyruğunda Ebû Cafer ve Şeybe çokluk ifade etmek üzere; "Çokça eğip
bükerler" diye okumaktadır. Yani onlar sözleri tahrif ederler ve bu yolla
maksattan uzaklaşırlar.
Eğip bükmek, meyletmek
anlamındadır. Eliyle büktü ve başıyla büktü ifadelen İçin yine bu fiil
kullanılır. Yüce Allah'ın: Dillerini eğip bükerek" (en-Nisâ, 4/46)
buyruğundan kasıf, hakka karşı inat ile ve hakkı bırakıp başkasına yönelerek...
anlamındadır.
Diğer taraftan:
"Kimseye dönüp bakmıyordunuz" (Âl-i Imrân, 3/153!) buyruğu da kimseye
doğru yönelmiyordunuz bile anlamındadır. Birisine doğru yönelip orada ikamet
ettiğin vakit; denilir. Borcu, savsaklamak anlamına da; (ayni kökten olmak
üzere): "el-Leyy1 denilir. Şair (bu anlamı ifade etmek üzere) der ki:
"Ben bunu daha
önceden Hassan'a borç vermiştim; İflas etmek ve borcumun savsaklanması
korkusuyla; 0 aslı da ayn'ı da satmayı iyi becerir.™
Şair Zu'r-Rimme de der
ki:
"Senin hiç
ihtiyacın almayıp zengin olmana rağmen, benim alacağımı savsaklamak istiyorsun
Ey kemer kuşanmış kimse! Güzel bir şekilde borcumu öde!"
Hadis-i şerifte de
(aynı kökten olmak üzere): "Varlıklı olanın borcunu savsaklaması (leyy),
ırzını (haysiyetine dokunacak davranışlara maruz kalmayı) ve cezalandırılmasını
helâl kılar"[330] buyurulmaktadır.
Elsine (diUer)
kelimesi tekilini müzekker kabul edene göre "UsâiTın çoğuludur; müennes
kabul edene göre ise çoğulu "elsun" diye gelir.
[331]
79- Hiçbir İnsana
yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o
insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kullar olun" desin. Fakat:
"Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbaniler olun" (der),
"Yakışmaz"
olmaması gerekir, anlamındadır. Nitekim yüce Allah'ın: 'Yanlışlıkla olması
müstesna bir mü'minin, bir mii'mini öldürmesi yakışmaz" (en-NIsâ, 4/92);
"Allah'ın ker hangi bir evlat edinmesi yakışmaz" (Meryem, 19/35);
"Bizim böyle bir söz söylememiz bize yakışmaz" (en-Nûr, 24/16)
buyruklarında olduğu gibi. Bütün bunlarda "yakışmaz" ve
"gerekmez" anlamlan vardır.
"Beşer"
kelimesi tek kişi için de kullanılır, çoğul için de kullanılır. Çünkü bu
lielime masdar ayanndadır. Burada "beşeriden kasıt, ed-Dahhâk ile
es-Süddî'nin görüşüne göre Hz, İsa'dır.
Kİtap'tan kasıt,
Kur!ân-ı Kerîm'dir, Hüküm'den kasıt ise, ilim ve kavrayıştır. Aynı şekilde
ahkâm (hükümler) demek olduğu da söylenmiştir.
Yani şanı yüce Allah,
yalancıları peygamberlik için seçmez. Eğer herhangi bir insan böyle birşey
yapmaya kalkışacak olursa, yüce Allah ondan peygamberliğin mucize ve
alâmetlerini geri alır.
Sonra., desin"
kelimesinin mansub olması, Ona vermesi" ile "Desin" kelimeleri
arasındaki ortaklık dolayı siyi a dır. Yani bir peygamber için, hem peygamberliğin
verilmesi, hem de: "Allah'ı bırakıp bana kul olun*'demesi, bir arada
bulunur şey değildir, "Fakat: Rabbani olun" yani, fakat o
peygamberin insanlara rabbani olun, demesi yakışır.
Denildiğine göre bu
âyet-î kerime Necran lııristiyanlan hakkında nazil olmuştur. Aynı şekilde
sûrenin tümünün, yüce Allah'ın: "ifanı sen erkenden mü'minleri savaşmaya
elverişli yerlerde yetiştirmek üzere ailenin yanından ayrılmıştın" {A\ i
İmrân, 3/121) buyruğuna kadar olan bölümünün nüzul sebebinin Necran
hıristİyanları olduğu rivayet edilmiştir. Fakat onlarîa birlikte yahudiler de
sözkonusu edilmektedir. Çünkü yahudiler de hıristiyanlann inkâr ve inadının
aynısını göstermişlerdir.
"er-Rabbâniyyûn:
Rabbaniler" kelimesinin tekili "rab"e nisbet olunan anlamında;
"rabbani" kelimesidir. Rabbânî ise insanlara büyük hususlardan önce
bilginin küçük hususlarını öğreterek terbiye eden, eğiten kimse demektir.
Adeia o işleri kolaylaştırmak hususunda rabbe uyuyor gibidir.[332] Bu
an-lamda bir açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Kimi müfessir de şöyle
demiştir: Bu kelimenin aslı "rabbî"dir. Mübalağalı bir anlam ifade
etmek üzere araya "elif1 ile "nün" harfleri sokulmuştur. Nitekim
sakalı büyük olan kimseye "Iİhyanı", perçemi büyük olana
"cummâ-nî", boynu kalın olana "rakdânî" denilmesi gibi.
el-Müberred de der ki;
Rabbaniler ilim erbabı demektir. Bunun tekili "rab-bân" diye gelir.
Arapların, bir kimsenin işini çekip çevirip düzelten kimseye; dan
"rabfoân: çekip çeviren" demeleri gibi- Buna göre "rabbaniler"'
insanların işlerini çekip çeviren ve ıslah edip düzelten kimseler demektir.
"Elif" ile "nün" harfleri ise tıpkı "reyyân ve atsan
(suya kanmış ve susuz)'1 dedikleri gibi mübalağa için gelmiştir. Daha sonra da
nisbet ifade etmek üzere "yâ" harfi ilave edilmiştir. Tıpkı lihyâriî,
rakabânî ve cummanî denildiği gi-bL Şair de der ki:
"Ben havada rehin
alınmış olsam dahi;
Oradan söz (hadis) ile
rabbânî alimlerim beni indirir."
Buna göre rabbânî
demek, ilmiyle amil olan, Rabbin dinini bilen kimse demektir. Çünkü eğer
ilmiyle amil değilse zaten alim olamaz. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce
Bakara Sûresi'nde geçmiş bulunmaktadır.
[333] Ebu
Reîn de der ki: Rabbânî, alim ve hakim kimse demektir. Şu'be, Asım'dan o
Zir'den o Abdullah b. Mes'ud'dan "Fakat rabbaniler olunuz" buyruğu
hakkında; "yani hükemâ ve ulemâ olunuz" dediğini nakletmektedir. İbn
Cübeyr ise, takva sahibi hakimler olunuz, diye açıklarken, ed-Dahhâk da şöyle
de-mekEedir: Hiçbir kimsenin gücü yettiğince Kur'ân'ı ezberlemeyi bırakmaması
gerekir. Çünkü yüce Allah: "Rabbânî olun" diye buyurmuştur.
İbn Zeyd de der ki:
Rabbanilerden kasıt yöneticiler, ahbâr'dan kasıt ise ilim adamlandır. Mücahid
de der ki: Rabbaniler ahbârdan daha üstündürler.[334]
en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü ahbâr dediklerimiz ilim
adamlarının kendileridir.
İlim ile birlikte
siyaset ve idarede basireti bir arada bulunduran anlamıyla "rabbani"
kelimesi, Arapların bir işi düzeltip onu yönetmesini anlatmak üzere
kullandıkları ifade olan: "İnsanların işlerini idare etti" tabirinden
alınmıştır. Böyle bir kimseye de çokluk ifade etmek üzere: "Râbb ve
rabbâm" denilir. Ebu Ubeyde der ki: Ben bîr ilim adamını şöyle derken
dinledim: Rabbânî helâli, haramı, emri, yasağı bilen, ümmetin haberlerini,
olmuşu ve olanı bilen kimse demektir,
îbn Abbas'ın vefat ettiği
gün de Muhammed b. el-Hanefîyye şöyle demişti: "İşte bugün bu ümmetin
rabbânîsi Öldü."
Peygamber (sav)fdan da
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir; "Erkek olsun dişi olsun hür ya da
köle olsun her bir mü'minin Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm öğrenmesi ve dininde
fakîh olması (yeterli bilgi sahibi olması) onun için bir görevdir." Hz.
Peygamber daha sonra: Takat, Kitabı okuyup öğrettiğinize göre rabbânî
olun" âyetini okudu.[335]
Bunu İbn Abbas rivayet etmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Fakat Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabbânî olun buyruğuna gelince; bu
buyruktaki; Öğrettiğinize'* kelimesini Ebu Arar ile Medineliler "den hafif
şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebu Hatim de bu kıraati terdlı etmiştir.[336] Ebu
Amr der ki: Bu kıraati doğrulayan şey (âyet-i kerîmenin sonraki bölümünde
geîen): kelimesinin şeddesiz gelerek,
şeddeli olarak tedristen şeklinde gel
mey i sidir. Buna karşılık, İbn Âmir ile Kûfeliler bu kelimeyi 'ta'lim'den
şeddeli olarak diye okumuştur. Ebu Ubeyd de bu kıraati tercih etmekte olup der
ki: Çünkü bu okuyuş, hem "bilirsiniz, hem de öğretirsiniz"
kelimelerinin anlamını bir arada ifade etmektedir.
Mekkî der ki: Şeddeli
olarak daha belağatlidir. Çünkü her bir muallim (öğretici) aynı zamanda bilen
bir kimse olmak anlamında (alim)dir. Fakat birşeyler bilen herkes muallim
olamaz. O bakımdan bu kelimenin şeddeli okunuşu, hem ilme hem de ta'lime (ilim
öğretmeye) delâlet etmektedir. Şeddesiz okuyuş ise, yalnızca bilmeye delâlet
etmektedir. Ta'lim (öğretmek.) ise daha beliğ ve daha çok övücü bir sıfattır.
Böyle olmayan bir kelime ise, yermek için kullanıldığa takdirde, daha beliğ
olur, Şeddesiz okuyuşu tercih edenler İbn Mes'ud'un: "Rabbaniler
olunuz" buyruğunu; hükemâ ve ulema olunuz, diye açıklamasını delil
gösterirler. O bakımdan burada sizler öğretmeniz dolayısıyla fukahâ, hukemâ ve
ulemâ olunuz, denilmiş olması uzak bir ihtimaldir, el-Hasen der ki: İlminiz
dolayısıyla sizler hükemâ ve ulemâ olunuz, demektir. Ebu Hayve ise; diye
okumuştur. Mücahid de; "Öğrenmekte olduğunuz" anlamında olmak üzere,
"te" harfini üstün, "lam"ı da şeddeli olarak şeklinde
okumuştur.
[337]
80. Size melekleri ve
peygamberleri rab edinmenizi de emretmez. Müslüman olduktan sonra size İnkâr
etmeyi mi emredecek?
İbn Âmir, Âsim ve
Hamza ("emretmez" anlamındaki buyruğu) Versin de" buyruğuna
atfolmak üzere mansûb okumuşlardır. Yahudilerin Peygamber (sav)'a: "Ey
Muhammed, sen bizim seni rab edinmemizi mi istiyorsun?" deyip yüce
Allah'ın: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah kendisine Kitabı, hükmü ve
peygamberliği versin de.... size melekleri... de emretmez" buyruklarının
nazil olmuş olması, bunu pekiştirmektedir. Ayrıca bunda "beşer"e giden
bir zamir de vardır. Yani insanlar da size bunu emretmez. Burada
"insan"-dan kasıt ise, Hz. İsa ile Hz. Üzeyr'dir. Diğerleri ise bu
kelimeyi yeni bir cümle ve önceki buyruklarla ilişkisi olmaksızın ref ve
kat" ile: diye okumuşlardır. Ayrıca burda, Allah'ın adına râci bir Zamir
de vardır. Yani yüce Allah sizlere melekleri... rab edinmenizi de emretmez
anlamındadır. Bu okuyuşu pekiştiren şey ise Abdullah b, Mesud'un Mushafında:
Asla size emretmez" şeklindeki okuyuştur. Bu da cümlenin yeni bir cümle
olduğunu göstermektedir. Yine burada da zamir yüce Allah'a aittir. Bunu da
Mek-kî zikretmiş, Sibeveylı ve ez-Zeccâc da bu görüşü İfade etmişlerdir.
İbn Güreye ve bir
topluluk ise şöyle demektedir: Muhammed (sav) sizlere...- emretmez,
anlamındadır. Bu aynı zamanda Ebû Amr, el-Kisaî ve Haremeyn halkının
kıraatidir.
"Rabler
edinmenizi1* yani melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi emretmez. Bu
kusur, hıristiyaniarda vardı. Onlar peygamberleri ve melekleri kendilerine rab
edinecek derecede ta'zim ederler.
"Müslüman
olduktan sonra size inkâr etmeyi mi emredecek?" Bu soru, böyle bir şeyi
inkâr ve taaccüb anlamındadır. Yüce Allah peygamberlere, insanları kendilerini
Ilâlı edinecek şekilde, kendilerine kut edinmeyi haram kılmıştır. Fakat diğer
insanlara da peygamberlere saygı göstermeyi emretmiştir. Peygamber (sav)ın da
şöyle buyurduğu variddir: "Sizden herhangi bir kimse: Benim kulum, benim
cariyem demesin. Bunun yerine: Benim delikanlım, benim kızım, desin. Sizden
herhangi bir kimse: Rabbim demesin, efendim desin."[338]
Kur'ân-ı Kerîm'de de
yüce Allah'ın: "Rabbinin (efendinin) yanında beni an" (Yusuf, 12/42)
buyruğu yer almaktadır ki, yüce Allah'ın izniyle orada bu hususa dair
açıklamalar gelecektir.
[339]
81. Hani Allah
peygamberlerden: "Andobun ki size Kitabı ve hikmeti verdim. Sonra da size
yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde mutlaka otta inanacak ve
ona yardım edeceksiniz" diye söz almış ve "İkrar edip de kabul
ettiniz mi?" buyurmuştu. Onlar da: "İkrar ettik" demişlerdi,
"Öyleyse şahid olun; ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim"
diye buyurmuştu.
Denediğine göre; yüce
Allah peygamberlerden, birbirlerini tasdik edip doğrulamak, birbirlerine imanı
emretmek üzere söz almıştır, tşte doğrulamak suretiyle yardımcı olmanın anlamı
budur. Said b. Cübeyr, Katade, Tavus, es-Süd-dî ve ei-Hasen'in görüşü de budur,
âyet-i kerimenin zahirinden anlaşılan da budur. Tavus der ki: Allah ilk mîsâkı
peygamberlerden, her birinin ötekinin getirdiğini tasdik etmesi üzere almıştır.
İbn Mesud: " Hanı
Allah kendilerine kitap verilenlerden .... söz almıştı.., diye okumuştur.
el-Kisaî der ki: Bunun: "Hani Allah peygamberlerden misak almıştı"
buyruğunun "Hani Allah peygamberlerle birlikte olanlardan söz
almıştı" anlamında olması da mümkündür, Basrahlar der ki: Allah,
peygamberlerden mîsâk aldığında, kendileriyle birlikte olanlardan da mîsâk
almış demektir. Çünkü onlar da peygamberlere uymuş ve peygamberleri tasdik
etmişlerdir.
Yüce Allah'ın: buyruğundaki anlamındadır. Si-beveyh der ki:
Ben, Halil b. Ahmed'e yüce Allah'ın: "Hani Allaü peygamberlerden;
Andotsun ki size Kitabı ve hikmeti verdim..." buyruğuna dair soru sordum
bana: edatı anlamındadır, dedi.
en-Nelıhâs der ki:
Halil'in bu açıklamasına göre bu ifade; " Size verdiğim o kitaba"
takdirindedir Daha sonra ismin uzunluğu dolayısıyla (o anlamına gelen.)
"he" zamiri hazfedil mistir.
Ayrıca "ki"
edatı mübteda olmak üzere merfudur. Onun haberi de "Kitap ve hikmet19
kelimeleri olur. de cinsin beyanı için ohır/1 Bu ise bir kimsenin: Şüphesiz
Zeyd senden daha faziletlidir, demesine benzer. Aynı zamanda bu, el-Ahfeş'in
de görüşüdür ve buna göre bu "lâm" ibtidâ (başlangıç) Hlâm"ıdir.
el-Mehdevî der ki: Yüce
Allah'ın: "Onlara yanınızda olanı,., geldiğinde" buyruğu ve ondan
sonrakiler, sılaya atfedilmiş bir cümledir. Bu cümledeki mevsûl isme ait olan
zamir ise hazfedilmiştir. İfade; Sonra da size onu doğrulayıcı bir peygamber
geldiğinde... takdirindedir.
[340]
Yüce Allah'ın:
"Sonra da size yanınızda olanı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde
mutlaka ona inanacak ve ona yardım edeceksiniz" buyruğunda Hz. Ali ve İbn
Abbas
[341] anhumaj'ın görüşüne göre
sözü geçen peygamberden kasıt, Allah'ın Rasûlü Muhammed (sav)'dır. Lafız her
ne kadar nekre (belirtisiz) ise de yapılan işaret muayyen bir kişiyedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Allak bir kasabayı örnek olarak
verdi. Orası korku-dany.atıa güvenlik ve huzur içerisindeydi... Andolsun onlara
aralarından bir peygamber geldi de onu yalanladılar..." (en-Nahl,
16/112-113)
Yüce Allah bütün
peygamberlerden Muhammed (sav)'a iman etmelerine, ona yetiştikleri takdirde
yardımcı olacaklarına dair söz almış ve bu şekilde ümmetlerinden de söz
almalarım emretmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Mutlaka ona inanacak..." buyruğunun başındaki "lam71 harfi
mîsâk almaktan ibaret olan kasemin (yeminin) cevabıdır. Çünkü mîsâk almak,
yemin ettirmek ayarında dır. Bu da konuşma esnasında: "Ben senden mutlaka
şu işi yapacaksın diye misak aldım" demeye benzer ve burada: Ben sana
yemin ettiriyorum, demek gibidir,
Kasem ile cevabı
arasına İleride geleceği üzerek tbn Kesirln kıraatinde,ın başındaki harfî-i cer
okn Mâm" ile kasem ile cevabı birbirinden ayrılmıştır. Ancak bu
"lâm"ı üstün okuyan İse, mîsâk almaktan ibaret olan kasemi telakki
eden (karşılayan) "!âm" olarak kabul eder. "Mutlaka ona
inanacak" buyruğunun başındaki "lâm" ise hazfedilmiş bîr kasemin
cevabıdır. Yani, Allah'a yemin olsun ki mutlaka ona inanacaksınız,
takdirindedir.
el-Muberred, el-Kisaî
ve ez-Zeccâc der kî: edatı şart edatıdır. nin başına geldiği gibi; bunun da
başına tahkik için "lâm" gelmiştir. Anlamı da şöyle olur: Size her
bir kitap verdikçe muhakkak...
Buna göre; nasb mahallinde, "Size verdikçe"
cezm mahallinde; "Sonra size gelirse..." de ona atfedilmiş olur.
"Mutlaka ona
inanacak" buyruğunun başında yer alan "lâm" harfi aynı zamanda
cezanın (şartın cevabının) da cevabıdır. (Bu yönüyle) yüce Allah'ın: " Ve
eğer biz istersek mutlaka.... gideririz" (el-İsra, 17/86) buyruğuna ve
buna benzer diğer buyruklara benzemektedir.
el-Kisaî der ki;
"Mutlaka ona iman edeceksiniz" buyruğu kasem için bir imaddır; o
bakımdan sözün birinci bölümüne bitişiktir. Şartın cevabtnin cevabı ise yüce
Allah'ın (bir sonraki âyet-i kerimede gelen): "Artık kim bundan sonra
dönerse,,." buyruğudur. Böyle bir açıklamaya göre ayrıca bir aidi takdire
gerek yoktur.
Kûfeliler ise
"lâm" harfini esreli olarak diye okurlar. Burada da "îâm"
aynı zamanda Ki... anlamındadır ve; Aldı'ya mütaaİ-laktır. Yani, Allah onlardan
kendilerine vermiş olduğu Kitap ve hikmet sebebiyle misakİannı almış, sonra
eğer size beraberinizde bulunanı doğrulayıcı bir peygamber gelecek olursa bu
sözden sonra mutlaka ona iman edeceksiniz (diye söz almıştır). Çünkü misak
almak az önce de geçtiği gibi, yemin ettirmek anlamındadır.
en-Nelıhâs der ki: Ebu
Ubeyde'nİn bu hususta güzel bir açıklaması vardır. O der kî: Bu buyruğun
anlamı şudur: Hani Allah kendilerine kitap verilenlerin mîsâkını, size vermiş
olduğum Tevrat sebebiyle mutlaka ona iman edeceksiniz, diye almıştı.
Bu sözde hazf
bulunduğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı şöyledir: Hani Allah
peygamberlerden size gelen Kitap ve hikmeti mutlaka insanlara öğreteceksiniz
ve insanlardan da iman etmelerine dair mutlaka söz alacaksınız, diye misak
almıştı. Burada hazf bulunduğuna da: "İkrar edip de ahdîmi kabul ettiniz
mi" buyruğu delalet etmektedir. Bir diğer görüşe göre es-reli olarak
okuyanların okuyuşuna göre bu edat, "lâm"; Sonra, anlamındadır.
Yani; ben size Kitap ve hikmeti verdikten sonra ona mutlaka inanacaksınız,
anlamında olur. Nitekim Nâbiğa şöyle demektedir:
"Ben ona ait
alâmetleri tesbite çalıştım ve sonunda onu tamdım
Altı yıl geçtikten
aonra ve bu yıl da yedincidir."
"Altı yıl
sonra" anlamındadır.
Saîd b. Cübeyr ise
bunu; şeklinde şeddeli olarak okumuştur. "Vereceğim zaman" anlamında
olur. Bunun aslının şeddesiz olma ihtimali de vardır. Yahut ın fazladan İlave
edilmesini gerekli görenlerin görüşüne göre; bu edat ilave edilmiş ve
böylelikle haline gelmiştir. Daha sonra
"nün" harfi idgam dolayısıyla mim'e kalbedilmiş olur. Bu durumda üç
tane mim bir araya gelmiş olur. Bunlardan birincisi söyleyiş hafif olsun diye
hazfedilmiştir. Medıneliler ise ta'zim anlamı ifade etmek üzere; Size verdik,
şeklinde diğerleri ise tekil olarak Size
verdim, diye okumuşlardır.
Diğer taraftan, bütün
peygamberlere değil de peygamberlerin bir kısmına kitap verilmiştir. Şu kadar
var ki kitap verilenler için tağlîb sözkonusudur. Maksat da bütün
peygamberlerden söz alınmış olmasıdır. Kendilerine kitap verilmemiş olan
peygamberler de kitap verilmiş hükmündedirler. Çünkü onlara da hüküm ve
peygamberlik verilmiştir. Yine kendilerine kitap verilmeyen peygamberler de
kendilerinden önceki peygamberin kitabı gereğince hüküm vermekle emrolunmuşlardır.
O bakımdan onlar da kendilerine kitap verilenlerin kapsamına girer.
Yüce Allah'ın:
"İkrar edip ahdîmi kabul ettiniz mi? buyurmuştu. Onlar da: İkrar ettik,
demişlerdi. Öyleyse şâhid olun! Ben de sizinle beraber şa-hidlerdenim, diye
buyurmuştu* buyruğunda yec alan: İkrar ettiniz mi?" lafzı, "ikrar
etmek, kabul etmek"ten gelir.
AhidH anlamında olup
her iki şekilde de söylenir. Bu kelime sözlükte ağırlık anlamına gelir.
Alıid'e bu adın veriliş sebebi ise; onun alıkoymak ve işi ağıriaştmp sıkı
tutmak anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır.
"Öyleyse şahit
olun" İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bilin anlamındadır. ez-Zeccâc
ise; açıklayın demektirf der. Çünkü şahit davacının davasını doğrulayan
kimsedir. Anlamının; sizler hem kendinize hem de size tabi olanlara karşı
şahitlik edin, şeklinde olduğu da söylenmiştir.
"Ben de sizinle
beraber" size ve onlara karşı "şahitlerdenim." Said b. el-Müseyyeb der ki: Yüce Allah
meleklere: Onlara şahitlik edin, diye buyurdu; şeklinde açıklamıştır, O
takdirde bu kendisinden söz edilmeyen hakkında dolaylı bir anlatım olur.
[342]
82. Artık bundan sonra
kim dönerse onlar fâsıklardır.
Bu buyruktaki; "Men:
Kim," şarttır. Peygamberlerin ümmetlerinden sözün alınışından sonra kim
imandan dönecek olursa; "onlar fâsıklardır"; yani imanın dışına
çıkan kimselerdir.
F&sık dışarıya
çıkan kimse demek olup; buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/26. âyette)
geçmiş bulunmaktadır.
[343]
83. Yoksa Allah'ın
dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez
O'na teslim olmuştur ve O'na döndürüleceklerdir.
84. De ki:
"Allah'a iman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'e,
Yakub'a ve Esbâf a İndirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rableri
tarafından verilenlere de iman ettik. Onların hiçbirinin arasında fark
gözetmeyiz ve biz O'na teslim olanlarız."
Yüce Allah'ın;
"Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?1 buyruğu ile ilgili
olarak el-Kelbî der ki: Ka'b b. el-Eşref ile arkadaşları hıristiyan-lada
birlikte, anlaşmazlıkları hakkında hüküm vermek üzere Peygamber
(sav)in yanına geldiler ve şöyle dediler:
Bizden hangimiz İbrahim dinine daha layıktır? Peygamber (sav): "Her iki
kesiminiz de onun dininden uzaktır" deyince onlar: Hayır biz senin
verdiğin bu hükme razı olmuyoruz ve senin dinini de kabul etmiyoruz, dediler.
Bunun üzerine yüce Allah'ın; "Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar" yani istiyorlar buyruğu nazil oldu.[344]
Buradaki:
"Başka" kelimesi "arıyorlar" ile nasbedilmiştir. Yani,
on-îar Allah'ın dininden başkasını! mı) arıyorlar. Ebû Amr ise yalnız
basma; Arıyorlar" diye gaibten
haber vermek üzere "ya"lı, buna karşılık: "Ona
döndürüleceksiniz" buyruğunda da muhatab te'si ile okumuş ve şöyle
demiştir: "Çünkü birincisi hastır, ikincisi ise geneldir." O bakımdan
anlam itibariyle aralarındaki fark dolayısıyla farklı okumuştur.
Hafs ve başkaları ise
her iki fiili de; Arıyorlar, döndürüleceklerdir” diye okumuşlardır. Çünkü
bundan önce: "Onlar fâsıklardır" diye buyurulmuştur. Diğerleri ise
her iki fiili de muhatab olmak üzere harfiyle okumuşlardır. (Anlamı da şöyle olur:
Arıyorsunuz, döndürüleceksiniz). Çünkü yüce Allah (daha önceden):
"Andolsun ki size kitabı ve hikmeti verdik" diye buyurmuştur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Oysa... O'na teslim olmuştur" yani G'na teslimiyet göstermiş, boyun
eğmiş, zillet ve itaatini arzetmiştir. Bütün mahlukat, boyun eğmiş ve
teslimiyet göstermiştir. Çünkü bütün yaratıklar güçlerinin dışına çıkamayacak
bir şekilde yaratılmışlardır. Katâde der ki: Mü'mİn kimse isteyerek teslim olur
(İslâm'a girer) kâfir İse öleceği vakit istemeyerek îslâm'a girer, bunun ise
ona bir faydası yoktur. Çünkü yüce Aüalı şöyle buyurmaktadır: "Fakat Bizim
azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi." (el-Mü'min, 40/85)
Mücahid der ki:
Kâfirin istemeyerek İslâm olması Allah'tan başkasına secde etmesiyle ve
gölgesinin de Allah'a secde etmesiyle olur: "Allah'ın yarattığı şeylerin
gölgelerinin zilletle ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa sola dönerek
Allah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl, 16/48);
"Göklerde ve yerde bulunanların kendileri ve gölgeleri isteyerek istemeyerek
sabah akşam Allah'a secde ederler." (er Ra'd, 13/15)
Bîr diğer görüşe göre
anlamı şöyledir: Yüce Allah mahlukatı onlardan, yerine getirmelerini istediği
şeylere elverişli bir yapıda yaratmıştır. Kimisi güzel, kimisi çirkin, kimisi
uzun, kimisi kısa, kimisi sağlıklı, kimisi hastadır. Hepsi de zorunlu olarak
O'nun emrine boyun eğerler. Sağlıklı olan itaatle ve buna severek boyun eğer,
hastalıklı olan da yine itaat etmekte boyun eğmek-Eedîr, Bunu hoş görmese dahi.
İsteyerek (tav'an)
boyun eğmek, kolaylıkla tabi olup uymak demektir.
İstemeyerek (kerhen)
ise, zorlukla ve içten kabul etmeyerek olan itaattir. "İster
İstemez" kelimeleri hal konumunda iki rnasdardır. isteyenler olarak ve
istemeyenler olarak, demektir.
Rivayet edildiğine
göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın: "Oysa
göklerde ve yerde ne varsa ister istemez O'na teslim olmuştur" buyruğu
hakkında şöyle buyurdu: Melekler Semada Ensâr ve Ab-dulkays da yeryüzünde O'na
itaat ettiler."
[345] Hz.
Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ashabıma sövmeyiniz, çünkü benim ashabım
Allah'tan korkarak İslâm'a girdiler, Sair insanlar ise kılıç korkusuyla
İslâm'a girdiler."
[346]
îkrime der ki:
"İster" buyruğu tartışmaksızın teslim olan; "istemez" buyruğu
ise karşılaştığı delilin kendisini tevhidi kabul etmek zorunda bıraktığı kimse
hakkındadır Buna yüce Allah'ın şu buyrukları delildir: "Andolsun ki sen
onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan elbette ki «Allah» diyecek
terdir." (ez-Zuhruf, 43/87); "Eğer onlara gökleri ve yeri kim
yarattı, güneşi ve ay'ı kim emrinize verdi, diye sorsan onlar elbette «Allah»
diyeceklerdir."
(el-Ankebııt, 29/63.)
el-Hasen der kir Bu
buyruk genel olmakla birlikte anlamı özeldir Yine ondan gelen rivayete göre:
"Oysa göklerde olanlar O'na teslim olmuştur" buyruğunda söz tamam
olmaktadır. Daha sonra yüce Allah: "Yer de ister istemez (O'na teslim
olmuştur)" diye buyurmuştur.[347]
istemeyerek teslim olan münafık olandır. Amelinin kendisine bir faydası
yoktur.
"İster
istemez" kelimeleri hal mahallinde iki masdardır. Mücahid'in îbn Abbas'tan
nakline göre o şöyle demiştir: Herhangi birinizin bineği kendisine zorluk
çıkartır yahut da serkeşlik edecek olursa kulağına şu: "Yoksa Allah'ın
dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister
İstemez O'na teslim olmuştur..." âyetini sonuna kadar okusun.
[348]
85. Kim İslâm'dan
başka bir din ararsa ondan asla kabul olucuna/ ve o, âhirette de en büyük
zarara uğrayanlardandır*
Başka kelimesi, Ararsa" kelimesinin mefulu, "(ba):
Din" kelimesi de temyiz olmak üzere nasbedilmiştir. Bununla birlikte,
"Ararsa" kelimesi ile nasbedilmesi, diğer taraftan "Başka"
kelimesinin de "dinMen hal olmak üzere mansub oiması da mümkündür.
Mücahid ve es-Süddî
der ki: Bu âyet-i kerime el-Cülâs b. Süveyd'in kardeşi el-Haris b. Süveyd
hakkında nazil olmuştur. Ensardan bir kimseydi. Oniki kişi ile birlikte
İslâm'dan döndü ve bunlar kâfir olarak Mekke'ye gidip sığındılar. Bunun üzerine
bu âyet-i kerime nazil oldu. Daha sonra kardeşine mektup yazarak tevbe etmek
istediğini bildirdi. Aynı zamanda bu İbn Abbas'tan ve başkalarından da rivayet
edilmiştir. İbn Abbas der ki: Bu âyetlerin nüzulünden sonra (Haris) tekrar
İslâm'a girmiştir.
[349]
"O, âhirette en
büyük zarara uğrayanlardandır," Hişam der kî: Yani o âhirette hüsrana
uğrayan kimselerden, hüsrana uğramış birisidir. Şayet böyle olmasaydı, sık ile
mevsûlün birbirinden ayrılması gerekirdi.
el-Mâzinî de der ki:
(el-Hâsirîn'in başındaki) "elif ile "lâm", "er-racul;
adam" kelimesinde olduğu gibidir. Nitekim bu hususa dair açıklamalar daha
önce Bakara Sûresi'nde: "Ve şüphe yok ki o âkirette salihlerdendîr"
(el-Bakara, 2/130) buyruğunu açıklarken geçmiş buhınmaktadır.[350]
86. İman ettikten. Peygamberin
hak olduğuna tanık olduktan ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
küfre sapan bir kavmi, Allah nasıl hidâyete eriştirir? Allah zalimler
topluluğunu hidâyete eriştirmez
İbn Abbas der ki:
Ensardan bir kişi İslâm'a girdi. Sonra irtidat edip müşriklere katıldı, sonra
pi§man oldu. Kavmine şöyle bir haber gönderdi: Benim adıma Rasûlullah (sav)a:
Tevbe etme imkanım var mıdır? diye sorunuz. Kavmi Radûlullah (sav)'ın yanına
gelerek onun tevbesi sözkonusu olur mu? diye sordular Bunun üzerine:
"îman ettikten Peygamberin hak olduğuna tanık olduktan., sonra küfre
sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete eriştirir?" âyetinden itibaren
"Allah Gafurdur, Rahimdir" (âyet, 89) buyruğuna kadar nazil oldu. Bu
haber ona gönderildi, o da İslâm'a girdi. Bunu Nesaî rivayet etmiştir.
[351]
Bir diğer rivayete
göre Ensardan birisi irtidat etti ve müşriklere katıldı. Bunun üzerine yüce
Allah: "İman ettikten... sonra Allah nasıl hidâyete eriştirir?"
buyruğundan itibaren: "Ancak bunun, ardından tevbe edip ıslah edenler
müstesnadır" (âyet, 89) buyruğuna kadar nazil oldu, kavmi bu buyrukları
ona gönderdi. Bu âyeti kerimeler kendisine okununca Allah'a yemin ederim, benim
kavmim Rasûlullah (sav)'a karşı yalan söylemiyor. Ben de Ra-sûlullalı (sav)'ın
Allah'tan getirdiklerinde yalan söylediğini iddia etmiyorum. Şüphesiz yüce
Allah da bu üçün en doğru söyleyenidir, diyerek tevbe edip geri döndü.
Rasûlullah (sav) da tevbesini kabul etti ve ona
ilişmedi.
[352]
el-Hasen ise der ki:
Bu âyet-i kerime yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü yahudiler Peygamber
!sav.)!ın geleceği müjdesini veriyorlar ve kâfirlere karşı onun yanında yer
almak suretiyle zafer kazanacaklarını ileri sürüyorlardı. Ancak Hz. Peygamber
gönderilince inatlaştılar, kâfir oldular. Bunun üzerine yüce Allah da: "îşte
bunların cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine
olmasıdır" (Âyet, 87) buyruğu nazil oldu.
Diğer taraftan
"nasıl" kelimesi, bir istifham edatıdır ve bu red ve inkâr anlamını
ifade eder. Yani Allah böylelerine hidâyet etmez. Bu buyruğun bir benzeri de
yüce Allah'ın: "O müşriklerin Allak nezdinde ve Rasûlü yanında nasıl bir
ahidleri olabilir?" (eî-Tevbe, 9/7) buyruğudur. Onların böyle bir ahidleri
olamaz, demektir. Şatr de şöyle demektedir:
"Kavmin dört bir
yanını bir baskın kuşatmışken Yatak üstünde nasıl olur da uyuyabilirim?"
Bu durumda uyumam
imkânsızdır, demek istiyor.
Denildiğine göre
"Allah zalimler topluluğunu hidâyete eriştirmez"
buyruğunun zahiri şunu
ifade etmektedir: İslâm'a girdikten sonra kâfir olana Allah hidâyet vermez,
zalim olana da aynı şekilde Allah hidâyet vermez. Fakat bizler mürted birçok
kimsenin İslâm'a girdiklerini ve Allah'ın kendilerini hidâyete erdirdiğini,
yine zalimlerden pek çok kimsenin zulümden tevbe ettiklerini görüyoruz. Buna
şöyle cevap verilir: Onlar küfür ve zulümlerinde diretip İslâm'a
yönelmedikleri sürece Allah da onlara hidâyet vermez. İslâm'a girip tevbe
ettikleri takdirde, Allah onlara hidâyeti elde etme başarısını verir. Yüce
Allah en iyi bilendir.
[353]
87- İşte bunların
cezası Allah'ın, meleklerin ve bütün insanlaın lanetinin üzerlerine olmasıdır.
88. Ebediyyen onun
içindedirler. Onlardan azab hafifletilmez ve onlara süre verilmez.
89- Ancak bunun
ardından tevbe edip ıslah edenler müstesna. Doğrusu Allah Gafurdur, Rahimdir.
Yani küfürleri üzere
devam ettikleri takdirde (Allah'ın meleklerin ve insanların laneti üzerlerine
okır). Allah'ın ve insanların lanetinin ne anlama geldiği Bakara Sûresi'nde
(2/161- lö2'de) geçmiş bulunmaktadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
"Ve onlara süre
verilmez." Ertelenmezler ve sonraya bırakılmazlar daha sonra tevbe
edenleri istisna ederek: "Ancak bunun ardından tevbe edip ıslah edenler
müstesnadır" diye buyurmaktadır. Burada (nüzul sebebine göre) kastedilen
kişi, önceden de geçtiği üzere Haris b. Suveyd'dir. Anlam* itibariyle tekrar
İslâm'a dönüp ihlâsla bu dönüşü üzerinde sebat gösteren herkes âyetin kapsamına
girmektedir.
[354]
90.. İman ettikten
sonra küfre sapıp küfürleri artanların tevbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar
sapanların kendileridir.
Katâde, Ata
el-Horasanî ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerime, Hz. İsa ve İncil'i inkâr edip
kâfir olan sonra da Muhammed (sav)'ı ve Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr ederek küfürleri
artan yahudiler hakkında nazil olmuştur. Ebul-Âiiye de der kî; Bu âyet-i kerime
Hz. Peygamber'in nitelik ve sıfatlarına iman etmelerinden sonra onu inkâr edip
kâfir olan yahudi ve luristiyanlar hakkında nazil olmuştur- Küfürleri üzere
kalmak ve direnmek suretiyle de "sonra küfre sapıp küfürleri artan"
kimseler oldular
Bir diğer görüşe göre
"sonra küfre sapıp küfürleri artanların," kazan-dıkları günahlar
sebebiyle küfürlerinin artmasının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir.
Taberî'nin tercih ettiği görüş budur ve ona göre bu âyeti kerime yahudiler
hakkındadır
"Tevbeleri asla
kabul edilmez" buyruğu, yüce Allah'ın: "O, kullarının teu-besini
kabul eden, kötülükleri bağışlayandır" (eş-Şûrâ, 42/25) buyruğu dolayısıyla
müskîldir (anlaşılması, açıklanması zordur) denilecek olursa; şöyle cevap
veririz:
Bunun anlamı ölüm
esnasında tevbeleri asİa kabul olunmaz, şeklindedir. en-Nehhâs der ki: Bu;
güzel bîr açıklamadır. Nitekim yüce Allali: 'Yoksa (makbul) tevbe kötülükleri
işleyip durup da onlardan herhangi birine ölüm gelip çattığında: «Ben şimdi
gerçekten tevbe ettim» diyenlerin ve kâfir olarak öleceklerinki değildir"
(en-Nisa, 4/18) diye buyurmaktadır. Bu açıklama el-Hasen, Kalade ve Ara'dan da
rivayet edilmiştir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah
gargara haline gelmedikçe (can boğaza ulaşmadıkça) kulun tevbesini kabul
eder."[355]
İleride Nisa
Sûresi'nde buna dair açıklamalar gelecektir.
Bir diğer açıklamaya
göre: "Tevbesi asla kabul edilmez" buyruğu, yani küfre girmeden önce
yapmış oldukları tevbeleri kabuî olunmaz, anlamındadır. Çünkü küfür artık o
tevbeyî silmiş, boşa çıkarmıştır.
Yine: "Tevbeleri
asla kabul edilmez" buyruğu, içinde bulundukları küfürden tevbe edip bir
başka küfre girdikleri takdirde tevbeleri kabul edilmez, diye de açıklanmıştır
Ancak Tevbe edip İslâm'a girmeleri halinde tevbeleri kabul edilir.
Kutrub der ki: Bu
âyet-i kerime biz Muhammed'in ölümünü bekliyoruz. Eğer dönme görüşü bizde ağır
basarsa kavmimize geri döneriz, diyen Mek-kelilerden bir grup hakkında nazil
olmuştur. Onların böyle demeleri üzerine yüce Allah: "İman ettikten sonra
küfre sapıp küfürleri artanların tev-beleri asla kabul edilmez" buyruğunu
indirdi.
Yani onlar
küfürlerinde sabit kaldıkça tevbeleri kabul olunmaz, diyerek onların
tevbelerirtin makbul olmayacağını ifade etti. Çünkü böylelerinin kararları
sağlıklı değildir.
Yüce Allah İse
sağlıklı (kabul edilebilir) bir karar verildiği takdirde her türlü tevbeyİ
kabul eder.
[356]
91. Doğrusu kâfir olup
kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye verecek olsalar bile o,
hiçbirinden kabul edilmez. Onlar için can yakıcı bir asap vardır ve onların hiç
yardımcıları yoktur*
Dolusu" şeklinde
"mim" harfi esreli olarak birşeyi dolduracak miktar anlamındadır
"Mim" harfi üstün olarak okunursa doldurmak anlamında masdardır.
Onu fidye verecek olsa
bile" buyruğtmdaki "vaV'ın fazladan geldiği söylenmiştir. Anlamı
şudur; Fidye olarak verecek olsa dahî onların hiçbirisinden yeryüzü dolusu
kadar altın dahi kabul olunmaz. Nahiv-ciler arasında görüş sahibi (ehl-i nazar)
kimseler de der ki: Bu "vaV'ın faz-ladan gelmiştir görüşü uygun değildir.
Çünkü bir mana ifade ediyor. Âyet-i kerimenin anlamı da şöyledir: Karşılıksız
olarak yeryüzü dolusu altın onlardan hiç birisinden kabul olunmaz, İsterse onu
fidye olarak vermiş olsun.
"(Lai):
Altın" kelimesinin nasbedilmesi ise eKFerra'nın görüşüne göre, tefsir
(temyiz) olduğu içindir. el-Mufaddal Ese der ki: Açikİayıcı (temyiz) olmasını-
müphem olduğu halde sözün eksiksiz olması gerekir. Mesela, benim yanımda yirmi
vardır, demek gibi. Burada sayı malum takat sayısı belirtilen meçhuldür. Eğer
"dirhem" diyecek olursak bunu açıklamış oluruz (ve bu takdirde bu,
tefsir olarak mansub gelir). Zaten temyizin nasbedilmesi onu mecrur veya mer-fu
kılan bir âmilin bulunmayışı dolayısıyladtr Nasb da harekelerin en hafif olduğundan
dolayı, âmili olmayan her bîr şeyin harekesi kılınır.
el-Kisaî der der ki:
Bu kelimenin mansub olması, bir "..den" edatının mahzûf olması
dolayısıyla dır. Yani "altından..." anlamındadır. Yüce Allah'ın
buyruğu: "Veya bunun dengi oruç tutmaktır" (el-Mâide, 5/95) yani oruç
türünden, demektir. Buharı ve Müslim'de Katade'den, onun Enes b. Malik'ten
rivayetine göre Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Kıyamet gününde kâfir getirilir ve ona şöyle denilir: Ne dersin, şayet
senin yeryüzü dolusu kadar altının olsaydı onu kendini kurtarmak için kimselere
verir miydin? O: Evet der. Ona şöyle denilir: Senden bundan daha kolay olan şey
istenmişti." Buhârî'nin lafzı bu şekildedir.
[357]
Müslim'de ise: İstenmiştir" yerine: "Yalan söyledin senden...
istenmişti" şeklindedir.[358]
92. Sevdiğiniz şeylerden
iniâk etmedikçe asla Blrr'e erişemezsiniz ve her ne iniâk ederseniz şüphesiz
Allah onu çok iyi bilir.
Bu buyruğa dair açıkla
m alan mızi iki başlık halinde sunacağız:
Hadis imamları -lafız
Nesâî'nin olmak üzere- Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedirJer; Bu
âyet-i kerime yani: "Sevdiğiniz şeylerden infök etmedikçe asla Birr'e
erişemezsiniz" buyruğu nazil olunca Ebû Talha şöyle dedi: Şüphesiz
Rabbimiz mallarımızı infak etmemizi istiyor. Ey Allah'ın Ra-sûiü! Şahit ol ki
ben, arazimi Allah'a verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (sav); "Sen onu
akrabaların olan Hassan b. Sabit ile Ubey b. Kaba ver (vakfet) diye buyurdu.
[359]
Muvatta'da ayrıca:
Onun malları arasında en çok sevdiği Bi'ru Hâ idi ve bu mescidin karşısında
idi. Rasûlullah (sav) oraya girer ve o bahçedeki güzel sudan içerdi"
denilmekte ve hadisin geri kalan bölümleri zikredilmektedir.[360]
Bu âyet-i kerimede,
hitabın zahiri ile umumunun delil olarak kullanılabileceğine deli! vardır.
Çünkü ashab-ı kiram (Allah tümünden razı olsun) bu âyet-i kerime nazil olduğu
sırada hitabın fehvasından başka bir şey anlamamışlardır.
[361]
Nitekim Ebu Talha: "Sevdiğiniz şeylerden in lak etmedikçe,..™ âyetini
işitince, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerime Üe yalım bunu açıklayıcı
Peygamberin bir sünneti ile, Allah'ın kendisinden neyi iniâk ettiğini açıklayacak
olan buyruk, varid oluncaya kadar beklemek gereğini duymadı. Çünkü onlar pek
çok şeyi severler.
Aynı şekilde Zeyd b.
Harise'nin de böyle yaptığını görüyoruz. O da "Se-bel" admdaki
sevdiği atını aldı ve- Allah'ım Sen de bilirsin ki benim bu atımdan dalıa çok
sevdiğim bir malım yoktur, deyip bu aünt Peygamber (sav)a getirdi ve: Bu Allah
yolunda (vakf)dır, dedi. (Oğlu) Usame b. Zeyd'e de: (Hz, Peygamber): "Onu
al" deyince Zeyd adeta bundan dolayı rahatsız olmuş gibi oldu. Rasülullah
(sav) da ona: "Şüphesiz Allah bunu senden kabul buyurdu" dedi. Bunu da
Esed b. Mûsâ zikretmiştir.
[362]
İbn Ömer ise kölesi
Nâfi’i azad etti. Halbuki Abdullah b- Cafer ona karşılık bin dinar teklif
etmişti. Ebu Ubeyd kızı Safiyye dedi ki: Zannederim o yüce Allah'ın:
"Sevdiğiniz şeylerden İnfâk etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz"
buyruğunu davranışına esas almıştır.
Şibl, Ebu Neclh'ten o
Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab, Ebu Mûsâ
el-Eş'arî'ye kendisine KIsra'nın Medâin şehrini fethettiği günü Celûlâ
vak'asmda alınan emirlerden bir cariye satın almasını belirten bir mektup
yazdı. Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Hz. Ömer o cariyeyi çağırttı, onu beğendi.
Bunun üzerine dedi ki: Aziz ve celil olan Allah: "Sevdiğiniz şeylerden
intak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz" diye buyurmaktadır. Daha sonra
Ömer (ra) o cariyeyi azad etti.[363]
es-Sevrîden rivayet
edildiğine göre ona şöyle bir haber ulaşmıştır: er-Ra-bi: b. Haysem'in Um
Veled'i yani er-Rabi'den çocuğu olan cariyesi şöyle dedi: Ona bir dilenci
geldiğinde bana şöyle derdi: Ey filan cariye sen dilenciye şeker ver. Çünkü
er-Rabif şekeri sever. Süfyan der ki: O bunu söylerken yüce Allah'ın:
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla Birr'e erişemezsiniz"
buyruğunu esas alıyordu.
Rivayet edildiğine
göre Ömer b. Abduluzİz de heybelerle şeker satın alır ve onları tasadduk
ederdi. Kendisine: Sen ne diye bu şekerlerin kıymetini sadaka olarak
vermiyorsun? denilince o da: Çünkü ben şekeri daha çok severim. O bakımdan
sevdiğim şeyleri infak etmek istedim.
el-Hasen de der ki:
Hiç şüphesiz sizler canınızın çektiği şeyleri terketme-dikçev sevdiğiniz
şeyleri elde edemezsiniz. Umduğunuz şeylere ise hoşunuza gitmeyen şeylere
sabretmedikçe ulaşamazsınız.[364]
"Birr"in
açıklaması hakkında Tefsir alimleri farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ıfd,
tbn Abbas, Ata, Mücahid, Amr b. Meymun ile es-Süddî'den cennet diye
açıklanmıştır. İfadenin takdiri ise şöyledir: Sizler sevdiklerinizden infak
etmedikçe birr'in sevabına nail olamazsınız.
Nail olmak ise,
vermek, bağışlamak demektir. Filan kişiden bana iyilik nail oldu, yani bana
iyiliği dokundu. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur:
Sevdiklerinizden infak
etmedikçe, cennete ulaşamazsınız ve size cennet verilme?.. Birr'İn salih amel
olduğu da söylenmişin Hadis-i şerifte de şöyle bu-yuruİmuştur: "Siz sıdka
sarılın, çünkü o birre iletir, birr ise cennete iletir.
[365] (Bu
hadis-i şerif Bakara Sûresi'nde (2/177. âyet 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Atiyye el-Avfî; birr
itaat anlamındadır, demektedir. Ata da şu açıklamayı yapar: Sizler, sağlıklı,
cimri, yaşamayı ümid eden, fakirlikten de korkan bir kavim iken tasaddukta
bulunmadıkça dinin şerefine ve takvaya nail olamazsınız.
el-Hasen de rivayete
göre şöyle demiştir: "İnfak etmedikçe" buyruğundan kasıt, farz olan
zekâtım vermektir.
Mücahid ve el-Kelbî
ise bu âyet-i kerime neshedilmiştir. Bunu zekâtı emreden âyet-i kerime
neshetmiştir, demektedirler.
Anlamı: Hayr yolunda
sadaka vermek yahut onun dışında itaatlerde bulunmak suretiyle
sevdiklerinizden infak etmedikçe birre nail olamazsınız diye de açıklanmıştır.
Bu da kapsamlı bir açıklamadır
Nesaî, Sa'saa b.
Muaviye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir. Ebu Zer ile karşılaştım. Ona:
Bana bir hadis naklet, dedim, olur dedi. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Bütün malından Allah yolunda iki avuç kadar infak eden her bir müslümanı
mutlaka cennetin acibleri (teşrifatçıları) karşılar ve hepsi de onu yanlarında
bulunanlara gelmesi için çağırtr. Ben ona: Bu nasıl olur? deyince şöyle dedi:
Eğer (sadakası) deve ise iki devesi, eğer inek ise iki ineği (sadaka vermiş
gibi ecir alır).
[366]
Ebu Bekr b. el-Varrak
der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerime ile onları füttiv-vete
[367]
iletmektedir. Yani benim sizlere olan iyiliğime nail olmanız, ancak kardeşlerinize
iyilik yapmanızla, onlara mallarınızdan, infak etmenizle, makam ve
mevkileriniz vasıtasıyla onlara yardım etmekle nail olabilirsiniz. Eğer bunu
yapacak olursanız, o takdirde benim bircime ve atifetime nail olursunuz.
Mücahid der ki: Bu yüce Allah'ın: "Onlar ona olan sevgilerine rağmen
fakire yetime ve esire yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8.) buyruğunu
andırmaktadır.
"Her ne infak
ederseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilir." Yani onu bildiğine göre,
mükâfatını da verir.[368]
93. Tevrat
İndirilmeden önce Isrâîlİn kendi nefsine haram kıldığından başka bütün
yiyecekler tsrailoğuilarına helâl idi. De kî: "Eğer doğru söyleyenler
iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun!"
94. Bundan sonra artık
kim Allah'a karşı yalan uydururca* işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
Helâl" demektir. Daha sonra (helâl kılınanlardan) isüsnâda bulunarak:
"İsrail'in kendi nefsine haram kıldığından başka" diye bu yrul makta
dır. İsrâîl ise Yakub (as)'dır.
Tirmizî'de İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre; yahudiler Peygamber (sav)'a: Bize İsrail'in
kendisine neyi haram kıldığını bildir dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu;
"O çölde yaşardı. Siyatik (ırku'n-nesa) hastalığına yakalandı. Ona deve
eti ile deve sütünden daha uygun birşey bulunmadı. Bundan dolayı onları
kendisine haram kıldı." Yahudiler; Doğru söyledin, dediler... (Tirmizî)
hadisin geri kalan kısmını kaydeder.[369]
Yine onun, o
hastalıktan iyileşecek olursa en çok sevdiği yiyecek ve İçeceğini
terkedeceğini adadığı da söylenmektedir. En çok sevdiği yiyecek ve İçecek ise,
deve eti ile deve sülü idi.
İbn Abbas, Mücalıid,
Katade ve es-Süddî der ki: Yakub (as) oldukça güçlü bir kişi olan kardeşi
îsü'dan kaçarken Harran'dan Beytü'l-Makdis'e geldiği sırada bir melek ile
karşılaştı. Hz. Yakub onun hırsız olduğunu zannetti. Onu curup sırtını yere
yıkmak istedi. Ancak melek Hz. Yakub'un baldırını yakaladı ve arkasından
semaya yükseldi. Hz. Yakub da ona bakıp duruyorken siyatikten rahatsızlandı.
Bundan dolayı da oldukça sıkıntı çekti. Geceleyin ağnsından uyuyamıyordu.
Geceyi feryad ederek, bağırarak geçiriyordu, Hz. Ya-kub: Şayet yüce Allah
kendisine şifa verecek olursa hiçbir zaman (nun eti) yememeye ve yine damar
bulunan bir yemek yememeye yemin etti, ve böylece bunları kendisine haram
kıldı. Bunun üzerine çocukları damarları ayıklayıp etten çıkarmaya başladılar.
Meleğin Hz. Yakub'u bu
şekilde dürtmesinin sebebi de şudur: Hz. Yakub, Allah kendisine oniki evlat
verdiği ve Beytü'l-Makdis'e de sağlıklı bir şekii-de ulaşabildiği takdirde
onların sonuncularını boğazlamayı adamıştı. O bakımdan meleğin onu bu şekilde
dürtmesi adağının yükümlülüğünden kurtulması içindi. Bu açıklamalar ed-Dahhâk'tan
nakledilmiştir.
[370]
Hz. Yakub'un bu
yiyecekleri kendisine haram kılması kendi içtihadı ile mi olmuştu, yoksa yüce
Allah'ın izniyle mi olmuştu? hususunda farklı görüşler vardır. Doğru olanı
birincisidir. Çünkü yüce Allah: "İsrâîTifl kendi nefeine haram kıldığından
başka" buyruğu ile bu haram kılmayı, ona izafe etmektedir. Diğer taraftan
Peygamber, İçtihadı ile bir kanaate varacak olursa, bu bizim için uymamız
gereken bir dinî hüküm halini alır. Çünkü yüce Allah onun bu uygulamasını
takrir yoluyla kabul etmiş olur. Nasıl ki o peygambere yüce Allah vahiy
gönderiyor ve bizim ona uymamız lazım ise, aynı şekilde Allah'ın izin
vermesiyle o da ictihad ediyor ve buna güç yetirdiği takdirde de içtihadının
gereğini yerine getirmek zorunlu oluyordu. Eğer önceden de Hz. Yakub'a bunları
harara kılmaya dair izin verilmemiş olsaydı, elbette ki o, helâl ve haram
kılmak gibi bir işe kaîkışmazdı.
Bizim Peygamberimiz de
sahili olan rivayete göre balı yahut da cariyesi Mâriye'yi kendisine haram
kılmıştı. Ancak yüce AİSah onun bu haram kılmasını takrîr yoluyla kabul
buyurmayıp ileride Tahrim Sûresi'nde açıklanacağı üzere: "Allah'ın sana
helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?" (et-Tahrim, 66/1.) buyruğu
nazil oldu.
el-Kiyâ et-Taberî der
ki: Yüce Allah'ın: "Allah'ın helâl kıldığını ne diye haram kılıyorsun?''
buyruğunun mutlak ifadesi bunun Mâriye'ye has olmamasını gerektirir,
denilebilir. Şafiî ise bu durumda keffaretin vücubunun manasının aklen anlaşıl
amaya cağı kanaatinde olduğundan; keffâreti nassm konusuna tahsis ettiğini
görüyoruz, Ebu Hanife ise mubah olan her bir şeyin haram kılınmasında bunun
bir asıl olduğu görüşündedir O bakımdan of haram kılmayı yemin etmek gibi
değerlendirmiştir.
[371]
Yüce Allah'ın:
"De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun"
buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas der ki: Yâkub (as) siyatikten
rahatsızlanınca doktorlar ona deve etlerinden uzak durmasını tavsiye ettiler,
o da deve etini kendisine haram kıldı. Yahudiler: Biz de deve etlerini
kendimize haram kılıyoruz, çünkü Yakub onu haram kıldı, Allah da bu etin haram
olduğunu Tevrat'ta bildirdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyetti
kerimeyi indirdi.
ed-Dahhâk der ki: Yüce
Allah onları yalanladı ve iddialarım reddederek şöyle buyurdu: Ey Muhammedi MDe
ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi Tevrat'ı getirip okuyun," fakat
onlar getirip okumadılar. Bunun üzerine yüce AİJah: "Bundan sonra artık
kim Allah'a karşı yaJan uydurursa işte onlar zalimlerin tâ kendileridir"
diye buyurdu.
ez-Zeccac bu âyet-i
kerime ile ilgili olarak der ki: Bu âyet-i kerimede Pey-. gamberimiz Muhammed
(.sav)ın peygamberliğine çok büyük bir delil vardır Onlara böyle bir hükmün
Kitapları Tevrat'ta bulunmadığını haber verdiği ve onu getirmelerini emrettiği
halde, onlar bunu kabul etmediler. Yani böylelikle onlar H2. Peygamber'in bunu
vahye dayanarak söylediğini anlamış oldular.
Atiye el-Avfi de der
ki: Deve etinin kendilerine haram olması, Hz. Yakub'un bu eti kendilerine haram
kılması dolayısıyla olmuştu. Şöyle ki: İsrâîl (Hz. Yakub) siyatikten
rahatsızlanınca: Allah'a yemin ederim eğer Allah bana bu rahatsızlıktan şifa
verecek olursa hiçbir çocuğum onu yemeyecektir, diye yemin etti. Bu ise onlara
haram kılınmamıştı.
el-Kelbî de der ki:
Yüce Allah deve etini Tevrat'ta onlara haram kırmamıştı. Bu onlara sadece
zulüm ve küfürleri dolayısıyla Tevrat'tan sonra haram kılınmıştı.
İsrailoğullan büyük bir günah işledikleri takdirde, yüce Allah da onlara hoş
ve temiz bir yiyeceği haram kılar ya da onların üzerine -ölüm- olan riczi
(azabı) indirirdi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları bunu ifade etmektedir:
"O yahudilerin zalimlikleri.., sebebiyledir ki kendilerine helâl kılman
birçok pak ve temiz şeyleri onlara haram kıldık." (en-Nisa, 4/160);
"Biz yaku-dilere de bütün tırnaklıları haram kıldık... Bunu onlara
zulümleri yüzünden ceza diye verdik. Şüphesiz Biz doğru söyleyenleriz."
(el-En'âm, 6/146)
[372]
İbn Mace Sünen'inde:
Siyatiğin tedavisi" diye bir başlık altında şu hadisi nakleder: Bize Hişam
b. Hammad ile Râşid b. Said er-Ram-lî anlatarak dediler ki: Bize el-Velid b.
Müslim anlattı, bize Hişam b. Hassan anlattı, bize Enes b. Şîrîn anlattı, o
Enes b. Malik'i şöyle derken dinlemiş: Ra-sûlullah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Siyatik rahatsızlığının tedavisi için bîr bedevi koyunun kuyruk
yağı alınır, eritilir, sonra da bu (yağ), üç bölüme ayrılır, her gün aç karna
bir bölümü içilir.
[373]
Bunu ayrıca es-SaJlebî
de Tefsirinde Enes b. Malik yoluyla şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah
(sav) siyatik hakkında şöyle buyurdu: "Küçük de olmayan büyük de olmayan
bîr Arap koçunun kuyruk yağı alınır, küçük parçalara bölünür. Daha sonra
eritilerek yağı çıkartılır, üçe bölünür ve her gün aç karnına üçte biri içilir.
"[374] Enes der ki: Ben bunu üç
kişiden fazlasına tavsiye ettim, Allah'ın izniyle şifa buldular.
Şu'be der ki: Haccac
b, Yusuf döneminde bir yaşlı siyatik hakkında bana şunu anlattı: Yüce Allah
adına sana yemin ediyorum; Eğer iytleşmeyecek olursan seni ya ateşle
dağlayacağım yahut da bir ustura ile uaş edeceğim. Şu'be dedi ki: Ben bunu
denedim. Sen böyle dersin ve siyatik olan yere bu şekilde Celini) sürersin
(iyileşirsin).[375]
95. De ki: "Allah
doğru buyurmuştur. O halde Hanîf olarak İbrahim'in dînine uyun. O,
müşriklerden değildi."
Yani, Ey Mulıammed de
ki: Allah doğru buyurmuştur. Bunlar Tevratta haram kılınmış şeyler değildir.
"O halde Haıkif olarak İbrahimin dinine uyun." Bu buyrukla onun
dinine uyulması emre dilmektedir.
“O, müşriklerden
değildi." Bu da daha önce de geçtiği gibi onların batıl iddialarını
reddetmektedir.
[376]
96. Doğrusu insanlar
için kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan, âlemlere mübarek ve hidâyet olmak üzere
kurulan o Evdir.
97. Orada apaçık
alâmetlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol
bulabilen herkesin Beyti haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır.
Artık kim inkâr ederse* bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Müslim'in Sahih'înde
Ebû Zer'den şöyle dediği sabit olmuştur Ben Rasû-lullah (sav)'a yeryüzünde
kurulan ilk mescide dair soru sordum, Or "Mescid-i Haram'dır" diye
buyurdu. Sonra hangisidir? diye sorunca, O: "Mescid-i Aksa" diye
buyurdu. Bu sefer ben: İkisi arasında ne kadar (zamanlık bir süre) vardır? diye
sordum, şöyle buyurdu: "Kırk yıl
[377] Hem
diğer taraftan yerin tümü senin için bir mesdddir. Namaz vakti nerede girerse
orada namaz kıl."
[378]
Mücahid ve Katade dedi
ki: Beyt-i Haram'dan önce herhangi bir mescid kurulmuş değildir Ali (r.a) da
şöyle demiştir: Beyt-i Haram'dan önce birçok evler vardı. Yani İbadet
maksadıyla kurulmuş ilk ev, odur.
Mücahid'den de şöyle
dediği nakledilmektedir: Müslümanlarla yahudiler karşılıklı olarak övündüler.
Yahudiler: Beytü'l-Makdis Kâ'be'den daha faziletli ve daha büyüktür. Çünkü
peygamberlerin hicret ettiği yer orasıdır ve O, Arz-ı Mukaddes'tedir dediler,
Müslümanlar da şöyle karşılık verdi: Hayır, Kâ'be ondan daha faziletlidir.
Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi.
Bundan önce Bakara
Sûresi'nde {.2/127'nci âyetin tefsirinde) Beyt'in inşa edilmesine ve onu ilk
inşa edenlere dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Mücahid der kî: Şanı
yüce Allah, bu Beyt'in yerini, yeryüzünden herhangi bir şeyi yaratmadan ikibin
yıl önce yaratmıştı. Hiç şüphesiz onun temelleri, en aşağıdaki yedinci arza
kadar inmektedir Mescid-i Aksâ'yı ise, Süleyman (a.s) bina etmiştir. Nitekim
Nesâî tarafından sahih bir isnadîa kaydedilen ve Abdullah b, Amr yoluyla gelen
hadisrfe de böyle İfade edilmiştir. Peygamber (sav) buyurdu ki: "Süİeyman
b. Dâvud (a.s) Beytü'l-Makdis'i inşa edince yüce Allah'tan üç husus diledi.
Yüce Allah'tan vereceği hükümlerinin kendi hükmüne uygun düşmelerini
söylemesini istedi; bu isteği ona verildi. Yine yüce Allah'tan kendisinden
başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini İstedi, bu da ona
verildi. Yüce Allah'tan Mescidin inşasını bitirince de buraya yalnızca onda
namaz kılmak arsuzuyla kim gelirse, mutlaka onu günahlarından -annesinin o
kimseyi doğurduğu gibi- kurtarılmasını diledi, bu da kendisine verildi.
[379]
Bu durumda bu iki
hadis (son naklettiğimiz hadisi şerif" ile, başlığın başında nakledilen
hadis-i şerif) arasında bir işkâl (çelişki) görülmektedir. Çünkü, Hz. İbrahim
ile Hz. Süleyman arasında uzun yıllar geçmiştir, Tarihçilere göre bin yıldan
fazla bir zaman geçmiştir. Bu çelişki şöyle açıklanmıştır: İbrahim ile
Süleyman (ikisine de selam olsun) başkalarının temelini atmış olduğu mescidlerin
binalarını yenilemişlerdir. Beyt-i Haram'ı ilk bina edenin önceden de geçtiği
gibi Adem (a.s) olduğu söylenmiştir. Buna göre, onun çocuklarından başka
birtakım kimselerin Beyt-i Haram'dan kırk yıl sonra Bey-tü'1-Makdis'i bina
etmiş olması mümkün görünmektedir. Aynı şekilde meleklerin de Allah'ın izin
vermesi üzerine Beyfi bina etmiş olmaları da mümkündür. Bütün bunlar ihtimal
dahilindedir. Doğrusunu en iyi bifen Allahtıf.
Ali b. Ebi Talib (r.a)
da şöyle demiştir: Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina
etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hz, Adem'in
yaratılışından önce olmuştu. Daha sonra Hz. Adem, bu evin yapabildiği kadarını
bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı,
Sonra da onun inşasını İbrahim (a.s) tamamladı.
[380]
Yüce Allah'ın:
Mekke'de bulunan,..dır" buyruğu, Doğ-rusıTnun haberidir. Baştaki
"lam" da te'kid içindir. "Bekke," Beyt'in yerinin adı,
"Mekke" ise şehrin sair bölümlerinin adıdır. Bu açıklama, Malik b.
Enes'den nakledilmiştir. Muhammed b. Şihâb da şöyle demektedir: Bekke mescidin
adı, Mekke Harem bölgesinin hepsidir, Bunun kapsamına evler de girer. Mücahid
der ki: Bekke ile Mekke aynı şeylerdir. "Mekke"nin başındaki bu
"mim" harfi (Bekke'nin başındaki) ub" harfinin yerine (bedel
olarak) gelmiştir. Nitekim araplar
Yapışkan çamur" derken, "b" harfi yerine da derler. Bu
açıklamaları da ed-Dahhak ve el-Muerric dile getirmişlerdir.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: "Bekke" izdiham anlamına gelen "Bekk"den
türetilmiştir. Bu şehire "Bekke" adının verilmesi ise, insanların tavaf
ettikleri yerde izdiham etmelerinden dolayıdır. Aynı zamanda bu mastar, boyunun
ezilmesi, bükülmesi manasına da gelir,
Şöyle de
açıklanmıştır. "Bekke"ye bu adın veriliş sebebi, orada haksızlık,
zulüm ve isyana kalkışmaları halinde zorbaların boyunlarını ezmesinden dolayıdır
Abdullah b. e-Zübeyr der ki: Buraya herhangi bîr zorba kötülük etmek kastıyîa
geldi mi, mutlaka aziz ve celil olan Allah onun boynunu kırar ve onu ezer.
"MekkCye gelince,
Bu şehire bu ismin veriliş sebebinin suyunun azlığı olduğu söylendiği gibi,
buraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı zorluklar dolayısıyla
kemikten adeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karşılaşmasından ötürü
verilmiştir. Bu açıklama Arapların kemiğin içinde bulunanları çıkartmayı ifade
etmek üzere kullandıkları Kemiğin içindekini filiğini) çıkardım, tabirinden
alınmıştır.
Aynı şekilde deve
yavrusunun annesinin memesindeki sütü tamamen emip içmesini anlatmak üzere;
ifadesini kullanırlar. Şair de şöyle demektedir:
"Emdikçe emdi,
sonunda içlerinde süt diye bir şey bırakmadılar."
Mekke'ye bu ismin
veriliş sebebinin, orada zulme sapan kimseleri helak etmesi ve imkânlarını
eksiltmesi olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Mekke'ye bu ismin
veriliş sebebi, insanların orada ıslık çalıp gülmeleridir. Bu da Yüce Allah'ın:
Onların, Beyt'in yanındaki duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan
ibaretti" (el-EnfâJ, 8/35) buyruğundan alınmış bir açıklamadır. Ancak
tasrif (Arapçada kelime türetme kuralları) böyle bir açıklamayı uygun
göstermemektedir. Zira Mekke kelimesi son iki harfi aynı (muzaaf) bir kelime
iken, ( 2^ ): ıslık çalmak ise sülâsî ve illetlidir.
[381]
Yüce Allah:
"Mübarek... olmak üzere" buyruğu, orada amellerin kat kat fazlasıyla
mükâfaatlandınlışı dolayısıyla mübârekliğini ifade etmektedir.
Bereket; hayrın
çokluğu demektir. "Mübarek" kelimesi, ya "Kurulan"
kelimesindeki zamirden, yahut da Mekkert kelimesinden anlaşılan zarftan hal olmak
üzere nasb edilmiştir. Anlamı şöyle olur: Mekke'de bulunan ve mübarek olan
evdir, şeklindedir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında bu kelimenin: Mübarek"
şeklinde ikinci bir haber olarak, yahut da (... an'dan bedel, ya da bir müpteda
takdiri ile (haber) olması da mümkündür.
"Âlemlere.., ve
hidâyet olmak üzere..." buyruğu da öncekine atfedilmiştir. Ve o âlemler
için bir hidâyettir" anlamında da olabilir. Kur'ân-i Kerîm'in dışında
Beyt"e sıfat olmak üzere mecrûr olarak şeklinde kullanılması da mümkündür.
[382]
Yüce Allah'ın: Orada
apaçık alâmetler... vardır" buyruğu, müptedâ ya da sıfat olarak merfu1
dur. Mekkeliler, İbn Abbâs, Mücalıid ve Said b. Cübeyr ise "apaçık
âyetler" anlamındaki buyruğu tekil olarak Apaçık bir âyet" diye
okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir, Bunlar derler ki:
İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir âyettir.
Mücahid ise, Makam-ı
İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve,
Rükün ve Makam'ın, Haremin âyetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır
Diğer kıraatlerde ise,
"Apaçık alâmetler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alâmetlerle
Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatîmi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast
ederler.
Ebu Cafer en-Nehhas
der ki: Bunu çoğul olarak "apaçık alâmetler* anlamında okuyanların
kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alâmetlerdendir.
Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde
avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koşuklarında av hayvanı Harem sınırına
girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Ye-mani tarafından gelirse Yemende
bolluk olacağı, eğer Rüknü Sami tarafından gelirse Şanı bölgesinde bolluk
olacağı, Beyt'in tamamım kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş
atılan Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam
etmesi de bu alâmetler arasındadır
"Makam"
kelimesi ise, Arapların; Ben bîr yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden
alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi,
"mukam : kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair
açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/125'nd âyet, 3- başlıkta) geçtiği
gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna
dair açıklamalar da geçmişti.
"Makam"
anlamındaki kelimenin merfu1 gelmesi de mübtedâ oluşundan dolayıdır. Haberi ise
hazfedilmiştir. İfadenin takdiri: Onlardan birisi de Makam-ı İbrahim'dir11
şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.
Muhammed b. Yezid'den,
"makam" kelimesinin "alâmetler" anlamındaki kelimeden bedel
olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır
ki, bu görüşe göre buyruğun anlamı: O alâmet (ler) Makam-ı İbrahim.,.dir"
anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim
şair Züheyr şöyle demiştir:
"O, dişi devenin
üzerinde su taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki, bütün
bunlar o deveyle beraber gitmiştir. Yine o devenin, su kaplarının üzerinde
asılması gereken yerleri ve ipleri de vardır.
Ayrıca bir yük ve bir
su kovası da- Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak
yerlere kadar akar
gider."
Ebu'l-Abbas'm görüşüne
göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar"
anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Allah
kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur." (el-Bakarar 2/7)[383]
Şair de (bu kabilden
olmak üzere) şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki
kapağında hastalık bulunan gözler,.."
Burada şair
("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf
kelimesini çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da:
"Hac bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir"[384]
anlamında rivayet edilen hadis pekiştirmektedir.
[385]
Yüce Allah'ın:
"Kim oraya girerse emin olur" buyruğu ile ilgili olarak Ka-tade
şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alâmeti erin dendir.
en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun
çevresinden kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu.
Oysa Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır.
Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin Fil sahiplerine ne
yaptığım görmedin mi ?" (el-Fîl, 105/1)
Meânî âlimlerinden
(yani Meani'l-Kur'ân'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Âyet-i
kerime şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya
giren kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz
yoktur." {eİ-Bakara, 2/197) Bu ise, refes yapmayın, fasikhk etmeyin, kötü
söz söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen imam Nu'man b.
Sabit (Ebu Hanife) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını
gerektiren bir günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına
alır- Çünkü yüce Allah: "Kim oraya girerse emin olur" diye
buyurmakta, böylelikle Şam yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini
gerekli kılmaktadır. Bu husus aralarında tbn Abbas'ın ve başkalarının da
bulunduğu seleften bir topluluktan rivayet edilmiştir.
İbnü'l-Arabî der
ki:"Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır. Birincisi, bu
görüşe sahip olan kimse, âyet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu
âyel-İ kerimeyle gelecekte de böyîe bir hüküm teshil etme kastı güdülmediğinİ
anlayamamıştır. İkincisi ise, burada sözü geçen eraan ve güvenliğin önceden
olup bittiğini, bundan sonra da Harem bölgesinde öîdür-me ve çarpışmanın vukua
geldiğini, Şanı Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki
olmayacağını bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle
olduğunun delilidir. Ebu Hanife, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle
demektedir; Eğer Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez,
onunla herhangi bir muameleye girilmez ve konuşulmaz. Tâ ki oradan çıkıncaya
kadar. Onun bu şekilde çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve
emanı söz konusu etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivayet
edilmiştir: Harem bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat
bu durumda da yine güvenlik altında oJmak sözkonusu değildir"
İlim adamlarının
cumhuru Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber
(sav)'da Kâ'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b.
Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi.
Derim ki; es-Sevrî,
Mansur'dan o, Mücahid'den, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona
had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme
sığınacak olursa, onunta konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Tâ ki, Harem
bölgesinden çıkıp ona had uygulanıncaya kadar. Bu, eş-Şa'bî"nin de
görüşüdür. İşle Kûfeliterin delili budur. İbn Abbas bunu, âyetin İfade ettiği
manadan anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir.
Doğru olan ise yüce
Allah'ın bu buyrukla Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen
herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken,
Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?."
(el-Ankebûtf 29/67) Cahiİiyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan
herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın
izniyle Mâidc Sûresi'nde (5/97. âyet 2. başlıkta.) geleceği üzere- emin olup
güvenlik altına girerdi,
Katade der ki: Oraya
cahİİiyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür
Rivayet olunduğuna
göre, inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'ân'da; "Kim
oraya girerse emin olur" denilmiyor mu?. Biz oraya girdik, şunu şunu
yaptık, bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. İlim adamı ona; Sen
Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen
bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O» kendi sözüne itaat eden kimselere;
Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona İlişmekten kendimi uzak
tuttum, demiş olmuyor mu?. İnkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş;
İşte Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu da
böyledir.
Yahya b. Ca'de der ki:
"Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, ateşten emin olur
anlamındadır.
Derim kî: Yahya b.
Ca'de'nin bu sözü, umumî anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in
Sahih'inde Ebu Said el-Hudrî'den rivayet olunan Şefaat hadisinde şöyle
denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyamet gününde
mü'minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haki an m sonuna
kadar vermesini istemek için yalvardı ki arından daha çok, simden hiçbir kimse
Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç
tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri
çıkartın, denilir,.."
[386]
Oraya girenin ateşten
emin olması hac ibadetlerini yapmak ve yüce Al-laha yakınlaşmak üzere oranın
hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu
olur.
Cafer es-Sadık der ki:
Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi
niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. İşte Hz.
Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık
etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır.[387] Hacc-ı
Mebrûr'un cennetten başka bir mükâfatı da yoktur."
[388]
el-Hasen: Hacc-ı
Mebrur, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış
olarak dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir:
"Ey Allah'ın
KâTaesi, muhtaç olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası!
O kimse ki,
arkadaşlarından ve meskeninden vedalaşti da; Korku ve ümit arasında geldi. Eğer
Allah lütfedip sa'yini kabul ederse, Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o. Ve
sen şefaati umulan kimselerdensin
Artık Vâfid b. Haccâc
(kinaye yoluyla kendisini kastediyorsa sen de merhamet eyle!"
Buyruğun anlamının:
Kim Umretul-Kazâ esnasında Muhammed (sav) ile birlikte oraya girerse emin olur,
şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın: "Andolsun
Mescidi Haram'a -inşaaüah- korkusuzca ve emin olarak... gireceksinizdir"
(el-Feth, 48/27) buyruğudur.
Burada "kim*
lafzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve âyet-i kerimenin av
lıayvanlannın güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu
şaz bir görüştür, Bununla birlikte "kim" anlamına gelen
"men" ismi mevsûlunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında
kullanıldığına şu buyruk delil gösterilebilir: "Onlardan kimisi de karnı
üzere yürür (sürünür)." (en-Nûr, 24/45.)
[389]
Yüce Allah'ın:
"Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın
bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, bilsin ki, muhakkak Allah âlemlere muhtaç
değildir.”
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın
Allah'ın..." buyruğundaki "lâm" harfi, vacib kılma ve bağlayıcı
emir verme kastıyla getirilen "lâm" harfidir. Daha sonra Yüce Allah
bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan Üzerinde"
buyruğu ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse; Filanın üzerimde şu
hakkı vardır, diyecek olursa ot o filanın bu hakkını te'kid etmiş ve üzerine
vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir te'kid, hürmetini daha
bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lafızların en beliği ile söz-konusu
etmektedir,
Haccın farziyeti
hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslâm'ın temellerinden birisidir. Hac,
yalnız ömürde bir defa farzdır.
Kimileri ise şöyle
demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (say)'a
kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivayet ederler. Ancak bu hadis
batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle
bir kapıyı kapatmaktadır.
Derim ki: Abdurrezzak
dedi ki: Bize Süfyan es-Sevrî anlattı, o, el-Âlâ b-el-Müseyyeb'den, O,
babasından, Or Ebu Said el-Hudrî rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula
rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa,
şüphesiz ki mahrumdur. "[390] Bu
ise el-Âlâ b. el-Müseyyeb b. RafT el-Kâhilî el-Kûfî diye bilinen, muhaddislerin
çocuklarından birisinin rivayeti yoluyla meşhurdur. Bu kişiden, birden çok
kişi hadis rivayet etmiştir.[391]
Onlardan kimisi
"her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivayet etmektedir:
el-Âlâ b. Yunus b. Habbab'dan, O, Ebu Said'den demekledir Hadis buna benzer
daha farklı rivayetlerle gelmiştir.
[392]
İnkarcılar haca kabul
etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya
aykırıdır. Say vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın
Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu ka-naatleriyle bütün bu
fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin
herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar yüce Mevlâ'nın
mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir
teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler.
Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilâhî emirlere uymak olduğunu, bunun
faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre
itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. İşte bu husus dolayısıyla Hz,
Peygamber telbiye getirdiğinde: Buyur, Senin emrin haktır, haktır- Ben de
emrine uyuyorum.
[393]
Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyur ey hak olan ilah-[394]
Hadis imamları da Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasû-lullalı (sav) bize bir hutbe
irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten haccediniz".
Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hz. Peygamber sustu.
Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna gücünüz
yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe siz de
beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve peygamberlerine
muhalefet etmeleri dolayısıyla helak oldular. Ben size herhangi bir şeyi
emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size bir şeyi
yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lafzı Müslim'e aittir.[395]
Böylelikle bu hadis
şunu açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek
olursa, o emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı
gerektirmemektedir. Bu ise, üstad Ebû îshak el-İsferâyinî ve diğerlerinin
kanaatlerine hilaf en böyledir.
Rivayette sabit
olduğuna göre, Peygamber (sav)'a ashabı: Ey Allah'ın Ra-sûlü, bizim bu
haccımız, içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm
böyledir? diye sormuşlar. Hz. Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle
olacaktır"
[396] diye
buyurmuştur.
İşte bu buyruk: Hac,
her beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bîr
nasdır.
Hac, Araplarca bilinen
ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan
itaatler ve Hamilikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam
gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir isi
yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (sav), tarz hacdan önce de
hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o
da Hz. İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede
bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'a-r-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz
harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz
diyorlardı..Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/189.
âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Derim kir (Bu hususta)
rastladığını en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (sav) hicretten
önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş.
Çünkü Hz. Peygamber bununla Hz. İbrahim'in sözü geçen, şu nidasına cevap
vermiş bulunuyordu: "Ve insanlar arasında hacca çağır..." (el-Hac,
22/27).
el-Kiyâ et-Taberî de
der ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed ('sav)'ın
şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın
bil-hakkıdır" buyruğu varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği,
haccın onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla:
Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur
ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu İddiaya göre- Hz.
İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki,
böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır.
[397]
Kitap ve Sünnet,
haccın fevrî (derhal) değil de terâhî (ertelenebilir) üzere farz olduğuna
delildir. îbn Huveyzimendâd'ın naklettiğine göre, Ma-lik'in mezhebinden
(.görüşlerinden) çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şafiî, Muhammed
b. el-Hasen ve kendisinden nakledilen bir rivayete göre Ebu Yusuf un da
görüşüdür. Maliki mezhebine mensub müteahlıir Bağ-dad'h alimler arasında,
lıaccın fevrî olarak farz olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç
yetirmekle birlikte haccın tehiri caiz değildir. Bu, aynı zamanda Dâvûd
(ez-Zâhirî)'nin de görüşüdür. Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı yüce
Allah, Hac Sûresi'nde: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, kem
de develer üzerinde her uzak bir yoldan sana gel-sinter" Cel-Hac, 22/27)
diye buyurmaktadır. Hac Sûresi ise Mekke'de inmiştir. Burada da yüce Allah:
"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, İnsanlar üzerinde Allah'ın
bir hakkıdır" diye buyurmaktadır. Bu sûre ise, Medine'de hicretin üçüncü
yılında, Uhud gazvesinin gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Rasûlullah (sav)
ise, hicretin onuncu yılına kadar haccetmedi.
Bu hususta sünnetten
delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimâm b, Sa'lebe es-Sa'dî'nin Hz.
Peygamberin huzuruna gelişini anlatan hadjs-i şeriftir. Dimâm, Peygamber
(sav)'ın huzuruna gelerek ona İslâm'a dair sormuş, Hz. Peygamber de şehadeti,
namazı, zekâlı, oruç ve haca zikretmişti. Bu hadisi îbn Abbas, Ebu Hureyre ve
Enes rivayet etmişlerdir. Hepsinde de hace'dan söz edilmekte ve haccın o vakit
farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel ve tam olan
rivayet ise Enes yoluyla ge-lendir.[398]
Bununla birlikte
Dimâm'ın Hz. Peygamberin huzuruna geliş zamanı konuşanda farklı görüşler
vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu
yılda geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebu Ubeyde el-Vakidî'den
Ahzâb'ın geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazvesinin meydana geldiği yıl
olduğunu da nakletmektedir.
îb'n Abdi'1-Berr der
ki: Hacc'tn fevri değil de terâhî ile farz olduğunun de-J illerinden birisi de,
ilim adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, İki yıl ve buna benzer bir
süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç
yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde
farz olan lıaccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş
olmalarıdır.
Diğer taraftan hac,
bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve
vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da
yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de
değildir. Haccıni ifsad edip de sonradan hac-anı kaza eden kimse gibi de
değildir. İlim adanılan güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra
hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun,
dememeyi icma ile kabu] etmiş olduklarına göre, haccm edâ vaktinde bir genişlik
(muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccin fev-rî değil de terâhî üzere farz
olduğunu anlamış oluruz.
Ebu Ömer der ki:
Haccin terâhî ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir
sınır tesbit etmemektedir. Ancak Suhnûn'darı şöyle bir rivayet gelmiştir:
Haccedebilme imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir
eden kimseye lıaccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği
reddedilir mi? diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır,
velevki ömründen altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı ağacak
olursa, bu sefer onun fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir.
Bu ise bir vakit ve
sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşrî' etmek
hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir.
Derim ki: Bu görüşü,
İbn Huveyzimendâd da İbnü'l-Kasım'dan rivayet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve
başkaları derler ki: Eğer haca altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir
kimsenin vebal altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına
erteleyecek olursa günahkâr olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan
azdır"
[399] Sanki bu son on yıllık
süre İçerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için) hitabın edâ edileceği süre
daralmış gibi görülür
Ebu Ömer der ki:
Suhmûn gibi kimileri, Hz. Peygamber'in: "Ümmetimin ölümlerinin çokça
yaklaştığı zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek
azdır" buyruğunu delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf
yoktur Çünkü bu ifade, eğer hadîs sahih ise, Hz. Peygamber'in ümmetinin
çoğunlukla ömrünü ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar
da zamanın genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin
çoğunlukla rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak,
adaleti ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklı-ğına kafi
olarak hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır.
[400]
İlim adamları yüce
Allah'ın: *Beyt*i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın
bir hakkıdır"
buyruğunda, hitabın onların hepsi hakkında umumî bir hitab olduğunu İcma ile
kabul etmişlerdir. Îbnü'l-Arabî der ki: "Her ne kadar insanlar umum
lafızların mutlakhğı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu âyet-i
kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi
gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır.
Çünkü küçük çocuk da îcma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın
kapsamına girmez. Çünkü köleyi, yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu
buyruğunun dışına çıkartan, yine âyeti kerimenin sonunda yer alan: "Ona
yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yoî bulabilen birisi değildir.
Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten
engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı
için efendinin hakkını kendi hakkından öncelemîştir. Bu hususta ümmet arasında
da, imamlar arasmda da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri
sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur."
İbnül-Mün/ir der ki:
Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim
adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği
sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa,
yine haccedebilmek için imkân buldukları takdirde islâm'ın farz olan haccını
yerine getirmekle yükümlüdürler.
Ebû Ömer (İbn
Abdî'1-Ben) der ki: Dâvûd (ez-Zâhirî) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile
muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fuka-hâ topluluğuna ve rivayet
imamlarına muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adam-lanrtın cumhuruna göre köle,
yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Bey-t'i haccetmesi insanlar
üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğundaki umumî hitabın dışında kabul
edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarrufta bulunma yetkisinin bulunmayışı
ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıya-cağıdır. Tıpkı cumayı emreden yüce
Allah'ın şu buyruğundaki hitabının dışında kaldığı gibi: "Ey iman
edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya
Aüşurt...B(el-Cumuaf 62/9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları
bu kanaattedir. Aynı şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren
hitabın da kapsamı dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şahidler
de (şahidlik etmeye) çağrıldıkları zaman kaçınmasın-Zar"(el-Bakara,
2/282). Köle ise bu hitabın kapsamına girmemektedir.
Yine küçük çocuk da
"insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumluluğun) ürerinden
kaldırılmış olması deliline dayanarak
[401]
yüce Allah'ın: "...Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir
hakkıdır" buyruğunun kapsamı dışına çıkması mümkündür. Nitekim kadın da
yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, cuma günü namaz için
çağrıldığında.^" buyruğunun kapsamına girme?:. Halbuki kadın da iman
edenler kapsamına girenlerdendir, İşte kölenin de sözü geçen hitabın kapsamı
dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca buv Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip
fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın
te'vilini tahrif ettiklerini kabul etmeye imkân yoktur.
Denilse ki: Eğer köle,
Mesctd-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne
diye lıacc iie mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, İcma'a
karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun İlleti (sebebi, gerekçesi)
gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de
bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine
kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslâm haccı (far?, haca) bakımından herhangi
bir önem taşımadığına delil gösterdik.
Diğer taraftan İbn
Abbas'tan rivayet edildiğine göre o, Peygamber (sav)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa
ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi
iken hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir.
Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi
gerekir.
[402]
İbnü'l-Arabi
der ki: Kimi ilim adamımız işi nısbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac,
köle üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farâyeti
itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kalır idi. Kâfirin haccı İse
sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştiril İne e, bu sefer de hac emrine muhatap
olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir:
1) Bize göre
kâfirler, şeriatin rer'î emirlerine de muhataptırlar. Malik'in görüşüne göre
bunun böyle olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
2) Köle
olmakla birlikte nama?, ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle
mükelleftir. Bununla birlikte kâfirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa,
bunlar hiçbir önem taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması İcabe-der.
3) Küfür,
İslâm'a girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması
icabeder. Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimin efendinin haklarının
öncelikli olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Başarıya ileten
Allah'tır.
[403]
Yüce Allah'ın:
"Ona yol bulabilen herkesin" buyruğunda yer alan "herkes
anlamındaki kelimesi, bedeiu'1-ba'd mine! küll (bölümün bütünden bedeli)
olarak (ki, kü! "İnsanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu
nahivcilerin görüşü budur. el-Kisâî iser bu edatm "hicc: hacc etmek"
kelimesi ile ref mahallinde olmasını caiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri:
Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi,,." şeklindedir. Bunun şart olduğu,
bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf edilmiş olduğu
da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde bir borçtur,
takdirindedir.
Dârakutnî, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eden Ey Allah'ın Rasûlü hac her yıl mıdır?
diye soruldu. O da: "Hayır, (tarz olarak) gereken bir defa hac
etmektir." Hz. Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye
sorulunca, O da: "Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu
hadisi ayrıca Enes, İbn Mes'ud, İbn Ömer, Cabir, Aişe ile Amr b. Şuayb'dan, O,
babasından, O da dedesi yoluyla da rivayet etmiştir.[404]
Ali b, Ebi Talib
(r.a)'dant Peygamber (sav)'dan buyurdu ki: "Ona yol bu-labilen herkesin
Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğu ile
ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyie buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı
bulabilmendir."[405]
İbn Ömer'in rivayet
ettiği hadisi, İbn Mace de Sünen'inde[406] Ebû
İsa et-Tirmizî de Cami'inde rivayet etmiştir. Tirmizî daha sonra şunları
söylemektedir: "Bu lıasen bir hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu
hadis muci-bincedir. Buna göre bir kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona
haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen) İbrahim b. Yezid ise, el-Hûzî
el-Mekkî'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından onun hakkında eleştiride
bulunmuşlardır.[407]
İbn Mâce[408] ile
Tirmizî bunu, Veki'
[409]
yoluyla rivayet etmekle birlikte, Dârakutnî
[410] bunu,
Süfyan b. Said yoluyla rivayet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir:
Bize İbrahim b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbâd'dan, O, İbn Ömer'den dedi
ki: Bir adam kalkıp Peygamber (sav)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, hac ne
ile (hangi şartlarla) vacip olur? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve
binek (île)." Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, peki hacı kime derler? diye
sorunca, Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "(Ta rama maktan dolayı) saçı
keçeleşmiş ve koku kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir
başkası kalkarak: Ey Allah'ın Rasûlü, ya hac nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber
de: "(Hac), acc ve secc'dir". Vekî' der ki: Acc ile telbîye getirmek
sureliyle, sesi yükseltmeyi, secc İle de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu,
İbn Mace'nin lafzıdır.
Haccın vacib olması
için azjk ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b, el-Hattab,
oğlu Abdullah, Abdullah b, Abbas, Hasan-ı Basrî, Said b. Cübeyr, Ata ve Mücahid
de vardır. Şafiî, es-Sevrî, Ebu Hanife, onun arkadaşları, Ahmed, îshak,
Abdulaziz b. Ebi Seleme ve îbn Habib de bu görüştedirler. Abdûs da bunun bir
benzerini Suhnûn'dan nakletmektedir.
Şafiî derki: Güç
yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek
durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması
şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm,
binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da
ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması
geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen
kendisi haccedebilen kişinin Kur'ân-ı Kerîm hükmü gereği haccetmesi farzdır.
Çünkü Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin" buyruğu bunu
gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de
haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzere-Has'am'lı kadın dolayısıyla
varid olan hadis-i şeriftir, Bizatihi haccedebilecek kimse -kit o da bineği
üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten
kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine
getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine
sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek
haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığım da bulur, yahut da yolda,
mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek İcra etmek
suretiyle azığın» kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan,
erkek veya kadın olsun, yürüyerek hac-cetmesidir. Şafiî der ki: Kadına nisbetle
erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde
haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda
dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekser böyle bir kimsenin hacca
gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur.
Malik b. Enes
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da
buluyor ise, onun farz hacctnı eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla
birlikte yürümeye gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet
azığa sahip ise, onun
farz olan haca eda etmesi gerekir. Eğer azığa .sahip olmamakla birlikte yolda
ihtiyaç duyacağı miktarım kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır.
Eğer bizatihi çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen
kimselerden ise, farz haca bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet
kendisi için yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan
bir kimse ise, o takdirde farz haccı-nı ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer
böyle bir kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise,
onun da farz olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Malik, gücü yeten
kimsenin haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir, İsterse beraberinde azık
ve binek bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b, ez-Zübeyr, eş-Şa'bî ve
İkrime'nin de görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç
birisi olup malı da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna
işçi olarak çalışması gerekir. Mukatİl ona: Allah insanları Beytine yürüyerek
gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir: Onlardan
herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı? Hayır, emekleyerek
dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun için vacibtir.
Bu görüşü
benimsiyenler, Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem
piyade ve hem de develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler"
(el-Hac, 22/27) buyruğunu delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn
olup bedenî ibadetlerdendir. O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık
bulmanın da, binek bulmanın da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine
derler ki: Eğer el-Huzt yoluyla gelen ve azsk İle bineği öngören hadis sahih
ise, biz bu hadisi insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve
umumî şekildeki ha cc edişlerin e hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte
olsun, Arapçada olsun, Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla
görülen hale uygun kullanılması çokça görüten bir durumdur.
İbn Vehb, İbnü'l-Kasım
ve Eşheb'in Malikten rivayetlerine göre, ona bu âyeti kerimeye dair soru
sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve
tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Malik'e; Burada kasıt azık ve
binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki
değil. Bu yükümlülük, ancak insanlann takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık
ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayaklan
üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir.
[411]
Hacca gidecek güç
bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu
ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya
çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı
yoktur.- Yahut kişinin nafakalannı karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çocuğu
da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı
süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü
bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terâhî
üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken
çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (sav) da şöyle
buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri
zayi etmesi, ona günah olarak yeter. "[412] Aynı
şekilde anne-babanın zayi olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir
şekilde bakacak kimselerin bulunmaması halinde de kişi için hacca yol
bulabilme sözkonusu otmaz. Şayet ona duyacakları özlem ve kendisi olmadan
yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu engellemek isterlerse, buna önem
verilmez.
Koca, hanımını hacca
gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu
alıkoyabileceğidir. Özellikle de bacan fevren olmadığı görüşünü kabul edecek
olursak.
Şayet -daha önce
Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 5- başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla
yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor
ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla
yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutu namazı kılamayacak kadar başı
dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve
yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Malik der
ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükû ve secde yapabilecek kadar
izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz
kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar ma?. Namazı terkeden kimsenin vay haline!
diye İlavede bulunur.
Yolda cana kıymak
istiyen yahut da belli bir sının tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir
miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor
ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın
sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafiî der ki: Bir cane dahi
vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakut olur.
Dilenci bir kimsenin
eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine bjrşeyler
verecek kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce
sözü geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara
göre ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir.
[413]
Engeller ortadan
kalkıp da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birİikte, ticaret mallan
(emtiası) varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına
hükmedilen mallan hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması)
gerekir. İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bîr kırbası bulunuyor,
başka bir şeyi de yoksa, farz oian İslâm haccmı eda etmek için onu satıp da
çoluk çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın
bırakabilir mi? diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk
çocuğunu da sadaka alacak durumda bırakmalıdır.
Ancak, sahih olan
birinci görüştür. Çünkü Hz. Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü
olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur.
Şafiî'nin görüşü de budur.
Şafiî'nin mezhebinde
zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını
karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu
el-îmlâ adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu
bulunmasın.
Kimi fukaha da şöyle
demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi
beldesinde ikâmeti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildin
Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi
için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi,
meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından
dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa,
ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile
halkı olsun, olmasın farketmez.
Diğer taraftan Şafiî,
el-Üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir
hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede
aile halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir.
Bu ifadenin zahirinden
anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayn olarak fazladan
haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara atmış
bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının
nafakasından öne atmış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri
kadar malı varsa) demiş gibidir.
Arkadaşları (Şafiî
mezhebinin alimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve
hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken
kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir.
Şayet ticaret yaptığı
malı bulunup, ondan sağladığı kâr, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli
gelebiliyor ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir
miktar harcadığı takdirde, sağladığı kârı azalacak ve böylelikle yetecek kadar
kâr elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi
gerekir mi> gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır.
Birinci görüş,
(gerekir görüşü) cumhurun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü,
bir kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac
etmek maksadıyla akarın aslım satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir.
Ibn Şureyh de der ki:
Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden
alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından
sonra arta kalan malında vaciptir.
İşte bunlar, kişinin
bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair
açıklamalardır.
[414]
Hasta ve bineği
üzerinde duramayacak kadar kötürümleşen ve adeta hiçbir şeye güç yetiremediği
için azalan tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme
yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer)
hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı yüce
Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve
kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir.
Malik der ki: Bir kişi
kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını
karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı
yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan
sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar.
Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi caiz
değildir.
Ancak, ölümündün sonra
yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap
edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da
tatavvu olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın: "Kişi için çalıştığından
başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) buyruğunu göstermektedir. Böylelikle yüce
Allah, kişi için çalışıp çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını
haber vermektedir. Her kim: Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır,
diyecek olursa, âyetin zahirine muhalefet eder. Aynca yüce Allah'ın:
"Beyt'i haccetmesi üısanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunu,
da delil göstermektedir. Böyle bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir.
Çünkü haccetmek, mükellefin bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir.
Diğer taraftan hac bir
ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması
halinde, bunun hakkında nâiblik (vekâlet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak,
Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac
sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine iıac edilen kişiyi
ve bu emri yerine getireni,"[415]
Bunu Taberânî, Ebu'1-Kasım, Süleyman b. Alımed şöylece rivayet etmektedir:
Bize, Amr b, Husayn es-Sedûsî anlattı, dedi ki: Bize Ebu Ma'şer anlattı, o,
Muhammed b. el-Munkedir'den... deyip hadisin geri kalan bölümünü
zikretmektedir.
Derim ki: Ebu Ma'şer'in
adı Necîh'dir. Ve bu, hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir.
Yerine hac etmesini
emrettiği takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta,
kötürüm ve oidukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şafiî, böyle bir kişi bir bakıma
güç yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur:
Birincisi; kendisinin
yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz
haca yerine getirmesi gerekir, Bu, Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)'in görüşüdür. Ondan
rivayet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir
adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivayet edilmiştir.
es-Sevrî, Ebu Ilanife, onun arkadaşları, İbnü'1-Mü-bârek, Ahmed ve İshak da bu
görüştedirler.
İkinci durum ise,
kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun. yerine haccedebilecek
bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şafiî, Alımed ve İbn
Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebu Hanife ise,
bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir
şekilde- hac gerekmez, der.
Şafiî görüşüne, İbn
AbbâVın rivayet ettiği şu hadisi delil göstermektedir: Has'amhlardan bir kadın,
Peygamber (sav)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasû-lü, Allah'ın kullarına haca farz
kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir ihtiyar iken
ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hz. Peygamber; "Evet" diye
buyurdu. Bu husus ise. Veda harcında olmuştu,[416]
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun
üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin,
eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?"
Kadın; Evet deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun
ödenmesi daha uygundur."
[417]
Böylelikle Peygamber (sav), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sozkonusudur Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi, gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle yükümlü olmadığadır ve böyle birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir.
İlim adamlarımız derler ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle
birisi yerine haccetmenin tarz olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat,
sadece anne-babaya İyilik yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevî maslahatlarına
dikkat etmeyi, hem tabiat itibariyle, hem de şer'î yönden onlara menfaat
sağlamayı kastetmektedir. Hz. Peygamber, kadının olumlu bir tepki
gösterdiğini, babasına iyilik yapmak noktasında açıkça görülen samimi bir
arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap ulaştırma isteğini görüp, haccın
bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü tesbit edince, ona bu şekilde
karşılık vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber: Benim annem haccetmeyi adadı, fakat
ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac edeyim mi? diye soran kadına da:
"Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin üzerinde bir borç olsaydı, ne
dersin onun borcunu öder miydin?" diye sorunca, kadın da: Evet diye cevap
vermişti.[418]
İşte bunda bü gibi hususların nafileler ve Ölülere iyilik ve hayırlar
ulaştırmak kabilinden olduğuna delâlet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz
gibi, Hz.. Peygamber onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma
ile kabul edilen görüşe göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun
velisinin o borcu, kendi öz malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak
bunu ödeyecek olursa, onun yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen
haccetmenin, kadının babası üzerine Tarz olmadığının delillerinden birisi de,
kadının açıkça belirttiği "güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç
yetireme-yene de hac zaten farz değildir, İşte bu da böyle bir şeyin vacip
olmayacağını ve farz olmadığını açıkça ortaya koyar O bakımdan hadisin baş
tarafından kat't olarak nefyolunan (farziyet) hususunun, sonunda zannî olarak
sabit olması mümkün değildir. Zaten Hz. Peygamber'in: "Allah'ın borcunun
ödenmesi daha bir layıktır" ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu
hadisin zahiri üzere olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun
ödenmesinin önceliği vardır. Ve öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı
icma ile kabul edilmiştir. Çünkü Âdemoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ilıüyacj
yoktur. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır.
Ebu Ömer İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Malik ve arkadaşlarının
görüşüne göre, Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder.
Başkaları da şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebu
Mus'ab şöyle demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise
şöyle demekledir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac
edemeyen yaşlı kimse î!e, haccetmeksîzin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek
oîsa dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsal varid
olmuştur. Ve böyle bir hac, o kimse için yüce Allah'm izniyle yeterli olur. Bu
açıklamalar ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur.
Has'amlı kadının durumu ile ilgili hadisi, hadis imamları rivayet etmiş
olup, bu, el-Hasen'in: "Kadının, erkeğin yerine haccetmesi caiz değildir11
şeklindeki görüşünü de reddetmektedir.
[419]
İlim adanılan, icrnâ' ile şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol
azığı bulunmuyor ise, onun haccetmesi i'arz değildir. Eğer, yabancı bir kimse
kendisine haccedeceği bir malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet
alımda kalacağından dolayı icmâ' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir.
Bir kişi, babasına bir mal hibe edecek olursa, Şafiî şöyle demiştir:
Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekir, Çünkü evlat, kişinin kendi
kazanandandır. Ve bu hususta babaya minnet sözkonusu edilmez. Malik ve Ebu
Hanife ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle mükellef değildir, derler. Çünkü,
böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan kalkar. Zira bu durumda o,
babasını mükâfatlandırmış, babasının hakkını ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır[420]
Yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah,
âlemlere muhtaç değildir" buyruğu ile ilgili olarak, İbn Abbas ve
başkaları şöyie demişlerdir: Yani, kim haccın farz olduğunu inkâr eder ve onun
yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip olursa,,, demektir. Hasan-ı
Basrî ve başkaları da derler ki: Şüphesiz, haccedebilecek gücü olmakla
birlikte haccı ter-keden bir kimse kâfirdin Tirmizî de el-HârJs yoluyla Ali
(r.a)'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûluîlah (sav) buyurdu ki: "Her
kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe ve azığa sahip olur da
haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahu di, isler hıristiyan ölsün.
Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin, Beyt'i haccetmesi,
insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır." Ebû
İsa (et-Tirrnizî.) der ki; "Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak bu
yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Hilal b. Abdullah
ise, meçhul bir ravidir- Haris de zayıf kabul edilmektedir."
[421]
Buna yakın bîr rivayet de Ebu Umame ile Ömer b. el-Hattab (r.
anhu-maVdan nakledilmektedir.
Abdu Hayr b. Yezid'den, o, Ali b. EbîTalib (ra)'dan rivayet edildiğine
göre, Rasûlullah (sav) irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey
insanlar, muhakkak Aiiah size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır.
Kim bunu yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi,
ister hıristiyan, isterse de mecusî olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim
bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde
(özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da
gelmeyecektir.
[422]
tbn Abbas da dedi ki; RasûLullah (sav) şöyle buyurdu: "Her kimin
yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekât
düşen bir malı bulunup da onun zekâtını vermezse, ölüm esnasında geri
döndürülmeyi isteyecektir." Ey İbn Abbas, biz bu cezanın kâfirler hakkında
sözkonusu olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle
dedi: Bu hususta ben de size Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm okuyayım: "Ey
iman edenler, mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alı
koymasın. îtim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
Her hangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin
de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakit gelmeden evvel,
Bizim size verdiğimiz nzıktan infak edin."
[423]
el-Hasen b. Salih, Tefsir'inde der ki: "(Beni döndürün) ki, zekât
vereyim, hac edebileyim (diyecektir, anlamındadır)".
Peygamber (sav)'den rivayet edildiğine göre, bir adam kendisine bu
âyet-i kerime hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac
eder de bundan bir sevap ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza
alacağından korkmazsa, onu inkâr etmiş olur.[424]
Katade, el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer (r.a) dedi
ki: Ben, belli başlı şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar,
malı bulunduğu halde haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye
bağlasınlar.[425]
îşte yüce Allah'ın: "Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah,
alemlere muhtaç değildir" buyruğu bunu anlatmaktadır.
Derim ki: Bu buyruk, haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek
sadedindedîr. Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu âyet-i
kerime şunu ihtiva etmektedir: iler kim gücü yettiği halde haccetmek-sizin
ölecek olursa, onun hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine
haccetmesi yeterli olmaz. Çünkü, başkasmın haccetmesi, üzerinden farzı
kaldırmış olsaydı, elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.
Said b. Cübeyr de der ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek
olsa, gidîp onun cenaze namazını kılmam.
[426]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/87.
[2] Kıraat-i Seb'a imamlarından biri olan Âsım'ın
babasının künyesi "nûn" harfi fetha ile okunmak suretiyle
"Ebu'n-Necûd" şeklindedir. "Ebu'n-Nucûd" diye ötreli
okuyanlar, yanlış okurlar. (Şemsuddin İbnu'l-Cezerî, Ğâyetu'n-Nihâye, Mısır
1351/1932, I, 346).
[3] Bk. el-Bakara, 2/1. âyetin tefsiri
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/87-88.
[5] el-Hâkîm, el-Müstedrek, II, 287'de: "Abdurrahman
b. Hâtıb'dan gelen rivayete göre, Ömer (ra) onlara namaz kıldırmış ve: -Elif,
Lâm, Mîm, Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur» buyruklarını
okumuştur" denilerek, rekât ve âyet kaydı zikredilmektedir.
[6] Nesâî, İftitâh 67.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/88.
[8] Merhum müfessirimiz, hadisin senedinde tenkide uğramış
bir râvi var ise, senedi olduğu gibi kaydetmek adetindedir. Böylelikle kendisi
ilmî bakımdan sorumluluğunu yerine getirmiş olmaktadır.
Burada sözü edilen Câbir, Câbir b. Yezîd b. el-Hâris'tir. H. 127, 128 ve
132 yıllarında vefat ettiği söylenir. es-Sevrî'nin dediğine göre Câbir:
"Haddesenâ (nakledilen bu hadiste olduğu gibi) dedi mi, rivayeti
muteberdir. Hakkında olumlu ve olumsuz pek çok söz söylenmiştir. Belli bir
dönemden itibaren senede bir, geçici olarak delirmeye başladığı, Şiâ lehine
hadis uydurduğu ona yöneltilen tenkitlerdendir. (Geniş bilgi için bkz. tbn
Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, Beyrut 1404/1984, II, 41 v.d.; ez-Zehebî,
Mizânu'l-İ'tidâl, Kahire t.y., I, 379 v.d.)
[9] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 16.
[10] Dârimi'de belirtilen yerde: "Vadinin yüksekçe her
iki kenarından birer rahip vardı" şeklinde.
[11] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 16.
[12] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 16.
[13] İbn Lehîa: Abdullah b. Lehîa b. Ukbe... Tenkid edilmiş
râvilerden olmakla birlikte Müslim, Ebû Dûvûd, Tirmizî ve İbn Mâce'de
rivayetlerinin yer alması, belli şartlarda rivayetlerinin olması,
rivayetlerinin belli şartlarda kabul edildiğini göstermektedir. Hakkında
"sadık: Çok doğru sözlü" ifadesi kullanılan İbn Lehîa'nın kitapları
yandıktan sonra (H. 170) rivayetleri karıştırdığı belirtilmektedir. H. 74
yılında vefat etmiştir. (Bk. İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, V, 327 v.d.;
ez-Zehebî, Mizânu'l-İ'tidâl, III, 189 v.d.)
[14] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 16.
[15] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 253; Müsned, IV, 183.
[16] Müslim, Sâlatu'l-Müsâfirin 252; Müsned, V, 249, 251,
255, 257; Bureyde'den yakın bir rivayet: Müsned, V, 361.
[17] Muâviye b. Sellâm olup, hadisin senedinde yer alan
ravilerden birisidir.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/88-90.
[19] Ebû Dûvûd, Vitr 23; Tirmizî, Deavât 64; İbn Mâce, Dua
9; Müsned, VI, 46l.
[20] Müsned, IV, 147-148.
[21] Hadisin kaynağını tesbit edemedik. Sûre ve âyetlerin
faziletlerine dair uydurulmuş hadislerden olma ihtimali kuvvetlidir.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/90-91.
[23] Bu ve benzeri rivayetler için bk. İbn Cerîr et-Taberî,
Câmiu'l-Beyûn, Beyrut 1408/1988, III, 162, v.d.; el-Vâhidî, Esbâbu
Nuzûli'l-Kur'ân, Beyrut 1411/1991, s. 99-100. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, III,
140 v.d.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/91-92.
[24] Arap dilinde hal: Hal sahibinin durumunu açıklamak,
tekid etmek ya da âmilinin yahut ondan önceki cümlenin muhtevasını tekid etmek
gayesiyle fazladan gelen bir vasıf bildirir.
Hal'in dört hükmü
vardır ve bunlardan birisi de; intikal'dir. Bu da hal'in, hal sahibinin sabit
ve ayrılmaz bir vasfı olmaması demektir. Ancak hal olarak gelen lafız, bazan
sabit ve değişmez bir vasfa da delâlet edebilir. (İbn Hişâm, Şuzûru'z-Zeheb;
İbn Akîl, Şer-Ku Elfiyyeti'bn-i Mâlik, v.s... hal bahsi). İşte merhum
müfessirimiz, bu ifadesiyle Kitab'm "doğrulayıcılığı" gelip geçici
bir vasıf olarak değil de, sürekli bir vasıf olmak üzere hal olduğunu
anlatmaktadır.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/92-95.
[26] Ebû Abdullah Muhammed b. Abdillah b. Sencer el-Cürcânî.
Yukarı Mısır'da H. 258'de vefat etmiştir. Müsned sahibi, hafız ve sika'dır.
[27] Müslim, Hayz 34.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/95-96.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/96-98.
[30] Buharı, Tefsir 3. sûre 1; Müslim, İlm 1; Ebû Dûvûd,
Sünne 2; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 2; ihr, vin™ MnknrlHime 7: MüsnedVl, 48, 124,
132, 256.
[31] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 233-234,
"Taberânî'den, ricali (râvileri) sikadır" kaydıyla. Ayrıca hadis,
aynı manada ve farklı lafızlarla -ancak sonunda yer alan "ümmetin
fırkalara ayrılacağı" kaydı bulunmaksızın-: Tirmizî, Tefsir 3. sûre 8;
Müsned, V, 250, 253, 262, 269.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/98-99.
[32] Bk. el-Bakara, 2/1-2. âyetlerin tefsiri. Ancak orada
isim er-Rabî' b. Huseym olarak geçmektedir. Doğrusu da bu olmalıdır. Bk. İbn
Hacer, Tehzibu't-Tehzlb. III. 210.
[33] Bilindiği gibi esreli okuyuşa göre âyet:
"Başlarınızı ve ayaklarınızı mesh ediniz" anlamında; üstün okuyuş
ise: "Başlarınızı mesh edin, ayaklarınızı yıkayın" anlamındadır.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/99-102.
[34] Daha sonra Haricîlerden Ezrakîlerin reisi olan Nâfî'
b. el-Ezrak (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, Kahire 1409/1988, VIII, 419).
[35] Buyruklarda yer alan ve tam fiil olarak kullanıldığı
takdirde "idi" anlamını veren "kâ-ne" fiili dolayısıyla
böyle diyor.
[36] Buhârî, Tefsir 41. sûre
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/102-103.
[37] Marife olan bir kelimenin sıfatının ise marife olması
gerekir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/103.
[38] Bk. Bu âyetin (Âl-i tmrân, 3/7) birinci başlığı.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/103-104.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/104-106.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/106.
[42] Buhârî, Vudû' 10 ve Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 138'de
kısmen; Müsned, I, 266, 314, 328, 335.
[43] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 324, yakın
ifadelerle; "Taberânî rivayet etmiş olup râvilerinden Abdullah b. Yezîd
zayıftır" kaydıyla.
[44] "Cüsve"; topluluk anlamında ise de; bunun
"dizüstü çökmek" anlamı gözönünde bulundurularak kullanılması
muhtemeldir ve burada daha uygun görülmektedir.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/107-111.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/111.
[47] Muvattâ, Salât 25.
[48] Tirmizî, Deavât 89.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/112-113.
[50] Burada; "Vehebe: Bağışladı" fiilinin ilk
harfinin "vâv" ve fiilin birinci bâb'dan olduğunu, yani aslî ikinci
harfinin mazi'de meftuh, muzari'de meksûr olduğunu; mazi ve mu-zari'de de
meftûh olan üçüncü bâbdan olmadığın»; böyle olsaydı, muzari'de
"vâv"ın haz-fedilmesi gerektiğini belirten iki satırlık bir açıklama
yer almaktadır. Ona böylece işaret etmeyi uygun gördük.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/113-114.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/114.
[52] el-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, I, 185-186'da: "Ebû
Ya'lâ, el-Bezzâr ve Taberânî el-Ke-blr'de; râvilerden Mûsâ b. Ubeyde
er-Rebezînin zayıf olduğu" kaydıyla. Daha sonra Hz. Ömer'den benzeri bir
rivayet kaydedildikten sonra da şunları söylemektedirler: "Taberânî,
el-Evsat ve el-Bezzâr rivayet etmişlerdir; el-Bezzâr'ın senedindeki râviler
sika (güvenilir) kabul edilen ravilerdir.”
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/114-115.
[53] Buna göre mana şöyle olur: Onlar ateşin yakıtıdırlar.
Tıpkı Firavun'un ve hanedanının ateşin yakıtı olduğu gibi.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/116-117.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/118.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/119-122.
[57] Buhârî, Rikaak 11: "Ömer (bu âyeti işitince) dedi
ki: Allah'ım, bize süslü gösterdiklerin dolayısıyla sevinmekten başka bir şey
yapamayız. Allah'ım, Senden onu hak ettiği şekilde infak etmeyi dilerim!"
[58] Müslim, Cennet 1; Tirmizî, Cennet 21; Dârimî, Rikaak
117; Müsned, III, 153, 254, 284; ayrıca Müsned, II, 260, 380'de Ebû Hureyre'den
aynı lafızlarla; Buhârî, Rikaak 28'de: "Huffet: kuşatıldı" yerine
"hucibet: perdelendi" lafzı ile ve Ebû Hureyre'den. Ayrıca bk. Ebû
Dâvûd, Sünne 22; Nesâî, Eymân 3, Müsned, II, 333, 354.
[59] Merhum Kurtubî'nin zikrettiği lafızlarla tesbit
edemedik. Kendisi de hadis olarak sübu-tundan emin olmadığından; "ruviye:
rivayet edildi" demektedir. Ancak önceden zikrettiği hadisle mana
itibariyle uyum arzettiğinden, ayrıca zikretmiş görünmektedir.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/123-124.
[61] Buhârî, Nikâh 18; Müslim, Zikir 97, 98; Tirmizi, Edeb
31; İbn Mâce, Fiten 19. Ancak "eşedd: daha çetin" lafzı yerine:
"edarr: daha zararlı" lafzı ile.
[62] Kaynağını tesbit edemedik.
[63] Bu hadisin asılsız olduğu belirtilmiştir. (Ebu'l-Ferac
İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûat, Beyrut 1403/1983, II, 282-283).
[64] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ' 53, 54; Ebû Dâvûd,
Nikâh 2; Nesâl, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Müsned, II, 428.
[65] İbn Mâce, Nikâh 6.124-125.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/124-125.
[66] Buna yakın lafızlarla: Müsned, V, 211.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/125.
[67] Kıntâr ve çoğulu: Kanâtîr ile ilgili açıklamalar için
bk. M. Necmuddin el-Kürdi, Seri Ölçü Birimleri ve Fıkhî Hükümleri, terceme:
İbrahim Tüfekçi, Buruc Yayınlan, İstanbul
[68] Süyûti, el-Câmi'ul-Kebir, II, 555. (Kurtubî,
Dârû'l-Hadîs baskısı IV, 34, 2 no'lu not).
[69] İbn Mâce, Edeb 1; Müsned,
II,
363.
[70] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 30.
[71] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 32’de: “Muaz b. Cebel dedi
ki: “Kıntar bin ikiyüz ukiyye’dir.”; “Ebu Hureyre’den, dedi ki: “Kıntar oniki
bin (dirhem)dir.”
[72] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 32: "el-Hasen'den, dedi
ki: Sizden birinizin diyeti olan onikibin (dirhem)dir."
[73] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân 32.
[74] Burada sözü edilen ölçü birimleri ile ilgili
açıklamalar için de el-Kürdî, a.g.e., ilgili bölümlere bakılmasını tavsiye
ederiz.
[75] Îbnu'1-Esîr, en-Nihâye,
IV, 113'te zikretmektedir.
[76] Benzer bir rivayet için bk. Dâriml, Fedâilu'l-Kur'ân
30. Kantar'ın miktarına dair benzeri diğer rivayetler için bk. Suyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr, II, 161-162.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/125-128.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/128.
[78] Tirmizî, Cihâd 20; İbn Mâce, Cihâd 14; Müsned, V, 300.
[79] Tirmizî, Cihâd 20; İbn Mâce, Cihâd 14; Dârimî, Cihâd
35; Müsned, V, 300.
[80] Dârimî, Cihâd 35.
[81] Nesâî, Hayl 2, İşretu'n-Nisâ 1; Müsned, V, 27'de:
Ma'kul b. Yesâr'dan aynı manada.
[82] Buhârî, Cihâd 48, Musnkaat 12, Menâkıb 28, Tefsir 99.
sûre 1, İ'tisâm 24; Müslim, Zekât 24; İbn Mâce, Cihâd 14; Muvatta, Cihâd 3;
Müsned, II, 262, 383. Müsned, I, 395'te: Abdullah b. Mes'ud'dan.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/128-130.
[84] İbn Mâce, Ticârât 29. Burada geçen ve: "Otlaklara
salmak" anlamı tercih edilen "es-sevm" alışveriş kastıyla
pazarlık yapmak anlamına da gelir.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/130-131.
[86] İbn Mâce, Ticarât 69. Zevâid'den: İsnadının sahih
olduğu kaydıyla.
[87] İbn Mâce, Ticarât 69. Zevâid'den: İsnadında ittifakla
zayıf bir râvi olduğu kabul edilmiş bulunan Ebû Yahya el-Ezdî künyeli Zerbiy
b. Abdullah bulunduğu kaydıyla. (Bk. İbn Hacer, Tehzîbu't-Tehzîb, III, 280).
[88] îbn Mâce, Ticarât 69. Zevâid'den: Senedinde kimi
metruk, kimi hadis uyduran, kimi meçhul râviler bulunduğu kaydıyla. Hadisin
uydurma olduğu açıkça da bildirilmiştir. Bk. İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûât, II, 253;
eş-Şevkânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 170-171.
[89] İbn Mâce, Ticarât 69. Bu hadis hakkında da Zevâid'den:
İsnadının sahih, râvilerinin ka oldukları kaydı da nakledilmektedir. Gerek bu
hadise dair merhum müfessirimizin belirttiği sıhhat hükmü ile Zevâid'deki
değerlendirmenin birbirine uygunluğu, gerek diğer hadislerin senedini vermek,
suretiyle, sıhhatlerinin tetkike muhtaç olduklarını göstermesi, müfessirimizin
bu husustaki ilmi hassasiyetinin bir örneğidir.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/131-132.
[91] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye, I, 359. el-Azîzî,
es-Sirâcu'l-Munîr Şerhu'l-Câmi'i's-Sâğir, I, 232'de: "Ebediyyen
ölmeyeceğini kabul eden bir kişi gibi amel et! Yarın öleceğinden korkan kimse
gibi de dikkatli ol!" anlamındaki bir rivayeti kaydettikten sonra
"zayıf" olduğuna işaret etmektedir.
[92] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye, I, 360.
[93] Ebû Dâvûd, Edeb 61; Müsned, IV, 345.
[94] İbnu'l-Esîr, en-Nihâye,
V, 69.
[95] Buhârî, el-Hars 2.
[96] Buhârî, el-Hars 1; Edeb 27; Müslim, Müsakaat 12. Aynı
bölümün 7-10 hadisleri de aynı manada olup Hz. Câbir'den rivayet edilmektedir.
Tirmizî, Ahkâm 40; Dârimt, Buyu' 67, Câbir b. Abdullah'tan; Müsned, III, 147,
192, 229, 243.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/132-133.
[98] İbn Mâce, Nikâh 5; ayrıca: Müslim, Radâ' 59.
[99] Îbn Mâce, Zühd 1.
[100] Tirmizî, Zühd 30.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/133-134.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/134.
[103] O takdirde âyet-i kerimenin buraya kadar olan
bölümünün anlamı: "De ki: Rablerinin katında takvaya erenler için bunlardan
daha hayırlısını size haber vereyim mi?" şeklinde olur.
[104] O takdirde anlamı: "... Size bunlardan
hayırlısını haber vereyim mi? Bunlardan daha hayırlı olan şeyler altından
ırmaklar akan cennetlerdir" şeklinde olur.
[105] Bir önceki âyetin tefsiri yapılırken, ikinci başlıkta
bu hadisin son bölümü zikredilmişti. Kaynaklan için oradaki ilgili nota
bakınız.
[106] Buhârî, Tevhîd 38, Rikaak 51; Müslim, Cennet 9;
Müsned, III, 88.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/135-136.
[108] bk. el-Baknra, 2/4, 14. başlık; 2/4; 2/45. âyetler.
[109] Tirmizî, Deavât 114. Ancak "ertelenmeyi seher
vaktine" değil de "cuma gecesine" yaptığı belirtilmektedir.
Nitekim Kurtubî bu hadisi işaret edilen Yusuf, 12/98. âyetin tefsi-riftde uzun
uzadıya kaydetmiş ve orada da onları "cuma gecesi"ne ertelediği
belirtilmiştir. Yine orada onlara mağfiret dilemeyi "seher vakti"ne
ertelediği, Abdullah b. Mes'ud'un bir görüşü olarak kaydedilmektedir.
[110] İbn Ebi Şeybe ve Kitabu'z-Zühd'de Ahmed (b. Hanbel),
Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Bize ulaştığına göre Dâvûd
(as), Cibril (as)e sormuş: Ey Cibril, gecenin hangi saatleri daha
faziletlidir? Cibril: Bilmiyorum ey Dâvûd, şu kadar var ki Arş, seher vakti
sarsılıyor, diye cevap vermiş. (Suyûtî, ed-Durrû-l Mensur, II, 164).
[111] Buhâri, Teheccüd 14, Tevhid 35; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 168-170; Ebû Dâvûd, Sünne 19; Tirmizî, Salât 211, Deavât 78;
İbn Mâce, İkametu's-Salât 182; Dârimî, Salât 168; Muvatta, Kur'ân 30; Müsned,
II, 264-265, 267, 282, 419, 487, 504.
[112] Müslim, Salâtıı'l-Müsâfirîn 168; Müsned, II, 383, III,
34, 43. el-Musnedu'l-Câmi', VI, 415'te belirtildiğine göre bu hadisi Nesâî,
Amelıı 1-Yevmi ve'l-Leyle, 481, 482'de zikretmektedir. Ayrıca İbn Mâce,
İkametu's-Salât 183'de: Rifâ'a el-Cuheni'den rivayet etmektedir. Ancak bu
rivayetin senedi tenkid edilmiştir.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/135-138.
[114] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munir, I, 393'te belirtildiğine
göre Beyhakî, Şuabu'l-lman'da zikretmiş olup, zayıf bir hadistir.
[115] "... Buhârî'de Şeddâd yoluyla gelen yegane hadis
budur; başkası yoktur." (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI, 102).
[116] Buhârî, Deavât 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb 101; Nesâî,
Istiâze 57; îbn Mâce, Dua 14; Müsned, IV, 122, 125, V, 356.
[117] Hadisi bu lafız ve senediyle elimizin altındaki
kaynaklarda tesbit edemedik. Ancak , el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 180'de
buna benzer manada ve yakın lafızlarla Zeyd b. Erkam'dan Taberânî'den naklen ve
"zayıf olduğu kaydıyla bir rivayet zikretmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/138-140.
[118] el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 101. el-Kelbî
(Muhammed b. es-Sâib b. Bişr); yalancılıkla ve rafizîlikle itham edilmiş bir
neseb ve tefsir âlimidir. (Bk. İbn Hacer, Tak-rîb, II, 163; Tehzib, IX, 157
v.d.)
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/140-141.
[120] Tirmizî, İlm 19; Buhârl, tim 10 (muallak); Ebu Dâvûd,
İlm 1; Müsned, V, 196.
[121] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munîr, II, 437;
"hasen" kaydıyla.
[122] el-Azîzi, es-Sirâcu'l-Munlr,
II, 437. (Ancak burada olduğu gibi el-Berâ'dan değil de Enes'ten).
[123] Bk. Ebû Dâvûd, İlm 1; Tirmizî İlm 19; Müsned, V, 196.
Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/141.
[124] Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 166; Beyhnkî'nin
"zayıf" olduğunu belirttiği kaydıyla.
[125] Mudal hadis: İsnadında birbirini takip eden iki ve
daha fazla ravisi düşmüş hadislere denilir. (Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis
İstılahları, Ankara 1980, s. 356; Doç. Dr. Müc-teba Uğur, Ansiklopedik Hadis
Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 246).
[126] Bk. İbn Hacer, Tehzib, VIII, 217.
[127] Hadisi herhangi bir kaynakta tesbit edemedik. Uydurma
hadislerin özelliklerinin bir kısmını taşıdığı da açıkça görülmektedir.
"Bu hadisin senedindeki râviler arasında hadis uyduran birisi
bulunmaktadır." (Şevkânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 312).
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/141-142.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/143-144.
[130] Buhârî, İman 37, Tefsir 31. sûre 2; Müslim, İman 1, 5,
7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tir-mizî, İman 4; Nesâî, İman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime
9; Müsned, II, 426, IV, 129.
[131] Buhâr'ı, İman 40, İlim 25, Edeb 98, Âhâd 5, Tevhîd 56;
Müslim, İman 23, 24, 26; Ebû Dâvûd, Sünne 14, Eşribe 7; Tirmizî, İman 5; Nesâi,
İman 25: Müsned, I, 228...
[132] Buharı, İman 3; Müslim, İman 57, 58; Ebû Dâvûd, Sünne
14; Tirmizî, İman 6; İbn Mâce, Mukaddime 9; Müsned, II, 379, 445.
[133] Buhârl, İman 3; Müslim, İman 57, 58; Ebû Dâvûd, Sünne
14; İbn Mâce, Mukaddime 9.
[134] İbn Mâce, Mukaddime 9. Bu hadisin senedinde yer alan
Ebu's-Salt Abdusselâm b. Salih el-Herevî hakkında cerh ve tadilde
bulunulmuştur. Özellikle bu hadis ile ilgili olarak; bu hadisi kendisinin
uydurduğu ve İbn Mâce'de yalnızca bu hadisinin yer aldığı belirtilmektedir.
(İbn Hacer, Tehzîb, VI, 285-286).
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/144-146.
[136] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 201; Ebû Dâvûd, Salât 119;
Tirmizi, Deavât 32; Nesâî, Tatbik 67, 68, 69; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 70;
Müsned, I, 95, 102.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/146-148.
[138] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Münlr, II, 139'da yalnız son
cümlesi ve "zayıP olduğu kaydıyla.
[139] Taberî, III, 216; Suyûtî, III, 169.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/148-149.
[141] Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı IV, 51'de l'no'lu notta
belirtildiğine göre: Suyûtî, el-Câ-miu'l-Kebîr, IV, 171'de Sevbân'dan rivayet
edilmektedir.
[142] Müsned, VI, 432.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/149-150.
[144] Hadis için bakınız: Buhârî, Bed'u'1-Halk 10; Müslim,
Zühd 51; Müsned, V, 205, 206, 207, 209.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/150.
[146] Tirmizî, Fiten 67; İbn Mâce, Fiten 21; Müsned, V, 405.
İşaret ettiğimiz yerlerde hadisin senedi, müfessirimizin senedinden farklıdır.
Bu şenedlerde İbn Lehîa ve diğeri bulunmadığı gibi; hadisin sahabeden râvisi
de Huzeyfe'dir. Yani biraz sonra İbn Mâce'ye ait olarak gösterdiği senedle
aynıdır.
[147] Bir önceki notta belirtilen yerler. Ancak Kurtubî
merhumun senette zikrettiği: -el-Hasen b. Cündeb'den..." ibaresi
"... el-Hasen'den, o Cündeb'den..." şeklindedir. Müsten-sihlerden
birinin ya da yayına hazırlayanların yanlış okumasının bir sonucu olmalıdır.
[148] Bu başlıkta anlatılanlar birkaç açıdan dikkatimizi
çekmektedir:
1- Evvelâ merhum müfessirimiz icmâ olduğu belirtilen görüş başta
olmak üzere, bütün görüşleri özetlemek suretiyle, ilmi bir sorumluluğu yerine
getirmiştir.
2- İbnu'l-Arabînin görüşünün, konu ile ilgili kabul görmüş genel
kanaate uygun olmadığını belirtmekle birlikte;
3- Âyet-i kerimenin, fayda umulması halinde ölüm dahil, her türlü
tehlikeyi göze alarak iyiliği emredip münkerden alıkoymaya delil olduğunu
göstermektedir; diyerek, bu görüşü tercihe değer bulduğuna işaret etmektedir.
Bu ise; onun kuvvetli delili esas aldığını ve delilin ifade ettiği
hükmün kabul edilmesi gerektiğine dikkat çektiğini ortaya koymaktadır.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/151-152.
[149] Müslim, İman 78; Ebu Davud, Salat 242, Melahim 17;
Tirmizi, Fiten 11; Nesai , İman 17; İbn Mace, İkametu’s-Salat 155, Fiten 20;
Müsned, III, 20, 49, 53.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/152-153.
[151] İbn Mâce, Fiten 21; Müsned, III, 187. Açıklamayı yapan
Zeyd, hadisin İbn Mâce'den sonra gelen ikinci râvi olup lam adı: Zeyd b. Yahya
b. Ubeyd el-Huzâî'dir.
[152] el-Bakara 2/25. âyet 1. başlık ile 2/18 âyet 10.
başlıkta
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/153.
[154] el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 102.
[155] Ebû Câ'fer'in kıraatine göre fiil, aslına bir elif
ziyadesiyle "ahkeme"den muzâri'dir. "Aramızdaki görüş
ayrılığında kimin haksız olduğunu sağlamca ortaya koysun" gibi bir ifade
ile Türkçe'ye aktarılabilir.
Birinci ve cumhûr'un kıraati lehine delil gösterilen âyetin delil olan
tarafı ise, "söyleyen" anlamını veren "yantıku" fiilinin
de aynı manayı ifade etmekle birlikte, ayrıca "elif ziyadesinin
getirilmeyişidir. Çünkü "hüküm vermek" bir bakıma
"konuşmak" manasınadır.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/153-154.
[157] Ebû Dâvûd, el-Merâsil, Beyrut 1408/1988, s. 284.
"... etmeyen zâlimdir" bölümüne kadar.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/154-155.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/155.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/155.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/156.
[162] Hadis mevzudur. İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûât, I, 244-245;
eş-Şevkânî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 297.
[163] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevûid, X, 185-186'da buna yakın
kaydettiği rivayetlerden ilki hakkında: ""Taberânî rivayet etmiştir.
Tanımadığım Nasr b. Mesrûk dışındaki râvileri sikadır. Ancak Said b.
el-Müseyyeb, Muaz'dan hadis dinlememiştir" demektedir. Diğer bir rivayet
hakkında da: "Taberânî, (el-Mu'cem) es-Sâgir"de rivayet etmiş olup
ricali sika (güveniliridir" demektedir. el-Bezzâr tarafından rivayet
ettiği belirtilen nisbeten farklı benzer bir rivayet hakkında da:
"Senedinde metruk bir râvi olan el-Hakem b. Abdullah el-Eylî vardır"
demektedir. Ayrıca bk. Süyûti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 172.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/156-157.
[164] el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 102.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/157-158.
[166] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 222. el-Vnhidî, Esbâbu
Nüzûli'l-Kur'ân, s. 102-103; Suyû-ti, ed-Durru'l-Mensûr, II, 171.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/158-162.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/162-163.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/163-164.
[170] el-Vâhidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 105.
"Senedinin oldukça zayıf olduğu" eseri tahkik eden tarafından
bildirilmektedir.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/164-165.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/165.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/166-167.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/167-168.
[175] et-Tirınizî el-Hakîm, Nev&diru'l-Usûl, II, 459,
senetsiz,
[176] Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik.
[177] Müslim, BIrr 157; Tirmizl, Tefsir 19. sûre 6; Müıned,
II, 267, 341, 412, 509, V, 263. Yalnız "sevgi" ile ilgili bölümü:
Buhûrl, Bed'u'1-Halk 6, Edeb 41, Tevhîd 33; Muvatta, Şear 15; Mütntd, II, 514,
V, 259.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/168-170.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/170.
[180] Buharı, Enbiyâ 44.
[181] Buharı, Fedâilu'l-Kur'ân 31; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirin 235, 236; Tirmizi, Menâkıb 55; Nesâî, İftitâh 83; İbn Mâce,
tkametu's-Salât 176; Dârimî, Salât 171, Fedâilu'l-Kur'ân 34; Müsned, II, 369,
450.
[182] Dârimt, Mukaddime 3.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/170-173.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/173-174.
[185] Ensâr'dan, Evs kabilesinden olup Bedir'e
katılanlardandır. Bk. İzzuddin İbnu'1-Esîr, Us-du'l-Ğâbe, Beyrut 1409/1989, V,
65-66.
[186] Bu hadis için bk. Bukârî, Meğâzî 10, Tefsir 65. sûre
2; Müslim, Talâk 56, 57; Ebû Dâ-vûd, Talâk 47; Tirmizî, Talâk 17; Nesâî, Talâk
56; İbn Mâce, Talâk 7; Dârimî, Talâk 11; Muvatta, Talâk 83, 85, 86; Müsned, I,
447, IV, 305, 327, VI, 312, 314, 319, 375, 432; ayrıca bk. Kurtubî, el-Bakara
2/234. âyetin tefsiri.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/174-175.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/175-176.
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/176.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/176-177.
[191] Buhârî, Salât 72, 74, Cenâiz 67; Müslim, Cenâiz 71;
Ebû Dâvûd, Cenâiz 57; İbn Mâce, Cenâiz 57; Müsned, II, 353, 383. Bu yerlerde,
Ebû Dâvûd, "genç bir delikanlı olduğunu", İbn Mâce, siyahi bir kadın
olduğunu belirtirken; diğerleri "siyahi bir erkek ya da bir kadın
olduğu" şeklinde rivayet etmişlerdir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/177.
[192] Zaten Allah benim ne doğurduğumu biliyor, demek olur.
[193] Allah senin ne doğurduğunu daha iyi bilir, demek olur.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/177-178.
[195] Kurtubî'deki ifadeler çok açık ve anlaşılır
olmadığından; İbnu'l-Arabî'nin Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 271'deki ifadeleri de göz
önünde bulundurularak bu başlığın tercümesi yapılmıştır.
Bu meselede Şafiî Mezhebindeki hüküm burada belirtildiği gibidir. (Bk.
Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-tslâmi, II, 669) Mâlikî Mezebine göne ise; kocasının
isteğine karşı durmayıp cevap vermişse kadına da keffaret düşer. (Dr.
ez-Zuhaylî, a.g.e. II, 661) Hanefi Mezhebinde cimaın gerçekleşmesi halinde hem
erkeğe, hem kadına keffaret düşer. (Dr. ez-Zuhaylî, a.g.e., II, 655).
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/178-179.
[197] Müslim, Fedâil 146; Müsned, II, 233.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
4/179.
[199] Merhum müfessir, bu açıklamalarıyla kısaca;
"kabûlen" ve "nebâten" lafızlarını, bu halleriyle mef ul-i
mutlak olmalarının uygun olduğunu konu ile ilgili özel kaidelere aykırı bir
kullanım bulunmadığını anlatmak istemektedir.
[200] Bu şekildeki okuyuşun anlamı da şöyle olur: "Ey
(Meryem'in) Rabbi! Sen bunu güzel bir kabul ile kabul buyur. Onu güzel bir
şekilde büyüt ve onu Zekeriyya'nın himayesine ver!"
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/180-183.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/183-184.
[203] Hadisin kaynağını tesbit edemedik.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/184-185.
[205] Buhârt, Nikâh 8; Müslim, Nikâh 6-8; Tirmizt, Nikâh 2;
Nesûî, Nikâh 4; İbn Mâce, Nikâh 2; Dûrimt, Nikâh 3; Müsned, I, 176, 183.
[206] İbn Mâce, Nikâh 1.
[207] Buhârî, Nikâh 121.
[208] Buhârî, Akîka 1, Cenâiz 42; Müslim, Edeb 23.
[209] Buhârî, Cenâiz 42.
[210] Buhârî, Deavât 47.
[211] Müslim, Cenâiz 7; Ebû Dâvûd, Cenâiz 17; Müsned, VI,
297. Ancak Buhârî'de tesbit edemedik.
[212] Ebû Dûvûd, Nikâh 5; Nesûî, Nikâh 11; Müsned, III, 158,
245. Ancak Müsned'de her iki yerde de: "... diğer ümmetlere karşı..."
ifadesi yerine:"... diğer peygamberlere karşı..." şeklindedir.
[213] Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 14; Tirmizî,
Ahkâm 36; Nesâî, Vesâyâ 8; Müs-ned, II, 372.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/185-187.
[215] Buhârî, Deavât 47; Müslim, Mesâcid 268.
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/187.
[217] en-Nekkâş'ın bu açıklamasının sağlam bir dayanağı
olmasa gerek. Diğer açıklamalar ise; Yahya adının sözlük anlamından hareketle
yapılmış açıklamalardır.
[218] Kurayzaoğullan Sa'd b. Muâz'ın vereceği hükmü kabul
edeceklerini bildirince, Sa'd (ra)ın gelişi üzerine Hz. Peygamber bu sözleri -Müslim'de
açıkça belirtildiği üzere- hazır bulunan Ensâr'a söylemişti. Bk. Buhârî,
İsti'zân 26; Müslim, Cihâd 64; Ebû Dâvûd, Edeb 144; Müsned, III, 22, 71, VI,
142.
[219] Buhârî, Sulh 9, Ashâbu'n-Nebiyy 22, Fiten 20; Ebû
Dâvûd, Sünne 12; Tirmizî, Menâkıb 30; Nesâî, Cumua 27; Müsned, V, 38, 44, 49,
51. Ancak bu hadisi Müslim'de tesbit edemedik.
[220] Müsned, II, 402'de: "Ceza' (bir yaşında) bir
koyun seyyid (iki yaşında) bir keçiden hayırlıdır" lafızlarıyla.
[221] Bk. Suyûti, ed-Durru'l-Mensûr,
II, 190.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/187-194.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/194-196.
[224] Bir sonraki başlıkta geleceği üzere bu açıklama şekli
Katâde'den nakledilmiştir. Kabul görmüş bir açıklama şekli de değildir. Böyle
bir alâmeti istemesi, Allah'a bu nimet sebebiyle ayrıca şükretmek içindi.
Konuşma organları sağlıklı, zikir ve tilavet ederken bu organları
kullanabilmekle birlikte, insanlarla konuşamamak, onun için alâmet kılınmıştı.
[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/196.
[226] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/196-197.
[227] Kurtubî'nin kısmen naklettiği bu hadiste; sözünü
ettiği şekilde "işarefin yer aldığı rivayetler: Ebû Dâvûd, Eymân 16;
Müstıed, II, 291'de yer almaktadır. Diğer rivayetlerde ise "işaret
etti" yerine, "dedi" lafzı açıkça zikredilmektedir: Bk. Müslim,
Mesâcid 22; Ebû Dâvûd, Salât 167; Nesâî, Sehv 20; Dûriıtıt, Nuzûr 10; Muvatta,
Irk 8, 9; Müsned, III, 452, IV, 222, 388, 389, V, 447, 448, 449
[228] Buhârî, Talâk 24.
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/197-198.
[230] Ebû Dâvûd, Vesnyâ 9.
[231] Muvatta, Vukutu's-Salât 12.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/198-199.
[233] Buhârî, Enbiyâ 32, 46, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 30,
Et'ime 25; Müslim, Fedâilu's-Sahâ-be 69; Tirmizl, Et'ime 31; İbn Mûce, Et'ime
14; Müsned, IV, 394, 409.
[234] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-Munlr, II, 250, sahih bir isnâd
ile ve Enes'ten.
[235] Hâkim, Müstedrek,
II,
594,
III, 185.
[236] Hâkim, Müstedrek, III, 185; el-Azîzî,
es-Sirâcu'l-Munlr, II, 328. Benzer rivayetler için bk. Suyûti,
ed-Durru'l-Mensûr, II, 194.
[237] Tirmizî, Menâkıb 61'de, Enes yoluyla gelen hadiste Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Dünya kadınları arasında İmrân kızı
Meryem, Huveylid kızı Hadice, Muhammed kızı Fatıma ve Firavun'un karısı Âsiye
yeter."
[238] "Cennete benim ümmetimin ileri gidenlerinden önce
hiç kimse cennete girmeyecektir, diye yemin edersem, hiç şüphesiz bu yeminim
doğrudur" şeklinde: el-Heysemî, Mec-mâu'z-Zevâid, X, 69; el-Azîzî,
es-Sirâcu'l-Munîr, III, 198.
[239] Tirmizî, Tefsir 17. sûre 18, Menâkıb 1; İbn Mâce, Zühd
37; Müsned, I, 295, III, 2, 144.
[240] Ancak kadınlardan peygamber gönderildiğini kabul
etmeyenler bilhassa; Yusuf 12/109, en-Nahl, 16/43 ve el-Enbiyâ, 21/7. âyet-i
kerimelerin nübüvvet ve risâlet mahiyetindeki vahye, ancak erkeklerin mazhar
oldukları hususunda açık nas olduklarını belirtirler ve bunun dışında bir mana
anlaşılabilen buyrukları buna göre tevil ederler.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
4/199-202.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/202-203.
[243] Dârimî, Mukaddime 7; Mûsned, III, 398'de uzunca bir
hadiste: "Acele edin, acele edin" anlamında: "el-vehâ
ve'1-acel" diye zikredilmektedir. Îbnu'1-Esîr, en-Nihûye, V, 163'te belirtildiği
üzere "el-Vehâ" kelimesi, son harfi "ye" de gelebilir,
"eliP de gelebilir.
[244] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/204.
[245] Buhârî, Şehâdât 30; Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II,
195-196 ve İbn Abbâs'ın sözü olarak nakletmektedirler.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/204-205.
[247] Buhârî, Şehâdât 30.
[248] Buhârî, Şehâdât 30.
[249] Buhârî, Şehâdât 30.
[250] Kur'a ve tahminin Hanefilerce caiz görülmeyişinin
sebebleri için bk. Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî, II, 828; diğer
meselelerde kur'anın hükmü ve görüş ayrılıkları için de A.g.e.,V, 659, v.d.,
662, 672, 681, VII, 102, 333-
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/205-207.
[251] Buharı, Sulh 6, Meğazî 43; Ebû Dâvûd, Talâk 35; Tirmizî,
Birr 6
[252] Ebû Dâvûd, Talâk 35 ve bir önceki notta Buhârî'de
belirtilen yerler.
[253] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/207-208.
[254] Buhârî, Fedailu'l-Medine 9; Müslim, Fiten 123.
[255] Bk. Müslim, Fiten 110; Tirmizî, Fiten 59; İbn Mâce,
Fiten 33; Müsned, IV, 182, v.s...
[256] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Birr 7, 8; Müsned, II, 307,
308
[257] Müslim, Zühd 73- "Müslim'den başka eserde"
diye naklettiği lafızlar da: Müsned, VI, 17-18'de Suhayb (ra)den gelen aynı
rivayettir.
[258] Müsned, I, 309-310; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I,
65.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/208-213.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/213-214.
[260] Zaten sözü edilen iki sûre Kur'iJn-ı Kertm'dendir ve
bunların Hz. İsa döneminde inmiş olmaları mümkün değildir.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/215-218.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/218-219.
[263] İbnu'l-Esîr, en-Nihâye, I, 385.
[264] Buhârt, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 13.
[265] Buhârî, Cihâd 40, 41, 135, Meğâzî 29, Fedâilu's-Sahâbe
13; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 48; İbn Mâce, Mukadime 11 (Fadlu'z-Zubeyr);
Müsned, I, 89, 102, 103, III, 307, 314, 338, 365.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/220-222.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/222.
[268] Ebû Dûvûd, Vitr 25; Tirmizt, Duâ 102; İbn Mâce, Duâ 2;
Müsned, I, 227. Ancak: "Alla-humme..." değil de: "Rabbi...:
Rabbim..." lafzı ile.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/222-223.
[270] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 415.
[271] Müslim, îınnn 243, Mümed, II, 494.
[272] Müslim, Hacc 216; Musned, II, 24Q, 272.
[273] Müslim, İman 244.
[274] Müslim, İman 246.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/224-227.
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/228.
[277] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 229.
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/228-229.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/230-231.
[280] İbn Sa'd, Tabakât, I, 357-358
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/231.
[281] Buharı, Sulh 9, Ashabu'n-Nebiyy 22, Fiten 20; Ebu
Dâvûd, Sünne 12; Tlrmizî, Menâkıb 30; Nesâl, Cutnıuı 27; Müsned, V, 36. 44, 49,
51.
[282] el-Heysemî. Mecmau'z-Zevaid. IV, 272, VIII, 216, IX,
173, 174,
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/231.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/232.
[285] Buhari Bed'u'l-Vahy 6, Cihad 102, Tefsir J. sıire 4;
Müslim. Cîhad 74; Müsned, I, 262-263.
[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/232-234.
[287] Başlığm başından itibaren buraya kadarki uçıklamalar;
biirünüyle el-Kiyâ et-Taberî, Ah-kâmu't-Kur'ân, II, 288'den nakledilmiştir.
Şafii Mezhebine mensup
usûl âlimleri ile fıkıh usûlünde kelameıların metodunu benimseyenlerin
istihsâm reddettikleri, fıkıh usûlü İle ilgilenenlerin bildikleri bir husustur,
An-'cak burada, istihsânı reddedenlerin, isühsânj; kabuledenlerden fnrkh
anladıklarını ve buna binaen reddettiklerini özellikle belirtelim. Tarafların
yakîaşmıları yakından takip edildiği taktirde, esasen red ve kabullerinin lafzı
olmaktan öteye gitmediği görülür
İmam Şafiî;
"İstîbsün ancak zevke binâen (keyfî) bir görüş belirtmedir" derken;
kıyâsı delil olarak kabul eder, şartlarını ve keyfiyetini açıklar (er-Risûle,
1388/1969 baskısından İstanbul 1935 tıpkı basımı, s. 219 v.d.)
İstiksân ise,
Ebul-Hasen el-Kerhrnin tarif ettiği gibi: "Müttehidin bellî bir mesele
hakkında hüküm verirken, -gerekli ve daha güçlü herhangi bir sebeb
dolayısıyla- benzerleri hakkında hüküm verdiği yoldan başka bir (istidlal)
yoluduı) izleyerek hüküm vermesidir." (M. E. Zehra, Umlil-Fıkk, Kahire,
tarihsiz, 5, 262).....
.....Buna göre
istihsân, daha derin bir kavrayışla kıyasın bir çeşididir. Bu manasıyla kıyası
tabu! eden bütün fukahâ istihsânı da -lafzan olmasa bile- fiilen kabul edip
uygulaya gelmişi erdir. İstihsân] reddedenler de esasen, müeerred hevâ ve
heves ile bir hükmü diğerine tercih etmeyi reddetmişler; delile binâen yapılan
tercihi ve kiyası 1. Şafiî dahil, kıyası kabul eden hiçbir İlim adamı
reddetmemiştir.
Geniş bilgi için
bakınız: Şafii, er-Ri$&le, aynı yer; Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed
es-Se-rahsî, Usûii's-Serahsi, Beyrut, tarihsiz, II, Î99 v.d,; Muhaınmed
el-Hudarî, Usûİi'l-Fıkk, Kahire 1389/1969, s. 334 v.d.; M. E. Zehra, a.g.e.r s.
262 v.d.; Dr. Seyyid Muhammed Musa Tâvâilâ, el-lctihâd, Kahire, tarihsiz, s.
52 v.s...
[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/234-235.
[289] İbn Mace Edeb 15.
[290] Görüldüğü kadarıyla burada böyle bir göndermeyi
gerektiren bir husus yoktur.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/235.
[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/236.
[292] Buna göre de ifadenin anlamı şöyle olur: Sizler öyle
kimselersiniz ki bilginiz oİan şey hakkında tartıştığınız halde ne diye
tartışıyorsunuz?
[293] Anlamı: İşre siz bilginiz olnn hususlarda münakaşa
eltiniz.., şeklinde olur.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/237.
[295] Buhârî, Talak 26, Kudüd 41, e]-İ'tisâm 12; Müslim,
Li'ân 18-20; Ebû Dâvûd, Talâk 28; Tirmizî, Veiâ 4; Neeâİ, Tülük 46; İbn Mâce,
Nikâh 58; Müsned, II, 233-2J4, 239, 279, 409-
[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/237-238.
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/238.
[298] Tirmizî, Tefsir 3. sûre 3; Hâkim, el-Müstedrek, II,
292.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/239.
[299] Yani; "saptıramazlar" olumsuzluk, yalnız
kendilerini saptırabilecekleri ifadesi de olumluluktur
[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/240.
[301] Yani bu âyetlerin benzerlerini kabul ettiğinize göre,
bunları da kabili etmelisiniz.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/240.
[302] Buna göre anlam şöyle olur: Ey Kirap ehli! Niçin hakkı
batıla karıştırıyorsunuz? Ve siz bilip durduğunuz halde hakkı da gizliyorsunuz.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/241.
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/241-242.
[304] Kısaca şu demektir: "Bir kavmin bana karşı
senliğini görürsem, ben de ya o sertlikle-rioi yu muşa ıtri in yahut da
doğrulurlar." Her iki beyit de -veya" anlamına gelen
ı"ev"den sonra gelen ınuzari fiilin nasb edilmesine delil gösterilmiştir.
{Lisânu'l-Arab, V, 389).
[305] Buhârî, Mevâkft 17, İc5re 9, Enbiy3 50f
Fedâllul-Kıır'ân 17, Tevhîd 31, 47; Tirmizî, Edeb 82; Müsned, II, 6, 111, 121,
129.
[306] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/243-247.
[307] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/248.
[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/248-249.
[309] M. Necımıddin el-Kürdi, Sert ölçü Birimleri ve Fıkhı
Hükümleri, rerceme; t. Tüfekçi, Burûc Yayınevi, İstanbul 1996, s. 58 v.d.
[310] Mefhûmu'l-muhâlefe dîye de bilinen ve lafzın manaya
delâlet şekillerinden biri kabu] edilen bu delâlet şekli şöylece tarif
edilmiştir: "Lâfzın sözkonusu ettiği hallere dair hük~ miin muhalifinin
(aksinin), sözkonusu etmediği husus bakkmda sabit olmasıdır." Delil
olması ve halleri usûl alimleri arasında oldukça ihtilaflı bir konudur. Fıkıh
Usûlüne dair kaynakların Delâletler bahsinde bu delâlet şekli de ele alınır.
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/249-250.
[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/250-251.
[313] Müslim, İman 329-
[314] Buhûrt, Fiten 13, Rikaak 35; Müslim, İman 230;
Tirmizl, Fiten 17; ibn Mûcer Fiten 27; Müsned, V, 383.
[315] îbn Mâce, Fiten 27.
[316] Ebû Dâvûd, Buyu' 79; Tirmizl, Buyu1 38; Dârakutnî,
III, 35; Hakim, ei-Müstedrek, II, 46; Beyhakî, es-Sünen, Xf 457.
[317] el-Bakara, 2/194. âyet, 3, başlık
[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/251-252.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/252.
[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/252-253.
[321] Suyûti, el-Durru'l-Mensür, II, 244.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/253.
[322] İbn Kesîr, Tefsir, II, 51’de: Sâîd b, Cubeyr yoluyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/253.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/254.
[324] Buhârl, Husûmfit 4, Şehridât 19; Müslim, İman 220; Ebû
Dâvûd, Eymrin 1, Akdiye 25; Tirmizt, Buyu' 42, Tefsir 3. sûre 4; İbn Mâce,
Ahkâm 7; Müsned, I, 379, 426, V, 211.
[325] Buhârî, Tevhîd 4 (kısmen); Müslim, İman 218; Nesâî,
Kudât 30; İbn Mâce, Ahkam S; Bâriml, Buyu' 62; Muvatta, Akdiye 11; Müsned, V,
260.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/254-255.
[327] Buhûrt, Şehâdftt 27, Huy el 10, Ahkâm 20; Müslim,
Akdiye 4, 5; Ebû Dâvûd, Akdiye 7; Tirmizî, Ahkam 11; Nesûl, Kudât 13, 33; îbn
Mâce, Ahkâm 5; Muvatta, Akdiye 1; Müs-ned, VI, 203, 290, 307, 308, 320.
[328] Meselâ, Hanefi Fıkıh kitaplarından el-İhtiyar (II,
88.1da şöyle denilmektedir: "Yalan şahitliğe binaen hakinim verdiği
hüküm, -niküb, talük, bey, (îih$-veriş> gibi- akid ve fesihlerde ve aynı
gekiide hibe ve mirasta, hem zahiren, hem bâtınen geçeriidir. Ancak Ebû Yûsuf
ile Muhammed, b.1tınen geçerli değildir, derler. Şöyle ki: İki yalancı şahid,
bir kadım bir erkeğin nikahladığına dair şahitlik etseler, kadı da bunun
geçerliliğine dair hüküm verse, Ebû Hanife'ye göre hükütn geçerlidir ve
kocanın bu kadın ile evlilik ilişkisi -Ebû Yûsuf ite Muhammed'in kanaatlerinin
aksine- helâl olur..."
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/255-256.
[330] Buhârl İstikraz 13 (muallak olarak); Ebû Dâvûd, Akdiye
29; Nesâî, Buyu' 100; İbn Mâce, Sadakat 18; Miisned, IV, 222, 338, 389.
[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/256-257.
[332] Buhâri İlim 10.
[333] Bk- el-Fâtiha Sûresi'nin Tefsiri, 4. bölüm, 8. başlık.
[334] Bu açıklamalar ve yer aldıktan kaynaklar için bk.
Suyfltî, ed-Durru'l-Mensâr, II, 250-251.
[335] Bu anlamda bir sözü Abd b, Huıneyd ile İbn Ebî Hatim,
ed-Dahhâk'ın bir sözü olarak nakle emişlerdir. (Sııyutî, ed-Durru'l-Mensûr, II,
251
[336] O taktirde buyruğun bu bölümü: "... Fakat
Kimb'ı... bildiğinize göre..." anlamında olur.
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/257-260.
[338] Buhârt, Itk 17, Müslim, Elfüz 13, 15; Ebû DûvÛü, Edeb
75; Müsned, II, 316, 423,
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/260-261.
[340] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/261-262.
[341] Bnng gre burada ifadenin anlamı şöyle olmaktadır:
"Hani Allah peygamberlerden size Kitap ve hikmet türünden verdiklerime
.... inanacaksınız,, diye söz almıştı."
[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/262-265.
[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/265.
[344] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzuli'l-Kur'ân, s. 116'da ibn
Abbas'tan ve herhangi bir sened zikretmeksizin.
[345] Suyûfî, ed-Durru'l'Mensûr, 11, 254, Deylemî'de yer
aldığım belirtmektedir.
[346] Ashaba dil uzatmayj yasaklayan pekçok hadis bulunmakla
birlikte; bu lâfızla bir hadis tesbit edemedik,
[347] Sözün tamam olduğunu belirttiği yerde durak yapılırsa;
daha sonraki buyruğun anlamı da böyle olur.
[348] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/265-267.
[349] İbnul-Esîr, Usdu'l-Ğâbe, 1, 297.
[350] Burada mîifessirimiz;"... ve o, âhirette..."
buyruğunun sılaya dahil olmakla birlikte, nasıl sonradan geldiğine dair
nahivcjlerin açıklamalarına işaret etmektedir. Konu ile ilgili görüşlere
belirtilen yerde değinilmişitir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/268.
[351] Nesâi Tahrîınu'd-Dem 15; Müsned, I, 247 (irtidat
edenin soru talebini zikretmeden).
[352] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, II, 257.
[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/268-269.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/270.
[355] Tirmizî, Deavât 98: îbn Mâce, Ztihd 30: Müsned, II,
132, 153: ayrıca bk. IÎT, 425, V, 362,
[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/270-271.
[357] Buhârî, Rikaak 49.
[358] Müslim, Sıfatu'l-Münâfikin 53", ayrıca 51, 52;
Buhâri, Enbiyâ 1; Müsned, III, 218
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/272.
[359] Nesâî, Ehbas 2; Müslim, Zekat 43; Ebu Dûvûd, Zekât 45;
Müsned, III, 285.
[360] Muvatta, Sadaka 2; ayrıca bk.: Buhari Zekat 44,
Vekâlet 15, Vesâyâ 17, 26, Tefsir i. süre 5, Eşribe 13; Müslim, Zekât 42;
Tirmizî, Tefsir 3- sûre 5; Dârîml, Zekat 23; Müsned, IIIr 115, 141, 174, 25ö7
2Ö2.
[361] Zâhİr: Açık seçik olnn demek olup, bir fıkıh usûlü
terimi olarpk; hfızlnrından maksadı açıkça anlaşılan, demektir Hitabın umumî
oluşu, gerekli vasıfları kendisinde toplayan bütün mükellefleri kapsayıcı
olması, demektir.
Fehva'l-hltab: Buyruğun lafzı tabirlerinden açıkça anlaşılan, demektir.
[362] Suyutî. ed-Durru'l-Mensur, II, 200-261
[363] Benzer bir rivayet: Suyütî, a-g.e., II, 260.
[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/273-274.
[365] Buhari, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105; Ebû Dâuûd, Edeb
80; Tirmizl, Birr 46; Ibn Mâ ce, Mukaddime 7; D&rimt, Rikaak 7; Muvatta,
Kelüm 16; Müsned, I, 8, 384, 432.
[366] Nesâî, Cihad 45; yakın lafızlarla Dârimî, Cihâd, 13;
Müsned, V, 151, 153.
[367] Fütüvvet; Sözlükte cömertlik, iyilik, eliaçıklık
demektir. Terim olarak; başkalarının iyiliğini kendi iyiliğinden çok
istemektir. (.Şerif el-Cürcâni, et-Ta'riffât).
[368] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
4/274-275.
[369] Tirmizî, Tefsir 13. sûre 1; Müsned, II, 274.
[370] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/276-277.
[371] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/277.
[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/277-278.
[373] İbn Mâce Tıb 14.
[374] Müsned, II, 219, V, 78.
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/278-279.
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/279.
[377] Kabe'yi ilk bina eden İbrahim (as), Mescid-i Aksıyı
ilk bina edenin de Dâvud (as) ile Süleyman tas) olduğu kabul edilirse, ilk
mescidin bina ediliş tarihleri arasında kırk yıllık bir süre bulunduğu,
bilinen tarihi gerçekler açısından imkânsız görülmüştür. Bu bakımdan mesele
şöyle açıklanmıştır:
a. Kabe'yi ilk bina eden Hz, Âdem'dir. O'nun
soyundan birileri de daha sonra Mescîd-i Aksa'yı inşâ etmiştir. İbrahim (ns>
Ka'be'nin, Dâvud (as) ile Süleyman (as) Mescid-i Ak-sâ'nın inşasını
yenilemişlerdir,
b. İbrahim (as)'in Kâ'be'nin ilk
banisi olduğu kabul edilirse, Mescid-i Aksâ'nın ilk banisi de Kabe'den sonra
İbrahim (as) ya da Ya'kub (as) olabilir. Dâvûd (ast île Süleyman (as) ise
binayı genişletmiş olabilirler. (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VI, 470-471; Ahmed
Davu-doğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerki, İstanbul 1978, III, 34Ç».
Müfessirimizin benzer açıklamaları birazdan gelecektir.
[378] Buhârt, Enbiyâ 10, 40; Müslim, Meşâçid 1, 2; Nesâî,
Mesâeid 2; Müsned, I, 150, 156, 157, 160, 166; İbn Mâce, Mesâcid 7.
[379] Nesâî, Mesacid 6; İbn Mâce, İkametıfs-SnİPt 196;
Mümed, II, 176.
[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/280-281.
[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/281-282.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/282.
[383] Bununla "kulaklar" anlamı verilen
"semi’" kelimesinin mnstar olduğuna işaret edilmektedir.
[384] Bu, Said b. Cübeyr'e ait bir açıklamadır. İbn Kesir,
II, 65
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/283-284.
[386] Buhâri, Tevhîd 24; Müslim, îman 302; Nesâî, İman İS;
İbn Mâce, Mukaddime 9: Müsned III, 17.
[387] Hadisin bu bökunü: Buhâri, Hacc 4, Muhsar 9, 10;
Müslim, Hacc 43S; Tirmizl, Hacc 2; Nesâl, Hacc 4; İbn Mâce, Mcn3sLk 3; Dâriml,
Menâsik 7; Mü&ned, II, 229, 243, 410, 484, 494.
[388] Hadisin bu bolümü: Buhârî, Umre 1; Müslim, Hacc 437;
Tirmizl, Hacc 2; Nesâî, Hacc 5, 6: îbn Mâce, Mertfsik 3; Dâriml, Menâsik 7;
Müsned, I, 387, U, 246, 46l, 462, III, 325, 334, 447.
[389] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/284-287.
[390] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, ÎH, 2ÛĞ.
[391] Bk. İbn Hncer, Tekzibut-Tehzlb,
VII,
171-172.
[392] İbn Hibbân, 3695 nolu hadis, [Kurtubi, Daml-FIkr
1405/1995 baskısı, IV, 135, dipnot: 2).
[393] Bu bölümü el-Heysemî, Msctnaıı'z-Zevâid? III, 223.
[394] Son cüınle: Nesaî, Menâsiku'l-Hacc 54; Müsned, II,
341, 352, 476,
[395] Müslim, Hacc 412; Nesâi, Menâstkıı'l-Hncc 1; İbn Mâce,
Menasik 2; Darimi, Menâsik 4; Müsned, W, 508; ayrıca yakın lafızlarla: Tırmizl,
Tefsir 5. süre 15; Müsned, I, 255, 291, 371-372.
[396] Yakın İnfizlarki: Müslim, Hacc 143; Ebû Dâvûd, Menâsik
23, 56; Nesâî, Hacc 77; İbn Mâca, Mendik 41, 84.
[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/287-290.
[398] Haccın Farziyetinin dile getirildiği rivayetler:
Nesâi, Siyam 1: Dârîmî, VudıV 1; Müsned, 1, 250, 264; yine Dünüm m som ve cevaplan
yer almnkkı birlikte şu rivayetlerde de h:ıc-cın farziyetLne dnir soru ve cevap
yer ulmaıtlaktadır: Buharı, İlm 6, Ebû Dâvûd, Salat 23: îbn Mâce,
İkametu’s-Salat 194: Müsned, IH. 168.
[399] Tirmizi, Ziihd 23; îbn Mâce, Zühd 27.
[400] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/290-291.
[401] Sorumlu m mim ayanla m dtıir hadis için bk, Buhârî,
Talâk 11, Hudûd 22- Ebû Dâvûd, Hudûd 17; Tirmizt, Hıtdftd 1; İbn Mâce, Talâk
15; Dârimî, Hudûd î; Müsned, VI, 100-101. 144.
[402] Beyhakî, vs-Sünenu'l-Kubrâ, IV, 533, V, 291;
el-Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, III, 206: Ta-beriîni, el-Evsat, RiySd 1407/1987.
îllt 353 -bedevinin haccını sözkoiîusu etmeksizin-
[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/292-293.
[404] Sözü edilen rivayetler: Dârakutnî, II, 2l5-2lS1de yer
almaktadır. Bu rivâyeterdeki illetler için de aynı yerde yer alna
Ebıri-Tayyîb'in noikırma bakılmabdir.
[405] Drakutnî, II, 218-219. Kavilerinden Huseyn b. Abdiilah
tenkide uğraratştır. Ebu't-Tay-yib et-Ta'tik, aynı yer,
[406] İbn Mâce, Menâsik 6
[407] Tirmizî, Hacc 4
[408] İbn Mâce, Menâsik 6
[409] Tirmizî, Tefsir 3. sûre 6. Az önce geçen hadis ile
ilgili olarak Kıırtubî'nin de naklettiği İbrahim b. Yezid el-Huzî jje ilgili
açıklamalarını, Tirmizî burada da tekrarlamaktadır.
[410] Dârakutnî,!!, 217. En faziletli Hacc1 in acc Jle
secc" olduğuna dair Ebû Bekir (rp)'den gelen bir rivayeti Tirırüzl, Hncc
14; îbn Mâce, Menasik İĞ ve Dârimi, Menâsik 8'de zikretmektedirler.
[411] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/294-299.
[412] Ebû Dâvûd, Zekat 45; Müsned, II, 160, 193, 194, 195;
Taberanî, el-Evsat, VI, 73; Hakim, Müstedrek, I, 415; Beyhakî,
es-Sunenu'l-Kübrâ, VII, 769.
[413] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/296-297.
[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/297-299.
[415] Beyhakı, es-Sunen, V, 293. Beyhakî de; -biraz sonra
KurUıbrnin belirteceği üzere-: Ebû Ma'şer'in. Necîh es-Sindî diye bilinen kişi
olup zayıf bir râvî olduğunu belirtmektedir.
[416] Buhârl, Hacc 1; Cezâu's-Saycl 24; Müslim, Hacc 407;
Ebû Dûvûd, Menâsik 25; Tirmi-zt, Hacc 85; Nesâl, Hacc 9, 12, ÂdabuM-Ktıdât 9:
Muvatta, Hacc 97; Dârimt, Menâsik 23; Müsned, 1, 346, 359.
[417] Buhârl, Cezâu's-Sayd 23 ve İsti'zân 1; Müslim, Hacc
408; Tirmizl, Hacc 85; Nesâî, Hacc 12, Âdübu'l-Kudât 9\ Dârimî, Menasik 23.
Ancak bu rivayetlerde borç ödeme hususu zikredilmemektedir. Borç ödeme
hususunun zikredildiği rivayetler başkalarının sorduğu sorularia ilgilidir.
Biraz sonra bunlardan birisi gelecektir. Yalnız İbn Mâct, Menâsik 10'da
zikredilen rivayette borç ödeme örneğinden sözedilmektedir.
[418] Buhârî, Cezâu's-Sayd 22, İ'tisnm 12.
[419] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/299-302.
[420] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/302.
[421] Tirmizî, Hacc 3.
[422] Benzer hadisleri İbnu'l-Cevzî, et-Mevzûat, II, 209'dn
uydurma hadîsler otorcık zikretmektedir.
[423] Tirmizî, Tefsir 63^ sûre 5.
[424] Beyhakî, es-Sunen, IV, 531. Abdullah b. Abbas'ın ve
İkrime'nin açıklaması olarak.
[425] İbn Kesir. Tefsir,
II, 70; Suyûtî, ed-Durr,
II.
275.
[426] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/302-304.