2. Geçmiş Ümmetlerdeki Tefrika ve İslâm Ümmetinin Çeşitli
Fırkaları:
İ. Kıyamet Gününde Kimi Yüzler Ağaracak, Kimi Yüzler
Kararacaktır:
2. Bu Azap Kimler Hakkındadır:
3. îmandan Sonra Küfrün Cezası:
İ. Ümmetlerin En Hayırlısı Olan Bir Ümmet:
3. iyiliği (Marufu) Emredip, Kötülükten (Münkerden)
Alıkoymak:
1. Kâfirlere Meyletmenin Yasakltğı:
2. Kâfir ve Sapıkları Sırdaş Edinmenin Yasaklanışı:
3. Mümin Olmayan Sırdaşlar Kötülük Yapmaktan Geri
Kalmazlar;
4. Kâfirlerin Açığa Vurdukları Öfkeleriyle İçlerinde
Gizledikleri:
5. Düşmanın Düşmanı Aleyhine Şahidliği:
6. Kâfirlerin Gizledikleri Kin:
1. Rasûluliah (sav)'ın Gazaları ve Bunlar Arasında
Bedircin Yeri:
4. Askeri Birliklerin Nişan ve İşaretleri:
6. Meleklerin. Atlarının Şekli ve Mücahid'in ifadeleri:
1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberin Kavmine Bedduası:
3- Sabah Namazında ve Diğer Namazlarda Kunut İle İlgili
Görüşler:
1. Cennete ve Mağfirete Koşmak:
4- Allak, İyilik Edenleri Sever;
2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır:
3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve
Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü:
5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli:
6. Günahını
Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi:
7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi:
2. İlahi İrade ve Emir Arasındaki Fark:
3- Utıud Şekidleri,
Bedir'de Müşrik Esirlerden Fidye Alınmasının Bir Karşılığı idi:
2. Hz. Peygamberin Vefatı ve Uz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in
Tavırları:
4- Hz. Peygamberin Cenaze Namazı:
5. Hz. Peygamberin Vefatından Sonraki Durum Değişikliği:
1- Hz. Peygambere Yöneltilen Emirler ve İstişarenin
Anlamı;
2- İstişare Yapmayan Yönetici Görevinden Alınır:
3- Hz, Peygamberin İstişaresi ve İstişare Konusu:
4. Kendileriyle Müşavere Edilecek Kimselerde Aranan
Nitelikler:
5. Dünya île İlgili Meselelerde Müsteşarın (Danışmanın)
Nitelikleri:
6. Şûranın Esası ve İstişare Edenin Sonra Yapması
Gerekenler:
1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hıyanet (Ğulûl)'ın Anlamı:
2. Ganimetlere, Emanetlere ve Benzeri Haklara Hıyanetin
Cezası:
3. Ganimetten
Çalmak Büyük Günahlardandır:
4. Ganimetten
Çalanın Eşyası Yakılır mt?
5. Ganimetten
Çaldığı Tesbit Edilenin Cezası:
6. Mali Ceza
Sözkonusu Olur mu?
7. Ganimetten Hırsızlık Yapan Kimsenin Tevbesi;
9. Devlet Memurlarının
Aldıkları Hediyeler;
10. Kitapların
İlim Ehlinin İstifadesine Sunulmaması ve Bu Ayetin Nüzul Sebebine Dair Bir
Rivayet:
1. Âyetler Arası
İlişki, Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Şehitlerin Diri Olmalarının Anlamı:
3. Şehidin Cenaze
Namazı Kılınır mı?
4. Hangi Hallerde
Şehidin Namazı Kılınabilir?
5- Düşman Baskını
Sırasında Öldürülenlerin Hükmü:
6. Allah Yolunda
Şekid Olmanın Üstünlüğü:
7. Kişiyi Cennete
Girmekten Alıkoyan Borcun Mahiyeti:
8. Rableri
Nezdinde Rızıklanırlar:
Buyruğun Nüzul
Sebebi ve Kastedilenler:
4. Cimrilik (Buhl)
ile Eli Sıkılık (Şuhh) Arasındaki Fark:
1, Cimriler Dahil Herkes Ölecektir:
3. Ölümün
Belirtileri ve Ölümü Yaklaşanlara Karşı Görevler;
1. Kitap Ehlinden
Alınan Söz velimin Öğretilmesi;
2. İlmin İnsanlara
Açıklanması:
1. Bu Âyetler
Üzerinde Düşünmenin Önemi:
2. Geceleyin
Uykusundan Uyananın Yapacağı İşler:
3. Her Halde
Allah'ı Zikretmek:
4. Hasta Kimsenin
ve Oturanın Namaz Kılma Keyfiyeti:
5. Oturmaya Gücü Yetmeyenin Namaz Kılması:
6. Hasta
îyiieşirse; İyi Olan da Hastalanırsa Nasıl Namaz Kılar?
7. Sağlıklı Kimsenin Yatarak Namaz Kılması:
8. Göklerin ve Yerin Yaratılışı Üzerinde
Düşünmek:
9. Yüce Allah
Boşuna Bir Şey Yaratmamıştır:
11. Çağırıcının
Çağrısını Kabul Etmek:
12. Allah'tan
Mağfiret Dileyin:
13- Peygamberlerle
Vaadedilenler:
15. Allah Amel
Edenin Ecrini Boşa Çıkarmaz:
16. Hicret ve
Cihad Edenlerin Mükâfatı:
17. Kâfirlerin
Diyar Diyar Dolaşmaları Seni Aldatmasın:
19. En Büyük
Nimete Mazhar Olanlar Takva Sahipleridir:
20- Takva Sahiplerine
Yapılacak ikramlar:
21- Cennetliklere
Verilecek ikram:
22. Kitap Ehlinden
Allah'a İman Edenler:
23. îman Edenlere
Sabır, Sebat ve Ribât Emri:
24- Hukukçulara
Göre Allah Yolunda Ribat Yapan Kimse:
98. De ki: "Ey kitab ehli, Allah yapiıklarmı/ı görüp dururken niçin
Allah'ın âyetlerini İnkâr ediyorsunuz?"
99. De ki: "Ey
kitab ehli siz, (gerçeği) gördüğünüz halde Allah'ta yolunu eğri göstermeye
yeltenerek» İman edenleri niçin o yoldan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir."
Yüce Allah'ın:
"Deki: Ey kitap ehli...niçin Allah'ın yolundan çeviriyorsunuz"
buyruğundakî: "Çeviriyorsunuz" buyruğu, Allah'ın dininden döndürüyorsunuz
demektir. el-Hasen ise bu kelimeyi şeklinde okumuş olup, bunlar da: den gelen
iki ayn söyleyiştir.
Tıpkı kokuşan eti
anlalmak üzere: demek ile, yine kokup değişmesini anlatmak üzere kullanılan
tulleri gibi.
Onu ri göstermeye
yeltenerek" buyruğunda: Onlara ölçerek verdiklerinde..."
(el-Mutaffifin, 83/3.) buyruğunda da olduğu gibi, "lâm" harfi hazf
edilmiştir. Meselâ; Ona bunu istedim; de-nildîgı gibi, "lâm!l harfi
kullanılmaksızın da denilir. Ona yardım eltim, anlamındadır.
Eğrilik: Dinde, sözde
ve davranışla meyletmek, sapmak ve doğru yoldan uzaklaşmak demektir, harfi üstün okunursa duvar ve benzeri
dosdoğru olan herşey hakkında eğriliği anlatmak için kullanılır. Bu
açıklamalar Ebu Ubeyde
ve başkalarından nakledilmiştir.
Yüce Allah'ın: Davetçiye
hiçbir tarafa eğrilmeden uyup giderler" (Tâ-Hâ, 20/108) da, onun
çağrısından eğrilip başka tarafa dönemezler, anlamındadır. Belli bir yer
hakkında, orda ikâmet edip durdu, manasına kullanılır ki, duran anlamını veren
ism-i faili şeklinde gelir. Şair der ki:
"Olur ki onların
boş arsalarını yahut çadırlarının izlerini görürüz, Diye siz de bizimle
birlikte kalır mısınız?"
"Eğri adam"
huyu kötü adam demektir. Ayaklarında nisbeten eğrilik bulunan atların halini
anlatmak üzere de bu kökten gelen kelimeler kullanıldığı gibi,
"el-A'veciyye" önceleri cahiliyye döneminde bilinen bir at çeşidi
idi. Bunun, -fazla aralık olmaksızın- ayaklar arasında mesafelerin uzaklığını
anlattığı da söylenmiştir ki, bu da at için övücü bir özelliktir.[1]
Yüce Allah'ın:
"Siz, gördüğünüz halde" buyruğu, aklınız erdiği halde anlamındadır.
Bu, siz Tevrat'ta Allah'ın kendisinden başka hiçbir dini kabul etmediği din
İslâm'dır, yazısını gördüğünüz ve buna tanıklık ettiğiniz halde anlamına
geldiği de söylenmiştir. Çünkü Tevrat'ta, Muhammed (sav)'ın nitelikleri de
yazılıdır.
[2]
100. Ey iman edenler!
Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan
sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler.
Bu âyet-i kerime, Evs
ile Hazrecliler arasında fitneyi -Peygamber (sav) ile ardı arkası kesildikten
sonra- yeniden körüklemek isteyen bir yahudi hakkında inmiştir. Bu yahudi
aralarında oturmuş ve onlara iki kabileden birisine mensub birisine ait ve
aralarındaki savaşa dair söylemiş olduğu bir şiiri okudu. Bu sefer, diğer
kabile şöyle demişti. Bizim şairimiz de filan filan gün hakkında şöyle dedi.
Bunun sonucunda olaydan bir parça etkilenmiş gibi oldular ve şöyle dediler:
Haydi gelin» önceden olduğu gibi savaşı bir daha alevlendirelim- Bunun üzerine
onların bir bölümü: Ey Evslîler geliniz. Diğerleri ise, ey Hazrecliler geliniz,
diye seslendiler. Bir araya toplandılar, silahlarını aldılar, savaşmak üzere
dizildiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Peygamber (sav) da
geldi. Ve iki saf arasında durarak, yüksek sesle bu âyet-i kerimeyi okudu,
Evslilerle, Hazrecliler Hz. Peygamberin sesini işitince ona kulak verip
dinlediler. Okumasını bitirince silahlan bıraktılar, biribir-lerinin
boyunlarına sarılıp ağlaşmaya başladılar. Bu açıklama, İkrime, İbn Zeyd ve İbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir.[3]
Bu şekilde şiir
okunmasını sağlayan kişi, yahudi Şâs b. Kays idi. O, Evslilerle Hazreclîler
arasına daha önce aralarında cereyan eden savaşları hatırlatacak kimseyi
göndermişti. Peygamber (sav) ise gelip onlara durumlarını hatırlattı.
Böylelikle onlar, bu işin şeytanın bir dürtüsü ve düşmanlarının bir tuzağı
olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını bıraktılar, ağladılar,
biribir-lerinin boyunlarına sarıldılar. Daha sonra da dinleyip itaat edenler
olarak Peygamber (sav) ile birlikte gittiler. Bunun üzerine yüce Allah da:
"Ey İman edenler," yani Evs ve Hazrecliler "eğer kendilerine
kitap verilenlerden bîr zümreye1" yani, Şâsa ve arkadaşlarına "İtaat
ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler olarak geri çevirirler" âyetini
inzal buyurdu
Cabir b. Abdullah dedi
ki: Bu isimize muttali olmasından en çok hoşlanmadığımız kişi Rasûlullah (sav)
idi. O da geldi ve bize eliyle işaret etti, biz de bu işten vazgeçtik, Allah da
aramızı bulup barıştırdı. Bunun üzerine biz fbu işe muttali olduğundan dolayı)
Rasûlullah (sav)'ın haberdar olmasından daha çok sevindiğimiz kişi olmadı. Ve
ben, başı itibariyle ondan daha çirkin ve daha vahşetli, sonu itibariyle de
ondan daha güzel bir gün görmedim.[4]
101. Allah'ın âyetleri
size okunur, aranızda da Peygamberi bulunurken, nasıl kâfir olurdunuz? Kim
Allah'a sımsıkı sarılırca muhakkak doğru yola iletilmiştir.
Yüce Allah, bu ifadeyi
hayret üslûbu ile kullanmıştır. Yani: "Allah'ın âyetleri Kur'ân-ı Kerîm,
"size okunup, aranızda da Peygamberi" Muhammet! (sav)
"bulunurken, nasıl kâfir olursunuz?1 İbn Abbas dedi ki: Cahiliyye döneminde
Evs ile Hazrec arasında oldukça kötü bir savaş sürüp gidiyordu. (İslâm'dan
sonra) aratannda cereyan eden bu olayları sözkonusu ettiler, biribir-lerine
karşı kılıç çekerek ayaklandılar. Peygamber (sav)'ın yanma gidildi, bu durumdan
ona söz edildi, O da yanlarına vardı. Bunun üzerine şu: "Allah'ın âyetleri
size okunup, aranızda da Peygamberi bulunurken,..'* buyruğundan itibaren,
"Siz, bir ateş uçurumunun tam kenanndayken, sizi oradan kurtar-dı'Câyet
103) buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu.
Bu âyeti
kerime(ler.)In kapsamına, Peygamber (sav)'ı görmeyenler de girer. Çünkü,
onların arasında kalan Hz. Peygamber'in sünneti, bizzat onu görmenin yerini
alır ez-Zeccâc der ki: Bu hitabın, Peygamber (savcın ashabına has olması da
mümkündür. Çünkü, Rasûlullah (sav) aralarında bulunuyor, onlar da onu
görüyorlardı. Aynı şekilde bu hitabın ümmetin tümüne o3ma-sı da mümkündür.
Çünkü, onun eserleri, alâmetleri, ona verilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm,
Rasûlullah (sav):ın aramızda imiş gibi yerini tutmaktadır. İsterse biz onu
görmeyelim. Katade de der ki: Bu âyet-i kerimede gayet açık iki büyük alâmet
vardır. Bunların birisi Allah'ın Kitabı, diğeri Allah'ın Peygamberidir.
Allah'ın Peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabına gelince, Allah onu
aralarında kendi katından bir nimet ve rahmet olmak üzere kalıcı bıraktı.
Allah'ın helâl ve haramı, ona itaat ve masiyet orada belirtilmiştir.
Nasıl", nasb
mahailindedir Edatın sonundaki "f harfi, Halil ve Sibeveyh'e göre, İki
sakin harfin yanyana gelmesi dolayısıyla nasb olunmuştur. Bu harf için,
fethanın tercih edilme sebebi, "fâ"dan önceki harfin "yâ"
olmasıdır. "Yâ" ile esreyi bir arada telefîuz ağır geldiğinden
(üstün) olmuştur.
Yüce Allah'ın: "Kim
Allah'a sımsıkı sarriırsa", kim Allah'ın dinine ve itaatine sımsıkı
sarılarak korunursa, "muhakkak doğru yola İletilmiştir." Doğru yolu
izleme muvâfakiyeti ona ihsan edilmiş ve gösterilmiştir.
İbn Cüreyc,
"Allah'a sımsıkı sarıhrsa" buyruğunu, Allah'a iman ederse diye
açıklamıştır, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim Allah'a sımsıkı
sarılırsa; yani kim Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sıkı sıkıya yapışırsa,
demektir. Çünkü onun vasıtasıyla başkasından vazgeçer ve başkasına karşı
korunacak olur ise, bu kökten gelen ifadeler kullanılır. ifadesi ise, kendisi
ile korunulacak şeyi ona hazırladım, anlamındadır. Bir şeye sımsıkı yapışan,
sarılan herkes hakkında mu'sim ve mu'tasim denilir. Bir şeyi önleyen herseye de
âsim denilir. Ferazdak der ki:
"Ben asımlar
(koruyucular) olan Temim oğullarının oğluyum Gece ve gündüzün en büyük
musibetleri geldiğinde."
Şair Nâbiğa da der ki:
"Korkusundan
dolayı gemi tayfası sımsıkı saran (mu'tasım); Alabildiğine yorulan, kendisini
ter bastıktan sonra geminin dümenine.
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Sımsıkı sarılmış
(mu'sim) olarak, o işte kendisini şarta bağladı; Ve bunun için sebeplere
yapışmayı bıraktı ve tevekkül etti."
Bir kimsenin açlığını
Önlemeyi ifade etmek için de: denilir. Araplar, yemek, bir kimsenin açlığını
önlediği vakit derler. İşte bundan dolayı Sevîk (.kavutta da "Ebu Âsim"
künyesini vermişlerdir. Ahmed b, Yahya dedi ki: Araplar ekmeğe âsim ve câbir
adını verirler. Daha sonra şu beyiti okudu:
"Sen beni kınama,
bunun yerine câbiri (ekmeği) kına.
Çünkü çirkin sözleri
söylemek zorunda beni bırakan câbirdir."
Yine araplar, ekmeğe
âmir adını da verirler, dedi ve şu beyiti okudu:
"Ebû Mâlik
(açlığın künyesi) mûtad olarak yanıma Öğle vakitleri gelir Gelir de yükünü
âmirin (ekmeğin) yanında bırakır."[5]
102. Ey iman edenler!
Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öykce korkun ve ancak müslümanlar olarak
can verin.
Bu buyruğa dair açıkla
mala fimizi tek başlık halinde sunacağız:
Buhârî'nin Murre'den,
onun da Abdullah'tan rivayetine göre, Abdullah şöyle demiş: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Allah'tan gereği gibi korkmak, O'na itaat edilmesi ve asi
olunmaması, anılıp unutulmaması, O'na şükredilip, nankörlük edilmemesi şeklinde
olur."[6]
İbn Abbas der ki: Bu,
bir göz açıp kırpacak kadar bir zaman dahi Allah'a asî olmamaktır,
Müfessirlerin
açıkladıklarına göre, bu âyet-i kerime nazil olunca, Ashab-ı Kiram, buyruğun
ağırlığım hissederek: Ey Allah'ın Rasûlii, buna kim güç yetirebilir? diye
sordular. Bunun üzerine Yüce Allah: "O kaide gücünüzün yettiği kadar Allah'tan
korkun" (Teğâbün, 64/16) buyruğunu indirdi ve bu âyet-i kerimeyi nesli
etti.
Bu açıklama Katade,
er-Rabî’ ve İbn Zeyd'den nakledilmektedir. Mukatil der ki: Âl-i İmran'da bu
âyetin dışında neshedilmiş bir buyruk da yoktur.
Bir diğer görüşe göre
Yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun"
buyruğu bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır.
Yani, siz gücünüz
yettiğince ve nasıl kormak gerekiyorsa öylece Allah'tan korkun.
Bu, daha doğru bir
açıklamadır. Çünkü nesih, ancak İki âyet4 kerimenin bir arada anlaşılmasına
(cem'a) imkân olmadığı halde sözkonusu olur. Bir arada bunları anlamak mümkün
olduğundan dolayı, neshe gitmemek daha uygundur.
Ali b- Ebi Talha'nın
rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş: Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler,,
Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyet i kerimesi
nesholmuş değildir, "Nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun"
buyruğunun anlamı ise, Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece
cihad etmeleri, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenmemeleri
ve kendilerinin de çocuklarının da aleyhine dahi olsa, adaleti uygulamaları
demektir.
en-Nehhâs der ki:
Müslümanların âyet-i kerimede sözü edilen her bir şeyi yerine getirmeleri bir
farzdır ve bunda nesh vaki olmamıştır.
Yüce Allah'ın:
"Ve ancak müslümanlar olarak can verin" buyruğunun anlamı ise, daha
önce Bakara Sûresi'nde (2/132, ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[7]
103- Topluca Allah'ın
ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın:
Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştirdı. O'nun nimeti
sayesinde kardeşler ohıverdiniz. Siz bîr ateş uçurumunun tam kenarın-dayken,
sizi oradan O kurtardı. Doğru yola eresiûiz diye Allah, âyetlerini size işte
böylece açıklar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;
Yüce Allah'ın:
Sarılın" buyruğundaki (isim-mastar) ismet, korunmak demektir. İşte
"bezraka"ye ismet denilmesi burdan gelmektedir, Bezraka ise,
kafilenin korumaya alınması demektir. Bu da kafile ile birlikte, kafileyi
rahatsız edecek kimselere karşı koruyacak kimseleri göndermek suretiyle olur.
İbn Haleveyh der ki: Bezraka kelimesi Arapça değildir. Farsça bir kelimedir.
Araplar bunu arapçalaştırmışiardır. O bakımdan; sultan, kafile ile birlikte
bir bezraka gönderdi, denilir.
Habl (İp): müşterek
(birçok anlam için ortak olarak kullanılan) bir kelimedir. Dilde asıl anlamı
ise, kendisi aracılığı ile istenilen ve gerek duyulan şeye ulaşılan sebep
demektir. el-Habl, boyun ve omuzu birbirine bağlayan ip. Yine, kumdan uzunca
devam eden dalga da bu anlamdadır. (Haccetmek üzere gelen bedevî Arabın
sözlerinin nakledildiği) lıadis-i şerifteki: "Allah'a yemin ederim,
üzerinde vakfe yapmadığım bir habl yoktur. Benim hacom oldu mu?
[8] şeklindeki
ifadesi de bu anlamdadır. Yine lıabl, hayvanın burnundan bağlanan yulara da
denilir. Ahid ve ant anlamına da gelir el-A'şâ der ki:
"Eğer bir
kabilenin ahi di eri (hıbâl) ona (deveme) sınırları geçirirse; O vakit a, senin
için başka bir kabileden ahid alır."
Buradaki ahid'den
kastı da emândır.
Habl, aynı mamanda
büyük musibet anlamına da gelir. Kuseyyir der ki:
"Ey Azze, iyice
anlamak için acele etme!
Samimi mi geldiler laf
getirenler, yoksa musibetlerle (hanl'in çoğulu: hebûl ile) mi?
Hibâle ise, avcının
şebekesine denir Alıİd anlamında olanı müstesna, bütün bunların hiçbirisi
âyet-i kerimede kastedilmiş değildir. Bu açıklama İbn Abbas'tan gelmiştir. İbn
Mes'ûd ise der ki: Allah'ın ipi, (hablullah) Kur'ân-ı Kerîmdir.[9] Ali
ve Ebû Said el-Hudrî de bunu Peygamber (sav!)'dan rivayet ettiği gibi, Mücahid
ve Katade'den de buna benzer bir açıklama rivayet edilmiştir. Ebu Muaviye'nin
el-Hecerî'den, Onun, Ebu'l-Ahvas'dan, Onun da Abdullah'dan rivayetine göre
Abdullah şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu kî: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı
Kerîm hablullahtır (Allah'ın ipidir)."[10]
Taki b. Malıled
rivayetle der ki: Bize Yahya b. Abdulhamid anlattı, bize, Huşeym el-Avvam b.
Havşeb'den anlattı, o, eş-Şa'bi'den, O, Abdullah b. Mes'ud'dan rivayetle dedi
ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin" buyruğu
cemaat olun demektir. Yine ondan ve başkalarından çeşitli yollarla böyle bir
açıklama rivayet edilmiştir. Bütün bunların manası birbirine yakın ve
birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle kaynaşmamızı
emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) helak
olmaktır, cemaat ise kurtuluştur. Şöyle diyen İbnü'l-Mübârek'e Allah'ın rahmeti
olsun:
"Şüphesiz cemaat
hablullahtır. Ona yapışın, Onun sapasağlam kulpuna yapışarak korunun."
[11]
Yüce Allah'ın:
"Ve ayrılığa düşmeyin" buyruğu, yahudiler ve hıristiyan-lar kendi
dinlerinde ayrılığa düştüğü gibi, siz de dininizde ayrılığa düşmeyin,
demektir. Böyle bir açıklama İbn Mes'ud ve başkalarından nakledilmektedir.
Bunun hevâ ve değişik maksatlara uyarak tefrikaya düşmeyiniz, bunun yerine
Allah'ın dininde kardeşler olunuz, anlamında olması da mümkündür. Böylelikle
bu, onların biribirleriyle olan ilişkilerini koparmalarım, biribirlerine sırt
çevirmelerini önlemiş olur. Bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu buyrukları da
bu anlama delildir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz,
düşmanlar İdiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde
kardeşler oluverdiniz."
Bununla birlikte bu
âyet-i kerimede fer'î konularda ayrılığın haram olduğuna bir delil yoktur.
Çünkü bu, ihtilâf değildir. Zira ihtilâf, kaynaşmanın ve bir araya gelmenin
imkânsız olduğu şeyler hakkında kullanılır. İçtihada dayalı meselelerin
hükmünde ihtilâfa gelince, bu konularda ihtilâf, farzların delillerinden
çıkartılması ve Şeriatın anlam inceliklerinin ortaya çıkartılmak istenmesi
dolayısıyladır. Ashab-ı Kiram da değişik olayların hükümleri hakkında ihtilâf
edegelmiştir. Buna rağmen onlar, biribirleriyle ülfet halindeydiler, kaynaşma
halindeydiler. Rasûlullah (.sav) de: "Ümmetimin ihtilafı bir
rahmet-tir"
[12] diye
buyurmuştur.
Yüce Allah, ancak
fesada sebep teşkil eden ihtilafı men etmiştir. Tirmizînin Ebu Hureyre
(r.a)'dan rivayetine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yahudiler
yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar da buna yakın
sayıda fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır."
Tirmizî der ki: Bu sahih bir hadistir.
[13]
Yine bu hadisi, İbn
Ömer'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Şüphesiz Is ra i loğu 11 arı5 nın başına gelenlerin aynısı adım adım
ümmetimin de başına gelecektir, O kadar ki, onlardan herhangi bir kimse,
annesine açıkça varıyor ise, ümmetimden de bu işi yapan çıkacaktır. Ve şüphesiz
Wailoğulları yetmiş iki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümmetim de yetmiş
üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemde olacaktır. Bir tanesi
müstesna." Peki bu fırka hangisidir? Ey Allah'ın Rasûlü! diye soran ashaba,
Hz. Peygamber: "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler" diye cevap
vermiştir. Bu hadisi, Abdullah b. Ziyad el-İfrîkî yoluyla, Abdullah b.
Yezid'den, o, İbn Ömer senediyle rivayet etmiş ve: Bu, hasen, garib bir
hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan gelen rivâyetiyle biliyoruz, demiştir/3'
Ebu Ömer <İbn
Abdul-Berr) der ki: Abdullah el-Ifrikî, sika bir ravidir. Kavmi onun sika
olduğunu belirtip ondan övgüyle söz ettiği halde, başkaları da onun zayıf
olduğunu belirtmişlerdir.
Ebu Dâvud da Sünen'inde,
Muâviye b. Ebi Süfyan'dan Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Şüphesiz sizden önceki kitap ehli kimseler yetmiş iki millete
(fırkaya) ayrıldılar. Ve şüphesiz bu millet, pek yakında yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Bunların yetmiş iki fırkası cehennemde bir tanesi cennette
olacaktır. Bu ise, cemaattir. Benim ümmetimden öyle bir takım topluluklar
çıkacak ki, bu hevalar onlarda, bir kişinin bünyesinde yayılıp girmedik hiçbir
damar, hiçbir eklem bırakmayan kuduz hastalığının ya-yıldrğı gibi
yayılacaktır."
[14]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde de Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûluüah
(sav) buyurdu ki: "Her kim yalnızca Allah'a ihlâs, O'na hiçbir kimseyi
ortak koşmaksızin ibadet, namaz kılmak ve zekât vermek üzere dünyadan
aynlırsa, O, Allah kendisinden razı olmuş olarak Ölmüş olur," Enes dedi
ki: İşte bu, rasûllerin getirdiği ve sözlerin bir birine karışıp hevâ-ların
ihtilâfa düşmeden önce tebliğ ettikleri, Allah'ın dinidir. Bunu doğrulayan
buyruk ise, yüce Allah'ın Kitabında nazil olan son buyruklar arasındadır. Yüce
Allah buyuruyor ki: "Eğer tevbe ederlerse" yani, putları ve putlara
ibadeti terk ederlerse "ve namaz kılıp zekât verirlerse..."
(et-Tevbe, 9/5) Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Eğer
tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir."
( et-Tevbe, 9/11) Bunu, Nasr b. Ali el-Celıdamî'den, o, Ebu Ahmed'den, o, Ebu
Cafer er-Razî"den; o, er-Rabi b, Enes'den, o, Enes yoluyla rivayet
etmiştir*
[15]
Ebu'l-Ferac d-Cevzî de
der ki: Şayet bu fırkalar bilinmekte midir denilecek olursa» buna cevap şudur:
Bizler, ayrılmanın tefrikanın gerçekleştiğini biliyoruz. Fırkaların asıllarını
da biliyoruz. Her bir fırkadan belli bir kesimin yine birçok fırkalara da
ayrıldığını görüyoruz. Her ne kadar bütün bu fırkaların isimlerini ve
görüşlerini tamamıyle bilemiyor isek dahi, bizler, bunlar arasında çıkmış
bulunan şu ası! fırkaları biliyoruz: Haruriye, Kaderiye, Cehmiyye, Murcİ'e,
Rafizîler ve Cebriyye... Kimi ilim ehli de der ki: İşte bütün sapık fırkaların
asü bu aitı fırkadır. Bunların lıerbirisi de on iki fırkaya ayrılmıştır.
Böy-ielikle bunların toplamı yetmiş iki fırka etmektedir:
Harıtriyye oniki
fırkaya ayrılmıştır. Bunların birincisi,
Ezrakîlerdir. Derler
ki: Biz hiçbir kimsenin mü'min olduğunu bilemeyiz. Kendi görüşlerini kabul
edenlerin dışında bütün ehl-i kıbleyi tektir ederler.
İbâziye der ki: Bizim
görüşümüzü kabul eden mü'mindir, ondan yüz çeviren ise münafıktır.
Sa'lebîier der ki:
Allah herhangi bir kaza veya kader tayin etmemiştir.
Nazimiye der ki: Biz
imanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ve bütün yaratıklar mazurdur.
Halefiye'nin iddiasına
göre ise, erkek olsun, kadın olsun kim cihadı terk ederse o kimse kâfir olur
Kuziyye (bazı
nüshalarda: Kurevİyye, bazılarında da Kudriyye) derler ki: Kimsenin kimseye
dokunmaya hakkı yoktur. Çünkü onun pislikten temiz olup olmadığını büemez,
Tevbe edip gusledinceye kadar onunla oturup yemek yiyemez.
Tenziyye der ki: Kimse
kimseye malım veremez. Çünkü belki o kişi malı hakkeden bir kimse değildir.
Bunun yerine hak ehli ortaya çıkıncaya kadar onu yere gömer.
Şemrâhiyye der ki:
Yabancı kadınlara dokunmakta bir sakınca yoktur. Çünkü onlar bir çeşit
reyhandırlar.
Ahnesiyye der ki;
Ölmüş bir kimseye ölümünden sonra ne hayır ulaşır, ne de şer,
Hakemiyye der ki: Her
kim bîr yaratılmışın hükmüne başvurursa o kimse kâfirdir.
Mu'tezite der ki: Biz,
Ali ve Muaviye'nin durumu hakkında şüphedeyiz. O bakımdan bizler her iki
kesimden de beriyiz.
Afeymûniyye der ki:
Bizim sevdiklerimizin rızası ile olmadıkça kimse imam olamaz.
Kaderiye de oniki
fırkaya ayrılmıştır.
Bunlardan el-Akmeriyye
şu iddiadadır: Yüce Allah'ın adaletinin şartlarından birisi de kullarını kendi
işlerinde serbest bırakması ve kendilerinin ma-sîyet işlemelerine de engel olmasıdır.
Seneviyye'riin
İddiasına göre ise, hayır Allah'tan, şer şeytandandır.
Mu'tezile, Kur'ân-ı
Kerîm'İn mahlûk olduğunu söyleyip, rububiyetin sıfatların» inkâr eden
kimselerdir.
Keysaniyye şöyle der:
Bizler bu fiillerin Allah'tan mı, kullardan mı olduğunu bilemiyoruz. Aynı
şekilde, daha sonra insanlar sevap mı görecek, ceza mı görecekler onu da
bilemiyoruz.
Şeytaniye der ki:
Allah şeytanı yaratmamıştır.
Şerikiye der ki: Küfür
dışında bütün kötülükler kaderle tesbit edilmiştir.
Vekmiye der ki:
Yaratıkların fiillerinin ve sözlerinin bir zatı (hakiki kişi-ligi) yoktur.
Hasenenin de, seyyienin de bir zatı yoktur,
Zibriyye der ki (bazı
nüshalarda Zebunediyye): Allah'tan indirilmiş olan her bir kitap ile amel
haktır. İster neshedici olsun, ister nesli edilmiş olsun.
Mes'adiyye (kimi
nüshalarda Mütebberiye)'nin iddiasma göre, isyan edip sonradan tevbe edenin
tevbesi makbul değildir.
Nâkisiye'nin iddiasına
göre ise, Rasûlullah (sav)'a olan bey'ati nakzeden (yani bozan) için günah
yoktur.
Kasıhyye ise, İbrahim
b. en-Nazzam'ın; her kîm Allah'ın bir şey okiuğu-
nu İddia ederse, o
kimse kâfirdir, şeklinde sözüne tabi olmuşlardır.
Cehmiyye de aynı
şekilde on iki fırkaya ayrılmıştır.
Muattıle'nin iddiasına
göre, insan vehminden geçen her bir şey mahluktur, Allah'ın görüleceğini iddia
eden kâfirdir.
Mureysiye der ki:
Allah'ın sıfatlarının çoğunluğu mahluktur.
el-Meltezika ise,
yaratıcı yüce Allah'ı her yerde kabul etmişlerdir.
Vâridiyye der ki:
Rabbini bilen kimse cehenneme girmez. Oraya giren de bir dalıa ebediyyen çıkmaz.
Zenadika (kimi
nüshalarda ZeyarikaJ der ki; Hiçbir kimse rabbi olduğunu ileri süremez. Çünkü
böyle bir iddia ancak duyuların idrâkinden sonra mümkün olabilir. İdrak
olunamıyan bir şeyin varlığından ise söz edilemez.
Harkiyye'nin iddiasına
göre, kâfiri ateş yalnız bir defa yakar, ondan sonra da ebediyyen yakılmış
olarak kalır ve ateşin sıcaklığını duymaz.
Mahlûkiyye'nin
İddiasına göre Kur'ân mahlûktur (yaratılmıştıtr).
Fâniye'nin iddiasına
göre, cennet ve cehennem fanidir, yok olacaktır. Aralarından; bunlar
yaratılmamıştır diyenleri de vardır.
Abdiyye (kimi
nüshalarda î'riyye) ise, peygamberleri İnkâr eder ve peygamberler aslında
hakim (filizof) kimselerdir, derler.
Vakifiyye der ki: Biz,
Kur'ân mahlûktur demeyiz, değildir de demeyiz.
Kabriyye ise, kabir
azabını ve şefaati inkâr ederler.
Lafuziyye der ki:
Brzim Kur'ân'ı teleffuz etmemiz mahluktur.
Murcie de on iki
fırkaya ayrılmıştır
Târikiyye der ki: Yüce
Allah'ın yaratıkları üzerinde kendisine iman dışında farz kıldığı bir
yükümlülük yoktur. Her kim ona iman ederse dilediği her şeyi yapabilir.
Sâibiyye der ki: Yüce
Allah, halkını dilediklerini yapsınlar diye sâib (serbest.) bırakmıştır.
Râciyye der ki: İtaat
edene itaatkâr, isyan edene de isyankâr denilmez. Çünkü bizler, Allah nezdinde
onun için neler olduğunu bilemiyoruz.
Sâlibiyye (bir
nüshada: Şâkkiyye) derler ki: İtaat imandan değildir.
Beklşiyye (üç nüshada:
Beyhesiyye, bir nüshada da Beysemiyye) derler ki: İman bir ilimdir. Hakkı
batıldan, helâli haramdan ayırd edecek bilgiye sahip olmayan bir kimse
kâfirdir.
Ameliyye der ki: İman
bir ameldir.
Mankusiyye der ki:
İman artmaz ve eksilmez.
Mustesniye der ki:
İstisna (inşallah ben müzminim, demek) imandandır
Müşebbihe der ki:
(Allah'ın) görmesi bir görme gibidir, eli de bir el gibidir.
Haşviyye der ki; Bütün
hadislerin hükmünü bir kabul ederler Onlara göre, nafileyi terkeden bir kimse
tarzı terketmiş kimse gibidir.
Zahiriyye ise, kıyası
kabul etmeyenlerdir.
Bid'ıyye ise, bu ümmet
arasında bid'atleri İlk olarak ortaya koyan kimselerdir.
Râfızîler de oniki
fırkaya ayrılmışlardır
Alevîler derler ki:
Risalet görevi Ali'ye idi. Ancak Cebrail yanlışlık etti.
Emriyye derler ki:
Ali, Muhammed'le emrinde (peygamberlik işinde) ortaktır.
Şia der ki: Ali (r.a),
Rasûlullah (sav)'dan sonra onun vasisi ve velîsidir. Ümmet ondan başkasına
bey'at etmek suretiyle kâfir olmuştur.
îskakiyye der ki:
Nübüvvet Kıyamet gününe kadar kesintisiz olarak devam edecektir. Ehl-i Beyt
ilmini bilen herkes peygamberdir.
Nâvusiyye der ki: Ali
ümmetin en faziletlisidir. Her kim ondan başkasını ondan faziletli bilirse,
kâfir olur.
Imamiye der ki: Dünya,
Hüseyin soyundan gelen bir imam olmaksızın var olmasına imkân yoktur, imama,
Cebrail (a,s) ilim öğretir. O öldü mü, onun yerine bir başkasını getirir.
Zeydiye der ki:
Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, namazlarda imamdır. Onlardan birisinin
bulunduğu yerde başkalarının arkasında namaz caiz değildir. İyi olsunlar,
olmasınlar.
Abbasiye; Hz. Abbas'ın
halifelik konusunda başkalarından önce geldiğini iddia ederler.
Tenâsukiyye der ki:
Ruhlar arasında tenasüh vardır. İyilik yapan bir kim-senin ruhu çıkar ve onun
yaşaması ile mutlu olacak bir canlıya girer.
Rec'ıyye'nia iddiasına
göre, Hz. Ali ve arkadaşları dünyaya geri dönerler ve düşmanlarından İntikam
alırlar.
Lâine (veya Lâiniyye)
ise, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz, Zübeyr, Muaviye, Ebu Musa, Hz. Âİşe ve
başkalarına lanet okurlar.
Mutarabbisa abidlerin
kılığına girerler ve her bir çağda işi kendisine nis-bet edecekleri birisini
nasb ederler. Onun bu ümmetin Mehdisi olduğunu iddia ederler. O kişi öldü mü,
bir başkasını nasb ve tayin ederler.
Cebriyye de oniki
fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan bir tanesi
el-Muztariyye adını
alır. (Bazı nüshalarda Muztaribe). Bunlar derler ki: Hiçbir insanoğlunun
yaptığı bir fiil yoktur. Aksine her şeyi yapan Allah'tır.
Efâliye der kir Bizim
yaptığımız bazı fiillerimiz vardır. Fakat, bizim o konuda bir istitaatımız
(yapıp yapmama gücümüz) yoktur, Bizler, ancak bir iple bir tarafa sürüklenen
hayvanlar gibiyiz.
Mefrâğiyye der ki: Her
şey yaratılmış bulunmaktadır. Şu anda hiçbir şey yaratılmamaktadır.
Neccâriyye'nin
iddiasına göre, yüce Allah insanları, yaptıkları fiillerinden dolayı değil,
kendi fiili dolayısıyla azaplandırmaktadır.
Mennâniyye der ki: Sen
kalbinden geçene bak ve kalbinde hayır diye benimsediğin şeyi yap.
Kesbiyye der ki: Kul
ne bir sevap kapanır, ne de cezayı gerektirecek bir şey.
Sâbikiyye der ki:
İsteyen amel etsin, isteyen amel etmesin. Çünkü mutlu olan kimseye
günahlarının bir zararı olmaz, bedbaht olan kimseye de iyiliğinin faydası
olmaz.
Hibbiyye der ki: Her
kim Yüce Allah'ın muhabbetinden bir kâse içecek olursa, onun üzerinden İslâm'ın
rükünleriyle ibadet mükellefiyeti kalkar.
Havfiyye der ki: Yüce
Allah'ı seven bir kimse O'ndan korkamaz. Çünkü seven sevdiğinden korkmaz.
Fikriyye (bazı
nüshalarda Firkiyye, bir nüshada Nekriyye şeklindedir) der ki: Kimin ilmî
artarsa, o oranda üzerinden ibadet düşer.
Haşebiyye der ki:
Dünya bütün kullar arasında eşittir. Ataları Âdem'in kendilerine bıraktığı
miras bakımından birinin ötekine bir üstünlüğü yoktur.
Menniyye der kî: Fiil
de bizdendir, istitâa (fiile güç yetirebiimek) da bize aittir.
Yüce Allah'ın izniyle
En'âm Sûresi'nin sonlarında da (6/153- âyet) bu ümmette daha fazla görülen
tefrikaya dair açıklamalar gelecektir.
İbn Abbas, Simek
el-Hanifi'ye şöyle demiş: Ey Hanin", cemaatten ayrılma, cemaatten ayrılma.
Çünkü bundan önceki ümmetler tefrikaya düştükleri için helak oldular. Sen, yüce
Allah'ın: "Topluca Allah'ın İpine sarılın ve ayrılığa düşmeyin"
buyruğunu hiç işitmedin mi?
Müslim'in Sahih'inde
Ebû Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Şüphesiz Allah sizin için üç şeyden hoşnud olur ve sizin için üç şeyi de
hoş görmez. Ona ibadet edip kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızdan, Allah'ın
ipine topluca sarılıp ve ayrılmamanızdan razı olur. Üç şeyi de sizin için hoş
görmez. Kıylukal (dedikodu), çokça sual ve malı zayi etmek.[16]
Yüce Allah bizlere,
Kitabına ve Peygamberinin sünnetine sımsıkı sarılmayı, anlaşmazlık halinde
onlara başvurmayı farz kılmış, Kitap ve Sünnete hem itikat, hem amel bakımından
sımsıkı sarılmak ilkesi etrafında bir araya gelmemizi emretmiştir. Bu ise,
sözbirliğini gerçekleştirmenin ve kendisi vasıtasıyla din ve dünya
menfeatierinin gerçekleşebileceği, dağınıklığın düzene girdiği bir araya gelmenin
ve anlaşmazlıktan kurtulmanın bir sebebidir. Aynı zamanda O, bizlere bir araya
gelmeyi emretmiş ve iki kitap ehlinin karşı karşıya kaldığı tefrikaya düşmeyi
de yasaklamıştır. İşte âyet-i kerimenin tam anlamı budur. Ayrıca bu âyet-i
kerimede usulü fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde de belirtildiği gibi,
icma'tn sahih oluşuna bir delil de vardır Doğrusunu en iyi bilen Allahtır
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın üzerinizdeki nimetüıl hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de
O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler
oluverdiniz. Siz» bir ateş uçurumunun tam kenarındayken sizi oradan O
kurtardı" buyruğu ile yüce Allah, nimetlerinin hatırlanmasını
emretmektedir. Bu nimetlerin en büyüğü ise, İslâm ve onun Peygamberi Muhammed
(sav)'e tabi olmaktır. Şüphesiz, onun sayesinde düşmanlık ve ayrılık ortadan
kalkmış, sevgi ve kaynaşma başgöstermiştir. Maksat, Evs İle Haz-recliler
olmakta birlikte, âyet-i kerimenin kapsamı geneldir.
Yüce Allah'ım
"O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz" buyruğu da: Siz,
İslâm nimeti sayesinde dîn kardeşleri oldunuz anlamındadır
Eğer suyunuz yerin
cft-binegeçiverse..," (el-Mülk, 67/30). Yerin dibine geçecek olursa,
demektir.
"Ihvân"
kelimesi, Kardeş kelimesinin çoğuludur. Ona bu ismin veriliş sebebi, kardeşin
kardeşinin yolunu İzleme maksadını güttüğünden dolayıdır.
Herşeyin kenarına da
denilir. de aynı anlamdadır. Yüce Allah'ın: Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın
kenarına. " (et-Tevbe, 9/109) buyruğundaki "kenar, kıyı"
anlamındaki kelime de buradan gelmektedir. Şair recez vezninde şöyle
demektedir:
"Biz hacılar için
bir kuyu kazdık
Kuyu ağzının üzerinde
(kıyısında) yeşil ot bitmektedir.
ise, bir şeyin
kıyısına gelmek demektir. Hasta ölümün, kertesine geldi" tabiri de buradan
gelmektedir.
tabiri; ondan ancak pek
az bir şey kaldı, anlamındadır. İbn es-Sikkît der ki: Kişinin ölümü yaklaştığı
vakit, ay görülmeyecek Iıale yaklaştığında, güneşin de batışı esnasında hep:
Ondan ancak pek az bîr şey kaldı, denilir. el-Accâc der ki;
"Güneşin battığı
yahut da batmak üzere olduğu bir vakitte.
Bakmak isteyen
kimselere baktırdığım, oldukça yüksek bir gözetleme yeri...*
Bu fiil,
"yâ"lı olmakla birlikte, bunun "vâVlı bir kullanışı da vardır.
en-Neh-hâs der ki: 'ın aslı dır. O bakımdan "eliP ile yazılır, fakat ima-
le yapılmaz. el-Ahfeş
de der ki: Bunda imale yapmak caiz olmadığından "vav"h olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü imale "yâ"ya yakın bir şeydir. Ayrıca, bunun
tesniyesi de şeklinde gelir
el-Mehdevî der ki: Bu
buyruk, onların küfürden çıkıp imana girişlerini anlatan temsilî bir ifadedir.
[17]
104. İçinizden hayra
çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar
kurtuluşa erenlerdir.
Bu sûrede {21-22.
âyetlerin tefsirinde) mârufu emredip münkerden alıkoymaya dair açıklamalar
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın: İçinizden" buyruğunda yer alan...den/
teb'îd (kısmilik bildirmek) içindir. Yani, iyiliği emredecek olanların ilim
adamı olmaları gerekmektedir. Çünkü bütün İnsanlar ilim adamı değildir.
Bunun cinsi beyan
etmek için geldiği de söylenmiştir. O takdirde: Hepiniz böyle olunuz, demek
olur.
Derim ki: Birinci
görüş daha sahihtir. Çünkü birinci görüş, mârufu emredip, münkerden
alıkoymanın farzı kifaye olduğuna delildir. Şanı yüce Allah da bunların
kimliklerini: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerine imkân ve iktidar
verdiğimiz takdirde namazı dosdoğru kılarlar..." (el-Hacr 22/41) buyruğuyla
tayin etmektedir. Bütün insanlar ise, bu şekilde bir imkâna mazhar
kılınmamışlardır.
İbn ez-Zübeyr de bu
buyruğu; "İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan ve
kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen bir topluluk
bulunsun" anlamında
Kendilerine isabet
edene kargı Allah'tan yardım dileyen" {ilavesiyle) diye okumuştur.
[18]
Ebû 'Bekr el-Enbarî
der ki: Bu fazlalık, İbn ez-Zübeyr tarafından yapılmış bir açıklamadır ve onun
söylediği bir sözdür. Bazı nakikiler bu hususta yanlışlık yaparak bunu
Kur'ân-ı Kerîm'in lafızları arasına almıştır. Benim bu söylediklerimin sahih
oluşuna bana, babamın naklettiği şu hadis de delildir. Babam dedi ki: Bize,
Hasen b. Arefe anlattı. Bize, Vekf anlattı. Vekîf Ebû Âsım'dan, o, Ebû Avn'dan,
o, Subayh'dan dedi ki: Ben Osman b. Affân'î: "Mârûfiı emreden, münkerden
alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yardım dileyen..."
şeklinde okuduğunu işittim.
[19]
Aklı başında hiçbir
kimse, Hz. Osman'ın bu fazlalığın Kur'ân-ı Kerîmden olduğuna asla inanmadığında
hiçbir şüphe etmez. Çünkü o, bütün müslüman-ların imamı durumunda olan kendi
Mushaf'ına bu ibareyi yazmamıştır. O, bu ibareyi sadece bununla öğüt vermek ve
bundan önce gelen alemlerin Rab-binin sözünü te'kid etmek kastıyla
zikretmiştir, o kadar.
[20]
105. Kendilerine
apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler gibi olmayın.
İşte onlara büyük bir azap vardır*
Bu buyrukla,
müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre, yahudilerle lımstiyanlar kast
edilmektedir. Kimisi de bununla kast edilenler, bu ümmetin bid'atçileridir,
demişlerdir. Ebû Umâme ise, bunlardan kasıt, Harurahlar (Iiâricîler)dir demiş
ve bu âyet-i kerimeyi okumuştur Cabir b. Abdullah ise: "Kendilerine apaçık
deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler" yahudilerle h
iristi yani ardır, demiştir. Âyet-i kerimede: "Kendilerine geldi"
buyruğu, çoğul olarak müzekker gelmiştir. Bunun (günlük konuşmada): “” şeklinde kullanılması da mümkündür.
[21]
106. O gün nice yüzler
ağarır, nice yüfcler kararır. O zaman yüzleri kara olanlara: "İmanınızdan
sonra küfre saptınız ha! İşte kâfir olmanızın cezası olarak tadın azabı!"
denir.
107- Ama yüzleri
ağaranlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "O
gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" buyruğu ile Kjyamet günü kast
edilmektedir, insanlar, kabirlerinden diriltil ece ki eri vakit, mü'minlerin
yüzleri ağarmış olacak, kâfirlerin yüzleri de kararacaktır.
Bu ağarıp kararmanın,
herkesin kendi kitabını (amel defterini) okuyacağı vakit olacağı da
söylenmektedir. Mü'min, kitabını okuyup da, kitabında hasenatının yazılı
olduğunu görünce buna sevinir ve yüzü ağarır. Kâfir ile münafık da kitabını
okuyup orada günahlarını göreceği vakit, yüzü simsiyah kesilir.
Bir başka görüşe göre,
bu husus amellerin tartılacağı sırada olacaktır. İyilikleri ağır basarsa yüzü
ağarır, kötülükleri ağır basarsa yüzü kararır.
Bİr diğer görüşe göre
de bu husus, Şanı Yüce Allah'ın: "Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın"
(Yasin, 36/59') denileceği vakit sözkonusu olacaktır.
Başka bir görüşe göre,
Kıyamet günüs her bîr kesime kendi mabudunun etrafında toplanması
emrolunacaktır. Onlar, bu batıl mabutlarına gidecekleri vakit üzülecekler ve
yüzleri simsiyah kesilecektir Mü'minler, ehli kitab ve münafıklar ise
yerlerinde kalacaklardır. Yüce Allah mü'minlere: "Rabbinlz kim?"der,
oniar: Rabbimiz aziz ve celil olan Allah'tır, derler. Bu sefer onlara:
"Onu görürseniz tanır mısınız"? diye sorucak, onlar da: Biz onu
tenzih ederiz. Ancak O bize kendisini tanıtırsa biz de G'nu tanırız, derler.
Onlar da yüce Allah'ı dileyeceği şekilde görecekler. Bunun üzerine mü'min
olanlar yüce Allah'a secde ederek yere kapanacaklar. Yüzleri kar gtbi bembeyaz
kesilecektir, Münafıklarla kitap ehli ise, secde edemeyecek halde kalacaklar,
bundan dolayı üzülecek ve yüzleri simsiyah kesilecektir, işte yüce Allah'ın:
"O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" buyruğunda anlatılan
budur.[22]
Ağarır, kararır"
anlamındaki buyrukların "t" harfleri, üstün yerine esreli de
okunabilir. Çünkü, Ağardı" denildiği vakit hemze esreli söylenir, işte
başa gelen "t" de böylece esreli okunabilir. Bu da Temimlilerin
şivesidir. Yahya b. Vessab da bu şiveye göre okumuştur. ez-Zührî ise: diye
okumuştur. Bunda da "te" harfinin esreli okunması caizdir. Bununla
birlikte şeklinde "yüzler" anlamındaki kelimenin mü^ekker kabul
edilmesi suretiyle "ye" ile de okunması mümkündür.
"Yüzler" anlamındaki kelimenin; şeklinde okunması da caizdir. Tıpkı:
"Belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Murselât, 77/11) buyruğunda
f'vav" harfi yerine) hemze ile söylenmesi gibidir. Yüzlerin ağarması,
nimetlerle aydınlanıp parıldaması, kararması ise, can yakıcı azabın
kendilerini yorup bitirmesidir.
[23]
Muayyen olarak
kimlerin böyle olacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas der ki:
Sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır.
Derim ki: İbn Abbas'ın
bu sözünü, Gassân'ın kardeşi Malik b. Süleyman el-Herevî, Malik b. Enes'den, o,
Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle rivayet etmiştin İbn Ömer dedi ki: Rasûlullah
(sav), Allah'ın: "O gün nice yüfcler ağarır, nice yüzler kararır"
buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani, sünnet ehlinin yüzleri
ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır." Bunu da Ebu Bekr Ahmed b.
Ali b. Sabit el-Hatîb zikretmektedir.[24] O,
bu hususta der ki; Bu hadisin Malik yoluyla rivayet edilmesi münkerdir.
Ata der ki: Muhacir ve
Ensar'ın yüzleri ağaracak, Kurayza ve Nadiroğul-larının yüzleri ise
kararacaktır Ubey b. Ka'b der ki; Yüzleri kararacak olanlar kâfirlerdir.
Onlara şöyle denilecektir: Sizler, Adem'in sırtından küçücük zerreler gibi
çıkartıldığınız vakit ikrarınız, dolayısıyla iman ettikten sonra küfre
saptınız ha!. Bu açıklama, Taberînin de tercihidir,
el-Hasen der ki:
Âyet-i kerime münafıklar hakkındadır. Katade ise mür-tedler hakkındadır,
demiştir. İkrime ise: Bunlar kitap ehlinden bir kavimdir. Önceleri kendi
peygamberlerini tasdik eden kimseler idiler. Muhamrned (sav)'i de peygamber
olarak gönderilmeden önce tasdik edenlerdi. Ancak Mu-hamammed (sav) peygamber olarak
gönderilince, onu inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın: "İmanınızdan sonra
küfre saptınız hal" buyruğu buna işaret etmektedir. ez-Zeccâc'ın tercih
ettiği görüş de budur.
Malik b. Enes de: Bu
âyet-i kerime, hevâ ehli hakkındadır, demiştir.
Ebu Umame el-Bâhîlı
Peygamber (sav)ıden: Bu, Haruralılar hakkındadır" dediğini nakletmektedir.[25] Bir
başka haberde de Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: "Bu, kaderiye
hakkındadır.”
Tirmizî Ebû Gâlib'ten
şöyle dediğini rivayet eder; Ebû Umânıe, Dimaşk kapısı üzerinde dikilmiş
(kesik) bir takım başlar gördü. Bunun üzerine Ebû Umâ-me şöyle dedi: Bunlar
ateşin köpekleridir. Gökyüzü altında öldürülmüşlerin en kötüleridir. Bunların
öldürdükleri ise, en hayırlı maktullerdir. Daha sonra: "O gün nice yüzler
ağarır, nice yüzler kararır...*1 âyetini sonuna kadar okudu. Ben, Ebû Umâme'y^
Bunu Rasûluİlah (savVdan bizzat sen mi dinledin? diye sordum, şöyle dedi: Eğer
ben bunu Rasûlullah (savVdan bir, iki, üç -diyerek yediye kadar saydı- defa
duymamış olsaydım. Hiç de bunu size nakl etmezdim. Tirmizt dedi ki: Bur hasen
bir hadistir.[26]
Buhârî'ntn Sahih'inde
de Seİıl b, Saad'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Fasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Sizden önce Havz'ın kenarına ben varmış olacağım. Her kim benim
yanıma uğrayacak olursa, (o havuzdan) içer. Ondan İçen İse, ebediyyen bir daha
susuzluk çekmeyecektir. Benim yanıma <sü içmek üzre) kendilerini tanıdığım,
kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra
benimle onlar arasına engel olunacaktır." Ebu Hazim dedi ki: en-Nu'man b.
Ebi Ayyaş, benim bu sözlerimi işitip söyle dedi: Sen, Sehl b. Saad'dan bunu
böyle mi dinledin? Ben: Evet dedim. O da şöyle dedi: Ben de tanıklık ederim
ki, Ebu Said el-Hudrî'den bunu işittim ve o bunda şunu da ilave ediyordu: (Hz.
Peygamber buyuruyor ki): Ben diyeceğim ki: Onlar bendendir. Bana: Şüphesiz ki
sen, senden sonra ne bidJatler uydurup çıkardıklarını bilmezsin. Bu sefer ben
de: Benden sonra değişiklik yapanlar benden uzak dursun, uzak dursun
diyeceğim."
[27]
Ebu Hureyre de
Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederdi: "Kıyamet gününde
ashabımdan bir topluluk Havz'a benim yanıma gelecekler. Bu sefer Havz'dan
alınıp uzaklaştırılacaklar. Ben, Rabbinı, onlar benim as-babımdır (ümmetimdir),
diyeceğim. Şöyle buyuracak: Sen, bunların senden sonra neler ortaya
çıkardıklarını bilmiyorsun. Onlar, gerisin geri arkalarına dönüp irtidat
ettiler."
[28]
Bu anlamdaki hadisler
pek çoktur. Her kim Allah'ın razı olmayacağı ve Allah'ın izin vermediği
şekilde Allah'ın dininde bir takım değişiklikler yapar, değiştirir yahut
bidatler ortaya koyacak olursa, şüphesiz ki o, Havz'ın etrafından kovulup
uzaklaştırılan, yüzleri kararacak olan kimselerden olacaktır. Elbetteki en çok
uzaklaştırılıp kovulacak olanlar da müslümanlann cemaatine muhalefet edip
onların yolundan ayrılanlardır. Çeşitli fırkalanyla Haricîler, farklı sapıkh
ki arıyla Râfizîler, türlü hevâ ve hevesleriyle Mutezilîler gibi. Bütün bunlar
değiştirmiş ve bid'at çıkarmış kimselerdir.
Aynı şekilde
haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak ehlini öldürmek, hak ehlini zelil etmek
suretiyle aşırıya kaçan zalimler, masıyetleri hafife alıp büyük günahları
açıkça işleyen kimseler, çeşitli sapıklık, hevâ ve bîd'at sahibi kimseler de
böyledir. Bütün bunların âyet-i kerime ile haberde -açıkladığımız gibi- kastedilen
kimseler olacaklarından korkulur Bununla beraber cehennemde ebediyyen kalacak
olanlar, ancak ve ancak kalbinde iman namına hardal tanesi ağırlığı *cadar
dahi hiçbir şey bulunmayan inkarcılardır. İb-nü'1-Kasım der İd: Bazan sapık
fişkalara mensup olmayanlar arasında bu sapık fırkalar arasındakileidendalıa
kötüler de bulunabilir. Yine o, şöyle derdi: İlılâs masiyetlerden uzak
durmakla mükemmel olur[29]
Yüce Allah'ın: O zaman
yüzleri kara olanlara..." buyruğunda: "Şöyle denilecektir"
anlamındaki ibare hazf edilmiştir. "İmanınızdan sonra küfre saptınız
ha!..," Yani onlar, Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorulduğu vakit;
evet dedikleri o misak gününde iman etmişlerdi. Bu sözler yahudile-re
söylenecektir. Çünkü onlar, Muhammed (sav) peygamber olarak gönderilmeden önce
ona iman ediyorlardı, Fakat peygamber gönderilince onu inkâr ettiler.
Ebu'1-ÂHye der ki: Bu,
münafıklara söylenecektir. Onlara: Açıktan açığa imanınızı İkrar ettikten
sonra, gizliden gizliye de kâfir mi oldunuz? denilecektir.
Arap dili bilginleri
şart edatının cevabında "fe" harfinin mutlaka gelmesi gerektiğini
icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü bir kimsenin Zeyd'e gelince, o da yola
koyulacaktır, ifadesi, Ne olursa olsun Zeyd yola koyulacaktır, manasındadır.
Yüce Allah'ın:
"Ama yüzleri ağaranlar ise..." buyruğunda sözkonusu edilenler, Yüce
Allah'a itaat ve onun ahdine vefa gösteren kimselerdir.
"Allah'ın rahmeti
içindedirler, onlar orada ebedi kalacaklardır." Yani, O'nun cennetinde
ikram ve ihsan yurdunda ebedi ve devamlı kalacaklardır Şanı yüce Allah bizi de
onlardan kılsın. Bizi türlü bid'at ve sapıkların yolla-nndan uzak tutsun, iman
edip salih amel işleyenlerin yollarına muvaffak etsin. Âmîn.
[30]
108. Bunlar Allah'ın
âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez.
109- Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.
Yüce Allah'ın:
"Bunlar Allah'ın âyetleridir" anlamındaki buyruk, rnübtedâ ve
haberdir. Maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir.
"Onları sana hak
olarak" yani, doğrulukla "okuyoruz." Bundan maksat da, biz sana
Cebrail'i indiriyoruz, Cebrail de onlan sana okumaktadır, demektir- ez-Zeccâc:
"Bunlar Allah'ın âyetleridir" buyruğu, zikrolunan bu buyruklar,
Allah'ın hüccet ve delilleridir demektir, diye açıklamıştır.
Şunlar," aslında
"bunlar" manasınadır. Çünkü, bu âyet-i kerimelerin indirilmesi sona
erdiğinden dolayı adeta uzaklaşmış gibi olduğundan, bu işaret zamiri
getirilmiştir. Bununla birlikte "Allah'ın ayetleri" anlamındaki
ifadenin, "bunlar" anlamındaki işaret zamirinden bedel olması ve
sıfat olmaması da mümkündür. Çünkü, müphem olan belirtisiz bir kelime, izafet
He nitelendirilmez.
"Allah, âlemlere
zulmetmek istemez." Yani O, günahsız oldukları halde onlara azab etmez.
"Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi Allah'ındır." el-Mehdevî der ki: Bu buyruğun kendisinden
önceki buyruklarla İlişki yönü şudur: Şam Yüce Allah, mü'minlerle kâfirlerin
durumunu sözkonusu edip de, kendisinin âlemlere zulmetmek istemediğini
belirttikten hemen sonra kudretinin genişliğini ve zulme ihtiyacı olmadığını
sözkonusu etti. Çünkü, göklerde ve yerde bulunan herşey O'nun mülkü ve
tasarrufundadır.
Bu âyetin (109-
âyetin) yeni bir söz başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bununla
kullarına, göklerde ve yerde bulunan herşeyin kendisinin olduğunu beyan
etmektedir ki, yalnız O'ndan dilekte bulunsunlar, yalnız O'na İbadet etsinler,
O'ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmesinler.
[31]
110. Siz, insanlar
için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden
akkorsunuz ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri
için hayırlı olurdu. İçlerinde iman edenler olmakla birlikte çoğu fasıllardır.
Bu buyrukların:
"Siz İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" bölümüne
dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Tirmizî, Beliz b.
Hakîm'den, o, babasından, o da dedesi yoluyla rivayet ettiğine göre, Beliz b.
Hakîm'in dedesi Rasûlullah (savVı şanı yüce Allah'ın: "Siz İnsanlar İçin
çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz* buyruğu ile ilgili olarak şöyle
buyururken dinlemiş; "Siz yetmiş ümmetin tamamlayıcısısımz.
Allah nezdinde
bunların en hayırlıları ve en değerlileri de sizlersiniz." Tirmi-zi der
ki: Bur hasen bir hadistir.[32]
Ebû Hureyre de der ki:
Biz, insanlar arasında, insanlara en hayırlı olan kimseleriz. Zincirlerle
onları İslam'a sürükleriz.[33]
jbn Abbas der ki:
Bunlar, Mekke'den Medine'ye hicret edip, Bedir ve Hu-deybiye'de lıaztr bulunan
kimselerdir.[34]
Ömer b. el-Hattab da
şöyle demiştir: Onların yaptıklarını yapan, onlar gibi olur.
Denildiğine göre
burada sözü geçenler, Muhammed (sav)'ın ümmetidir. Yani, onların arasından
salih kimselerle, fazilet ehli olan kimseler kast edilmektedir. Kıyamet
gününde diğer insanlara karşı şahidük edecek olanlar da -Bakara Sûresi'nde de
(2/143. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi- onlar olacaklardır.
Mücahid der ki:
"Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun
yerine gelmesi, âyet-i kerimede sözü geçen şartların gerçekleştirilmesine
bağlıdır, Bunun, Levh-i Mahfuzda siz böylesintz, anlamına geldiği söylendiği
gibi, siz iman ettiğinizden bu yana en hayırlı bir ümmetsiniz anlamına geldiği
de söylenmiştir. Bir başka açıklama da şu şekilde yapılmıştır: Bunun böyle
olması, Peygamber (sav)'ın ve onun ümmetinin geleceğinin daha önceden
müjdelenmiş olmasıdır
Buna göre buyruğun
anlamı şöyledir: Sizler, sizden önce gelen kitap ehline göre, en hayırlı bir
ümmetsiniz. el-Ahfeş der ki: Burada "en hayırlı üm-merten kasıt, en
hayırlı din mensubu sizlersiniz, demektir. Daha sonra el-Ahfeş (burada ümmetin
din anlamına kullanıldığını açıklamak üzere) şu be-yiti nakletmektedir:
"Yemin ettim ve
ben artık senin içinde herhangi bir şüphe bırakmadım; (Sana) kendisi itaatkâr
olduğu halde bir dine mensup birisi (bu yemini dolayısıyla) hiç günahkâr olur
mu?"
Âyet4 kerimedeki “” fiilinin
nakıs değil de tam olduğu da söylenmiştir. Yani siz, en hayırlı bir ümmet
olarak yaratılmış ve var edilmişsinizdir. Buna göre "en hayırlı
ümmet" anlamındaki İbare hat'dir. Buradaki “” in zaid olduğu da
söylenmiştir. O takdirde anlam: Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklinde
olur. Sîbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir:
"Ve oldukça kerim
olan bizim komşularımız...”
Yüce Allah'ın:
^Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" (Meryem, 19/29);
"Düşünün ki siz, bir zamanlar çok az idiniz de O, sizi çoğalttı"
(el-A'râf, 7/86) buyruklarında ki bu kökten gelen kelime de bunun gibidir. Yüce
Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hatırlayın ki siz, bir zamanlar
azlıktınız..."(el-Enfâl, 8/261)[35]
Süfyan, Meysere
el-Eşcaî'den, o, Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hureyre'den: "Siz insanlar için
çıkarılmış en hayırlı bîr ümmetsiniz" buyruğu hakkında şöyle dediğini
nakletmektedir: Siz, insanları zincirlerle İslâm'a çekiyorsunuz.[36]
en-Nehhas der ki: Buna
göre ifadenin takdiri; Sız, insanlar için en hayırlı bir ümmet oldunuz,
şeklindedir
Mücahidin görüşüne
göre ise ifadenin takdiri şöyle olun Siz, insanlar için en hayırlı bir
ümmetsiniz. Çünkü sizler iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar-sınız.
Şöyle de
açıklanmıştır: Mulıammed (sav)'ın ümmetinin en hayırlı bir ümmet oluşu, onun
(tebliğine muhatap olan) ümmetin arasında müslümanUğın daha çok oluşundan,
iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın onlar arasında daha bir yaygın oluşundan
dolayıdır.
Şöyle de denilmiştir:
Bu husus, Rasûlullah (sav)'ın ashabı içindir. Nitekim Hz. Peygamber'in:
"İnsanların en hayırlısı benim (aralarında peygamber olarak gönderilmiş
olduğum) bu neslimdir"
[37]
buyruğu da buna benzemektedir.
[38]
Kur'ân-ı Kerîm'in
nassı ile, bu ümmetin en hayırlı ümmet olduğu sabit olduğu gibi, hadis imamlan
da Imran b. Husayn yoluyla Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "İnsanların en hayırlıları benim (çağdaşım olan) neslimdir
Sonra, onlardan sonra gelenler, daha sonra da onlardan sonra gelenler."[39]
Bu hadis-i şerif de bu ümmetin öncekilerinin daha sonra gelenlerden daha
faziletli olduğunu göstermektedir. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu
görüştedir, Onların bu görüşüne göre, Peygamber (sav)'ın sohbetinde bulunup,
ömründe bir defa dahi olsa, onu görmüş olan kimselerin kendisinden sonra
gelenlerden daha faziletli olduğunu, Hz. Peygamberdin sohbetinde bulunmak
faziletine denk hiçbir amelin bulunmayacağını kabul etmişlerdir.
Ebû Ömer (İbn
Abdİ'1-Berr) ise, ashabdan sonra gelenler arasında genel olarak ashab arasında
bulunanlardan daha faziletli kimselerin bulunabileceğini ve Hz. Peygamber'in:
"İnsanların en hayırlılan benim neslimdir" buyruğunun umum ifadesi
ile anlaşılmaması gerektiğim kabul etmektedir.
[40] Buna
delili de şudur: Bir nesilde daha çok faziletli olan da bulunabilir, daha az faziletli
bulunan da bulunabilir. Nitekim H2. Peygamberin nesli arasında imanını açıkça
izhar eden münafıklar topluluğu ve Hz. Peygamberin kendilerine yahutta
bazılarına hadler uyguladığı büyük günah sahibi kimseler de vardı. Ve
kendilerine: "Hırsız, içki içen, zina eden kimse hakkında ne
dersiniz?" dîye sormuştur. Yine, kendi çağdaşı bulunanlara da yüz yüze:
"Ashabıma sövmeyiniz" demiştir.
[41]
Halici b. el-Velid'e de Ammâr hakkında: "Senden daha hayırlı olan kimseye
sövme"
[42] diye buyurmuştur. Ebu
Umame'nin rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Beni
görüp de bana iman edene ne mutlu. Beni görmediği halde bana iman eden kişiye
de yedi defa ne mutlu!"
[43]
Ebû Dâvûd
et-Tayalisî'nin Müsned'inde de şöyle bir hadis yer almaktadır: Muhammed b. Ebi
Humeyd'den, o, Zeyd b. Eslemeden, o babasından, o, Ömer (r.a)'dan dedi ki:
Rasûlullah (say)'ın yanında oturuyordum. Şöyle buyurdu: "Yaratıklar
arasında imanı en üstün olanların kimler olduğunu bilir misiniz?" Biz:
Meleklerdir, dedik. O: "Onların iman etmeleri elbette gerekir. Ama onlardan
başkaları. (Onlardan iman bakımından daha üstündür")." Biz, Peygamberlerdir
dedik. Bu sefer: "Onların zaten iman etmeleri gerekir, Haytr, onlardan
başkalarıdır." Daha sonra Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Yaratıklar
arasında iman bakımından en üstün kimseler, henüz atalarının sulblerinde bulunan,
beni görmedikleri halde bana iman eden, yazılı bir takım kâğıtlar görüp de
onlarda bulunanlar gereğince amel eden bir takım insanlardır. İşte bunlar
bütün yaratıklar arasında imanları en üstün kimselerdir."
[44]
Salih b. Cübeyr de Ebu
Cum'a'dan şöyle dediğini rivayet eder: Ey Allah'ın Rasûlü, bizden daha .hayırlı
bir kimse var mıdır? diye sorduk. O, şöyle buyurdu: "Evet, sUcten sonra
gelen ve iki kapak arasında bir kitap görüp onda bulunanlara iman eden, bana
da beni görmedikleri halde iman eden bir topluluktur.[45]
Ebû Ömer der ki: Ebu
Cum'a'rtın Hz. Peygambere arkadaşlığı (sohbeti) vardır. Asıl adı da Habib b.
Sibâ'dır Salih b. Cübeyr ise, tabiinin sika râviİeruv dendir.
Ebû Salebe el-Huşenî
de Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini rivayet eder: "Şüphesiz önünüzde
Öyle bir takım günler vardır ki, o günlerde dini üzere sabır ve sebat
gösterecek bir kimse, tıpkı kor ateşi avucunda tutan kimse gibi olacaktır.
İşte o günlerde amel eden kimseye onun gibi ameîde bulunan elli adamın ecri
kadar ecir verilecektir." Ey Allah'ın Rasûlü, onlardan birisinin ecri kadar
mı diye sorunca: "Hayır, sizden birisinin ecri kadar" diye buyurdu.[46]
Ebu Ömer CÎbn.
Abdİ'1-Berr) der kir İşte bu: "Hayır, sizden" lafzını, kimi
muhaddisler zikretmemişlerdir, Ömer b. el-Hattab da Yüce Allah'ın: "Siz,
İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun açıklaması
ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: Kim sizin yaptığınız gibi yaparsa, o da sizin
gibi olur.
Hadis-i şeritler
arasında her hangi bir tearuz (çatışma, çelişki) yoktur. Çünkü, birincisi
hususi bir anlam ihtiva etmek üzere varid olmuştur. Başarıya ulaştıran
Allah'tır.
Bu hususa dair
hadislerin açıklanması ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir; Hz.
Peygamber'in çağdaşı olan nesilin üstün kılınması, onlann kâfirlerin çokluğu
dolayısıyla imanları bakımından garip olmaları, kâfirlerin eziyetlerine
sabredip katlanmaları, dinlerine sımsıkı sarkmalarıdır. Şüphesiz bu ümmetin
dalıa sonra gelecek olanları da, kötülüğün, {"aşıklığın, haksızca kan dökmelerin,
masiyetlerin ve büyük günahların açıktan açığa işlendiği bir zamanda, bu dini
dosdoğru uygulayıp, ona sımsıkı sarılıp Rablerine itaat üzere sabır ve sebat
gösterecek olurlarsa, işte onlar da böyle bir durumda gariplerden olurlar.
Böyle bir durumda onlann amelleri, tıpkı kendilerinden öncekilerin amellerinin
temiz ve bereketli olduğu gibi, temiz ve bereketli olur. Bu açıklamaya tanıklık
eden hususlardan birisi de Hz, Peygamber'in: "İslâm garip olarak başladı
ve başlangıçtaki haline dönecektir. O halde gariplere ne rnutlu"
[47]
buyruğudur.
Yine Ebu Salebe'nin
rivayet ettiği hadis de burca tanıklık ettiği gibi, Hz, Peygamberdin:
"Ümmetim Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı hayırlıdır bilinemi-yen bir
yağmur gibidir"
[48]
buyruğu da buna tanıklık etmektedir. Bu hadisi de Ebu Dâvud, et-Tayalisî ve Ebu
Isa et-Tirmizî rivayet etmişlerdir.
Hişam b. Ubeydullah
er-Rârf de bunu Mâlik'ten, o, ez-Zührî'den, o da Enes'den şöylece rivayet
etmektedir: Enes dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ümmetimin
misali yağmura benzer. Onun öncesi mi hayırlıdır, yoksa sonrası m] bilinmez.
[49] Bunu
Darakutnî "Musned-u Hadisi Malik" adlı eserde de kaydetmektedir.
Ebu Ömer (İbn
AbdiJl-Berr) der ki: Hişam b. Ubeydullah sika bir ravidir. Bu hususta (hadis
alimleri) farklı kanaatlere sahip değildirler
Rivayete göre Ömer b.
Abdulaziz, halifeliğe gelince, Salim b. Abdullah'a şöyle bir mektup yazmış:
Sen, bana Ömer b. el-Hattab'ın yaşayış ve davranışını yaz ki, ben de ona göre
amel edeyim. Salim ona şunu yazdı: Eğer sen, Ömer'in uygulamasını yapacak
olursan, Ömer'den daha faziletli olursun. Çünkü senin zamanın, Ömer'in zamanı
gibi değildir. Senin etrafında bulunan adamların da Ömer'in etrafındaki adamlar
gibi değildir.
[50] Ömer b. Abdulaziz,
çağının fukahasına da (bu şekilde) mektup yazdı, hepsi de ona Salim'in dediğine
benzer şeyler yazdılar.
Değerli bir takım ilim
adamları, Hz. Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim çağımda
yaşayan neslimdir" hadisi ile: "İnsanların en hayırlısı ömrü uzayıp,
ameli güzel olandır. En kötüsü de, ömrü uzayıp ameli kötü olandır"
[51]
hadisleri arasında bir tearuz bulunduğunu kabul etmişlerdir. Ebu Ömer ise şöyle
demektedir: Bu hadîs-i şerifler rivayet yollarının tevatür derecesine ulaşması
ve güzel olmasına rağmen, bu ümmetin başı ile sonu arasında eşitliğin
bulunmasını gerektirmektedir. Yani daha önce belirtildiği şekilde, ilim ve din
ehlinin yüksek görülmediği, fışkın ve kötülüklerin, haksızca kan dökmelerin
çok olduğu, mü'minin zelil kılınıp facir'in üstün kılındığı ve din garip
olarak başladığı gibi, tekrar garip hale döndüğü, dini yerine getiren kimsenin
kor ateşi avucunda tutan kimse gibi zora katlandığı, fa-sid bir zamanda İman ve
ameli salihe bağlı olmak halinde böyledir. İşte böyle bir durumda bu ümmetin
başı ile sonu arasında amellerin fazileti birbirine eşit olur. Bundan Bedir ve
Hudeybiye'ye katılanlar müstesnadır.
[52] Bu
bölümde varid olmuş hadisler üzerinde dikkatle düşünen bir kimse, açıkça doğruyu
anlayıp görür. Allah da lütfunu dilediği kimseye verir.
[53]
Şanı Yüce Allah'ın:
"Marufa emreder, münkerden akkorsunuz" buyruğu, l>u ümmete, bunu
yerine getirdikleri ve bu niteliğe sahib oldukları sürece bir övgüdür. Eğer,
münkere karşı çıkıp onu değiştirmeyi terkedecek, münker işlemek üzere
birbirleriyle anlaşacak olurlarsa, o takdirde bu övgüyü hak etmezler, bunun
yerine yerilirler. Bu, onların helak edilişlerine de sebep teşkiî eder.
İyiliği emredip, münkerden alıkoymaya dair açıklamalar, bu sûrenin baş
taraflarında (3/21-22. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri İçin hayırlı olurdu"
buyruğunda yüce Allah, Kitap ehli'nin Peygamber (sav)'a iman etmelerinin
kendileri için daha hayırh olduğunu, onlardan kimisinin mü'min, kimisinin fâsık
olmakla birlikte, fâsık olanlarının da daha çok olduğunu haber vermektedir.
[54]
111. İncitmekten başka
size herhangi bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını
dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.
Yüce Allah'ın:
^İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" buyruğu ile kast
edilen, onların (verebilecekleri zararın) yalanları, tahrifleri ve
iftiralarından ibaret olduğunu anlatmaktadır. Yoksa, onların galip gelecekleri
anlamında değildir. Bu açıklama, el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir
Buna göre, âyet-i kerimedeki
istisna muttasıldır. Manası da şöyle olur: Onlar sîze ancak az miktarda bir
zarar verebilirler. Buna göre "ezâ" kelimesi» mastar gibi
kullanılmıştır.
Âyet-i kerime
Allah'ın, Rasûlüne ve mü'minlere bir vaadidir. Buna göre, kitap ehli onları
mağlup edemeyeceklerdir. Kendileri kitap ehline karşı zafer kazanacaklar ve
kitap ehlinin mü'minlere, kökten imha gibi bir zarar görmeleri söz konusu
olmayacaktın Onlardan görecekleri zararlar, iftiralarla, tahriflerle eziyet
vermekten ibaret kalacaktır. Sonunda güzel akibet ise mü'min-lerin olacaktır.
Buradaki istisnanın
munkatf olduğu da söylenmiştir. Anlam da şöyle olur: Onlar asla sîze zarar
veremeyeceklerdir. Bununla birlikte size, İşittirecekleri sözlerle sizi
rahatsız edeceklerdir.
Mukatil der ki: Yahudilerin
elebaşları olan Ka'b, Adiy, Nu'man, Ebû Rafı', Ebû Yâsir, Kinane ve İbn
Suriyâ, kendi kavimleri arasından İman eden,
Abdullah b. Selâm ve
arkadaşlarına müslüman olmaları sebebiyle eziyet vermeye koyuldular. Bunun
üzerine yüce Allah: "İncitmekten başka size herhangi bir zarar
veremezler" yani onlar, ancak dilleriyle sizi rahatsız edebilirler,
buyruğunu indirdi.[55]
İfade burada tamam olmaktadır.
Daha sonra yüce Allah:
"Sizinle savaşsalar bile, size arkalarım dönüp kaçarlar" yani,
bozguna uğrarlar. Burada da ifade tamam olmaktadır. "Sonra kendilerine
yardım da edilmez" buyruğu da yeni bir cümledir. Bundan dolayı bu buyruğun
sonunda "nun" harfi sabit olmuştur.
Bu âyet-i kerime
Peygamber (sav)'ın bir mucizesidir. Çünkü, ona karşı savaşan yahudiler ona
arkalarım dönüp kaçmışlardır.
112. Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Allah'tan bir ahde ve
insanların ahdine sığınmış o intakı rı müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar.
Üzerlerine de miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve
haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve
taşkınlık yapmalarındandır.
113. Hepsi bir
değildir. Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup
duran bir topluluk vardır.
114. Onlar, Allah'a ve
âhiret gününe inanırlar. Mârufu emrederler, münkerden vazgeçirirler. Hayırlara
koşuşurlar. İşte onlar sa-lihlerdendir.
115- Yaptıkları
hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar. Allah takva sahiplerini en iyi
bilendir.
Yüce Allah'ın:
"Nerede bulunurlarsa bulunsunlar" nerede ele geçirilir ve onlarla
karşılaşılırsa karşılaşılsın; "üzerlerine zillet vurulmuştur" buyruğu
Üt kastedilenler,
yalıudilerdir. İfade burada tamam olmaktadır.
Bakara Sûresî'ndc
onlara zilletin vurulmasının anlamına dair açıklamalar (2/61. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Allah'tan bir ahde ve
insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna" buyruğu ise, bir önceki
buyruktan yapılmış, munkatı' bir istisnadır. Yani, fakat onlar Allah'tan gelen
bir ahde sığınırlar, demektir. İnsanların ahdinden kasıt İse, onlara verdikleri
zimmet ahdidir. "İnsanlarla kastedilenler, Muham-med (sav) ile
müminlerdir. Onlar, Muhammed (sav)'e ve mü'minlere haraç verirler, onlar da
kendilerine cman verirler. İfadede bir ihtisar vardır. Yani: Allah'tan bir ahde
bağlı olarak korunmaları hali müstesna; şeklindedir ki, bu hazf edilmiştir. Bu
açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.
"Allah'ın hışmına
uğradılar" buyruğunda ki: Döndüler," demektir. Bunun, yüklenip
taşıdılar anlamına geldiği de söylenmiştir. Sözlükte bunun asıl anlamı ise,
öyle bir hışım onİardan aynlmaz bir şeydir, manasmda-dır Bakara Sûresi'nde de
(2/61, âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah
onları neden bu şekilde cezalandırdığını da: "Bu, Allah'ın âyetlerini
inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürme-lerindendir. Bu» onların
isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır" diye buyurarak
açıklamaktadır. Yine buna dair yeterli açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/61.
âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Daha sonra şanı yüce
Allah: "Bepsî"bîr değildir^ diye Vıabeı -veTirrektt-din İfade burada
tamam olmaktadır. Buyruğun anlamı da şudur; Kitap ehli ile Muhammed (sav)'ın
ümmeti eşit değildir. Bu şekildeki açıklama İbn Mes'ud'dan nakledilmiştir. Anlamın
şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden iman edenlerle kâfirler birbirine
eşit değildirler.
[56]
Ebû Hayseme Züheyr b.
Harb şunu nakletmektedir: Bize, Haşim b. el-Ka-sim anlattı. Bize, Şeyban
anlattı; O, Âsım'dan, o, Zir'den, o da İbn Mes'ud'dan dedi ki: Rasûhjllah (sav)
bir gece yatsı namazını geciktirdi. Daha sonra Mescide çıktı, herkesin bu
namazı beklemekte olduğunu gördü. Şöyle buyurdu: "Din sahiplerinden yüce
Allah'ı bu saatte sizden başka zikreden hiçbir kimse yoktur." (İbn Mes'ud)
der ki: Ve şu âyet: "Hepsibir değildir, kitap ehlinden... bir topluluk
vardır... Allah takva sahiplerini en iyi bilendir" buyruklarım indirdi.
[57] İbn
Vehb de buna benzer bir rivayet nakletmektedir,
İbn Abbas der ki: Yüce
Allah'ın: "Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini
okuyup duran bir topluluk vardır" buyruğu, Peygamber (sav) ile birlikte
iman edenler hakkındadır.
İbn İshak da İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: Abdullah b. Selâm, Sa'lebe b. Sa'ye, Esid b.
Sa'ye, Esid b. Ubeyd ve yalıudilerden İslâm'a giren diğerleri müslüman olup
iman ve tasdik ederek İslâm'a yönelip, İslâm kalplerinde yerleşince,
yahudilerin alimleriyle küfre sapanları şöyle demişlerdi: Muhammed'e îman edip
tabi olanlar, ancak bizim kötülerimizdir. Eğer bunlar bizim hayırlılarımız
olsalardı, atalarının dinini terkedip bir başkasına gitmezlerdi. Bunun üzerine
şant yüce Allah: "Hepsi bir değildir, kitap ehlinden secdeye vararak
geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır... İşte onlar salihlerdendir"
buyruklarını İndirdi.
el-Ahfeş der ki:
İfade; kitap ehlinden öyle ümmete mensup kimseler, yani öyie güzel yol izleyen
kimseler vardır ki... takdirindedir. Bu takdire, delil olarak da şu mısrayı
zikretmektedir:
"Kendisi (emre)
itaatkâr olduğu halde, bir ümmet sahibi {güzel bir yola sahip bir kimse) hiç
günahkâr olur mu?"
İfadede İıazif olduğu
ve ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap ehlinden (emirleri)
uygulayıp duran bir topluluk da vardır. Bu şekilde olmayan bir topluluk da
vardır. Yüce Allah, birisini zikretmekle yetinip, ötekini sözkonusu
etmemiştir. Ebû Züeyb'in şu beyitinde olduğu gibi:
"Kalbim ona
gitmek hususunda bana karşı çıktı. Ben de onun emrine itaat ediyorum.
Ama bilemiyorum onun
arkasından gitmek doğru mudur?"
O, bununla doğru
mudur, yanlış mıdır demek istemiş, fakat ikincisi (anlaşıldığından) hazf
edilmiştir.
el-Ferrâ der ki:
Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk ile kâfir olan bir topluluk
birbirine eşit olamaz.
en-Nehhâs ise der kî:
Bu, çeşitli bakımlardan yanlış bir görüştür. Birincisi, bu Topluluk"
kelimesinin; Bir, eşit" kelimesi ile reF etmektedir. Bu durumda;
Değil" kelimesinin ismine herhangi bir şey avdet etmemekte, buna karşılık
fiil gibi değerlendirilmeyen kelime ile reP etmekte ve gerek olmayan ifadeleri
de takdir etmektedir. Zira daha önceden kâfirlerden söz edilmiştir. O halde,
bunu takdir edip malızûf kabul etmenin uygun bir yönü de yoktur.
Ebu Ubeyde ise der ki:
Bu, Arapların Pireler beni yediler ve arkadaşların gittiler11 şeklindeki
sözlerini andırmaktadır.
[58]
en-Nehhâs der ki: Bu da yanlıştır. Çünkü, onlardan daha önce söz edilmiştir.
Halbuki, "pireler beni yediler" anlamındaki kullanımda ve benzerlerinde,
bunlardan daha önceden söz edilmemiş olmalıdır.
Yüce Allah'ın:
uGeceleri" yani, gecenin çeşitli zamanlan anlamındadır. Bunun tekili;
şeklinde gelir, Bu kelime burada zarf olarak nasb edilmiştir.
"Secdeye vararak”
buyruğu ise, namaz kıldıklarını anlatmaktadır. Bu açıklama el-Ferrâ ve
ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Çünkü Kur'ân okumak, rükû ve sücud halinde
sözkonusu değildir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın: "Ve O'na secde
ederler" (el-A'raf, 7/206) buyruğudur. Yani, ona namaz kılarlar,
demektir. Furkan Sûresi'nde de; "Onlara Rahman (olan Allah)'a secde edin,
denildiğinde..." (el-Furkan, 25/60); en-Necm Sûresinde de: "Artık
Allah'a secde edip ibadet edin" (en-Necm, 53/62") diye buyuru İma
ktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu buyrukla özellikle bilinen secde anlatılmak istenmiştir.
Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmekledir. Diğer taraftan önceden,
İbn Mes'ud'dan gelen hadiste zikrettiğimiz gibi maksat, yatsı namazıdır. Puta
tapıcılar ise, akşam karardı mı, hemen uyurlar. Muvahhidler ise, yatsı
namazında Allah'ın âyetlerini okuyarak Allah'ın huzurunda ayakta dururlar.
Nitekim yüce Allah, onların ayakta duruşlarını sözkonusu ecmekle birlikte:
"Secdeye vararak...” diye de buyurmaktadır. Yani onlar, kıyamla birlikte
secde ederler anlamındadır.
es-Sevrî der ki:
Burada sözkonusu edilen, akşam ite yatsı namazı arasındaki namazdır. Maksadın
gece namazı olduğu da söylenmiştir. Önceki kitaplan okuyan Şeybeoğullanııdan
birisinin de şöyle dediği nakledilmektedir: Biz, aziz ve celil olan Rabbin
sözleri arasında şunu da buluyoruz: Gece karardı rnı, tek başına kalan bir deve
veya bir koyun çobanının, hiç gece saatlerinde ayakta durarak, secde ederek
ibadet eden kimse gibi olduğu mu zannedilir?
"Onlar Allah'a...
inanırlar." Yani, Allah'ın varlığını ikrar ve kabu] ederler. Muhammed
(sav)'ı da tasdik ederler.
"Mâruftı
emrederler." Bunun, umum ifade ettiği söylendiği gibi bununla, Peygamber
(sav)'a tabî olmanın emredilmek maksadında olduğu da söylenmiştir,
"Münkerdea
vazgeçilirler." Münkerden vazgeçirmek, Allah'ın emirlerine muhalefetten
vazgeçirmek dernektir, "Hayırlara koşuşurlar." İşledikleri hayırlara,
sür'atlice ve herhangi bir şekilde ağırdan almaksızın yönelirler. Çünkü onlar,
bu hayırlann sevaplannın ne kadar çok olduğunu bilirler. Vakit geçmeden önce
amellerini işlemekte ellerini çabuk tutarlar, diye de açıklanmıştır.
"İşte onlar,
sâlihlerdendir." Yani, salihlerle birlikte olanlardır, Salihler ise,
Muhammad (sav)'ın ashabı olup, cennettedirler.
"Yaptıkları
hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar" buyruklarında geçen
Yaptıkları" kelimesi ile "Ondan mahrum bırakılmazlar" anlamındaki
kelimeleri, el-A^meş, İbn Vessâb, Hamza, el-Kisaî, Hafs ve Halef, her ikisinde
de "yâ" ile, "Allah'ın âyetlerini okuyup duran topluluğ"a
dair haber olmak üzere okumuşlardır. Aynı zamanda bu, İbn Ab-bas'ın da
kıraatidir, Ebu Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Diğerleri ise, her İki
yerde de (.ne hayır yaparsanız ondan mahrum bırakılmazsınız anlamında) muhatap
sığası ile okumuşlardır. Çünkü daha önce yüce Allah 'in: "Siz insanlar
için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğu geçmiştir. Ebu Hatim'in
tercih ettiği kıraat de budur. Ebû Arar ise hem "ya" ile, hem de
"te" ile okunuşun uygun olacağı görüşünde idi. Buyruğun anlamı da:
Siz, hayır namına ne yaparsanız asla onun sevabından mahrum bırakılmazsınız.
Aksine size hayırlarınızın sevabı verilir ve onun karşılığında mükâfat
göreceksiniz, demektir.
[59]
116. Küfre sapanların
mallarının re çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası
olmayacaktır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır.
Yüce Allah'ın:
"Küfre sapanların" anlamındaki buyruk, nin ismidir. Haberi ise:
"Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir Gaydası
olmayacaktır" buyruğudur.
Mukatil der kî: Şam
yüce Allah, kitap ehli mü'minlerini sözkonusu ettikten sonra, onların
kafirlerini sözkonusu etmektedir ki, bu da yüce Allah'ın: "Küfre
sapanların..." buyruğu ile dile getirilmektedir. el-Kelbî de şöyle demektedir:
Yüce Allah, bu buyruğu bir müptedâ (söz başlangıcı) yaparak şöyle
buyurmaktadır: Küfre sapanların mallarının çok olması ite çocuklarının çok
olmasının Allah'ın azabına karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Sair
akrabalar arasından) çocuklann özellikle anılmaları ise, neseb itibariyle kendilerine
en yakın olanların çocukları oimalanndan dolayıdır.
"Onlar
cehennemliklerdir" buyruğu, bir müptedâ ve haberdir. Aynı şekilde:
"Orada ebediyen kalacaklardır" anlamındaki buyruk da böyledir. Bütün
bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[60]
117. Bu dünya
hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, kendilerine zulmeden bir
kavmin ekinlerine isabet ederek onu helak eden kavurucu soğuğu bulunan bir
rüzgârın durumuna ben-zer. Allah, onlara zulmetmedi. Ama onlar, kendilerine
zulmediyorlar.
Yüce Allah'ın:
"Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali,- kavurucu bir
soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer" anlamındaki buyruğunda yer
alan (» edatı, hem mastar manasını veren edat olabilir, hem de anlamında aidi
hazf edilmiş bir ismi mevsul anlamında olabilir. Yani, onların o
harcadıklarının misali.., anlamındadır. "Bir rüzgârın durumuna
benzer" buyruğu ise, bir rüzgârın esişine benzer, anlamındadır.
İbn Abbas der ki:
Âyet-i kerimede geçen Kavurucu soğuk," ileri derecede soğuk demektir. Bu
kelimenin aslı itibariyle ses demek olan den geldiği söylenmiştir. O takdirde
bu âyet-i kerimede bu kelime, şiddetle esen rüzgânn sesi demek olur. ez-Zeccâc
ise der ki: Bu kelime o rüzgârda bulunan ateşin alevinin çıkardığı sestir. Bu
manadaki açıklamalar Bakara Sûresinde (2/266. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Hadis-i
şerifte de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber soğuk sebebiyle ölmüş bulunan
çekirgeleri (yemeyi) yasaklamıştır.[61]
Âyeti kerimenin
anlamına gelince: Kâfirlerin harcamalarının geçersizliğinin, boşa gitmesinin
ve fayda sağlamamasının örneği, oldukça soğuk, kavurucu bir rüzgârın yahut da
bir ateşin isabet edip yaktığı ve helak ettiği bir ekine benzer. O ekin
sahipleri, ekinin kendilerine bir fayda sağlayacağını umu-yorken, artık ondan
hiçbir fayda sağlayamaz olurlar.
Yüce Allah buyuruyor
ki: "Allah" böyle yapmakla "onlara zulmetmedi. Ama, onlar
kendilerine" küfre sapmak, isyan etmek, yüce Allah'ın hakkını vermemek
suretiyle "kendilerine zulmediyorlar."
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar, ziraat zamanı dışında, yahut uygun olmayan yerlerde ekin
ekmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Şanı yüce Allah da bir şeyi olması
gereken yerden başka bir yere koydukları için onları te'dip etti, Bu açıklamayı
da el-Mehdevt nakletmektedir.
[62]
118. Ey iman edenler!
Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri
kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi candan İsterler. Öfkeleri ağızlarından
(aşmaktadır. Göğüslerinin gizlediği ise daha büyüktür. Stee âyetlerimizi
açıkladık; eğer akıl ederseniz.
Bu buyruğa dair açıklamalan
nnızı altı başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah, kâfirlere
meyletmeyi yasaklamayı burada daha da pekiştirmektedir. O halde bu buyruk,
daha önce yer alan: "Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye
itaat ederseniz..." (Âl-i İmran, 3/100) buyruğu ile ilişkilidir. Âyet-İ
kerimede geçen, (ve "sırdaş" anlamı verilen): el-Bitâne kelimesi
mastardır. Tek kişiye de, çoğula da isim olarak verilebilir. Kişinin, bitâne ise,
onun iç ve gizli işlerine muttali olan özel adamları ve yakınlarıdır. Bunun ash
ise, (hem sırt, hem de elbise ve benzerlerinin yüzü anlamına gelen) zahr'ın
zıddı olan batn (karın ve astar) dır. Bir kimsenin, bir diğer kimsenin özel adamı
ve yakını olmasını anlatmak için de) denilir. Şair de der ki:
"İşte onlar,
benim samimi adamlarandır. Evet ve hatta özel adamlarım. Hem onlar, her yakınım
Mt tarafa, benim en yakın sırdaşlarımdır."
[63]
Yüce Allah, bu âyet-İ
kerimeyle, müminlere, kâfirlerden, yahudilerden ve nevalarının arkasından giden
sapık fırkalardan olanları içli dışlı kimseler, yakın kimseler edinmeyi,
görüşlerini almayı ve işlerini görmeyi kendilerine havale etmeyi
yasaklamaktadır. Denildiğine göre, senin itikat ve dinine muhalif olan hiçbir
kimse ile karşılıklı konuşmaman gerekir. Şair der ki:
"Sen kişiye dair
sorma. Onun arkadaşını sor. Çünkü herbir arkadaş beraber olduğu kimseye
uyar."
Ebû Davud'un
Sünen'inde yer alan rivayete göre, Ebû Hureyre, Peygamber (sav)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmekledir: "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. O
bakımdan sizden herhangi bir kimse kiminle arkadaşlık ettiğine bir
baksın."
[64]
İbn Mes'ud'dan da
şöyle dediği nakledilmektedir: Siz insanları kardeş edindikleri kimselerle
değerlendirin.
Daha sonra yüce Allah,
yakın ilişki kurmayı neden ve hangi husustan dolayı yasakladığını şöylece
açıklamaktadır: "Onlar, size kötülük yapmaktan geri kalmazlar." Yani
onlar, sîzin halinizin bozulması için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bu da
şu demektir: Onlar, zahiren sizinle savaşmıyor olsalar dahi, -ileride
açıklaması geleceği üzere- size, hileler, tuzaklar kurmakta, sizi aldatmak
uğrunda ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemezler.
Ebu Umame'den rivayete
göre, RasÛluüâh (sav) yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Sizden başkasını
kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar"
buyruğu hakkında: "Onlar Haricîlerdir" dediğini rivayet etmektedir.
[65]
Rivayete göre, Ebû
Mûsâ el-E§'arî? zımmi bir kimseyi kâtip olarak göreve aldı. Ömer (r.a) ona
bundan dolayı sitem eden bir mektup yazdı ve bu âyet-i kerimeyi hatırlattı
Sonra Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Ömer (r.a)'ın huzuruna bir hesap getirdi ve bunu Hz.
Ömer'e sundu. Hz. Ömer, yapılan bu hesabı beğendi. Daha sonra Hz, Ömer'e bir
mektup geldi. Ebu Musa'ya: Senin kâtibin nerede? Gelsin de insanlara bu
mektubu okusun, deyince, Ebu Musa: O mescid'e giremez, dedi. Hz. Ömer: Neden, o
cüoüp mü? diye sorunca, Ebu Mûsâ: Hayır o bir hıristiyandır, dedi. Hz. Ömer onu
azarladı ve şöyle dedi: Allah onları uzaklaştırmışken sen onları yakınlaştırma.
Allah onları hakir düşürmüşken sen onları tebcil etme. Allah onların hain
olduklarını söylemişken sen onlara güvenme.
Yine Ömer (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Siz, kitap ehlini görevlerinizde kullanmayın.
Çünkü onlar, rüşveti helâl bilirler. Siz, göreceğiniz işlerinize ve
yönettiğiniz raiyenizin işlerine yüce Allah'tan korkan kimseleri
görevlendirerek yardım alınız.
Hz. Ömer'e: Burada
Hireli bir hıristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik edecek, ondan daha güzel
kalemle yazı yazacak kimse yoktur. Or senin yazı işlerini yürütmesin mi?
denilince şu cevabı vermiş; Ben, mü'minleri bırakıp başkalarını sırdaş
edinemem.
O halde zimmet ehlini
kâtipliğe getirmek caiz değildir. Bundan başka alış verişteki tasarrufları da,
onların vekâletleri de caiz değildir.
Derim ki: Bu günümüzde
şartlar artık değişmiştir. Kitap ehlinden kimse ler artık kâtip yapılıyor,
güvenilir kimse kabul ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve cahil yönetici ve
emirler nezdinde üstün mevkilere getirilmiş bulunuyorlar.
Buhârî'nin rivayetine
göre, Ebu Said el-Hudrî, Peygamber (sav.)!den şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Allah, ne kadar peygamber göndermiş ve ne kadar halife tayin
etmiş ise, mutlaka onun iki türlü sırdaşı vardır. Bu sırdaşlardan bir türü ona
iyiliği emreder ve iyiliği yapmaya teşvik eder. Diğeri ise, ona kötülüğü
emreder ve kötülük yapmaya teşvik eder. (Kötülükten) korunan kimse İse, yüce
Allah'ın koruduğu kişidir.
[66]
Enes b. Malik de
Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "'Müşriklerin
ateşiyle aydınlanmayınız ve mühürlerinize de Arapça (Hz. Muhammed'in mührü
gibi) kazımayınız."[67]
el-Hasen b. Ebİ'l-Hasen bunu şöylece açıklamaktadır: Hz. Peygamber bununla
şunu kastetmektedir: Sizler, herhangi bir işiniz hakkında müşriklere
danışmayınız ve mühürlerinize (yüzüklerinize) de "Muhammed (Rasûlullah)
diye" kazımayınız.
el-Hasen der ki: Bunu
doğrulayan da şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan: "Ey İman edenleri
Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin..." âyetidir.
[68]
Yüce Allah'ın: Sizden
başkasını1 yani, sizin dışınızda kalan-lan sırdaş edinmeyin. el-Ferrâ der ki:
Yüce Allah'ın: "Bundan başka iş yaparlardı" (el-Enbiyâ, 21/82) bunun
dışında işler yapar-iardı, demektir.
"Sizden başka ifadesi,
yaşayış, güzel davranış ve itikada bağlılık noktasında sizden başkaları diye
de açıklanmıştır.
Yüce Allah'ın: Geri
kalmazlar" da, aleyhinize fesad teşkil edecek hususlarda ellerinden
geleni yapmaktan geri kalmazlar, demektir. Bu buyruk ise: "Sizden
başkasının sıfatı durumundadır.
Hiçbir gayret
esirgemem ve; Kusurlu hareket et-
tim, esirgedim, diye
kullanılır. Şair Îmruu'1-Kays der ki:
"Şüphesiz ki
kişi, hayatta kaldığı sürece hiçbir zaman; -Üzerine düşeni yerine getirmekte
kusurlu davranmasa dahi-iatediği işleri başaramaz.
ile aynı anlama gelir;
fesat demektir. Bu fesat, (bozuluş) fiillerde, bedende ve akıllarda olabilir.
Hadisi şerifte de: Her
kim (organı işlemez hale getirecek) bir şekilde yaralanır yahut da organları
bozulacak olursa..."[69] diye
buyurulmaktadır. Aklı bozulmuş kimseye de: denilir. ise, sevgi o kişinin aklını
bozdu, demek olur. Şair Evs der ki:
"Ey Lübeynâ'nın
soyundan gelenler!
Sizler ancak pazusu
işlemez hale gelmiş bir elsiniz.
el-Ferrâ da şöyle bir
beyit nakletmektedir:
"İbn Saad öyle
bir baktı ki ve bununla hamle için hazırlık yaptı;
Bu hem seninle beraber
olanların, hem de bineklerin bozuluşuna sebep olmuştu,
Kdtülük" kelimesi
ikinci meful olarak mansub gelmiştir. Çünkü "geri kalmamak"
anlamındaki fiil, iki mef ule teaddi eder^ Mastar olarak (mef'ul-i mutlak)
olarak da mansub gelmiş olabilir. Yani, Onlar size, sizi bozacak şekilde
kötülük yaparlar, demek olur. Cer harfinin hazfi ile nasb edildiğini kabul
etmek de mümkündür.
Nitekim Araplar
Vurmakla onun canını yaktım, derler.
Sıkıntıya düşmenizi
isterler" buyruğundaki mastar manası vermek içindir. Onlar size zor gelen
şeyleri severler, demektir ise, zorluk ve meşakkat demek olup, buna dair
açıklamalar Bakara Sûresinde (2/220, âyet 8, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[70]
Yüce Allah'ın:
"Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır" buyruğu, size olan
düşmanlıkları ve sizi
yalanlamaları, ağızlarıyla ortaya çıkmaktadır, demektir.
Öfke (buğz), sevginin
zıddıdır, (Âyet-i kerimedeki): ise, müen-nes bir mastardır.
Şam yüce Allah'ın,
diller bir kenara özellikle ağızlan sözkonusu etmesi, gelişigüzel
konuşmalarında bile bunu ortaya attıklarına işaret içindir. Onlar, öfkesi
gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri
derecededirler. İşte Hz, Peygamber'in; kişinin kardeşinin ırzına (şeref ve
haysiyetine) gelişi güzel dil uzatmasını yasaklaması da bu anlamdadır. Eşek
anırmak üzere ağzını açtı1' tabiri ile; Atlar ağızlarını açarak geldiler"
tabirlerinde de aynı kökten kelimeler kullanılmıştır Bu hadisten kişinin
kardeşinin şeref ve haysiyetine farkettirmeden dil uzatmasının caiz olduğu
anlaşılamaz. Çünkü bu da, ilim adamlarının ittifakı ile haramdır. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîmde de: aKi-rniniz kiminizin gıybetini yapmasın" (el-Hucurât,
49/12) diye buyurulduğu gibi, Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve
haysiyetleriniz) birbirinize haramdır."
[71] Buna
göre hadis-i şerifte "ağız açma"nın söz konusu edilmesi, bu konuda kişinin
böyle bir sözü söylemesi ve bu konuda işi ileriye götürmesinin yasaklısına
işaret etmektedir. Bunu biîelim.
[72]
Bu âyet-i kerimede
düşmanın, düşmanı aleyhine şahidliğinin caiz olmadığına delil vardır.
Medinelilerle Hicaz ehli de bu görüştedir. Ebû Hanife'den ise bunun caiz olduğu
görüşü rivayet edilmiştir. İbn Battal, İbn Şaban'dan şöyle dediğini nakleder:
İlim adamları adalet sahibi olsa dahi düşmanın düşmam aleyhine şahidliğinin
hiçbir hususta caiz olmayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü, düşmanlık
adaleti ortadan kaldırır. Ya kâfirin düşmanlığı...
[73]
Yüce Allah:
"Göğüslerinin gizlediği İse daha büyüktür" buyruğu onların ağızlan
ile açığa vurduklanndan daha fazla bir kin ve öfkeyi gizlediklerini haber
vermekte ve bize bildirmektedir.
Abdullah b. Mes'ud
Öfkeleri... takmaktadır" buyruğunu, fiili müzekker olarak; diye
okumuştur. Çünkü -müen-nes olan kelimesi, yine "öfke" anlamına gelen
-ve müzekker olan- ) ile aynı anlamdadır.
[74]
119, İşte siz, öyle
kimselersiniz ki onları seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz, Kitabın
tümüne inanırsınız. Onlar tee sizinle karşılaştıklarında: "İman
ettik" derler. Yalnız, başlarına kaldıkları vakit de «ize karşı öfkeden
parmaklarını ısırırlar. "Öfkenizden ölün" de. Gerçekten Allah,
göğüslerin özünü çok İyi bilendir.
Yüce Allah'ın:
"İşte siz» öyle kimselersiniz ki, onları seversinte" buyruğunda
kastedilenler münafıklardır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Sizinle
karşılaştıklarında; İman ettik, derler buyruğudur. Bu açıklamayı, Ebu'1-Ali-ye
ve Mukatil yapmışlardır. Burada "sevgi", temiz duygular beslemek,
kötülük düşünmemek anlamındadır. Yani siz ey müslamanİar, o münafıklara karşı
te/niz duygular beslersiniz. Onlarsa münafıklıkları dolayısıyla size karşı
temiz duygular beslemezler.
Anlamın söyle olduğu
da söylenmiştir: Siz onların İslâm'a girmelerini istersiniz, onlar ise sizin
küfre sapmanızı isterler. Çoğunluğun ifade ettiği görüşe göre ise, burada
maksat yahudilerdir. "Kitap" dan kasıt ise, ilâhî kitapların
tümüdür. İbn Abbas der ki: "Siz kitapların tümüne İnanırsınız" demektir.
Yahudiler ise Kitabın bir bölümüne inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine iman edin, denildiği zaman,
biz, bize indirilene iman ederiz, derler" (el-Bakara, 2/91).
"Sizinle
karşılaştıklarında iman ettik derler." Yani, biz Muhammede e onun Allah'ın Rasûlii olduğuna iman ederiz,
derler. Ancak, "yalnız başlarına" kendilerinden olanlarla birlikte
"kaldıkları vakit de" kendi aralarında "size karşı öfkeden
parmaklarını ısırırlar." Size besledikleri kinden dolayı parmak uçlarını
ağızlarına götürürler. Biri diğerine: Şunları görmüyor musunuz? Güçlendiler ve
çoğaldılar, derler.
"Isırmak"
gereğini yerine getirememekle birlikte ileri derecede öfke ve kin duymayı
anlatan bir tabirdir. Ebû Talibin §u mısraı da bu türdendir:
"Bizim arkamızdan
öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar. Bir başka şair de şöyle dernektedir:
"Beni gördükleri
vakit -Allah öfkelerini daha uzatsıti-Öfkeden dolayı başparmaklarının uçlarını
ısırırlar."
Aynı kökten gelen ise, şehirlerde yaşayanların davarlara verdikleri
küsbe, hurma çekirdeği ve öğütülmüş hurma çekirdeği gibi hayvan yemlerine
denilir. Bir toplumun develerinin bu tür yemleri yediğini ifade etmek için de:
denilir. tabiri ile, adeta hurma çekirdeği ile beslenmiş gibi semirmiş deve
kastedilir. da oldukça hile-kâr ve son derece zeki kişi demektir.
Parmakları ıs ir malt
ise, kişinin güç yetiremediği şeyleri elinden kaçırmaktan ötürü, yahutta
değiştirmeye güç yetiremediği musibetlerle karşı karşıya gelen öfkeli ve kızgın
kişinin davranışıdır. Burada ısırmak, dişlerle yapılan bir ısırmadır. Nitekim
henüz çabuk geçip gitmiş bîrşey dolayısıyla eli ısırmak ve buna benzer, dişleri
pişmanlıktan dolayı gıcırdatmak ve kederlenen kimsenin çakıl taşlarını
sayması, yere çizgiler çizmesi gibi davranışlar da bu kabildendir. Bu şekilde
ısırmak, "dâd" harfi ile yazılır. Zamanın musibeti anlamındaki da ise, noktalı "ti" ile yazılır.
Nitekim şair (Ferazdak) şöyle demiştir:
"Ve ey Mervan'ın
oğlu, zamanın musibetleri mal diye bir şey bırakmadı. Kökü tamamıyla kurumuş
olan yahut da geriye azıcık bir kalıntıdan başkasını."
Parmak uçlan'nın
tekili, şeklinde gelir
Ebu'l-Cevzâ bu âyeti
okuduğunda, burada sözü geçenler İbâdiyedir, dermiş.[75] İbn
Atiyye der ki: Bu nitelik, Kıyamet gününe kadar bid'at ehlinin bir çoğunda
sözkonusu olabilir,
Yüce Alklı'ın:
"Öfkenizle ölün» de. Gerçekten Allah göğüslerin özünü çok İyi
bilendir." Denilse ki: Şanı yüce Allah bir şeye ol dediği zaman o da
derhal olur, gerçeği varken nasıl olur da ölmediler.
Şöyle cevap verilir:
Böyle bir soruya iki türlü cevap verilebilir: Bu hususta Taberî ve pek çok
müfessir şöyle demiştir: Bu, onlara yapılan bir bedduadır. Yani, ey Muhammed
de ki: Ölünceye kadar Allah sizin kin ve öfkenizi devam ettirsin. Bu
açıklamaya göre, yüzlerine karşı bu sözlerle onlara beddua etmesi -yüzlerine
karşı onlara lanet etmekten farklı olarak- uygundu.
İkinci cevap: Buyruğun
anlamı şudur: Sen onlara arzuladıklarını ele ge-çiremeyeceklerini bildir. Çünkü
ölümr onların bu arzularının gerçekleşmesine engeldir. Bu açıklamaya göre,
beddua anlamı yoktur. Geriye ise azarlama ve onları öfkelendirme manası
kalmaktadır. İşte bu mana Müsafir b. Ebî Amr'ın şu sözü de buna uygun bir anlam
ihtiva etmektedir:
"O bizim aslımız
hakkında dahi kötü temennide bulunur, Biz de kim kıskançlık ederse onun gözünü
patlatırız."
Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu anlamı andırmaktadır: "Kim Allah'ın ona dünyada da âhirette
de yardım etmeyeceğini sanıyor ise, derhal tavana bir ip bağlasın, sonra da
koparsın" (el-Hacc, 22/15.)-
[76]
120. Sîzlere bir
İyilik dokunursa bu, omları üzer. Ama size bir kötülük dokunursa buna
sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar veremez.
Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını kuşatandır.
Yüce Allah'ın: Sizlere
bir İyilik dokunursa bu, onları üzer" buyruğunda "sizlere...
dokunursa" anlamındaki fiili, es-Süle-mî, "yâ" ile, diğerleri
ise "te" ile okumuşlardır.
Lafız, hoşa giden ve
gitmeyen her şey hakkında umumîdir. Müfessirlerin sözünü ettikleri bolluk,
kuraklık, mü'minlerin toplanıp biraraya gelmeleri, ara-lanna tefrikanın düşmesi
ve buna benzer çeşitli açıklamalar^ bir takım örnekle ndirmelerden ibarettir.
Açıklamalar arasında bir farklılık yoktur.
Âyet-i kerimenin İfade
ettiği mana şudur: Bu kadar aşıfı derecede düşmanlık beslemek, kin duymak,
müminlere gelen sıkıntılardan dolayı sevinmek gibi niteliklere sahip olanlar,
sırdaş edinilmeye ehil ve layık kimseler değil-dir. Özellikle de dünya ve
âhiretin kazanılması kendisine bağlı olan cihad ve oldukça büyük böyle bir işte
bu, sözkonusu edilmemelidir. Şu beyiti söyleyen şair ne güzel demiş:
"Her bir
düşmanlığın zamanla ortadan kalkması umulabilir
Sana kıskançlık
duyduğu için düşmanlık edenin düşmanlığı müstesna."
'Sabreder" yani,
onların eziyetlerine katlanır, itaate ve müminleri de veli ve dost edinmeye
devam eder "ve sakınırsanız, onların hilesi size hiçbir zarar
veremez."
Ayet-i kerimedeki
"size hiçbir zarar veremez" anlamındaki: buyruğu (Nâfi' tarafından):
şeklinde okunmuştur. (Bu okuyuşa görede) bu fiil: arar vermek anlamına gelir.
Şanı yüce Allah onların zararlarının sözkonusu olmamasını sabır ve takva şartına
bağlamaktadır. O bakımdan bu buyruk, mü'minlere teselli ve onların maneviyatlarını
bir güçlendirme sadedindedir.
Derim ki: İki
el-Haremî[77] ile Ebû Amr da bu
kelimeyi önceden de açıkladığımız gibi şeklinde; dan gelmiş gibi okumuşlardır.
Yüce Allah'ın: Bir zararı yoktur" (eş-Şuarâ, 26/50) buyruğu da buradan
gelmektedir. Âyet-i kerimedeki bu kelimede "ya" harfinin hazf
edilmesi ise, iki sakinin bir arada olmasından ötürüdür. Çünkü, "ra"
harfinin ötresi hazf edilecek olursa, geriye "ra" harfi de sakin,
"yâ" harfi de, kalacağından, "yâ" harfi hazf edilmiştir.
aYâ" harfinin hazf edilmesinin daha uygun gelmesi ise, ondan önce ona
delâlet edecek bir şeyin ("dad" harfinin esre-sinin) bulunmasıdır.
el-Kisaî ise, kendisinin: şeklinde ("yâ" yerine "vav"lı)
kullanışını (Araplardan) işittiğini nakletmiş ve şeklindeki okuyuşu da caiz
kabul etmiştir. Ayrıca, Ubey b. Kabin kıraatinde bu kelimenin diye okuduğunu da
iddia etmiştir.
Kûfeliler ise şeklinde
"râ" harfini şeddeli ve ötreli olarak okumuşlardır. Bu da Zarar
verdi"den gelmektedir. Bunun "fe" harlı takdiri ile merru' olması
mümkündür. "Size zarar vermez" anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu
kabildendir:
"Her kim
iyilikler yaparsa Allah onların mükâfatlarım verecektir,"
el-Kisaî ve
el-Ferrâ'nın görüşü budur. Yahud da bu fiil, takdim takdiri ile de merfu
olabilir, Sibeveyh de ("bu şekildeki kullanışa) örnek olmak üzere şu
mısraı nakleder:
"Şüphesiz ki
senin kardeşin eğer yere yıkılacak olursa, sen de yere yıkılırsın.
Bu da şu demek olur:
Şayet sabreder ve sakınırsanız, (onların hilesinin) size zararı olmaz. Bu
fiilin meczum olması da caizdir. "Ra" harfi İse, iki sakinin yanyana
gelişi dolayısıyla -ötreden sonra ötreyi tabi kılmak suretiyle-ötreli
okunmuştur: Aynı şekilde "ra" harfini üstün okuyanlar da fiili meczum
kabul ederek böyle okumuşlardır. "Râ" harfinin üstün okunuşu da iki
sakinin yanyana gelmesi ve fethanın hafifliği dolayısıyladır. Bunu da Ebû
Zeyd, el-Mufaddal'dan Âsim'dan rivayet etmiştir. Bu açıklamaları da el-Mehdevt
nakletmektedir.
en-Nehhâs da şunu
nakletmektedir: el-Mufaddal ed-Dabbî ise, Âsim'dan; şeklinde, iki sakinin
yanyana gelmesinden ötüiü "râ" harfini es-reli okuduğunu İddia
etmektedir.
[78]
121. Hani sen,
mü'tnjnleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek İçin erkenden aile
halkın * o yanından ayrılmıştın. Allah Semi’dir, Alîm’dir.
Yüce Allah'ın:
"Hani sen... erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın" buyruğunda
yer alan: "İz: Hani" kelimesinde mukadder bir fiil amel etmektedir
ki, ifadenin takdiri: Hatırla ki sen, erkenden -yani sabahleyin- ay-nlmıştın,
şeklindedir. "Aile halkının yanından" buyruğu, Âişe'nin yanından,
evinden ayrılmıştın, demektir.
"Müzminleri savaş
için duracakları yerlere yerleştirmek için, erkenden aile halkının yanından
ayrılmıştın. Allah, SemîTdir, Alîmdir" buyruğunda sözü edilen gazve
Uhud'dur. Bu âyet, bütünüyle onun hakkında nazil olmuştur. Mücahid, el-Hasen,
Mukatil ve el-Kelbî de bu gazadan kasıt Hendek ga-zasıdır, demişlerdir. Yine
el-Hasen'den bunun Bedir günü diye açıkladığı da nakledilmektedir.
Ancak cumhur, bunun
Ulıud gazvesi olduğu görüşünü benimsemiştir. Yüce Allah'ın: "O zaman
sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu" diye başlayan bir sonraki âyet
de buna delil teşkil etmektedir. Çünkü sonraki âyette sözü geçen bu durum
Ulıud günü olmuştu.
Müşrikler, Bedir
gününün intikamını almak üzere üçbin kişilik bir ordu ile Medine'nin üzerine
yürümüşlerdi. Medine'nin karşısında, vadinin kıyısında bulunan Uhud
yakınlarında konaklamışlardı. Müşrikler, buraya hicretin otuz-birinci ayının
başmda, hicretin üçüncü yılı Şevval ayının onikjsine rastlayan Çarşamba gününde
varmışlar. Peygamber (sav) da henüz Medine'de iken Perşembe günü de orada
kalmışlardı.
Rasûlullah (sav)
rüyasında kılıcında bir parça körelmenin olduğunu ve bir takım ineklerin
boğazlandığını, elini de oldukça sağlam bir zırha soktuğunu gördü. O, bu
rüyasını şöylece yorumladı: "Ashabımdan bir gurup kişi öldürülecek, Ehi-i
Beyt'imden de bir kişi bu öldürülecekler arasında bulunacaktır. Sağlam zırh
ise Medine'dir." Bunu Müslim rivayet etmiştir.
[79]
Bütün bunlar da
bilindiği gibi bu gazada gerçekleşmişti.
Yerleştiriyordun"
fiilinin aslı, şeklindeki maştan ile yer edinmek demektir, Hz, Peygamber'in:
Bana kasten yalan uyduran bir kimse cehennemdeki yerini hazırlasın.
[80] buyruğunda
da bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Orada kendisine bir yer edinsin,
demektir.
Buna göre
"mii'rainleri.,, yerleştirmek için" buyruğu, onları savaşta dizmek
için anlamındadır. Beyhakî'nin Enes (r.a)'den rivayetine göre Rasû-lullah/sav)
şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda kendimi adeta bir koçun terkisine
biniyormuşum gibi gördüm. Kılıcımın keskin tarafını kırılıyor gördüm. Bunu ben,
kavmin (Kureyşlilerin) koçunu öldürmek diye te'vil ettim. Kılıcımın keskin
tarafının kırılmasını da Ehli Beyt'imden, yakınlarımdan birisinin öldürülmesi
diye te'vil ettim."
[81]
Hz. Hamza şehid edildi
ve Rasûlullah (sav) da müşriklerin sancaktarı olan Talha'yi öldürdü.
Musa b. Ukbe de İbn
Şihab'dan şöyle dediğini nakleder: Muhacirlerin sancaktan, Rasûİullah (sav)'ın
ashabından birisi olup şöyle demiştir: Ben Âsım'ım! İnşaalîalı
(beraberimdekileri koruyacağım).
Said b. Osman'ın
kardeşi Tallıa b. Osman el-Lahmî ona: Ey koruyacağım iddia eden (Âsim), teke
tek çarpışmaya var mısın? deyince, adam; Evet, dedi. Bu adam çabuk davranıp
Talha'nın başına bir kılıç darbesi indirdi. Ve bu kılıcını adamın sakalına
varıncaya kadar vurdu ve onu öldürdü. Böylelikle müsİümanlann sancaktarının onu
öldürmüş olması, Rasûİullah (sav)'m rüyasında gördüğünü ifade ettiği: "Bir
koçun terkisine biner gibiyim" şeklindeki ifadesini doğrulamaktadır.
[82]
122. O zaman sizden
iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi. Mü'm inler
yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.
Yüce Allah'ın; Hani
buyruğunda âmil; Yerleştiriyordun'' fiili, yahut "Semdir, Alîm'dir"
buyruğudur.
Sözü geçen "İki
takımadan kasıt ise, Hazreclilerden Selimeoğulları ile Evs'den
HariseoğuHarıdır. Bunlar Uhud günü ordunun iki kanadını oluşturuyorlardı.
"Bozulmaya yüz
tutmuştu" buyruğu ise, korkaklığa kapılmak üzere idi, anlamındadır.
Buhârî'de Câbir
(r.a)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "O zaman sizden iki takım
bozulmaya yüz: tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi" buyruğu bizim
hakkımızda nazil olmuştur. Sözü geçen iki takım biz Hariseoğul-ları ile Selime
oğullarıyız. Bununla birlikte biz, bu âyet-i kerime keşke inmese idi, diye
temenni etmiyoruz. Çünkü Yüce Allalı'da: "Halbuki onların dostu Allah idi*
diye buyurmaktadır.
[83]
Bir başka görüşe göre
bunlar, Harisoğullan ile Hazrecoğulları ve Nebîtoğul-larıdır. Nebît ise,
Evsoğullarından Amr b. Malik'tir.
Dağılmaktan kasıt ise,
korkaklığa kapılmaktan ibarettir. Sözlükte de bu böyledir. İki kesimin dağılıp
bozulmaya yüz tutması ise, Medine'den çıkıştan sonra Abdullah b. Ubeyy'in,
beraberinde bulunan münafıklarla geri dönmesi sırasında olmuştu. Yüce Allah,
onların kalplerini sebat vererek geri dönmediler. İşte Yüce Allah'ın:
"Halbuki onların dostu Allah idi" buyruğu bunu ifade etmektedir.
Yani, bu isteklerini gerçekleştirmeye karşı kalplerini koruyan O olmuştu.
Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar savaşa çıkmayıp oturmak istediler. Bu ise onlar için
küçük bir günahtı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu bozuluş (yani savaşa çıkmamak
isteği), sadece içlerinden geçen bir düşünce idi. Onlar bunu hatırlarından
geçirmişlerdi. Yüce Allah da Peygamberini bu hususa muttali kıtarak,
basiretlerini daha bir artırmış oldu. Bu şekilde bir gevşeme eğilimi, onların
kasti olarak yapmak istedikleri birşey değildi, O bakımdan Allah da onları
korudu. Biri ötekini (.bundan dolayı) yerdi, Peygamber (sav) ile çıkıp
gittiler.
Rasûlullah (sav) da
müşrikleri göreceği bir yere varıncaya kadar yoluna devam etti Medine'den bin
kişilik bir kuvvet ile çıkmıştı. Ancak, Abdullah b. Ubey b. Selûl, kızarak
üçyüz kişi ile birlikte geri dönmüştü. Kızmasının sebebi de, düşman üzerlerine
gelecek olursa, Medinede oturup orada savaşma görüşünü ifade etmekle birlikte,
görüşüne muhalefet edilmesiydi. O, bu görüşüyle Rasûlullah (sav)'ın görüşünü de
paylaşmış oluyordu. Ancak, En-sar'ın çoğunluğu bunu kabul etmemişti. -İleride
gelecektir-. Rasûlullah (sav), müslümanlarla birlikte Medine'nin dışına çıktı
ve aralanndan yüce Allah'ın kendilerine şehidlik lütfettiği kimseler şehid
oldu.
Malik, -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- der ki: Ulmd günü muhacirlerden dört kişi, ensardan da
yetmiş kişi öldürüldü. -Allah hepsinden razı olsun-.
(Bir önceki âyette
geçen): "Duracak yerler" anlamındaki “” kelimesi, oturma yeri demek
olan “” ln çoğuludur. Anlam itibariyle duracak yer (mevkıf) gibidir. Ancak,
bunun "oturmak" anlamındaki “” lafzı, bir yerde sabit olmayı
anlatır. Özellikle de okçular, yerlerinde oturan kimselerdi. İşte, Uhud gazvesine
dair açıklamalar kısaca bundan ibarettir, İleride yeteri kadar açıklamalar
gelecektir,
[84]
O gün müşriklerle
birlikte başlarında Halid b. Velid'in bulunduğu yüz at (h) vardı. Müslümanların
ise, yalnızca bir atı vardı. Rasûlullah (sav) bu gazvede yüzünden yara aldı ve
alt çenesinin sağındaki Ön dişi atılan bir taşla kırıldı. Başındaki miğferi de
yarıldı. Allah, ümmetine ve dînine yapmış olduğu hizmetleri karşılığında
peygamberlerinden bir Peygambere sabrına karşılık verdiği mükâfatların en
üstünü ile onu mükâfatlandırsın.
Peygamber (sav)'a bu
şekilde zarar veren kişiler Leysoğullarmdan Artır b.
Kamia ile Utbe b. Ebi
Vakkas idiler. Şöyle de denilmiştir: Büyük fakih Muhammed b. Müslim b. Şihab
(ez-Zührî)'nin dedesi olan Abdullah b. Şihab, Rasûlullah (sav)'m alnını
yaralayan kişidir el-Vakidî der ki: Bizce sabit olan Peygamber (sav)'ın yüzüne
taş atan kişinin, İbn Kamia'dır. Onun dudağını kanatan ve ön dişini kıran kişi
ise, Utbe b. Ebi Vakkas'dır Yine el-Vakidî, isnadını kaydederek Nafi' b.
Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, muhacirlerden bir kişiyi şöyle
derken dinledim: Uhud'da hazır bulundum. Dört bir yandan okların yağdığını,
Rasûlullah (savcın da bu okların ortasında yer aldığını ve bütün bunların ona
isabet etmesinin önlendiğini gördüm. Ben, Abdullah b. Şihab ez-Zührî'nin de o
gün şöyle dediğini gördüm: Bana Muhammed'i gösterin, bana Muhammed'i gösterin;
eğer o kurtulursa kurtulmayayım, diyordu. Rasûlullah (.sav) ise, beraberinde
hiçbir kimse bulunmaksızın onun yanıbaşında duruyordu. Sonra da onun yanından
geçip gitti, Bu hususta Safvân kendisine sitem edince de: Allah'a yemin ederim
onu görmedim Allah'a yemin ederim ki o, bize karşı korunmaktadır. Biz, onu öldürmek
üzere kendi aramızda dört kişi olarak sözleşmiş ve antlaşmışük. Fakat bunu bir
türlü gerçekleştiremedik, dedi.
Taşlar Rasûlullah
(sav)'m üzerine yağarcasına geldi. Nihayet bir çukura düş-tü. Bu çukuru Ebu
Âmir er-Rahib, müslümanlara bir tuzak hazırlamak kastıyla kazmış idi. Hz.
Peygamber, yanı üzere çukura düşünce, Talha doğrulun-caya kadar onu kucakladı.
Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik b. Sinan, Rasûlullah (sav)'ın yarasından kan
emdi. Başındaki miğferde bulunan iki halka da Rasûlullah'ın yüzüne batmıştı.
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ise onları dişleriyle çekmeye çalışmış ve iki ön dişi
bundan dolayı düşmüştü. O bakımdan Ebu Ubeyde'nin ön dişleri yoktu ve bu ona
adeta bir güzellik veriyordu. -Allah ondan razı olsun.-
Yine bu gazada Hamza
(r.a) şelıid düştü. Onu Vahşi öldürdü. Vahşi, Cübeyr b. Mut'im'im kölesi idi.
Cübeyr de kendisine: Eğer Muhammed'i öldürecek olursan, atların yularlarını
sana veririz (önderimiz yaparız), demişti. Eğer Ali b. Ebi Talİb'i öldürürsen,
hepsi siyah gözlü yüz deve veririz. Eğer Hamza'yı öldürürsen, sen hürsün,
demişti. Vahşi ise şöyle demişti: Muham-med'e gelince, onun Allah tarafından
bir koruyucusu vardır. Kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim
çıktıysa mutlaka onu öldürmüştür. Hamza'ya gelince, o da kahraman birisidir
Bununla birlikte denk düşürüp onu öldüreceğimi umarım.
Hint de, Vahşi bu işe
hazırlandığı yahut yanından geçtiği her seferinde: Haydi Ebu Deseme! Yüreğimizi
soğut, sen de rahatla! diyordu.
Vahşi, bir kayanın
arkasında pusuda yattı. Hz. Hamza da müşriklerden bir topluluğun üzerine bir
hamle düzenlemişti. Hamle yapıp geri dönüp yanından geçince, ona attığı mızrak
isabet etti ve Ölü olarak yere yıkıldı. -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve
Allah ondan razı olsun-.
İbn İslıak der ki:
Hint, Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı, ağzına koyup çiğnedi.
Ancak, onu yutamadı. Ağzından dışarıya fırlatıp, daha sonra yüksekçe bir
kayanın üzerine çıkarak, avazı çıktığı kadar bağırıp şu beyitleri okudu:
"İşte biz size
Bedir gününün karşılığını verdik Savaştan sonra savaş, elbetteki alevli olur
Utbe'nin (BedirMe) öldürülüşüne day an amıy ordum Kardeşimin de onun amcasının
da ve Bekrimin de. Şimdi içimi rahatlattım ve adağımı yerine getirdim Ey Vahşi,
göğsümdeki kini susturdun. Yemin olsun ki, Vahşi'ye teşekkür borcum vardır
Kabrimde kemiklerim çürüyünceye kadar."
Usâse b. Abbâd b,
Abdulmuttalib'in kızı Hint de Ona, şu şekilde cevab verdi:
"Sen Eedir'de de
Bedir'den sonra da rezil oldun Ey ileri derecede kâfir ve son derece müfteri
kişinin kızı! Yüce Allah, sabahleyin erkenden karşına aydınlık yüzlü, uzun
boylu
Hâşimîleri çıkardı
Ellerinde delip geçen
kesici her bir kılıç bulunan! Hamza benîm aralanım, Ali benim kartalım; Hani,
Şeybe ve baban bana kötülük etmek istemişlerdi de Her ikisinin de göğsü kana
bulanmıştı. Senin o kötü adağın ise en kötü bir adaktır!"
Abdullah b. Revâlıa
da, Hamza (r.a) için şu ağıtı yakmıştı:
Ağladı gözüm, ağlaması
da gerekir
Fakat ağlamama da,
feryadın da yok faydası
O Allah'ın arslanı
için hani, sabahleyin şöyle demişlerdi:
îşt-e Hamza! Öldürülen
yiğit adamınız!
Bütün müslümanlar için
musibet oldu, onun orada ölümü
Rasûhıllah için de bu
bir musibetti.
Alâ'nın babası! Senin
şehadetinden dolayı yıkıldık hep birlikte
Sense, çok üstün,
iyilik sahibi ve hakları gözetendin.
Cennetlerde Rabbinin
selâmı olsun sana
İçinde zeval bulmayan nimetlerin
bulunduğu
Ey hayırlı Hâşim
oğulları! Sabredin
Çünkü sizin bütün
işleriniz hoştur, güzeldir,
Allah Rasûlü
sabredendir, kerimdir
Konuştu mu O, Allah'ın
emriyle konuşur.
Yok mu, benden Lüeyy'e
şu sözü ulaştıracak:
Bugünden sonra devran
dönecektir.
Bilme diler ve
tadmadılardı bugünden önce;
Susamışı suya kandıran
darbelerimizi.
Unuttunuz Bedir
kuyusuna attıklarımızı
Hani sabahleyin o
çabucak gelen ölüm gelmişti size
O sabah, yere
yıkılmıştı Ebu Cehil
Kuşlar leşi etrafında
döner dururdu,
Utbe ve onun oğlu da
yıkıldılar hep birlikte.
O keskin kılıç ise,
Şeybe'yi ısırmıştı.
Ve bizim Ümeyye'yi kan
revan içeriainde bırakışmaz
Göğsünde saplanmış bir
mızrak ile;
Rabîaoğullanniii
tepelerini soruyorsunuz
İşte bizim
kılıçlarımız o tepelere inen darbelerden körelmisler.
Hamza öldü diye
sevincini izhar etme ey Hind!
Çünkü sizin izzetiniz
de bir zillettir.
Ey Hind, ağlamana
devam et ve usanmadan ağla! Çünkü
Sensin çokça gözyaşı
döken, çokça kederli ve yakınlarını kaybetmiş kadın,"
Hz. Hamza'nın
kızkardeşi Safiyye de onun için bir mersiye söylemişti. Bu da Siyret'te
zikredilmiştir. Allah hepsinden razı olsun.
[85]
Yüce Allah'ın:
"Mü'minter» yalnız Allah'a güvenip dayansınlar" buyruğuna gelince,
buna dair açıklanacak tek bir husus vardır. O da "tevekkül"e dair
yapılacak açıklamalardır.
Tevekkül; sözlükte
acizliğini ve başkasına güvenip dayandığım izhar etmek demektir. Bir kişi,
başkasına güvenip dayanarak kendi işini göremeyecek olursa; “” denilir,
İlim adamları,
tevekkülün gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Seni b. Abdullah'a
tevekkülün mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle demiştir: Bazıları
tevekkül; gelenlere peşinen razı olmak ve mahlukat-tan ümit kesmek demektir.
Bir başka kesim ise tevekkül; sebepleri terk edip, sebeplerin müsebbibine
yönelmek demektir. Eğer sebep kişiyi müsebbipten alıkoyacak olursa, o kişinin
yaptığı o işe tevekkül denilmez, demişlerdir Sehl ise şöyle demektedir: Kim
tevekkül sebebe yapışmayı terketmek-le gerçekleşir derse, şüphesiz ki o,
Rasûlullah (sav)'ın sünnetine karşı çıkmış olur. Çünkü şanı yüce Allah:
"Artık ele geçirdiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin* (el-Enfâl,
8/69.) diye buyurmaktadır. Ganimet ise, kulun kazancı ile ele geçirilen bir
şeydir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık boyunlarının üstüne
ve onların her parmağına vurun.
(el-Enfâl, 8/12) Bu da bir ameldir. Peygamber (sav) da: "Muhakkak
Allah, (çalışıp kazanan) meslek sahibi kulunu sever[86] diye
buyurmaktadır. Rasûlullah (sav)vm ashabı da Seriyye'den gelecek ganimetten
ödenmek üzere birbirlerine borç verirlerdi.
Sehl'den başkaları da
şöyle demişlerdir: Genel olarak fukâhanın görüşü budur. Bu görüşe göre: Yüce
Allah'a tevekkül, Allah'a güvenmek, O'nun takdir ettiği hükmün mutlaka
gerçekleşeceğine kat'İ olarak inanmak, yemek yemek, içmek, düşmandan sakınmak,
silah hazırlamak, şanı yüce Allah'ın sünneti gereğince mûtâd olan şeyleri
kullanmak gibi, mutlaka yerine getirilmesi gereken sebepleri yerine getirmek
hususunda da onun Peygamberinin sünnetine tabi olmaktır.
Sufilerin muhakkik
olanları da bu görüştedirler. Şu kadar var ki, onların kanaatine göre, bu
sebepleri yerine getirmek suretiyle tatmin olup kalbin sebeplere yöneltilmesi
halinde tevekkül adını almaya hak kazanılmaz, Çünkü sebepler, tek başlarına ne
bir menfaat sağlayabilir, ne bir zarar Önleyebilir. Aksine, sebep de sonuç da
şanı yüce Allah'ın fiilidir. Hepsi O'ndan-dır ve O'nun meşîeti İle gerçekleşir.
Tevekkül eden kişi, ne vakit bu sebeplere kalbi ile meyledecek olur ise, artık
o, bu isimden (mütevekkillikten.) sıyrılmış olur.
Diğer taraftan
tevekkül edenlerin de iki hali sözkonusudur. Birincisi, tevekkül hususunda
sağlamlaşmıs kişinin halidir. Böyle bir kimse kalbi ile bu sebeplerden herhangi
birisine iltifat etmez ve ancak bu konudaki emir gereğince sebepleri yerine
getirir. İkincisi ise, bu duruma gelmemiş olanın halidir ki, o da kimi zaman bu
sebeplere iltifat etmekle birlikte, ilmi yollarla, kat'i burhanlarla ve halî
zevkleriyle bunlara iltifatı nefsinden uzaklaştırır. O, bu durumunu, şanı yüce
Allah, lütfü ile kendisini sağlam mütevekkillerin makamına ulaşürıncaya ve
anilerin derecesine çıkartıncaya kadar devam ettirir.
[87]
123. Andolsun ki siz,
düşkünler iken Bedirde Allah size zafer vermişti. Allah'tan korkun ki,
şükretmiş olasınız.
124. Hani sen»
mü'minlcre; "İndirilmiş üçbin melekle Rabblnizin size yardım etmesi size
yetmez mi?* diyordun.
125. Evet, sabreder,
sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Kabbiniz
stee nişanlı beşbin melekle yardım edecektir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
Şanı yüce Allah'ın:
"Andolsun ki siz, düşkünler İken Bedir'de Allah size zafer vermişti"
buyruğunda sözünü ettiği Bedir gazvesi, hicretin onseki-zinci ayında, Ramazan
ayının onyedisine rastlayan cuma günü cereyan etmişti Bedir, bir suyun
bulunduğu ve o suyun bölgeye adını verdiği bir yerdir. Şa'bî der ki: Bu su,
Bedir adında Cüheyne'li bir adama aitti. O yere de bu ad verilmişti. Ancak
birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Vâkidî ve başkaları derler ki:
Bedir, belli bir yerin adıdır. Başka bir şeyden aktarılmış (nakledilmiş) bir
isim değildir. İleride yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nde (8/11. âyet-i
kerimenin tefsirinde) Bedir'e dair açıklamalarda da bu husus gelecektir.
"Düşkünler"
kelimesinin buradaki anlamı, sayıca az kimseler demektir. Çünkü, o sırada mü si
umanların sayısı üçyuz onüç yahut üçyüz ondört kişi idi. Düşmanları ise,
dokuzyüz ile bin kişi idi.
Düşkünler" kelimesi,
'in çoğuludur. Burada bu (düşkünlük; zül) istiare yoluyla kullanılmış bir
isimdir. Yoksa onlar, kendi özleri itibari île aziz kimseler idiler. Şu kadar
var ki, düşmanlarına ve yeryüzünde bulunan bütün kâfirlerin toplamına nisbetle
sayıları düşünülecek olursa, onların düşkün görülmeleri ve yenilgiye
uğramaları gerekirdi. Nasr, (mealde; zafer); yardım demektir. Allah, Bedir günü
onlara yardım etmişti. O günde müşriklerin ileri gelenleri öldürülmüştü. Ve
İslâm, o günün temeli üzerine bina edilmişti. Peygamber (savVın ilk savaşı idi.
Müslim'in Sahihinde Bürey-de'den şöyle dediği nakledilmektedir:
"Rasûlullah (sav) onyedi gaza yapmış ve onların sekiz tanesinde fiilen
çarpışmıştır."
[88]
Yine Müslim'de îbn
îslıak'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Zeyd b. Erkam ile karşılaştım,
ona şöyle sordum; Rasûlullah (sav) kaç gazada bulundu? O; Ondokuz gaza yaptı,
dedi. Peki sen bunlardan kaçında onunla birlikte bulundun, diye sordum, bu
sefer: Onyedi gazada bulundum dedi. Yine: Hz. Peygamberin yaptığı ilk gaza
hangisidir? diye sordum, O: Zatü'l-U.sey-re veya Zatü'l-Uşeyr dedi.
[89]
Bütün bunlar; tarih ve
siyer bilginlerinin kabul ettiklerine muhalif görülmektedir. Muhammed b. Sa'd,
Tabakat adlı eserinde şöyle demektedir: Rasûlullah (savVın gazvelerinin sayısı
yirmiyedidir. Seriyye sayısı ise elli altıdır. Bir başka rivayette de kırk
altıdır. Rasûlullah (sav)'ın savaştığı gazveler ise, Bedir, Uhud, Mureysi',
Hendek, Hayber, Kurayza, Fetlı (Mekke'nin fethi), Huneyn ve Taif gazalarıdır.
Yine İbn Sa'd der ki: Bize nakledenlerin İcma ile söyledikleri bunlardır Kimi
rivayetlerde de Hz. Peygamber, Nadiroğullan, Hayber dönüşü, Va'di'l Kura ve
el-Gabe gazvelerinde de savaşmıştır.[90]
Bu husus böylece
ortaya çıktığına göre, şunları söyleyebiliriz: Zeyd de Bu-reyde de her biri
kendi bildiklerini veya tanık olduklarını anlatmıştır. Zeyd'in: "Hz.
Peygamber'in ilk gazvesi Zutü'l-Useyre (el-Uşeyre) gazvesidir" şeklindeki
sözü de aynı şekilde tarih ve siyer bilginlerinin söylediklerine muhaliftir.
Muhammed b. Sa'd der
ki: Zatül-Uşeyre gazvesinden önce, Hz. Peygamber'in bizzat yaptığı üç tane
gazve daha vardır.[91]
İbn Abdi'1-Berr de;
"ed-Durer fi'l-Meğazt ve's-Siyer" adlı eserinde şöyle demektedir:
Rasûlullah (sav)'ın
bizzat katıldığı ilk gazvesi, Safer ayındaki Ebvâ gazvesidir. Şöyle ki, Hz,
Peygamber Rebiül-evvel ayının onikisinde Medine'ye ulaştı. Rebiül-evvel ayının
geri kalan zamanını Medine'de geçirdiği gibi, o yılın geri kalan süresini ve
hicretin ikinci yılından da Saler ayına kadar olan süreyi Medine'de geçirdi.
Daha sonra sözü geçen yılın Safer ayında Medine'ye Saad,b. Ubâde'yi yerine
vekil bıraktı ve Veddan'a kadar gitti. Orada Damraoğulları ile bir banş
antlaşması yaptı. Oradan Medine'ye savaşmaksızın geri döndü. İşte Ebvâ'a
gazvesi diye bilinen gazve de budur. Sonra, Medine'de aynı yılın Rebiü'l-evvel
ayma kadar kaldı. Daha sonra, aynı yıl içerisinde Medine'ye es-Saib b, Osman
b. Maz'ûn'u yerine vekil tayin edip, Medine'nin dı-şına çıktı ve Radvâ
tarafında Bavat denen yere kadar gitti. Ondan sonra da Medine'ye savaşmaksızın
geri döndü. Daha sonra Rebiul-ulâ ayının geri kalan süresi ile Cuma de'kıla'nm
bir miktarını Medine'de geçirdikten sonra Medine'nin dışına gazada bulunmak
üzere çıktı, Medine'ye de Ebu Seleme b. Abdülesed'i vekil bıraktı. Milk yolu
üzerinden Zatül-Useyre'ye doğru yola koyuldu.
Derim ki: İbn İshak,
Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben ve Ali b. Ebi Talib,
Yenbû'un iç taraflarındaki Zatü'l-Uşeyre gazvesinde iki yol arkadaşı idik.
RasûlulLah (sav) oraya varıp konaklayınca, orada bir ay kadar bir süre ikâme
etti. Orada Mudlicoğullan ile onların Damraoğulların-dan anlaşmalıları
olanlarla bir barış antlaşması akdetti. Alî b, Ebi Talib bana şöyle dedir Ey
Ebu'l- Yakzân (Ammar'ın künyesi), ne dersin, şu kendilerine ait (hurmalıktaki)
pınar başında çalışan Mudi icoğu Harına mensup bir topluluğun yanına gidip
onların nasıl çalıştıklarını bir görelim mi? Biz de onların bulundukları yere
gittik, bir süre onların çalışmalarını seyrettik. Daha sonra uyku bizi bürüdü.
Biz de toprağı bol bîr yerde küçük arıların bulunduğu bir yere gittik ve orada
uyuduk. Allah'a yemin ederim ki, bizi Rasûlullah (sav) gelip ayağıyla
uyandırıncaya kadar uyanmadık. Rasûlullah bizi uyandırınca, o topraklardan
üstümüz başımız bulanmış olduğu halde kalkıp oturduk. İşle Rasûlullah (sav) o
gün Ali'ye- (toprağa bulanmış olduğundan dolayı) "Bu ne hal Ey Ebû Turab
(toprağın babası)! dedi. Biz de Hz. Peygambere durumumuzu anlatınca şöyle
buyurdu: "Ben sizlere insanlar arasında en bedbaht iki adamın kimler
olduğunu haber vereyim mi?" Biz: Bildir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle
buyurdu: "Seımıd kavminden o dişi deveyi kesen Uhaymir ile ey Ali, sana
şuranın üzerine vuran -deyip Rasûlullah (sav) elini başına koydu- ve bu darbesi
dolayısıyla da senin şuranı kana bulayacak olan kişidir" dedi ve elini de
sakalının üzerine koydu.[92]
Ebû Ömer {.İbn
Abdi'1-Berr) der ki: Rasûlullah (sav) Cumadelûlâ'nın geri kalan'süresi ile
Cumadeul-âhire'den bir kaç gün daha orada kaldı ve orada Mudlicoğullan ile
barış antlaşması yaptıktan sonra savaşmaksızın geri döndü. İşte bundan birkaç
gün sonra Bedir gazvesi meydana geldi. İşte, tarih vesiyer bilginlerinin
hakkında şüphe etmedikleri husus budur. Buna göre Zeyd b, Erkam, ancak kendi
bildiği bir hususu anlatmış olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Zatü'l-Uşeyre'ye
"Zatül-Useyr ve Zatül-Uşeyr" de denilir.
İşte bundan sonra
büyük Bedir gazvesi olmuştur ki, bu da o gazvede bu lunanlar için en üstün, en
faziletli ve en büyük gazvedir. İlim adamlarının bü yük bir topluluğunun
kanaatine göre, Allah, melekleri ile Peygamberine ve mü'minlere bu gazvede
yardımcı olmuştur. Ayetin zahiri de buna delalet etmektedir. Yardım, Uhud'da
değil de bu gazvede olmuştur. Bu yardımın Uhud gününde olduğunu söyleyenler
ise, yüce Allah'ın: "Andolsun kî...Be-dlr'de Allah size zafer
vermişti" buyruğundan "şükretmiş olasınız" buyruğuna (yani,
123. âyet-i kerimeye) kadar olan bölümü iki ifade arasında bir ara cümlesi
olarak kabul etmektedir. İşte Amir eş-Şabînin görüşü budur. Ancak, diğerleri
ona muhalefet etmişlerdir.
Diğer taraftan
meleklerin Bedir günü savaşta bulunduğu ve çarpıştıklarına dair rivayetler,
ardı arkasına gelmiş ve birbirini pekiştirmektedirler. Bunlardan birisi de Ebu
Useyd Malik b. Rabia'nm sözleridir. Ebu Useyd, Bedir günü hazır bulunanlardan
idi. O şöyle demiştir: Şu anda sizinle birlikle Be-dir'de bulunsam ve gözlerim
görseydi, ben sizlere meleklerin çıkıp geldikleri dağ yolunu hiçbir şüphe ve
tereddüde kapılmaksızın gösterecektim.[93] Ebu
Useyd Malik b. Rabia'nın bu sözünü, Akil, ez-Zührî!den, o, Ebu Hazım Seleme b.
Dinar yoluyla rivayet etmiştir.
İbn Ebi Hatim der ki:
ez-Zührî'nin Ebu Hazım yoluyla bu tek hadisten başka yaptığı bir rivayeti
bilinmemektedir. Ebu Useyd ise, denildiğine göre Be-dire katılanlar arasında en
son vefat eden kişidir. Bunu, Ebû Ömer elîstîâb adlı eserinde ve başkaları da
ifade etmişlerdir.
Müslim'in Sahih'inde
de Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Bedir günü Rasûlullah
(sav) müşriklere baktı, onların bin kişi, ashabının ise üçyüz ondokuz kişi
olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -Allah'ın salât ve selâmı
üzerine olsun- kıbleye yöneldi, sonra da ellerini uzatarak Rabbine şöylece
seslenmeye başladı:
"Allah'ım, bana
olan vadini gerçekleştir. Allah'ım, bana vadettiğini ver, Allah'ım, eğer şu müslümanlar
topluluğu helak olursa, yeryüzünde sana ibadet olunmayacaktır."
Rasûlullah (sav) kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış olarak Rabbine seslenmeye
devam edip durdu, Sonunda ridâsı omuzlarımn üzerinden düştü. Ebu Bekir yanına
varıp rîdnsıru aldı ve tekrar omuzlarına koydu. Daha sonra arkasında durup
şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Rabbine bu kadar niyaz ettiğin yeter.
Şüphesiz ki O, sana verdiği vadini yerine getirecektir. Bunun üzerine şanı yüce
Allah: "Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: Şüphesiz Ben,
size, meleklerden birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim; diyerek
duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) buyruğunu indirdi. Ve yüce
Allah, meleklerle Peygamberine yardım etti.
Ebu Zumeyl der ki: îbn
Abbas bana şunları anlattı: O gün müslümanlar-dan bir kişi önündeki
müşriklerden birisini hızlıca takip ederken, üst taraflardan bir kamçı darbesi
sesi ve bir süvarinin şöyle dediğini işitti; İleri ey Hay-zûm! Önündeki müşrike
baktı ve sırt üstü yere yıkıldığını gördü. Yere düşen bu müşriğe bakınca da
burnunun kırılmış ve yüzünün de -bir kamçı yemiş-çesine- yarılmış ve yüzünün
her tarafının morarmış olduğunu gördü. Ensar'dan olan bu kişi gelip bunu
Rasûlullah (sav)'a anlatınca, Hz. Peygamber de: "Doğru söyledin, bu
üçüncü semadan yardıma gelen meleklerdendir." O gün müs-lümanlar, yetmiş
kişi öldürmüş, yetmiş kist de esir almışlardı... diyerek hadisin geri kalan
bölümünü zikretti.[94] Bu
hadisin geri kalan bölümleri de yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nin
sonlarında (S/67. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Böylelikle sünnet de, Kur'ân-ı
Kerîm de cumhurun dediğini destekler mahiyette vârid olmuştur. Yüce Allah'a
hamd olsun.
Harice b. İbrahim'den
o, babasından rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) Hz. Cebrail'e: "Bedir
günü meleklerden ilerle ey Hayzum! diyen kimdi?" diye sorunca, Cebrail
de: "Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki ey Muhammed" diye cevap
verdi.
[95]
Ali (r.a)'dan
nakledildiğine göre» insanlara irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiş: Ben,
Bedir kuyusundan su çekmek isterken hiçbir şekilde benzerini görmediğim
şiddetli bir rüzgâr gelip gitti. Daha sonra yine -ondan önce eseni müstesna-
benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr daha esti. (Hz. Ali'den bunu rivayet
eden kişi) dedi ki: Zannederim bir şiddetli rüzgârdan daha söz etti.
Birinci rüzgâr,
Cebrail idi. O, bin melek ile birlikte Rasûlullah (sav)'ın yardımına geldi.
İkinci rüzgâr isef bin melek ile birlikte gelen Mikâil idi. Bunlar da
Rasûlullah (sav)'ın sağında yer aldılar. Ebu Bekr de onun sağında idi. Üçüncü
rüzgâr ise İsrafil idi. O da bin melek ile birlikte gelip Rasûlullah (sav)'ın
solunda yerini aldı. Ben de sol kanatta idim.
[96]
Sehl b. Huneyf
(r.a)'dan dedi ki: Bedir günü, bizim herhangi birimizin kılıcı ile müşrikin
kafasına işaret etmekle birlikte kılıcımız daha başına ulaşmadan kafasının
vücudundan kopup düştüğünü görüyorduk. er-Rueyyı' b. Enes'den dedi ki: Bedir
günü insanlar, melekler tarafından öldürülenleri, kendilerinin
öldürdüklerinden boyunlar ve parmaklar üzerinde ateşte dağlanmış-çasına bir alâmetten
ayırt edebiliyorlardı.[97]
Bütün bunları, Beyhakî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Melekler de fiilen çarpışıyorlardı. Kâfirlere vurdukları
darbelerin alâmeti apaçık belli oluyordu. Çünkü, darbelerinin isabet ettiği
her bir yerde ateş alevi ortaya çıkıyordu. O kadar ki Ebû Cehil, Lbn Mes'ud'a:
Beni sen mi öldürdün (sanıyorsun)? Hayır, beni bütün gayretlerime rağmen
kılıcımın ucu atının tırnağına dahi ulaşmayan bir kişi öldürdü, demiştir.
Meleklerin sayıca çok
oluşunun faydası ise, müminlerin kalbine sükûn vermekti. Çünkü yüce Allah, bu
melekleri Kıyamet gününe kadar cihad edecek melekler kılmıştır. Allah için
sabredip ecrini Allah'tan bekleyen herbir orduya melekler de katılır, onlarla
birlikte savaşırlar.
İbn Abbas ve Mücahid
der ki: Melekler ancak Bedir günü çarpışmışlardır. Bunun dışındaki günlerde
ise, savaşta hazır bulunurlar, fakat savaşmazlar. Onlar, yalnızca bir sayı
çokluğu veya bîr yardım gücü teşkil ederler.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Meleklerin çokluğunun faydası, dua ve teşbih etmeleri ve o gün
savaşanların sayısını artırmalarıdır.
Bu görüşe göre
melekler Bedir günü çarpışmamışlar, sadece mü'minlere sebat verilmesi için dua
etmek üzere hazır bulunmuşlardır. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha
çoktur.
Katade der ki: Bu olay
Bedir günü olmuştu. Yüce Allah müzminlere önce bin melek ile yardım göndermiş»
sonra da bunlar üçbin melek olmuşlardı. Daha sonra da beş bin melek oldular.
İşte Yüce Allah'ın; "Hani siz Rab-binizden yardım diliyordunuz da, O da:
Muhakkak Ben size, birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim, diyerek
duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) buyruğu ile; "İndirilmiş
üçbin melekle Rabbinizüı size yardım etmesi size yetmez mi (Âl-i İmran, 3/124)
buyruğu ile: "Evet, sabreder sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu
cihetlerinden gelirlerse, Rab biniz sim nişanlı beş bin melekle yardım
ölecektir" (Âl-i İmran, 3/125) buyruklarında anlatılanlar bunlardır.
Mü'minler, Bedir günü sabrettiler, Allah'tan korktular, sakındılar. Allah da
vâdettiği üzere beş bin melek ile onlara yardım gönderdi. Bütün bunlar Bedir
günü olmuştu.
el-Hasen der ki: Bu
beşbin melek, Kıyamet gününe kadar mü'minler için yardımcı bir güç kalmaya
devam edecektir.
eş-Şa'bî der ki:
Peygamber (sav) ve ashabına Bedir günü şöyle bir haber ulaşmıştı:
Muhariboğullarından Kürz b. Cabir, müşriklere yardımcı olmak istiyor. Bu ise
hem Peygambere hem müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üzerine de yüce Allah:
"İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi?"
buyruğundan itibaren "... nişanlı beşbin melekle yardım edecektir"
buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu. Kürz yolda iken müşriklerin bozguna
uğradıkları haberini alınca, onlara yardıma gelmedi ve geri döndü. Yüce Allah
da mü'minlere beşbin me]ek ile yardım göndermedi. Daha önceden ise, bin melek
ile onlara yardım edilmişti.
Şöyle de denilmiştir:
Allah, Bedir günü mü'minlere, itaati üzere sabreder ve haramlardan sakınacak
olurlarsa bütün savaşlarında da onlara yardımcı göndereceğini vâdetmişti.
Ort]ar Ahzap günü dışında sabretmediler ve yasaklarından çekinmediler. Bunun
için yüce Allah da (Ahzab Gazvesi'nde) Ku-rayzaoğullarını muhasara etmeleri
üzerine onlara yardımcılar göndermişti.
Şöyle de denilmiştir:
Bu yardım, Uhud günü gerçekleşmişti. Allah, sabrettikleri takdirde onlara
yardımcılar göndereceğini vâdetmişti. Onlar ise sabretmediler, o da tek bir
melekle dahi onlara yardım etmedi. Eğer, onlara yardım gönderilmiş olsaydı
bozguna uğramazlardı. Bu açıklamayı da İkrime ve ed-Dahhâk yapmıştır.
Saa'd b. Ebi Vakkasdan
şöyle dediği sabit olmuştur: Ben, Bedir günü Rasûlullah (sav)'ın sağ ve solunda
beyaz elbiseleri bulunan iki adam gördüm. Bunlar onun önünde alabildiğine çetin
bir şekilde savaşıyorlardı. Bu iki kişiyi ne önceden görmüştüm, ne de sonra
gördüm;
[98] ' buna ne dersiniz? diyene
şu şekilde cevap verilir:
Belki de bu, Peygamber
(sav)'a has bir durumdu. Allah, özel olarak ona, onu savunmak üzere iki melek
göndermiş olabilir. Bu ise, Ashab-ı Kirama gönderilmiş bir yardım değildir.
[99]
Meleklerin inmesi,
şanı yüce Rabbin bizzat muhtaç olmadığı yardım sebeplerinden bir sebeptir.
Böyle bir sebebe Yüce Rab değil, yaratıkların ihtiyacı vardır. O halde,
kalbimiz yalnızca Allah'a taalluk etmeli, yalnızca Ona güvenmelidir. Sebepli
sebepsiz biricik yardımcı Odur, "O, bir şeyi dilerse, Ö'nun emri sadece
ona: Ol, demesidir. O da oluverir," (Yâsîn, 36/82^
Ancak yüce Allah bunu,
insanlar eskiden beri devam edegelen ve kendilerine emretmiş olduğu şekilde
sebeplere yapışsınlar diye haber vermektedir. "Ve sen, Allah'ın
sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın."(el-Alızâb, 33/62) Bunun da
tevekküle aykırı bir tarafı yoktur. Ayrıca bununla: Sebepler, ancak zayıflar
için bir sünnet olmuştur. Yoksa güçlüler için değil, diyenlerin görüşleri de
reddedilmektedir. Çünkü asıl güçlü olanlar Peygamber (sav) ve ashabı idi
Onların dışındakiler de zayıfların tâ kendileridir.
Fiilin şekli,
kötülüklerde yardım etmeyi, şekli ise, hayırda, iyi hususlarda yardım etmeyi
ifade etmek için kullanılır ki, buna dair açıklamalar daha önce Bakara
Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Hayve kelimesini,
"z" harfi esreli ve şeddesiz olarak okumuştur. Yardımı
beraberlerinde indirenler olarak, demektir. İbn Âmir ise "z" harfini
şeddeli ve üstün olarak, çokluk anlamı İfade edecek şekilde okumuştur
Daha sonra Yüce Allah:
"Evet" diye buyurmakta ve ifade burada tamam olmaktadır.[100]
"Sabreder"
ifadesi bir şarttır. Yani düşman ile karşılaşmanız halinde sabreder ve
"sakınırsanız" demek olup, bu da ona atfedil mistir. O'nun
ma-siyetinden sakınırsanız demektir. Cevabı da: Yardım edecektir" buyruğudur.
" Bu
cihetlerinden" buyruğu, geldikleri bu taraftan demektir. Bu açıklama,
İkrime, Katade, el-Hasen, er-Rabi, es-Süddî ve îbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.
Bunun; gazap ve öfkelerinden... anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu
açıklama Mücahid ve ed-Da|ıhâk1tan nakledilmektedir. Çünkü onlar, Uhud günü,
Bedir günü gördükleri ve çektiklerinden ötürü bayağı öfkelenmiş idiler, Ancak
bu kelimenin (mastar olarak) asıl anlamı, bir şeyi kast etmek ve ciddiyetle,
ısrarla, gayretle o işe yönelmek, koyulmak demektir. Bu da Tencere kaynayıp
taştı, ifadesinden alınmıştır İse, öfkeyle dolup taştı, demektir. Duraksamadan
ve derhal o işi yaptı, manasına gelir. ise, tencereden taşan şey manasına
gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: Ve tandır kaynayıp taştı" (Hûdt 11/40) diye
buyurulmaktadır. Şairde şöyle demiştir:
"Tencereleri
taşar üzerimize, biz de (ona su ve benzerî şeyler katarak) onun kaynayıp
taşmasını önleriz."
[101]
Yüce Allah'ın:
Nişanlı" kelimesi "vav" harfi üstün olarak is-m-i mef'ûldür. İbn
Âmir, Hamze, el-Kisaî ve Nâfi'in kıraati bu şekildedir. Belli birtakım alamet
ve nişanlan bulunanlar olarak, demektir. Şeklinde "vav" harfi esreli
okunursa; ism-i fail olur. Bu da Ebu Amr, İbn Kesir ve Asım'm kıraatidir.
Önceki manaya gelme ihtimali de olabilir. Yani bunlar, birtakım alâmetler ile
hem kendilerini, hem de atlarını nişanlanmışlardı. Taberî ve başkaları da bu
kıraati tercih etmiştir. Çoğu müfessir de şöyle demiştin Bu şekilde
"vav" harfinin esreli okunuşu, onlar baskın ve hücumda atlartnı
serbest btrakmışlar olarak, salmışlar olarak demektir. el-Mehdevî, bu mananın
"vav" harfinin üstün okunuşu halinde sözkonusu olacağını
zikretmiştir. Yani yüce Allah onları kâfirler üzerine böylece göndermişti. İbn
Fûrek de böyle açıklamıştır.
Birinci kıraat ile
ilgili olarak ilini adamları, meleklerin nişan ve alâmetleri hususunda farklı
görüşler onaya atmışlardır. Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve diğerlerinden
rivayet olunduğuna göre melekler, uçlarını omuzları arasına saldıkları beyaz
birtakım sarıklar sarmışlardı. Bunu, Reyhakî, İbn Abbas'tan naklettiği gibi,
el-Mehdevî de ez-Zeccâc'dan nakletmiştir. Ancak Cebrail (a.s), ez-Zübeyr İbn
Avvâm'io sarığına benzer san bir sarık sarmıştı. İbn îshak da böyle demiştir.
er-Rabi der ki: Onların nişanlan siyah beyaz renkli atlar üzerinde bulunmaları
idi.
[102]
Derim ki: el-Beyhakî,
Süheyl b. Amr (r.a)'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, Bedir günü siyah
beyaz renkli atlar üzerinde sema ile arz arasında nişanlı bir takım kimseler
gördüm. Bunlar, hem müşriklerden adam öldürüyor, hem esir alıyorlardı. Burada
Süheyl'in ayrıca "nişanlı" ifadesini kullanması, siyah beyaz renkli
atların âyet-i kerimede sözü geçen nişanın kendisi olmadığını gösterir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mücahid de der ki: Meleklerin atlarının
kuyrukları ve yeleleri kesilmiş, alınlarında ve kuyruklarında renkli yünler
ile sade yünden alâmetler bulunuyordu.
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre melekler, Bedir günü atlarının alın ve kuyruklarına beyaz yün
İle nişan koymuşlardı. Abbâd b. Abdullah b. ez-Zübeyr ile Hişam b. ürve ve
el-Kelbî de şöyle demişlerdir: Melekler, Zübeyr gibi üzerlerinde omuzları
arasına uçları sarkıtılmış san sarıklar giyinmiş oldukları halde indiler.
ez-Zübeyr!in iki oğlu Abdullah ve Urve de böyle demişlerdir Abdullah der ki:
Zübeyr (ra)'m sarık olarak kullandığı, san bir çarşaftan ibaretti.
[103]
Derim ki: Âyet-i
kerime, kabile ve askerî birliklerin bir takım nişan ve işaretler edinmelerine
delil teşkil etmektedir Bunları, sultan (halife veya komutan) onlar için tayin
ve tesbit eder. Böylelikle savaş esnasında her bir kabile ve birlik
diğerlerinden ayırt edilebilir.
Aynı şekilde âyet-i
kerime, meleklerin bu türden atlar sırtında gelmiş oldukları dolayısıyla,
ablak (siyah beyaz renkli) atların faziletine de delildir.
Derim ki: Meleklerin
bu tür atlar üzerinde gelmeleri, el-Mikdâd'ın atına benzemesi için olabilir.
Çünkü onun atı da ablak idi ve orduda başka bir at da yoktu. O bakımdan
melekler el-Mikdad'a ikram için ablak atlar üzerinde İnmiş olabilirler. Nitekim
Hz. Cebrail de ez-Zübeyr gibi sarı bir sarık sarınmış olarak inmişti.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[104]
Âyet-i kerime yün
giyinmeye de delil teşkil etmektedir. Peygamberler de salih kimseler de yün
giyinmişlerdir. Ebû Dâvûd ve -lafız kendisinin olmak üzere- İbn Mâce, Ebû
Burde'den, o, babasından şöyle dediğini rivayet ederler: Babam bana dedi ki:
Biz, Rasûİullah (sav) ile birlikte bulunduğumuz sırada yağmur üzerimize
yağdıktan sonra yanımızda bulunmuş olsaydın, bizim koyunlar gibi koktuğumuzu
görürdün.
[105]
Peygamber (sav) 'da
yenleri dar, yünden bir Bizans cübbesi giyinmiştir. Bunu da hadis imamları
rivayet etmişlerdir.
[106]
Hz. Yunus da yün cübbe
giyinmiştir. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.
[107]
Bu hususa dair daha
geniş açıklamalar, Yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûre-si'nde (16/80. âyet, 3-
başlıkta) gelecektir.
[108]
Derim ki: Mücahid'in
nakline göre, meleklerin atlarının kuyruklarının ve yelelerinin kesilmiş olma
ihtimali uzaktır. Çünkü, Ebû Davud'un Musannef inde (Sünen'inde) Utbe b. Abd
es-Sulemî den, onun Rasûİullah (savVı şöyle buyururken dinlediği rivayet
edilmektedir: "Atların perçemlerini de yelelerini de kuyruklarım da
kesmeyiniz. Çünkü atların kuyrukları, onların kendilerini korudukları
araçları, yeleleri onların ısıtıcısıdır. Hayır ise onların alınlarında
düğümlenmiştir."
[109]
Buna göre Mücahid'in bu sözünün kabul edilebilmesi için meleklerin atlarının
bu şekilde olduklarını ortaya koyan ayrıca bir nakli gerektirmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ayrıca âyet-i kerime
beyaz ve san renginin güzelliğine de delil teşkil etmektedir. Çünkü melekler
bu renkte sarıklar giyinmiş oldukları halde inmişlerdi. İbn Abbas der ki; Sarı
ayakkabı giyenin ihtiyacı giderilir.
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz, Çünkü o, giyindiğiniz elbiselerin en
hayirlısıdır. Ölülerinizi de beyaz renkli elbiselerle kefenleyiniz,
[110]
Sarıklar ise Arapların tadan ve elbiseleridir."
[111]
Rükâne -kif Peygamber
('sav) ile güreşmiş, Hz. Peygamber de onun sırtını yere yıkmıştı- şöyle dediği
rivayet edilmiştir; Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bizlerle
müşrikler arasındaki fark başımızdaki berelerimizin üzerine sarık
sarmamızdır." Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir,
[112]
Buharı der ki: Bu hadisin senedinde meçhul raviler vardır. Ve onlardan kimin
kimden hadis işittiği bilinmemektedir.
[113]
126. Bunu (yardımı)
Allah sîze sırf biı müjde olsun ve kalplerinle bununla yatışsın dîye yaptı.
Yoksa zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'tandır.
127. Küfre sapanların
bir kısmını kessin, yahut kedere boğsun da ümitsiz olarak geri dönüp gitsinler
diye.
Yüce Allah'ın:
"Bunu, Allah sise sırf bir müjde olsun., dîye yaptı" buy-ruğundaki
zamir, gönderilen yardıma aittir. Bu ise melekler yahut yardım vaadi veya
yardım göndermekten ibarettir. Buna da yüce Allah'ın: "Yardım edecektir"
buyruğu delil teşkil etmektedir.
Zamir, nişan ve
alâmete veya meleklerin indirilmesine yahut da gönderilecek meleklerin
sayısını bildiren ifadelere de ait olabilir. Çünkü, beşbin kişi bir sayıyı
ifade etmektedir.
"Ve kalpleriniz
bununla yatışsın diye" anlamını ifade eden buyrukta, "diye"
anlamını veren "lâm," lanv-ı key diye bilinir. Yani, kalplerinizin
bununla yatışıp huzur bulması için o bunu böyle yaptı. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve korumak için
böyle yaptık." (Fussilet, 41/12) O semâyı korumak üzere Allah bunu böyle
yaratmıştır, anlamındadır.
"Yoksa
zafer" yani mü'minlere yardım "ancak Azîz ve Hakim olan Allah'tandır*"
Kâfirlerin zafere ulaşması bunun kapsamına girmez. Çünkü kâfirlerin galip
gelmeleri, ancak ve ancak yardımsızlıkla ve yenilgiye uğramakla etrafı
kuşatılmış kötü akibet ve hüsranla çevrelenmiş bir mühlet vermekten ibarettir.
"Küfre sapanların
bir kısmını" öldürmek suretiyle "kessin" buyruğuna gelince;
âyetin na^mı (ifade dizilişi) şöyledir: Andolsun Allah, küfre sapanların bir
kısmını kessin diye Bedir'de size yardım etmiştir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Yardım -Allah bu yolla küfre sapanların bir kısmını kessin
diye- ancak Allah'tandır.
Bunun; "Size...
yardım edecektir" buyruğu ile ilgili olması da mümkündür. Yani, küfre
sapanların bir kısmını kessin diye size yardım edecektir. Bundan kasıt ise,
Bedir günü öldürülen müşriklerdir. Bu açıklama da el-Hasen ve başkalarından
nakledilmiştir. es-Süddî de der ki: Bununla kast edilenler, Uhud günü öldürülen
müşriklerdir-. Bunlar onsekiz kişi idi.
Onları kedere
boğsun." Onları üzüntüye gark etsin, demektir. (Bu kelimenin bu anlamda
kullanılışına örnek olmak üzere) Rivayete göre, Peygamber (sav) Ebu Talha'nın
yanına gelmiş, oğlunun kederli, üzüntülü (mekbût) olduğunu görünce: Bu neden
böyle? diye sormuş, ona devesi öldü diye cevap verilmiştir.[114]
Bu kelimenin aslı,
kimi dilcilerin naklettiklerine göre, şeklindedir, bu ifade, üzüntü, keder ve
öfke onların ciğerlerine isabet eder ve işler manasınadır. Burada
"dâl" harfi "te'ye dönüştürülmüştür.
Nitekim, Başını tıraş
etti" ifadesinde de "te" ile "dâl" harfi birbirine
dönüştürülebilmektedir. ise, Allah düşmanı püskürtEü ve zelil etti, manasına
gelir.
ifadesi de ciğerine
isabet ettirdi, demektir. Meselâ, keder ciğerini yaktı, yahut düşmanlık
ciğerini yaktı tabirleri kullanılır. Araplar da düşmanı kastetmek üzere
"ciğeri kara" tabirini kullanırlar, Şair el-A'şâ der ki:
"Bir topluluğa
gitmek için zorlanmana gelince, îşte asıl düşmanlar ve kara ciğerliler
onlardır."
Sanki ciğerler, aşın
düşmanlıktan dolayı kavrulmuş da kararmış gibidir.
Ebu Miclez ise bu
kelimeyi, şeklinde "dal" harfi ile okumuştur. Hâib (ümitsiz kimse);
ümidi kesilmiş kimse demektir. İstediğini elde edemeyen kimse hakkında kullanılır.
"Hayyâb" ise ateş yakmakla sonuçlanmayan çakış demektir.
[115]
128. Elinde emirden
birşey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları için
onları azaplandırır.
129. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder;
Allah Gafur'dur, Rahîm’dir.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Müslim'in Sahili'inde
sabit olduğuna göre, Peygamber (sav)'ın Uhud günü ön dişi kırılmış, başı
yaralanmıştı. Bunun üzerine akan kanlarını silmeye ve şöyle demeye koyulmuştu:
Peygamberleri kavmini Yüce Allah'a davet edip durduğu halde. Peygamberlerinin
başını yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felah bulabilir!" Bunun üzerine
yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" buyruğunu indirdi.[116]
ed-Dahhâk der ki:
Peygamber (sav), müşriklere beddua etmek isteyince, Yüce Allah da: "Elinde
emirden birşey yok" buyruğunu indirdi.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. Peygamber, toptan imha edilmeleri için beddua etmek üzere izin istedi.
Ancak, bu âyet-i kerime nazil olunca, onlardan bazılarının müslüman
olacaklarını anladı. Nitekim, aralarında Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, İkrime
b. Ebî Cehil ve başkalannın bulunduğu pek çok kimse de onlardan iman etmiş
idi.
Tirmizî"nin de
rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Peygamber (sav) dört kişiye beddua
ediyordu. Şam yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" buyruğunu
indirdi. Allah onları İslâm'a hidâyet etti. (Tirmizî) der ki: Bu, lıa-sen,
garip, sahih bir hadistir.
[117]
Yüce Allah'ın:
"Ya onların tevbesini kabul eder" anlamındaki buyruğun: "Küfre
sapanların bir kısmını kessin" buyruğuna atfedildiği söylenmiştir. Yani,
yüce Allah, ya küfre sapanların bir kısmını kessin yahut bozguna uğratmakla
onları kedere boğsun yahut onların bir kısırımın tevbelerini kabul etsin, ya
da bir kısmım azaplandırsın, demektir. Ya, yahut, veya" edatı, Tâ ki; ve
ancak... sa, anlamında olur. Nitekim şair İmruu'l-Kays bu şekilde bu edatı
şöylece kullanmıştır:
"Yahut da (tâ ki)
ölelim de mazur görülelim."
tlim adamlarımız der
ki: Hz. Peygamber İn: "Peygamberlerinin başını yaralayan bir kavim nasıl
iflah olabilir!" şeklindeki sözü, kendisine böyle bir şeyi yapanların
hidâyete muvaffak kılınmalarını uzak gördüğünü ortaya koymakla birlikte, yüce
Allah'ım "Elinde emirden bir şey yok buyruğu, onun uzak gördüğü şeyin
yakın bir ihtimal olduğunu ifade etmekte, müslüman olabilecekleri umudunu
aşılamaktadır. Hz. Peygamber'e bu hususta ümit verilince: "AUah'ıml Sen
benim kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye dua
buyurmuştur.
[118]
Nitekim Müslim'in
Sahihinde İbn Mes'uddan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben Rasûlullalı
(sav)'ı, kavmi kendisini vurduğu için yüzünden akan kanlan "Rabbim,
kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye silen
peygamberlerden bîr peygamberin halini anlatırken görür gibiyim.
[119]
İlim adamlarımız
derler ki; İbn Mes'ud'un hadisinde anlatan kişi de, durumu nakledilen kişi de
bizzat Rasûlullah (sav)'ın kendisidir. Buna delil de Hz. Peygamber'in Uhud günü
Ön dişi kırılıp yüzü yaralarınca, bu işin ashabına oldukça ağır gelmesi ve
onların: Keşke onlara beddua etsen, demeleri üzerine, Hz. Peygamber'in:
"Şüphesiz ki ben, lanet okuyan bir kişi olarak gönderilmedim. Aksine ben,
bir davetçi ve bir rahmet olmak üzere gönderildim. Allah'ım! Kavmime mağfiret
buyur. Çünkü onlar bilmezler" şeklinde açık ve sarih olarak gelen hadisi
buna delildir.
[120]
Sanki Hz. Peygambere,
bu husus, Uhud'daki bu durum vukua gelmeden önce vahiy île bildirilmiş ve bu
peygamberin kimliği ona tayin edilmemiş gibidir. Bu durum kendi başına
gelince, naklettiğimiz bu hadisin delili ile kastedilenin kendisi olduğu
ortaya çıkmış oldu. Yine bunu, Hz. Ömer'in Hz. Peygambere söylediği şu söz de
açıklamaktadır: Anam-babam sana feda olsun
Ey Allah'ın Rasûlü,
gerçekten Nuh, kavmine: "Rabbim, yer yüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan
bir kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyerek beddua etmiştir. Sen de bize bu
şekilde beddua edecek olursan kimse kalmamak üzere toptan helak oluruz.
Halbuki senin sırtına basıldı, yüzün kanatıldı, ön dişin kırıldı. Bununla
birlikte hayırdan başka bir şey söylemeyi kabul etmeyerek: "Rabbim,
kavmime mağfiret buyur Çünkü onlar bilmezler, dedin."[121]
Hz. Peygamber'in:
"Peygamberlerinin ön dişini kıran bir topluluğa, Allah, ileri derecede
gazab eder" şeklindeki ifadesinde kastedilen ise3 bu işi fiilen yapan
kimsedir. Biz, bu kişinin adını bu konudaki farklı görüşlerle birlikte
zikretmiş bulunuyoruz. Durumun, özellikle bu işi yapana has olduğunu
söylememizin sebebi ise, Uhud'da bulunanlardan bir topluluğun İslâm'a girmiş
olup bunların güzel bir şekilde İslama bağlanmış olmalarıdır.[122]
Kûfeli ilim
adamlarından birisi, bu âyet-i kerimenin, Peygamber (savcın, sabah namazının
son rekatinde rükûdan sonra yaptığı kunûtu nesh ettiğini iddia etmiş ve bu
hususta İbn Ömer'den gelen hadisi de delil göstermiştir. Buna göre İbn Ömer,
Peygamber (sav)'ı sabah namazının son rekatinde rükûdan başını kaldırdıktan
sonra şöyle buyururken dinlemiş:
Allah'ım, Rabbimiz, sonunda
da hamd yalnız sanadır" dedikten sonra: "Allah'ım, filâna ve filâna
lanet et" demesi üzerine, şanı yüce Allah da: "Elinde emirden birşey
yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları İçin onları
azaplan-dırır" âyetini indirdi. Bunu, Bulıarî rivayet etmiştir.
[123] Müslim
de bunu, Ebû Hureyre'den daha geniş olarak rivayet etmiştir.[124]
Ancak, bunda nesih
sözkonusu değildir. Şanı yüce Allah bununla, elinde emirden bîrşey olmadığına
dair Peygamber efendimizin dikkatini çekmekte ve onu uyarmaktadır. Gayba dair
Allah'ın kendisine bildirdiğinden başkasını bilemeyeceğini, işin bütünüyle
Allah'a ait olduğunu haber vermektedir. O, dilediği kimsenin tevbesini kabul
eder, dilediği kimseyi de acilen cezalandırır. İfadenin takdiri de şöyledir:
Emirden elinde bîr şey yok. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ne senin, ne
onların; yalnız Allah'ındır, O, dilediğine mağfiret eder, dilediğinin de
tevbesini kabul eder. Buna göre nesih diye bir şey sözfconusu değildir.
Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Elinde emirden bir şey yok" buyruğu her bir işin Allah'ın kaza ve
kaderiyle olduğunu açıkça ortaya koymakta, böylelikle Kaderi-ye'nin ve onlardan
başkalarının görüşleri de reddolunmaktadır.
[125]
İlim adamları, sabah
namazında ve diğer namazlarda kunut hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Kûfeliler, sabah namazında olsun, diğer {farz.) namazlarda olsun kunut yapmayı
kabul etmezler. Leys, Malik'tn arkadaşı olan Yahya b. Yahya el-Leysî el-Endenlüsî'nin
görüşü de budur, Şa'bî de bunu kabul etmez. Muvatta'da İbn Ömer'den
nakledildiğine göre o, hiçbir namazda kunut yapmazdı.
[126]
Nesaî'de de şu rivayet
vardır: Bize Kuteybe, Haleften haber verdi. O, Ebu Malik el-Eşcaî'den, o,
babasından dedi ki: Ben, Peygamber (savVın arkasında namaz kıldım. Kunut
okumadı. Ebu Bekir'in arkasında namaz kıldım o da kunut okumadı, Ömer'in
arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Osman'ın arkasında da namaz
kıldım o da kunut okumadı. Ali'nin arkasında da namaz kıldım, o da kunut
okumadı. Sonra şöyle dedi: Oğulcağızım o, bir bid'attir.
[127]
Bir görüşe göre
de sabah namazında her zaman, diğer namazlarda ise müs-lümanların başına bir
musibet geldiği vakit kunut okur. Bu görüşü, Şafiî ve Taberî ifade etmiştir Bîr
başka görüşe göre kunut, sabah namazında müste-habtır. Bu görüş Şafiî'den
rivayet edilmiştir. el-Hasen ve Suhnûn İse kunut sünnettir, demişlerdir. Ali
b. Ziyad'ın Malik'ten kunutu kasti olarak terkedenin namazı iade edeceğine dair
naklettikleri rivayet bunu gerektirmektedir, Taberî ise, kunûtu terketmenin,
namazı ifsad edici olmadığına dair icma bulunduğunu nakletmektedir
el-Hasen'den nakledildiğine göre ise, kunutu terket-mek, sehiv secdesi
gerektirir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî ise, Said b.
Abdülazİz'den, sabah namazında kunut yapmayı unutan kimse hakkında sehiv
secdesi yapar, dediğini nakletmektedir.
[128]
Malik ise, rüküdan
önce kunut yapmayı tercih etmiştir. İshak'ın görüşü de budur. Yine Malik'ten,
rükûdan sonra kunut yapacağına dair rivayet yapılmıştır. Bu şekildeki kunut
dört halifeden de rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu Şafiî, Ahmed ve îshak'ın
da görüşüdür, Ashab-ı Kiram'dan bir topluluktan ise bu hususta, namaz kılanın
muhayyer olduğunu ifade ettikleri görüşü rivayet edilmiştir. Dârakutnî de
sahih bir sened ile Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah
(sav) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumaya devam edip
durdu.
[129]
Ebû Dâvûd da
"el-Merâsîl" adlı eserinde, Halid b. Ebi İmran'dan şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasülullah (sav) Mudarlılara beddua ederken, Cebrail ona
gelerek: "Sus" diye işaret etti, o da sustu. Daha sonra Cebrail şöyle
dedi: Ey Muhammed, şüphesiz ki Allah, seni, ne sövüp sayan, ne de lanet okuyan
birisi olarak göndermiştir. O, seni ancak bir rahmet olmak üzere gönderdi.
Seni bir azab olasın diye göndermedi. "Elinde emirden hiç bir şey yok.
Allah, ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalim oldukları İçin onları
azaplandırır." Daha sonra Cebrail Hz. Peygambere gu kunûtu öğreterek dedi
ki;
"Allah'ım, şüphesiz biz, yalnız Senden
yardım dileriz. Yalnız Senden mağfiret dileriz. Sana iman eder, Sana zillet ve
İtaatle boyun eğeriz. Sana karşı nankörlük edenleri hal1 (iktidardan alaşağı)
eder, terk ederiz. Allah'ım, yalnız Sana ibadet eder, Sana namaz kılar ve
secde ederiz. Sana doğru gelir, hizmetine koşarız. Rahmetini umar ve kesin
azabından korkarız. Şüphesiz Senin azabın kafirlere yetişir."[130]
130. Ey İman edenler!
Kat kat faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki felah bulaşınız.
131- Vç kâfirler için
hazırlanmış olan ateşten sakınınız.
132- Allah'a ve
Peygamberce itaat edin ki, rahmete eresiniz.
Yüce Allah'ın:
"Ey İman edenleri Kat kat faiz yemeyin" buyruğundaki bu faiz yasağı,
Uhud ile ilgili açıklamalar arasına gelmiş bir ara cümlesi gibidir. tbn Atiyye
der ki: Ben, bu hususta rivayet edilen herhangi bir şey bilmiyorum.
Derim ki: Mücahid dedi
ki: Onlar, belli bir vadeye bir şey satarlar, vade gelince, bu ödeme vaktini
daha da ertelemek üzere o bedelin miktarını artırırlardı. Bunun üzerine yüce
Allah da: "Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin" buyruğunu indirdi.
Derim ki: Diğer
masiyetler arasında özellikle faizi sözkonusu etmesi, şanı yüce Allah'ın:
"Eğer yapmazsanız (faizden vazgeçmeyecek olursanız), Allah ve Rasûlünden size
savaş açılmış olduğunu biliniz" (el-Bakara, 2/279) buyruğunda, Allah'ın
savaş ilan etmiş olduğundan dolayıdır. Savaş ise, öldürülmenin habercisidir.
Sanki şöyle buyurulmuş
gibidir: Eğer faizden sakınmayacak olursanız, bozguna uğrar ve öldürülürsünüz.
Yüce Allah bununla, faizi terketmelerini emretmektedir. Çünkü onlar, faizli
işlemler yapıyorlardı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kat kat"
kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir, Katlanmış olarak" ifadesi ise, onun
sıfatıdır. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Anlamı şudur: Arapların borçları
kat kat artırdıkları o faizi yemeyin. Çünkü, faiz isteyen kişi: -Bakara
Sûresi'nde de geçtiği gibi: Borcunu mu ödersin, yoksa faiz mi verirsin? derdi.
"Katlanmış olarak" kelimesi ise, yaptıkları şekilde yıl beyıl bu
borcun katlanmasının tekrarlandığına bir işarettir Bu pekiştirici ifade,
onların yaptıkları işin ne kadar çirkin ve ne kadar şeni olduğunu
göstermektedir, İşte bundan dolayı, özellikle borcun kat kat artırılma hali
sözkonusu edilmiştir.
Yüce Allah'ın;
"Allah'tan korkun" yani, faizden elde ettiğiniz mallar hususunda
Allah'tan korkup onlan yemeyin. Daha sonra onları korkutarak: "Kâfirler
için hazırlanmış olan ateşten sakınınız" diye buyurmaktadır. Bu tehdit,
faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helal kabul eden kişi kâfir olur ve
kâfir olduğuna hükmedilir. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı, sizden imanı
söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir
işten uzak durunuz. Çünkü, kimi günahlar kişinin imanının sökülüp alınmasını
gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-babaya kötü davranış da
bunlardandır.
Bu hususta şöyle bir
rivayet de nakledilir: Alkame adındaki anne-baba-sına kötü davranan birisine,
ölüm esnasında: La ilahe illallah, de denilmiş, o, buna güç yetirememiş.
Nihayet annesi gelip ondan razı olmuş. Akrabalık bağlarını koparmak, faiz
yemek, emanete hainlik de bu türden günahlar arasındadır, Ebû Bekr el-Verrâk,
Ebu Hanife'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kuldan imanın en çok nez'
edildiği (çekilip alındığı) hal, ölüm esnasmdaki haldir.
Daha sonra Ebû Bekr
Cel-Verrâk) der ki: İmanı söküp alan günahlara baktık, kullara zulmetmekten
daha çabuk imanı söküp aian birşey göremedik.
Bu âyet-i kerimede,
Cehmiyyenin kanaatini reddetmek üzere ateşin mahlûk olduğuna delil vardır.
Çünkü, olmayan birşeyin hazırlanmış olduğundan söz edilmez Daha sonra yüce
Allah: "Allah'a ve Peygambere İtaat edin" diye buyurmaktadır. Yani,
farzlar hususunda Allah'a, sünnetler hususunda da Peygambere itaat edin.
"Allah'a itaat edin"
buyruğu ile faizin haram kılınışı hususunda ona itaat edin, "Rasûle itaat
edin" buyruğunda da, size, bunun haram olduğuna dair tebliğinde itaat
edin, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"... ki, rahmete
erdlrilesiniz1 Allah size rahmet ihsan elsin diye. Buna dair açıklamalar daha
önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[131]
133. Rabhinizden bir
mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete koşuşun. O, takva
sahipleri için hazırlanmıştır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
Koşuşun" anlamındaki buyruğunu, Nâfi1 ve İbn Âmir, "vav"sız
olarak; diye okumuşlardır. Medine ve Şamlıların Mushaflarında da böyledir. Yedi
kıraat imamının geri kalanlarında ise bu kelime, "vav”lıdır.
Ebû Ali der ki: Her
iki husus da yaygın ve doğrudur. Bunu, "vav"lı okuyanlar, cümleyi
cümleye atfettikleri için böyle okurlar. "Vav"sız okuyanlar isef
ikinci cümlenin birinci cümle ile içice olması ve böylelikle de Hvav" ile
atfa ihtiyaç bırakmaması dolayısıyla dır.
"M üs ara at;
koşuşmak" eli çabuk tutmak demek olup, "müfâale" veznin-dedir.
Âyet-i kerimede
hazfedilmiş ifadeler de vardır. Anlamı şöyledir: Mağfireti gerektiren bir iş
olan itaate koşuşun.
Enes b. Malik ile
Mekhûi, yüce Allah'ın: "Rabbinlzden bir mağfirete... koşuşun"
buyruğunu, ihram tekbirine (iftitah tekbirini imamla birlikte getirmeye)
koşuşun demektir, diye açıklamışlardır. Ali b. Ebi Tatib farzları edaya, Osman
b. Aiîan ise ihlasa koşuşun, diye açıklamışlardır. el-Kelbî ise, faizden tev-be
etmeye koşuşun diye açıklamıştır. Savaşta sebata koşuşun diye açıklandığı
gibi, başka açıklamalar da yapılmıştır.
Âyet-i kerime, bütün
bunları kapsayan umumî bir buyruktur. "Öyleyse siz de hayırlarda
birbirlerinizle yarışın" (el-Bakara, 2/148) buyruğu ile aynı ma-
nayı dile
getirmektedir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (Bakara Sûresi'nde işaret
eden âyet-i kerime açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır.
[132]
Yüce Allah'ın:
"Ve genişliği göklerle yer arast kadar olan cennete..." buy-ruğu>
eni, göklerle yerin eni kadar olan cennete...; takdirinde olup muzaf hazf
edilmiştir Yüce Allah'ın: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, yalnız bir
nefis gibidir1' (Lukman, 31/28") buyruğunda olduğu gibi. Bu da yalnızca
bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir, takdirindedir. Şair de şöyle
demektedir:
"Sen, devenin
böğürtüsünü keçi mi sandın? Yazıklar olsun Bana o keçi değildir.
Şair burada: Onun
böğürtüsünü keçinin meleme sesi mi sandm? demek istemektedir.
Bu buyruğun bir
benzeri de Hadîd Sûresi'nde yer alan; "Eni yerle göğün eni gibi olan bir
cennete..." (el-Hadidf 57/21) anlamındaki buyruğa benzemektedir.
Bu buyruğun te'vili
hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbas der ki: Nasıl ki
kumaşlar yayılıp, serilip ve biri diğerine ekleniyor ise, gökler ve yer de
birbirine eklenecek, bir araya getirilecektir. İşte bu, cennetin enini teşkil
eder. Boyunu ise Allah'tan başkası bilemez. Cumhurun görüşü de budur. Böyle
bir açıklamaya da karşı çıkılamaz. Çünkü, Ebû Zerin Peygamber (sav)'dan şu
hadisi şerifi naklettiği bilinmektedir; "Yedi gök ile yedi yer, Kürsî'ye
oranla ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış birkaç dirhem gibidir.
Kürsî de Arşa göre, ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğünde bırakılmış bir
halka gibidir."
[133]
İşte bunlar {.yani, Kürsî ile Arş) gökler ve yerden oldukça daha büyük
yaratıklardır. Şam yüce Allah'ın kudreti ise bütün bunlardan da büyüktür.
el-Kelbî der ki;
Cennetler dört tanedir: Adn cenneti, Me'vâ cenneti, Fir-devs cenneti ve Naîm
cenneti. Bunların herbirisinin eni, bir birine eklenecek olursa göğün ve yerin
eni kadardır. İsmail es-Süddî der ki: Eğer gökler ve yerler kırılıp dökülecek
ve hardal yapılacak olursa, her bir hardal tanesi karşılığında eni gökle yerin
eni kadar olan bir cennet ortaya çıkar.
Sahih hadiste de şöyle
denilmiştir; "Şüphesiz ki, cennet ehli arasında en düşük makamlı olan
kişi, yapabileceği bütün temennilerini yaptıktan sonra, yüce Allah'ın da
kendisine: Sana bütün bu dileklerin ve bir de onların on misli kadarı vardır,
diyeceği kimsedir." Bu hadisi Ebu Saİd el-Hudrî Hz. Peygam-ber'den rivayet
etmiş olup, bunu Müslim ve başkaları da kaydetmişlerdir.
[134]
Yala b. Ebi Murre der
ki: Ben, Heraklius'un Peygambere gönderdiği el-çİsİ olan et-Tenûhî ile kocamış
bir yaşlı iken Hums şehrinde karşılaştım. Şöyle dedi: Rasülullalı (sav)'ın
huzuruna HerakHus'un mektubunu götürdüm. Solunda duran bir adama bu mektup
sabitesini uzattı. Ben: Bu mektubu okuyacak adamınız hanginizdir? deyince
onlar: Muaviye'dir, dediler. Bir de baktım ki, benim adamımın (Keraklius'un)
mektubunda şunlar yazılıdır: Sen, bana beni eni gökler ve yer kadar olan bir
cennete davet ettiğin bîr mektup yazdın. Peki ateş nerede? Bunun üzerine
Rasûlullalı (sav) şöyle buyurdu: "Sub-hanallah. Peki, gündüz geldiği vakit
gece nerede?”[135]
İgte bu delile benzer
bir delili, Hz. Ömer de yahudilere karşı getirmiştir, Onlar, Hz. Ömer'e sizin:
"Genişliği göklerle yer arası kadar olaa bir cennet" şeklindeki
sözünüze göre cehennem nerede kalıyor? (Hz. Ömer onlara benzer cevabı verince,
bu sefer ona): Sen Tevrat'ta bulunana benzer bir cevap verdin, dediler.[136]
Şanı yüce Allah, eni
söz konusu etmek suretiyle boyuna dikkat çekmektedir. Çünkü boy, çoğunlukla en
ve genişlikten daha fazla olur. Eğer boy söz-konusu edilecek olursa, bu enin
genişliği miktarına delâlet etmez.
ez-Zührî der ki: Şanı
yüce Allah sadece genişliğini nitelendirmektedir. Boyunu ise Allah'tan başka
hiçbir kimse bilmez. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir:
"Astarları kaim ipekten yaygılara dayanmış haldedirler" (er-Rahmân,
55/54). Şanı yüce Allah astarı, bilinen en güzel süs kumaşı ile
nitelendirmektedir. Çünkü bilindiği gibi elbiselerin yüzleri her zaman İçin
astarlardan daha güzel ve daha sağlam olur.
Araplar da: Enli ülke
ve enli düzlük" derken, geniş ülke ve geniş düzlük demek isterler. Şair
de der ki:
"Genişliğine
rağmen Allah'ın ülkesi,
Takib edilen ve korkan
kimse için adeta bir avcının kemendi gibidir."
Kimisi de şöyle
demiştir: Burada ifade, Arapların istiâreli kullanımlarına uygun
kullanılmıştır. Cennet, alabildiğine geniş ve enli, uçsuz bucaksız olduğundan
dolayı bunun, gökler ve yerin eni zikredilerek anlatılması güzel düşmüştür.
Nitekim bir kimseye: Bu bir denizdir, denildiği gibi, büyük bir canlı varlığa
da: Bu bir dağdır, denilebilir. Âyet-i kerime eni sınırlamak kastıyla
zikredilmiş değildir. Yüce Allah bununla, gözümüzle gördüğümüz en geniş şeyden
daha geniş olduğunu atlatmak istemektedir.
Genel olarak ilim
adamları, cennetin mahlûk ve halen mevcut olduğu kanaatindedir. Çünkü yüce
Allah'ın: "O, takva sahipleri için hazırlanmıştır" buyruğu bunu
ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bu, Buhârî ile Müslim'de ve diğer hadis
hitaplarında yer alan İsrâ hadisi ile diğer hadislerin açık nass ile ifade
ettiği bir gerçektir. Mu'tezile ise, cennet ile cehennemin halihazırda
yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Onlara göre yüce Allah, gökleri ve yeri
katlayıp dürdükten sonra dilediği yerde cennet ve cehennemi yaratacaktır.
Çünkü bunlar, mükâfat ve ceza ile amellerin karşılıklarının görüleceği birer
yurttur. Dolayısıyle bu ikisi de amellerin karşılığının verileceği bir zamanda
ve tekliften sonra yaratılacaklardır. Tâ ki, teklif yurdu ile amellerin karşılığının
verileceği yurtlar, âhirette bir arada bulunmadığı gibi, dünyada da bu iki yurt
bir arada bulunmasın.
İbn Fûrek der ki:
Kıyamet gününde cennet artırılıp büyütülür, İbn Atiy-ye der ki; Bu ifadede
cennet henüz yaratılmamış diyen Münzir b. Said ve diğerlerinin delil diye
tutunacakları bir taraf vardır. Yine İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek'in: "Ona
ilave edilir, arttırılır" şeklindeki ifadesi halen mevcut olan bir şeye
işarettir. Şu kadar var ki, bu yapılacak ilave hususundaki kanaatini haklı
gösterecek ve kesinleştirecek bir dayanağa ihtiyacı vardır.
Derim ki: îbn Atiyye -Allah
ondan razı olsun- bu sözlerinde doğruyu söylemiştir. Eğer, yedi gök ile yedi
arz Kürsî'ye nisbetle yerin geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir kaç dirhem gibi
ise, Kürsî de Arşa nisbetle geniş bir yer düzlüğünde bırakılmış bir halka gibi
ise, şu anda cennet, âhirettekı şekli üzeredir. Ve eni göklerle yerin eni
gibidir. Zira Arş, Müslim'in Sahihinde de va-rid olduğu üzere[137]
cennetin tavanıdır. Bilindiği gibi tavan, hem altındakile-ri ihtiva eder, hem
de onlardan da fazladır. Bütün yaratıklar Arş'a nisbetle bir halkayı
andırdığına göre, onun enini ve boyunu kudreti sonsuz, egemenlik alanının
genişliği nihayetsiz ve O'nun yaratıcısı Allah'tan başka kim takdir edebilir
kil O, her şeyden yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh olandır.
[138]
134. Onlar ki bollukta
ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yener-ler, insanları bağışlarlar. Allah
iyilik edenleri sever.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Onlar ki... infak ederler" buyruğunda dile getirilen bu husus,
kendileri için cennetin hazırlanmış olduğu takva sahiplerinin
nltelik-lerindendir. Âyetin zahirinden, yapılması teşvik olunan şeyleri
yapmaktan ötürü övgü ihtiva ettiği anlaşılmaktadır.
"Bollukta"
yani, kolay zamanlarda "ve darlıkta" zor zamanlarda * İnfak
ederler." Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Kelbî ve Mukatîl yapmıştır.
Ubeyd b. Umeyr ile
ed-Dahlıâk da şöyle demektedir: Serrâ ve Darrâ, bolluk ve darlık zamanlan
demektir. Sağlık ve hastalık halleri diye de açıklanmıştır. Serrâ hayatta
iken, Darrâ ise ölümden sonra vasiyyet etmek suretiyle intak etmek, diye de
açıklanmıştır.
Serrânın düğün ve
ziyafetler, Darrâ'nın da musibet ve matemler zamanındaki infaka işaret olduğu
söylendiği gibi, Serrâ'nın sizi sevindiren harcama -çocuklara ve yakınlara
harcama gibi-, Darrânin ise düşmanlara (karşı) yapılan harcamalar olduğu da
söylenmiştir. Serrâ'nın kişinin ziyafet verdiği ve hediye olarak bağışladığı
şeyler, Darrâ'nm ise kişinin darlıktaki kimselere harcayıp onlara verdiği
sadakalar olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Âyet-i
kerime, bütün hayırlı intakları kapsamaktadır.
Daha sonra yüce Allah:
"Öfkelerini yenerler" diye buyurmaktadır ki, bu da bir sonraki
başlığın konusunu teşkil etmektedir[139]
Öfkenin yenilmesi,
onun tekrar içe döndürülmesi demektir. tabiri, kişinin öfkesini yutup ses
çıkarmaması, düşmanına bunun gereğini yapabilecek gücü bulmakla birlikte,
öfkesini açığa vurmaması demektir, Su kabını doldurup ağzını kapatmayı
anlatmak üzere; denilir. Suyun aktığı yerin kendisiyle kapatıldığı şeye de;
(i-Ui-ÖO denilir. Kırba ve tulumun ağzının kendisi ile kapatıldığı, köseleden
ince uzun kesilmiş bağa, (pÜifll) denilmesi de buradan gelmektedir. ise, geviş
getiren devenin ağzındakini tekrar karnına geri göndermesi halini anlatmak
için kullanılır. Gevişini ağzına çıkarmadan önce içinde tutmasına da ( jJaS1)
denildiği de olur. Bu açıklamaları ez-Zeccâc nakletmiştir. O bakımdan, deve ve
dişi deve ağızlarına gevişi getirmedikleri zaman da bu Fiil kullanılır. Çobanın
şu beyiti de bu kabildendir:
"Hakîl (denilen
yerde veya bitkiyi) ottadıklan yer olan Zulebârik'ten Gevişlerini içlerinde
saklı tuttuktan sonra yayıldılar,"
Şöyle de denilmiştir:
Bu hayvanlar, korkup yoruldukları vakitlerde geviş getirmeyip içlerinde
tutarlar BahUeli A'şâ da, hızlı bir şekilde deve kesen bir adamı ve kendisinden
korkan develeri vasl'etmek üzere şöyle demiştir:
"Olgunlaşmış
develer dahi onu gördüğü, vakit, gevişlerim içlerinde
yutarlar O kadar ki, o
gevişleri içlerinde paramparça olur."
Gam ve kederle dolu
bir kişiye; denmesi de buradan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de başka yerlerde
(bu kelime) şöylece kullanılmıştır:
kederinden gözüne ak
düştü. Artık O, (kederini) bütünüyle yutmakta idi" (Yûsuf, 12/84); Yüzü
kapkara kesilir ve kendisi pek öfkelenir* i en-Nahl, 16/58);
Hani o kederli olduğu
halde dua etmişti" (el-Kalem, 68/48).
Gayz, gazabın aslını
teşkil eder. Çoğunlukla bunlar bir arada bulunurlar. Fakat aralarında bir fark
vardır. Çünkü, gayz'ın etkisi organlar üzerinde görülmez. Gazab ise böyle
değildir. Herhangi bir fiil ile birlikte onun etkisi mutlaka organlar üzerinde
ortaya çıkar. İşte bundan dolayı gazab, şanı yüce Allah'a İzafe edilmiştir.
Zira gazab, şanı yüce Allah'ın kendilerine gazab olunanlara fiillerinden
ibarettir. Bazıları da gayz'ı gazab ile tefsir etmişlerdir ki, pek iyi bir
açıklama değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[140]
Yüce Allah'ın:
"İnsanları bağışlarlar" buyruğunda geçen insanlan affetmek
(bağışlamak), -insanın hakkının bulunduğu ve affetmesinin caiz olduğu hallerde-
çeşitli hayır türlerinden daha üstündür. Her hangi bir cezayı haket-mekle
birlikte bu ceza kendisine verilmeyen her kişi affedilmiş demektir.
"İnsanlar"
buyruğunun anlamı hakkında da farklı görüşler vardır. Ebu'l-Âliye, el-Kelbî ve
ez-Zeccâc, "İnsanları bağışlarlar" buyruğu ile kölelerinin
bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. îbn Atiyye der ki: Bu bir örnek
olmak üzere güzel bir şeydir. Çünkü, köleler hizmet eden insanlardır. Ve
köleler çokça hata ederler. Onlara da güç yetirmek kolay bir iştir. Onlara
rahatlıkla ceza verilebilir. İşte bundan dolayı bu buyruğu tefsir edenler,
buna bunu örnek vermişlerdir. Meymûn b. Mehrân'dan rivayet edildiğine görev
bir-gün cariyesi, içinde sıcak yemek bulunan bir kab getirir. Yanında da misafirleri
vardı. Bu cariye'nin ayağı birşeye takıldı ve yemeği Meymûn'un üzerine döktü.
Meymûn onu vurmak isteyince cariye: Efendim sen yüce Allah'ın: "Öfkelerini
yenerler* buyruğunun gereğini yerine gelir. O: Getirdim deyince, bu sefer;
Ondan sonra gelen: "İnsanları bağışlarlar" buyruğunun gereğini
yerine getir, dedi. Meymûn yine: Seni affettim deyince, bu sefer cariye:
"Allah iyilik edenleri sever * buyruğunu okudu. Meymûn: Ben de sana iyilik
ediyorum. Allah rızası için hürsün, deyiverdi. Benzeri bir olay, el-Ahnef b.
Kays'dan da rivayet edilmiştir. Zeyd b. Eşlem de şöyle açıklamıştır:
"İn-sanlarn bağışlarlar." Onların zulümlerini ve onların
kötülüklerini affederler, demektir. Bu da genel bir açıklama olup, âyetin
zahirinden anlaşılan budur.
Mukatil b. Hayyân bu
âyet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: Bize ulaştığına göre, Rasûiullah
(say) bu buyruk ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bunlar,
-Allah'ın koruduğu kimseler müstesna- ümmetimin arasında pek azdır. Halbuki
geçmiş ümmetlerde böyleler! pek çoktu.
[141]
Şanı yüce Allah,
böylelikle kızgınlık esnasında bağışlayan kimseleri öv-gü ile zikredip:
"Ve onlar kızdıkları zaman bağışlayanlardır" (eş-Şûrâ, 42/37) dîye
buyurmaktadır. Öfkelerini yenen kimseleri de "insanları bağışlarlar"
buyruğu ile övmektedir. Ayrıca bu hususta iyilik yapanları sevdiğini de
bildirmektedir.
Öfkeyi yenmek,
insanları affetmek, kızgınlık esnasında kişinin kendisine hakim olması hakkında
birtakım hadis-i şerifler varid olmuştur. Şüphesiz ki bu, en büyük ibadetlerden
ve nefse karşı cilıad türündendir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Güçlü
kuvvetli kimse, herkesin sırtını yere getiren kimse değildir. Fakat asıl güçlü
ve kuvvetli kişi, kızgınlık anında kendisine hakim olandır, "
[142]
Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kulun, yuttuklan arasında Allah
uğrunda yuttuğu bir yudum öfkeden daha büyük ecri bulunan ve kul için ondan
daha hayırlı olan hiçbirşey yoktur."
[143]
Enes'in de rivayetine göre bîr adam; Ey Allah'ın Rasûlü, herşeyden en çetin
olan şey nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber; "Allah'ın gazabıdır"
diye buyurmuş; adam: Peki Allah'ın gazabından koruyan nedir? diye sorunca, Hz.
Peygamber ona: "Kızma!" diye emir vermiştir.[144]
el-Ircî der ki:
"Öfkelendiğin
zaman vakur ol ve yut Öfkeni
Ne söylediğini
basiretle görür ve işitirsin
Kendisi sebebiyle yüce
İlâhımızın senden razı olup seni yükseltecek olan
Bir anlık sabra
kendini mecbur etmen, şeref olarak sana yeter,"
Urve b. ez-Zübeyr de
affetmek hakkında şöyle demiştir:
"Şan ve şerefe
ulaşamaz bazı topluluklar, üstün şerefli olsalar dahi Kendileri zelil
kılınmadıkça bir takım kimselere karşı aziz olsalar dahi Ve onlara hakaret
edilmedikçe renklerin parıldar olduğunu görürsün Ancak onların hu affedişleri
zilletten dolayı bir affetmek değil ikramdan
dolayı bir affetmek
olmalıdır."
Ebû Dâvûd ile Ebû İsa
et-Tirmizî'nin, Sehl b. Muâz b. Enes el-Cühenî'den, onun babasından rivayete
göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim gereğini yerine
getirebilecek gücü bulmakla birlikte bir öfkeyi yutacak olursa, Kıyamet günü
Allah herkesin gözü önünde onu çağırır ve dilediği hurilerden seçmekte
muhayyer bırakır." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir hadistir."[145]
Enes b. Malik de
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kıyamet günü
olunca, bîr münadi şöyle seslenir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimseler
cennete girsin. Şöyle denilir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimlerdir? Bu
sefer, insanları affedenler kalkarlar ve hesapsız olarak cennete
giderler." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.[146]
Îbnü'l-Mubârek der ki:
Ben, Mansur'un yanında oturuyordum, Bir adamın öldürülmesini emretti. Ey
mü'minlerin emiri dedim. Rasûlullah (.say) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet
günü oldu mu, bir münadi aziz ve celil olan Allah'ın huzurunda şöylece
seslenir: Her kimin Allah nezdinde karşılığını alacağı bir lütuf ve ikramı
varsa, haydi öne çıksın. Bu sefer bir günahı affedenden başka kimse Öne
çıkmaz." Bunun üzerine serbest bırakılmasını emretti.
[147]
Yüce Allah'ın:
"Allah iyilik edenleri sever" buyruğu; Allah onların iyiliklerine
karşılık onları mükâfatlandırır, demektir. Serî es-Sekatî der ki: İhsan (iyilik)
imkân vaktinde iyilik yapmanda. Çünkü her zaman ihsan yapmak imkânını
bulamazsın. Şair de şöyle demiştir:
"Gücün yettiği
vakit bir hayır İşlemekte çabuk tut elini Çünkü sen her zaman güç yetirebilecek
değilsin."
Ebu'l-Abbas el-Cummânî
de şu beyitlerinde ne güzel söylemiştir:
"Her vakit ve her
zamanda mümkün olmaz
İyilik yapabilme
fırsatları doğmaz
Böyle bir fırsat ve
imkân doğdu mu, çabuk tut elini, koş iyiliğe
Bir gün imkân
bulamayacaksın korkusuyla."
Bakara Sûresi'nde
(2/58. âyet, 9- başlıkta) muhsin ve ihsan'a dair açıklamalar geçmiş
bulunduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
[148]
135. Ve onlar ki,
çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar
ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka
kini bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah: "Ve
onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine
zulmettiklerinde..." buyruğuyla bir önceki âyette sözü eden kesimden daha
aşağıda bir başka kesimi sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bunları da
onlara katmaktadır. Burada sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir.
tbn Abbas, Atâ yoluyla
gelen rivayetinde şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime -Ebû Mukbil künyeü-
hurmacı Nebhân hakkında nazil olmuştur. Ona, güzelce bir kadın gelmiş, o
kadına hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öpmüştü. Fakat yaptığına pişman
olup, Peygamber (sav)'m huzuruna gitmiş, durumu ona anlatınca, bu âyet-î
kerime nazil olmuştu.
Ebû Dâvûd et-Tayâlisî
de Müsned'inde, Ali b. Ebi Talib (r.a )'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Bana Ebu Bekir anlattı. -Ki, Ebu Bekir doğru söylemiştir- Rasûlullalı (sav)
şöyle buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, ab-dest alır, iki
rekat namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah
ona mağfiret buyurur. Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş
yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen
günahlarının bağışlanmasını dilerler" âyeti ile diğer âyeti yani "Kim
bir kötülük yapar yahut kendisine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyetini
okudu. Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir.[149]
Bu, umumî bir
buyruktur. Âyeti kerime, kimi zaman özel bir sebep dolayısıyla nazil olur,
sonra da bu işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerime, bir gazaya gitmek üzere çîkan bir Sakifli'nin ensardan bir
arkadaşım aile halkına bakmak üzere görevlendirmesi üzerine nazil olmuştur.
Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye hanımının üzerine hücum etmek
suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini .savunurken elini öpmüş ancak, bu
yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp
(dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evine dönünce, hanımı ona
arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını aramaya çıktı. Nihayet adamı
alıp Ebu Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdin-de bir kurtuluş bulur ümidiyle
götürdü. Ebu Bekir'le Ömer, o kişiyi azarladılar. Daha sonra Peygamber (sav)'m
yanına gidip ona arkadaşının yaptığını haber vermesi üzerine bu âyet-i kerime
nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla âyetin umumî olması
daha uygundur.
İbn Mes'ud'dan rivayet
edildiğine göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü demişler, îsrailoğulları
Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlardan günah işleyen bir
kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerinde yazılı olduğu görülürdü.
Bir rivayette ise, o günahının kefTareti evinin eşiği üzerinde yazılı
bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gİbL Yüce Allah da bu âyet-i
kerimeyi İsrail oğullarına yapılan bu uygulamanın yerine bir bedel, bir
genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivayet olunduğuna göre İblis,
bu âyet-i kerime nazil olunca ağlamış.
Çirkin iş
(:el-Fâhişe), her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak
zina hakkında çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddî
bu âyet-i kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefstr etmişlerdir.
"Yahut
kendilerine zulmettiklerinde" buyruğundaki "yahut" anlamını veren
"ev"\n, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise
kebâirden aşağı olan küçük günahlardır.
"Allah'ı
anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'rtdan hayayı hatırlarlar
ed-Dahhâk: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar dİ-ye
açıklamıştır,
Bunun, kendi kendilerine
Allah'ın bunu kendilerinden soracağım düşünürler, anlamına geldiği de
söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbî ve Muka-til yapmıştır. Yine MukatU'den
nakledildiğine göre: Onlar, günah işlediklerinde dilleriyle Allah'ı
hatırlarlar, demektir.
"Ve hemen günahlarının
bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıyla bağışlanma isterler. Bu
anlamı, yahut bu lafzı ihtiva eden her bir dua istiğfardır.
Bu sûrenin baş
taraflarında (3/16-17. âyetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğ-fâr (istiğfâr'ın
başı, en üstünü) geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri olduğu
belirtilmiştir. İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki,
Tir-mizî, Peygamber (sav.)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her
kim: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan
mağfiret dilerim ve O'na tev-be ederim, diyecek olursa, o, savaştan kaçmış olsa
dahi günahları bağışlanır.[150]
Mekhûl de Ebû
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasûlullah (sav)'dan daha çok
istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mekhûl de der ki: Ben de
Ebû Hureyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma dileyen kimse görmedim.
Mekhûl'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlanma dileyen bir kimse idi.
İlim aclamlanmız
derler ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrann düğümlerini çözen ve
manası kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen bağışlanma dileği
değildir. Diliyle "estağfurullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyetî
üzere ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve
onun işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basrî'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı
vardır. Derim ki: O, bunu kendi dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu
zamanımızda alay edercesine, hafife alırcasına günahından ötürü Allah'tan
bağışlanma dilediği iddiasıyla teşbihini elinde tuttuğu halde günahtan
vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış haliyle İnsanların görüldüğü şu
bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur:ân-ı Kerîm'de ise: "Allah'ın
âyetlerini alaya a^maym* (el-Bakara, 2/231.) diye buyurulmaktadır ki, buna dair
açıklamalar daha önceden (.2/67 ile 231- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[151]
Yüce Allah'ın:
"Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" buyruğu, masiyeti
bağışlayıp, onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kimse yoktur
demektir.
"Ve onlar,
yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hatalar)
üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücahid der ki: Bunu devam ettirip
gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subaylı da der ki: Ali (r.a) yanında olduğu
halde Osman (r.a)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben
abdestsiz namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı.
"Ve onlar
yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buyruğunda sözü geçen ısrar,
kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etmemektir.
Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmektedir. eİ-Hutay'a da
atlan vasfederek şöyle demektedir:
"Yavaşlamış
atların arkalarından kamçılarla gittiklerinde (koşmalarında)
sebat gösteren o
atların tersleri kurur, Yapışır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır."
Katade der ki: Israr,
masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Dar yollarının
sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha) ıarar edip aldatan her
kişinin vay haline!"
Sehl b. Abdullah der
ki: Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoştur, günahı üzere ısrar
eden helak olmuştun Israr etmek, sonraya ertelemektir. Sonraya ertelemek,
yarın tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddiasıdır. Hem yarına kendisi
malik değilken yarın nasıl tevbe edebilir?
SehPden başkaları da
şöyle demiştir: İsrar, tevbe etmemeye niyet etmektir. Eğer samimi bir şekilde
tevbe etmeyi niyet- edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar.
Ancak, Sehl'in görüşü
daha güzeldir. Peygamber (sav)'dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte tevbe
olmaz" buyurduğu rivayet edilmiştir.[152]
İlim adamlarımız der
ki; Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vazgeçmeye iten, aziz ve
gaffar olan Allah'ın Kitab'ı, şanı yüce Rabbimizin sözünü ettiği cennetin
niteliklerine ve itaatkârlara vadettiklerine dair açıklamalan, cehennem azabı
ile isyankârlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu
şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkması ve nimetlerini umması güç
kazanıncaya kadar devam ettirirse, yüce Allah'a nimetini umarak, azabından
korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve
ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun sayesinde Allah'ın cezasından korkar, Onun
mükâfatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı yüce Allah'tır.
Şöyle de denilmiştir:
Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, günahların -öldürücü zehirler
olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararlarına Allah'ın mutluluğa iletmek
istediği kimseye ilâhî bir yolla dikkatini çekmesidir.
Derim ki: Bu, sadece
lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva
etmiyor. Çünkü insan, ancak yüce Allah'ın insanın dikkatini çekip uyarması
sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefekkür eder. Kul, yüce
Allah'ın başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine bakıp işlemiş olduğu
günahlarla ve hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına
pişmanlık duyarak, şanı yüce Allah'ın cezasından korkarak, geçmişte
yaptıklarının benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona: "Tevbe eden
kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu,
masiyet üzerinde ısrar eden ve helak oluşun sebeplerini terketme-yen bir kimse
olur. Seni b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alâmeti, işlemiş olduğu günahından
dolayı, -Tebûk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 9/118)-
yiyecek ve içecekten kesilmesidir.
[153]
Yüce Allah'ın:
"Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buyruğu ile
ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahlarını
hatırlayıp onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir, en-Nehhâs, bu
güzel bir görüştür demektedir.
"Onlar bile
bile..." buyruğunun, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile
bile... anlamına geldiği de söylenmiştir.
Abdullah b. Ubeyd b.
Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın çla tevbelerini
kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günahlarından dolayı mağfiret
dileyecek olursa, günahlarının bağışla nacağım bilirler anlamındadEr, diye de
açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, onlar, Benim kendilerine neleri
haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açıklamayı da İbn İshâk yapmıştır. İbn
Abbas, el-Hasen, Mukatii ve el-Kelbî derler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın
zararlı, onu terk etmenin, o günahı sürdürmekten daha hayırlı olduğunu
bilirler (ve bundan dolayı da günahtan vazgeçerler). el-Hasen b. el-Fadl da
der ki: Onlar, günahları bağışlayan bir
Rabblerinin
bulunduğunu bilirler.
Derim ki: el-Hasen b.
el-Fadl bu açıklamayı, Ebu Hureyre (ra)'ın rivayet ettiği şu hadisten almıştır
Peygamber (sav) aziz ve celil olan Rabbinin şu buyruğunu bize aktarmıştır:
"Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur derse, şanı
yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur; Kulum bir günah işledi ve o,
günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu
bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana günahımı bağışla,
diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha tekrarlayıp- sonunda şöyle
buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını bağışladım." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.[154]
Bu buyrukta, tekrar
günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih
oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş
ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikinci bir günahı işledikten
sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk
işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çünkü, günahı tekrarlamakla günaha
bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar revbeye dönmek ilk
tevbeden daha iyidir. Eira kul, böylelikle kerim olan ve kendisinden başka
günahları bağışlayacak kimsenin bulunmadığı O yüce zatın kapısına ısrarla
gitmeyi ilave etmiş olur.
Hadis-i şerifin sonunda
yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı
görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkârlık anlamında bir emirdir.
Dolayısıyla bu, yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr,
15/46) buyruğu kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte işlemiş
olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı yüce Allah'ın izniyle de
gelecekte yapacağı iğlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber
vermektedir. -Bu âyet-i kerimeyle bu hadis-i şerif, günahı itiraf edip günahtan
dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağladığına delil
teşkil etmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul,
günahını itiraf edip de sonra yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun
tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahihlerinde rivayet
etmişlerdir.[155]
Bîr şair de şöyle
demektedir:
"Yiğit affedilme
hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği günahlarını."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"İtiraf et
günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı inkâr şeklindeki inkâr, iki
günahtır."
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre'in şöyle dediği rivayet edilmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu
ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer günah işlemeyecek
olursanız, Allah sizi yok eder; (sizin yerinize) günah işleyip mağfiret
dileyecek ve (Allah'ın da.) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum
getirir."
İşte
"el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerh-i Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de
açıklamış olduğumuz gibi» şanı yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvâb isimlerinin anlamlan
budur.
[156]
Tevbesi yapılan
günahlar, ya küfür ve inkârdır yahut başka günahlardır. Kâfirin tevbesi,
geçmişteki küfür ve İnkârına pişmanlık duymakla birlikte iman etmesidir.
Yalnızca iman etmek, tevbenîn kendisi değildir.
Küfrün dışındaki
günahlar ise ya yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan başkalarının bîr
hakkıdır. Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu
kadar var ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi
şeriat yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tev-beye -namaz ve oruçta
olduğu gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri
keffaretlerde olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave etmiştir.
İnsanların haklarıyla
ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması
kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamayacak olursa, onlar adına bu
hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıyla üzerindeki haktan
kurtulabilme imkânını bulamayan bir kimsenin de Allah tarafından affedilmesi
umulur; O'nun lütfü zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve
mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları
hasenata dönüştürmüştür, İleride (el-Furkan, 25/70. âyetin tefsirinde) bu
hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
[157]
Kişi, günahını
hatırlamıyor ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tevbe etme yükümlülüğü
yoktur. Bununla birlikte bir günah işlediğini hatır-
U) Müslim, Tevbe 11
{ayrıca bk. 9, 10); Tirmizİ, Deavâı ?8, Sıfatu'l-Cenne 2; Müsned, I, 289, II,
305, V, 414
Jayacak olursa, ondan
dolayı tevbe etmesi gerekir. Hocamız Ebu Muhammed Abdulmu'tî el4skenderânî'nin
-Allah ondan razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, İmam el-Muhasİbînin
(bu husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamışlardır. Bunların yorumuna göre;
İmam el-Muhasibî, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden
tevbe etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın
yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir
fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günahtan muayyen olarak tevbe
etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibimin
böyle dediğini kabul ederler.
Oysa onun maksadı
böyle değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz. Aksine mükellef, eğer
fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet
olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından
tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış olduğu fiilin bir masiyet olduğunu
bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de Özel olarak o günahından dolayı tevbe
etmesine imkân yoktur.
Meselâ, bir kimse faiz
çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir faiz olduğunu
bilmiyor ise, şanı yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun,
faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü'minler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız
Allah ve Rasâlü tarafından size karşı savaş açıldığım 6i/m"Cel-Bakara,
2/278-279) buyruğunu işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin faiz
almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu anda faizin hakikatini öğrenip de
geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlendirme yaptığında, daha önceki
zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu
anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı
vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık)
ve buna benzer haram olduklarını bilmediği diğer bütün günahları işleyen herkesin
durumu böyledir.
Kulun, bilgi sahibi
olup geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe
etmesi, şam yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık duyması
ve zulmettiği kimselerden helallik dileyip de o kimselerin de genel olarak
ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri caizdir.
Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer.
Şimdi kulun
cimriliğine, hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu {.yani bilinmeyen
bağışının kabulü.) sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bulunup sebeplerini
takdiri lütfeden, küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri affeden kerimler keriminin
günahları bağışlaması hakkında ne denir! Yine Hocamız, -Yüce Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- der ki: İşte İmam (el-Muhasi-bîVnin maksadı budur. Üzerinçle
dikkatle düşünenlerin sözlerinin ifade ettiği anlamın bu olduğunu görürler.
Herhangi bir kimsenin yanlış olarak an-
layıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak için ayrı ayn ve
muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen caiz olmakla birlikte Şer1an
vukuu sözkonusu olmayan teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen şeyleri yerine
getirmekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu yanlış anlamaya göre, tevbe edecek
olanın, içki içerken kaç yudum aldığını, zina ederken kaç defa hareket
ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım attığım da bilmesi gerekir. Oysa
hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kimsenin
günahından tevbe etmesi beklenemez. İleride Nisa Sûresi'nde ve başka yerlerde
(en-Nisâ, 4/17-18; Tâ-Hâ, 23/82, âyet...) tevbenîn şartlan ve tevbenin
hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle-gelecektir.
[158]
Yüce Allah'ın: "
ısrar da etmezler™ buyruğunda sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebu Bekr b.
eL-Tayyib'in söylemiş olduğu; İnsan kalbinde yapmak üzere kararlaştırıp
kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetler-den sorumlu tululur,
şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kafi bir delil vardır.
Derim ki: Kur'ân-ı
Kerimde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: aKim orada zulme meyletmeyi ve ilhadı
isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 22/25) bir başka yerde
de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliverdi" (el-Kalem, 68/20.)
buyruğu ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya
koymadan cezalandırıldıkları beliitilmektedû ki, ileride buna dair açıklamalar
da gelecektir. Buhârî'deki hadise göre de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gelecek olurlarsa, katil de
maktul de cehennemdedir" Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, katili anladık. Maktul
ne diye? diye sorunca, Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Çünkü o da arkadaşını
öldürmeyi arzu ediyordu,"[159]
Böylelikle Hz.
Peygamber, cehennem azabı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına
bağlamaktadır. Bu da bu konuda karar vermek dernektir. Bizzat silahını
çekmesini de hükümsüz kılmaktadır;
Bundan daha açık bir
delil ise, Tirmizî'nin, Ebu Kebşe el-Elnarî!den mer-ftT olarak rivayet edip,
sahih olduğunu belirttiği şu Iıadis4 şeriftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce
Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu hususta Rabbinden sakınır,
bu yolla akrabalık bağım gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da
bilir. Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de yüce Allah bir ilim vermiş
fakat mal vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyetle der ki: Eğer malım
olsaydı filan kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da
niyeti ile (ecir alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye
de yüce Allah mal vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bilgisizce
malını gelişi güzel kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla
akrabalık bağım gözetmez, Allah'ın o malında bir hakkının bulunduğunu bilmez. Bu
ise, mevkilerin en kötüsündeîiir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de
vermemiş olur. Bu kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin
o malına yaptığı uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de
niyetinin karşılığını alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir."[160]
İşte Kadı i(Ebu Bekir
b. et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukahâ,
muhaddis ve kelâmcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın
yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna
hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutulmayacaktır diye iddia eden
muhalif kanaatlere de itibar edilmez.
Bu muhalif kanaati
savunanların, Hz. Peygamber'!n: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu
işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu işleyecek olursa, onun için tek
bir günah olarak yazılır[161]
buyruğunda da bu muhalif kanaatin lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü
"onu yapmayacak olursa" buyruğunun anlamı, zikrettiğimiz buyrukların
delâleti ile onu işlemeyi kararlaştırırı asa anlamındadır. "Eğer onu
işlerse" ifadesinin anlamı ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği
üzere onu fiilen açığa çıkartır veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız
Allah'tandır.
[162]
136. İşte onların mükâfatı,
Bablerinden bir mağfiret ve altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedi
kalacaklardır. İş yapanların mükâfatı ne
Şanı yüce Allah, lütuf
ve keremi ile samimi ve ihlâsh olarak tevbe edip, günahı üzerinde ısrar etmeyen
kimselere günahlarım bağışlayacağını, ifade buyurmaktadır Bu buyruğun, Uhud
olayı ile ilişkili olması da mümkündür. Yani, her kim kaçar, sonra da tevbe
edip de bu husus üzerinde ısrar etmeyecek olursa, Allah, ona mağfiret
edecektir demek olur.
[163]
137. Sizden önce
sünnetler gelip geçti. Onun için yer yüzünde gezin de yalanlayanların
akıbetinin nasıl olduğunu görün!
Bü buyruk, şanı yüce
Allah tarafından mü'minlere bir tesellidir.
Sünnetler (sünen)
kelimesi, "sünnetlin çoğulu olup, dosdoğru yol demektir. "Filan kişi
sünnet üzeredir" sözü, o kimse, yanlış herhangi bîr hevâya mey-letmeksizin
dosdoğru yol üzeredir, demektir. el-Hüzlî def ki:
"İzlemiş olduğun
bir sünnetten dolayı çekinme! Çünkü bir sünneti ilk beğenen kişi, oau
izleyendir.*
Sünnet, aynı şekilde
kendisine tabi olunan ve uyulan imam, önder kişi de demektir. Meselâ bir kimse,
hayır veya şer türünden olsun, bir iş yapıp da o işte ona uyulacak olursa: “Filan
kişi iyi ve kötü bir sünnet ortaya koydu” denilir. Şair Lebid der ki:
"Öyle bir
aşiretten(im) ti, ataları onlar için bir sünnet belirlemiştir. Zaten her bir
kavmin bir sünneti ve bir imamı vardır."
Sünnet, aynı zamanda
ümmet, sünen ise ümmetler anlamındadır. Bu açıklama el-Mufaddal'dan
nakledilmiştir. Ayrıca el-Mufaddal, şu beyiti nakletmektedir:
"İnsanlar,
onların fazileti gibi bir fazileti görmediler.
Ve geçmiş sünnetler
(ümmetler) arasında da onlar gibisini görmediler.1*
ez-Zeccâc der ki:
(Âyet-î kerimede geçen) "sünnetler" in anlamı, sünnetlerin sahipleri
şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir.
Ebû Zeyd de bunun,
misaller ve örnekler anlamına geldiğini, Ata ise şe-riatler manasında olduğunu
söylemiştir.
Mücâlıid de der ki:
"Sizden önce sünnetler gelip geçti" buyruğu ile sizden önce Âd ve
Semûd gibi peygamberlerini yalanlayan kimselerin helak edilmesi
kastedilmektedir.
Âkibet ise, işin
nihayeti ve sonu demektir. Buradaki âkibet İle Uhud günü kastedilmektedir.
Yani şöyle buyurmaktadır: Ben, Peygamber (.savVın ve mü'minlerin zafere
kavuşması, onların düşmanları olan kâfirlerin de helak edilmesi için belirlemiş
olduğum va'de gelinceye kadar onlara mühlet veriyorum, onlara zaman tanıyorum
ve onları derece derece azaba yaklaştırıyorum.
[164]
138. Bu, insanlar için
bir açıklama, takva sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür.
Burada maksat el-Hasen
ve başkalarından nakledildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bir diğer görüce göre
bununla, yüce Allah'ın: "Sizden önce ümmet ter gelip geçti"
buyuruğuna işaret edilmektedir.
"Mev'İza"
ise, vaaz ve öğüt demek olup buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/66.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[165]
139- Gevşemeyin,
üzülmeyin. Gerçeklen inanmışsaoız mutlaka siz en üstünsünüz.
Şanı yüce Allah, Uhud
günü, aralarından öldürülen ve yaralananlar dolayısıyla onlara taziyede
bulunmakta, teselli etmekte; düşmanlarıyla savaşa teşvik edip, acze düşüp güç
ve kuvvetlerini de yitirmelerini yasaklayarak: "Gevşemeyin" diye
buyurmaktadır.
Yâm\ ey Muhammed'in
ashabı! Başınıza gelen bu musibetler dolayısıyla düşmanlarınıza karşı cihad
etmek hususunda £aaf göstermeyin, korkaklığa kapılmayın. Ne onların
üstünlükleri dolayısıyla, ne de başınıza gelen musibet ve bozguna uğramanız
dolayısıyla da "üzülmeyin." Eğer siz, Benim vadimin doğruluğuna
"gerçekten inanmış sanı/, mutlaka siy en üstünsünüz." Sonunda güzel
âkibet, zafer ve yardımım sizin olacaktır. "(ü|): ... sanız/ şart
edatının {.sebeplilik bildiren: i| ) anlamında olduğu da söylenmiştir. (Yani:
Siz, en üstünsünüz, çünkü siz inanmışsınız, anlamındadır).
İbn Abbas der ki: Uhud
günü Rasûlullah (sav)'ın ashabı bozguna uğradı. Onlar bu halde iken, Halİd b,
el-Velid, müşriklerden bir gurup atlı ile birlikte dağdan dolanıp üzerlerine
baskın yapmak arzusu ile geldi. Peygamber (savVda şöyle buyurdu:
"Allah'ım, bunlar bizim üzerimize çıkamasınlar! Allah'ım, bizim gücümüz
ancak Sendendir. Allah'ım, bu beldede bu topluluktan başka Sana ibadet eden
yoktur" diye buyurdu. Bunun üzerine yüce Aİ-lah'da bu âyeoi kerimeleri
indirdi. Müslümanlardan bir gurup okçu da yerlerinden kalkıp dağa tırmandılar
ve bozguna uğratmcaya kadar müşriklerin atlılarına ok attılar, İşte yüce
Allah'ın: "Siz en üstünsünüz" buyruğunda kastedilen de budur. Yani,
Uhud'daki yenilgiden sonra, düşmanlarına karşı galip gelenler sizlersiniz,
demektir.
Artık bundan sonra
müslümanlar, ne kadar asker ve ordu sevk edip çıkar-dılarsa, Rasûlullah (sav)
döneminde karşılaştıkları her orduya karşı mutlaka zafer kazandılar. Rasûlullah
(sav)'dan sonra, ashabı kiramdan bir kişinin dahi bulunduğu her bir orduda da
yine onlar muzeffer oluyorlardı. İçte bütün şu beldeler de Rasûlullah (sav)'ın
ashabı döneminde fethedilmiştir. Onların dünyadan ayrılmalarından sonra ise, o
dönemde onların fethettikleri şekilde herhangi bir belde fethedilmiş değildir.
Bu âyet-i kerîmede bu
ümmetin fazilet ve üstünlüğü de açıklanmaktadır. Çünkü, yüce Allah onlara,
Peygamberlerine hitap ettiği şekilde hitap etmiştir. Zira, yüce Allah Hz.
Musa'ya: "Şüphesiz ki, en üstün olan sensin, sen!" (Tâ-Hâ, 20/68)
diye buyururken, bu ümmete de: "Siz em üstünsünüz" diye hitap
etmiştir. Burdaki "en üstün" anlamındaki lafız ise, şanı yüce Allah'ın,
"el-Âlâ: en yüce, en üstün" isminden müştaktır. Ve Yüce Allah
mü'minlere: "En üstün olanlar sizlersiniz" diye hitap etmektedir.
[166]
140. Eğer sîze bir
yara dokuaduysa» şüphesiz ki o kavme de onun gibi bir yara dokunmuştur. İşte bu
günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri
belirtmesi, İçinizden şattdler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.
Yüce Allah'ın:
"Eğer size bir yara dokunduysa" buyruğunda ki ( yara demektir.
el-Kisaî ile el-Alıfeş'den nakledildiğine göre bu kelimenin, "kaf
'harfinin üstün ile ötre okunması iki ayn söyleyiştir. el-Ferrâ ise şöyle der:
"Kaf" harfi üstün okunursa yara, ötreli okunursa o yaranın acısı
anlamına gelir.
Buyruğun anlamı şudur:
Eğer Uhud günü size bir yara dokunduysa, şüphesiz o kavme de Bedir günü onun
gibi bir yara dokunmuştur.
Muhammed b.
es-Semeyka' ise, bu kelimeyi mastar olarak "kaP ve "fa" harfini
üstün okumuştur
"O günleri Biz
insanlar arasında döndürür dururuz." Bunun savaş hakkında olduğu
söylenmiştir.
Savaş, yüce Allah'ın
dinini muzaffer kılması için, kimi zaman müminler lehine zaferle sonuçlanır,
mü'minler isyan edecek olurlarsa,, onları belâlarla denemek ve günahlardan da
temizlemek maksadıyla da, kimi zaman da kâfirler lehine sonuçlanır. Şayet
isyanları sözkonusu olmazsa, şüphesiz Allah'ın hizbi (Allah'ın taraftarları)
galip gelenler olurlar.
"İnsanlar
arasında döndürür dururuz" buyruğunun, sevinç, keder, sağlık, hastalık,
zenginlik, fakirlik gibi şeyleri döndürür dururuz anlamına geldiği de
söylenmiştir.
Döndürüp durmak
anlamındaki geri gittikten sonra tekrar dönmek, gelmek demektir. Şair der ki:
"Bir gün
lehimize, bir gün de aleyhimizde Ve bir gün üzülürüz, seviniriz bir gün de.”
Yüce Allah'ın:
"Bu, Allah'ın iman edenleri belirtmesi... içindir" buyruğu şu demektir:
Günlerin bu şekilde dördürulüp durulması, mü'min kim, münafık kim görünsün ve
biri diğerinden ayırd edilsin diyedir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün size gelen musibet,
Allah'ın izniyle idi. Ve bu, mü'minleri belirtmek içindi. Bir de münafıklık
edenleri açığa vurmak içindi." (Âl-i İmran, 3/1^6-167)
Buyruğun şu anlama
geldiği de söylenmiştir: Yüce Allah, onlan sabretmekle mükellef kılmadan önce,
gaybî bilgisiyle bildiği gibi, karşılığın verilmesinin sözkonusu olacağı
şekilde, mü'minlerin sabrını, vakıada ortaya çıkarmak içindi, demektir. Bu
anlamdaki açıklamalar, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/143- âyet, 4, başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
[167]
Yüce Allah'ın: Ve
içinizden şâhidler edinmesi içindir" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı
da üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"İçinizden şahidler edinmesi içindir*1 buyruğu, sizi şelıid-likle
mükâfatlandırması, size şelıidliği ikram etmesi içindir, anlamındadır. Bu-nun
da; aranızdan bir topluluk öldürülüp, amelleri ile insanlara karşı şahidler
olsun diye, anlamındadır. Şehide bundan dolayı bu ismin verildiği de söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onun cennetlik
olduğuna şahidlik edilmiş olmasından ötürüdür. Bir diğer görüşe göre de şehide
bu ismin veriliş sebebi, onların ruhlarının Darus-Selâin'da hazır bulunmaları
dolayısıyladır. Zira onlar, Rableri katında diridirler. Şehidlerin
dışındakilerin ruhları ise cennete ulaşamaz. Buna göre şehid, cennette hazır
bulunan manasında şahid anlamındadır. İleride gelecek açıklamalara göre sahih
olan açıklama da budur, Şehadetin fazileti çok büyüktür. Şehade-tin faziletine
dair Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü'minlerden canlarını... satın almıştır"
(et-Tevbe, 9/111) âyeti ile: "Ey iman edenler, sizi çok acıklı bir azabdan
kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlü-ne iman
edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz.,. İşte bu
çok büyük kurtuluştur" (es-Sâf, 61/10-12) buyrukları yeterlidir.
el-Bustî'nin Sahihinde
Ebû Hureyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ra-sülullah (sav) buyurdu ki:
'Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği, ancak sizden herhangi bir kimsenin
bir yaradan hissettiği kadardır.[168]
Nesaî de Raşid b.
Saad'dan, o, Peygamber (sav)'ın ashabından birisinden rivayet ettiğine göre,
bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, şehid müs-Eesnâ neden bütün mü'minler
kabirlerinde fitneye (sorgulanmaya) maruz kalırlar? Hz. Peygamber şu cevabı
vermiş: "Başının üstündeki kılıç parıltıları fitne olarak ona
yeter."
[169]
Buhârî'de de şöyle
denilmektedir; "Uhud günü öldürülen müslümanlar" diye açtığı babta
şehidler arasında; Hamza, el-Yeman3 en-Nadr b. Enes (Bu-hârî'de de olduğu gibi
doğrusu Enes b en-Nadr'dır), Mûsâb b. Umeyr de vardır. Bana, Amr b. Ali'nin
naklettiğine göre, Muaz b. Hişam dedi ki: Bana babam anlattı, o, Katade'den
naklen dedi ki: Arap kollan arasında Kıyamet gününde şehidi ensârdan daha
üstün ve bol kimse bilmiyoruz. Katade der ki: Bize Enes b. Malik'in anlattığına
göre, Uhud günü onlardan yetmiş kişi, Bi'ri Maûne'günü yetmiş kişi, Yemame günü
de yetmiş kişi öldürülmüştür. (Katade} der ki: Bi'r'i Maüne faciası, Peygamber
(sav) döneminde, Yemame günü ise, Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Müseylime
el-Kezzâb ile karşılaşıldığı gündür.
[170]
Enes der ki: Peygamber
(sav)'ın huzuruna vücudunda altmış küsur mızrak yarası, kılıç darbesi ve ok
yarası bulunduğu halde Ali b. Ebî Tâlîb getirildi. Peygamber (sav) bu yaralan
eliyle sıvazlamaya koyuldu. Onun sıvazlaması ile birlikte, yüce Allah'ın
izniyle hiç yara olmamış gibi yaralar kapa-nıveriyordu.[171]
Yüce Allah'ın:
"Ve içinizden şah idler edinilmesi içindir" buyruğunda, Ehl-i
Sünnetin de dediği gibi, irade'nin emir'den farklı olduğuna delil vardır. Şanı
yüce Allah, Hz. Hamza ile diğer mü'min arkadaşlarının öldürülmesini kâfirlere
yasak kılmakla birlikte, onların öldürülmelerini de irade buyurmuştur. Hz,
Âdem'e ağaçtan yemesini yasaklamakla birlikte, ondan yemesini irade buyurmuş,
Hz. Âdem de o ağaçtan yemiştir. Bunun aksi olarak da İblis'e, Âdem'e secde
etmesini emretmekte birlikte secde etmesini irade bu-yurmamışttr. O bakımdan
iblis de secde etmemişti. Şanı yüce Allah'ın: "Fakat Allah, onların bu
sefere çıkmalarını koş görmedi. Bu sebepten dolayı on lan alıkoydu"
(et-Tevbe, 9/46) hak buyruğunda da bu gerçeğe işaret edilmektedir. Her ne
kadar yüce Allah, hepsine cihada çıkmalarını emretmiş ise de, yola koyulmayı
engelleyen tembellik ve sair sebepleri hakkederek, onlar da yerlerinde oturup
kalmışlardı.
[172]
Ali b. Ebî Tâlib
(ra)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cebrail, Peygamber (sav)'a Bedir
günü gelip şöyle dedi: Sen, ashabını esirler hususunda muhayyer bırak.
Dilerlerse esirleri öldürürler, dilerlerse karşılığında fidye alırlar. Ancak o
takdirde, gelecek yıl ashabından bu esirler kadar öldürülecektir Bu sefer
ashab: Fidyeyi kabul edelim ve bizden bu kadar kişi öldürülsün dediler."
Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiş-
tir.[173]
Şanı yüce Allah onlan
muhayyer bırakıp, kendilerinden o sayıda kişinin öldürülmesini tercih
etmelerinden sonra, gerçek dostlarına şehid düşmesi şeklindeki va'dini yerine
getirdi.
"Allah, zalimleri
sevmez." Yani, müşrikleri sevmez. Bu da şu demektir: Her ne kadar
kâfirlerin müminlere zarar vermelerine imkân tamsa bile O, onları sevmez. Her
ne kadar mü'minlere bir acı isabet ettirilse bile O, mü'min-leri sever.
[174]
141. (Bu), Allah'ın
iman edenleri temizlemesi, kâfirleri de mahvetmesi İçindir.
Temizlemesi"
kelimesinin anlamı ile ilgili üç görüş vardır. Birinci görüşe göre, sınayıp
denemesi içindir anlamındadır. İkinci görüşe göre ise, temizlemesi içindir.
Yani, onJan günahlarından arındırması içindir, demektir Bunun da anlamı şu
olur: Allah'ın, iman edenleri günahlarından arındırıp temizlemesi içindir. Bu
açıklamay\el-Ferrâ yapmıştır.
Üçüncü görüşe göre ise
bu kelime, kurtarmak anlamındadır ki, en garip açıklama şekli budur. el-Halil
der ki: Kaim ipin tüyleri bittiği ve kalmadığı vakit bu fiil kullanılır.
Nitekim; Allah'ım, bizi günahlarımızdan kurtar ifadesi de buradan gelmekte
olup, günahlarımızın cezasından bizi kurtar, demektir.
Ebû İshak ez-Zeccâc
der ki: Ben, Muhammed b. Yezid'e, el-Halıl'den naklen "temhîs"
fiilinin tahlîs (kurtarmak, temizlemek) anlamına geldiğini okudum. Bu anlamda
olmak üzere: onu kurdardı,
kurtarır" şeklinde kullanılır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur:
Mü'minleri sınaması, onlara sevap vermesi ve onları günahlarından kurtarması
içindir, "Kâfirleri de mahvetmesi içindir." Onları kökten helak
etmesi içindir, demektir,
[175]
142. Yoksa, Allah
içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete girivereceğinizi
rai sandınız?
Buradaki Yoksa"
kelimesi, Hayır, anlamındadır. Burada "mim" harfinin fazladan geldiği
ve mananın, istirham hemzesi ile: Ey Ulıud günü bozguna uğrayanlar! Siz de
öldürülüp hem öldürülmeye hem de yaralanmanın acılanna sabredenlerin cennete
girdikleri gibi, onların yollarım izlemeksizin ve onlar sabrettiği gibi
sabretmeksizin cennete gireceğinizi mi sandınız? Hayır bu olmaz! şeklinde
olduğu da söylenmiştir.
"Allah içinizden
cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden" yani, amellerin karşılığının
verilmesi sözkonusu olsun cjiye vakıa âleminde bunu ortaya çıkartmadan
"cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Yani: siz, cihad edip de
cikad ettiğinizi ortaya çıkartmadıkça bu iş olmaz.
Burada manasınadır. Sîbeveyh ise, bu iki edat arasında
fark gözeterek Yapmadı kelimesinin, yaptı fiilinin nefyi olduğunu, “” ise,
yapmıştır anlamındaki: in nefyi olduğunu iddia etmiştir.
ise, “” ın takdiri ile
nasb edilmiştir. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir.
el-Hasen ile Yahya b.
Ya'mer ise cezm ile okumuşlardır. Bunun önceki cümle ile bağlantısı koparılarak
ref ile de okunmuştur. Yani Ve Allah bilir, takdirindedir. Bu kıraati de
Abdülvaris, Ebû Amr'dan rivayet etmiştir.
ez-Zeccâc der ki:
Burada fiilin başındaki "vav" harlı takdirindedir.
Yani, az önce de
geçtiği gibi; Allah sizden cihad edenleri (ve) onların sabrettiklerini ortaya
çıkartmadan... takdirindedir.
[176]
143. Andolsun siz,
onunla karşılaşmadan önce ölümü arzuluyordu-nu2. İşte bakıp duruyorken onu
gördünüz.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun siz... ölümü arzuluyordunuz" buyruğu, siz ölüm ile
karşılaşmadan önce şehadeti temenni ediyordunuz demektir, el-A'meş:
"Onuola karşılaşmanızdan önce" buyruğundaki: Onunla karşılaşmanız...
w anlamındaki kelimeyi diye okumuştur Siz, öldürülme ile karşılaşmadan önce ...
demektir. Bunun, ölüm sebepleriyle karşılaşmadan önce... anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu da şuna işarettir: Bedir'de hazır bulunmayanlardan pek çok
kimse, savaş olacak bir günde hazır bulunmayı temenni ediyorlardı Ancak, Uhud
günü savaş olunca geri dönüp kaçtılar. Bozguna uğradılar. Aralarından
öldürülünceye kadar sebat gösterenler de oldu ki, bunlardan birisi de Enes b.
Malik'in amcası Enes b. en-Nadr'dır.
Enes b. en-Nadr,
müslümanlar geri çekilip bozguna uğrayınca: Allah'ım! Ben bunların
yaptıklarından uzak olduğumu Sana bildiririm, deyip savaşa girişti ve: Oh be
gerçekten cennet kokusudur bu! Şüphesiz ben, o kokuyu alıyorum, diyerek şehid
düşünceye kadar çarpışmaya devam etti. Enes der ki: Biz, onu ancak parmak
uçlarından tanıyabildik. Vücudunda seksen küsur yara tesbit ettik. İşte yüce
Allah'ın: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri ahidlerinde sebat gösteren
yiğitler de vardır" (el-Ahzab, 33/23) buyruğu, onun ve benzeri kimseler
hakkında nazil olmuştur.[177]
O halde bu âyet-i
kerime, yenilip bozguna uğrayan kimseler hakkında bir sitemdir. Özellikle de
Peygamber (sav)'e Medine dışına çıkması hususunda baskı yapanlar olmuştu. -Buna
dair açıklamalar ileride gelecektir-.
Ölümün temenni
edilmesi ise, müslümanlar hakkında cihad üzere sabır ve sebat göstermeye mebni
şehâdetin temenni edilmesi manasınadır. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesi
anlamında bir temenni değildir. Çünkü, böyle bir temenni masiyettir, küfürdür.
Böyle bir masiyetin irade edilmesi de caiz olamaz. İşte müslümanların Allah'ın
kendilerine şehadeti nasib etmesini dilemeleri de bu şekilde yorumlanır.
Onlar, öldürülme sonucunu verecek olsa dahi, cilıad üzere sabretmeyi Allah'tan
dilerler.
Yüce Allah'ın:
"İşte sîz bakıp duruyorken" buyruğu ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle
demektedir: Bu buyruk, yüce Allah'm: "Onu gördünüz1* buyruğunun te'kid
anlamı ile tekrar edilmesi demektir, Yüce Allah'ın: "Ve kanatlarıyla uçan
herbir kuş'1 (el-En'âm, 6/38) buyruğunda olduğu gibi.
Bunun şu anlama
geldiği de söylenmiştir: Sizler, gözlerinizde herhangi bir hastalık olmaksızın
görebildiğiniz halde onu gördünüz, anlamındadır. Nitekim: Gözlerinde herhangi
bir rahatsızlık sözkonusu olmaksızın sen şunu şunu gördün, demek bu
kabildendir. Yani sen onu, gerçek manada gördün. Bu da te'kid anlamım ifade
eder.
Kimist de: "Siz
bakıp duruyorken" buyruğu, siz Mulıammed (sav)'a bakıp duruyorken,
anlamındadır, der, Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifade de vardır. Yani: Siz,
bakıp duruyorken, onu gördüğünüz halde, ne diye bozguna uğradınız? demektir.
[178]
144. Muhammed ancak
bir Peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir, şimdi ölür
veya öldürülürce, ökçeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz? Kim ökçeleri
üzerinde dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin mükâfatını
verecektir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Rivayet edildiğine
göre âyet-i kerime, Şeytan: Muhammed öldürüldü, diye bağırdığı vakit
müslümanlarm geri dönüp kaçışmaları sebebiyle nazil olmuştur.[179]
Atiyye el-Avfî der ki:
Bunun üzerine kimisi şöyle dedi: Muhammed öldürüldü, haydi artık bunlara
elinizi uzatınız. Ne de olsa onlar kardeşi erin izdir. Kimisi de şöyle dedi:
Eğer Muhammed öldürülmüş ise ne diye siz de ona kavuşuncaya kadar
Peygamberiniz ne uğurda can verdiyse siz de canınızı vermiyorsunuz? İşte bunun
üzerine şanı yüce Allah: "Muhanamed ancak bir Peygamberdir. Ondam önce de
nice peygamberler gelip geçmiştir" buyruğundan itibaren "Bu yüzden
Allah onlara dünya nimetini de... verdi" (Âl-i İmran, 3/148.) buyruklarım
indirdi.[180]
“Mâ” Nefy edatıdır.
Ondan sonra gelen ifadeler ise, müptedâ ve haber olup amel etmemiştir. İbn
Abbas: ''peygamberler1' anlamındaki kelimeyi "elif-lam"sız olarak
dîye okumuştur.
Yüce Allah bu âyet-i
kerimede peygamberlerin kavimleri arasmda ebediy-yen kalmayacaklarını, bununla
birlikte Peygamber eğer ölür veya öldürülerek yitirilecek olursa,
peygamberlerin getirdiklerine sımsıkı yapışma gerektiğini anlatmaktadır. Şanı
yüce Allah, Peygamberi ve seçkin kuluna, Muhammed ve Ahmed olmak üzere kendi
isminden müştak iki isim lütfederek şe-reflendirmiştir. Araplar, bir kimsenin
övülmeye değer bir kimsenin hasletlerinin çokluğunu anlatmak üzere Mahmud ve
Muhammed derler. Nitekim şair şöyle demiştir:
"O çok şerefli
ta'zim Dİunan efendi cömert ve övülen kimseye.,,"
Bu mısra, daha önce
Fatiha Sûresi'nde de (1/2. âyet, 4. başlıkta) geçmiş idi. Abbas b. Mirdâs da
der ki:
"Ey
Peygamberlerin sonuncusu, sen (Allah tarafından) hayır ile
gönderilmiş bir
Peygambersin Bütün doğru yolları gösteren Benain
O, mutlak İlah senin
hakkında mahluk atı arasında bir sevgi takdir etmiş ve Sana Muhammed (çokça
övülen) adım vermiştir."
Bu âyet-i kerime
(Uhud'da) bozguna uğrayanlara serzenişin tamamlayıcı bir bölümüdür. Yani,
Muhammad (sav) öldürülecek olsa dahi, onlar bozguna uğramakta haklı olamazlar.
Peygamberlik ölüm ile sona ermez. Dinler peygamberlerin Ölümü İle zeval bulmaz.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[181]
Bu âyet-i kerime, Ebû
Bekir es-Sıddîk'ın kahramanlığına ve cesaretine en açık delillerden birisidir.
Kahramanlık ve cesaretin sının ise musibetlerin gelip çatması esnasında kalbin
sebat göstermesiyle ortaya çıkar. Daha önceden de Bakara Sûresi'nde (2/156-157.
âyet, 3. başlıkta) açıklandığı gibi Peygamber (sav)'ın vefatından daha büyük
bir musibet olamaz. İşte Ebû Bekir'in kahramanlığı ve bilgisi, bu musibet
esnasında açıkça ortaya çıkmıştır. Zira insanlar, Rasûlullah (sav) ölmedi,
dediler.
Ömer de bunlardan
birisiydi. Hz. Osman'ın dili tutulmuş, Hz. AH evinde kalmıştı. İş, içinden
çıkılmaz bir hal almışken, Ebû Bekir es-Sıddîk ise, (Medine'nin) es-Sunh diye
bilinen yerindeki evinden geldiği sırada bu âyet-i kerimeyi okumakla durumu
açıklığa kavuşturmuştu. Nitekim Buhârî'de de bu durum böylece açıklanmıştır.
[182]
İbn Mace'nin
Sünen'inde Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (savVın ruhu
kabz edildiğinde Ebû Bekir de el-Avâli denilen yerde hanımı Harice kızının
yanında bulunuyordu. Herkes, Peygamber (sav) ölmedi. O, sadece vahiy geldiği
zaman karşı karşıya kaldığı hallerden bir hal içerisindedir, diyordu. Ebû Bekir
geldi. Rasûlullah (sav)'ın yüzünü açtı ve gözleri arasından (alnından) öpüp
şöyle dedi: Senin Allah nezdindeki değerin canını iki defa almayacak kadar
büyüktür. Allah'a yemin ederim, RasûluUah vefat etmiş iken Ömer de Mescid'in
bir tarafında şöyle diyordu: Allah'a yemin olsun, Rasûlullah (sav) ölmedi. O,
pek çok münafık kimsenin el ve ayak-lannı koparmadan ölmeyecektir. Bunun
üzerine Ebû Bekir ayağa kalkıp mim-bere çıktı ve şöyle dedi: Kim Allah'a ibadet
ediyor idiyse, şüphesiz Allah diridir, ölmez. Kim de Muhammed'e ibadet ediyor
ise, gerçek şu ki Muhammed ölmüştür. "Muhammed ancak bir Peygamberdir.
Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya
öldürülürce, ökçeleriniz üzerinde (feriye) mi döneceksiniz? Kim ökçeleri
üzerinde dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını
verecektir." Ömer dedi ki: Ben bu âyeti o güne kadar hiç okumamış gibi
idim.[183]
Ebu Nasr Ubeydullah
el-Vâilt'nin el-İbâne adlı eserinde de belirttiği gibi, daha sonra Hz. Ömer
söylediği bu sözden vazgeçtiğini ifade etmiştir; Enes b. Malik'ten rivayete
göre o, Ebû Bekir (r.a)'a Rasûlullah (sav.Vın Mescidinde bey'atte bulunulup da
Rasûlullah (sav)'ın minberine çıktığı sırada, Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın Hz.
Ebû Bekir'den önce davranarak şehadet kelimesi getirdikten sonra şöyle
dediğini İşitmiş:
Şimdi gerçekten ben
dün size bir söz söyledim. Fakat durum benim dediğim gibi değildir. Allah'a
yemin ederim, dün size söylediğim sözü destekleyen herhangi bir delili ne
Allah'ın indirdiği Kitabında buldum, ne de Ra-sülullah (sav)'ın bana özel
olarak söylediği bir söz gördüm. Ancak ben, Ra-sûlullah (say)'m hepimizden en
son ölecek şekilde uzun bir ömür süreceğini umuyor idim. Ancak, aziz ve celil
olan Allah, Rasûlü için kendi nezdinde-kini sizin yanınızda bulunana tercih
edip seçti. İşte Allah'ın kendisi vasıtasıyla Rasûlüne hidâyet verdiği bu
Kitap! Onu alınız, siz de Allah'ın Rasûlü-nün kendisine çağırmış olduğu
hidâyeti bulmuş olursunuz.
Ebu Nasır der ki: Ömer
(r.a)'ın söyleyip de vazgeçtiği sözü şudur: "Peygamber (sav) ölmedi. Ve
o, bir takım kimselerin el ve ayaklarım kesmedikçe asla ölmeyecektir"
sözüdür. O, bu sözlerini karşı karşıya kaldığı işin büyüklüğü dolayısıyla
söylemiş, fitnenin başgösterip münafıkların üstünlük sağlamasından korkmuştu.
Fakat, en büyük Sıddîk Ebû Bekir'in yakîninin gücünü görünce ve o da yüce
Allah'ın: "Her can ölümü tadacaktır" (Al-i İm-ran, 3/185) ile:
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir" (ez-Zü-mer, 39/30)
ile, o gün söylediği diğer sözlerini de işitince uyandı, ona da sebat geldi
ve: Ben sanki bu âyeti o anda Ebû Bekir'den duymadan önce duymamış gibi idim.
Bunun üzerine ashab da çıkıp Medine yollarında bu âyetleri okuyarak yollarına
devam ettiler. Adeta o güne kadar bu âyet inmemiş gibiydi.
Rasûlullah (sav)'ın
vefat ettiği günün, pazartesi günü olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Kuşluk
vaktinin ilerlediği bir vakitte Medine'ye hicretinde girdiği vakitte vefat
etmiş, sah günü defnedümişti. Çarşamba gecesi defnedildiği de söylenmiştir.
Abdulmuttalîb'in kızı
Safiyye, Rasûlullah (sav) için söylediği mersiyesinde şöyle demişti:
"Ey Allah'ın
Raaûlu, bizim umudumuzdun sen Bize karşı iyi davranan birisiydin, hiç katı
değildin
Çok merhametliydin,
doğruya ileten ve bir öğretici idin
Artık bugün ağlasınlar
senin için ağlayacak olanlar
Yemin olsun Peygamberi
yitirdiğim için ağlamıyorum
Fakat gelmekte
olduğundan korktuğum, n kan dökmelerden dolayı ağlıyorum.
Muhammedi andığımdan
ötürü
Bir de Peygamberden
sonra olacaklardan korkumdan dolayı
Adeta yüreğimin
üzerinde dağlayıcılar vardır.
Ey Fatıma, Mubammed*in
Rabbi salât getirsin
Yearib'te yatmakta
olan O mübarek na'şa
Feda olsun Allah
Rasûlüne annem ve teyzem
Amcam, babalarım,
canım ve malım.
Doğru söyledin,
risaleti teblife ettin doğru olarak
Gücün, kuvvetin
yerinde iken vefat ettin ve apaydınlık arı duru
Eğer insanların Rabbi
Peygamberimizi hayatta bırakmış olsaydı mutlu olurduk.
Fakat OJnun emri
mutlaka tahakkuk eder.
Selâm olsun sana
Allah'tan bir selâm
Ve hoşnut kılınmış
olarak Adn cennetlerine girdirilesin,
Görüyorum ki Hasan'ı
yetim bırakıp gittin;
Ağlatıyor bizleri ve
bugün, vefat eden dedesini ağlayarak çağırıyor."
[184]
Rasûlullah (sav)
ölülerini defnetmeyi geciktiren bir aile halkına: "Bu ölünüzü defnetmekte
elinizi çabuk tutunuz ve onu geciktirmeyiniz"
[185]
demiş olduğu halde, kendisinin defni niye böyle geciktirildi, diye sorulacak
olursa, buna üç şekilde cevap verilebilir:
1- Aslıab-t
kiram'ın onun vefat ettiği hususu üzerinde sözünü ettiğimiz şekilde ittifak
etmemiş olmaları.
2-
Çünkü onu
nerede defnedeceklerini bilemiyorlardı. Kimisi, Bakî de defnedelim derken,
başkaları Mescidde, diğer başkaları atası İbrahim'in yanına götürüleceği vakte
kadar alıkonulsun, demişti. Nihayet o en büyük ilim adamı (Hz, Ebû Bekir'i
kastediyor) ben onu şöyle buyururken dinledim dedi: "Her bir peygamber
mutlaka öldüğü yerde defnedilegelmiştir." Bu hadisi de İbn Mace, Muvatta
ve başkaları zikretmiştir.
[186]
3-
Ashab-ı
kiram, bey'at hususunda muhacirlerle ensâr arasında ortaya çıkan görüş
ayrılığı ile uğraştılar ve bu hususta meseie kesinlik kazanmcaya, düzen
yerleşinceye ve durum sağlam bir hal alıp hilafet olması gereken yerde karar
kıkncaya kadar uğraştılar; sonunda Ebû Bekir'e beyrat ettiler. Daha sonra
ertesi gün herkesin gözü önünde ve rızaları ile ona bir defa daha bey'at
ettiler. Yüce Allah, onun vasıtası ile irtidat edenlerin sebep oldukları
sıkıntıları açıp giderdi, onunla din dimdik ayakta kaldı. Âlemlerin Rabbi olan
Allah'a harad olsun. Bundan sonra da Peygamber (sav)'ın durumunu ele aldılar,
onun defnedilmesi, yıkanması ve kefenlenmesi işine baktılar. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[187]
Peygamber (savVın
cenaze namazının kılınıp kılınmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Kimi
ilim adamı şöyle demiş; Kimse onun cenaze namazını kılmadı. Bunun yerine
herkes huzurunda durup dua etti. Çünkü o, namazı kılınmayacak kadar şerefli
idi.
İbnü'l-Arabî İse der
ki: Bu zayıf bir görüştür Çünkü sünnet, ona dua esnasında salât ve selâm
getirilmek suretiyle yerine getirildiği gibi, cenaze namazı esnasında yine ona
salât ve selâm getirilmek suretiyle yerine getirilir. Kişi: Allah'ım, Kıyamet
gününe kadar Muhammedi salât ve selâm getir, der ve bu bizim için bir
menfaattir. Onun namazının kılınmadığı da söylenmiştir. Çünkü o vakit imam
olacak kimse yoktu. Ancak bu görüş de zayıftır. Zira, onlara farz namazı
kıldıran kim idiyse, cenaze namazında da onlara o imam olup kıldınrdı. Bir
diğer görüşe göre, herkes tek başına onun cenaze namazını kıldı. Çünkü bu,
onunla son bir karşılaşma idi. O bakımdan herkes bu hususta başkasına tabi
olmamak suretiyle yalnızca kendisine has olarak onun bereketini almak
istemişti. Bunun da doğruluğunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: İbn Mace,
hasen hatta sahih bir isntad ile îbn Abbastan bir hadis rivayet etmektedir. Bu
hadiste şu ifadeler yer alır: Sah günü Hz. Peygam-ber'in teçhizini bitirmeleri
üzerine evinde divanı üzerine konuldu. Sonra insanlar, Rasûlullah (sav)'ın bulunduğu
yere guruplar halinde girip üzerine namaz kıldılar. Erkekler bittikten sonra
kadınları içeri aldılar. Kadınlar da bitirdikten sonra çocukları içeri
aldılar, Rasüluİlah (sav)'a kılınan namazda kimse cemaate imam olmadı. İbn
Mace bunu, Nasr b. Ali el-Cehdamîden rivayet etmektedir. Nasr dedi ki: Bize,
Vehb b. Cerir haber verdi, bize babam anlattı'. O, Muhammed b. İshak'tan dedi
ki: Bana Hüseyn b. Abdullah anlattı. O, İkrime'den, O, İbn Abbas'tan diyerek;
hadisi bütünüyle kaydetmektedir.
[188]
Peygamber (sav)'ın
vefatından sonraki değişiklikler hususunda Enes'den şöyle dediği
nakledilmektedir: Rasûlullah (sav)'ın Medine'ye girdiği günü, bu girişi
dolayısıyla her şey aydınlanmıştı. Onun vefat ettiği gün ise, bundan dolayı da
her şey kararmıştı. Peygamber (sav)'ın defin işini bitirir bitirmez kalplerimizi
tanımaz olduk. Bu hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[189]
Yine İbn Mace der ki:
Bize Muhâmmed b. Beşşâr anlattı. Bize, Abdurrah-man b. Mehdi haber verdi. Bize,
Süfyan anlattı. O, Abdullah b. Dinar'dan, o, İbn Ömer'den, dedi ki: Rasûlullah
(sav) hayatta iken hakkımızda Kur'ân iner korkusuyla kadınlarımız ile uzun uzun
konuşup, gülüp şakalaşmaktan çekinirdik. Rasüluliah (sav.) vefat edince konuşur
olduk.[190]
Yine İbn Mace,
Peygamber (savVın hanımı, Ebu Umeyye kızı Um Sele-me'den senedini kaydederek
şöyle dediğini nakletmektedir: Rasüluliah (sav) döneminde insanlardan birisi
namaza kalktı mı, onlardan herhangi birisinin gözü ayaklarını koyduğu yerden
ötesini görmüyordu. Fakat Rasüluliah (.sav) vefat edip de Ebû Bekir (halife)
olunca, insanlardan herhangi birisi namaza kalktı mı, gözü alnını koyduğu yerin
ötesini görmüyordu. Ebû Bekir vefat edip, Ömer (halife) olunca, bu sefer
insanlardan herhangi birisi namaza kalktı mı, onun da gözü kıble yerinden
başkasını görmüyordu. Osman b. Affan (halife) olunca, bu sefer fitne
başgösterdi ve insanlar namazda sağa soEa bakar oldular.
[191]
"Şimdi O ölür
veya öldürülürce, ökçeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz?" buyruğundakt:
"Şimdi O ölür" ifadesi şarttır. "Veya öldürülürse"
buyruğu da ona atfedil
mistir. Cevabı ise: ",., döneceksiniz?* buyruğudur. İstifham harfi
(hemze)'nin ceza (cevap) harfi (fâ)'nın başına gelmesi ise, şartın ona bağlı
olması ve anık şartın tek bir cümle ve tek bir haber halinde oluşundan
dolayıdır. Yani: Eğer ölür yahut öldürülürse, siz ökçeleriniz üzerinde gerisin
geri mi döneceksiniz demektir, Bu. şekilde ceza harfi başına gelen her türlü
istifhamın takdiri de böyledir. Bu ceza harfi olması gereken yerde
kullanılmaz. Onun yeri ise, şartın cevabından önce olmasıdır.
Yüce Allah'ın:
"Ökçeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz" buyruğu temsilî bir
İradedir. Yani: İman etlikten sonra kâfirler olarak mı geriye döneceksiniz? Bu
açıklamayı Katâde ve başkaları yapmıştır. Önceki haline geri dönen kimseye;
Ökçeleri üzerinde (geriye) döndü denilir. Yüce Allah'ın: îki ökçesi üzerine
kaçıp dönerek..." (el-Enfâl, 8/48) buyruğu da bu kabildendir.
Burada "geri
dönmek"ten kastın, bozguna uğramak olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu
ifade mecazî bir ifade değil, hakikat anlamında kullanılmış olur. Mananın: -Bu
irtidâd olmasa dahi- Mürtedlerin yapacağı işi mi yapacaksınız? şeklinde olduğu
da söylenmiştir.
"Kim ökçeleri
üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar vereme/.." Aksine kendisine
zarar verir ve Allah'ın emirlerine aykırı hareketi dolayısıyla kendisini
cezaya maruz bırakır.
Yüce Allah'a itaat'in
faydası olmadığı gibi, masiyetin de bir zararı olmaz. Çünkü O, hiçbir şeye
muhtaç olmayan (Ganî)dir.
"Allah
çükredenlerin mükafatını verecektir." Yani, sabreden, cihad eden ve şehid
düşenleri mükâfatlandıracaktır. Burada "Allah şükredenlerin mükâfatım
verecektir" buyruğunun "Allah'a hiçbir zarar veremez" buyruğundan
sonra gelmesi suretiyle tehditten hemen sonra ilâhî bir mükâfat va'di gelmiş
olmaktadır.
[192]
145- Allah'ın izni
olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O, va'desiile yazılmış bir yazıdır. Kim
dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiretin mükâfatını
dilerse, buna da ondan veririz. Biz, şükredfnlerİ mükâfatlandıracağız.
Yüce Allah'ın: *
Allah'ın İzni olmadıkça hiçbir kimseye Ölmek yoktur. O, vadesi İle yazılmış
biryasudif" buyruğu, cihada bir teşviktir. Ölümün kaçınılmaz olduğunu,
her insanın -ister öldürülmüş olsun, ister öldürülmemiş
olsun- kendisi İçin
yazılmış olan eceline ulaştı mı, mutlaka öleceğini bildirmektedir. Çünkü
"va'desi ile yazılmış bir yazı" belli bir ecel takdir edilmiştir,
demektir. "Allah'ın izni İle" buyruğunun anlamı ise, Allah'ın kaza ve
kaderi ile demektir.
Bir yazı" ise,
mastar olarak nasb edilmiştir. Allah, va'desi belli bir yazı yazmıştır,
anlamındadır. Ölümün va'desi ise, şanı yüce Allah'ın canlının ruhunun
bedeninden ayrılacağını bildiği vakittir. Kul öldürüldü mü, biz bununla
ecelinin o olduğunu bilmiş oluruz, O bakımdan: Öldürülmeseydi ya-şıyacaktı,
demek doğru değildir.
"O, va'desi ile
yazılmış bir yazıdır" buyruğuna delil teşkil eden. diğer buyruklar da
şöyledir: "Onların ecelleri geldi mit ne bir an geri bırakılırlar, ne de
bir an öne geçirilirler" (el-A'raf, 7/34.);
"Muhakkak
Allah'ın eceli gelecektir" (el-Ankebut, 29/5); "Her bir va'de-nin bir
yazısı vardır" (er-Ra3 d, 13/38).
Mutezile görüşünü
benimseyenler ise şöyle derler: Ecel, öne de alınır, geri de kalabilir.
Öldürülen bir kimse, ecelinden önce ölür. Yine boğazlanan her bir hayvanın da
ölümü ecelinden önce gerçekleşir. Çünkü, katil kimsenin yerine göre tazminat
ve diyet ödemesi icabeder.
Şanı yüce Allah İse,
bu âyet-i kerimede hiçbir canın ecelinden önce ölmeyeceğini beyan etmektedir.
Bu hususa dair daha
geniş açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/34. âyetin
tefsirinde) gelecektir. Yine bu buyrukta ilmin yazılıp tedvin edilmesine delil
vardır. Buna dair açıklamalar da Tâ-Hâ Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Onların
ilmi Habbinin nezdinde bir kitaptadır" (Tâ-Hâ, 20/52) buyruğuna dair
açıklamalarda bulunacağımız vakit -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.
"Kim duaya
nimetini İsterse kendisine ondan veririz." Burada dünya nimetinden kasıt
ganimettir.
Bu buyruk ganimet
arzusu iie yerleştirildikleri yerleri terkeden kimseler hakkında inmiştir.
Bunun, âhireti bir kenara bırakıp dünyayı isteyen herkes hakkında umumî olduğu
da söylenmiştir. Biz ona, dünyadan kendisi için kts-met olarak tayin edilen
miktarı veririz, demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bir başka yerde şöyle
buyurulmaktadır; "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse, Biz de buradan
dilediğimize, dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz." (el-İsra, 17/18)
"Kim de âülretin
mükâfatını dilerse buna da ondan veriri/." Yani ona, şanı yüce Allah'ın
açıkladığı şekilde, dilediği kimselere hasenaunın ecrini kat kal vereceğini
belirttiği üzere, amelinin karşılığını mükâfatını veririz. Şöyle de
açıklanmıştır: Bu buyrukla Abdullah b. Cübeyr ile yerini terk etmeyen ve
öldürülünceye kadar yerinden ayrılmayan okçuların kast edildiği de söylenmiştir.
"Biz,
şükredenleri mükâfatlandıracağız." Bozguna uğramayıp, geri kaçmadıkları
için mükâfat olmak üzere, onlara ebedî ecir vereceğiz demektir. Bu da daha önce
âhirette daha fazla mükâfat verileceğine dair buyrukları te'kit etmektedir.
"Biz şükredenleri
mükafatlandıracağız." Yani, kâfirlerin, kendilerinin elde ettiklerinden
mahrum bırakıldığı vehmine kapılmasın diye, dünyada onlara nzıklarını
vereceğiz, anlamına geldiği de söylenmiştir.
[193]
146. Beraberlerinde
Rabbîlcrden çok kimsenin savaştığı nice peygamberler vardır. Allah yolunda
başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar, boyun da eğmediler.
Allah, sabredenleri sever.
147. "Rabblmiz,
günâhlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bize bağışla. Ayaklarımıza sebat
ver. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et" demekten başka bir söz
söylemiyorlardı.
Yüce Allah'ın:
"Beraberlerinde Rabbîlerden çok kimsenin savaştığı nice peygamberler
vardır" buyruğu ile ilgili olarak, ez-Zührî şöyle demektedir: Şeytan,
Uhud günü: Muhammed öldürüldü, diye bağırdı.
[194] Bu
sebepten müs lü manlar dan bir topluluk bozguna uğradı. Ka'b b. Malik der ki:
Ra-sûlullalı (sav)'ı ilk tanıyan kişi ben olmuştum. Gözlerinin miğferin altında
parladığını görünce sesim çıkabildiği kadar: "İşte Rasûluİlah (sav)!"
diye bağırdım. O da bana: Sus diye işaret etti.
[195]
Bunun üzerine de aziz ve celil olan Allah: "Beraberlerinde Rabbîlerden çok
kimsenin savaştığı nice peygamberler vardır. Allah yolunda başlarına
gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar" âyetini indirdi,
kelimesi,
"Nice" anlamındadır. el-Halil ve Sibeveyh der ki: Bu kelime aslında
şeklinde olup, başına benzetme edatı olarak "kef" girmiş ve onunla
beraber mebni bir kelime haline gelerek konuşma dilinde: Nice" anlamına
kullanılmıştır, Muslıafta ise, (.tenviri) "nun" olarak yazılmıştır.
Zira bu, aslından nakledilen bir kelime olup, anlamı değiştirildiğinden
dolayı, lafzı da değiştirilmiş oldu. Daha sonra bu kelime çokça kullanılır
oldu, Araplar bu kelimenin şeklini değiştirip durdu ve kalb ve hazf gibi
yollarla değişikliğe uğrattı. Bunun sonucunda da bu kelimenin kıraatte de kullanılmış
dört söyleyişi ortaya çıktı. İbn Kesir bu kelimeyi, "fail" vezninde
“” şeklinde okumuştur. Aslı da: “”şeklinde
olup, buradaki "yâ" elife kalb edilmiştir. Nitekim kelimesindeki
"yâ" harfi, elife kalb edilerek “”: Umut keser, yese düşer, şeklinde
kullanılmıştır. Şair de der ki:
"Sel yataklarında
nice arkadaş vardır kî,
Bana bir musibet
geldiğini görecek olursa, bizzat kendisi o musibeti tatmış olur."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Biz, size
saldıran nice silâh kuşanmış kimseyi geri çevirdik. Kafilenin ününde gelen ve
başı miğferli, silahlar kuşanmış ve
böbürlenerek
yürüyen."
Bîr diğeri de şöyle
demektedir:
"Topluluklar
arasında nice kimseler vardır ki,
Kardeşleri
kendilerinden üstün kendileri de keremlidirler."
tbn Muhaysın ise,
medsiz ve hemzeli olarak şeklinde okumuştur. Bu da aslen: den olup, "elifi
hazf £dilmistir.
Yine İbn Muhaysın'ın
bu kelimeyi, şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki bu, şeddesiz den kalb
edilmiştir. Diğerleri ise, şeklinde okumuşlardır. Aslolan şekil de budur. Şair
der ki:
"Nice insanlar
vardır ki, hâlâ
Kardeşleri
kendilerinden yukarıda ve kendileri de kerimdir.
Bir başka şair de;
"Biz gücümüzle
nice düşmanı imha ettik
Ve nice zayıf ve
korkuya kapılmışı da himaye ettik."
diyerek, şeklindeki
iki söyleyişi bir arada kullanmıştır. Bu kelimenin, beşinci bir kullanım şekli
daha vardır ki, bu da: şeklindedir. Adeta bu, dan kalbedilmiş bulunan 'ın
şeddesizi gibidir.
el-Cevherî ise, bunun
şeklindeki iki söyleyişinden başkasını sözkonusu etmemektedir. Günlük konuşma
esnasında: Nice adamla karşılaştım, denilerek bu edattan sonra gelen isim
temyiz olarak nasb edilir. Aynı şekilde diye de kullanılır ve bu edattan sonra
harf-i cerri getirilir ki bu, ismin nasb edilme halinden daha çok kullanılır ve
daha da güzeldir.
ise, bu elbiseyi kaça
satarsın? anlamındadır. Şair ZuJr-Rimme der ki:
"Nice yaban ineği
ve yaban, öküzünden dehşete kapıldık ki,
Düşmanların
(evcillerinin) yurtları onlara yurt olmaz."
en-Nehhâs der ki: Ebû
Amr bu kelime üzerinde vakıf yaptığı takdirde şeklinde "nûn"suz
olarak vakıf yapardı. Çünkü bu kelimenin aslında tenvin yoktur. Bunu, Sevre b.
el-Mübârek, el-Kisaî'den de rivayet etmiştir. Diğerleri ise, Mushaftaki hatta
tabi olarak "nûn"u sakin okuyarak vakit" yapmışlardır.
Âyeti kerimenin ifade
ettiği mana, mü'minlerde kahramanlık duygularını harekete getirmek ve daha
önce geçmiş bulunan peygamberlere tabi olan hayırlı kimselere uymalarını
emretmektedir. Yani, nice peygamberle birlikte nice "Ribiyyûn"
öldürülmüştür. Yahut da pek çok peygamber öldürülmüş bulunduğu halde onların
ümmetlerinden kimse irtidat etmemiştir, diye iki farklı şekilde açıklanmıştır.
Birinci göruş^
el-Hasen ile Said b. Cübeyr'in görüşü olup el-Hasen şöyle demiştir: Hiçbir
savaşta herhangi bir peygamber öldürülmüş değildir, ibn Cü-beyr de der ki: Biz,
çarpışma esnasında öldürülmüş bir peygamber işitmedik.
İkinci görüş ise,
Katade ve İkrime'den nakledilmiştir. Bu görüşe göre; Savaştı, anlamındaki
kelime, Öldürüldü, anlamında okunup üzerinde vakıf yapmak caiz olur.
Bu okuyuş ise Nâft',
İbn Cübeyr, Ebû Amr ve Yakub'un kıraatidir. İbn Ab-bas'ın kıraati de budur ve
bunu Ebu Hatim tercih etmiştir.
Bû kıraat de iki
şekilde açıklanır. Birincisine göre, Öldürüldü, ifadesi yalnızca Peygamber
hakkında sözkonusu olur. O takdirde, "Öldürüldü" kelimesi ile ifade
tamam olur.[196] Buna göre ifadede
hazfedilmiş kelimeler olur ki' bu da, onunla birlikte de pek çok Rabbî kimse
vardı, manasına gelir. Nitekim "beraberinde büyük bir ordu bulunuyorken
kumandan öldürüldü" ifadesi bunu andırır. Yine, beraberimde ticaret malı
bulunduğu halde çıktım, ifadesi de böyledir.
İkinci açıklama
şeklinde "öldürüldü" hem Peygamber hakkında, hem de onunla birlikteki
Rabbîler hakkında sözkonusu olmuştur. Bu da onunla birlikte bulunanların bir
kısmı öldürüldü, şeklinde anlaşılır. Nitekim Araplar, Te-mimoğullarını ve
SüleymoğuHannı öldürdü, dernekle birlikte onların sadece bir kısmının öldürmüş
olduklarını kast ederler. Buna göre Yüce Allah'ın: "Gevşemediler"
buyruğu da onlardan geri kalanlar hakkında sözkonusu olur.
Derim ki: Bu görüş,
(yani peygamberle birlikte olanların bir kısmının öldürüldüğü şeklindeki
açıklama) âyetin nüzulüne daha uygun ve daha yakın bir görüştür. Çünkü
Peygamber (sav) öldürülmemiştir. Onunla birlikte bulunan ashabından bir gurup
öldürülmüştür.
Ancak, Kûfeliler ile
Ibn Âmir Savaştı, şeklinde okumuşlardır ki, bu da îbn Mes'ud'un kıraatidir.
Bunu Ebû Ubeyd tercih etmiş ve şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, savaşan
kimseyi övdüğü takdirde, öldürülen kimse de onun kapsamına girer. Ancak,
öldürülenden övgüyle sözedecek olursa, onların dışında kalanlar kapsamlarına
girmezler. Bu bakımdan; Savaştı, ifadesinin hem daha genel bir anlamı vardır,
hem de daha çok övücü bir ifadedir.
Rabbîler kelimesi,
cumhur tarafından "ra" harfi esreli olarak okunmuştur. Ali (r.a) ise,
"ra" harlını Ötreli okumuştur. İbn Abbas ise üstün okumuştur.
Böylelikle bu kelimenin üç söyleyişi vardır. Rabbîler ise, pek çok topluluklar
anlamındadır. Bu açıklama, Mücâhid, Katâde, Dahhâk ve îkri-me'den
nakledilmiştir. Tekili ise şeklinde "ra" harfi hem ötreli, hem de
üstünlü okunur, Bu kelime, yine "ra" harfi esreli ve ötreli
okunabilecek şekilde e nisbet edilir ki, bu da topluluk anlamındadır.
Abdullah b. Mes'ud der
ki: Bu kelime binlerce anlamındadır. îbn Zeyd der ki: Bu kelime, tabi olan
kimseler manasınadır. Ancak, birinci açıklama sözlükte daha çok bilinen bir
şekildir. O bakımdan okların toplanıp bir araya getirilip bağlandığı bez parçasına
(veya) ok torbasına; denilir.
"Ribab" ise,
bir araya toplanmış kabileler manasınadır.
Eban b. Sa'leb der ki:
Rıbbî, onbin kişi demektir. el-Hasen ise, bunlar sabreden alimler demektir,
Ibn Abbas, Mücalıid, Katade, er-Rabî ve es-Süddî: Çok büyük miktardaki
topluluk, diye açıklamışlardır. Şair Hassan (b. Sabit) der ki:
"Ve eğer bir
topluluk haktan uzaklaşırsa
Biz onlann üzerlerine
büyük toplulukları süreriz.'
ez-Zeccâc der ki:
Burada bu kelime, birisi "ra" harfi ötreli, diğeri de es-reli olmak
üzere iki kıraat sözkonusudur Ötreli okuyuşa göre, pek çok topluluklar
anlamındadır. Bunun ontrin kişi olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: îbn
Abbas'tan da "Rab"e nisbet edilmiş olarak, "Rabbiyyûn" şeklinde
"r" harfi üstün olarak bir kıraat de rivayet edilmiştir. el-Halii der
ki: "Rıbbî", peygamberlerle birlikte sabreden abidlerden tek kişi
demektir. Rabbaniler bunlardır Ve bunlar kendilerini Allah'a vermeye, O'na
ibadete, yüce Allah'ın Rubûbiyetini bilmeye nisbet edilerek böyle
anılmışlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler"
buyruğundaki " gevşemediler" anlamındaki; zayıf düşmediler,
anlamındadır. Buna dair açıklama daha önceden U39. âyetin tefsirinde)
geçmişti. "Vehen^İse, korku sebebiyle gayretin, azmin kırılması demektir.
el-Hasen ve Ebu Simmal ise bunu, "he" harfini esreli ve ötreli olarak
okumuşlardır ki, bu da Ebu Zeyd'den nakledildiğine göre iki ayrı söyleyiştir.
(Aynı kökten gelen) el-V&kine kaburga kemiklerinin en alttaki ve en kısa
olan kemiğidir. Develer hakkında vehen, kesEf (zayıf) demektir. Vehn ise, gecenin
geçip giden kısa bir süresi demektir. Mevhin de aynı anlamdadır.
Buyruğun anlamına
gelince; onlar, Peygamberlerinin öldürülmesi, yahut da aralarından öldürülenler
dolayısıyla zaafa düşmediler, demektir. Bu da onlardan geriye kalanlar zaafa
düşmedi, manasına olup muzaf hazfedil mistir.
"Yılmadılar"
yani, düşmanlarından korkup çekinmediler.
Boyun da
eğmediler" buyruğu da cihadda başlarına gelen musibetten dolayı boyun eğmediler,
demektir. İstikâne zillet göstermek ve boyun eğmek manasınadır. Bu kelime
aslında şeklinde veznindedir. "Kel"" harfinin fethası İşbâJ ile
okununca "eiif" ortaya çıkar.
Bu kelimenin; Olmak
fiilinden geldiğini kabul edenlere göre ise, bu kelimenin vezni: şeklinde olur.
Ancak birinci açıklama âyet-i kerimenin anlamına daha uygundur.
Gevşemediler,
yılmadılar" buyruğu şeklinde, "he" ve "ayn" harfleri
sakin olarak da okunmuştur. el-Kisaî ise;" Yılmadılar" kelimesinin
"ayn" harfi fethalı olarak da kullanıldı-ğmı nakletmektedir.
Daha sonra yüce Allah,
onlardan birtakım kimselerin yahut da (diğer görüşe göre) peygamberlerinin
öldürülmesinden sonra kendilerinin sabrettiklerini, kaçmadıklarını ve
kendilerini ölüme hazırladıklarını, kendilerine şe-hadet nasib olursa,
günahlardan tevbe etmiş olarak ölmek için de Allah'tan mağfiret dilediklerini,
düşmanları önünde bozulmamalan için de sebat vermesi ve düşmanlarına karşı
zafer nasib etmesi için dua ettiklerini haber vermektedir.
Diğer organlar
arasında özellikle ayaklara sebat verilmesinin sözkonusu edilmesi, ayaklara
dayanılmasından ötürüdür. Böylelikle yüce Allalı şöyle buyurmuş gibidir: Ey
Muhammed'in ashabı! Sizler de niçin böyle yapmadınız ve benzeri sözler
söylemediniz? Yüce Allah onların dualarını kabul buyur^ du, onlara yardım ve
zafer verdi, dünyada ganimet, âhirete gittikleri vakit de onlara mağfiret
verdi. İşte şanı yüce Allah tevbe eden samimi ve dinine yardım eden,
düşmanları ile karşılaştıklarında Allah'ın hak va'di üzere doğru sözüne
bağlılık üzere sebat gösteren ihlâslı kullarına böyle davranır.
"Allah
sabredenleri sever.1* Allah cilıad üzere sabır ve sebat gösterenleri sever,
demektir.
Kimisi de: Başka bir
söz söylemiyorlardı" buyruğunu "lâm" harfim1 ötreli olarak
okumuş ve "söylemek" den gelen fiili:..dı'nın ismi olarak
okumuşlardır. Buna göre ifadenin anlamı: Onların söyledikleri söz, sadece
"Rabbimiz, sunanlarınım.-bağışla" demekten ibaretti, şeklinde olur.
Ancak, bu kelimeyi nasb ile okuyanlar ise, "...idi" anlamındaki nakıs
fiilin haberi olarak kabul etmişlerdir. İsmi ise, "Rabbimiz,
günahlarımızı bağışla demekten başka bir söz söylemiyorlardı" anlamındaki
buyruk olur ki, burada günahlardan kasıt da küçük günahlardır.
"İçimizdeki
taşkınlığımızı" ile kastedilen de büyük günahlardır.
Taşkınlık (israf):
Herhangi bir şeyde aşırıya kaçmak ve sınırı aşmak demektir. Müslim'in
Sahih'inde de Ebu Mûsâ el-Eşarî'den nakledildiğine göre, Peygamber (sav) şu
şekilde dua edermiş:
"Allah'ım, bana
günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki taşkınlığımı ve Senin benden daha iyi
bildiğin yaptığım şeyleri bana bağışla!" diyerek hadisin geri kalan
bölümünü zikretmektedir.[197]
O halde insana düşen
şey, Allah'ın Kitabı ile sahih sünnette yer alan duaları yapmak, onun dışında
kalanları da bir kenara bırakmaktır. Ben bu duayı, tercih ediyorum,
dememelidir. Çünkü yüce Allah, hem Peygamberi, hem gerçek dostları için
yapacakları duaları seçmiş, onlara nasıl dua edeceklerini öğretmiştir.[198]
148. Bu yüzden Allah
onlara dünya nimetini de âh ire tin mükâfatını da fazlasıyla verdi. Allah
İhsan edenleri sever.
"... Allah
onlara, dünya nimetini" yani, ilâhî yardımı, düşmanlarına karşı zaferi
"de âhiretin mükâfatını da fazlasıyla" yani cenneti
"verdi."
eİ-Calıderî
"sevap: mükâfatlandırmak"dan gelen bir kelime şeklinde diye okumuştur.
"Allah ihsan
edenleri sever." Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır.
[199]
149. Ey iman edenler,
kâfirlere İtaat ederseniz ökçeleriniz üzerine sizi geri çevirirler de hüsrana
uğrayanlar olarak geri dönersiniz.
150. Halbuki m evi
ânız Allah'tır. Ve Ot yardımcıların en hayırlısı dır.
Şanı yüce Allah, daha
önceki peygamberlerin, dininin yardımcılarına uymayı emredip kâfirlere yani
arap müşriklerinden olan Ebû Süfyan ve arkadaşlarına - bir diğer görüşe göre
de yahudi ve hristiyanlara- itaatten sakın-dırmaktadır,
Ali O.a) da şöyle
demiştir: Burada bozguna uğradıkları vakit münafıkların mü'minlere: Haydi
atalarınızın dinine dönünüz demelerini kastetmektedir. İşte onlara uyacak
olursanız: "Ökçeleriniz üzere sizi geri çevirirler.** Yani küfre
döndürürler. "Ve hüsrana uğrayanlar olarak dönersiniz." Bu da zarara
uğramışlar, aldanmışlar olarak geri dönersiniz demektir.
Daha sonra yüce Allah:
"Halbuki mevlânız Allah'tır" diye buyurmaktadır. Yani, kendisine
itaat ettiğiniz takdirde size zafer yermeyi ve yardım etmeyi, sizi korumayı
üzerine alan O'dur demektir. Halbuki... Allah'tır" buyruğu, şeklinde;
Bilakis mevlânız olan Allah'a itaat ediniz, takdirinde nasb ile okunmuştur.
[200]
151. Kâfirlerin
kalplerine korku salacağız. Hakkında hiçbir sultan (delil) indirmediği şeyi
Allah'a es koştuklarından dolayı. Onların varacağı yer ateştir. Ne kötüdür o
zalimlerin varacağı yer!
Bu buyruğun bir
benzeri de yüce Allah'ın: 'Ve kalplerine korku saldı" (el-Ahzab, 33/26;
el-Haşr, 59/2) buyruklarıdır. İbn Âmir, el Kisaî “korku" kelimesini
"ayn" harfini ötreli olarak da okumuştur ki, bunlar iki ayn söyleyiştir.
"Ayn" harfi sakin olarak "korku" anlamındadır Bununla
birlikte "ayn" harfi sakin iken mastar, ötreli okunuşunun da isim
olması da mümkündür. Bu kelimenin asıl anlamı, doldurmak demek olan dan gelmektedir.
Mesela ifadesi, vadiyi dolduran sel,
demektir. (ise, havuzu doldurdu, manasınadır. Âyet-i kerimenin anlamt şudur:
Biz, müşriklerin kalplerini korku ve dehşetle dolduracağız.
es-Sahtiyanî;
Salacaktır, anlamında "ye" ile okurken, diğerleri ise, ilâhî azamete
işaret eden "nûn-i azamet" itte "salacağız" diye
okumuşlardır.
es-Süddî ve başkaları
derler ki: Uhud günü, Ebû Süfyân ile müşrikler Mekke'ye doğru yola
koyulduklarında, yollarının bir bölümünde dönüşlerine pişman olup: Çok kötü
bir iş yaptık, dediler. Biz onları öldürdük. Nihayet onlardan ancak kaçanlar
geri kalmışken o kaçanları da terkedip geldik. Haydi geri dönün ve onlan toptan
imha edin. Ancak onlar, bunu kararlaştırınca yüce Allah da kalplerine korkuyu
saldı ve sonunda verdikleri bu kararlarından vaz geçtiler. Salmak (ilkaa) ise,
hakikat anlamıyla cisimler, maddi şeyler hakkında kullanılır. Yüce Allah:
"Ve O, levhaları ilkaa etti (bıraktı)71 (el-A'râf, 7/150); "Derken
iplerini ve asalarını bıraktılar (elkav )" (eş-Şuarâ, 26/44); "Bunun
üzerine Mâsâ da asasını bıraktı (elkaa)* (el-A'râf, 7/107) diye buyurmaktadır.
Şair de şöyle demektedir:
"Ve o, asasını
bıraktı ve orada ikâmet etti,"
Bu âyet-i kerimede ve:
"Ve sana nezdimden bir sevgi bıraktım, (ilkaa ettim)" (Tâ-Hâ, 20/39)
âyeti ile; sana bir mesele ilkaa (arz) edeyim; ifadesinde olduğu gibi mecaz
anlamında da kullanılmıştır.
"Allah'a eş
koştuklarından dolayı1* buyruğu, kalplerine bırakılan bu korkunun sebebini
açıklamaktadır. Yani, onların kalplerine salınan bu korkunun sebebi şirk
koşmalarıdır. Birisine şirk koşmak ise, ona ortak (.şerik) kılmak kastıyla
başkasını ona denk tutmak demektir. "Hakkında hiçbir sultan" yani,
belge ve açıklama, gerekçe, mazeret ve burhan "indirmediği şeyi Allah'a eş
koştuklarından dolayı," "Sultan" kelimesinin bu anlamlan
dolayısıyla valiye de sultan denilmiştir. Çünkü o, yer yüzünde Allah'ın
hüccetidir. Bu kelimenin kandilde yakılan ve aydınlık veren susam yağının adı
olan "es-Selît'den alındığı da söylenmektedir. İmruu'1-K.ays der ki:
"İyice bükülmüş
fitillerle o susam yağını meylettirdi"
Sultan vasıtası ile de
hakkın açığa çıkması, batılın da ortadan kaldırılması hususunda aydınlanılır.
Selît'ın demir manasına geldiği, silâta'nında keskinlik anlamına geldiği söylenmiştir,
Silâta da "kahretmek" anlamına gelen "et-Teslîfden gelmektedir.
Sultan da buradan gelmektedir. Sonundaki "nun" zaiddir.
"Sultan", asıl anlamı itibariyle güç ve kuvvet demektir, sultan vasıtasıyla
başkaları kalır edildiği, yenik düşürüldüğü gibi, güç ve kuvvetle de kahredilip
yenik düşüruiür. "Selîta" ise, bağırıp çağıran kadın demektir. Se-lît
da fasih konuşan erkek manasına gelir.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Putlara ibadet hiçbir dinde sabit ve lehine delil
getirilebilen bir şey değildir. Akıl da böyle bir şeyin kabul edilebileceğine
delâlet etmemektedir.
Daha sonra yüce Allah,
onların sonlarım, dönüp varacakları yeri haber vererek: "Onların varacağı
yer ateştir" diye buyurmakta, sonra da bu yeri de: "Ne kötüdür o
/alimlerin varacağı yeri™ diye yermektedir.
Varılacak yer
anlamındaki ael-Mesvâ" ise, kendisinde kalınan, ikâmet olunan yer
demektir. "Me'vâ" ise, gece yahut gündüz herhangi bir şeyin kendisine
döndüğü her mekân demektir.
[201]
152. Andolsuji Allah
size olan va'dini doğru olarak gerçekleştirdi. Hani O'nun izniyle onları
doğruyordunuz. Nihayet sevdiğinizi s i/t gösterdikten sonra yıldınız, o İş
hakkında çekiştiniz ve baş kaldırdınız. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kimi
de âhire t i istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için Allah sizi onlardan geri
çevirdi. Bununla beraber -andoLsun- sizi bağışladı. Allah, m erminlere
lütufkârdır.
Muhammed b. el-Ka'b
el-Kurazî der ki: Müslümanlar Uhud'da musibete uğramışlar olarak Rasûlullah
(sav) ile beraber Medine'ye döndüğünde, birbirlerine şöyle dediler: Allah bize
zaferi vaîdetmişken bu bize nereden geldi? Bunun üzerine bu âyet-i kerime
indi.
[202] Çünkü onîar, bir
taraftan müşriklerin sancağını tutanı öldürmüşler, daha sonra da yine sancağı
tutan yedi kişiyi daha öldürmüşlerdi. Önceleri zafer müslümanianndı. Ancak daha
sonra ganimet toplamakla meşgul oldular ve bazı okçular da ganimet elde etmek
İsteği ile yerlerini terk ettiler. İşte bu husus, bozguna sebep teşkil
etmişti.
Bulıârî, el-Berâ b.
Âzib'den şöyle dediğini rivayet eder: Uhud gününde müşriklerle karşılaştığımız
sırada, Rasûlullah (sav) okçulardan bazılarını (tepeye) oturttu ve onlara
Abdullah b. Cübeyrî kumandan tayin ederek şöyle dedi: "Asla yerinizden
ayrılmayınız, Eğer bizim onlara karşı muzaffer olduğumuzu görseniz yine
ayrılmayınız. Onların bize karşı muzaffer olduklarını görseniz, onlara karşı
bize yardım etmeyiniz." İki taraf birbirleriyle karşılaşıp müslümanlar
onları bozguna uğrattılar. O kadar ki, kadınların dağa doğru sür'atle
koştuklarını gördük. Koşmaları esnasında elbiselerini yukarı doğru toplamış ve
ayak bileklerindeki halhalları dahi görülüyordu.
Bu sefer (Abdullah b.
Cübeyr'in beraberindeki okçular): Ganimete koşalım, ganimete koşalım! demeye
koyuldular. Ancak Abdullah onlara: Durunuz. Rasûlullah (sav.) size yerinizden
ayrılmamanızı emretmedi mi? dedi. Ancak onlar yerlerinden ayrıldılar.
Okçular, onların
yanlarına gidince, Allah da onları şaşırttı (ne yapacaklarım bilemez hale
geldiler) ve müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Daha sonra Ebu Süfyan b, Harb,
yüksekçe bir yerden bize doğru görünerek şöyle dedi: Hayatta kalanlar arasında
Muhammed var mı? Rasûlullah (sav): "Ona cevap vermeyiniz" diye
buyurdu. Nihayet Ebu Süfyan aynı şeyi üç defa tekrarladı, sonra: Hayatta
kalanlar arasında Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebû Bekir) var mı? diye üç defa sordu.
Yine Peygamber (sav): "Ona cevap vermeyiniz" diye buyurdu. Bu sefer:
Peki hayatta kalanlar arasında Ömer b. el-Hattab var mı? diye üç defa sordu,
yine Peygamber (sav): "Ona cevap vermeyin" diye buyurdu. Daha sonra
arkadaşlarına dönerek: Bunlar öldürüldü demektir deyince, Ömer (r.a): Ey
Allah'ın düşmanı yalan söyledin, Allah seni rezil edecek kimseleri sönin için
saklamış bulunuyor; dernekten kendisini alamadı.
Bu serer (Ebu Süfyan);
Yücel ey Hubel! diye iki defa seslendi. Peygamber (sav): "Ona cevap
veriniz" diye buyurunca, Ashab: Ne diyelim Ey Allah'ın Rasülü? diye
sordular. Hz. Peygamber: "Allah daha üstün, daha yücedir deyiniz1' diye
buyurdu. Ebu Süfyan dedi ki: Bizim Uzzamız var, sizin ise Uzza'nız yok. Rasûlullah
(sav): "Ona cevap verin" diye buyurunca: Ne diyelim Ey Allah'ın
Rasûlü? dîye sordular. Hz. Peygamber: "Allah bizim mevlârnızdır. Sizin
ise mevlanız yok deyiniz" diye buyurdu. Bu sefer Ebu Süfyan şöyle dedi:
Bugün Bedir'e karşılık olsun. Savaş {da zafer ise) nöbetieşedir. Diğer taraftan
siz, öldürülenler arasında müsle (bazı şehitlerin bazı organlarının kesilmiş
olduğunu) göreceksiniz. Ben böyle yapılmasını emretmedim. Bununla birlikte
bundan dolayı da rahatsız olmadım.[203]
Buhârî ve Müslim'de de
Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Uhud günü Rasûlullah
(sav)'ın sağ ve solunda üzerlerinde beyaz elbise bulunan ve Rasûlullah
(sav)'ın önünde onu savunarak, oldukça şiddetli bir şekilde çarpışan iki kişi
gördüm.
Yine Sa'd'dan gelen bir
rivayette de üzerlerinde beyaz elbise vardı. Ne ondan önce onları görmüştüm,
ne de daha sonra gördüm, demektedir, -Bununla da Hz. Cebrail ile Hz. Mikâil'i
kastetmektedir.- Bir diğer rivayette tie şöyle denilmektedir: Bunlar RasûluUah
(sav)'ı savunmak üzere en şiddetli bir şekilde çarpışıyorlardı. Ne o günden
önce onları görmüştüm, ne de daha sonra gördüm.
[204]
Mücahid'den de
şöyle" dediği nakledilmiştir: O gün melekler, mü'minler-İe birlikte
çarpışmadı. Bedir günü müstesna, ne ondan önce, ne de ondan sonra çarpışmış
değillerdir.
Beylıakî der ki:
Mücabid bu sözleriyle Rasûlullah (sav)'ın emrine karşı gelip, onlara verdiği
emir doğrultusunda sebaî göstermemeleri üzerine Uhud günü meleklerin
çarpışmamış olduklarını kastetmektedir.
Urve b. ez-Zübeyr'den şöyle
dediği nakledilmiştir: Yüce Allah, sabtr ve takva üzere hareket etmeleri
halinde onlara işaretli beşbin melek yardım göndereceği va'dînde bulunmuştu.
O, bu va'dini de yerine getirmişti. Fakat onlar, Allah Rasûlünün emrine karşı
gelip sallarım bırakmaları okçular da Rasûlullah (sav)'ın yerlerinden
ayrılmamak üzere kendilerine vermiş olduğu emre rağmen yerlerini terketmelcri
ve dünyalığı istemeleri sonucu meleklerle gönderilen yardım kaldırıldı, bunun
üzerine de yüce Allah: "Andolsun Allah size olan va'dini doğru olarak
gerçekleştirdi. Onun izniyle onları doğruyordunuz" buyruğunu indirdi.
Allah va'dini aynen gerçekleştirdi, onlara zaferi gösterdi. Fakat isyan
etmeleri üzerine de hemen zaferden sonra başlarına belâ gelirdi.
Umeyr b. İshak'tan da
şöyle dediği nakledilmektedir: Uhud günü, ashab Rasûlullah (sav)'ın etrafından
dağılınca, Hz. Sa'd da onun önünde ok atıyordu. Bir genç de ona ok uzatıp
duruyordu. Bir ok atlı mı, gider aynı oku ona getirir ve: Ey İshak'ın babası
haydi at derdi. Savaştan sonra bu gencin kim olduğunu görmek istediler. Ne onu
gördüler, ne de tanıyabildiler.
Muhammad b. Ka'b da
der ki: Müşriklerin sancaktan öldürülüp sancakları yere düşünce, Alkame'nin
kızı Arara el-Harisîye sancağı tutup kaldırdı. İşte Hassan {b. Sabit) bu hususta
şöyle demektedir:
"Eğer
el-Hâriaiye'nin sancağı (kepmaaı) olmaaaydı; Şimdi onlar pazarlarda bir eşya
gibi satılmış olacaklardı."
Onları
doğruyordunuz" buyruğu, onları öldürüyor, kökten İmha ediyorsunuz
demektir. Şair der ki:
"Kılıçla doğradık
onları alabildiğine; geri kalanları ise Yerlerinden, yurtlarından edilerek
darmadağın oldular.
Şair Cerîr de şöyle
demektedir:
"Kılıçlar onları
yiyip bitiriyordu;
Tıpkı biçilmiş
ormanlar arasında ateş alevinin yükselmesi gibi."
Ebû Ubeyd der ki:
Öldürerek imha etmek demektir.
Meselâ, ifadesi, soğuk
sonucu ölmüş çekirgeler manasınadır. ifadesi, soğuk bitkiyi yakar, yok eder,
anlamındadır. ifadesi ise, her şeyi yeyip bitiren, kurak geçen yıl demektir. Şair
Ru'be der ki;
"Biz, kurak ve
kıtlık geçen bir yıldan şikâyet edersek Artık o, yeşilden sonra kuruyu da
yer."
Bu kelime, aslında
hâssa (duyu organı) Üe idrâk etmek demek olan his'den gelmektedir. O bakımdan;
( w-): Öldürmek suretiyle onun hissetmesini (duymasını) yoketti, manasına
gelir.
"Onun
izniyle" ilmiyle, yahut kazası ve emri ile demektir.
"Nihayet...
yıldınız." Yani, korkaklığa kapıldınız ve zaaf gösterdiniz demektir.
"Nihayet" anlamı verilen ( J^Ym cevabı ise hazf edilmiştir. Yani: Nihayet
yıldınız, bu sefer de imtihan olundunuz. Bu gibi kullanımlar mümkündür. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Eğer yerde bir menfez açmaya, yahut
göğe bir merdiven, dayamaya gücün yetiyorsa..." (el-En'âm, 6/35) yap,
demektir.
el-Ferrâ ise der ki:
"Nihayet" anlamındaki buyruğun cevabı; Çekiştiniz" kelimesi olup
"vav" harfi ise faztadan gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "İkisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca ve Biz ona,,
seslendik" (es-Sâffat, 37/103-104) buyruğu da ("ve" anlamına
gelen: "vav"sız olarak): Biz ona seslendikv anlamındadır. Şair İmruu'1-Kays
da şöyle demektedir:
"Biz, onların
kaldıkları yeri. geçince; o da başka yöne doğru yöneldi."
Burda da
"vav" fazladan gelmiştir. Bunlara göre, "Ve baş
kaldırdınız" buyruğunun başına "vav"ın fazladan gelmiş olması
mümkündür. Yani, nihayet o sevdiğinizi size gösterdikten sonra yıldınız,
çekiştiniz, başkaldırdınız demektir. Bu açıklamaya göre de ifadede takdim ve
tehir vardır. Yani, nihayet sizler, çekiştiniz, başkakhrdınız ve yıldınız
şeklindedir.
Ebû Ali der ki:
Buyruğun cevabının: "Sizi onlardan geri çevirdi" anlamındaki buyruk
olması da mümkündür. Bu durumda: "Sonra" anlamındaki; zâiddir.
İfadenin takdiri de şöyle olur: Nihayet yıldınız, çekiştiniz ve başkaldırdığınız
vakit sizi onlardan geri çevirdi-
Kİmi nahivciler de
bunun fazladan getirilişine örnek olmak üzere şair'İn şu beyitini
göstermektedir:
"Kendimi öyle
görüyorum ki, gece oldu mu bir arzu ile geceliyorum, Fakat sonra sabahı ettim
mi, normal sabahlıyorum."
el-Ahfeş de bunun faz
fadan gelmiş olmasını caiz görmektedir. Nitekim yüce Allah'ın: "Nihayet
yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gel misti, vicdanları kendilerini
sıktıkça sıkmıştı. Allah'tan, yine O'ndan başkasına sığınacak bir yer
olmadığını da anladılar. Sonra da tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak
etti" (et-Tevbe, 9/118) buyruğunda da: "(ıyü-): Nihayetsin fazladan
geldiği kabui edilmiştir.
Bir başka görüşe göre
"nihayet" anlamındaki bu edat, -..e kadar" anlamındadır. O
takdirde bunun cevabı olmaz. Yani, Allah, siz yılgınlık gös-[erinceye kadar
size olan va'dini doğru olarak gerçekleştirdi, demek olur. Yani, Allah'ın bu
va'di sizin sebat göstermeniz şartına bağlı idi.
Yüce Allah'ın:
"Çekiştiniz" buyruğu anlaşmazlığa düştünüz, demektir, Bununla da
okçuların biri diğerine: Haydi ganimetlere yetişelim derken, diğerlerinin
onlara Bayır, Peygamber (sav)'in bize sebat etmemizi emretmiş olduğu şu
yerimizde sebat edeceğiz demesi halini kastetmektedir.
uVe baş
kaldırdınız." Yani o yerde sebat göstermek hususunda Allah Ra-sûlü'nün
emrine muhalefet ettiniz.
Bu ise: "O sevdiğinizi
size gösterdikten sonra* olmuştu Bundan maksat ise, Uhud günü işin başında
müslümanların galip gelme halidir. Bu da önceden de açıklandığı üzere
müşriklerin sancaktarının öldürülmesi ile ortaya çıkmıştı. Şöyle ki: Peygamber
(sav) ve ashabı, düşman arasına yayılıp ayrı birlikler haline gelince,
düşmanlara, onları eşyalarının yanına çekilmek zorunda bırakmcaya kadar ardı
arkasına ağır darbeler indirdiler. Müşriklerin süvarileri ise, müslümanlara üç
hamle yaptı. Bunların her birisine oklar yağdırılıyor ve bozguna uğramış halde
geri dönmek zorunda kalıyorlardı. Müslümanlar da hamle yaparak onlardan pek
çok kişiyi öldürerek zaafa düşürmüşlerdi. Elli okçu, yüce Allah'ın müslüman
kardeşlerine zafer verdiğini görünce, "Allah'a yemin ederiz bizim burada
beklememizin herhangi bir anlamı yoktur. Allah, düşmanı helak etmiş bulunuyor.
Kardeşlerimiz de müşriklerin karargâhına girmiş bulunuyor" dediler.
Onlardan bazıları da: "AHah, düşmanı bozguna uğratmışken ne diye
duruyoruz?" deyip Peygamber (sav)'ın kendilerine ayrılmamalarını emretmiş
olduğu yerlerini terkettiler Aralarında anlaşmazlığa düştüler, yıldılar, Allah
Rasûlünün emrine karşı geldiler. Bunun sonucunda da müşriklerin atlıları,
üzerlerine hızlı baskm düzenleyerek pek çok kişiyi öldürdü.
Âyet-i kerimenin
lafızları, onların azarlanmış olmaları anlamını İhtiva etmektedir. Şöyle ki,
onlar işin başında zafer müjdelerini gördükleri vakit, zaferin kesinleşmesinin
emredilen yerde sebat göstermekle mümkün olacağını, yerlerini bırakıp
terketmekle, ayrılmakla olmayacağını bilmeleri gerekirdi.
Dalıa sonra yüce
Allah, aralarındaki bu çekişmenin sebebini şöylece açıklamaktadır:
"İçinizden kimi dünyayı" yani ganimeti "istiyordu,"
İbn Mes'ud der ki: Biz
Peygamber (sav)'ın ashabından herhangi bir kimsenin dünyayı ve dünyalığı
istediğini Uhud gününe kadar farketmemiştik.
[205]
"Kimi de âhiretl
istiyordu." Bunlar ise, yerlerinde sebat gösteren, peygamberlerinin
emrine muhalefet etmeyen kumandanları Abdullah b. Cübeyr ile birlikte kalan
kimselerdi. Halid b. Velid ile İkrime b. Ebi Cehil, Abdullah'a hamle
düzenlemişlerdi. Her ikisi de o gün kâfir idiler. Orada geri kalan kimselerle
birlikte onu da şelıid ettiler. Allah o şehidlere rahmet buyursun.
Âyet-i kerimedeki
sitem, yerini terkeden kimseler içindir. Sebat gösteren kimseler için değildir.
Çünkü yerinde sebat eden, Allah'ın mükâfatına erişmiştir. Bu da şuna
benzemektedir. Herhangi bir topluma genel bir ceza isabet edecek olursa, salih
kimseler ve çocuklar da helak olurlar Fakat onla-rtn başına gelen bu musibet
onlar için bir ceza olmaz- Aksine bu, onların mükâfat kazanmalarına sebeptir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
"Sonra sizi
imtihan etmek için, Allah sizi onlardan geri çevirdi." Yani siz, onlara
üstünlük sağladıktan sonra gerileterek, sizi onlardan geri çevirdi, İşte bu
da, masiyctin de Allah tarafından yaratılmış olduğunun delilidir. Mutezile ise
şöyle demektedir: Bu, sonra sîz geri döndünüz, ani anımda dır. Bu geri dönüşün
yüce Allah'a izafe edilmesi, mü'minleri sınamak kastıyla kâfirlerin kalplerinde
bulunan, müslümanlara karşı duyulan kâfirlerin kalple-rindeki korkuyu
çıkartması dolayısıyladır.
el-Kuşeyrî der ki:
Böyle bir açıklamanın da onlara bir faydası yoktur. Çünkü, müslümanları hafife
alacak noktaya gelinceye kadar kâfirlerin kalplerinden korkunun çıkartılması
da çirkin {kabîlı)'dır, Ve onlara göre Allah tarafından çirkin olan bir işin
yapılması caiz değildir, Dolayisı ile -onların açıklamasına göre-
"...Sonra sizi onlardan geri çevirdi" buyruğunun bir anlamı kalmaz.
"Sizi onlardan
geri çevirdi" buyruğunun, yani sizi, onları takip etmekle mükellef
kılmadı, manasında olduğu da söylenmiştir.
"Bununla beraber,
andolsun sizi bağışladı. Allah, mü'minlere liilufltâr-dır.n Yani
başkaldırmanız, emre aykırı hareket etmenizden sonra O, sizi toptan imha
ettirmedi. Burada hitabın genele olduğu söylendiği gibi, kendilerine verilen
emirlere muhalefet eden okçulara yönelik olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs da
bunu tercih etmiştir. Müfessirlcrin çoğunluğu ise şöyle demektedir: Bu âyetin
bir benzeri de yüce Allah'ın: "Sonrasizi affettik..,* (ç{-Bakara, 2/52)
buyruğudur.
"Allah
mü'minlere" onları affetmek ve mağfiret etmek suretiyle
"lütufltâr-dır." îbn Abbas'm şöyle dediği nakledilmektedir; Peygamber
(sav) Uhud günü zafere mazhar kılındığı gibi, hiçbir yerde zafere mazhar
kılınmış değildir. (İbn Abbas'ın bu sözünü rivayet eden) dedi ki: Biz, buna
karşı çıkar olduk, bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Benimle buna karşı çıkan
kişi arasında yüce Allah'ın Kitabı hakem olsun. İşte yüce Allah Uhud günü
hakkında şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Allah size olan va'dini doğru
olarak gerçekleştirdi. Hani, Onun izniyle onları doğruyordumız." ibn
Abbas der ki: Doğramak (el-Hass) öldürmek demektir. "Nihayet sevdiğinizi
size gösterdikten sonra yıldınız ve o iş hakkında çekiştiniz ve baş
kaldırdınız. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kimi de âhireti istiyordu. Sonra
sizi imtihan etmek için, Allah sizi onlardan geri çevirdi. Bununla beraber,
andolsun O sizi bağışladı. Allah mü'minlere lütufkârdır." Yüce AÜalı
bununla yalnızca okçuları kastetmektedir. Çünkü Peygamber (sav) onları bir
yerde oturtmuş, sonra da: "Bizim arkamızı himaye ediniz. BEzim
öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmeyiniz. Ganimet elde ettiğimizi
görürseniz, bize ortak olmaya kalkışmayınız." Rasûlullah (sav) (ye
beraberindekiler) ganimet almaya koyulup müşriklerin karargâhlarına dalınca,
bütün okçular da yerlerinden ayrılıp, onlar da düşman karargâhına girip
ganimet toplamaya koyuldular. Peygamber (savVın ashabının safları bu şekilde
birbirlerine karşı karşıya geldiler -diyerek ellerinin parmaklarını birbirine
soktu- ve iç içe oldular. Okçular da yerlerini o şekilde terk edince, İşte o
yerden (müşriklerin) süvarileri Ra-sûlullah (sav)'ın ashabı üzerine baskın
yaparak birbirlerini vurdular ve yine birbirlerine karıştılar. Müslümanlardan
pek çok kimse öSdürüldii. Günün ilk saatlerinde zafer RasûluUah (savVın ve
ashabınındı. Öyle ki, müşriklerin sancaktarlarından yedi veya dokuz kişi
öldürülmüş, müslümanlar dağa doğru koşmakla birlikte insanların (mağara)
dedikleri yere ulaşamadılar, Ancak, el-Mihras diye bilinen (Uhud dağındaki bir
su) altında bulunuyorlardı. Bu seter şeytan da: Muhammed öldürüldü, demişti.
Bunun gerçek oiduğu hususunda kimsenin şüphesi olmadı. Biz, bu şekilde onun
öldürüldüğü hususunda şür> he etmiyorken, RasûluUah (savVı iki Sa'd (Sa'd b.
Muaz ile Sa'd b. Ubade) arasında kendine has yürüyüşünden tanıdığımız şekliyle
onu gördük. O kadar sevindik ki, bize hiçbir şey isabet etmemiş gibi olduk.
Bize doğru bir yükseğe çıkarak: "Peygamberlerinin yüzünü kanatan bir
kavme Allah'ın gazabı çok çetindir" diye buyurdu.[206]
Ka'b b. Mâlik der ki:
Müslümanlar arasında RasûluUah (sav)'ı tanıyan ilk kişi ben oldum. Ben onu,
miğferin altından parıldayan gözlerinden tanımış-tim. Sesimin çıkabildiği
kadar: Ey müslümanlar müjdeler olsun! İşte Rasûlul-lah (sav) bize doğru
geliyor, dedim. O da bana: Sus! diye işaret etti.[207]
153. 'Hani sız, yukarı
doğru kaçışıyordunuz. Kimseye bakmıyordunuz bile. Peygamber de arkanızdan sizî
çağırıp duruyordu. Bunun üzerine Allah sizi keder üzerine kederle cezalandırdı.
Kaybettiğinize ve başınıza gelene uzülmeyesiniz diye. Allah yaptıklarınızdan
haberdârdır.
Bu âyet-i kerimedeki:
"Hani" edatı, yüce Allah'ın: "Bununla beraber andolsun sizi
bağışladı" buyruğuna taalluk etmektedir.
Genel olarak herkes;
Yukarı doğru kaçışıyordunuz" kelimesini "te" harfi ötreli,
"ayn" harfini de esreli olarak okumuşlardır. Ebû Recâ el-Utaridî, Ebu
Abdurrahmen es-Sülemî, el-Hasen ve Katade ise, "te" harfi ile
"ayn" harfini üstün olarak okumuşlardır ki, "siz dağda yukarı
doğru çıkıyor-dunuz" anlamına gelir. îbn Muhaysın ve Şibl İse Hani onlar
yukarı doğru kaçışıyorlar, kimseye bakmıyorlardı bile" şeklinde her iki
fiili de "yâ" ile okumuştur. el-Hasen ise, şeklinde tek
"vav"İı okumuştur. Ebû Bekir b. Ayyaş da Âsım'dan: şeklinde
"te" harfini ötreli olarak okuduğunu rivayet etmektedir ki bu,
en-Nehhâs'ın sözünü ettiği şaz bir söyleyiştir.
Ebû Hatim der ki:
iteri doğru yürüdüm, demektir, ise, dağ yahut başka bir yere yukarı doğru
çıktım, anlamında kullanılır.
Buna göre, bu fiilin
hemzelî kullanılışı, düz yerlerde vadilerin ve yolların iç taraflarında yürümek
anlamında kullanılır. Buna karşılık hemzesiz kullanılış ise, dam, dağ,
merdiven, basamak gibi şeylerin tırmamlması, bunlarla yukarı doğru çıkılmasını
anlatmak için kullanılır.
Buna göre, onların
önce vadide yol aldıktan sonra dağa çıkmış olmaları ihtimali anlaşılmaktadır.
Bu durumda; okuyuşuna
göre de; okuyuşuna göre de mana sahihtin Katade ve er-Rabiı derler ki: Uhud
günü vadide yol alıp durdular. Ubey'İn kıraati ise; Hani vadide yol
alıyordunuz, şeklindedir.
İbn Abbas da der ki:
Ashab, kaçışarak Uhud dağında yukarı doğru çıktılar. Buna göre her iki kıraat
de doğrudur. Çünkü, o gün bozguna uğrayanlardan kimisi düzlük alanda kaçışıyor,
kimisi yukarı doğru tırmanıyordu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Kutebî ve
el-Müberred der ki: ifadesi, oldukça uzağa gitmesi ve bunu aşırıya götürmesini
anlatmak için kullanılır. Adeta bu, yükseğe doğru çıkmanın uzaklaştırması gibi,
yerin düzlüğünde de uzaklaştırmak gibi bir mana verdiği için böyle kullanılır.
Şair de şöyle der;
"Ey bana: (Deven)
nereye uzaklaşıp gitmektedir? diye soran Şüphesiz Onun Yesrib vadisinin üat
tarafında verilmiş bir sözü. vardır."
el-Ferrâ der ki; Bu
fiilin hemze'li kullanılışı yolculuğa başlamak demektir. Buna karşılık; ise,
yolculuktan dönmek anlamına gelir. Meselâ, biz oralara gitmek kastıyla çıkıp
yola koyulduğumuz vakit, Bağdat'tan Mek-
ke'ye ve Horasan'a ve
benzeri yerlere gittik, denmek istenirken; ( denilir, dönüşümüzü anlatmak için
de; denilir. Ebu Ubeyde de şöyle bir beyit nakletmektedir:
"İşte sen,
yolculuğa çıkmak için ağlayıp duruyordun.
İşte bugün serbest
bırakıldın ve kervanın çağmcısı da çağırdı.
el-Mufaddal der ki:
hep aynı anlamdadır.
Dönüp bakarsınız
fiili, dönüp bakıyor ve ikâmet ediyorsunuz, anlamındadır Âyet-i kerime ile
anlatılmak istenen; kaçışarak, kiminiz kiminize dönüp bakmıyordunuz bile.
Çünkü, bir şeye doğru yönelen kimse, oraya ya kendisinin boynunu yahut da
bineğinin dizginlerini çevirir.
"Kimseye"
buyruğu ile de kast edilen el-Kelbî"nin ifadesine göre Muham-med (sav)
dır.
"Peygamber de
arkanızdan sizi çağırıp duruyordu." Peygamber arkanızdan size
sesleniyordu, demektir.
Buhârî'de şöyle
denilmektedir: Arkanız" kelimesi müennes şeklidir. Bize, Amr b. Halid
anlattı, bize Züheyr anlattı, bize Ebû İs-hak anlattı dedi ki: el-Berâ b.
Âzib'i şöyle derken dinledim: Peygamber (sav) Uhud günü piyadelerin başına
Abdullah b. Cübeyr'i yerleştirmişti. Bunlar ise yerlerini bırakıp kaçtılar.
İşte Hz- Peygamber'in arkalarından onları çağırması budur. Peygamber (sav) ile
birlikte oniki kişiden başka kimse kalmamıştı.[208]
İbn Abbas ve başkaları
ise şöyle demektir: Peygamber (sav): "Ey Allah'ın kullan geri
dönünüz" diye çağırıyordu.[209]
Onun bu çağırması, münker olan bir işi değiştirmek demekti. Çünkü Hz.
Peygamberin bir münkeri -burada bozguna uğrayıp kaçmaktır- görüp de onu
yasaklamaması imkânsız bir şeydir.
Derim ki: Ancak bu
açıklama, bozguna uğrayısın masiyet olması halinde uygun düşer. Halbuki
-ileride yüce Allah'ın izniyle de açıklaması geleceği gibi-durum böyle
değildir.
Yüce Allah'ın;
"Bunun üzerine Allah sîzi keder üstüne kederle cezalandırdı"
buyruğunda geçen "el-Gam (mealde; keder),11 sözlükte örtmek demektir. O
bakımdan karanlık gece ve gündüz hakkında: denilir. Hilal görünmediği zaman da
böyle denilir. Herhangi bir hususun kederlendirmesini anlatmak için de; İş
beni kederlendirdi, kederlendiriyor, denilir,-
Mücâhid, Katâde ve
başkaları derler ki: Burada sözü geçen birinci gam (keder), öldürülme ve yara
almadır, ikincisi ise, Peygamber (sav)'ın öldürülüşüne dair yayılan yalan
haberdir. Çünkü şeytan böyle bağırmıştı.
Şöyle de
açıklanmıştır: Birinci gam, keder, onların kaçırdıkları zafer ve ganimet,
ikincisi ise, kendilerine isabet eden öldürülme ve bo2gundur.
Bir başka görüşe göre
ise, birinci keder bozgun, ikincisi ise Ebu Süfyan ve Halıd'in tepeden
üzerlerine gelmesidir. Müslümanlar, onların bu durumlarım görünce bundan
dolayı kederlendiler, üzerlerine hücum edip kendilerini öldüreceklerini
sandılar. Bu durum da başlarına gelen musibeti kendilerine unutturdu. İşte bu
sırada Peygamber (sav) -önceden de geçtiği üzere- : "Allah'ım bunlar
bizim yükseğimize çıkamasmlar" diye dua etti.
Buna göre
Kederle" kelimesindeki "be" harfi; ... e, a, üzerine; anlamına
kullanılmış olur. "Be"nin asü anlamıyla kullanıldığı da söylenmiştir.
Yani onlar, Peygamber (sav)'a muhalefet etmek suretiyle önce kederlendiler.
İşte bu sebepten dolayı, kendilerinden isabet alıp öldürüîen-İer sebebiyle de
kederlenmekle onları cezalandırmış oldu.
eİ-Hasen der ki:
"Bunun üzerine Allah sizi" Bedir günü müşriklerin uğradığı
"keder karşılığında4 Uhud günü "kedere uğrattı" diye
açıklamıştır. Burada kedere "sevap" (mealde ceza.) adının veriliş
sebebi, günahın cezasına da günah (zenb) denilmesi kabilindendir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Allah, onları günahlarından haberdar ettiği için başlarına
gelen musibeti bırakıp bu günahları ile meşgul oldular.
Yüce Allah'ın:
"Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzübneyeslniz diye Allah
yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğundaki: " Diye" kelimesindeki
"lâm" harfi, yüce Allah'ın: "Bununla beraber andolsun sizi
bağışladı" buyruğuna taalluk etmektedir. Bunun, yüce Aliah'ınr "Bunun
üzerine Allah sizi keder üstüne kederle cezalandırdı" buyruğuna taalluk
ettiği de söylenmiştir. Yani, sizi keder üstüne kederle cezalandırması, elde
edemediğiniz ganimete, uğradığınız bozguna üzülmeyesiniz diyedir. Ancak birinci
açıklama daha güzeldir.
Başınıza gelene"
buyruğundaki;...en" cer mahallin-dedir. .Bununla birlikte;"...
meye..." olumsuz edatının sıla (zaid) olduğu da söylenmiştir. Yani, elde
edemediğinize ve başınıza gelene -Rasûlullah (sav)'m emrine muhalefetinizden
ötürü- ceza olmak üzere üzülesiniz diye; demektir. Bu da Yüce Allah'ın: Seni
secde etmekten alıkoyan neydi?" (el-A'râf, 7/12) buyruğuna benzemektedir.
Yine yüce Allah'ın: Kitap ehli.,, bilsinler diye" (el-Hadîd, 57/29)
buyruğu da böyledir. (Bu İkisinde de olumsuzluk bildiren "lâ" edatı
sıla (zâid) kabul edilmiştir), el-Mufaddal'ın görüşü budur.
Şöyle de açıklanmıştır:
Yüce Allah'tn: "Bunun üzerine Allah stei keder üstüne kederle
cezalandırdı" buyruğu ile kederleriniz peşi peşine geldi, demektir. Tâ ki,
artık bundan sonra ganimetlerle uğraşmaya kal kış ma yasınız diye.
"Allah
yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğu ile, yapılan yanlışlıklardan s a
kındınlm aktadırlar; tehdit anlamı da vardır.
[210]
154. Sonra o kederin
ardından üzerinize öyle bir emniyet ve öyle bir uyuklama indirdi ki, içinizden
bir kısmını buruyordu. Bir kısmı da canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı
cahiliye %an-nı gibi hak olmayan bir zan besliyorlar: "Bu İşten bize bir
şey var mır diyorlardı. De ki: "Muhakkak ki bütün iş Allah'indir."
Onlar sana açmadıkları şeyi İçlerinde gizliyorlar. "Bu işten bize ait bir
şey olsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi
olsaydınız üzerlerine ölüm yazılmış olanlar -yine mutlaka devrilecekleri
yerlere çıkıp gideceklerdi." Allah, göğüslerinizin içindekileri yoklamak,
kalplerinizdekini temizlemek için böyle yaptı. Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir.
Yüce Allah'ın:
"Sonra o kederin ardından üzerinize öyle bir emniyet ve öyle bir uyuklama
İndirdi ki..." buyruğunda geçen; C&iO kelimesi, ile aynı anlamda
(emniyet, güvenlik) dır. Bunlardan birincisinin korku
sebepleriyle birlikte
kullanıldığı, ikincisinin ise, korkunun sebepleri olmadığı halde kullanıldığı
da söylenmiştir. Bu kelime, " indirdi" ile nasb edilmiştir. "
Uyuklama" ise, (emniyet anlamındaki:) el-Emene'den bedeldir.
"Emniyet" anlamındaki kelimenin mefûlün leh olmak üzere nas-bedildiği
de söylenmiştir. Sanki: Emniyet için üzerinize bir uyuklama indirdik, denilmiş
gibidir. İbn Muhaysin ise, bu kelimeyi "mim11 harfi sakin olarak
okumuştur.
Şanı yüce Allah, Uhud
gününde bu kederlerden sonra mü'minlerin çoğunu uyuklama almakla lütufta
bulundu. Çünkü güvenlik duyan kimse uyuklar. Korkan kimse uyuyamaz.
Buhârî'nin Enes'den
rivayet ettiğine göre Ebu Talha şöyle demiş: Bizler, Uhud günü saflarımızda
bulunduğumuz halde uyuklamak bizi bürüdü. Öyle ki, kılıcım elimden düşüyor,
onu alıyor, düşüyor alıyordum.[211]
Buruyor" kelimesi
hem "ye" ile, hem de "te" ile okunmuştur. "Ye"
ile okunması halinde bürüyen uyuklamadır. "Te" ile okunursa, bürüyen
güvenlik ve emniyettir.
Taife (bir kısım) ise
hem tek kişi hakkında, hem de topluluk hakkında kullanılır.
"Bir kışını da
canları sevdasına düşmüştü." Bununla münafıklardan Muattib b, Kuşeyr ve
arkadaşlarını kastetmektedir. Bunlar ganimet arzusu ve müzminlerden korktukları
için savaşa çıkmışlardı. O bakımdan uyuklama bunları bürümedi ve bu savaşta
hazır oluşlarına üzülmeye ve çeşitli sözler söylemeye koyulmuşlardı.
"Canları sevdasına düşmüştü" ifadesi ise, bu sevda onları
kederlendirmeye götürmüştü, demektir. (Âyet-i kerimede geçen:) Hemm: Yapılmak
istenilen şey, demektir. O şeyi yapmak istedim, anlamındadır. Mühim şey ise,
zorlu şey demektir. O İş beni huzursuz etti, anlamındadır.. İş beni eritecek
kadar üzdü anlamına gelir.
Bir kısmı da"
buyruğundakİ Hvav"; hal "vav" olup, “” anlamındadır. Yani: O
vakit, bir kısım da Muhammed {sav):ın durumunun batıl olduğunu ve onun yardıma
mazhar olmayacağını zannediyorlardı, demektir.
"Cahiliyye
zannı" ifadesi ise, cahiliyye halkının zannı anlamında olup,
"halk" anlamındaki kelime (ehO hazf edilmiştir.
"Bu işten bize
bir şey var mı? diyorlardı." İfade soru şeklinde olmakla birlikte, inkâr
anlamındadır. Yani, bu işte -savaşa çıkma işinde- bizim bir payımız yoktur. Biz
istemeyerek çıktık demektir. Buna da yüce Allah'ın: "Bu işten bize ait
birşey olsaydı burada ol dür ölmezdik" şeklinde söz söylediklerine dair
verdiği haberdir.
ez-Zübeyr der ki: O
günde üzerimize uyku salındı. Ve ben bu sırada uyuklama beni bürüyorken,
Muattib b. Kuşeyr'în, eğer bu işten bize ait bir şey olsaydı burada
öldürülmezdik, sözlerini işitiyordum.'![212]
Bunun, Muhammed
(sav)'ın va'detmiş olduğu zafer işinden bize ait bir şey olmaz, anlamında
olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
Yüce Allah'ın: De ki:
Bütün iş Allah'ındır" buyruğunu, Ebû Amr ile Yakub: " Bütün"
kelimesini müptedâ diye merfu' olarak okumuşlardır. Haberi ise, "
Allah'ındır™ buyruğudur.
Cümle de:Muhakkak
ki" kelimesinin haberidir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: aAllahya karşı yalan
söyleyenleri Kıyamet gününde yüzlerini kararmış görürsün" (ez-Zümer39/Ğ0)
buyruğunda yer alan "yüzlerini'' anlamındaki buyruğun Cmeful olarak mansub
gelmesi gerektiği halde) merfu' olarak gelmesi gibidir. Diğerleri ise, bu
kelimeyi ("bütün iş" anlamındaki kelimesini) nasb ile okumuşlardır.
Nitekim İş bütünüyle Allah'ındır, demek de böyledir ki, bu da te'kid içindir.
Bu kelime, kuşatıcılık ve umum ifade etmek bakımından; Bütünüyle, anlamına gelir. Bu kelime ise,
ancak te'kid olmak üzere gelir.
Bunun "İş"
anlamındaki emr'in sıfatı olduğu da söylenmiştir. el-Ahfeş, bedel olduğunu
söylemiştir. Yani zafer Allah'ın elindedir. O, dilediğine zafer verir,
dilediğini de yardımsız bırakır. Cuveybir de ed-Dahhâk:dan o da îbn Ab-bas'dan
yüce Allaİı'm: "Allah'a karşı cahiliyye zannı gibi hak olmayan bir zan
besliyorlar* buyruğu hakkında kaderi yalanladıklarını kastetmektedir, dediğini
nakletmiştik Çünkü onlar bu hususta ileri geri konuşmuşlardı. Şanı yüce Allah
da: "De ki: Muhakkak ki bütün iş Allah'ındır1" diye buyurmaktadır.
Bununla da hayrıyla şerriyle kaderin Allah'tan olduğunu kastetmektedir.
"Onlar sana
açmadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar." Sana açıklamadıkları şirk, küfür
ve yalanları gizliyorlar, "Bu işten bize ait bir şey olsaydı burada
öldürülmezdik, diyorlar*" Yani, akrabalarımız burada öldürülmezdi.
Denildiğine göre
münafıklar şöyle demişlerdi: Eğer bizim aklımız olsaydı, biz Mekkelİlerle savaşmaya
çıkmazdık ve bizim ileri gelenlerimiz de öldürülmezdi.
Şanı yüce Allah da
onlara şöylece cevap vermektedir: "De ki: Evlerinizde dahi olsaydınız,
üzerlerine ölüm yazılmış olanlar" Levh-i Mahfuz'da öldürülecekleri takdir
edilmiş, farz olarak tesbit edilmiş olanlar "yine mutlaka devrilecekleri
yerlere çıkıp gideceklerdi." Öldürülecekleri yerlere çıkacaklardı.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Ürerlerine Ölüm yazılmış olanlar" yani, savaşmaları
kendilerine farz kılınmış olanlar demektir. Burada savaşmak "Öldürmek"
anlamındaki kelime ile ifade edilmiştir Çünkü, savaşmak sonunda öldürülmek
mümkündür.
gideceklerdi"
anlamındaki kelimeyi Ebû Hayve, "be" harfini ötreli, "re"
harfini de şeddeli olarak ve: "Çıkartılırdandı" anlamında okumuştur.
Şöyle de açıklanmıştır:
Ey münafıklar, eğer sizler çıkmayacak olsaydınız yine de yüce Allah kalplerde
olanı ortaya çıkartıp bunu mü'minlere göste-rinceye kadar devrilip
yıkılacağınız bir başka yere çıkmanız sözkonusu olacaktı. Yüce Allah'ın:
"Yoklaması İçin* anlamındaki buyrukta "vav" harfi, yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi fazladan gelmiştir:
Kesin bilgiye
ulaşanlardan olması için..." Cel-En'âm, 6/75) buyruğu gibidir.
"Allah
göğüslerinizin içindekini yoklamak, kalplerinizdekini temizlemek için böyle
yaptı" buyruğunun takdiri anlamı da şöyledir: Allah size, kıtali ve
savaşı farz kılmakla birlikte, Uhud günü size sabrınızı sınamak ve tev-be edip
ihlâslı hareket etmeniz şartı ile de günahlarınızdan sizi arındırıp temizlemek
için yardım etmedi.
Yüce Allah'ın:
"... yoklamak için" buyruğunun, sizi sınayıp yoklayan kimsenin
muamelesine tabi kılmak için, anlamında olduğu da söylenmiştir- Bir diğer
açıklamaya güre, Allah'ın gaybî bilgisinde bildiğini, siz de varlık âleminde
göreceğiniz şekilde davranasınız diye... şeklinde de açıklanmıştır. Burada bir
muzafin inahzûf olduğunu, ifadenin takdirinin de: Yüce Allah'ın dostlarını
yoklamak, sınamak için... şeklinde olduğu da söylenmiştir.
"Temizlemek
(et-temhîs)Bin anlamına dair açıklamalar da önceden (141. âyetin tefsirinde} geçmiş
bulunmaktadır. "Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir." Yani,
göğüslerde bulunan hayır ve şerri bilir.
"Göğüslerin özü
(2âtu'5-sudûr)nnün, göğüslerin kendileri (kalpler) olduğu da söylenmiştir.
Çünkü bir şeyin zatı, onun kendisi demektir.
[213]
155- İki topluluğun
karşılaştığı gün içinizden geri dönenleri, ancak yaptıklarının bir kısmından
ötürü şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Bununla beraber Allah, andolsun onları
bağışladı. Gerçekten Allah, Ğafûr'dur, Halîm'dİr.
Yüce Allah'ın:
"Ancak yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan onları yoldan çıkarmak
istemişti" anlamındaki buyruk, "içinizden geri dönenleri anlamındaki
buyruğun haberidir. Maksat ise Uhud günü müşriklerden geri dönenlerdir. Bu da
Ömer (r.a) ve diğerlerinden nakledilmiştir, es-Süddî der ki: Bununla bozguna
uğranıidığı sırada dağa doğru kaçışanlar değil de Medine'ye kaçanlar
kastedilmektedir, Bu buyruğun, bozguna uğradıkları sırada Peygamber (savadan
üç gün süreyle geri kalan, sonra tekrar geri giden muayyen bir takım kimseler
hakkında olduğu da söylenmiştir
"Şeytan onları
yoldan çıkarmak istemişti" buyruğunun anlamına gelince; o, kendilerine
işledikleri günahlarını hatırlatarak ayaklarını kaydırmak istemişti. Onlar da
öldürülmesinler diye yerlerinde sebat göstermek istememişlerdi. İşte yüce
Allah'ın: "Yaptıklarının bir kısmından ötürü™ buyruğunun anlamı da budur.
"Onları yoldan
çıkarmak istemişti" anlamındaki: kelimesi nin, onları yoldan çıkarmaya
itmişti, manasına geldiği de söylenmiştir. Bu kelime de, günah anlamına gelen
"ez-zelİe" istif âl vezninde kullanılmış bir kelimedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bunlar, samimi bir tevbe yapmadan önce savaşmak istemediler.
İşte geri kaçışlarının sebebi budur. Birinci açıklamaya göre bu uygundur.
İkinci açıklamaya göre ise onlar, Peygamber (sav)'tn kendileri için tesbit
ettiği yeri terk etmek ve ganimete meyletmek suretiyle işlemiş oldukları
masiyetleri sebebiyle yoldan çıkarmak istemişti şeklinde olur.
el-Hasen der ki:
"Yaptıklarından kasıt ise» İblis'in kendilerine verdiği vesveseyi kabul ile
karşılamalarıdır. el-Kelbî der ki: Şeytan onlara yaptıklarını süslü
göstermişti.
Bir başka açıklamaya
göre; Geri dönüp kaçmak bir masiyet değildi. Çünkü onlar, Medine'ye sığınmak
istemişlerdi. Böylelikle müşrikler, Peygamber (sav)'ın öldürüldüğü haberi
üzerine onlara bir zarar vermekten yana ümitlerini kesecekti. Şöyle
denilebilir: Bunlar, Peygamber (sav')'ın içinde bulundukları dehşetten dolayı
kendilerini çağırdığını işitmemîşlerdi.
Yine şöyle demek de
mümkündür: Düşmanların sayısı onların iki katından fazla idi. Çünkü müminler,
yediyüz kişi, düşman ise üçbin kişi idi. Böyle bir durumda İse geri kaçmak
caizdir. Şu kadar var ki, Peygamber (sav)"ı bırakıp kaçmak caiz olmayan
bir hatadır. Belki de onlar, Peygamber (savVm da dağa geri çekilmiş olduğunu
sanmışlardı.
Bu açıklamaların en
güzeli birincisidir.
Özetle söylenecek
olursa, eğer burada muhakkak bir günahın varlığı diye açıklanacak olursa,
Allah bu günahı affetmiş bulunmaktadır. ŞâyeE açıklanabilir ve meşru bir geri
çekilme diye açıklanacak olursa., âyet-i kerime geri kaçarken alabildiğine
uzaklaşan ve uygun miktardan daha fazla giden hakkında kabul edilir.
Ebu'J-teys
es-Semerkandı Nasr b. Muhammed b. İbrahim dedi ki: Bize, el-Halil b. Ahmed
anlattı, dedi ki, bize es-Serrâc anlatttı, dedi ki? bize Kutey-be anlattı dedi
ki, bize Ebû Bekir b. Gaylan aniattı, o, Cerir'den naklen anlattığına göre;
Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf arasında bir tartışma olmuştu. Abdurrahman b.
Avf ona şöyle dedi: Ben Bedir'de bulunduğum sen bulunmadığın, ağaç akında ben
bey'at ettiğim sen bey'at etmediğin ve o topluluğun gününde -yani Uhud
gününde- geri dönüp kaçanlar arasında bulunduğun kaide, bana nasıl ağtr söz
söylersin? Bunun üzerine Hz, Osman ona şu cevabı verdi: Senin, ben Bedir'de
bulunduğum halde sen bulunmadın, sözünü ele alalım. Ben, Rasûlullah (sav)'sn
hazır bulunduğu herhangi bir gazadan geri kalmış değilim. Ancak, Rasûlullah
{sav} 'm kızı hasta idi. Ben de onun yanında ona bakıyordum. Rasûluliah (sav.)
da müslümanlara ayırdığı pay gibi bana da pay ayırdı. Ağaç altındaki bey'ate
gelince, Rasûluilah (sav) beni Mekke'deki müşriklerin durumunu görüp teshil
etmek üzere (elçi olarak.) göndermişti. RasûluÜah (sav) da sağ elini sol
elinin üzerine koyarak: 'işte bu da Osman'ın bey'atîdir" diye buyurmuştu,
Rasûlullah (sav)'ın sağ ve sol elleri benim için kendi sağ ve sol ellerimden
hayırlıdır. Uhud gününe gelince, şanı yüce Allah da: "Bununla beraber
Allah andolsun onları bağışladı" diye buyurmuştur. Ve ben de Allah'ın
kendilerini affettiği kimseler arasında idim. Böylelikle Hz. Osman,
Abdurrahman'jL ona karşı getirmiş olduğu bu delilleriyle susturmuş oldu.[214]
Derim ki: Bu anlamdaki
bir açıklama, İbn Ömer'den de sahih olarak nakledilmiştir. Nitekim, Buharı
Sahih'inde şöyle der: Bize Abdan anlattı, bize Ebu Hamza haber verdi. O, Osman
b. Mevheb'den dedi ki; Bir adam gelip Beyî'i haccetti. Bir takım kimselerin
oturmakta olduğunu görünce, bu oturanlar kimlerdir? diye sordu. Ona: Bunlar
Kureyşlilerdir, dediler. Peki bu yaşlı kişi kimdir? deyince; O İbn Ömer'dir,
dediler. Yanına varıp şöyle dedi: Ben sana bir şey soracağım bana anlatır
mısın? (Devamla) dedi ki: Bu Beyt'in hürmeti hakkı için sana soruyorum Osman
bf Affan'in Uhud günü kaçtığını biliyor musun? (Abdullah b. Ömer): Evet
deyince, adam bu sefer: Peki onun Bedir'de bulunmayıp orda hazır olmadığını da
biliyor musun? diye sordu, İbn Ömer: Evet dedi. Bu sefer: Peki onun Rıdvan
Bey'atinden geri kalıp orada bulunmadığını da biliyor musun? diye sordu, îbn
Ömer yine: Evel dedi. Bu sefer adam tekbir getirdi.
İbn Ömer dedi ki:
Hakkında bana soru sorduğun, hususu sana açıklamam ve haber vermem için gel
yaklaş. Uhud günü onun kaçışını ele alalım. Şahadet ederim ki Allah onu
atfetmiştir.
Bedir günü hazır
bulunmayışına gelince, Rasülullah (sav)'ın kızı onun hanım t idi ve o sırada
hasta bulunuyordu. Peygamber (sav) kendisine; "Şüphesiz senin için de
Bedir'de hazır bulunan kimsenin ecri ve payı vardır" demişti. Rıdvan
Bey'atinde hazır bulunmayışına gelince, eğer Mekke vadisinde Osman b.
Affan'dan daha aziz (.güçlü ve Mekkeliler için değerli) bir kimse olsaydı,
elbetteki onun yerine onu gönderecekti. Peygamber, Osman'ı gönderdi ve Rıdvan
Bey'atî de Osman'ın Mekke'ye gidişinden sonra olmuştu. Peygamber (sav) da sağ
elini kaldırıp: "İşte bu Osman'ın elidir" dedikten sonra onu öbür
eline koydu ve: "Bu da Osman için (be/at) dir" diye buyurdu. Şimdi
sen, benim bu söylemiş olduklarımı bellemiş olarak git.[215]
Derim kh Bu âyetin
(muhtevasının) bir benzeri de yüce Allah'ın Âdem (a.s)'m tevbesini kabul etmesidir.
Ayrıca Hz. Peygamber'in Hz. Âdem hakkında: "Ve Âdem Musa'ya karşı
susturucu delil getirmiş oldu" buyruğu da bunu ifade eder ki, getirdiği
delille onu yenik düşürdü, demektir.
Şöyle ki, Hz. Mûsâ,
Hz, Âdem'in hem kendisini, hem de zürriyetini yasak ağaçtan yemiş olması
sebebiyle cennetten çıkmalarına sebep olduğu için kınamak istemişti de, Hz.
Âdem kendisine şöyle demişti:
"Şam yüce
Allah'ın benim hakkımda ben yaratılmadan kırk yıl önce takdir etmiş olduğu ve
bundan dolayı da tevbemi kabul ettiği bir husus dolayısıyla mı beni
kınıyorsun?
Şüphesiz ki Allah,
kimin levbesıni kabul ederse onun günahı yoktur. Günahı olmayan kimsenin de
kınanması sözkonusu olamaz.
[216]
İşte Allah'ın
kendisini affettiği kişinin durumu da böyledir. Bunun böyle olması da, şanı
yüce Allah'ın bize bu hususu haber vermiş olmasından ötürüdür. Onun haberi ise
elbetteki doğrudur.
Onların dışında kalan
tevbekâr günahkârlara gelince, onlar Allah'ın rahmetini umabilirler, azabından
da korksunlar Onlar, tevbelerinin kabul edilmemesi korkusunu Laşırlar. Eğer
tevbeleri kabul edilmiş oisa dahi onlar için korku daha baskın bir ihtimaldir,
zira bunu bilmemektedirler. Bu hususu iyice belleyiniz.
[217]
156, Ey iman edenler!
Siz, kâfir olup da yeryüzünde yolculukta yahut gazada bulunan kardeşleri
hakkında: "Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdr
diyenler gibi olmayın. Allah bunu onların kalplerinde bir hasret olarak koydu.
Halbuki öldüren de dirilten de Allah'tır. Allah, yaptığınız şeyleri görendir.
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler! Kâfir olup da..." buyruğu ile kastedilenler
münafıklardır.
"Yeryüzünde
yolculukta yahut gazada bulunan kardeşleri hakkında"
bundan kasıt,
Peygamber (savVın Bi'r-i Maûne'ye göndermiş olduğu Seriy-yede neseb itibariyle
kardeşleri veya münafıklıkta kardeşleri olanlar kastedilmektedir. Onlar
hakkında: "Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öl-dürülmezlerdi"
demişlerdi. Müslümanlara, onların söyledikleri gibi söylemeleri yasak kılındı.
Yolculuğa çıktıkları,
ifadesi geçmiş zaman için kullanılır Yani onlar yolculuk yaptıklarında
demektir. Çünkü ifadede: zamanı bulunmayan ve belirsiz bir ism-i mevsuldur. O
bakımdan mazi fiil ceza (şartın cevabıa.)da geniş zaman (muzari) fiilinin
yerinde kullanıldığı gibi, burada da
edatı yerine kullanılmıştır.
Yeryüzünde yolculukta
bulunduklarında" ifadesinin anlamı ise, ticaret yahut başka bir maksatla
yeryüzünde yolculuk yapıp öldüklerinde manasınadır. "... yahut gazada
bulunan" yani, gazaya çıkıp da öldürülen kardeşleri demektir.
Gazada
bulunanlar" (i'rab bakımından) nakıs bîr çoğul olup ref ve cer halinde
lafzında değişiklik olmaz. Tekili: şeklindedir. Bununla birlikte şeklinde
çoğulu da yapılabildiği gibi şeklinde de
yapılabilir Kelimesinin "gazi"nin çoğulu olduğu da söylenir. Şair
der ki:
Kafilelere ve gazaya çıktıklarında
gazilere de ki; ,,."
cz-Zührî'den onun bu
kelimeyi şeddesiz olarak şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Kocası gazaya
gitmiş olan kadın demektir.
ise, geç yavru yapan
ve daha sonra yavrulayan dişi eşek demektir, (üûı li/J-0: Döllenmesi zor olan
dişi deve hakkında kullanılır. bir şeyi maksat olarak gözetmek anlamındadır.
Kastolunan şey demektir. Gaza etmek"in i s m-i mensubu da: şeklinde
gelir.
Yüce Allah'ın:
"Allah bunu, onların kalplerinde bir hasret olarak koydu" buyruğu
ile kastedilen, onların bu konudaki zanlari ve sözleridir.
Koydu"
buynığundaki "lam" ise daha önce geçen: "(ijjlj ): Diyen"
buyruğuna taalluk etmektedir ki, anlamı şöyledir: Onların: Eğer gazaya
çıkmamış olsalardı öldürülmezlerdi, şeklindeki zanlarım kalplerinde bir hasret,
yani bîr pişmanlık sebebi kılsın diye böyle yaptı. Hasret ise, ulaşılmasına
güç yet inlemeyen ve elden kaçan şey dolayısı ile kederlenmek demektir. Şair
der ki:
"Ah benîm hasret
Ve kederim, ondan muradımı alamadım Komşu olmakla da, yakın olmakla da faydalanamadım,"
Bu "lâm"
harfinin hazfedilmiş bir ifadeye laalluk ettiği de söylenmiştir. Yani: Siz,
onlar gibi olmayın ki Allah, onların bu sözlerini kalplerinde bir hasret
olarak koysun. Çünkü onlann münafıklıkları ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Şöyk de açıklanmıştır:
Sîz, onları tasdik etmeyin, onlara İltifat etmeyin. Çünkü bu, onlann
kalplerinde bir hasrettir,
"Allah bunu
onların kalplerinde bir hasret olarak koydu" buyruğunun Kıyamet günü
hakkında olduğu da söylenmiştir- O günde onlar, karşı karsıya kalacakları
rezillik ve pişmanlık ile müslümanlann içinde bulunacakları nimet ve ilâhî
lütuflar dolayısıyla hasrete gark olacaklardır.
Yüce Allah'ın:
"Halbuki öldüren de dirilten de Allah'tır" buyruğu şu demektir:
Savaşa çıkanları hayatta bırakmaya, ailesi arasında kalanları da öldürmeye güç
yetiren O'dıır.
''Allah yaptığınız
şeyleri görendir" buyruğundaki "yaptığınız™ anlamına gelen; kelimesi
"yâ" ile (o zaman: yaptıkları demek olur) de okunmuştur,
"te" ile de okunmuştur.
Daha sonra yüce Allah,
Allah yolunda öldürülmenin bütün dünyadan daha hayırlı olduğunu şöylece haber
vermektedir:
[218]
157- Andolsun ki,
Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz, elbette Allah'ın bağışlaması ve
rahmeti onların toplayageldikleri şeylerden daha iyidir.
158. Andolsun ki, ölseniz
yahut öldürülseniz de elbette Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
Baş taraftaki şartın
cevabı hazf edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Elbette Allah'ın bağışlaması ve
rahmeti..." buyruğundaki kasemin cevabı ile ona gerek görülmemiştir.
Yeminin cevabı belirtmekle yetinmek daha uygundur. Çünkü ifade başta yemin ile
başlamaktadır Anlamı da: Andolsun ki Allah size mağfiret buyuracaktır,
şeklindedir.
Hicaz halkı,
Ölürseniz" anlamındaki kelimeyi, şeklinde "mim" harfini esreli
olarak ve den gelir gibi kullanırlar. Mudarlı-lann aşağı tarafları ise
"mîm" harfini ötreli olarak; şeklinde, den gelir gibi kullanırlar.
Kûfelilerin açıklamaları budur ve güzel bir açıklamadır.
Yüce Allah'ın:
"Elbette Allah'ın huzurunda toplanacaksınız" buyruğu bir öğüttür.
Şanı yüce Allah bununla onlara öğüt vermektedir Yani siz, savaştan ve Allah'ın
size vermiş olduğu emirlerden kaçmayınız. Aksine siz, O'nun cezasından ve can
yakıcı azabından kaçınız. Hiç şüphesiz dönüşünüz O'na-dır. Hiçbir kimse size ne
zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir O'ndan başka. Şanı yüce olan Allah
en iyisini bilendir[219]
159. Allah'tan bir
rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli
olsaydın, şüphesiz çevrenden dağdır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlara
mağfiret dile, iş hususunda onlarla müşavere eti Bir kere de azmettin mi,
artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri sever-
Sayesinde"
buyruğundaki edatı te'kid manası da
ihtiva eden bir sıladır. Bir rahmet sayesinde... anlamın da dır. Yüce Allah'ın:
Az zamanda" (el-Mu'minûn, 23/40); Onların o sözlerini bozmaları...
sebebiyle" (.en-Nisâ, 4/155); Burada yenilgiye uğratılmış... bir
ordudur" (Sâd, 38/11) buyruklarında olduğu gibi. Bu, kesinlikle zaid
değildir. Sîbeveyh'in bunun için zaid olduğu anlamını vermesi, amelinin
ortadan kalkışından dolayıdır. îbn Keysân der ki: “” edatı, "be"
harfi ile cer mahallinde nekire bir isimdir. Bir rahmet" de ondan
bedeldir.
Âyetin manasına
gelince: Peygamber (sav) Uhud günü kaçanlara yumuşak davranıp onları
azarlamayınca, şanı yüce Rabbimiz, bu hususta Allah (cc)'ın kendisine bir basan
ihsan etmesi sonucu bu davranışı gösterdiğini beyan etti.
'nın soru edatı olduğu
da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Sen onlara Allah'tan ne biçim bir
rahmet sayesinde yumuşak davrandın! Bu anlam ise hayret bildirir. Ancak bu
anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir. Zira, bu şekilde olsaydı şeklinde
"eliPsiz gelmesi gerekirdi.
Yumuşak
davrandın"; den gelen bir fiildir.
kaba ve katı demektir.
Kaba davrandın, davranırsın. ise mastarıdır. Muhataba kaba olduğunu anlatmak
için de denilir. Müennesi; şeklinde, çoğulu da; şeklinde gelir. Peygamber
(sav)'ın nitelikleri nakledilirken şunlar zikredilir:
Kaba da değildi, haşin
de değildi. Çarşı pazarlarda da yüksek sesle bağırıp çağıran bir kimse
değildi."[220]
el-Mufaddal bu
kelimenin müzekker kullanılışı ile ilgili olarak şunlan nakletmektedir:
"Yakınlarına ve
akrabalarına karşı sert değildir. -Onun bağışlarını kastederek gelirler-.
Aksine yumuşaktır o. Buna karşı düşmanlarına karşı serttir. Çekinirler ondan.
Onun satveti öldürücüdür. Buna karşılık bağışı da pek çoktur."
Bir başka şair de bu
kelimeyi müennes olarak şöylece kullanın
"Darlık içinde
evimde ölürüm
Benden başkası ise
tıka hasa karnını doldurmaktan ölür Bir dünya ki, cahillere karşı cömert
davranır Akhbaşmda kimselere karşı da kabadır."
Kalbin katılığı ise,
surat aşıklığı, hoş ve güzel şeylerden az etkilenme, şefkat vç merhametin
azlığı demektir. Şairin şu mısraı bu kabildendir:
"Bizim için
ağlanır, bizse ağlamayız kimseye
Şüphesiz bizler
develerden de daha katı ciğerli (kalpliyizdir."
Dağılıp
giderlerdi" buyruğu, etrafından ayrılıp darmadağın
olurlardı, demektir.
Onları darmadağın ettim, onlar da ayrıldılar, demektir. Bir grup deveyi
nitelendiren, Ebû Necrn'in şu beyiti de bu kabildendir:
"Kokuşları
hızlıdır onların, hiç de gevşek değildir adımları
Tepeler üzerinde
(koştuklarında) küçük çakal taşları etraflarından dağılır,"
Yani, ey Muhammed,
eğer senin yumuşak davranışın olmasaydı, o geri dönüp kaçışlarından ^sonra
utançları ve senden çekinmeleri, onların sana yaklaşmalarına engel olurdu.
[221]
Buyruğun:
"Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile. İş hususunda onlarla
müşavere et" bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde
sunacağız:
İlim adamları der ki:
Yüce Allah, Peygamberine son derece beliğ bir tedricilik ihtiva eden bu
emirleri vermektedir. Şöyle ki: Yüce Allah ona önce kendi Özel şahsıyla ilgili
olarak onlardaki haklarını affetmesini emretti. Bu noktaya gelmeleri üzerine bu
sefer yüce Allah'a karşı sorumlulukları huşusunda onlar için /Ulah'tan mağfiret
dilemesini emretti. Bu seviyeye de gelmelerinden sonra, artık iş hususunda
kendileriyle müşavere edilmesine ehil oldular.
Dil bilginleri derler
ki: İstişare kelimesi Arapların, atın yürümesi veya buna benzer diğer
hallerini öğrenebilmek için kullandıkları; ifadesinden alınmıştır. Atın koştuğu
yere de "mişvâr (etap.)" denilir. Bununla birlikte bu kelimenin
anların kovanından bal almayı ifade eden;
Bal aldım, sözünden
alınmış olması da mümkündür. Bunun ism-i mefulü ise; şeklinde gelir. Adiy b.
Zeyd der ki:
"Şeyh (reis)in
izin verdiği ve (kovanından) alınan beyaz balı andıran Bir söz ve dinlenen
ifadeler hususunda...
[222]
tbn Atiyye der ki:
Şûra, şeriatin kaidelerinden ve azimet yoluyla uyulması gereken
hükümlerdendir. Her kim, ilim ve din ehli ile istişare etmezse, onun da
azledilmesi vaciptir. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Şam yüce Allah
da müzminleri: "Ve onların işleri kendi aralarında istişare iledir"
Ceş-Şû-râ, 42/38) buyruğu ile övmüştür.
Bedevi arap der ki:
Benim kavmim kandırılmadığı sürece, ben de hiçbir şekilde kandırılabiimiş
değilim. Ona: Peki bu nasıl olur? denilince, şu cevabı vermiş: Ben onlarla
istişare etmeden hiçbir şey yapmam.
İbn Huveyzimendâd der
ki; Bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları dini meselelerde
yöneticilerin, ilim adamlarıyla danışmaları, savaş ile ilgili konularda ordunun
ileri gelen kumandan 1 arıyla danışmaları, kamu menfaati eriyle ilgili
hususlarda insanların ileri gelenleriyle, ülkenin maslahatları ve imarı ile
ilgili hususlarda da kâtipler, vezirler ve valilerle danışmaları,
yöneticilerin görevleri arasındadır Eskiden beri: "İstişare eden pişman olmaz.
Kendi görüşünü beğenen kimse sapar" denile gelmiştir.
[223]
Yüce Allah'ın:
"İş hususunda onlarla müşavere er buyruğu, vahyin gelme imkânı ile
birlikte isler hakkında içtihad etmenin ve zannı galibe göre hareket etmenin
caiz oluşuna delildir Çünkü şanı yüce Allah bu hususta Rasûlüne izin vermiş
bulunmaktadır. Bununla birlikte te'vil alimleri, yüce Allah'ın Peygamberine
ashabı ile kendisi hakkında müşavere etmesini emretmiş olduğu işlerin mahiyeti
hakkında farklı görüşler ileri sürmüşler.
Bir kesim der ki:
İstişare yapması istenen konu, savaş taktikleri ve düşmanla karşılaşmak halinde
ortaya çıkan durumlardır. Bu da onların gönüllerini hoş etmek için, kadir ve
kıymetlerini yükseltmek, dinlerine olan sıcak bağlılıklarını artırmak içindir.
Her ne kadar yüce Allah indirdiği vahyi ile onların görüşlerine onu muhtaç
bırakmamış olsa dahi, bu maksatla ona bu emri vermiştir. Bu açıklama Katade,
er-Rabî, îbn İshak ve Şafiî'den rivayet edilmiştir. Şafiî der ki: Bu, Hz.
Peyganıber'in: "Ve bakire kıza (kendisine taiib olanla evlendirilmesi
hususunda) görüşü sorulur"[224]
buyruğunu andırmaktadır ki, burada görüşünün sorulması, onun gönlünü hoş
tutmak içindir. Va-cib olduğu için değil.
Mukatiİ, Katade ve
er-Rabî' derler ki: Arapların ileri gelenleri, eğer iş hususunda kendileri ile
müşavere edilmeyecek olursa, ağırlarına giderdi. Bunun üzerine yüce Allah
Peygamberine iş hususunda onlarla müşavere etmesini emretmiştir. Bu şekilde
davranmak, onların Hz. Peygambere karşı daha çok meyletmelerini, kalplerindeki
kinlerin uzaklaşmasını, daha gönüllerinin birleştirilmesini sağlıyordu. Onlarla
müşavere ettiği takdirde Hz. Peygambe-r'in kendilerine değer verdiğini bilmiş
olurlardı.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Müşavere, hakkında kendisine vahiy gelmeyen hususlarda
sözkonusudur. Bu açıklama da Hasan-ı Basrî ve ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir.
Onlar şöyle derler: Yüce Allah'ın Peygamberine müşaverede bulunmasını
emretmesi, onun görüşlerine muhtaç oluşundan dolayı değildir. Onlara yalnızca
müşaverenin faziletini öğretmeyi murad etmiş ve ondan sonra da ümmetinin uyması
için bu emri vermiştir.
îbn Abbas'ın
kıraatinde ise; Bazı işler hususunda onlarla müşavere et, şeklindedir.
Şu beyitleri söyleyen
ne güzel söylemiş:
İçinden çıkılmaz,
gizli, kapaklı hususlarda arkadaşınla müşavere et. Ve lütfederek sana öğüt
verenin nasihatini aen de kabul et, Çünkü yüce Allah Peygamberine bunu tavsiye
etmiştir: "Onlarla müşavere et" ve "tevekkül et"
buyruğunda."
[225]
Ebû Davud'un Mûsânnef
fsünerOinde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav):
"Kendisiyle danışılan kişi güvenilen bir kimsedir."[226]
İlim adamları derler
ki: Kendisiyle danışılacak kişi (müsteşardın niteliklerine gelince, eğer
danışılacak husus din hükümleriyle ilgili ise danışmanın alim ve dinine bağlı
bir kimse olması gerekir. Bu gibi özellikler ise, ancak akıllı bir kimsede
toplanır. el-Hasen der ki: Kişinin aklı kemale ermedikçe dini de kemale ermez,
İşte bu niteliğe sahip bir kimse ile istişare edilir de, o da doğru ve hayırlı
olanı bulmak hususunda gayretini ortaya koyup elinden geleni esirgemez, fakat
buna rağmen yanlış bir hususu salık verecek olursa, bundan dolayı da ona bir
tazminat düşmez. Bu görüşü Hattâbî ve başkaları ifade etmiştir.
[227]
Dünya ile ilgili
meselelerde kendisiyle danışılacak kişinin niteliklerine gelince, bu kişi akh
başında, denenmiş ve kendisi ile danışana sevgi besleyen bir kimse olmalıdır.
Şair der ki:
"Gizli ve içinden
çıkılamaz hususlarda candan arkadaşına danış." Bu mısra ve ondan sonraki
mısralar az önce geçti. Bir başka şair de:
"Eğer herhangi
bir hususta senin önünde kapanırsa kapılar; Akıllı ve kavrayışlı birisiyle
müşavere et ve ona karşı gelme!"
diyerek bir takım
beyitlerle istişarenin önemini açıklamıştır.
Şûra berekettir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İstişare yapan pişman olmaz,
istihare yapan da ziyan etmez."[228]
Sehl b. Saad
es-Saidîde Rasûlullah {savVdan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Hiçbir kul, meşveret dolayısıyla bedbaht olmamıştır. Ve hiçbir zaman da
kendi görüşüyle yetinerek mutlu olmamıştır,"
[229]
Kimisi de şöyle der: Sen, aynı işleri denemiş olanla istişare et. Çünkü o,
pahalıya mal ettiği bir görüşünü sana verecek ve sen bunu bedelsiz alacaksın.
Ümmetin karşı karşıya
kalabileceği en büyük meselelerden birisi olan hilâfet meselesini çözme işini
Ömer b. el-Hattâb (r.a) şuraya havale etmiştir.
Buhârî der ki:
Peygamber (sav)'dan sonra gelen imamlar, (Raşid Halifeler") en kolayını
yerine getirmek maksadıyla mubah hususlarda ilim ehli arasından güvenilir olan
kimselerle istişare ederlerdi.
[230]
Süfyan es-Sevrî de
şöyle demektedir: Takva sahibi, güvenilir ve yüce Allah'tan korkan kimseler
senin istişare ettiğin kimseler olsun. el-Hasen de der ki; Allah'a yemin
ederim, bir toplum kendi aralarında istişare edecek olursa, mutlaka
hatırlarına gelenin en faziletli olanına hidâyet olunurlar.
Ali b. Ebi Talib
(r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Eğer bir topluluğun istişare edilecek bir hususu var da aralarında adı
Alımed veya Muhammed olan birisi bulunup onu istişarelerine alırlarsa, mutlaka
onlar için hayırlı olan takdir olunur."
[231]
Şûra, esasen farklı
görüşlere dayanır. İstişare eden kişi de bu farklı görüşler üzerinde düşünüp
ve kendisi için mümkün olursa bunların Kitap ve Sünnete daha yakın olanını
tesbite çalışır. Yüce Allah onu dilediği herhangi bir hususu tercihe irşad
edecek olursa, onu kararlaştırır ve yüce Allah'a tevekkül ederek onu
uygulamaya koyar. Çünkü, istenen içtihadın (cehd ve gayretin) maksadı budur.
Bu âyet-i kerimede de yüce Allah, Peygamberine bu hususta, bu şekilde
davranmayı emretmektedir.[232]
Yüce Allah'ın:
"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et" buyruğu ile
ilgili olarak Katâde şöyle demektedir: Yüce Allah, Peygamberine herhangi bir
iş hakkında karar vermesi halinde o işi uygulamaya koyarak onlarla istişare
etmesine değil de yüce Allah'a tevekkül etmesini emretmektedir.
Azmetmek ise, üzerinde
durarak düşünülmüş, elekten geçirilmiş iş demektir. Yoksa düşünmeksizin önüne
gelen görüşü uygulamaya koymak azmetmek değildir. Böyle bir şey, ancak
sonuçlara aldırmaksızın canlarının istediklerini yerine getiren ve bu konuda
ne olursa olsun bir işi yapmak istiyen kimseler hakkında düşünülebilir.
Nitekim şair şöyle demiş:
"O, bir şey kararlaştırdı
mı, artık azmini gözünün önüne (hedef olarak) koyar Ve sonuçlarının söz konusu
edilmesini bir kenara atar. Görüşü, hususunda kendisinden başkasıyla da
istişare etmez Ve kılıcının kabzasından başka bir arkadaşa da razı olmaz."
en-Nakkâş der ki: Azm
i!e hazm aynı anlamdadır. Burada "ha" harfi ayn'den bedeldir, îbn
Atiyye ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü hazm, bir meseIe hakkında güzel bir
şekilde tesbitte bulunmak, onu iyice elekten süzmek ve o hususta yanılmaktan
çekinmek demektir. Azmetmek ise, bir işi yerine getirmeyi kastetmektir. Şanı
yüce Allah da: "İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin,
mi..." diye buyurmaktadır. Buna göre istişare ve bu manadaki davrantşlar
"hazm" diye adlandırılabilir.
Zaten Araplar da:
Azmedecek olursam, hazm ederim. (Yani azmetmeden önce onu iyice ölçer biçer,
düşünürüm).
Cafer es-Sâdık üe
Câbir b. Zeyd ise Ben azmettim mi.,." şeklinde "te" harfini
ötreli olarak okumuşlardır. Bu okuyuşta azmetmek şanı yüce Allah'a nisbet
edilmiştir. Zira azmetmek de O'nun hidâyet ve tevfiki ile gerçekleşir. Nitekim
yüce Allah bir başka yerde: "Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı*
{e\-Enfâ\, 8/17) diye buyurmaktadır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Ben
senin için azmedip sana başarı ihsan edip doğruya iletecek olursam "artık
Allaba tevekkül et1* şeklinde olur. Diğerleri ise, "te" harfini (sen
azmettin mi, anlamına) üstün olarak okumuşlardır.
el-Mühelleb der ki:
Peygamber (sav) de yüce Rabbinin emrine riâyet ederek şöyle buyurmuştur:
"Artık bir Peygamber zırhını giyindi mi, Allah hükmünü verinceye kadar
onu çıkarmaması gerekir."IJ) Yani, Peygamber azmetti mi, o azminden geri
dönmemelidir. Zira bu? şanı yüce Allah'ın azmetmekle birlikte şart koşmuş
olduğu tevekkülü nakzeder.
Bedir'de hazır
bulunamayıp mü'minlerin salUı kimseleri arasında bulunan ve ühud günü yüce
Allah'ın kendilerine şehâdeti lütfettiği kimselerin: Ey Allah'ın Rasûlü bizi
düşmanımıza kaışı (Medine'nin dışına) çıkart! diyerek Medine dışına çıkma
görüşünü ortaya koymaları üzerine Hz. Pcygamber'in zırhını giyinmiş olması,
onun bu husustaki azmine delil idi.
Hz. Peygamber ise,
Medine'de kalma görüşünde İdi. Abdullah b. Übeyy de bu görüşte idi ve şöyle
demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, Medine'de kal ve askerlerini yanına alarak onlara
(Kureşylilere) karşı çıkma. Eğer onlar yerlerinde kalmaya devam edecek
olurlarsa, en kötü bir şekilde kalmaya devam ederler. Şayet Medine'ye yanımıza
gelecek olurlarsa, biz de geniş alanlarda ve yol girişlerinde onlarla
savaşırız. Kadınlar ve çocuklar da yüksek binaların üzerinden onlara taş atar.
Allah'a yemin ederim, bu şehirde bizimle ne kadar düşman sayaşmış ise mutlaka
onu yenmişizdir. Ve biz, bu şehrin dışına düşmanla karşılaşmak üzere ne kadar
çıktıysak mutlaka düşman bizi yenmiştir.
Ancak sözünü ettiğimiz
kimseler bu görüşü benimsemediler. İnsanların kahramanlık duygularını galeyena
getirerek savaş çağırışında bulundular. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) cuma
namazını kıldı, namazın akabinde evine girdi, silâhını kuşandı. Bu sefer dışarı
çıkma görüşünü izhar edenler pişman olarak: Rasûlullah (sav.)'ı istemediği şeye
zorladık, dediler. Silâhını kuşanmış olarak yanlarına çıktığını görünce, Ey
Allah'ın Rasûlü, dediler. Arzu edersen kalalım. Bizler seni hoşuna gitmedik bir
işe zorlamak istemiyoruz. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Bîr peygamber silâhını kuşandı mı, çar-pışmadıkça onu bırakması
yakışmaz."[233]
Yüce Allah'ın:
"...Artık Allah'a tevekkül eti çünkü Allah tevekkül edenleri sever"
buyruğunda sözü geçen tevekkül, kişinin acizliğini açığa vurmakla birlikte
yüce Allah'a güvenip dayanması dernektir. İsmi: "Tüklân" diye gelir.
İşimde ona tevekkül ettim, anlamında: ( iŞjA ^j ^JU-cJ&T ) ifadesi buradan
gelmektedir. Bunun aslı ise: şeklinde olup makabli esreli olduğu İçin
"vâv" harfi "yâ"ya kalb edilmiş, daha sonra da
"ya"dan "te"ye ibdâl edilerek ififtiâl" veznindeki
"te"ye idğam olunmuştur. Bir kimseyi bir işe vekil kılmaya
"tevkil" denilir. Bunun ismi ise, vikalet ve vekâlet şeklinde gelir.
Tevekkül hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Sufilerden bir kesim şöyle demiştir:
Kalbinden arslan yahut ondan başka Allah'ın dışındakilerin korkusu tamamen
gitmedikçe ve şanı yüce Allah'ın teminatı altında olması dolayısıyla da rızık
talebi için çalışmayı terk etmedikçe, herhangi bir kimse "mütevekkil"
adını almaya hak kazanamaz.
Ancak, genel olarak
fukaha da daha önce yüce Allah'ın: "Mü'minler ancak Allaha tevekkül
etmelidirler" (Âl-i İmran, 3/122) buyruğunu açıklarken belirttiğimiz
görüşleri ortaya koymuşlardır ki, orada da açıkladığımız gibi doğru olan
tevekkül de odur.
Hz. Mûsâ ile Hz.
Hârûn, yüce Allah'ın: "Korkmayınız" (Tâ-Hâ, 20/46) buyruğunda da
ifade ettiği gibi korkmuşlardır. Yine bir başka yerde: "Mûsâ içinde gizli
bir korku hissetti. Biz ona korkma., dedik" (Tâ-Hâ, 20/67-68) diye
buyurmuştur. Hz. İbrahim hakkında da şu buyruğu İle korktuğunu haber
vermektedir: "Ellerinin buna uzanmadığım görünce, onların bu hallerinden
hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi Korkma! dediler." (Hûd, 11/70) Şimdi
Hz. İbrahim el-Halil ile Allah'ın Kelimi Hz. Mûsâ korktuklarına göre -ki ör-nek
olarak onlar bize yeter- başkalarının benzer hallerde korkuya kapılmaları
öncelikle sözkonusudur. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.[234]
160, Allah size yardım
ederse artık sîzi yenecek yoktur. Sîzi yardımsız bırakırsa da O'ndan başka
size yardım edecek kimdir? O halde mü1 minder, sadece Allah'a tevekkül
etsinler.
"Allah size
yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur" yani, eğer Allah size yardımcı
olur, düşmanınıza karşı sizi koruyacak olursa, asla yenik düşürülme zsinîz.
"Sizi yardımsız bırakırsa" yardımını size göndermeksizin terk ederse
"de O'ndan başka stee yardım edecek kimdir?" Yani, artık O'ndan başka
kimse size yardım edemez.
Bu da şu demektir;
O'nun sizi yardımsız bırakmasından sonra kimsenin size yardımı dokunamaz. Zira,
yüce Allah: Sizi yardımsız bırakırsa" diye buyurmaktadır ki, yardımsız
bırakmak (hizlân) yardım etmeyi terketmektir. "Mahsûl" kendisine
ehemmiyet verilmeyen ve terkedilen kişi demektir, İse, annenin merada yavrusu
ile birlikte durup sürüdeki diğer arkadaşlarını yalnız bırakması demektir. Bu
şekilde davranın hayvana da: denilir. Şair Tarafe der ki:
"Bol ağaçlı güzel
bîr yerde ceylan sürüsüyle birlikte otlayan ve (yavrusunun yanına giderek}
onları yalnız bırakandır o. Erâk (misvak) ağacının meyvelerini toplayıp ağaç
yapraklarının
arasına ceylan gibi
dalar."
Yine şair şöyle der:
"Bir yavruya
meylederek arkadaşlarını bırakıp ayrı kalan Bir kız çocuğu gözüyle sana
baktı."
Bu anlamın kalbedümiş
bir mana olduğu da söylenmiştir. Çünkü bırakılıp gidilmesi halinde kendisine:
"Malızûle" denilir. Ayaklarının gücü zayıflayan kimsenin durumunu
anlatmak için de; tabiri kullanılır, Şair der ki;
"Ayaklarının gücü
çolak düşecek kadar kesilmemiş ama oldukça zayıflamış birisi."
Sürekli olarak
yardımsın bırakan kişiye de: denilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[235]
l6l. Bîr peygamber
için (ganimete veya emanete) hıyanet, olur şey değildir. Kim böyle hainlik
ederse Kıyamet günü hainlik ettiği şey ile gelir. Sonra herkese kazandığı ödenir
ve onlara zulmedilmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
Uhud günü okçuların
-önceden açıklandığı şekilde- konumlarını, müslü-manlar ganimetlerini ele
geçirir ve kendilerine birşeyler verilmez korkusuyla yerlerini bırakıp
gitmeleri üzerine, şanı yüce Allah, Peygamber (sav)'ın paylaştırmada haksızlık
etmeyeceğini beyan buyurdu. O bakımdan sizin onu İtham etmeye hakkınız yoktur.
cd-Dahhâk ise şöyle
demektedir: Hayır, asıl sebep şudur: Rasûlullah (sav) gazalarından birisinde
öncü kimseler göndermiş, sonra da onların gelişinden önce bir takım ganimetler
elde etmişti. Hz. Peygamber, beraberindeki lere ganimetten pay ayırdığı halde,
gönderdiği öncülere pay vermemişti. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberine
sitem olmak üzere: *Bir peygamber için hıyanet olur şey değildir"
buyruğunu indirdi.
[236]
Yani bir bölümüne pay verirken, bir bölümünü bırakması uygun düşmez. Buna
yakın bir görüş, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas,
ikrime, İbn Cübeyr ve diğerleri de şöyle demektedir: Âyet-i kerime, Bedir günü
ganimetler arasında kaybedilip bulunmayan kırmızı bir kadife sebebiyle nazil
olmuştur. Peygarnber (sav) üe birlikle bulunanların bazıları şöyle dedi:
Peygamber (say) bunu almış olabilir. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu. Bunu Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî: Bu, hasen garip
bir hadistir, demiştir.
[237]
İbn Atiyye der ki: Bu
sözü söyleyen mü'minler böyle bir şeyde herhangi bir vebal olduğunu
zannetmemişlerdi. Bu sözün münafıklar tarafından söylendiği de nakledilmiştir.
Kaybolan ^eyin bir kılıç olduğu da rivayet edilmiştir.
Bütün bu açıklamalar,
Hıyanet etmesi..." kelimesinin "yâ" harfinin üstün ve
"ğayn" harfinin ötreli okunuşuna göredir. Bununla birlikte Ebu Satır,
Muhammed b, Ka'b'dan: "Bir peygamber için hıyanet olur şey değildir"
buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Yani, Allah'ın Kitabından
herhangi bir şey gizlemek, peygamberin yapabileceği bir iş değildir.
Kelimenin sonundaki
"lâm"ın baştan sona nakledilmiş bir "lâm" olduğu da
söylenmiştir. Yani: Hiçbir peygamber hıyanet etmez, demektir. Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: 4'Allak için çocuk edinmek olacak bir şey değildir. O,
münezzehtir" (Meryem, 19/35') buyruğu: " Allah'ın çocuk edinmesi
olacak bir şey değildir" manasınadır. Bu kelime, "ya" harfi
ötreli, "ğayn" ise üstün olarak; şeklinde de okunmuştur Ancak,
îbnüVSikkît der ki: Biz ganimete hıyanet hakkında: şeklindeki kullanıştan
başkasını (Araplardan) işitmedik. Bununla birlikte: Bir peygamber için hıyanet
-ve hıyanet ettiğini söylemek- olur şey değildir" şekillerinde okunmuştur.
İbn es-Sikkît der ki:
Hıyanet etmek, anlamındadır. ise, hıyanet ettiğini söylemek anlamına gelir,
İki manaya gelme ihtimali vardır: Bunlardan birisi, ona ihanet edilmesi yani
ganimetinden alınması, diğeri ise onun ganimetten aldığı söylenmek suretiyle
hainlik ettiğinin belirtilmesi.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: Gizlice herhangi bir şeyi alan herkes hakkında: denilir.
ibn Arefe der ki: Buna
"ğutâl" deniliş sebebi, ellerin ondan bağlanmış (mağlûl) yani
alıkonulmuş, engellenmiş olmasından dolayıdır.
Ebû Ubeyd der ki:
Gulûl, özel olarak ganimetten gizlice birşey almak hakkında kullanılır. Biz,
bu kelimenin hıyanet veya kin Ue alakalı olduğu görüşünde değiliz. Bunu
açıklayan hususlardan birisi de hıyanet
anlamında:
şeklinde kullanılmakla
birlikte, kin anlamında da şeklinde kullandır. Ganimetten çalmak anlamında
"ğulûl'den ise, fiil: şeklinde, muzârıinde ğayn harfi ötreli gelir.
ise, devenin su
ihtiyacını akmaması halinde kullanılır. 'se^ adam hainlik etti, anlamındadır.
en-Nemir der ki:
"Allah, Nevfel'in
kızı Cemre'ye bizim yerimize karşılık versin; Emanete hainlik eden, yalancı
birisine karşılık (ceza) verdiği gibi."
Hadis-i şerifte geçen
ifadesi: Hıyanet de yoktur, hırsızlık da yoktur"[238]
demektir. (Hırsızlık yerine); rüşvet de yoktur diye de açıklanmıştır.
Şureyh de der ki;
Hıyanet etmesi (çalması) sözkonusu olmaksızın ariyet alanın tazminat ödemesi
sözkonusu değildir."
Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: Üç şey vardır ki, mü'min bir kimsenin kalbi bunlar aleyhine
hiyanetle itham edilmez.
[239]
Burada "ğayn" harfini üstün olarak rivayete göre anlam, kin duyulmaz,
şeklinde olur. Yine Girdi anlamında olup hem teaddi eder, hem etmez. Mesela
şöyle denilir: Filan kişi dağ yollarına girdi ve onların ortalarından yürüdü
denilir. Yine; Ganimete hainlik etti; Su, ağaçlar arasında aktı, denilir. Bütün
bunlan anlatmak için kullanılan fiil; şeklinde muzari kipinin "gayn"
harfi ötreli olur.
Sözlükte ğulûl'ün,
kişinin ganimetten arkadaşlarından gizli ve saklı olarak birşeyler alması
anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte suyun ağacın içerisine nüfuz etmesini
anlatmak için: ifadesi de buradan gelmektedir. ise, ağaç diplerinde akan su
demektir. Böyle denilmesi ise üstünün ağaçlarla örtülmesinden ölürüdür.
Nitekim şair şöyle demiş;
"Seller oynadı
onunla ve onun suyu
Kına otu diplerinde
bölük pörçük dağılmış akan bir au haline geldi."
Üst elbiselerin
altında giyilen elbiseye "el-Ğılale" denilmesi de buradan
gelmektedir. "el-Ğâll" ise, ağaçlıklı düz yer demektir. Palamut ve
muz ağaçlarının bittiği yere de "gâll" denilir. Yine bir bitkiye de
bu isim verilir. Çoğulu ise ğayn harfi ötreli olarak "ğullân"
şeklinde gelir.
Kimisi de şöyle
demektedir: Hıyanet ettiğinin tesbit edilmesi anlamındadır. Nitekim bir
kimsenin Övüldüğünü (Mahrnûd) gören bir kimse, o kimse hakkında; ifadesini
kullanır.
Bu açıklamaya göre, bu
okuyuş, aynı şekilde "ya" harfi üstün ve "ğayn" harfi de
ötreli olarak; şeklindeki okuyuşa
racidir.
İlim ehlinin cumhuruna
göre kıraatinin anlamı da: Ganimet hususunda kimsenin ona hainlik etmemesi
gerekir şeklindedir. Buna göre âyet-i kerime insanların ganimetlerde hainlik
etmelerini yasaklamak ve buna dair tehditte bulunmak anlamındadır. Peygamber
(sav)'a hainlik caiz olmadığı gibi, ondan başkasına hainlik de caiz değildir.
Özellikle onun anılması ise, ona yapılan hıyanetin daha ağır bir iş ve daha
büyük bir günah oluşundan dolayıdır. Zira masiyetler, -ona gereken saygının
gösterilmesi özellikle sözkonusu olduğundan dolayı- onun huzurunda daha büyük
olur. Yöneticiler ise, Peygamber (sav)'ın emri üzere hareket ederler. Onlara
da kendilerine göre saygı duymak icabeder. Buyruğun, hiçbir peygamber hainlik
etmemiştir, anlamında olup maksadın hainliği yasaklamak olmadığı da (zayıf' bir
görüş olarak) ifade edilmiştir[240]
Yüce Allah: "Kim,
böyle hainlik ederse, Kıyamet günü hainlik ettiği şey ile gelir" buyruğu
şu demektir; Yani, o kimse, hainlik ettiği şeyi sırtında ve boynunda taşıyarak,
onu taşımakla ve ağırlığıyla kendisine azap olunarak, sesinden dolayı dehşete
düşmüş olarak, herkesin gözü Önünde hainliği açığa çıkartılmak suretiyle
azarlanarak gelecektir, demektir. Nitekim ileride açıklanacaktır.
Şanı yüce Allah'ın,
hıyanette bulunan kimseyi bu şekilde rezil etmesi, sözünde durmamak ve benzeri
hainliklerde (ğadr) bulunmuş kimseleri rezil etmesine benzemektedir. Bu
şekilde hainlik eden kimselerin hainlikleri oranında arkalarında bir sancak
dikilecektir. îşte şanı yüce Allah, bu cezalandırılmaları, insanların
alışageldikleri ve anlayabilecekleri şekilde takdir buyurmuştur. Nitekim şair
de şöyle demektedir:
"Ey Sümeyye,
yazık sana! Sen topluluk arasında bizim için
Herhangi bir hainlik
dolayısıyla bir sancak çekilmiş olduğunu duydun mu?"
Araplar hainlik edip
sözünde durmayan kimseler için sancak dikerlerdi. Bir suç işleyen de işlediği
suçuyla birlikte dolaştınlır, teşhir ediliKdî), Müslim'in Sahih'inde Ebu
fiureyre'den şöyie dediği nakledilmektedir: "Kıyamet günü sizden herhangi
bir kimseyi boynunda böğürmesi olan bir deve taşımış olarak gelip de: Ey
Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş! dediğini görmeyeyim. Ben de: Sana yapacak bir
şeyim yok. Sana tebliğ etmiştim, diye cevap vereceğim. Yine Kıyamet gününde,
sizden herhangi bir kimsenin, hırıltısı bulunan bir at£ boynu üzerinde taşımış
olarak geldiğini ve: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş, dediğini görmeyeyim.
Ben de: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim, diyeceğim. Yine sizden
herhangi bir kimsenin Kıyamet gününde boynunda meleyen bir koyun bulunarak
geldiğini ve; Ey Allah'ın Rasûlü, imdadıma yetiş, dediğini görmeyeyim. Ben,
(ona): Sana yapacak bir şeyim yok. Ben sana tebliğ ettim diyeceğim. Sizden
herhangi bir kimsenin Kıyamet gününde boynu üzerinde feryadı bulunan bir can
yüklenmiş olarak geldiğini ve bana: Ey Allah'ın Rasûlü, imdadıma yetiş,
dediğini görmeyeyim. Ben: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim
diyeceğim. Kıyamet gününde sizden herhangi bîr kimsenin dalgalanır haldeki
kumaşlarla, {.elbiselerle) gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş,
elediğini görmeyeyim. Ben: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim
diyeceğim. Kıyamet gününde sizden herhangi bir kimsenin boynunda altın ve
gümüş yüklenmiş olarak gelip de: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş, dediğini
görmeyeyim. Ben: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim diyeceğim,"[241]
Ebu Dâvûd da Semura b.
Cundub'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bir ganimet elde
etti mi, Bilâl'e emreder, o da insanlar arasında seslenirdi. Onlar da
ellerinde bulunan ganimetleri getirir, Hz. Peygamber de önce bunun beşte
birini ayırır ve geri kalanını pay ederdi. Bir gün, adamın birisi bu
seslenişten sonra kıldan yapılmış bir yular getirdi. Ey Allah'ın Rasûlü bu da
bizim elde ettiğimiz ganimetler arasında idi, dedi. Hz. Peygamber ona:
"Sen Bilâl'in üç defa nida ettiğini duydun mu?" diye sordu. Adam:
Evet deyince, Hz, Peygamber: "Peki bunu getirmeni engelleyen ne idi?"
diye sorunca, Hz. Peygambere bir mazeret bildirdi. Bu sefer Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Hayır, bunu sen Kıyamet günü getireceksin, bunu senden kabul
etmeyeceğim.
[242]
Kimi ilim adamı şöyle
demektedir: Hz. Peygamber bununla, Kıyamet günü bunun günahı ile geleceğini
kastetmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır:
"Onlar, (günah) yüklerini sırtları üzerinde yüklenirler. Onların yükü ne
kötüdür!" (el-En'am, 6/31
Şöyle de denilmiştir:
Bu haber işin herkes tarafından bilinecek şekilde açığa çıkartılması anlamındadır.
Yani, Kıyamet günü nasıl ki böğürtüsü olan bir deve, yahut hırıltısı bulunan
bîr at taşımış olarak gelecek ve teşhir edilecek ise, bunun da bu durumu
böylece teşhir edilecektir.
Derim ki: Böyle bir
açıklama hakikat anlamını bırakıp mecaz ve teşbihe gitmektir. İfade eğer hem
hakikat hem mecaz anlamlarına gelebiliyor ise, -usul kitaplarında da
belirtildiği gibi- aslolan hakikat anlamıdır. Paygamber (sav) da bize işin
hakikatini haber vermektedir. Artık başka bir açıklamaya iltifata gerek yoktur.
Şöyle de denilebilir:
Dünyada herhangi bir şey çalan kimseye, Kıyamet gününde o çaldığı şey
cehennemde müşahhas hale getirilir. Sonra da ona: Haydi in Ve onu al denilir.
O da onu almak üzere iner. Nihayet onun yanına varınca onu alıp sırtına koyar.
Kapıya varacağı vakit tekrar cehennemin aşağısına o şey düşer. Yine döner onu
alır ve bu durum yüce Allah'ın dileyeceği süreye kadar böylece devam eder
gider.
Yine: "Hainlik
ettiği şey ile gelir" buyruğunun, Kıyamet gününde hainlik ettiği ve
çaldığı o şeyin, aleyhine şahitlik edeceği anlamındadır da denilmektedir.
[243]
İlim adamları derler
ki: Ganimetten çalmak büyük günahlardandır. Buna delil de bu âyet-i kerime ile
az önce zikrettiğimiz Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen ve kişinin çaldığı
şeyi omuzu üzerinde taşıyarak geleceğini belirten hadîs-i şeriftir. Nitekim
Peygamber (sav) (Rifâ'a b. Zeyd'in kendisine hediye etmiş olduğu siyahi bir
köle olan) Mud'am hakkında şöyle demiştir: "Nefsim elinde olana yemin
ederim ki, Hayber günü ganimetler arasından almış olduğu ve paylaştırılmaya
girmeyen o aba, onun üzerinde alev alev yanmaktadır." İnsanlar bunu
işitince bir adam, Rasûluilah (sav)'a bir ya da iki ayakkabı bağı getirdi.
Bunun üzerine Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: "Cehennem ateşinden bir ya
da iki ayak bağıdır (bunlar)." Bu hadis Muvatta'da rivayet etmiştir.[244]
Hz. Peygamber'in:
"Nefsim elinde olana yemin ederim" deyip de ganimetten çalan
kimsenin cenaze namazını kılmak istemeyişi, ganimetten çalmanın büyük bir iş
olduğuna, günahının büyüklüğüne ve onun büyük günahlardan olduğuna delildir.
Ganimetten çalmak, kul haklarındandır. Ve bu hususta da hasenat ve seyyiât
değişiminin yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Bundan sonra ise, bu işi yapan,
Allah'ın iradesine kalmıştır. Hz. Peygamber'in: "Cehennem ateşinden bîr
ya da iki ayakkabı bağı" diye buyurmuş olması, Hz. Peygamber'in:
"İpi de iğneyi de tastamam getirip teslim edin"
[245]
buyruğunu andırmaktadır.
İşte bu da ganimetler
paylaştınlmadan Önce gazada alınan şeylerin azının da çoğunun da (özel
mülkiyete) alınmalarının helâl olmadığına delil teşkil etmektedir. Bundan
iukahânın icmâ ile müstesna kabul ettikleri gazama yapıldığı düşman
topraklarında yenilecek şeylerin yenilmesi, odun ve avlanmak hariçtir.
ez-Zülırî'nın şöyle
dediği rivayet edilmiştir. Düşman topraklarında imamın izni olmaksızın yiyecek
bir şey alınmaz. Ancak bu görüşün bir dayanağı yoktur. Zira bu konuda gelen
rivayetler ileride de görüleceği gibi buna muhaliftir.
el-Hasen der ki:
Rasûluilah (sav)'ın ashabı, bir şehri yahut da bir kaleyi fethedecek olurlarsa
(orada bulunan) sevîk (kavrulmuş un), un, yağ ve baldan yerlerdi,
İbrahim der ki:
Müslüman fatihler, düşman topraklarında dar-ı harpte bulunan yiyeceklerden
-beşte birleri ayrılmadan- yer ve bineklerine yedirirlerdî. Ata der ki: Gaza
esnasında bir seriyede bulunup da yağ ve bal tulumları ile yiyecek şeyler ele
geçirdikleri takdirde bunlardan yerler, geri kalanını da kumandanlarına teslim
ederler. İlim adamlarının topluluğu bu görüştedir.
[246]
Bu hadisi şerifte
ganimetten çalanın eşyasının yakılmayacağına delil vardır. Çünkü Rasüiullah
(sav) abayı alan kişinin eşyasını yakmadığı gibi. Ganimetlerden bir kaç boncuk
çaldığı için cenaze namazını kılmayı kabul etmediği kişinin de eşyasını
yakmamıştır.
[247]
Eğer ganimet
hırsızının eşyasını yakmak vacip olsaydı, elbetteki Rasûlul-lah bunu yapardı.
Bunu yapsaydı da mutlaka bu husus hadislerde bize nakledilirdi.
Ömer b. el-Haltab
(r.a)'dan rivayet edilen Peygamber (sav)'ın: "Birismin ganimetten
çaldığını görürseniz, onun eşyasını yakınız ve onu dövünüz" buyruğuna
gelince: Bu hadisi, Ebü Dâvüd da Tirmizî de Salih b. Muhammed b. Zaide yoluyla
rivayet etmişlerdir. Bu ise rivayeti delil teşkil etmeyen zayıf birisidir. Tirmizî
der ki: Muhammed'e -Buhârîyi kastediyor- bu hadis hakkında sordum, o şöyle
dedi: Bunu, sadece Salih b. Muhammed rivayet etmiş olup, bu da Ebû Vakid
el-Leysî'nin kendisidir Hadisi münker birisidir.
[248]
Yine Ebû Dâvûd ondan
(Salih b. Mulıammed'den) şöyie dediğini rivayet eder; Beraberimizde Salim b.
Abdullah b. Ömer ile Ömer b. Abdulaziz de bulunduğu halde, Velid b, Hişam ile
birlikte gaza yaptık. Bir adam bir eşya çaldı. Velid, emir verdi ve eşyası
yakıldı. Ondan sonra herkes arasında dolaştırıldı ve ona ganimetten payını
vermedi. Ebû Dâvûd dedi ki: İki hadisten daha sahih olanı budur.[249]
Amr b. Şuayb'dan, o
babasından, o da dedesinden yoluyla rivayet ettiğine göre Rasûhıllah (sav)'da,
Ebû Bekir de, Ömer de ganimetten çalanın eşyasını yaktıklarını ve onu
dövdüklerini rivayet etmiştir. Ebu Davud der ki: Ali b. Balır, bu hadiste
el-Velid"den naklen -ancak ben bunu ondan dinlemedim-ve ona payını
vermediler, fazlalığını da eklemektedir.[250]
Ebû Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadisin ravilerincien kimisi de: Onun boynunu vurunuz
ve eşyasını yakınız demişlerdir. Bu hadis, Salih b. Muhammed rivayeti etrafında
dönüp durmaktadır. Salih b. Muhammed ise, rivayeti delil olarak gösterilen
kimselerden değildir. Peygamber (sav)'den de şöyle buyurduğu sabit olmuştur:
"Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birisiyle helâl olur...[251]' Bu
ise, ganimetten çalmak dolayısıyla kişinin öldürülmesini reddetmektedir
İbn Cüreyc de
Ebu'z-Zübeyr'den, o Cabirden, o da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Ne hainlik edene, ne talanda bulunana, ne de yankesicilik
yapana el kesme cezası vardır."[252]
Bu ise Salih b.
Mubammed'in hadisi ile tearuz etmektedir. îsnad bakımından ise onunkinden daha
güçlüdür. Ganimetten hırsızlık eden kimse ise, hem sözlükte hem de şeriatta da
hainlik eden bir kimsedir. Böyle bir kimsenin elinin kesilmeyeceği ifade
edildiğine göre, öldürülmeyeceği öncelikle sözko-nusu olur.
Tahavî de der kî:
Şayet, Salih b. Muhammed'in rivayet ettiği belirtilen hadis sahih ise, bunun
malî konularda bu gibi cezalandırılmaların geçerli olduğu zamanlar hakkında
sözkonusu olması muhtemeldir. Nitekim Hz. Peygamber zekat vermeyen kimse
hakkında şöyle buyurmuştur: "Biz, hem o zekâtı, hem de malının yansını
yüce Allah'ın yerine getirilmesi gereken haklarından bir hak olarak
akrız."
[253]
Yine Ebû Hureyre'nin;
gizlenip ilan edilmeyen kayıp deve hakkında dediği: Bu durumda 3ıem o devenin
tazminatı ödenir, hem de onunla birlikte bir misli daha ödenir sözüne de
benzemektedir.
Ayrıca Abdullah b. Amr
b. el-Âs'tn, dalında bulunan meyveler hususunda, onun iki misli tazminat
olarak ödenir ve ibretli bir ceza olmak üzere bir kaç tane celde vurulur;
şeklindeki rivayeti de böyledir. Ancak bütün bunlar nesh edilmiştir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[254]
Bir kimse ganimetten
çalıp da o çaldığı şey bulunacak olursa, ondan alınır ve ta'zir ile
cezalandırılarak te'dip edilir. Mâlik, Şafiî, Ebû Hanife, onların arkadaşları
ve el-Leys'e göre eşyası yakılmaz.
Şafiî, el-Leys ve
Dâvûd ayrıca derler ki: Eğer bu husustaki yasağı bilen birisi ise
cezalandırılır. Evzaî ise şöyle demektedir: Ganimetten çalanın bütün eşyası
yakılır. Bundan silâhı ile üzerindeki elbiseleri ve bineğinin eğer takımları
müstesnadır. Bineği ondan alınır ve çalınan herhangi bir şey de yakılmaz. Ahmed
ve İshak'm görüşü de budur. el-Hasen de bu görüştedir. Ancak, çaldığı şeyin
bir hayvan veya mu s h af olması müstesnadır. İbn Huveyzimendâd da. der ki: Ebû
Bekir ve Ömer'in ganimetten çalanı dövdükleri ve eşyasını yaktıkları rivayet
edilmiştir,
jbn Abdî'1-Berr der
ki: Ganimetten çalanın yükü ve eşyası yakılır, diyenler arasında Mekhûl ile
Said b. Abdulaziz de vardır. Bu görüşü benimseyenlerin delili ise az önce sözü
geçen Salih b, Muhammed'In rivayet ettiği hadistir. Bize göre ise bur kendisi
sebebiyle çiğnenmesi yasak olan hakların çiğnenmesi ve bu kabilden herhangi
bir hükmün uygulanması gerekmez. Çünkü, ondan daha kuvvetli olan bir takım
rivayetler onunla çatışmakta (tearuz etmekte) dır. Mâlik ve ona tabi olanların
bu hususta benimsedikleri görüş ise, hem nazar (kıyas) hem de sahih rivayet
açısından daha doğrudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[255]
Bedenî cezalar
hususunda, Mâlik'in mezhebinde farklı görüşler yoktur. Ancak, malî cezalar
hususunda şöyle demektedir: Müslümana şarap satan zjm-mî hakkında, müslümanın
aleyhine şarap dökülür ve zımmîye de -müslümana bir daha şarap satmaması için-
ceza olmak üzere aldığı bedel ondan geri alınır. Buna göre, malî cezaların
verilmesi caizdir, demek mümkün olur. Nitekim Hz. Ömer de su katılmış bir sütü
dökmüştür.
[256]
İlim adamları icmâ Üe
şunu kabul etmişlerdir; Ganimetten hırsızlık yapan bir kimse, bütün
çaldıklarını eğer imkân bulursa, insanlar dağılmadan önce ganimetleri
paylaştıran kişiye teslim edebilir. Böyle bir işi yapacak olursa bu, onun için
bir levbedir ve günahından da kurtulur
Ancak, orduda
bulunanlar dağılıp da ganimetleri paylaştıran kimseye ulaşamayacak olursa, bu
çaldığt mala nasıl bir uygulama yapılacağı hususunda farklı görüşler vardır.
İlim ehlinden bir
topluluk şöyle demektedir: Beşte birini imama (devlet başkanına) verip, geri
kalanını da sadaka olarak dağıtır. ez-Zührî, Malik, Ey-zaî, el-Leys ve
es-Sevrînin görüşleri budur. Ubâde b. es-Sâmit, Muaviye ve Hasanı Basri'den de
bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir. Ayrıca bu, îbn Mes'ud ile İbn Abbâs'ın
mezhebine de uygun düşmektedir. Çünkü onlar, sahibi bilinmeyen malın sadaka
olarak dağıtılması görüşünde idiler. Ahmed b. Hanbel'in görüşü de budur. Şafiî
de der ki: Başkasının malım sadaka olarak dağıtamaz.
Ebû Ömer {İbn
Abdi'l-Berr) der ki: Bu husus, bana göre sahibi bulunması mümkün ve sahibine
ya da mirasçılarına ulaşılabilen mallar hakkında böyledir. Eğer bunlardan herhangi
birisi mümkün değilse, gerçek şu ki Şafiî, boyle bir durumda -inşaailah- böyle
bir malın sadaka olarak dağıtılmasını mekruh görmez. Diğer taraftan fukaha,
lukata'nm (yolda bulunan, sahibi bilinmeyen malın) gerekli şekilde tanıtılıp
ve sahibinin bulunacağından ümid kesilmesi halinde, sadaka olarak
dağıtılmasının caiz olduğunu icmâ" ile kabul etmişlerdir. Ayrıca bu
bulunan malın sahibi daha sonra gelecek olur ise Üu-kata'yı koruması
mukabilinde yaptığı harcamalara ait) ücreti almak ile (ve böylelikle o
lukata'nın bedelini ödemek ile) onun tazminatını {rukata'nm asıl sahibine)
Ödemek arasında muhayyer bırakılır. Gasbedilen malda da durum böyledir.
[257] Başarı
Allah'tan'dır.
Ganimetten çalmanın
haram kılınması, aynı zamanda ganimet alanların alınan ganimette ortak
olduklarına delildir. Dolayısıyla herhangi bir kimsenin yalnızca kendisine
ganimetin herhangi bir bölümünü ayırması helâİ olamaz. Ganimetten herhangi bir
şey gasbeden kişi de -önceden de geçtiği gibi- İttifakla te'dip edilir.
[258]
Bir kimse ganimet
olarak alınan bir cariye ile ilişki kursa, yahut el kesme cefasını gerektirecek
miktarda bir şey çalacak olursa, ilim adamları ona haddi uygulamak hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bir topluluk, onun elinin kesilmeyeceği
görüşündedir.
[259]
Devlet memurlarının
aldıkları hediyeler de ğulûl (ganimetten çalmak, ihanet etmek) kabil indendir.
Âlıirette rezil edilmek açısından bunun da hükmü, ganimetten hırsızlık yapan
kimsenin hükmü ile aynıdır. Ebû Dâvûd Sü-nen'inde, Müslim Sahih'inde, Ebu
Humeyd es-Saidî'den rivayet ettiklerine göre, Peygamber (sav) Ezdlilerden
İbnü'l-Lüîbiyye -Ibnu's-Serh ise İbnu'1-Ut-biyye diye ifade etmiştir- diye
bilinen kimseyi zekât toplamak üzere görevlendirdi. (Zekâtı topladıktan sonra
Hz. Peygamber'in) huzuruna gelerek şöyle dedi: Bu sizin, bu da bana hediye
edilendir. Bunun üzerine Peygamber (sav) minber'e çıkıp, yüce Allah'a hamd-u
senada bulunduktan sonra şöyle dedi: "Bizim gönderdiğimiz memura ne
oluyor ki, geliyor ve bu sizin, bu da bana. hediye verildi, diyor? Ne diye
annesinin ya da babasının evinde otursaydı da baksaydı bakaîım, ona hediye
getirilir mi, getirilmez mi? Sizden herhangi bir kimse böyle bir iş yaptı mı,
mutlaka Kıyamet gününde onu, eğer bir deve ise böğürmesi ile birlikle getirir,
eğer bir inek ise yine böğürmesi ile getirir. Yahut da bir koyun ise melemesi
ile onu getirir..."
Daha sonra Peygamber
(sav) koltuk altlarının beyazlığı görülünceye kadar ellerini kaldırdı ve şöyle
buyurdu: "Allah'ım tebliğ ettim mi, Allah'ım tebliğ ettim mi.”
[260]
Ebû Dâvûd da
Bureyde'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her
kimi bir görev ile görevlendirir de biz ona belli bir fizik (ücret) verecek
olursak, artık bundan sonra ne alırsa o bir hırsızlık (ğu-lûl)dır.[261]
Yine Ebu Mes'ud
el-Ensarî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul-lalı (sav) beni zekât
toplayıcısı olarak gönderdi sonra şöyle buyurdu: "Yola koyul ey Ebu
Mes'ud! Fakat Kıyamet günü sakın seni sırtında çalmış olduğun böğürtüsü olan
zekât develerinden bir deveyi yüklenmiş olarak görmeyeyim." Bu seter Ebu
Mes'ud o vakit ben de gitmem, deyince, Hz. Peygamber de: "Bu durumda ben
de seni zorlamam" diye buyurdu.[262]
Bu hadis-i şeriflere
yine Ebu Davud'un el-Müstevrid b. Şeddad tarafından rivayet ettiği şu hadis-i
şerif kayıt getirmektedir. el-Müstevrid dedi ki: Benv Peygamber (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Her kim bizim âmilimiz olursa, (evli değilse) bir
hanım edinsin. Eğer hizmetçisi yoksa bir hizmetçi edinsin. Eğer bir meskeni
yoksa bir mesken edinsin." Ebû Bekir dedi ki: Peygamber {sav)'ın şöyle
buyurduğu haberi bana ulaştırıldı: "Her kim bundan başka bir şey edinirse
o, ganimetten çalan veya hırsızlık yapan birisidir.'
[263]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[264]
Kitapların,
sahiplerinden (onlardan yararlanabilecek kimselerden) alıkonulması da bir
çeşit ğulûl'dür. Bımdan başka işler de bunun kapsamına girebilir. ez-Zührî der
ki: Kitaplarda ğulûl (hainlik) den sakın. Ona: Kitapların ğülûlü ne demektir?
denilince, şu cevabı verir: O kitaplardan yararlanabilecek ehil kimselerin
yararlanmasını engellemektir.
Yüce Allah'ın:
"Bir peygamber İçin hıyanet olur şey değildir" buyruğunun açıklaması
ile ilgili olarak şöyle denilmiştir; Yani bir peygamberin bir şeyler umarak,
yahut korkarak, ya da müdahene kastiyle vahyin herhangi bir bölümünü gizlemesi
mümkün değildir. Çünkü onlar, Kur7ân-i Kerîm'de yer alan dinlerini ayıplayıcı
ve ilâhlarını da küçümseyici ifadelerden hoşlanmıyorlardı, Hz. Peygamberden
bunları açıklamamasını istediler yüce Allah da bu âyel-i kerimeyi indirdi.
Bunu, Muhammed b. Beşşâr söylemiştir. Başta açıkladığımız husus ise cumhurun
kabul ettiği görüştür.
[265]
"Sonra herkese
kazandığı ödenir ve onlara zulmedilmez" buyruğu ile İlgili açıklamalar da
daha önceden (el-Bakara, 2/281. âyetin tefsirinde), geçmiş bulunmaktadır.
[266]
162. Allah'ın rızasına
uyan kimse, hiç Allah'ın gazabına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan gibi
midir? O ne kötü dönüş yeridir!
l63. Onlar, Allah
katında derece derecedir. Allah, yaptıklarını görmektedir.
"Allah'ın
rızasına uyan kimse..." yani ganimete hıyaneti terk edip cihad üzere
sabretmek suretiyle Allah'ın rızasına uyan kimse, "hiç Allah'ın gazabına
uğrayan ve varacağı yer cehennem olan gibi midir?" Allah'ın gazabına
uğramaktan kasıt ise, ya küfre sapmak, yahut ganimetten çalmak, yahut da savaş
esnasında Peygamber (sav)'a bırakıp geri kaçmaktır Böyle bir kimse eğer tevbe
etmeyecek, yahut Allah kendisini affetmeyecek olursa, onun varacağı yer
cehennemdir. "O ne kötü dönüş yeridir!"
“Rızasi,"
kelimesinin "ta" harfi ötreli ve üstünlü olarak da okunmuştur. Daha
sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Allah katında derece
derecedir." Yani, yüce Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına
uğrayan kimse gibi değildir.
"Onlar... derece
derecedir" yani, farklı derecelere sahiptirler, diye de açLk-lanmışttr. Bu
da şu demektir: Onların Allah nezdindeki mevkileri farklıdır. Allah'ın
rızasına uyan kimseye ilâhî lütuflar ve büyük mükâfat vardır, Allah'ın gazabına
uğrayan kimse için ise, fakirlik ve can yakıcı azab vardır.
"Onlar... derece
derecedir" buyruğunun anlamı ise: Onlar, farklı derecelere sahiptirler.
Yahut da onlar, değişik dereceler üzerinde yahut değişik derecelerdedirler,
yahut onlar için dereceler vardır, demektir.
Cehennemlikler de aynı
şekilde derece derecedirler. Nitekim Hı. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Ben onu, (Ebû Talibi") yoğun ateşler içinde gördüm, onu topuklarına
kadar ancak ulaşan ateşlerin bulunduğu bir yere çıkardım.
[267]
Mü'min ile kâtırin
derecesi eşit olamaz. Ayrıca mü'minlerin de dereceleri farklı farklıdır.
Kimisinin derecesi diğerinden üstündür. Kâfirler de aynı durumdadır. Derece
ise rütbe demektir. Basamak anlamına kullanılan "derec" de buradan
gelmektedir. Çünkü her bir basamak, rütbe itibari ile biri diğerinden sonra
gelir. Cehennemdeki mevkiler hakkında daha meşhur olarak kullanılan tabir
"derakât (aşağı doğru inen basamak)" tabiridir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı
taba-kasındadırlar" (en-Nisa, 4/145).
Buna göre, hıyanet
etmeyen kimseler İçin cennette dereceler, ganimetten hırsızlık yapan (ve sair
hıyanetler) de bulunanlar için ise cehennemde derekeler vardır.
Ebu Ubeyde der ki:
Cehennem çeşitli derekelere, yani farklı mevki ve konumlara sahiptir, Bunların
her birisine derek ve derk denilir. Derek aşağı doğru, derec ise yukarı doğru
(basamak) demektir.
[268]
164. Andolsun ki,
AJlah müzminlere büyük bir lütuftu bulunmuştur. Çünkü, aralarında kendilerinden
bir Peygamber göndermiştir. Onlara Allah'ın âyetlerini okurt onları tezkiye
eder, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki onlar, daha önce apaçık bir
sapıklık içinde idiler.
Yüce Allah, Mulıammed
(sav)'i peygamber olarak göndermekle onlara ne kadar büyük bir lütufta
bulunduğunu beyân etmektedir.
Buradaki lütfün
(minnet)in anlamı ile ilgili farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden birisine
göre, buradaki minnet, Peygamberin "kendi içlerinden" yani ohlar gibi
insan olması hususu ile ilgilidir. O, onlar gibi bir insan olmakla birlikte,
peygamberliğine dair apaçık belgeleri ortaya koyunca, bunun Allah tarafından
geldiği de bilinmiş oldu.
Bir diğer görüşe göre
"kendi içlerinden" onlardan demektir. Peygamber (sav) ile onlar
müşerref kılınmışlardır. İşte burada sözü geçen lütuf bu olmalıdır.
Bir diğer görüşe göre
"kendi içlerinden" ifadesi, onun durumunu bilmeleri ve izlediği yokm
onlar için gizli kalmaması içindir. İşte O, aralarında boyle bir konuma salıip
olduğuna göre, onu savunmak için çarpışmaları, onu bırakıp kaçmamaları
gerekirdi.
Şâz bir kıraat olarak;
şeklinde "Fâ" harfi üstün olarak okunmuştur ki, bu da onların en
şereflilerinden manasınadır. Çünkü o, Hâ-şimoğullarındandır Hâşimoğulları ise,
Kureyş kabilesinin en Faziletli koludur. Kureyşliler de Araplann en faziletli
kabilesidir. Araplar da diğerlerinden daha faziletlidir.
Diğer taraftan şöyle
de denilmiştir: "Mü'müüer" lafzı umumî olmakla birlikte, burada
"Araplar arasında" anlamını taşıyan hususî bir tabirdir. Çünkü,
Peygamber (sav)'ın aralarında akrabalık bağı bulunmayan, Araplara mensup
herhangi bir kol yoktur. Bunlardan tek istisna Tağliboğullarıdır. Çünkü onlar
hırıstiyandılar. Yüce Allah, Onu hıristiyanlığın kirinden anndırmıştır Böyle
bir te'vile yüce Allah'ın şu buyruğu da açıklık getirmektedir: "O, ümmîler
arasında kendilerinden bir peygamber gönderendir.,," (el-Cuma, 62/2)
Ebû Muhammed Abdulğani
der ki; Bize, Ebu Ahmed el-Basrî anlam. Bize, Alımed b. Ali b. Saîd el-Kâdi
Ebû Bekir el-Mervezî anlattı. Bize, Yahya b. Maîn anlattı. Bize Hişam Yûsuf,
Abdullah b, Süleyman en-Nevfelî'den anlattı. O, ez-Zührî'den, o, Urve'den, o,
Aişe (r.anha)'dan: "Andolsun ki, Allah müzminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.
Çünkü aralarında kendilerinden bir peygamber göndermiştir1' buyruğu hakkında:
Bu özel olarak Araplara aittir.
[269]
dediğini rivayet etmektedir.
Başkaları da bu buyruk
ile bütün rnü'minler kastedilmektedir demişlerdir,
"Kendilerinden"
ifadesi ise, o, onlardan birisidir ve onlar gibi bir beşerdir, demektir.
Onlardan ayrıcalığı vahiy almasından ibarettir. Aynı zamanda yüce Allah'ın:
"Andolsun, size kendinizden bir peygamber gelmiştir" (et-Tev-be,
9/158) buyruğunun anlamı da budur. Özel olarak mü'minleri anmasının sebebi ise,
ondan yararlananların onların olması ve onlara onun peygamberliğinin daha
büyük bir lütuf olmasından dolayıdır.
Yüce Allah'ın:
"Onlara Allah'ın âyetlerini okur" buyruğundaki “Okur* ifadesi, Allah
Rasûlüne sıfat olarak nasb m a ha Hindedir. Tilâvet, kıraat (okumak) ile ayru
anlamdadır.
"Onlara Kitabı ve
hikmeti öğretir" bölümüne dair açıklamalar daha önce Bakara Sûre'sinde
(2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş butun makta dır.
"Halbuki onlar,
daha önce... içinde idiler" buyruğu ise, andolsun, onlar bundan önce;
yani, Muhammed'den önce, "apaçık bir sapıklık içinde İdiler."
Burada yer alan “İn”in,
“Mâ” olumsuzluk edatı anlamına geldiği de söylenmiştir Haberin başındaki
"lâm* ise; “İllâ” anlamındadır,
Yani, (Onlar bundan
ünce ancak apaçık bir sapıklık içinde idiler demek olur. Yüce Allah'ın: “Gerçekten
ondan önce hiç şüphesiz sapıklardandınız" (el-Bakara, 2/198) buyruğu da
buna benzemektedir.
Yani, siz ondan önce
ancak sapıklardan idiniz, demektir. Bu ise, Kulelilerin görüşüdür. Bu âyet-i
kerimenin anlamına dair açıklamalar daha önce Bakara Sûre'sinde (2/198. âyet,
12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır[270]
165. Onları, iki
misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca mı: "Bu da
nereden?" dediniz? De ki: "O, kendinizdendir." Doğrusu Allah
herşeye kadirdir.
"...ca mı?"
buyruğundaki "elif," soru içindir, "vav" da atıf edatıdır.
"Onları iki misline uğrattığınız bir musibet." Yani galibiyet. Bedir
günü siz onlardan yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almıştınız. Esir
ise, öldürülmüş kişi hükmündedir. Zira esir alan kişi, dilediği takdirde
esirini öldürebilir. Yani siz, Bedir günü onları bozguna uğrattığınız gibi,
Uhud günü de ilkin onları yenmiştiniz. Ve savaşta yaklaşık yirmi kişi
öldürmüştünüz. Her iki günde de (Bedir ve Uhud günlerinde de) siz onlardan bir
takım kimseleri öldürdüğünüz halde onlar, yalnız Uhud gününde size zarar
verebilmişlerdi.
"Bu da nereden?
dediniz." Yani, bu bozgun ve aramızdan birtakım kimselerin öldürülmesi
bize nereden gelip çattı? Halbuki biz Allah yolunda çarpışıyoruz. Müslümanız.
Peygamber aramızda ve ona vahiy geliyor. Onlarsa müşriklerdir (diyerek bunu
hayretle karşılamıştınız).
"De ki; O,
kendinizdendir.*' Bununla okçuların emre uymadıklarını kastetmektedir. Savaşta
peygamberine itaat eden her bir kavim, mutlaka muzaffer olur. Çünkü onlar,
peygambere itaat ettikleri takdirde Allah'ın hizbidirler. Allah'ın hizbi ise
galip gelenlerdir.
Katade ve er-Rabîh b.
Enes der ki: Bu buyrukla Peygamber (sav)'m Medine'de kalmayı istemekle
birlikte, onların Medine dışına çıkmasını istemelerini kastetmektedir. Zira o,
görmüş olduğu rüyadaki sağlam ve koruyucu zırhı Medine'ye yorumlamıştı.
Ali b, Bbi Talib (r.a)
der ki: Burada kasıt, onların Bedir günü esirlerden fidye almayı öldürmeye
tercih etmiş olmalarıdır. Halbuki onlara şöyle denilmişti: Eğer esirlerden
fidye alacak olursanız, o esirler sayısınca sizden öldürülecektir.
Beyhakî de Ali b. Ebi
Taiib (raydan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav) Bedir günü
esideri hakkında şöyle buyurmuştur "Dilerseniz onları öldürürsünüz,
dilerseniz onlardan fidye alu1 ve fidyelerden faydalanırsınız. Buna karşılık
sizden de onlar sayısınca kişi şelıid edilir."[271] Bu
şehid edilen yetmiş kişinin sonuncusu ise Sabit lx Kays'dır. Yemâme günü şehid
edildi.[272]
"O kendinizdendir"
buyruğu, ilk iki açıklamaya göre, günahlarınız sebebiyledir anlamındadır, son
açıklamaya göre de sizin tercihiniz sebebiyledir, anlamına gelir.
[273]
166. İki ordunun
karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın izniyle İdi. Ve bu, mü'minleri
belirtmek içindi.
167. Bir de münafıklık
edenleri açığa çıkarmak içindi. Kendilerine: "Gelin, Allah yolunda savaşın
veya savunun" denildiği zaman: "Şayet savaş (olacak diye) bilseydik,
peşinizden gelirdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın
idiler. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların
gizlediklerini Allah en iyi bilendir.
Bu buyruk (iki ordunun
karşılaştığı gün başlarına gelen musibet) ile Uhud gjjnü öldürülenler,
yaralananlar ve bozguna uğrayış kastedilmektedir.
Bunlar, "Allah'ın
izniyle idi." Yani, O'nun bilgisiyle idi, demektir. Onun kaza ve
kaderiyle idi, diye de açıklanmıştır el-Kaffâl der ki: O, bunu murad etti,
değil de, sizi onlarla başbaşa bırakması suretiyle idi diye açıklanmıştır. Bu,
Mutezile mezhebi mensuplarının açıklama şeklidir.
"Allah'ın izniyle
İdi" buyruğunda "fe" harfinin gelişi; “Mâ”nın ismi mevsul olan; “Ellezi”
ile aynı anlamda oluşundan dolayıdır. Yani, iki ordunun karşılaştığı gün size
gelen musibet, Allah'ın izniyle gelmiştir. O bakımdan ifade, şart anlamım
andırmaktadır.
Nitekim Sîbeveyh:
"Kalkana bir dirhem vardır" ifadesinde "fe" harfini
kullanmıştır.
"Ve bu,
müzminleri belirtmek içindi, bir de münafıklık edenleri açığa vurmak
içindi." Yani onları birbirinden ayırt etmek içindi demektir. Görülmesi
içindi, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre, savaşta sebat
göstermeleri suretiyle mü'minlerin imanlarım, müslümanlann başına gelen
musibete sevinmelerini açığa çıkarmak suretiyle de münafıkların küfrünü açığa
çıkarmak ve böylelikle bunu (müminlerin) bilmesini sağlamak içindi.
Yüce Allah in:
"Münafıklık edenleri... kendilerine... denildiği zaman" buyruğu ile
Abdullah b. Ubey ile onunla birlikte geri dönerek Peygamber (sav)nı yardımsız
bırakan arkadaşlarına işaret edilmektedir. Üçyüz kişi idiler, Câbir b.
Abdullah'ın babası, Abdullah b. Amr b. Haram el-Ensarî, arkalarından giderek;
"Allah'tan korkun, Peygamberinizi bırakmayın, Allah yolunda çarpışın yahut
savunma yapın" diye ve buna benzer sözler söyleyince, İbn Ubey kendisine:
Savaş olacağı görüsünde değilim. Eğer biz, savaş olacağını bilsek, elbette
sizinle birlikte oluruz, demişlerdi. Abdullah» onlardan ümit kesince: Haydi
gidin Allah'ın düşmanları! Allah, Rasûlünü size muhtaç bırakmayacaktır,
demişti. Bu sözleri söyledikten sonra Peygamber (sav) ile birlikte yola devam
etmiş ve şehid düşmüştü. Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
Yüce Allah'ın:
"Veya savunun" buyruğunun anlamı hususunda farklı açıklamalar
yapılmıştır. es-Süddî, İbn Güreye ve başkaları derler ki: Bizimle savaşmayacak
olsanız dahi, bizim sayımızı çoğaltınız, İşte bu, bir bakıma savunma ve
düşmanı önleme demektir. Çünkü kalabalık çoğalacak olursa, düşmana karşı
savunma da tahakkuk eder,
Enes b. Malik de der
ki: Ben, Kadisiye günü, Abdullah b. Um Mektum'u âmâ olduğu halde üzerinde
sürüklediği bir zırhı, elinde de siyah bir sancak bulunduğunu gördüm.
Kendisine: Allah senin savaşa katılmaman hususunda mazur olduğuna dair hüküm
indirmiş bulunmuyor mu? denilince O: Evet, fakat ben, şahsımla müslümanlann
sayısını çoğaltıyorum, demişti. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Allah yolunda benimle ordunun sayısının artması İyi olmaz mı?
Ebu Amr el-Ensarî ise:
"Veya savunun1* ribat yapın, diye açıklamıştır Bu da birinci manaya
yakındır. Çünkü hiç şüphesiz Ribat yapan (düşman gözetleyen) de bir
savunucudur. Zira, serhadlerde murabıtJarm yerleri olmasaydı, oralara elbette
düşman gelirdi,
Müfessirlerden bir
topluluk da Abdullah b. Amr'ın: "Veya savunun" şeklindeki sözlerinin
en azından hamiyet duygusuyla savaşa onları çağırmak anlamındadır. Zira O,
Allah yolunda savaşmaya onları çağırmıştı. Allah yolunda savaşmak ise,
Allah'ın adı en yüksek olsun diye savaşmaktır. Fakat onların bu maksada sahip
olmadıklarını görünce, kendilerine, onları utandıracak ve gayrete gelmelerini
sağlayacak bir teklifte bulundu. Yani, yahut da korunması gereken şeyleri
savunmak için çarpışın, demektir.
Nitekim Kuzmân şöyle
demişti: Allah'a yemin ederim, ben ancak kavmimin şanını savunmak kastı ile
çarpıştım. Yine Ensar'dan kimisi Uhud günü, Kureyşülerin Medine vadilerinden
birisi olan Kanat vadisinin ekinleri arasına bineklerini serbest bırakmaları
üzerine şöyle demişti: Kaylaoğullannın binekleri ekinleri arasında otlanırken
biz çarpışmayacak mıyız?
Buna göre buyruk: Eğer
Allah yolunda çarpışmazsanız, bari kendinizi ve namusunuzu savunmak kastı ile
savaşınız demektir.
"O gün onlar,
imandan çok küfre yakın idiler*' buyruğu, durumlarını açıkladıklarını ve
gizliliklerini açığa çıkardıklarım anlatmaktadır. Müslüman olduklarını sanan
kimselere karşı da iç yüzlerini açıklayarak, münafıklıklarını onaya koydular.
Böylelikle zahiren görülen hallerinde -gerçek anlamıyla kâfir olmakla
birlikte- küfre daha yakın bir durum arzettiler.
Yüce Allahın:
"Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı." Yani onlar,
iman ettiklerini açığa vurmakla birlikte, kâfirliklerini gizlediler. Burada
"ağızların sözkonusu edilmesi, te'kid içindir. Yüce Allah'ın: "iki kanadıyla
uçan feu$" (el-En'âm, 6/38) buyruğunda olduğu gibi.
[274]
l68. Kendilerî
oturarak kardeşleri için: "Bize itaat etselerdi, Öldürülmeklerdi"
diyenlere de kii "Haydi kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin. Şayet
doğru söyleyenler iseniz/
"Kendileri
oturarak kardeşleri için...* buyruğu, "kardeşleri hakkında..."
diyenler demektir. Bu kardeşlerinden kasıt ise, Hazrectilerden öldürülen
şe-hîdlerdir. Bunlar, neseb ve civar (karşılıklı himaye akdi) bakımından kardeş
diye anılmışlardır. Yoksa din bakımından kardeşlikleri kastedilme inektedir
Yani bunlar, şehidler
hakkında: Eğer Medine'de oturmuş olsalardı öldürülme zl erdi, dediler.
Şöyle de
açıklanmıştır: Abdullah b. Ubey ve arkadaşları, kardeşlerine yani kendileri
gibi münafrk olanlara şöyle dediler: Eğer şu öldürülenler bize itaat etmiş
olsalardı öldürülmeyeceklerdi.
"Bize itaat
etselerdi" buyruğundan kasır ise, Medine dışına, Kureyşiîle-re karşı
çıkmamak hususunda bize itaat etselerdi, demektir.
"Kendileri
oturarak" İfadesine gelince, onlar bu sözleri söylemekle birlikte,
kendileri de oturup, cihada çıkmadılar, demektir.
Yüce Allah ise,
onların bu kanaatlerini: "De ki: Haydi, kendi nefislerinizden ölümü geri
çevirin" diye reddetmektedir. Yani, ey Muhammed, onlara de ki: Eğer siz
doğru söylüyor iseniz, haydi ölümü kendinizden geri çeviriniz. Bununla, şanı
yüce Allah, hazer'in kadere karşı bir faydasının olmadığını (tedbirin takdiri
değiştirmediğini) maktulün de eceli ile öldürüldüğünü beyan etmektedir. Şanı
yüce Allah'ın bilip haber verdiği bir husus ise, mutlaka tahakkuk eder.
Denildiğine göre, bu
söz söylendiği gün münafıklardan yetmiş kişi öldü. Ebu'1-Leys es-Semerkandî der
ki: Semerkand'da müfessirlerden birisini şöyle derken dinledim; "De kî;
Kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin" âyeti nazil olunca,
münafıklardan yetmiş kişi öldü.
[275]
169. Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölüler s anma yasın. Bilakis onlar, Rableri katında
diridirler, rızı klan ular.
170. Allah'nı
keremiyle kendilerine verdiklerine sevinerek, arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara:
"Kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini" müjdelemek
isterler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağım
Yüce Allah, Uhud günü
meydana gelen olayları, münafıkları sâdıklardan aytrd eden bir imtihan olduğunu
beyan etçikten sonra, kaçmayıp sebat göstererek öldürülen kimseler için de
ilâhî lütuf ve yüce Rabbin nezdinde hayat bahsedildiğini beyan etmektedir.
Âyet-i kerime Uhud
şehidleri hakkındadır. Bir'i Maûne şehidleri hakkında indiği söylendiği gibi,
hayır bu buyruk, bütün şehidler hakkında umumîdir, de denilmiştir.
Ebû Davud'un Musennef
(Sünen)'inde sahih bîr sened ile İbn Abbâs'tan şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kardeşleriniz Ulıud'da isabet alınca, Allah
onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına koydu. Bu kuşlar cennetteki
nehirlere gidiyor, cennet meyvelerinden yiyor ve Ar-ş'ın gölgesinde asılı
bulunan akından kandillere tünüyor. Orada yediklerinin, içliklerinin,
dinlendikleri yerlerin hoş olduğunu görünce, bizim cennette diri olduğumuzu ve
rıziklanmakta olduğumuzu kardeşlerimize kim haber verecek? Tâ ki, rihad
hususunda gayretlerini esirgemesinler ve savaş esnasında verdikleri sözlerini
bozmasınlar. Şanı yüce Allah, sizin adınıza onlara Ben bildireceğim, diye
buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Allah yolunda öldürülenler i sakın
ölüler sanmayasın" dîye başlayan âyetleri indirdi.[276]
Bakiy b. Mahled de
Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) benimle
karşılaştı, şöyle buyurdu: "Ey Câbir, ne diye seni başını önüne eğiyor ve
kederli görüyorum?" Ey Allah'ın Rasûlü dedim, babam şehid oldu. Bakıma
muhtaç çotuk çocuk bıraktı. Üzerinde de ödenmesi gereken borçları vardı. Şöyle
buyurdu; "Aziz ve celil olan Allah'ın babam ne şekilde karşıladığını sana
müjdeleyeyim mi?" Müjdele! Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah, senin babanı diriltti ve onunla yüzyüze (aracısız)
konuştu, Halbuki, arada bir lıicab bulunmaksızın hiçbir kimseyle de konuşmuş
değildir. Babana dedi ki: Ey kulum temenni et, Ben de sana vereyim. Rabbim
dedi, beni tekrar dünyaya geri gönder de senin uğrunda ikinci bir defa daha
öldürüleyim. Şanı yüce ve Mübarek olan Rab buyurdu ki: Gerçek şu ki, Ben
ezelden beri onlar bir daha oraya dönmeyecekler diye hüküm verdim. O halde,
Rabbim, geride bıraktıklarıma (durumumu) bildir, dedi. Bunun üzerine aziz ve
celil olan Allah da: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler
sanmayasın" âyetini İndirdi. Bu hadisi, İbn Mace, Sünen'inde, Tirmizî de
Cami'inde rivayet etmiş olup, Tirmizî: Bu hasen, garip bir hadistir, demiştir.[277]
Veki'tle Salim b.
el-Eftas'dan rivayet ettiğine göre, Said b. Cübeyr: "Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölüler sanmayasın. Bilakis onlar, Rablerİ katında
diridirler" âyeti hakkında şöyle demiştir; Hamza b. Abdulmuttalib ile
Mus'ab b- Umeyr şehid edilip de kendilerine verilen böl nzıklan görünce şöyle
dediler: Keşke kardeşlerimizin cihada rağbetleri daha bîr artsın diye, bizim
elde ettiğimiz hayırları bilseler. Bunun üzerine yüce Allah, bunu Ben sizin
yerinize onlara bildireceğim, diye buyurdu ve: "Allah yolunda öldürülenleri
sakın ölüler sanmayasın" buyruğunu: "Ve Allah'ın mü'minlerin
mükâfatını zayi
etmeyeceği müjdesiyle sevinirler" (Âl-İ İmran, 3/171) buyruğuna kadar
indirdi.
Ebu'd-Duhâ der ki: Bu
âyet-i kerime özel olarak Uhud sehidleri hakkında nazil olmuştur. Birinci
görüş de bu görüşün sahih olmasını gerektirmektedir.
Kimisi de şöyle
demektedir Bu âyet-i kerime Bedir şehidleri hakkında nazil olmuştur. Bunlar da
ondört kişi idiler. Sekizi Ensar'dan, altısı da Muhacirlerdendi.
Âyetin, Bir'i Maûne
şehidleri hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Onların başından geçenler,
ünlüdür, Bu olayı, Muhammed b. İshak ve başkaları zikretmiştir.
Başkaları da şöyle
demiştir: Şehidlerin yakınları, bir nimet elde edip sevinç duymalarını
gerektirecek bir durumla karşılaştıklarında, hasret çeker ve biz nimet ve
sevinç içerisinde bulunuyoruz, buna karşılık babalarımız, oğullarımız,
kardeşlerimiz kabirlerdedir, diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti
kerimeyi, hem onları rahatlatmak, hem de kendilerinden öldürülen şehidlerin
durumunu haber vermek üzere indirdi.
Derim ki; Özetle her
ne kadar bütün bu sebepler dolayısıyla buyrukların nâzîî olması ihtimal
dahilinde ise de, şant yüce Allah, bu âyet-i kerimede, şehidlerin cennette
diri olduklarını, rızıklanmakta olduklarını haber vermektedir. Şüphesiz onlar,
ölmüş bulunuyorlar ve cesedleri de topraktadır. Bununla birlikte ruhları,
diğer mü'minlerin ruhları gibi de diridir. Ayrıca onlara öldürülme anından
İtibaren dünya hayatı onlar için ebedi İmişcesine cennette rızıklandırılmakla
da üstün kılınmışlardır
Bu hususun mahiyeti
hakkında ilim adamîan farklı görüşlere sahiptir. Büyük çoğunluğun kabul ettiği
görüş, bizim belirttiğimiz şekildedir. Ve şehidlerin hayatta olduklarının muhakkak
olduğunu kabul etmektedirler. Ancak kimileri şöyle demektedir: Şelıidlere
kabirlerinde ruhları geri verilir ve onlar nimete mazlıar kılınırlar. Tıpkı
kâfirlerin kabirlerinde diriltilip azap gördükleri gibi.
Mücahıd de der ki:
Şehidlere cennet meyvelerinden rızık verilir. Yani onlar, cennette olmadıkları
halde onun kokusunu alırlar. Bazıları da bunun mecazi bir ilade olduğu
kanaatine sahib olmuştur. Yani onlar, cennette Allah'ın hükmü gereğince nimet
görmeye hak kazanmış kimselerdir. Bu da: Filan kişinin anılışı devam
etmektedir anlamında, filan kişi ölmedi, deyimini andırmaktadır. Nitekim şöyle
denilmiştir:
"Takva sahibinin
ölümü aonsui bir hayattır
Pek çok kişi ölmüş
ama, insanlar arasında diridirler."
Yani onlara, güzel
şekilde anılma nimeri ihsan edilmiştir.
Başkaları da şöyle
demiştir: Ruhları, yeşil kuşların kursakların da dır. Onlar, cennette
nzıklanırlar, yerler ve nimetlere mazhar olurlar. Bu konudaki görüşler
arasında sahih olan görüş de budur. Çünkü naklin sahih olarak belirttiği husus,
aynen vaki olan şeydir. İbn Abbas yoluyla rivâyeE edilen hadis de bu konudaki
ayrılıkları ortadan kaldıran açık bir nassdır. Aynı şekilde Müslim tarafından
rivayet edilen İbn Mes'ud hadisi de böyledir.
[278] Biz
bu hususu, "et-Tezkire bi Ahvali’l-Mevta ve Umûri'l-Ahire" adlı
kitabımızda genişçe açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Orada
şehidelerin kaç türlü olduklarını ve durumlarının birbirinden farklı olduğunu
da belirttik.
Şehidlerin hayatta
oluşîarını, onların ileride diriltilecekleri şeklinde yorumlayanlara gelince,
böyle bir yorum, Kur'ân ve sünnetin reddettiği uzak bir yorumdur. Çünkü, yüce
Allah'ın: "Bilakis onlar... diridirler" buyruğu, onların hayatta
olduklarına ve rızıklandırıldıklarına açık bir delildir. Rızık ise ancak
hayatta olana verilir.
Şöyle de denilmiştir:
Her yıl onlara bir gaza sevabı yazılır ve Kıyamet gününe kadar kendilerinden
sonra yapılan bütün cihadların sevabına ortak edilirler. Çünkü cihad çığırını
açanlar onlardır. İşte yüce Allah'ın şu buyruğu da -ileride yüce Allah'ın
izniyle orada açıklanacağı üzere- buna benzemektedir: "îşte bundan dolayı
Biz de İsrail oğullarına şunu yazdık: Her kim bir canı öldürürse..."
(el-Mâide, 5/32).
Şöyfe de denilmiştir:
Çünkü onların ruhları Kıyamet gününe kadar Arş'ın altında rükû yapar, secde
eder. Tıpkı abdesdi olarak uyuyan, hayatta bulunan mü'minlerin ruhları
gibidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Çünkü şelıid, kabrinde çürümez ve yer onu yemez. Biz bu hususu,
"et-Tezkire" de sözkonusu ettik ve toprağın, peygamberleri,
şehidleri, ilim adamlarını, Allah için müezzinlik yapanları ve Kur'ân
hahzlarınt yemediğim belirttik.
[279]
Şehid, hükmen hayatta
olduğuna göre, fiilen dünyada hayatta olan gibi namazı kılınmaz. İlim adamları,
şehidlerin yıkanıp namazlarının kılınması hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Malik, Şafiî, Ebû Hanife ve es-Sevrî, bütün şehidlerin
yıkanacakları ve namazlarının kılınacağı görüşünü kabul ederler. Bundan tek
istisna ise, özellikle düşmanla savaş esnasında savaş meydanında öldürülen
kişidir. Bu hükmün gerekçesi ise, Hz. Cabİr yoluyla rivayet edilen şu hadistir.
Peygamber (sav): "Onlan kanlarıyla defnediniz" diye buyurdu.
[280]
Uhud günü şehid düşenleri kastetmektedir. Hz. Peygamber onları yıkamadı, Bunu
Buharı rivayet etmiştir.
[281]
Ebû Dâvûd da İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) Uhud günü
öldürülenlerin üzerindeki silahların, deri giyeceklerin çıkartılmasını,
kanlarıyla ve elbiseleriyle gömülmelerini emretti.[282]
Ahmed, İshak, Evzaî,
Dâvûd b, Ali ve çeşitli bölgelerin fukahâsmdan, hadis ehlinden bir topluluk
ile İbn Uleyye de böyle demiştir. Said b, el-Müsey-yeb ile el-Hasen ise,
şehidlerin yıkanmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. Onlardan birisi de şöyle
demiş: Uhud şehidlerinin yıkanmayış sebepleri, sayıca çok olmaları ve başka
meşguliyetler dolayısıyla bunlarla uğraşma imkânının bulunamayışıdır.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: Ancak, Said ve el-Hasen'in bu görüsünü» değişik bölge
rükahâsından Ubeydullah b. el-Hasen eî-Anıberî'den başkası kabul etmiş değildir.
Onların sözünü ettikleri "Uhud şehidlerini yıkamakla uğraşacak vakitleri
yoktu" şeklindeki gerekçe ise, gerekçe olamaz. Zira, bu şehidlerin her
birisinin onu yıkamakla uğraşacak bir velisi (yakını) ve işini görecek bir
akrabası vardı. Onların yi kan m ayı şiarının illeti (gerekçesi) ise,
-doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- hadis-i şerifte kanları ile ilgili olarak
kullanılan şu ifadedir: "Kıyamet günü onların bu yaralan misk kokusu gibi
ge-lecektir."
[283]
Böylelikle onların yıkanmaytşlarının illetinin bu hususta bu görüşü
belirtenlerin ileri sürdükleri gibi başka işierle meşguliyet olmadığı ortaya
çıkmaktadır. Bu meselenin kıyas ve mantık yürütmekle de bir ilgisi yoktur. Bu
mesele, sadece ve sadece herkesin Uhud'da öldürülen şehidlerin yıkanmadıklarına
dair nakletmiş oldukları rivayetlere tabi olmak meselesidir.
el-Hasenrin görüşünü
kabul eden müteahhir (sonraki) ilim adamlarından kimisi de, Hz. Peygamber'in
Uhud şehidleri hakkında söylemiş olduğu: "Ben, Kıyamet gününde bunlara
şahidim"
[284]
sözünü delil göstermiştir ve şöyle demiştir: İşte bu, onların özel bir
durumlarının olduğuna ve bu hususta başkalarının onlara ortak olmadığına delil
teşkil etmektedir. Ancak Ebu Ömer şöyle demektedir: Bu görüş, hemen hemen garip
bir görüştür. Onların (şehidlerin) yıkanmayacaklanni söylemek daha uygundur.
Çünkü bu husus, Peygamber (sîiv)'ın Uhud şehidleri ile diğer şehidler
hakkındaki uygulamasıyla sabit olmuştur. Ebû Dâvûd da Hz. Cabİr'den şöyle
dediğini rivayet eder: Bir adama atılan bir ok göğsüne veya boğazına isabet
etti. Bunun sonucunda öldü. O da olduğu gibi elbiseleri ile birlikte gömüldü.
Devamla der ki: Biz de Rasûlullah (sav) ile birlikte bulunuyorduk.
[285]
Şehidlerin cenaze
namazının kılınması hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik, Leys, Şafiî, Alımed, Dâvûd tez-Zâhirî) namazlannın kılınmayacağı
görüşündedirler. Çünkü Hz. Câbir şöyle demiştir: Peygamber (sav) Uhud
şehidlerinden iki kişiyi aynı elbisede (kefende) bir araya getiriyor, sonra:
"Bunların hangisi daha çok Kur'ân ezbere biliyordu?" dîye soruyordu.
Eğer onlardan birisine işaret edilecek olursa, lahde onu öne alır ve şöyle
derdi: "Kıyamet gününde bunlara karşı ben şahid olacağım." Şehidlerin
kanlarıyla defnedilmelerini emretti. Şehidler yıkanmadılar ve namazları da
kılınmadı.[286]
Küfe, Basra ve Şam
fakîhleri ise şöyle demişlerdir: Namazları kılınır. Onlar, bu hususta çoğu
mürsel olan Peygamber (sav)'ın Hz. Hamza ile sair Uhud şehidİerinin namazını
kıldığına dair bir takım rivayetler de kaydederler.[287]
İlim adamları, icmâ
ile şunu kabul etmişlerdir: Şehid, canlı olarak savaş meydanından alınıp
yaşayacak ve yemek yiyecek olursa, onun namazı kılınır. Nitekim Ömer (r.a'Va
yapılan uygulama budur.
Bununla birlikte
Haricîler, yol kesicileri ve buna benzer kimseler tarafından zulmen öldürülen
kişi hakkında farklı görüşlere sahiptirler.
Ebû Hanife ve es-Sevrî
der ki: Zulmen öldürülen herkes yıkanmaz. Fakat böyle birisinin ve her şehidin
namazı kılınır. Diğer Irak alimlerinin görüşü de budur. Bunlar, sahih pek çok
yoldan Zeyd b, Sûhân'dan Cemel günü öldürüldüğü vakit: Üzerimden herhangi bir
elbiseyi çıkarmayın ve kanımı yıkamayın, dediğini rivayet ederler.
Ammar b. Yasir'in de
Zeyd b. Sûhân gibi bir söz söylediği de sabittir. Am-mar b. Yâsir İse,
Sıffin'de öldürülmüş, Hz. Ali de onu yıkamamıştır.
Şafiî'nin iki görüşü
vardır. Birisine göre, diğer bütün ölüler gibi yıkanır. Bundan tek istisna,
harp ehli kimselerin öldürdükleridir. Mâlik'in de görüşü budur. Mâlik der ki;
Kâfirler tarafından öldürülüp, çarpışma meydanında ölen yıkanmaz. Bunun dışında
yani, kâfirler tarafından savaş alanında öldürülenlerin dışındaki bütün
maktuller yıkanır ve namazları kılınır. Aynı zamanda bu, Ahmed b. HanbeFin de
-Allah ondan razı olsun- görüşüdür.
Şafiî'nin diğer
görüşüne göre ise, bâğîler taralından öldürülen yıkanmaz.
Malik'in görüşü İser
daha sahihtir. Çünkü, ölülerin yıkanması, icma ile ve genel bir nakil ile sabit
olmuştur. O halde, icmaın yahut sabit bir sünnetin dışarıda bıraktıkları
kimseler müstesna, her ölenin yıkanması vaciptir. Başarı Allah'tandır.[288]
Bîr toplum evlerinde
bulunup da, kendilerinin haberi bulunmaksızın, düşman onlara sabahleyin bir
baskın düzenleyip, onlardan bir takım kimseleri öldüvücek olursa, bu
öldürülenlerin hükmü, savaş meydanında öldürülenle-rinki gibi mi olur, yoksa
diğer ölülerin hükmünde mi olur?
Bu sorun, -yüce
Allah'ın tekrar bize iade etmesini niyaz ettiğimiz- Kurtu-ba'da bizim başımıza
geldi- Allah kahredesice düşman, 627 yılı Ramazan ayının üçüncü günü
sabahında, herkes hiçbir şeyden habersiz, tarlasında işiyle meşgul iken,
düşman baskın yaptı, kimisini öldürdü, kimisini esir aldı. Öldürülenler
arasında rahmetlik babam da vardı.
Hocsfmız kıraat âlimi
Ebû Hu ece diye bilinen Üstad Ebu Cafer Ahmed'e durumunu sordum bana, onu yıka
ve namazını kıl, dedi. Çünkü baban, müs-lüman ve kâfir saflar arasındaki meydan
savaşında öldürülmüş değildir.
Daha sonra, hocamız
Rabi" b. Abdurrahman b. Ahmed b. Kabi' b. Ubey-y'e sordum, O da; O, meydan
savaşında öldürülenler hükmündedir, dedi.
Arkasından kadı
el-Cemaa diye bilinen Ebu'l-Hasen Ali b. Katral'a -etrafında bir gurup fukaha
da bulunduğu halde- durumu sordum, bunlar da: Onu yıka, kefenle ve namazını
kıl, dediler, ben de böyle yaptım. Bundan sonra ise, bu meseleyi Ebu'l-Hasen
el-Lahînin et-Tabsira adlı eserinde ve başka kitaplarda gördüm. Eğer, bunu
daha Önce görmüş olsaydım, onu yıkamaz, kanıyla ve elbiseleriyle onu
derbederdim.
[289]
Bu âyet-İ kerime,
Allah yolunda öldürülüp, Û'nun uğrunda şehid düşmenin sevabının büyüklüğüne
delildir. O kadar ki, bu yolda şehid düşmek, günahları siler. Nitekim
Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülmek, -borç
müstesna- herşeye keffarettir. Az önce Cebrail (a.s) bana böyle dedi."
[290]
İlim adamlarımız
derler ki: Burada borcun sözkonusu edilmesi, borç hükmünde olan ve kişinin
zimmetine taalluk eden diğer haklara da dikkat çekmektir. Gasb, batıl yolla
malı almak, kasten öldüımek, yaralamak ve buna benzer diğer sorumluluklar da
böyledir. Çünkü, bütün bunların cihad dolayısıyla mağfiret edilmemeleri borca
nisbetle daha uygundur. Çünkü bunlar borçtan daha ağır sorumluluklardır. Bütün
bunlar da sabit sünnette varid olduğuna göre, haseneler ve seyyiâtlar ile
karşılıklı kısas (takas) ile gerçekleşir.
Abdullah b. Uneys der
ki: Ben, Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah,
kullan" -ya da insanları diye buyurdu. Bu şüphe (hadis ravi-lerinden birisi
olan) Hemmam b. Yahya'nın şüphesidir -böyle derken eliyle de Şam tarafına
işaret ederek; "çıplak, sünnetsiz ve hiçbir şeysfe olarak
haşredecektir." Btz: "Hiçbir şeysiz olmaları ne demektir? diye
sorunca, şöyle buyurdu: "Beraberlerinde hiçbir şey bulunmaksızın
(hasredilecekler). Onlara yakının da uzakta buSunanm da işiteceği bir sesle
şöylece seslenir: Ben Melik olanım, Ben Deyyânım.
[291]
Cennet ehlinden herhangi bir kimsenin, cehennemliklerden birisinin ondan
yaptığı herhangi bir haksızlığın karşıhğjnı talep ettiği halde cennete
girmemesi gerekir. Cehennem elıİinden herhangi bir kimsenin de cennet ehlinden
herhangi bir kimseye yaptığı bir haksızlığı karşılığını kendisinden taieb
ettiği halde -bir tokat olsa dahi- girmemesi gerekir." Biz, şöyle dedik: Biz,
Allah'ın huzuruna çıplak ayakh, elbisesiz ve sünnetsiz olarak varacağımıza göre
bu nasıl olacak? Hz, Peygamber şöyle buyurdu; "Hasenat ile ve seyyiât ile
(takas yapılarak)" diye buyurdu.[292] Bu
hadisi el-Harİs b. Usâme rivayet etmiştir.
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Müflis kimdir, bilir misiniz?" Şöyle dediler: Aramızda müflis, bir
dirhemi ve hiçbir eşyası bulunmayana denir. Şöyle buyurdu: "Ümmetimden
müflis, Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât (sevapları) ile birlikte gelir,
diğer taraftan şuna sövmüş, buna iftira etmiş, diğerinin malını yemiş, berikinin
kanını dökmüş, bir diğerini vurmuş olarak gelir. Bu sefer buna daf ötekine
berikine de hasenatından verilir. Eğer üzerindeki haklar ödenip bitirilmeden
önce hasenatı tükenecek olursa, bu sefer diğerlerinin (haksızlık ettiği
kimselerin) günahlarından alınıp onun üzerine bırakılır, sonra da o cehenneme
atılır. "
[293]
Yine Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bir kimse, Allah
yolunda öldürülür, sonra diriltilir, sonra tekrar öldürülür, sonra bir daha
diriltilir, sonra yine öldürülecek olursa, eğer üzerinde borç kalırsa, onun bu
borcu ödenmedikçe cennete giremeyecektir."
[294]
Ebû Hureyre rivayetle
der ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Müzminin canı, üzerinde borç bulunduğu
sürece muallaktadtr."[295]
Ahmed b. Zuheyr dedi
ki: Yahya b. VaiFe bu hadis hakkında soruldu, O sahili bir hadistir, diye cevap
verdi.
Denilse ki: Bu, bazı
şehidlerin öldürülme sırasında cennete girmediklerine, ruhlarının da
belirttiğimiz gibi kuşların kursaklarında olmadıklarına delalet etmektedir.
Kabirlerinde de olmayacaklarına göre nerede olacaklardır? Deriz ki: Peygamber
(sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şehidlerin ruhları cennet
kapısının önünde ve Bârik diye anılan bir nehrin kıygındadır. Sabah ve akşam
cennetten rızkları onlara çıkartılıp getirilir."
[296]
Burada sözü edilenlerin bu kimseler olmaları muhtemeldir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
İşte bundan dolayı
İmam Ebu Muhammed b. Atiyye şöyle demiştir: Bunlar (şehidler) tabaka
tabakadırlar ve durumları farklı farklıdır. Hepsinin ortak özelliği ise,
"rızıklandırılmaları" dır
İmam Ebu Abdullah
Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvinî Sunen-'inde Süleym b. Âmir'den şöyle bir
rivayet nakletmektedir: Süleym dedi ki: Ben, Ebû Umâme'yi şöyle derken
dinledim: Rasûluilah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Denizde şehid
düşen, karada şehid düşen iki kişi gibidir Denizin tuttuğu kimse ise, karada
öldürülerek kanma bulanmış kimsedir. İki dalga arası (denizde duran kimse)
ise, Allah'a itaat uğrunda bütün dünyayı ka-teden kimse gibidir. Muhakkak aziz
ve celil olan Allah, ölüm meleğini ruhları kabzetmekie görevlendirdi. Denizde
şehid olanlar ise bundan müstesnadır. Bunların ruhlarını kabzetmeyİ şanı
yüce'nin kendisi üstüne almıştır. Karada şehid düşenin borç müstesna bütün
günahlarını bağışlar, denizde şehid düşenin de bütün günahlarını ve borcunu
dahi bağışlar,"[297]
-Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır ya- kişiyi cennete girmekten alıkoyan borç, kişinin o borcu
ödeyecek mal bırakmakla birlikte ödenmesini vasiyet etmediği, yahut da ödeme
gücü olduğu halde ödemediği ya da israi", yahut da beyinsizce harcama
uğrunda borç alıp da ödemeden ölmesi sonucu bıraktığı borçlardır. Fakirliği,
elinin darlığı dolayısıyla yerine getirilmesi gereken bir hakkı ifa etmek için
borç alıp da borcunu ödeyecek bir şey de geri bırakmayana gelince, şüphesiz
böyle birisini -inşaatları- cennete girmekten alıkoymayacaktır Çünkü, İslâm
devlet yöneticisinin, böyle birisinin borcunu ödemesi farzdır. Bunu ya genel
olarak zekâttan yahut zekâtta borca batmışların payından yahut da yine
müslümanlara harcanması gereken ganimet paylarından öder. Nitekim Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Kim bir borç, yahut da bakıma muhtaç çoluk çocuk
bırakırsa, bunların sorumluluğu Allah ve Rasûlünedir. Kim de bir mal bırakacak
olursa, o da mirasçılarınadır."[298]
Bu hususa dair daha
geniş açıklamaları, "et-Tezkire" adlı eserimizde kaydetmiş
bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamdolsun.
[299]
Yüce Allah'ın:
"Rableri katında diridirler, rızıklamrlar" buyruğunda şu takdirde
hazfedilmiş bir muzaf vardır: Rablerinin kerem ve İüturları nezdinde...
rızıklanırlar, demektir. Burada yer alan: “ Katında" kelimesi, son derece
yakın olmayı gerektirir. Sibeveyh'e göre bu kelimenin küçültme ismi yapılmaz.
O halde buradaki indiyyet (katında, nezdinde olmak), bir ikram ifade eder.
Yoksa, yakınlık ve mesafe anlamını ifade etmez.
"Rızıklanırlar"
buyruğundan anlaşılan ise, adeten bilinen rızıktır Burada sözü geçen hayattan
kasıt, anılış itibariyle bir hayattır, diyen kimseler ise, buradaki rızkı da
güzel övgü onlara rızık olarak verilir, diye açıklamışlardır. Ancak birinci
açıklama hakikat anlamına göredir
Şöyle de denilmiştir;
Şüphesiz ki, istedikleri gibi uçup kondukları o hallerinde ruhlar, cennet
kokularını, hoş şeylerini, nimetlerini ve sevindirici hususlarını ruhlara
yakışan bir şekilde -ona rızık olarak verilen şeylerde- idrâk eder ve bunlarla
zevklenir, lezzet alır. Cismani lezzetlere gelince, bu ruhlar, bedenlerine iade
edileceği vakit, Allah'ın kendileri için hazırlamış olduğu bütün nimetleri de
tamamıyla alır ve tadar. Bu güzel bir açıklamadır. Her ne kadar bir çeşit mecazî
bir açıklama ise de, bizim tercih ettiğimiz görüşe de uygun bir açıklamadır.
Başarıyı ihsan eden yüce Allah'tır.
"Sevinerek"
kelimesi, "rıtzıklanırlar"daki zamirden hal mevkiindedir. Bununla
birlikte "diri olanlar"ın sıfatı olmak üzere günlük konuşma
esnasında; “Sevinirler," şeklinde kullanmak da mümkündür.
Buradaki sevinç
(ferah) sürür manasınadır. Bu âyet-i kerimedeki lütuf ve keremden kasıt isev
sözü geçen nimetlerdir. İbn. es-Semeykâ bu kelimeyi “” şeklinde "fe"
harfinden sonra elif ile okumuştur ki, bunlar da İki ayrı söyleyiştir,
en-Nehhas der ki: Bu kelimenin Kur'ân. dışında raerfu' olarak okunması caizdir
ve o takdirde wdiriler"e sıfat olur.
Yüce Allah in:
"Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara... müjdelemek
isterler" buyruğunun anlamı şudur: Yani onlar -kendileri de fazilet sahibi
olmakla birlikte- fazilet itibariyle kendilerine kavuşamayan kimselere
müjdelemek isterler, demektedir.
Müjdelemek (istibşâr),
ası! itibariyle Ten kelimesinden gelmektedir. Çünkü, insanın sevinmesi halinde,
bu sevincin etkileri yüzünde görülür. es-Süddî der ki: Şehide, kardeşlerinden
yanına gelecek olan kimselerin sözkonusu edildiği bir kitap getirilir. O daf
tıpkı çoktandır görmedikleri bir kimsenin geliş müjdesi dolayısıyla dünyadaki
kimselerin sevinci gibi sevinir.
Katade, İbn Güreye,
er-Rabi1 ve başkaları da derler kiı Onlann sevinmeleri, şöyle demeleridir:
Dünyada geride bıraktığımız kardeşlerimiz, peygam-berleriyJe birlikte Allah
yolunda çarpışmaktadırlar.
Onlar da şehid
düşecekler ve bizim içinde bulunduğumuz bu büyük lütuflann bir benzerine nail
olacaklardır. Bundan dolayı onlar adına sevinir ve mesrur olurlar.
Şöyle de denilmiştir:
Burada henüz kendilerine katılmamış olanlar dolayısıyla sevinmek ile, Öldürül
m eşeler dahi bütün mü'minlere işaret vardır. Çünkü onlar, Allah'ın
mükâfatının vuku bulduğunu yakinen görünce, İsîâm dininin, Allah'ın kendisine
bağlamlması sebebiyle kullarını mükâfatlandırdığı hakkın kendisi olduğunu da
görürler. İşte bundan dolayı, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu lütuflan
dolayısıyla kendileri İçin sevindikleri gibi, mü'minlere de kendileri için bir
korku bulunmadığı ve üzülmeyecekleri müjdesini vermek isterler. ez-Zeccâc ve
İbn Fûrek, bu anlamı kabul etmişlerdir.
[300]
171. Onlar, Allah'tan
gelen bir nimet ve bir lütuf ile ve Allah'ın mü'minlerin mükafatım boşa
çıkarmayacağı müjdesi ile sevinirler.
Yani onlar, Allah'tan
cennet ile mükâfatlandırılacakları müjdesi ile sevimden Allah'tan bir mağfiret
İle sevinirler, diye de açıklanmıştır.
"Ve bir lütuf
île" buyruğu ise, açıklamayı daha da İleriye götürmek içindir. Çünkü
lütuf, zaten nimetin kapsamı içerisindedir. Ayrıca bunda, bu nimetin
genişliğine ve bunun dünya nimetleri gibi olmadığına da bir delil vardır.
Nimetten sonra lütfün te'kid olmak üzere geldiği de söylenmiştir.
Tirmizî, el- Mİkdâm
Ma'dikerib'den şöyle dediğini rivayet eder Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki:
"Şehidin Allah nezdinde altı özelliği vardır -Tirmizî ve îbn Mâce de bu
şekilde "altı" denilmekle birlikte sayıca bunlar yedi tanedir-ler.
[301]
Kanının ilk damlası i]e birlikte ona mağfiret olunur, cennetteki yeri gösterilir,
kabir azabından korunur, en büyük korkudan yana emin olur, başına tek bir
yakutu dahi dünyadan ve dünyadaki heışeyden hayırlı olan vakar tacı konulur,
huru'l tynden yetmiş iki hanım ile evlendirilir, akrabalarından da yetmiş
kişiye şefaati kabul edilir." Tirnmî dedi ki: Bu, hasen, sahih, ga-rib bir
hadistır.
[302]
İşte bu, şehidin
mazhar olacağı nimet, lütuf ve keremin açıklamasıdır. Bu anlamdaki rivayetler
de pek çoktur. Mücahid'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kılıçlar
cennetin anahtarlarıdır.
Rasûlullah (sav.)'dan
da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yüce Allah, şehid-lere lütfedip de
ben dahil hiçbir peygambere lütfetmediği beş büyük ihsanda bulunmuştur.
Bunlardan birisi şudur: Bütün peygamberlerin ruhlannı ölüm meleği kabzetmiştir.
Benim ruhumu dahi kabzedecek odur. Şehidlerin ise, kudreti ile dilediği şekilde
ruhlarını Allah kabzeder. Ölüm meleğini onların ruhlarına musallat kılmaz.
İkincisine gelince, bütün peygamberler öldükten sonra yıkanmışlardın Bert de
ölümden sonra yıkanacağını. Şehidler ise yıkanmazlar Onların dünya suyuna
ihtiyaçları yoktur. Üçüncüsü, bütün peygamberler kefenlenmişlerdir. Ben de
kefenlcneceğim. Şehidler İse kefenlenmezler, Aksine onlar elbiseleriyle
defnedilirler Dördüncüsü, peygamberler ölümlerinden sonra "ölüler"
diye adlandırılırlar. Bana da öldükten sonra "öldü" denilecektir.
Şehidlere ise ölüler denilmez. Beşincisi, bütün peygamberlere Kıyamet gününde
şefaat imkânı verilecektir. Aynı zamanda benim de şefaatim Kıyamet gününde
olacaktır. Şehidlere gelince, onlar hergün şefaat edecekleri kimselere şefaat
ederler.”[303]
Yüce Allah'ın: “Ve
Allah'ın...” buyruğunu, el-Kisaî "elif" harfini esreli olarak
okumuş, diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır. Üstün olarak okumanın anlamı
şudur: Onlar, Allah'tan bir nimetin müjdesiyle sevindikleri gibi, şüphesiz
yüce Allah'ın mü'minlerin mükâfatım boşa çıkarmayacağı müjdesi ile de
sevinirler. Esreli olarak okuyanların kıraatine göre bu, yeni bir cümle olur. (Buna
göre) anlam şöyle olur: "... Ve bir lütuf ile sevinirler. Şüphesiz ki
Allah, mü'minlerin mükâfatını boşa çıkarmaz." Bunun deiili de İbn
Mes'ud'un: Allah mü'minlerin mükâfatını boşa çıkarmaz, şeklindeki kıraatidir.[304]
172. Kendileri yara
aldıktan sonra, yine Allah'ın ve Peygamberin davetine koşanlar, onlardan iyilik
edenler ve sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.
"...anlar,...
enler" mübtedâ olarak ref mahal ündedir. Haberi ise; "kendileri yara
aldıktan sonra" anlamındaki buyruktur. “” Bununla birlikte
"müzminler"den yahut da "kendilerine katılmayanlar"
anlamındaki buyruktan bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür.
"Davetine
koşanlar", çağrısını kabul edenler, icabet edenler anlamındadır.
"Sin" ve "te" harfleri fazladan gelmiştir. Şairin şu mısraı
da bu kabildendir:
"İşte o vakit
çağrıyı kabul eden hiçbir kimse ona karşılık vermedi."
Buharı İle Müslim'de
Urve b, ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Âişe (r.anhâ) bana dedi
ki: Senin baban (ez-Zübeyir b. el-Avvâm) da yara aldıktan sonra Allah'ın ve
Rasûlünün çağnsını kabul eden kimselerden idi. Bu lafız, Müslim'indir.[305]
Yine Urve b.
ez-Zübeyrf Hz. Âişe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ey kardeşimin oğlu,
senin iki baban -babası ez-Zübeyr ile anne tarafından dedesi Hz. Ebu Bekir'i
kastediyor- kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah ve Rasûlünün
çağrısına uyan kimselerdendiler. Devamla dedi ki: Müşrikler, Uhud'dan ayrılıp
Peygamber (sav)'a ve ashabına isabet edenler isabet ettikten sonra, geri
döneceklerinden korktular, bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Bizim
henüz gücümüzün yerinde olduğunu bilmeleri için onlann arkasından gitmeye kim
gelir?" Ebu Bekir ve ez-Zübeyr, yetmiş kişi ile birlikte gidenler arasında
idiler.
[306] Ve (Kureyşlilerin.)
arkasından yola çıktılar. Onlar geldiklerini haber alınca da Allah'tan bir
nimet ve bir lütuf ile geri döndüler.
Âişe (r.anhâ)
Hamrâül-Esed gazvesinde meydana gelen olaylara işaret etmektedir.
Hamrâü'l-Esed ise Medine'den yaklaşık sekiz millik uzaklıktadır. Şöyle olmuştu:
Uhud'un ertesi günü olan pazar günü, Rasûlullah (sav) müşriklerin arkasından
gftmek üzere insanlar arasında ilanda bulunup şöyle dedi: "Bizimle
birlikte ancak dün orada bulunan kimseler çıksın. Onunla beraber îkiyüz
mü'inin kişi yola çıktı. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: (Peygamber) buyurdu
ki: "Onların arkasından kim gider?" Onlardan yetmiş kişi ortaya
çıktı, Aralarında -önceden de geçtiği üzere- Ebu Bekir ve ez-Zübeyr de vardı”[307]
Hamrâü'l-Esed'e varıncaya kadar yollarına devam etliler. Böyle-Hkle düşmanı
korkutmuş oluyordu. Aralarında ağır yaralı yürüyemeyecek ve bineği de
bulunmayan kimseler de vardı. Hatta başkalarının boyunları üzerinde taşınanlar
dahi vardı. Bütün bunlar ise Rasûlullah (sav)'ın emrini yerine getirmek ve cihada
rağbet için yapılmıştı.
[308]
Âyet-i kerimenin
oldukça ağır yaralı, biri diğerine yaslanan, bununla birlikte Peygamber (sav)
ile beraber yola koyulan Abduleşhel oğullarından iki kişi hakkında indiği de
söylenmiştir, (Hz. Peygamber ve beraberindekiler) Hamrâü'l-Esed'e ulaştıklarında
Nuaym b. Mes'ud ile karşılaştılar. Onlara, Ebu Süfyan b. Harb'in ve
beraberindeki Kureyşlilerin toparlanıp bir araya geldiklerini ve Medine'ye
gidip oranın halkını toptan İmha etmeyi kararlaştırdıklarını söylediler. Bunun
üzerine yüce Allah'ın kendilerinin söylediğim bize haber verdiği: "Allah
bize kâfidir, O ne güzel vekildir" sözlerini söylediler
Kureyş bu kararı
vermişken, onlara Huzaalı Ma'bed denilen birisi gelmişti. Huzaahîar ise
Peygamber (sav) ile antlaşmalı kimseler idiler ve onun sırlarını saklayan,
iyiliğini samimi olarak isteyen kimselerdi. Ma'bed, Peygamber (sav)'ın
ashabının durumunu ve yaptıklarını görmüştü. Kureyşlilerin de Me-dinelüeri imha
etmek için geri dönme kararlarını görünce, bundan duyduğu korku ve Peygamber
{sav) ile ashabına olan samimi iyilik arzulan, Kureyş-iileri korkutmaya itti ve
onlara şöyle dedi: Ben, Muhammed'İ ve arkadaşlarını Hamrâü'l-Esed denilen
yerde büyük ordu ile birlikte bırakmış bulunuyorum. Ondan geri kalanlar da
onun etrafında toplanmış, sizi ele geçirmek için yanıp tutuşuyorlar. Kendinizi
kurtarmaya bakınf kendinizi kurtarmaya bakın. Ben size geri dönmemenizi
tavsiye ederim. Allah'a andederim ki, gördüğüm durum hakkında bir takım
beyitlerden oluşan bir şiir söylemekten kendimi alamadım. Ona: Söylediğin şiir
nedir? dîye sordular. O da şöyle dedi: Dedim ki:
"Yıkılıyordu
nerdeyse bineğim uğultulardan Yer üzerinden bölük bölük atlılar sel gibi akınca
Şerefli uzun boylu
aslanlar vardı sırtında atların
Düşmanla
karşılaştıklarında sebat göstere^ ailah kuşanmışlardı onlar
Yeı-i aşağı doğru
eğimli s ana re asm a koşmaya başladım;
Hiç bozguna uğramamış
kum andan larıyla tepede göründüklerinde
(Ebû Süfyan) b.
Harb'in vay halinef Sizinle karşılaşırlarsa! dedim.
Ova atlarla ve
uğultularıyla dolup taşınca
Ben Mekkelileri sabah
vakti uyarıyorum,
Aralarında uyanık ve
akıllı olan herkesi
Ahmed'in ordusundan;
onunla birlikte olanlar sıradan kimseler değildir, çünkü
Benim bu uyarım
asılsız bir sözdür diye damgalanamaz."
Bu, Ebû Süfyan'ın ve
beraberindekilerin kararlarından dönmelerine sebep oldu. Allah kalplerine korku
saldı. Korkuyla alelacele Mekke'ye döndüler. Peygamber (sav) da ashabı ile
birlikte muzaffer bir şekilde Medine'ye geri döndü. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan
bir nimet ve lütuflageri döndüler " (Al-i lm-ran, 3/174) Yani, herhangi
bir savaş olmaksızın ve korku duymaksızın geri döndüler. Câbir b. Abdullah,
Peygamber ile birlikte çıkmak için izin istedi, ona izin verdi. Yüce Allah da
büyük mükâfatın arlık bu ikinci çıkışları ile gerçekleşmiş olduğunu da onlara
haber verdi. Rasûlullah (sav) da: "Şüphesiz ki o, (Hamrâü'1-Esed çıkışı)
bîr gazvedir* diye buyurdu, işte cumhurun bu âyet-i kerimeyi tefsin bu
şekildedir.
Ancak, Mücahid ve
îkrime -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- istisna olarak şöyle derler:
Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın: "Onlar ki, insanlar kendilerine:
..." buyruğundan itibaren "Allah büyük bir lütuf sahibidir."
(Âl-i İmran, 3/173-174) Peygamber (sav)'ın küçük Bedir gazvesine çıkışı hakkında
nazil olmuştur. Şöyîe ki: Peygamber efendimiz, Ulıud'da Ebu Sütyan ile
vaidleştikleri için Medine'nin dışına çıkmıştı. Zira Ebu Süfyan: Sizinle karşılaşma
zamanımız ve yerimiz geîecek sene Bedir olsun, demişti. Peygamber (sav) da:
"Evet deyiniz" diye buyurmuştu. İşte Peygamber (sav) de Bedir'e doğru
çıkmıştı.
Orada büyük bir pazar
da kuruluyordu, Rasûlullah (sav) ashabına bir kaç dirhem verdi. Bedir'e yakın
bir yerde Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud yanına gelerek Kureyşlîlerin kendilerine
katılanlarla birlikte toplanıp onunla savaşmak üzere yola çıktıklarını haber
verdi. Müslümanlar bundan korkuya kapıldılar. Ancak: "Allah bize yeter, O
ne güzel vekildir" dediler. Ve Bedir'e varıncaya kadar yollarına devam
ettiler. Ancak kimseyi görmediler. Pazarın kurulmuş olduğunu gördüler,
beraberlerinde bulunan dirhemleriyle yiyecek şeyler ve ticaret malları satın
aldılar. Herhangi bir savaş ve sıkıntı ile karşılaş-maksızın geri döndüler,
ticaretlerinde de kar ettiler. İşte Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir nimet ve
Lütufla geri döndüler" buyruğu ile anlatılan bunlardır. Yani, bu
ticaretlerde Allah'ın üstün lütuf ve nimetini elde ettiler, demektir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[309]
173. Onlar ki,
insanlar kendilerine: "İnsanlar size karşı kuvvet topladılar, onlardan
korkun" dedikleri zaman bu, onların imanını artırdı da: "Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir" dediler.
Yüce Allah'ın:
"Onlar ki, insanlar kendilerine... dedikleri zaman" buyruğu hakkında
farklı görüşler vardır. Mücâhid, Mukâtil, İkrime ve el-Kelbî der ki: Burada bu
sözü söyleyen kişi, Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud'dur. Ancak lafız umumî olmakla
birlikte manası özeldir. Yüce Allah'ın: "Hayır, onlar insanları
kıskanırlar..." (en-Nisâ, 4/54) buyruğunda olduğu gibi. Burada insanlarla
kastedilen özel olarak Muhıammed (sav) dır.
es-Süddî der ki: Bu
(Nuaym), bu iş karşılığında kendisine bir mükâfat va-dedilen Bedevî bir Araptır.
İbn jshak ve bir
topluluk da şöyle demişlerdir: Burada "insanlar" ile Ab-dulkays
kafilesi kastedilmektedir. Bunlar, Ebu Süfyanın yanından geçince o,
müslümanlann maneviyatını kırmak kastıyla onlara birtakım telkinlerde
bu-hınarak onları gönderdi. Burada "insanlar"dan kastın münafıklar
olduğu da söylenmiştir. es-Süddî der kî: Peygamber (sav) ve ashabı, Ebû Sütyan
İle sözleşme gereği küçük Bedir'e çıkmak üzere hazırlık yaptıklarında,
münafıklar yanlarına gelip şöyle dediler. Biz size onlara karşı çıkmamanızı
söyleyen ar-kadaşlarmızız. Siz, bize karşı geldiniz. Onlar sizin yurdunuzda
sizinle savaştılar ve galip geldiler. Eğer onların yurtlarında yanlarına
gidecek olursanız, sizden kimse geri dönemeyecektir. Bunun üzerine mü'mînler:
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler." Ebu Ma'şer de der
ki: Tihame halkından Huzeyl'lilere mensub bir gurup Medine'ye geldi. RasûluUah
(sav)'ın arkadaşları onlara Ebû Süfyân'a dair som sordular, Onlar da: Onlar
size karşı çok büyük kalabalıklar topladılar. O bakımdan onlardan korkun ve
çekinin. Sizin onlara karşı koyacak gücünüz yoktur, dediler
Bu görüşlere göre ise
"İnsanlar", ifade ettiği anlama uygun olarak çoğul anlamındadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[310]
Yüce Allah'ın:
"Bu, onların imanını artırdı" buyruğuna gelince, insanların sözleri
onların imanlarını artırdı- Yani, onların dinlerine olan lasdik ve yakinlerinî,
dinlerine yardımcı olmaktaki kararlılıklarını, onların güçlerini, cesaretlerini
ve hazırlıklarım artırdı demektir. Bu anlamı ile imanın artışı, amellerdeki bir
artışı ifade eder.
İlim adamları imanın
artıp eksilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu husustaki inanç, şu
esasa dayanır: Tek bir hususu ve tek herhangi bir şeyi bir tasdikten ibaret
olan iman, başlı başına muayyen ve tek bir şeydir. Bu husule geldi mi, onunla
beraber herhangi bir fazlalık sözkonusu olmaz. Ortadan kalktı mı da ondan
geriye birşey kalmaz, O halde geriye yalnızca onun bizzat kendisiyle değii de
ona taalluk eden hususlarda artış ve eksilmeden başka birşey kalmamaktadır,
O bakımdan bir gurup
ilim adamının kanaatine göre iman, kendisinden sadır olan ameller bakımından
artıp eksilir. Özellikle de pek çok ilim adamı, itaatlere de iman adını
verirler. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İman, yetmiş küsur
bölümdür. Bunun en üstünü Lâ ilahe illallah sözü, en aşağısı ise yoldan
rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır." Bunu Tirmizî rivayet etmiştir.
[311]
Müslim'de de şu fazlalık vardır: "Haya da imandan bir bölümdür."
[312]
Hz. Ali'den de şöyle
dediği nakledilmektedir: İman, önceleri kalpte beyaz bir parıltı olarak ortaya
çıkar. İman arttıkça bu parıltı da artar.
Hz. Ali'nin sözünde
-parıltı anlamı verilen-: “” kelimesi ile ilgili olarak el-Asmaî şöyle
demektedir: Bu kelime, nükte ve buna benzer bir beyazlıktır. Bundan dolayı
dudağında bir parça beyazlık bulunan ata, ( JiJf.) denilir. Muhaddisler bu
kelimeyi "lâm" harfini üstün ile kullanırlar. Araplar ise bunu ötreli
kullanırlar, "Şüphe, duhme ve humre" kelimeleri gibi.
Hz. Ali'nin bu
ifadesinde de imanın artıp eksildiğini kabul etmeyenlere karşı bir delil
vardır. Çünkü O: iman arttıkça bu parıltı da artar. Tâ ki, bütün kalp bembeyaz
oluncaya kadar, demektedir İşte münafıklık da bu şekildedir. O da kalpte siyah
bir karartı olarak ortaya çıkar. Münafıklık arttıkça kalp bütünüyle
kararıncaya kadar kararmaya devam eder.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: İman bir arazdır. O, iki ayrı zamanda aynı şekilde olmaz, O
bakımdan Peygamber (sav) ve salih kimseler İçin iman, ardı arkasına değişkendir
Mü'min kalbe onun mislinin ard: arkasına gelmesi ve fiilen bulunuşunun
devamlılığı itibariyle artmaya devam eder. Mü'min kalbin gaflete ardı arkasına
düşmesi sonucunda da eksilir. Ebu'l-Meâli bu hususa işaret etmiştir. Bu mana,
şefaat hadisinde de görülmektedir. Sözkonusu bu şefaat hadisi, Ebû Said
el-Hudrî rivayet etmiş olup, Müslim de bunu Sahihinde kaydetmektedir. Bu
hadiste şöyle denilmektedir: "Mü'minler derler ki, Rabbimiz, onlar bizim
kardeşlerimizdir. Bizimle birlikte namaz kılar, oruç tutar, ha ece deri erdi.
Onlara: Bildiğiniz kimseleri çıkartın, denilir ve cehenneme sûretierKnJ}
yakmak haram kılınır. Onlar da ateşin kimisinin bacaklarının ortasına kadar,
kimisinin dizkapaklarına kadar ulaşmış olduğu pek çok kimseyi cehennemden
çıkartırlar. Sonra da: Rabbimiz orada kendilerini çıkartmamızı emrettiğin
kimselerden bir kimse kalmadı, derler. Yine; Geri dönün, kalbinde hayır namına
bir dinar ağırlığı kadar bulduğunuz herkesi oradan çıkartının, buyurur. Yine
pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra da: Rabbimiz, bize (çıkartmayı) emretmiş
olduklarından kimse bırakmadık, derler. Sonra tekrar: Haydi dönünüz, kimin
kalbinde hayır namına yarım dinar ağırlığı birşey bulursanız onu çıkartınız»
der. Yine onlar, pek çok kimseyi çıkarttıktan sonra» Rabbimiz derler. Bize
(çıkartmayı) emrettiğin kimselerden hiçbir kimse bırakmadık. Sonra söyle
buyurur: Geri dönünüz, kalbinde hayır namına zerre ağırlığı kadar birşey
bulduğunuz herkesi çıkartınız" diye hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[313]
Şöyle de denilmiştir:
Bu hadis-i şerifte iman'dan kasıt kalbin amelleridir. Niyet, ilılas, havf,
nasihat ve buna benzer şeylerdir. Bunlara iman adını vermesi, bunların iman
mahallinde bulunmalarından dolayıdır. Yahut da iman ile, Arapların bir şeye
yakın olanlara yahut da herhangi bir sebep dolayısıyla ondan olan şeylere de o
şeyin isîmini vermeleri şeklindeki adetlerine uygun olarak başka şeyleri
kastetmiştir.
Bu açıklamanın delili
de şefaatçilerin kalbinde hayır namına zerre ağırlığı kadar bir şey olan
kimseleri çıkarttıktan sonra, "artık biz orada hayır namına birşey
bırakmadık" demeleridir. Halbuki yüce Allah, bundan sonra da lâilâhe
illallah diyenlerden pek çok kimseyi çıkartacaktır ki, bunlar kafi olarak
mü'mindirler. Ve mü'min olmasalardı onlan zaten çıkartmazdi,
Diğer taraftan,
üzerine mislinin de konulduğu ilk varlık (imanın esası) bulunmayacak olunsa,
arLış da eksiliş de sözkonusu olmaz. Böyle bir şey ise hareket hakkında kabul
edilir. Şanı yüce Allah, bağımsız olarak bir ilmi yaratıp da bununla beraber
onun mislini yahut da onun misli olan şeyleri bir takım bilgiler (malumat)
dolayısıyla yaratacak olursa, onun ilmi artmış olur. Eğer, yüce Allah, misli
olan şeyleri yok edecek olursa, ilmi eksilir. Yani, imanın artışı da sözkonusu
olmaz. Aynı şekilde yüce Allah bir hareketi yaratıp onunla beraber o hareketin
benzeri bir hareketi ya da benzerlerini yaratacak olursa aynı şey sozkonusudur.
İlim adamlarından bir
gurubun kanaatine göre, imanın artıp eksilmesi ise, ancak deliller dolayısıyla
söz konusu olabilir. Bir kimsenin imana dair sahip olduğu deliller artarsa, bu
hususta: işte bu, imandaki bir artıştır, denilir.
Bu husustaki
görüşlerden birisine göre, işte peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü de bu
bakımdandır. Çünkü onlar, imanı diğer insanların bildikleri şekil ve yollardan
daha pek çok şekil ve yoliarla öğrenip bilmişlerdir. Bu görüş âyetin muktezası
dışındadır. Zira, imanın artışının deliller bakımından sözkonusu edilmesi (bu
âyet çerçevesinde) düşünülemez.
Bir başka kesimin
kanaatine göre, imanın artışı ancak Peygamber (savcın hayatta olduğu süre
içerisinde tarzlara ve haberlere dair buyrukların inişi ile ve zaman boyunca da
bunları daha önce bilmezken, sonradan bunları bilmek suretiyle sözkonusu olur.
İşte imanın artışı ancak bundan ibarettir. Buna göre imanın artışını söylemek
mecazî bir ifade olur. Ve bu açıklamaya göre de imanda eksilme düşünülemez.
Ancak eksiklik, bilinen kimseye izafet-le düşünülebilir. Bunu bilelim.
Yüce Allah'ın:
"Allah bize yeteri O ne güzel vekildir, dediler." Yant, Allah bize
yeter.
“”: Yetmek, “”
kelimesinden alınmadır ki, kâfi gelmek demektir. Şair de şöyle demektedir:
"Evimizi keş ve
yağ ile doldurur(sun}
Artık zenginlik,
tokluk ve auya kanmışlık olarak bu kadarı yeter."
Buhârî de İbn
Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Onlar ki, insanlar kendilerine: İnsanlar size
karşı kuvvet topladılar onlardan korkun, dedikleri zaman.., Allah bize yeter, O
ne güzel vekildir dediler" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bu sözü, İbrahim el-Halil (a.s) ateşe atildtği zaman söyledi,
Muhammed (sav) da insanlar kendisine: "Muhakkak, insanlar size karşı
kuvvet topladılar" dedikleri zaman söyledi.
[314]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[315]
174. Sonra da
kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan bir nimet ve lütufla geri
döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah çok büyük bir lütuf sahibidir.
İlim adamlarımız der
ki: Onlar işlerini Allah'a havale edip kalpleriyle de O'na güvenip dayanınca,
Allah da onlara mükâfat olarak şu dört hususu verdi: Nimet, lütuf, onlara
gelecek kötülükleri bertaraf etmesi ve rızasına tabî oluş. Allah da hem onların
kendisinden (mükâfatından) razı olmalarını sağladı, hem de onlardan razı oldu.[316]
175. O Şeytan ancak
kendi dostlarını korkutur. O halde onlardan korkmayın Benden korkun, eğer
mü'min iseniz.
îbn Abbas ve başkaları
der ki: Bu buyruğun anlamı şudur: Şeytan sizi dostları ile korkutur. Yahut
dostlarından korkutur taktirindedir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde de:
"Çetin bir azabı (ile) korkutmak için..."(el-Kehf, 18/2) diye
buyurmaktadır, O, sizleri çetin bir azab ile korkutmak için... anlamındadır.
Buna göre âyeM kerime şeytan kâfir İle mü'minî korkutur, demektir.
el-Hasen ve es-Süddî
ise derler ki; Buyruğun anlamı şudur: O ancak münafık olan dostlarını korkutur
ki, müşriklerle savaşa çıkmayıp otursunlar, Allah'ın dostlarına gelince şeytan
onları korkutmaya kalkışacak olursa ondan korkmazlar.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada kasıt şudur: Sizi kâfirlerin kalabalıkları ile korkutan
kişi, insan şeytanlarından bir şeytandır. Sözkonusu bu kişi ise daha önce
geçtiği üzere, konu ile ilgili farklı görüşlere göre, ya Nuaym bin Mes'ûd'dur
ya da diğerleridir.
"O halde onlardan
korkmayın* yani yüce Allah'ın: "İnsanlar size karşı kuvvet
topladılar" buyruğunda sözü geçen kâfirlerden korkmayınız. Ya-lıutta eğer
buyruğun; o sizi kendi dostlarını ileri sürerek korkutur anlamında olduğu
kabul edilirse, zamir şeytanın dostlarına raci oîur.
Yüce Allah'ın:
"Benden korkun" buyruğuna gelince; eğer sizler Benim vaadimin doğru
olduğunu kabul eden kimseler İseniz, emirlerimi terk etmekten Benden korkunuz,
demektir.
Arapçada havf, korku
ve dehşet demektir.
[317]
(Aynı kökten gelen:) "el-lıâ-i'e" ise toplanan balın içine konulduğu
derin bir torba (kırba) demektir.
Seni b. Abdullah der
ki: Bazı sıddîklar İbrahim el-Halil'in yanına gelip şöyle dediler: Korku
nedir? O şöyle dedi: Korku; güven duyacağın yere ulaşıncaya kadar güven
duymamaktın Selıl dedi ki: er-Rabî b. Haysem demirci körüğünün yanından geçti
mi bayılır düşerdi. Ali b. Ebi Talib'e bu durum anlatıldı. O da şöyle dedi: Bu
iş başına geldi mi bana haber veriniz. Bu iş başına gelince durumu Hz- Ali'ye
bildirdiler. Hz. Ali geldi, elini gömleğinin içine soktu, kalbinin şiddetle
çarptığını görünce şöyle dedi: Ben şahitlik ederim ki bur çağınızın insanları
arasında (ilâhî azaptan) en çok korkan kimsedir.
O halde yüce Allah'tan
korkan kişi dünyada ya da âhirette Allah'ın kendisini cezalandırmasından korkan
kişi demektir. İşte o bakımdan şöyle denmiştir: Korkan kişi ağlayıp gözlerini
silen kişi değildir. Asıl korkan kişi kendisinden dolayı azaba çekileceğinden
korktuğu şeyleri terk edendir.
Yüce Allah kullarına
kendisinden korkmalarını farz kılarak şöyle buyurmuştur: "Benden korkun,
eğer mü*nün iseniz." Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve yalnız Benden korkun!" (el-Bakara, 2/40) Müminleri de Allah'tan
korkmakla överek şöyle buyurmaktadır: "Üstlerinde Rablerinden korkarak ne
emrolunurtarsa onu yaparlar."
[318]
(en-Nahl, 16/50)
İşaret erbabının
korkuya dair bir takım ifadeleri vardır ki, bunların dönüp vardıkları yer bizim
sözünü ettiğimiz bu husustur, Üstad Ebu Ali ed-Dakkâk der ki: Ebu Bekr bin
Fûrek (Allah'ın rahmeti üzerine olsutı)e rahatsızlığı do-layısı ile ziyaret
etmek üzere girdim. Benî görünce gözleri yaşardı. Ona şöyle dedim: Şüphesiz
Allah sana afiyet verecek, şifa verecektir. Bana şöyle dedi: Sen benim ölümden
korktuğumu mu sanıyorsun? Ben ölümden sonrasından korkuyorum.
İbn Mâce'nin Süneninde
de Ebu Zer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasülullah (sav) buyurdu-ki:
"Ben sizin görmediğinizi görür işitmediğinizi işitirim. Sema
gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır Çünkü yüce Allah'a secde ederek
alnını koymuş bir meleğin olmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur, Allah'a
yemin ederim, eğer benim bildiğimi bilirseniz pek az güler, pek çok ağlardınız.
Yataklarda kadınlardan zevk almazdınız. Yüce Allah'a yalvarıp yakarmak üzere
yollara koyulurdunuz. Allah'a yemin ederim orakta biçilen bir biîki olmayı
çokça arzu ederdim."
[319] Bu
hadisi Tirmizi de rivayet etmiş ve: Hasen garib bir hadistir, demiştir. Bu
hadis bir başka yolla da rivayet edilmektedir. Buna göre "gerçekten orak
ile biçilen bir ağaç (bitki) olmayı temenni ederdim" sözlerini Ebû Zer
söylemiştir.
[320] Doğrusunu en iyi bilen
Allah'dır.[321]
176. Küfürde
yarışanlar seni ütmesin. Şüphesiz onlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler.
Allah onlara âhirette hiçbir nasib bırakmamak istiyor. Onlar için büyük bir
azab vardır.
Yüce Allah'ın:
"Küfürde yarışanlar seni üzmesin" buyruğunda sözü geçen kimseler
önce İslâm'a giren sonra da müşriklerden korkarak irtidad eden kimselerdir
Peygamber (sav) bundan dolayı üzülünce yüce Allah da: "Küfürde yatışanlar
seni üzmesin* âyet-i kerimesini indirdi. el-Kelbî der ki: Bununla yüce Allah
münafıkları ve yahudilerin elebaşılarını kastetmektedir Bunlar Peygamber
(sav)rn kitaptaki niteliklerini gizleyip açıklamadılar. Bunun üzerine bu
âyet-i kerime nazil oldu.
Şöyle de
denilmektedir; kitap ehli iman etmeyince bu, Rasûlullah (sav)a ağır geldi.
Çünkü insanlar onların yaptıklarına bakıyor ve: Bunlar kitap ehlidir,
diyorlardı. Eğer Muhammed'in söylediği doğru olsaydı elbette ona uyarlardı,
Bunun üzerine: "... seni üzmesin" âyet-i kerimesi nazil oldu.
Âsim, yüce Allah'ın: “Seni
üzmesin," buyruğunu nerede olursa olsun, "ye" harfini ötreli
"ze" harfini esreli olarak: “” şeklinde okumuştur. Bundan tek
istisna, Enbiyâ Sûresi'nde yer alan: "O en büyük korku onları üzmez"
{el-Enbiyâ, 21/103) buyruğundaki bu kelimeyi "yâ" harfini üstün
"ze" harfini ötreli olarak okumuştur. Ebu Cafer ise bunun tam zıddını
okumaktadır. İbn Muhaysın ise hepsinde "ye" harfini ötreli "ze*
harfini de esreli olarak okur. Diğerleri ise bu kelimeyi nerede geçerse geçsin
"ye" harfini üstün "ze" harfini de ötreli olarak okurlar.
Bu iki farklı okuyuş İki ayrı söyleyiştir. Ancak birincisi iki söyleyişten
daha iasih olanıdır. Bu açıklamayı en-Nahhâs yapmıştır
Muzâri'inde
"ye" harfinin ötreli okunduğu mazi kullanımıyla şair şöyle demektedir:
"Sabahım geçip gitti,
ama bu diyar beni üzdü.”
"Yarışanlar*
anlamındaki keiimeyi genel olarak herkes: “” şeklinde okurken Talha ise bunu: “”
diye okumuştur.
ed-Daklıâk der ki:
Burada kastedilenler Kureyş'in kafirleridir. Başkası ise, münafıklardır,
demektedir. Daha önce sözünü ettiğimiz kimseler olduğu da söylenmiştir, büEün
kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir.
Bunların küfürde
yarışmaları İse Muhammed (sav)ın aleyhine birbirlerine destek vermeleridir.
el-Kuşeyrî der ki: Kâfirin küfrü dolayısıyla üzülmek bir itaattir. Fakat
Peygamber (sav), kavminin küfrü dolayısıyla aşırı derecede üzülürdü. Bu
şekilde aşırı üzülmesi ona yasaklandı. Nitekim yüce Allah başka yerlerde de
şöyle buyurmaktadır: "O halde onlara karşı hasretler duyarak kendini
öldürme!" (Fatır, 35/8); "Onlar bu söze iman etmezler diye ar
katarından üzülerek kendini helak edeceksin neredeyse" (el-Kehf- 18/6)
"Şüphesiz onlar
Allah'a zarar veremezler" yani Allah'ın mülkünden, saltanat ve
egemenliğinden hiçbir şey eksiltemezler Yani küfürleri dolayısıyla Allah'ın
mülk ve saltanatında bir eksiklik olmaz. Nitekim Ebû Zer1 den rivayet
edildiğine göre Peygamber (sav), şanı yüce ve mübarek olan Allah'tan şöyle
buyurduğunu rivâyçt etmektedir:
"Kullarım!
Şüphesiz Ben kendime zulmetmeyi haram kıldım, aranızda da onu haram kıldım. O
bakımdan birbirinize zulmetmeyiniz. Kullarım! Kendisine hidâyet verdiklerimin
dışında hepiniz sapıksınız. O bakımdan Benden hidâyet dileyin sizi hidayete ileteyim-
Kullarım! Kendisini yedirdiğim dışında hepiniz açsınız- O bakımdan Benden size
yemek yedirmemi isteyiniz si-Ze yedireyim. Kullarım! Kendisine elbise
giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız, Benden size elbise giydirmemi
isteyin sizi giydireyim. Kullarım! Sizler gece gündüz günah işleyip
duruyorsunuz. Ben ise bütün günahları bağışlayanım. Benden mağfiret dileyiniz,
size mağfiret edeyim. Kullanm! Sizler asla Bana zarar verebilecek noktaya
gelemezsiniz ki, Bana zarar verebilesiniz. Ve asla Bana fayda verecek noktaya
gelemezsiniz ki, Bana fayda sağlayabi-lesiniz. Kullarım! Eğer ilkinizle
sonunuzla, insanınızla cinninizle aranızdan en muttaki olan bir adamın kalbi
gibi bir takvaya salıib olsanız dahi bu Benim mülkümde hiçbir şeyi artırmaz,
Kullarım! Eğer öncenizle sonranızla, insanınızla cininizle en günahkâr adamın
kalbi gibi günahkâr olsanız, bu dahi Benîm mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez. Kullarım!
İlkinizle sonunuzla insanınızla cinninizle hep birlikte tek bir düzlükte
dikilse(niz) ve hepsi Benden istekte bulunsa her insana da isteğini verecek
olsam, bu ancak denize daldırılıp çıkartılan iğnenin eksilttiği kadar Bende
olanları eksiltir Kullanm! Ne yaparsanız onlar sizin amellerinizdir. Ben onları
sizin için tesbit ediyorum, sonra da onların karşılığını size eksiksiz
ödeyeceğim. O bakımdan her kim bir hayır bulursa, Allah'a hamd-u sena etsin.
Her kim bundan başka bir şey bulursa kendisinden başkasını kınamasın." Bu
hadisi Sahih'inde Müslim, Tirmizî ve başkaları rivayet etmiştir.
[322] Bu
hadîs gerçekten büyük ve nisbeten uzun bir hadistir. (Bu azameti dolayısıyla,
yazıldığında) bütünüyle yazılır.
"Şüphesiz onlar
Allah'a zarar veremezler" buyruğu onlar; Allah'ın dostlarına yardım
etmeyi terk etmekle Allah'ın dostlarına zarar vermiş olamazlar. Çünkü onların
asıl yardımcısı aziz ve celil olan Allah'tır, demektir.
Yüce Allah'ın:
"Allah onlara âhir ette hiçbir nasib bırakmamak istiyor. Onlar için büyük
bir azab vardır" buyruğuna gelince; bu buyruktaki "hazz" nasib
ve pay demektir. İsm-i tafdili “” diye gelir. Pay sahibi olan kimse için de
"mahzûz" tabiri kullantlır. Hazz'n çoğulu kural dışı olarak; “”
şeklinde gelir. Bazan “” diye de geldiği olur. Buyruğun anlamına gelince: Yani
cennette onlara bir pay bırakmak istemiyor. İşte bu, hayır ve şerrin yüce Allah'ın
İradesi ile olduğu hususunda açık bir nasdır.
[323]
177. İmana karşılık
küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler* Onlar için elem
verici bir azab da vardır.
Yüce Allah'ın:
"İmana karşılık küfrü satın alanlar*.." buyruğuna dair açıklamalar
daha önce Bakara Sûresi'nde (2/16) geçmiş bulunmaktadır. (Önceki âyetten ayrı
olarak) burada; "Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler"
buyruğu tekid için
tekrarlanmıştır. Şöyle de denilmiştir: Onun imanı küfür ile değişmesi ve imana
karşılık küfrü satın alması, kötü tasamı handandır. O bundan dolayı (yüce
Allahtdan) korkmaz ve bu tasarrufundan da çekinmez. Her iki âyette de:
"şeyle..." kelimesinin mansûb gelmesi, mastar mahallinde olmasından
dolayıdır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Allah'a az olsun, çok olsun hiç bir zarar
veremez, Bunun "be1' harfinin mahzuf olduğu takdirine göre mansub olması
da caizdir. Adeta: "Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler"
buyurulmuş gibidir.
[324]
178. Kâfir olanlar
kendilerine mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar
İçin alçaltıcı bir azab vardır.
Yüce Allah'ın:
"Kâfir olanlar kendilerine mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar" buyruğundaki "mühlet vermek (el-imlâ)";
uzun ömür ve rahat yaşayış demektir. Yani: şu müslümanla-n korkutan kimseler,
sakın böyle bir kanaate kapılmasınlar. Çünkü Allah onları helak edip yok
etmeye kadirdir. O ömürlerini masiyet işlesinler diye uzatır. Yoksa böylesi
onlar İçin hayırlıdır, diye değil. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim Uhud günü
elde ettikleri zafer ile "kendilerine mühlet verişimiz" hiçbir zaman
kendileri için hayırlı olmamıştır. Bu, onların cezaları daha çok artsın
diyedir.
İbn Mes'ud'dan şöyle
dediği rivayet edilmektedir; İyi olsun kötü olsun ölümün kendisi için daha
hayırlı olmadığı hiçbir kimse yoktur Çünkü eğer bu kişi iyi bir kimse ise
şüphesiz yüce Allah; "Allah katında olanlar iyiler için daha
hayırlıdır" (Âl-i îmrân, 3/198) dîye buyurmuştur. Eğer kötü ise de yüce
Allah: "Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz"
diye buyurmuştur.
İbn Âmir ve Asım; “Sanmasınlar"
buyruğunu "ye" harfi ile ve "sin" harfini üstün olarak
okurken; Hamza da "te" harfi ile ve "sin" harfini de üstün
oîarak okumuştur. (O zaman: Sanma anlamında otur). Diğerleri ise "ye"
harfi İle "sin" harfini de esreli olarak okurlar (Birinci okunuş ile
aynı anlamda). "Ye" harfi ile okuyanların kıraatine göre fail (özne)
kâfir olanlardır Yani kâfirler... sanmasınlar, anlamındadır.
"Kendilerine
mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar* buyruğu
ise iki tane mefûlün yerini tutmaktadır. “”: nın, “” anlamına olması mümkün
olduğu gibi, "mâ"nm takdiri iîe Fiîîin mastar olarak kabul edilmesi
de mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Kâfir olanlar Bizim onlara
mühlet verişimizi kendileri için haysrlı sanmasınlar.
Bu fiili
"te" ile (sanma anlamındaki) okuyuşa göre ise fail muhataptır. Bu da
Muhammed (sav)dır. Buna karşılık: ": Olanlar" ise "sanma"nın
birinci mePûlü olarak nasb edilir.
[325]
Âyet-i kerime
Kaderiye'nin görüşünün baül olduğu hususunda açîk bir delildir Çünkü şanı yüce
Allah, masiyetler İşlemek ve buna benzer hususların kalbe arka arkaya gelmesi
için ve küfürleri artsm diye ömürlerini uzattığını haber vermektedir. Nitekim
tam bunun zsddı ile ilgili iman hususunda açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. İbn Abbas'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: İyi olsun
kötü olsun ölümün kendisi için hayırlı olmadığı hiçbir kimse yoktur. Daha
sonra yüce Allah'ın "Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet
veriyoruz" âyeti İle "Allah katında olanlar iyiler için daha
hayırlıdır" (Âl-i İmıân, 3/198) âyetini okudu. Bunu da İbn Re-zîn rivayet
etmiştir.
[326]
179- Allah, mü'minleri
olduğunuz halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.
Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir. Fakat Allah peygamberlerinden
dilediğini seçer. Bunun için siz Allah'a ve peygamberlerine inanın. İnanır ve
sakınırsanız sîze çok büyük bir mükâfat vardır.
Ebu'l-Âliye der ki:
Mü'rninler kendisi aracılığı ile mü'min ve münafığı birbirinden ayırd
edebilecekleri bir alâmetin kendilerine verilmesini islediler. Bunun üzerine
yüce Allah da: "Allah, mü'minlerl olduğunuz halde bırakacak
değildir" âyetini indirdi.
Bu âyeM kerimede
muhatabın kimler olduğu hususunda müfessirlerin farklı görüşleri vardır. İbn
Abbas, ed-ed-Dahhâk, Mukâtil el-Kelbî ve müfessirlerin çoğunluğu der ki: Hitap
kâfirlerle münafıklaradır. Yani Allah, mü'minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz
bu küfür, münafıklık ve Peygamber (sav)a düşmanlık hali üzere bırakacak
değildir. el-Kelbî der ki: Mekke halkından Kureyşliler Peygamber (sav)a şöyle
dediler: Bizden bir kimsenin cehennemde olduğunu iddia ediyorsun, Halbuki
bizim dinimizi bırakıp senin dinine uydu mü bu sefer: O cennetliktir,
eliyorsun. Şimdi sen bize bunun nereden geldiğini bildir bakalım, bizden de
kimin sana geleceğini kitnin de gelmeyeceğini haydi haber ver. Bunun üzerine
aziz ve celi! olan Allah: "Allah, mü'minleri" küfür ve münafıklıktan
"olduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden
ayıracaktır" buyruğunu indirdi.
Bunun müşriklere bir
hitap olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Müminleri... bırakacak değildir"
buyruğundaki mü'minlerden kasıt ise, rahim ve suLblerde bulunup iman edecek
kimselerdir- Yani şanı yüce Allah, lehlerine iman edeceklerine dair hüküm
vermiş olduğu sizin çocuklarınızı sizinle onların arasını ayırıncaya kadar
üzerinde bulunduğunuz şirk halinde, bırakacak değildir, Buna göre;
"Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir" buyruğu yeni bir
cümledir. Bu, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
Burada hitabın
müzminlere olduğu da söylenmiştir. Yani Ey mü'minler! Allah, sizleri üzerinde
bulunduğunuz mü'minlerle münafıkların iç içe olduğu böyle bir hal üzere
bırakacak değildir. Sonunda sizi mihnet ve tekliflerle birbirinden ayırd
edecektir. O vakit siz kimin murdar bir münafık, kimin de temiz bir mü'min
olduğunu öğrenmiş olacaksınız. Nitekim yüce Allah, Uhud günü her iki kesimi
birbirinden ayırd etmiştir. MeâniCl-Kur'ân) âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de
budur.
"Allah, sizi
gayba muttali kılacak da değildir.” Ey mü'minler topluluğu! Yani yüce Allah
kendiniz onlan bileceğiniz şekilde münafıkları size muayyen olarak bildirmez.
Fakat bu durum size mükellefiyetler ve başınıza gelen mihnetlerle sizin için
açıklık kazanır. Nitekim Uhud gününde de bu husus açıklığa kavuşmuştur
Münafıklar geri kalmış ve (bozguna) sevindiklerini açıkça ortaya koymuşlardı.
Bundan önce siz gaybî olan bu hususu bilmiyordunuz. Şimdi artık yüce Allah,
Muhammed (sav)ı ve onun arkadaşlarını bu işe muttali kılmış bulunuyor.
Buradaki "muttali
kılacak" buyruğunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah sizlere
onların neler yapacağını öğretecek değildir. Buna göre: "Allah, sizi gayba
muttali kılacak da değildir" buyruğu muttasıldır. Yani yeni bir cümle
değildir. Fakat ilk iki açıklamaya göre ise munkatı'dır (önceki cüm-İelelerie
ilişkisi olmayan yeni bir cümledir"). Buna sebeb ise kâfirlerin: Ne diye
bize vahyolunmuyor demeleridir. Onlar bu sözü söyleyince yüce Allah da:
"Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir” yani kimin peygamberliğe
layık olduğuna sizi muttali kılacak değildir. Vahiy bildirmek sizin kendi
tercihinize göre olmaz.
"Fakat Allah
peygamberlerinden" gaybına muttali kılmak üzere "dilediğini
seçer." Muttali kılmak ve muttali olmak fiili lazım ve mutaaddi (geçişsiz
ve geçişli) olabilir.
"Ayıracaktır"
buyruğunu "temyiz" kökünden gelmek üzere; “” şeklinde şeddeli olarak
okuyan da vardır. Enfâl Sûresi'nde (.8/37. âyetteki kelimede.) de böyle
okunmuştur. Bu, Hamza'nın okuyuşudur.
Diğerleri ise: “” den:
“” diye okumuşlardır. İki okuyuşun da anlamı bir şeyi bir başka şeyden ayırd
etmek anlamındadır. Ebû Muâz ise der ki: Eğer İki şeyi birbirinden ayırd edecek
olursanız; “” kökünü kullanırsınız. Eğer birden çok şeyi birbirinden ayırd
edecek olursanız bu sefer "temyiz" kökünü kullanırsınız. Aynı şekilde
tek bir şeyi iki şey yapacak olursanız (şeddesiz olarak) 'Te-ra-ka" kökünü
kullanırsınız. Birden çok şeye bölecek olursanız bu serer tefrik kökünü
kullanırsınız.
Derim ki: Topluluğun
biribirinden ayrılması anlamını ifade etmek üzere; “” tabiri de buradan
gelmektedir. "Neredeyse paramparça olacak" anlamındaki; “” tabiri de
böyledir. Yüce Allah'ın: "Öfkesinden neredeyse paramparça olacak"
(el-Mülk, 67/8) buyruğundaki ifade de buradan gelmektedir. Rivayet edilen
haberde yer alan: "Her kim yolda rahatsızlık verici bir şeyi bir kenara
ayırırsa (mâze) o, onun için bir sadaka olur" ifadesi de buradan
gelmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Bunun için ste Allah'a ve peygamberlerine inanın" buyruğuna gelince;
Şöyle denilmektedir: Kâfirler Rasûluilah (sav)a kendilerinden kimlerin iman
edeceğinin kendilerine açıklanmasını isteyince yüce Allah: "Bunun için siz
Allah'a ve peygamberlerine inanın" buyruğunu indirdi. Yani sizi
ilgilendirmeyen işlerle uğraşmayın, sizi ilgilendiren işlerle uğraşın ki, o da
imandır. Buna göre "inanın" tasdik edin demektir. Yanı size düşen
tasdik etmektir Gayba muttali olmaya göz dikmek değildir.
"İnanır ve
sakınırsanız size çok büyük bir mükâfat vardır." Büyük mükâfattan kasıt
cennettir. Nakledildiğine göre Sakif li Haccâc b. Yusuf'un (Haccâc-ı Zâlim'in)
yanında adamın birisi müneccimlik yapıyormuş. Haccac eline sayılarını
kendisinin bildiği birkaç çakıl taşı aldı. Müneccime: Elimde kaç tane taş var?
dîye sormuş o da hesaba koyulmuş ve müneccim sayıyı tutturmuş. Haccâc bu sefer
onun gafil bir anım yakalayarak sayılarını bilmeksizin bir kaç çakıl taşı alıp
yine müneccime: Peki elimde şimdi kaç tane var? diye sormuş, bu sefer müneccim
hesap yapmış ve isabet ettirememiş. Yine hesap yapmış yine isabet ettirememiş.
Bu sefer şöyle demiş: Ey emir! Zannederim sen de elinde kaç tane olduğunu
bilemiyorsun. Haccâc: Hayır bilemiyorum, deyip, peki ikisi arasındaki fark ne
diye sormuş? Müneccim şu cevabı vermiş: Sen birincisini sayarak aldın,
böylelikle o gaybın sınırlan dışına çıkmış oldu, ben de hesab yaptım,
tutturdum. Şimdi ise bunların sayısını bilmediğin için bu gayb olmuş oluyor.
Gaybı ise yüce Allah'tan başkası bilemez. Yüce Allah'ın izni ile bu hususa dair
açıklamalar En'âm Sûresi'nde (6/59-âyetin tefsirinde) gelecektir.
[327]
180. Allah'ın fazl-u
kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için
hayırlı okluğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar içiû bir serdir. Cimrilik
ettikleri şey Kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası
Allah'ındır. Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"... cimrilik edenler... sanmasınlar" buyruğundaki “” ref
mahallindedir. Bunun birinci mePûlu hazf edilmiştir. el-Halil? Sibeveyh ve
el-Ferrâ derler ki: Bunun anlamı şudur: Bunlar cimriliğin kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar; yani cimrilik edenler cimriliğin kendileri için ha-yırh
olduğunu zannetmesinler. Bunun hazf edilmesinin sebebi "cimrilik edenler"
ifadesinin zaten cimriliğe delâlet etmesinden dolayıdır. Bu bir kimsenin:
"Her kim doğru söylerse bu onun için hayırlı olur" demesine benzer.
Yani onun söylediği o doğru söz, kendisi için hayırlıdır, demektir. Şairin şu
beyi-ü de bu türdendir;
"Sefihe bir şey
yasaklandığında ona doğru koşar
Ve sefili böylelikle
kendisine yasak kılınan şeyin aksini yapar."
O halde bu, o kişi
sefîlıliğe koşar, demektir. Sefih kelimesi, sefîlıliğe delâlet ettiğinden
ayrıca zikredîlmemiştir.
Hamza'mn:
"Sanmasınlar" anlamındaki kelimeyi "te" harfi ile (.sanmayasın.)
diye okumasına gelince; bu oldukça uzak bir ihtimaldir. Bunu en-Neh-hâs
söylemiştir. Bu kıraatin caiz olması sözkonusu İse ifadenin takdiri şöyle
olur: Cimrilik yapanların bu cimriliklerinin kendileri İçin hayırlı olduğunu
zanrietmeyesin. ez-Zeccâc der ki: Bu ifade: "Sen kasabaya sor"
(Yusuf, 12/82) buyruğuna benzer. "Onun kendileri için faayırlı
oldu-ğumı+t." buyruğundaki “” zamiri Basralılara göre fasıla için gelir,
Kûfeliler de bunu imâd diye adlandırırlar. en-Na!ıhâs der ki: Arapça'da bu
ifadenin mübtedâ ve haber olmak üzere: “” O kendfîeri için hayırlıdır (diye
sanmasınlar), şeklinde de kullanılabilir.
[328]
Yüce Allah'ın:
"Bilakis b«, onlar için bir serdir" buyruğu da mübtedâ ve haberdir.
Yani cimrilik onlar için bir kötülüktür.
"Boyunlarına
dolanacaktır" buyruğundaki "sin" harfi tehdit içindir. Yani
ileride onların başına bu gelecektir, anlamındadır. Bu açıklama el-Müberred'e
aittir,
Bu âyet-i kerime Allah
yolunda mal infak etmekte ve farz olan zekâtı vermekte cimrilik hakkında nazil
olmuştur, Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Alim ve gümüşü biriktirip de
onları Allah yolunda infak etmeyenler..* (et-Tevbe, 9/34) buyruğunu
sındırmaktadır
Tevil âlimlerinden
aralarında İbn Mesud, îbn Abbas, Ebu Vâîl, Ebû Malik es-Süddî ve eş-Şabînjn de
yer aldığı bir topluluk bu kanaattedir. Bunlar derler ki: "Cimrilik ettikleri
şey, Kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buyruğunun anlamı, hadis-i
şeritte varid olan anlam ile aynıdır Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah birisine bir mal verdiği halde o da
onun zekâtını ödemezse bu mal Kıyamet gününde kendisine gözlerinin üzerinde
iki siyah nokta bulunan aşın zehirinden dolayı kafasındaki tüyler tamamıyla
dökülmüş bir erkek yılan halinde gösterilir. Kıyamet gününde bu yılan onun
boynuna dolanır. Sonra iki çenesi ile onu yakalar ve ona: Ben senin malınım,
ben senin hazineni m, der."
Daha sonra Peygamber
(sav) bize şu âyet-i kerimeyi okudu: "Allah'ın faz-1-u kereminden
kendilerine verdiği şeylerde cimrilik ederler..." Bu hadisi Nesâî rivayet
etmiştir.
[329]
îbn Mâce de bu hadisi
İbn Mesud yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Ra-sûlullab (sav) söyle
buyurmuştur: "Kim malının zekâtını vermezse Kıyamet gününde o malın
kendisine aşırı zelıtri dolayısıyla başında tüy görünmeyen erkek bir yılan
halinde gösterilir ve nihayet o yılan boynuna dolandırılır." Daha sonra
Peygamber (sav) bizlere yüce Allah'ın Kitabından bunu doğrulayan şu âyet-i
kerimeyi okudu: "Allah'ın fa/i-u kereminden kendilerine verdiği şeylerde
cimrilik edenler...[330]
Yine Abdullah b. Mestıd'dan gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Her kime yakın bir akrabası gelir de yanında bulunan fazla
malından bir şeyler ister o da cimrilik edip ona bu malı vermeyecek olursa
mutlaka Kıyamet gününde ona İştahla ağzını şapırdatacak erkek bîr yılanı
cehennemden çıkartır ve nihayet bu yılan gelir, onun boynuna dolanır."[331]
Yine İbn Abbas der ki:
Bu âyet-i kerime kitap ehli hakkında ve onların Mu-hammed {.sav)ın durumuna
dair bildiklerini açıklamamak sureti ile cimrilikleri hakkında nazil olmuştur.
Mücahid ve ilim ehlinden bir topluluk da böyle demiştir. Bu açıklamaya göre:
"Boyunlarına dolanacaktır" buyruğu; yani açıklamayıp cimrilik
ettikleri şeyin cezasına mahkum edileceklerdir, demek olur O taktirde burada
boyna dolanmak "takat" kelimesinden türüyor, kabul edilir. Nitekim
yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Ona takatı
yetmeyenler.," (el-Bakara, 2/184) buyruğunda olduğu gibi "takatten
türemektedir. "Boyna dolamak anlamına gelen:) "tatvîk"ten
değildir.
İbrahim eıvNehaî der
ki: "Boyunlarına dolanacaktır" buyruğunun anlamı Kıyamet gününde
onlara cehennemden bir tasma takılacaktır demektir. Bu ise birinci tevile yani
es-Süddî'inin görüşüne uygun bir açıklamadır. Bir diğer görüşe göre de; nasıl
ki tasma, boyundan ayrılmıyor ise amelleri de öylece onlardan ayrılmayacaktır.
Meselâ: (Filân kişiye ameli güvercinin boynundaki gerdanlık gibi boynuna
dolandı, denilir. Ameli ondan ayn tutulmadı, demek olur. Nitekim yüce Atlah da
bir başka yerde "Biz her insanın amelini boynuna doladık," (el-İsri,
17/13) buyurmaktadır, Abdullah b. Cahş'm Ebu Süfyan'a hitaben şu beyitleri de
bu kabildendir:
Akıbetleri pişmanlık
olan bir işi, Ebû Süfyan'a bildir.
Sen amcanoglunun
evlerini sattın ve onlarla borçlarını ödedin.
însanlarm Rabbi Allah
adına alabildiğine olanca yemin ile size and veriyorum:
Haydi onu &l git,
onu al git. Güvercin gerdanlığı gibi boynuna dolansın.”[332]
Bu da ikinci tür
açıklamaya uygun bir açıklamadır.
Sözlükte; "bukl
ve behali cimrilik)" insanın üzerindeki farz olan hakkı engellemesi,
yerine getlrmemesidir. Üzerinde farz olmayan bir hakkı engelleyene ise
"bahıl: cimri" denilmez. Çünkü bundan dolayı böyle bir kişinin yerilmesi
sözkonusu değildir. Bu kökün fiilini Hicazlılar: “” diye kullanırlarken diğer
Araplar ise; “” diye kullanırlar. en-Nahhas bunu böylece nakletmektedir.
“” şeklinde
kullanıldığı da İbn Fâris'den nakledilmiştir.
[333]
Cimriliğin yararı ve
faydası hususunda şöyle bir rivayet kaydedilmektedir: (Güya) Peygamber (sav)
Ensara şöyle demiş: Sizin efendiniz kimdir? Onlar- bir parça cimri olmakla
birlikte el-Cedd b. Kays'tır dediler, Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: Peki
cimrilikten daha da büyük bir hastalık hangisidir ki? Onlar: Bu nasıl olur ey
AUalı'ın Rasûlü? dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bir topluluk
deniz kenannda konakladılar. Cimrilikleri dolayısıyla misafirlerin yanlarına
gelmelerini istemedikleri için; haydi erkeklerimiz kadınlarımızdan uzak
dursunlar ki, erkekler misafirlere karşı kadınların uzak olduğunu söyleyerek
özür beyan etsinler, kadınlar da erkeklerin uzak olduğunu beyan ederek özür
dilesinler; dediler. Bu şekilde hareket etliler ve bu uzun süre böylece devam
etti. Erkekler erkeklerle kadınlar kadınlarla meşgul olup gitti."[334]
Bunu el-Mâverdî "Edebu'd-Dünya Ve'd-Dîn" adlı eserinde zikretmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allalı'dır.
[335]
Cimrilik ve eli
sıkılık hakkında görüş ayrılığı vardır: Acaba bunlar aynı anlamda mtdır yoksa
farklı anlamlarda mıdıriar? Denildiğine göre cimrilik, kişinin yanında hasıl
olanı çıkartıp vermekten imtina etmektir. Eli sıkılık ise yanında bulunmayanı
da elde etmeye tutkunluk demektir.
Yine denildiğine göre
eli sıkılık, hırs ile birlikte cimrilik göstermektir. Sahih olan da budur.
Çünkü Müslim'in Câbir b. Abdullah'tan rivayetine göre Ra-sûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur; "Zulümden sakınınız; çünkü zulüm Kıyamet gününde zulumâttır
(karanlıklardır). Şuhden (eli sıkılıktan) da sakınınız, çünkü eli sıkılık
sizden öncekileri helak etmiştir. Bu, onları biri birleri ninn kanlarını
dökmeye ve biribirlerini haram olan şeylerini helâl bilmeye kadar ittı.[336]
İşte bu; cimrilik,
tarz olan şeyi yerine getirmemektir; eli sıkılık ise müs-tehab olanı yerine
getirmemektir; diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Çünkü eli sıkılık müstehab
olanı vermemek demek olsaydı, dünya ve İhiret-ce helakin sözkorvusu olduğu bu
büyük tehditin ve bu büyük aşın yerginin kapsamına girmemesi gerekirdi. Yine bu
hususu Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayet desteklemektedir: Buna göre
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Allah yolunda toz ile cehennemin
duman] bir müslümanın burun deliklerinde ebediyyers bir arada olmaz. Yine eli
sıkılık ve iman da müslü-man bir kimsenin kalbinde ebediyyen bir arada
olmaz."
[337]
İşte bu, eli sıkılığın
cimrilikten daha çok yerilen bîr şey olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki
bunların birbirlerine eşit §ey]er olduğunu gösteren ifadeler de gelmiştir. O da
Hz. Peygamber'den gelen şu hadistir: Hz. Peygam-ber'e mü'min cimri (banıl)
olabilir mi? diye sorulunca, Peygamber: Hayır diye buyurmuştur.[338]
Yine ci-Maverdi'de
"Edebu'd-Dünya Ve'd-Din" a.dh eserinde Peygamber (sav)m Ensara şöyle
dediğini rivayet etmektedir; "Sizin efendiniz kimdir?" Onlar bir
parça cimriliğine rağmen el-Cedd b. Kays'tır demişlerdi. Bu hadis az önce geçmişti.
Yüce Allah'ın:
"Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" buyruğuna gelince; yüce Allah
bu buyrukla bekasını ve mülkünün devamtnı haber vermektedir. Ezelde böyle
olduğu gibi ebedde de âlemlere muhtaç olmayacağını bildirmektedir. O, büEün
yarattıkları fena bulduktan, mülkleri zail olduktan sonra, yeryüzünün
mirasçısı olacaktır, Bütün mallar, mülkler, haklarında herhangi bir kimsenin
iddiası olmaksızın kalacaklardır.
O bakımdan bu da
insanlar arasındaki adete göre bir çeşit mirasçılık gibidir. Yoksa hakikat
anlam* ile bir miras sözkonusu değildir. Çünkü hakikatte miras alan kişi, daha
önce malik olmadığı bir şeyi miras yoluyla alan kimsedir. Şanı yüce Allah ise
göklerin, yerin ve onlarda bulunan herşeyin mutlak malikidir. Gökler ve
içindekiler, yer ve içindekiler ezelden beri O'nun-dur. Bütün mallar sahipleri
elinde sadece bir ariyettir. Onlar öldükleri taktirde bu sefer o ariyet olan
şeyler aslında gerçek sahiplerine geri dönmüş olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da
bu âyet-i kerimenin bir benzendir "Muhakkak Biz, arza ve üzerindekilere
(evet) Biz mirasçı oluruz." (Meryem, 19/4.)
Her iki âyet-i
kerimenin de anlamı şudur: Yüce Allah, kullarına ölüp de bunları Allah'a bir
miras olarak terk ermeden önce, infakta bulunmalarını ve cimrilik etmemelerini
emretmektedir. Zaten onlara in fak ettikleri şeylerden başkasının faydası da
olmayacaktır.
[339]
181. Andolsun ki Allah: "Gerçekten Allah
fakirdir, bizler zenginiz" diyenlerin sözünü işitmlştir. Dediklerini ve
haksız yere peygamberlerini öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o yakıcı azabı"
diyeceğiz.
182, Bu, ellerinizin
önden gönderdiğinin karşılığıdır. Allah kullarına asla zulmedici
değildir."
"Andolsun ki
Allah; 'Gerçekten Allah fakirdir, bizler zenginiz' diyenlerin sözünü
işitnıiştir." Yüce Allah bu buyruğunda kâfirlerin ve özellikle de
yahudilerin çok çirkin bir sözlerini sözkonusu etmektedir.
Tefsir âlimleri derler
ki: Yüce Allah: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?"
(el-Bakara, 2/245) buyruğunu indirince yahudilerden bir topluluk - el-Hasen'in
görüşüne göre Huyey b. Ahtab bunlardandır. İkrime ve başkaları ise; bu sözleri
söyleyen Fİnhâs b. Âzurâ'dır -: Muhakkak Allah fakirdir, biz de zenginiz ki o
bizden borç istemektedir, dediler. Onlar bu sözlerini aralarından zayıf (kıt
akıllı, zayıf inançlı) kimselere karşı hakikati sulandırmak için söylemişlerdi.
Yoksa böyle bir inanca sahib olduklarından değil. Çünkü onlar Kitab ehii
kimselerdi. Fakat bu sözü söylemekle de kafir oldular. Çünkü onlar aralarından
zayıf olan kimselerle mü'minlerden zayıf olan kimseleri şüpheye düşürmek veya
Peygamber (sav)ı yalanlamak işlemişlerdi. Yani onlar şunu söylemek
İstiyorlardı: Allah, Muhammed (sav)ın söylediği bu söze göre fakirdir; çünkü
bizden borç İstemektedir.
"Dediklerini...
yazacağız.” Yani bu sözlerinin karşılığını ve cezasını onlara vereceğiz. Şöyle
de açıklanmıştır: Biz onların bu sözlerini amel defterlerine yazacağız, yani
Halaza Meleklerine onların bu sözlerini yazmaları için emir vereceğiz.
Böylelikle Kıyamet gününde kendilerine verilecek olan kitaplarında
söyledikleri bu sözlerini okuyacaklar, bununla da onlara karşı getirilecek
olan delil, daha bir sağlamlık kazanmış olacaktır. Bu da yüce Allah'ın: aBiz
onu şüphesiz yazıcılarız" (ei-Enhiyâ, 21/94) buyruğunu andırmaktadır.
"Yazmak'tan
kastın korumak, tesbit etmek olduğu da söylenmiştir. Yani Bizler onları bu
sözlerine karşılık cezalandırmak için, o söyledikleri sözleri tesbit edeceğiz,
koruyacağız,
"Dediklerini"
anlamındaki buyrukta yer alan “: ... terini", "yazacağız"
anlamındaki fiilin etkisi ile nasb rnahallindedir.
el-A'meş ve Hamza; :
Yazacağız" buyruğunu "yazılacaktır" anlamına "ye"
harfi ile; “” diye okumuşlardır. Hamza bu şekildeki okuyuşunda İbn Mes'üd'un
(âyet-i kerimenin son bölümünü: "Tadın o yangın azabını denilecektir;"
(anlamındaki) kıraatini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur.
"Ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerini* yani onların haksız ye re peygamberleri
öldürmelerini de yazacağız. Bu da; peygamberlerin öldürülmesine nia
göstermelerini yazacağız, demektir. Maksat da geçmişlerinin peygamberleri
öldürmeleridir. Fakat daha sonrakiler bu işe rza gösterdiklerinden dolayı
öldürme işinin onlara izafe edilmesi de uygun düşmüştür, eş-Şa'bî'nin huzurunda
birisi Hz. Osman'ın öldürülüşünü güzel bulduğunu ifade etti. eş-Şa'bî ona:
"Sen de onun kanına ortak oldun" dedi. Böylelikle öldürülmeye nza
göstermeyi öldürme olarak değerlendirmiş oldu, (Allah ondan razı olsun)
Derim ki: Bu büyük bir
meseledir. Çünkü masiyete rıza masiyet olarak değerlendirilmelidir. Ebû Dâvûd,
Kinde'li el-Urs b. Arnîra'dan Peygamber Csav)m şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Yeryüzünde günah işlendiği vakit onun işleyişine tanık
olanlar ondan hoşlanmayıp tiksinirse - bir seferinde de: Onu reddederse,
demiştir - tıpkı o nıasiyet, huzurunda işlenmemiş kimse gibidir: Her kim o
günahın işlenmesinde hazır bulunmadığı halde ona rıza gösterirse onun
işlenişinde hazır bulunan kimse gibidir?”[340] Bu
hadis-i şerif bu konuda açık bir nastır. Yüce Allah'ın: "Haksız yere"
buyruğunu ise daha önce Bakara Süresi'nde (2/61. âyetinin tefsirinin
sonlarında) açıklamış bulunuyoruz.
"Ve: Tadın o
yakıcı azabı! diyeceğiz" Bu söz onlara cehennemde yahut ölüm esnasında ya
da hesaplan göreleceğî sırada söylenecektir Diğer taraftan bu sözün, ya Allah
tarafından ya da melekier tarafından söyleneceğine dair iki görüş vardır. İbn
Mes'ud'un kıraatinde: "Denilecektir" anlamında: “” şeklindedir.
Harîk: Yangın; ise alevli yanan ateşin adıdır. Ateş (nar) ise alevli olanı da
olmayanı da kapsar.
Yüce Allah'ın:
"Bu, ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır" yani bu azab daha
önce işlemiş olduğunuz günahlardan dolayıdır. Özellikle ellerin sözkonusu
edilmesi, bu fiilin direkt olarak yapıldığının ve yerine getirildiğinin
anlatılması içindir. Çünkü bazan bir fiilin yapılması, bir insana o işin yapılmasının
emredilmiş olması dolayisi ile sözkonusu olabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onların çocuklarım boğazlıyor (boğazlatıyor)^."
(el-Kasas, 28/4) "Elleriniz" anlamına gelen: “”ın aslı "ye"
harfi ötreli olması şeklindedir. Ağır geldiğinden dolayı bu ötre hazf
edilmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır[341]
183. "Doğrusu
bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir ' peygambere inanmamamız
için Allah bize and verdi" diyenlere de ki: "Benden önce nice
peygamberler size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi. Doğru
söylüyorsanız niçin onları öldür dünüz?"
184, Seni yalanladüarsa senden önce açık belgeler,
sah iteler ve nurlu kitaplar getirmiş rasûller de yalanlanmış tır.
Yüce Allah'ın; ""
(yani diyenler buyruğundaki çoğul takısına tekabül eden İsm-i mevsûl) daha
önceki: "Andolsutı ki Allah... diyenlerin sözünü işitmiştir* buyruğundaki
ismi mevsûl'un bedeli olarak cer mahallinde yahutta: "Kullarına*
buyruğunun sıfatıdır.[342]
Yahut mahzûf bir mub-tedanm haberidir. Yani onlar .., diyen kimselerdir, demek
olur.
el-Kelbî ve başkaları
der ki: Bu âyet-i kerime Kab K el-Eşref, Malik b. es-Sayf, Vehb b. Yahuza,
Finlıas b. Âzurâ ve bir grup kimse hakkında nazil olmuştur. Bunlar Peygamber
(sav)m yanına gelip ona şöyle demişlerdi: Sen Allah'ın seni bize peygamber
olarak gönderdiğini iddia mı ediyorsun? Halbuki Allah bize indirmiş olduğu bir
kitabında: Allah tarafından bir peygamber olarak gönderildiğini iddia eden
herhangi bir peygambere bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe iman
etmememizi cmr etmiştir. Eğer sen bize böyle bir şeyi getirecek olursan biz de
senin doğru olduğunu kabul ederiz. Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi
indirdi.
Denildiğine göre bu
ifade Tevrat'ta vardı fakaı sözün devamı da şöyleydi: Mesih ve Muhammed
gelinceye kadar böyle olacaktır, fakat bu iki peygamber size geldikleri
taktirde, size böyle bir kurban getirmeksizin onlara iman edeceksiniz.
Bir diğer görüşe göre
bu kurban emri Hz. Meryem'in oğfu Hz. Isa vasıtası ile nesh edilinceye kadar sabit
idi. Onlardan peygamber olduğunu iddia eden bir kişi bir kurban keser ve
Allah'a dua ederdi. Daha sonra da dumansız ve hafif bir uğultusu olan beyaz
bir ateş iniyor ve o kurbanı yiyordu.
O bakımdan
yalıudilerin söyledikleri bu söz, onların ileri sürdükleri bir iddiadan
ibaretti. Çünkü ortada bir istisna yahut bir nesh vardı, onlarsa bunu
gizlemişlerdi. O bakımdan onlar bu emre bağlı olduklarını ileri sürerken
aslında gereksiz yere inatçılık ediyorlardı. Peygamber (sav)ın gösterdiği
mucizeler, onların bu iddialarını çürütmek için kesin bir delildir. Diğer taraftan
Hz. İsa'nın mucizeleri de bu şekildedir. Doğru söylediği zorunlu olarak ortaya
çıkanın: sözününün doğru kabul edilmesi de bir zorunluluktur.
Daha sonra yüce Allah
onlara karşı delil ortaya koymak üzere şöyle buyurmaktadır: Ya Muhammed sen de
"de ki:" Ey yahudiler topluluğu "Benden önce nice peygamberler
size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi-" Yani dediğiniz şey
olan kurbanı da getirdi. "Doğru söylüyorsanız niçin on-Jarı öldürdünüz?"
Burada kasıt Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şa'yâ ile kendilerine iman etmeyip
öldürdükleri diğer peygamberlerdir. Allah bu hitab ile onların geçmişlerini
kastetmektedir. İşte Âmir eş-Şa'bî (ra'Jın -az önce nakledilen olayda- okuduğu
âyet-i kerime budur. O bu âyet-i kerimeyi okuyarak - önceden de açıkladığımız
gibi - Hz. Osman'ın öldürülüşünü güze] gören kimseye karşı delil göstermiştir.
Şam yüce Allah'ın geçmişlerinin yaptığı İşe rıza gösterdikleri için Kur'ân'ın
çağdaşı olan yahudilerî de "katil" diye adlandırdığını belirtmişti.
Aralarında yaklaşık 700 yıl gibi bir zaman farkı olmakla birlikte, o onlara bu
adı vermişti.
Kurban kendisi ile
yüce Allah'a yaklaşılan kurban, sadaka ve salih amellerdir. Bu kelime
(yakınlık anlamına gelen) "kurbet"ten fu'lân vezninde bir kelimedir.
Bu vezin ise yerine göre isim, yerine göre mastardır. Meselâ, sultan ve burhan
örnektir. Udvân ve husrân (düşmanlık ve ziyan) ise mastara örnektir.
İsa b. Ömer bu
kelimeyi "kafin ötresine tabi kılarak "re" harfini de ötre-li
olarak "kurubân" diye okurdu. Nitekim zulmet kelimesinin çoğulunun
zu-lumat, hücre kelimesinin çoğulunun hucurat gelmesinde olduğu gibi.
Daha sonra yüce Allah,
Peygamberini ceselli ederek ve onun kalbini hoş tutarak şöyle buyurmaktadır:
"Seni yalanladilarsa senden önce açık beyyi-neler* yani deliller,
"sabiteler" yazılı kitaplar "... getirmiş rasûUer de yalanlanmış
tır."
(Sahifeler) anlamında
aez-Zubur"; kitab, yazılı şey demek olan Zebur kelimesinin çoğuludur. Bu
kelimenin aslı yazmak anlamına gelen "zebr"dir. Zebur diye
adlandırılan her bir şey kitap demektir. İmruuJl-Kays der kî:
"Görüp te beni
kederlendiren btı harabe izleri kimindir? Yemeniden bir hurma ağacı üzerinde
yazılmış bir (zebûr) hat gibi."
Tezbira da yazı
demektir.
Zebur'un zecretmek
anlamına zebrden geldiği de söylenmiştir. Bir kimseyi öfkeli bir şekilde
azarlamak anlamına "zebera" denilir ki, buradan geldiği
söylenmiştir. Kuyunun zebr edilmesi de taşlarla kapatılması demektir.
îbn Amr "Nurlu
kitap" anlamındaki buyruğu "be" harfi ilavesi ile:
"Sahifeler ile ve
nurlu kitaplar ile {.geİmîş)" anlamında okumuştur. Şamlıların MushaPında
da böyledir.
"Münir" ise
apaçık aydınlatıcı demektir Bir şeyi açıklamayı ifade etmek üzere bu kökten
gelen fiil kullanılır. İnâle ve istinâre aynı anlamda olup ''aydınlanmak"
demektir. Her birisi hem lazım hem müteaddi (geçişsiz ve geçişli -aydınlatmak-
olur).
Aynı anlamda olmakla
birlikte "sahifeler ve nurlu kitab"m birlikte zikredilmesi
lafızlarının farklı olduğundan dolayıdır, İkisinin de asıl anlamı belirttiğimiz
şekildedir.
[343]
185. Her «efy ölümü
tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir. O vakit kim
ateşten uzaklaştırılır da, cennete sokulursa, artık o kurtulmuştur. Zaten
dünya bayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
Şanı yüce Allah
cimrilik edenlerin halini ve onların: "Gerçekten Allah fakirdir, bizler
zenginiz" deyip küfre saptıklarını bize haber verdikten sonra mü'minlere
de(bundan bir sonraki âyette); "Andolsun ki... deneneceksiniz"
buyruğu ile sabretmelerini emr etmekte ve bu arada bu halin geçip giden ve
devam etmeyen bir hal olduğunu beyan etmektedir. Çünkü dünya hayaü süresi pek
kısadır, Kıyamet günü de amellerin karşılığının görüleceği gündür.
"Her nefis ölümü
tadacaktır," Buradaki (tadacaktır anlamına gelen): "Zâ-ika"
kelimesi zevk'den gelmektedir. Bu insan için kaçınılmaz şeylerdendir. Hiçbir
canlı bunsuz yapamaz. Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle demiştir;
"Her kim,
sağlıklı bir gençken ölmeyecek olsa dahi yaşlı iken ölür. Ölümün bir yudumu
vardır ki, kişi onu mutlaka tadacaktır."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ölüm bir
kapıdır, herkes o kapıdan girecektir.
Keşke o kapıdan sonra
nasıl bir ev vardır, bir bilebilsem.”
[344]
Genel olarak;
"Ölümü tadıcıdır" ifadesini izafe ile okumuşlardır. Ancak el-A'meş,
Yalıya ve îbn Ebi İshak ise birinci kelimeyi tenvinli, İkinci kelime olan
"ölüm" anlamındaki "el-mevt" kelimesini de esreli olarak; “”
diye okumuşlardır, Ve bunu, çünkü henüz ölümü tadabilmiş değildir, diye
açıklarlar, Çünkü ism-i fail iki türlüdür. Birincisi geçmişteki durumu ifade
eden bîr anlamı ihtiva eder, ikincisi ise gelecekte olacağı ihtiva eder. Şâyeî
birinci anlamı kastetmek istiyor isek, bunda ancak ismi faili kendisinden
sonrakine izafe etmek sozkonusudur.
Mesela: " Zeydi
vurandır. Bekri öldürendir," demek gibi. Zira burada ism-i fail câmid olan
özel isim hükmündedir. "Sahibu Bekrin (Bekr'in arkadaşı)" dernek
gibi. Şair de der ki:
"Onlar ki aşireti
tehlikelere karşı koruyanlardır. Arkalarından onlara herhangi bir kuaur gelip
erişmez."
Şayet ikincisini kast
ediyorsa {.yani gelecekte olacağı kastediyorsa) bu sefer cer, nasb ve tenvin
caiz olur. Bu kabilden olanlarda asi olan İşte budur. Çünkü böyle bir ism-i
fail -muzari fiil gibidir. Şayet fiil müteaddi değil ise ism-i faili de teaddi
etmez. “Ayakta duran Zeyd, gibi. Eğer fiili de müteaddi olursa, sen de İsm-i
faili müteaddi yapıp onunla sonraki kelimeyi nasb edersin ve dersin ki:
"Zeyd Amr'ı vurucudur (yani vuracaktır)." Bu durumda hafifletmek
maksadı ile tenvînin ve izafenin de bafe edilmesi caizdir. el-Merrar'ın şu
beyitlerinde olduğu gibi:
"(Sana) boyun
eğen, rengi beyaz-kırmızıya çalan
Her bir deve(nin
sırtına binip gitmek sureti) ile kederlerini teselli ettir; İpleri (karnı büyük
olduğundan) ancak yeterli gelen; boynu da oldukça uzun olan; İleriye atılan ve
oldukça güçlü olan..."
Görüldüğü gibi burada
jsm-i faillerdeki tenvinleri hafifletmek üzere nasb etmiş bulunmaktadır. Bunun
aslı (meselâ) tenvin ve nasb ile; “” şeklinde olması gerekirdi.
Yine yüce Allah'ın Kitab-ı
Kerîmindeki: "Onlar onun zararını giderebilecekler midir?" (ez-Zümer,
39/30) buyruğu ile bunun benzeri dıger buyruklar da bunu andırmaktadır.[345]
Şunu bii ki, ölümün bir takım sebeb ve
emareleri (belirtileri) vardır. Mümin kimsenin ölüm belirtilerinden bir ianesi
alnının terleme sidir. Bunu Nesâî Hz. Bureyde yolu ile gelen bir hadis-i
şerifte zikretmektedir. Bureyde dedi ki Rasûlulİah (sav) şöyle buyururken
dinledim: "Mümin alnı terleyerek ölür,"[346]
Biz bunu "et
Tezkire" adlı eserimizde açıklamıştık. Müminin ölüm saati yaklaştığında
ona şehadet kelimesi telkin edilir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur;
"Ölülerinize lâ ilahe illallah'ı telkin ediniz."
[347]
Bundan maksat ise kelime-i şehadetin söyleyeceği son söz olması ve böylelikle
son ameli olarak onun kaydedilmeğidir. Ölüye usanç gelmemesi için bu kelime
ona fazlaca tekrar edilmez. Bu esnada Yâsîn Sûresi'ni okumak da müstehabdır.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize lölüm döşeğinde olanlarınıza)
Yâsîn Sûresi'ni okuyun." Bunu da Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
[348]
el-Âcurrî de
"Kitabu'n-Nasîha* adlı eserinde Um ed-Derdâ yoluyla naklettiği şu hadis-i
şerifi zikremektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yanında Yâsîn'in
okunduğu her bir ölüye ölüm mutlaka hafifletilir."
[349]
Ölüm gerçekleştiği ve
göz ruhun arkasına takıldığı vakit - Peygamber (sav)ın -Müslim'in Sahih'inde
[350]
bize haber verdiği gibi - artık ibadet mükellefiyeti ortadan kalkar, teklif
son bulur. Bundan sonra ise hayatta kalanların yerine getirmesi gereken bir
takım işler vardır.
Bunlardan birisi
ölenin gözlerini kapatmak, salih kardeşlerine öldüğünü haber vermektir.
Bazıları ise bunu mekruh görür ve derler ki: Bu (şeriatte neh-yedilen) naiy
(ölünün arkasından feryad ve Figan) kabilindendir, Ancak birincisi daha
sahihtir. Biz bu hususu bundan başka yerde açıklamış bulunuyoruz. Yapılacak
işlerden birisi de onu yıkamak, defnetmek ve teçhizi için gereken hazırlıkları
yapmaktır. Böylelikle onun bedeninin değişmesi önlenmiş olur. Peygamber (sav)
da ölülerini gömmeyi geciktiren bir topluluğa: "Siz, size ait olan
cesetlerinizi defnetmekte acele ediniz"
[351]
diye buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerifte: "Cenazeyi (kabre götürmekte)
acele ediniz" diye buyur-muştur,
[352]
İleride gelecektir.[353]
Ölünün yıkanması,
önceden de geçtiği gibi -şehid dışında bütün müslü-manlar için bir sünnettir
Vacip (farz) olduğu da söylenmiştir. Bunu Kadı Abdüİvehhab nakletmektedir.
Birincisi el-Kitab'da (asıl nüshalarda da böyle) belirtilen görüştür. Sair
ilim adamları da bu iki görüşten birisini benimsemişlerdir. Konu ile ilgili
görüş ayrılığının sebebi ise Peygamber (sav)ın kızı Zey-neb'i yıkaması
hususunda Um Atiyeye'ye -Müslim'in kitabında belirtildiği[354]
üzere- söylediği sözlerdir. Bir görüşe göre bu kızının adı Um Gülsümdür. Ebu
Davud'un eserindeki ifadeye göre Hz, Peygamber: "Siz onu üç veya beş defa
yahut uygun görür iseniz daha fazla yıkayınız," diye buyurmuştur.
[355]
İttm adamlarına göre
ölülerin yıkanması hakkında asıl delil budur. Bir görüşe göre buradaki emirden
kasıt, ölüyü yıkamanın hükmünü açıklamaktır, o taktirde hüküm Vacip olur.
Bir başka görüşe göre
ise bundan kasıt, ölünün nasıl yıkanacağını öğretmektir. O taktirde hadis-i
şerifte vücuba delâlet eden herhangi bir şey olmaz, Bu görüşün savunucuları
derler ki: Bunun nasıl yıkanacağını öğretmeye dair olduğunun delili de:
"Eğer uygun görürseniz" ifadesinin hadis-i şerifte yer almasıdır. Bu
ise emrin zahirinin vücub ifade ettiği hususunun dışına çıkmayı gerektirir,
Çünkü o bunu görüşlerine havale etmiştir.
Ancak bu görüşü
savunanlara şöyle cevap verilmiştir: Sizin yaptığınız bu açıklamanın doğru olma
ihtimali uzaktır. Çünkü: "Uygun görürseniz" iiade-sini, emir ile
alakalı olarak görmemiz ilk anda insanın hatırına gelen bir şey değildir.
Aksine insanın hatırına ilk gelen şey, bu şartın en yakın sözü edilen şey
hakkında olmasıdır, ü da "yahut bundan fazla" sözü ite ilgili olmasıdır.
Yani bu yıkama sayısı ile ilgili olarak bir seçimde bulunmaları ile onları
muhayyer bırakmayı İfade eder.
Genel olarak ölünün
yıkanmasının meşru, şeriatte kendisi İle amel olunan ve terk olunmayan bir iş
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur
Ölüyü yıkama şekli,
bilinen şekli ile cünubluktan yıkanma şekli gibidir. Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-Berr)'in naklettiğine göre ölü icma ile yediden fazla yıkanmaz. Eğer
yedi defa yıkandıktan sonra ondan bir şeyler çıkacak olursa yalnızca o yer
yıkanır. Böyle bir şeyin de hükmü yıkandıktan sonra cü-nubun hadeste bulunması
(abdesttni bozması) hükmündedir. Ölünün yıkanması bitirildikten sonra
kefenlenmesine geçilir. Bu da bir sonraki başlıkta ele alınacaktır:
[356]
Bütün ilim adamlanna
göre ölünün kefenlenmesi vaciptir. Eğer ölünün bir malı varsa bütün ilim
adamlarına göre kefeni malından alınır, Bundan tek istisna Tavus'tan
nakledilen şu sözüdür: Ölünün bıraktığı mal az olsun çok olsun onun malının
üçte bîrinden yapılır. Şayet ölü hayatta iken nafakası başkası tarafından
karşılanması gereken bir kimse ise, kölenin kefen masraflarını efendisi
tarafından karşılanacağı ittifakla kabul edilmiştir. Ancak geçimi babasına,
kocasına yahut oğluna ait olana gelince; bunların kefeni karşılamaları hususu
ihtilaflıdır. Bundan sonra kefeni karşılamak ise beytülmale yahut müslüman
cemaate (kifâye yoluyîa) vaciptir. Kefenin muayyen olarak yerine getirilmesi
gereken miktar, setredilmesi farz olan avret kadarıdır.
Eğer bundan fazla
kefen bulunur da cesedin tümünü kapatamayacak kadar ise, yüzüne ikram olsun
diye ve değişen güzelliklerinin açığa çıkan kısmı orada olduğundan dolayı,
başı ve yüzü örtülür. Bunda asıl dayanak İse Mus'ab b. Umeyr kıssasıdır. Mus'ab
b. Umeyr, Uhud günü çizgili bir aba bırakmıştı- Bu aba ile başı örtüldüğü
taktirde ayakları dışarcfo kalır, ayaklan ör-tüldiiğü taktirde de başı dışarda
kalırdı. Bunun ürerine RasûluUalı (sav) şöyle buyurdu: "Onun bu abasını
baş tarafından itibaren Örtünüz, ayakları üzerine de bir miktar izlıir otu
bırakınız." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[357]
Kefen (parçaların hrı
da tek sayıda olması bütün ilim adamlarınca müste-hab görülmüştür, Hepsi de
kefen hususunda belli bir sayı olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Kefenin
beyaz renkli olması müstehab görülmüştür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Elbiselerinizi beyaz renkliler arasından tercih ediniz. Çünkü beyazlar
en iyi clbiselerinizdir. Ölülerinizi de onlarla kefenleyiniz," Bu hadisi
Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[358]
Peygamber (sav) pamuktan sahûlî (beyaz elbise yahut Yemendeki bir kasabaya
mensub bir ku-maş)dan üç kumaş parçası ile kefenlcnmiştir.
[359]
Beyazdan başka renkle kefen de caizdir, Ancak ipek olmamalıdır. Şayet
mirasçılar kefen hususunda cimrilik gösterecek olurlarsa, Cuma ve bayrama
gittiği vakit giydiği elbiselere benzer bir kumaştan kefenini yapmaları
şeklinde haklarında hüküm verilir.
Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse kardeşini kefenleyecek olursa
onun kefenini güzelinden yapsın." Bunu da Müslim rivayet etmiştir.
[360] Şu
kadar var ki vefat eden kimse bundan daha az oîanı-nı vasiyet eder, Eğer israfa
gidecek bir şekilde vasiyette bulunmuş ise fazlası batıl olur. ÜçEe birden
yapılacağı da söylenmiştir. Ancak birinci görüş daha sahihtir, Çünkü yüce
Allah: "İsraf etmeyiniz" (el-En'âm, 6/141) diye buyurmuştur Hz, Ebû
Bekir de: "Kefen dediğiniz şey, vücudun kan ve irini içindir"
demiştir.
Ölünün yıkanması,
kelenlenmesi bitirilir, sediri üzerine yatırılıp da yakınları tarafından
mezara götürülmek üzere taşınması ise bir sonraki başlığın konusudur:
[361]
Ölüyü mezara götürmek
üzere taşınması halinde çabucak yürümek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Cenazeyi acele götürünüz eğer sallh bir cenaze İse onu
kendisi İçin hazırlanmış bir hayra götürüyorsunuz, eğer böyle değilse o
boynunuzdan çıkaracağınız bir kötülüktür."[362]
Yoksa bugün cahillerin
yavaş yavaş yürüyerek götürdükleri gibi ardı arkasına cenazeyi durdurmak,
nağmeli bir şekilde Kur'ân okumak ve buna benzer Mısır halkının ölülerine yaptıkları
şekilde helâl ve caiz olmayan şeyleri yapmaktan kaçınmak gerekir,
Nesâî rivayet ediyor:
Bize Muhammed b. Abdul Âlâ haber verdi. Bize Ha-lid anlattı, dedi ki: Bize
Uyeyne b. Abdurralıman bildirerek dedi kî: Bana babam anlatarak dedi ki: Ben
Abdurralıman b. Semura'nm cenazesinde hazır bulundum. Ziyad da dışarı çıkmış ve
naaşmın önünden yürüyordu. Abdur-rahman'ın ailesinden ve onların mevâİllerinden
bazı kimseler önce naşı önden karşılıyor, sonra da geri geri yürüyerek; Yavaş
olun, yavaş olun Allah size bereket ihsan etsin, diyorlardı, Böylelikle ağır
ağır yürüyorlardı. Nihayet el-Mirbet yolunun bir bölümünü katetmişken Ebu
Bekir'e (ra) bir katır üzerinde gelerek bize yetişti. Onların bu yaptıklarım
görünce katın üstünde olduğu halde onlara hamle yaptı ve kamçısını üzerlerine
İndirerek şöyle dedi: Bu işi bırakın, Ebul-Kasım (sav)ın yüzünü şereflendirene
yemin ederim ki, Rasûlullah (sav) ile birlikte biz cenazeyi alelacele adeta
koştumrcasma gö-türüyorduk. Bunlar cenazedeküeri rahatlattı.'[363]
Ebu Madde de îbn
Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir, Bizler Peygamberimize (salat ve
selam ona) cenaze ile birlikle yürümeye dair soru sorduk da şöyle dedi:
"Koşmadan daha yavaş olsun, eğer (cenazenin karşılaşacağı) bir hayır ise
o hayra acilen götürülmüş olur, Karşılaşacağı bundan başkası ise cehennem ehli
de uzaklaştınlsın."[364]
Ebu Ömer (îbn
Abdil-Berr) der ki: İlim adamlannın bu hususta çoğunlukla kabul ettiği, normal
yürüyüşten biraz daha hızlı götürmektir. Acele götürmek ilim adamları
tarafından ağır davranmaktan daha müstehab görülmüştün Bununla birlikte cenaze
arkasından gelen zayıflara ağır gelecek kadar çabuk yürümek de mekruhtur.
İbrahim en-Nahâî der ki: Onu azıcık ağır götürünüz. Bununla birlikte yahudi ve
hristiyanların yaptıkları gibi de ağır ağır yürümeyiniz. Bazıları da Ebu
Hureyre yoluyla gelen lıadis-i şerifte sözü edilen acele ve çabukluk
defnetmekle ilgilidir; yürürken acele etmek değildir. Ancak yaptığımız bu
rivayetler dolayısıyla bu açıklamaların bir kıymeti yoktur Başarı Allah'tandır.
[365]
Cenaze namazı cihad
gibi kifaye yoluyla vacip (farz)dır. Malik ve diğer Hım adamlarının mezhebinde
meşhur olan görüş budur. Çünkü Hz. Peygamber Necâşî hakkında: "Haydi
kalkın onun, namazını kılın" diye buyurmuştur.[366]
Esbağ İse, cenaze
namazı sünnettir, demiştir. Bu görüş Malik'den de rivayet edilmiştir. Bu
hususa dair daha fazla açıklamalar ileride Tevbe Sûresi'n-de (9/84. âyette, 5.
başlık ve sonrasında.) gelecektir.[367]
Ölünün toprağa
gömülmesi toprağın içine bırakılması ve üstünün kapatılmasına gelince bu da
vacip (farz)dır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Daha sonra Allak
ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga
gönderdi..." (el-Mâide, 5/31) Orada kabir binasının hükmü ve bunun
müstehab olan bölümü ile ölünün kabre nasıl gömüleceğine dair açıklamalar
gelecektir. Kehf Sûıesi'nde de (.18/21. âyetin tefsirinde) kabir üzerine
mescid bina etmenin hükmüne dair açıklamalar gelecektir, yüce Allah'ın izni
ile.
İşte bunlar ölülere
dair ve ölülerin hayattakiler üzerindeki haklarına dair bir takım hükümlerdir,
Aişe (r.anhâ) dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır; "Ölülere
sövmeyiniz. Çünkü artık onlar önden gönderdiklerine kavuşmuş
bulunuyorlar." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[368]
Nesâî'nin Sünen'inde
de yine Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav)dan
ölen birisinden kötülükle söz edildi. Şöyle buyurdu: "Ölülerinizi hayırdan
başkası ile yad etmeyiniz,"[369]
"Kıyamet günü
ecirleriniz size eksiksiz verilecektir.*1 Müminin ecri sevaptır, kâfirin ecri
ise cezadır. Dünya hayatında karşı karşıya kalınan nimet ve belâ dolayısıyla
ecir veya mükâfat sözkonusu değildir. Çünkü dünya bir
yok oluş meydanıdır.
"O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, cennete sokulursa artık o
kurtulmuştur." Umduğunu elde etmiştir, korktuğundan da kurtulmuştur.
el-A'meş'in Zeyd b.
Vehb'den rivayetine göre, Abdurrahrnan b. Abdi Ra-bi'1-Ka'be, Abdullah b.
Amr'dan, o Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Ateşten uzaklaştırılmayı ve cennete konulmayı arzu eden bir kimse
Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü
olduğuna şahitlik ederken, ölümü gelip onu bulsun ve kendisine yapılmasını
istediği şeyleri de başkalarına yapsın."[370]
Ebu Hureyre'den gelen
rivayete göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Cennette bir kamçıhk
kadar bir yer, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. Arzu
ederseniz: "Kim ateşten uzaklaştırılır cennete sokulursa artık o kurtulmuştur"
âyetini okuyunuz.![371]
"Zaten dünya
hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir." Yani mü'mini aldatıp
kandırır, o da orada çok uzun bir süre kalacağını sanır. Halbuki o fanidir
Meta' (geçimlik);
kendisi ile faydalanılan ve yararlanılan şey demektir, balta, tencere,
kap-kacak gibi. Sonra da bu yok olur ve mülkiyeti kalmaz, Mü-fessirlerin çoğu
bunu böyle telsir etmişlerdir,
el-Hasen der ki: Bu
bitkinin yeşilliği, çocukların oyuncağı gibi bir şeydir. Bundan bir netice elde
edilmez. Katade der ki: Dünya terkedilmiş bir metadır. Fazla zaman geçmeden
ehli ile birlikte yok olup gidecektir. O bakımdan insana yakışan şey bu metadan
gücü yettiğince Allah'a itaat olan şeyleri almaktır. Şu beyitleri söyleyen
şair ne güzel söylemiş:
"Bu dünya yurdu,
eziyet ve pislik yurdudur. Yok oluş ve değişip duran haller yurdudur. Sen onu
her şeyi ile elde edecek olsan dahi; İTıne ondan muradım alamakaizın öleceksin.
Ebediyyen yaşamak,
aleyhine bir zarar olduğu halde;
Ebediyyen yaşayacağı
umuduna kapılan kişi!
Saçların ağarır ve bu
aklık ortaya çıkınca,
Şurnı bil ki
yaşlandıktan aanra yaşamakta bir hayır yok,"
(Aldanış anlamına
gelen:) Gurur'un "ğayn" harfi üstün olarak "el-Garûr" diye
söylenişi şeytan anlamındadır Şeytan yalan vaatlerde bulunmakla ve
umutlandırmakla İnsanı aldatır.
İbn Arefe der ki:
Ğurûr zahiren görüp de sevdiğin fakat onun hoşa gitmeyen yahut bilinmeyen bir
iç yüzü de bulunan şeydir. Şeytan da ğarûr'dur. Çünkü o insanı nefsin sevdiği
şeylere iter. Halbuki bunun ötesinde insanın kötülüğüne olan şeyler vardır. Yine
der ki: İşte ğarar satışı da buradan gelmektedir. Ğarar satışı ise zahiren
insanı aldatan ve iç yüzü bilinmeyen satış şeklidir.
[372]
186. Andolsun ki
mallarınız ye canlarınız konusunda deneneceksiniz. Sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan da incitici bir çok şeyler
işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azme değer işlerdendir.
Bu hitap Peygamber
(sav)a ve onun ümmetinedir. Buyruğun anlamı sudur: Çeşitli musibet ve
acılarla, Allah yolunda infak ve şeriatın diğer mükellefiyetleri ile
mallarınız hususunda andolsun deneneceksiniz, sınanacaksınız. Canlar konusunda
denenmek ise ölüm, hastalık ve sevilenleri yitirmekle olur. Öncelikle
mallardaki denemeden söz etmesi, maldaki musibetlerin çokluğundan dolayıdır.
"... incitici bir
çok şeyler işiteceksiniz" buyruğuna gelince eğer:
"Deneneceksiniz" buyruğunda "vâv" sabit iken;
"İşiteceksiniz" buyruğunda hazf edilmesinin sebebi nedir? diye
sorulsa, bunun cevabı şudur: Birinci fiilde "vâv"dan önceki harfin
harekesi i'ethadır. iki sakin harf yan yana geldiğinden dolayı "vav"
hareke alıp ona özellikle ötre harekesi verilir. Çünkü bu çoğul
"vav"ıdır. Hazfinin caiz olmayışı ise kendisinden önce ona delâlet
edecek herhangi bir harfin bulunmayışıdır. İkinci fiilden önce hazfe-dilmesinin
sebebi ise kendisinden önce ona delâlet edecek harekenin bulunmasıdır.. Diğer
taraftan: "Deneneceksiniz" deki "vav" harfinin hemzeli olması
caiz değildir. Çünkü onun harekesi arızidir. Bunu en-Nahhâs ve başkaları
söylemiştir. Bu fiilin müzekker ve muhatab olmak üzere tekil, ikil ve ço-gulu
sırasıyla, şeklinde gelir.
Bu âyetin nüzul
sebebine gelince; yüce Allah: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan
kimdir?" (el-Bakara, 2/245) buyruğunu indirince Hz. Ebu Bekir bir
yahudinin hafife alarak ve Kur'ân-ı Kerîm'e reddedici bir cevap olmak üzere;
şüphesiz Allah fakirdir, biz de zenginleriz diye bir sözünü işitince, ona bir tokat
attı. Bu yahudi de Hz. Ebu Bekir'i Peygamber (sav)a şikâyet etti; bunun
üzerine bu âyet-i kerime İndi.
Denildiğine göre bu
sözü söyleyen yahudi Finhâs'dır. Bu İkrime'den nakledilmiştir. ez-Zührî'nin
görüşüne göre ise, bu kişi Ka'b b. el-Eşreftir. Âyet-i kerime onun sebebi ile
nazil olmuştur. Ka'b şair birisi idi. Peygamber (.sav.iı ve ashabını
hicvederdi. Kureyş kâfirlerini ona karşı kışkırtırdı. Müslümanların hanımlarım
da diline dolardı. Nihayet Rasûlullah (sav) ona Muham-med b. Mcsleme ve
arkadaşlarını gönderdi de Mulıammed de onu -siyerde ve sahih hadislerde meşhur
olan şekli ile- öldürdü. Bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır.
Peygamber (sav)
Medine'ye geldiğinde orada yahudiler ve müşrikler vardı. Hz. Peygamber ve
arkadaşları onlardan rahatsız edici çok sözler işitirler-di. Buhârî ile
Müslim'de belirtildiğine göre Hz. Peygamber, İbn Ubey'in bulunduğu bir yerden
bir eşek üzerinde geçerken onu Allah'ın yoluna davet etti. Ancak îbn Ubey
şöyle dedi; Söylediğin gerçek olsa dahi sen bizi bu meclislerimizde rahatsız
etme! Haydi yerine geri dön! Senin yanına gelene bu kıssaları anlat. O bu
sözleri söylerken de eşşeğin çıkardığı toz kendisine gelmesin diye eli ile
burnunu tutmuştu. Bunun üzerine İbn Revâha şöyle dedi: Evet, ey Allah'ın Rasûlü
sen bize meclislerimizde teşrif buyur! Biz bunu çok severiz. İbn Ubey'in
etrafında bulunan müşriklerle müslümanlar karşılıklı olarak birbirlerine
sövdüler. Peygamber (sav) ise ortalık yattşıncaya kadar onları teskine devam
etîi. Daha sonra Hz. Peygamber hasta olan Sa'd b. Uba-dc'nin ziyaretinde
bulunmak üzere yanına gitti ve şöyle dedi: "Filanın neler dediğini
duymadın mı?" Sa'd şöyle dedi: Onu affet ve bağışla. Sana Kitabı indirene
yemin olsun ki, Allah seni inen hak ile bize gönderdiğinde bu Medine halkı ona
taç giydirmek ve onu başlarına geçirmek üzere aralarında anlaşmışlardı. Fakat
Allah sana vermiş otduğu hak ile bunu geri çevirince, bu ona ağır geldi ve seni
bundan dolayı kıskandı. İşte senin gördüğün bu işi yapmasının sebebi de budur.
Bunun üzerine Hz. Peygamber onu affetti ve bu âyet-i kerime nazil oldu.[373]
Bunun, savaşma emri
nazil olmadan önce olduğu söylenmiştir. Allah kullarının sabretmesini, takvaya
yönelmelerini teşvik etmiş ve bu işin sabre-dilmeye değer büyük işlerden
olduğunu haber vermiştir. Buhârî'de de hadisin devamında bunun (bu âyet-i
kerimedeki emrin) savaş emrinin nüzulünden önce olduğu belirtilmektedir. Zahir
olan (kuvvetli görüş) bunun da nesli olunmadığıdır. Çünkü en güzel yolla
tartışmak ve idare etmek, ebedi olarak mendub bir iştir. Hz. Peygamber de savaş
emri almakla yahudilerle barış antlaşmaları yapıyor, onları idare ediyor,
münafıkları da affediyordu. Bu da açıkça bilinen bir husustur.
"İşte bu, azme
değer işlerdendir" buyruğu ise, işin zor, sağlam ve metin
olanlarındandır, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Baka-ra,
2/227- âyet, 22. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[374]
187- Hani Allah
kendilerine kitap verilenlerden: Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu
gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı? Onlar ise bunu sırtlarının arkasına
attılar ve onu az bir değere değiştiler. Satın aldıkları şey ne körüdür!
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başık halinde sunacağız:
[375]
Yüce Allah'ın;
"Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden... söz almıştı" buyruğu
yahudilerden söz eden buyruklarla ilişkilidir, Onlara Muhammed (sav)a iman
etmeleri ve durumunu açıkça bildirmeleri emri verildiği halde onlar, Hz.
Peygamber'in niteliklerini gizlediler. O bakımdan bu âyeC-i kerime onlara bir
azardır. Bununla birlikte hem kendilerine, hem başkalarına umumî bir haberdir.
el-Hasen ve Katade der ki: Bu buyruk, Kitaptan herhangi bir şey bilen her kişi
hakkındadır. Her kim bir şey bilirse onu öğretmelidir. Sakın ha ilmi gizlemeye
kalkışmayınız. Çünkü bu bir helak oluştur.
Muhammed b, Ka'b da
der ki: Alim bir kimsenin bildiğini söylemeyip susması helâl olmadığı gibi
cahilin de bilgisizliği üzere kalıp susması helâl değildir- Çünkü yüce Allah;
"Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden... diye söz almıştı"
diye buyurduğu gibi; (cahillere yönelik olarak da) şöyle buyurmaktadır:
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden) sorunuz." (el-Nahl,
16/43; el-Enbiya, 21/27)
E bu Hureyre de der
ki; Şayet Allah'ın kitap ehlinden aldığı söz olmasaydı ben size hiçbir şey
anlatmazdım. Daha sonra şu: "Hani Allah kemlilerine kitap
verilenlerden... diye söz almıştı" âyetini okudu.[376]
el-Hasen b. Umare der
ki: Hadis (rivayet etmeyi) terkettikten sonra ez-Züh-fTnin yanına gittim, onu
kapıda buldum ve şöyle dedim: Uygun görürsen bana hadis rivayet et. O şöyle
dedi: Benim hadis rivayet etmeyi terketliğimi bilmiyor musun? Şöyle dedim: Ya
sen bana hadis rivayet et veya ben sana hadis rivayet edeyim. Sen bana rivayet
et, dedi. Şöyle dedim: Bana Hakem b. Uyeyne, Yahya b. el-Ce7.Zar!dan naklederek
dedi ki: Ali b. Ebi Talib'i şöyle derken dinledim: Yüce Allah ilim adamlarından
öğretmeleri hususunda söz almadıkça cahillerden de öğrenmelerine dair söz
almadı. (el-Hasen dedi ki): Bunun üzerine bana kırk hadis rivayet etti.
[377]
"Onu mutlaka
İnsanlara açıklayacaksınız" buyruğunda Hz. Peygam-ber'in sözü geçmemekle
birlikte, buradaki "onu" zamiri Muhammed (sav)a râcidir. Bu zamirin
Kitaba râci olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sav)ın durumunu açıklamak da
bunun kapsamına girer, Çünkü bu da Kitapta yer alan bir bilgidir.
Yüce Allah devamla
şöyle buyurmaktadır: "Ve onu gizlemeyeceksiniz." Burada yüce Allah'ın
"onu açıklayacaksınız" buyruğunda otduğu gibi değil de; "Onu
gizlemeyeceksiniz" diye buyurması (ve "vav"ın baz-fedilmeyip
"nûn"un şeddeli olarak gelmemesi) hal manasını ifade ettiğinden
dolayıdır. Onu gizlemeksizin onu açıklayacaksınız, demektir.
Ebu Amr, Ebu Bekr
yoluyla gelen rivayette Asım ve MekkeHler: "Onu mutlaka
açıklayacaksınız" diye muhataba verilen emri hikaye yolu İle
"te"li olarak naklettikleri halde diğerleri Clam"dan sonraki
"te" harfi yerine) "ye" ile okumuşlardır. (Mutlaka onu
açıklayacaklar, anlamında). Çünkü (kendilerinden bu şekilde söz alınanlar)
hazır olmayan kimselerdir.
İbn Abbas'dan bunu;
"(Hani Allah peygamberlerden onu mutlaka ... açıklayacaklar diye söz
almıştı" diye okumuştur. Buna göre "onlar ise bunu sırtlarının
arkalarına attılar*" ifadesi peygamberlerin kendilerine açıklamalarda
bulunduğu insanlara ait olur.
İbn Mes'ud'un
kıraatinde ise sonundaki sakil (şeddeli "mın") sözkonusu olmaksızın:
"Mutlaka onu açıklayacaklar" diye okumuştur.
Nebz etmek (atmak);
bir kenara fırlatmak demektir. Buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/101.
âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Sırtlarının
arkasına" ifadesi ise onların geri atmaktaki mübalağalı hâllerini ifade
eder. Yüce Allah'ın: "Siz onu arkanıza atılmış bir şey edindiniz"
(Hûd, 11/92) buyruğu da bu anlamdadır. Yine buna dair açıklamalar Bakara
Sûresi'nde (2/10Î. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Onu az
bir değere değiştiler" buyruğunun ne anlama geldiği de yine Bakara Sûresi'nde
(2/41, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onu tekrarlamanın anlamı yoktur.
"Satın aldıkları şey ne kötüdür" buyruğuna dair açıklamalar da
önceden geçmiş bulunmaktadır (bk. 2/90- âyetin tefsiri). Cenab-î Allah'a
hamdolsun.
[378]
188. O yaptıkları ile
sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin azaptan
kurtarılacaklarını sakta sanmayasın, san-mayasra! Onlar için pek acıklı bir
azap da vardır.
Yani bunların
yaptıkları iş olan savaşlardan geri kalmak ve gelip mazeret beyan etmelerinin
kendileri İçin iyi olacağını sanmayasın.
Bullar! ile Müslim'de
Ebû Said el Hudrî'den gelen rivayete göre Rasûlul-lah (sav)ın döneminde
münafıklardan bazı kimseler Peygamber (sav) gazaya çıktı mı geri kalır, onunla
birlikte çıkmaz ve Rasûlullah (sav)m savaşa çıkmasından sonra geride
oturmalarına sevinirlerdi. Peygamber (sav) geldi mi gider ona özür beyan eder
ve yemin ederlerdi. Ayrıca yapmadıkları işlerden dolayı da övülmeyi de arzu
ederlerdi. Bunun üzerine: "O yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları
şeylerle övülmeyi sevenleri.., sanmayasın" âye£-i kerirnesi nazil oldu.[379]
Yine Bulıârî ve
Müslim'deki rivayete göre Mervan kapıcısına şöyle demiş: Ey RafV haydi İbn
Abbas'a git ve ona de ki: Eğer bizden her bir kişi kendisine verilenden dolayı
sevinir ve yapmadığı işler dolayısı ile övülmeyi sevdiği için azab edilecek
olur ise, hep birlikte azab edileceğiz. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi; Bu
âyet-i kerime ile sîzin ilginiz ne ki? Bu âyet-i kerime kitap ehli hakkında
nazil olmuştur.
Daha sonra İbn Abbas
şu âyet-i kerimeleri okudu: "Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden:
Mutlaka onu insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz diye söz
almıştı" âyeti île: "O yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları
şeylerle övülmeyi sevenleri... sanmayastn" âyetini okudu. (Devamla) İbn
Abbas dedi ki: Peygamber (sav) onlara bir hususa dair soru sordu, onlar da onu
gizleyip Hz. Peygamber'e açıklamadılar. Ona başka bir şey bildirdiler. Yanından
çıktıklarında ona kendilerine sorduğu şeye dair haber vermişler, intibaını verdiler
ve bundan dolayı da övülmeyi istediler. Ayraca ona doğruyu açıklamayıp
gizledikleri ve kendilerine sorduğu soruyu cevaplandırmadıkları için de
sevindiler.[380]
Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî de der ki: Bu âyet-i kerime hakkı gizleyip hükümdarlarına batıllarına
uygun düşecek şekilde bilgiler veren İsrailoğulları alimleri hakkında nazil
olmuştur ve bunlar "onu az bir değere sattılar" yani hükümdarların
dünyalık olarak kendilerine verdikleri şey karlılığında bunu yaptılar. Bunun
üzerine yüce Allah da Peygamberine şöyle buyurdu: "O yaptıkları İle
sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin azab-tan
kurtarılacaklarını sakın sanmayasın, san mayasın. Onlar için pek acıklı bir
azap da vardır." Bu buyruğu ile Allah'ın kulları aleyhine dini ifsad etmiş
olmaları sebebi ile onlar için acıklı bir azab olduğunu haber verdi,
ed-Dahhâk dedi ki:
Yahudiler krallara derlerdi ki: Biz kitabımızda şunu görüyoruz, Allah son
zamanda bir peygamber gönderecek ve onunla peygamberliği sona erdirecektir.
Fakat Allah Muhammed (sav)ı peygamber olarak gön-derince hükümdarlar onlara:
Kitabınızda geleceğini yazılı olarak gördüğünüz peygamber bu mudur? diye
sordular Yahudiler hükümdarların mallarına göz diktikleri için: Hayır bundan
başkasıdır, dediler. Krallar da onlara hazineler dolusu mal verdiler: İşte yüce
Allah bunun üzerine şöyle buyurdu: "O yaptıkları ile sevinen...
sanmayasın" yani basit dünya malını almak için hükümdarlara yalan
söyleyenlerin azabtan kurtulacaklarını sanmayasın, demektir.
Birinci hadisin
muktezası ile ikinci hadisin muktezası farklıdır. Bununla birlikte âyet-i
kerimenin her iki sebeb dolayısı ile nazil olması ihtimali de vardır. Çünkü
her iki olay da aynı zamanda cereyan etmiştir. Böylelikle âyet-i kerime her iki
kesime cevap teşkil etmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Mervan'ın: Eğer bizden
yaptığı işten dolayı sevinen... her bir kişi helak olursa şeklindeki sözleri,
umum ifadelerin kendilerine has sığaları olduğunun delilidir. Ayrıca;
"Kimseler de bunlardan birisidir. Kur'ân ve sünnetten bunu anlamaya ve
kavramaya çalışan kimseler için bu, kesin bir şeydir.
Yüce Allah'ın:
"Ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin..." buyruğuna gelince;
eğer âyet-i kerime savaştan geri kalan münafıklar hakkında değil de kitap ehli
hakkında ise: Çünkü onlar böyle olmadıkları halde: Biz İbrahim'in dini
üzereyiz, diyorlar ve: Bizler namaz kılan, oruç tutan ve kitap ehli olan
kimseleriz, diyen kitap ehli hakkında ise; onlar bundan dolayı övülmek
istiyorlar demek olur. O taktirde; "Kimseler" kelimesi "ye"
harfi ile okunuşa göre; "Sanmasınlar" fiilinin faili olur. Bu da
Nâfi, İbn Âmir, îbn Kesir ve Ebû Amr'ın kıraatidir. Yani bu sevinenler,
sevinçlerinin kendilerini azabdan kurtaracağını sanmasın,
Birinci mefûlun hazf
edilmiş olduğu da söylenmiştir. O da kendilerini öyle sanmasınlar, demektir,
İkinci mefûl ise "kurtanlacaklani kelimesidir.
Kûfeliler ise
Peygamber (sav)'a hitap ile olmak üzere bu fiili "te" harfi ile
okumuşlardır. Yani ey Muhammed, sen o sevinen kimselerin azabtan kurtarılacaklanm
sanmayasm, demektir.
sanmayasuı"
buyruğu ise "te" harfi ile "be" harfini üstün olarak
okunmakta oİup tekid için İade edilmiştir. Bunun birinci me-fûiü ise fiilin
sonundaki "he" ve "mini" {onlar anlamına gelen) zamiridir.
İkinci mefûl ise hazf edilmiştir. Onları da böyle sanmayasın, demek olur.
Baştaki "re" ise atıf edatı yakutta ikinci fiilin birinci fiilden
bedel olması esası üzere zaittir.
ed-Dahhâk ve İsa b.
Amr ise bu fiili başta ute" harfi ile "be' harfi de öt-reli olarak;
": Sanmayasını:" şeklinde okumuştur ki, bununla Muhammed (sav)ı ve
onun arkadaşlarını kast etmektedir.
Mücahid, İbn Kesir,
Ebu Amr ve Yahya b. Ya'mer ise sevinenlerin durumunu haber vermek üzere
"ye" harfi İle ve "be" harfini Ötrelî olarak okumuşlardır.
Yani onlar kendilerini öyle sanmasınlar, demektir.
"Kurtarılacaklarını*
kelimesi ise ikinci mefûi olur O taktirde "Kendilerini sanmasınlar"
(son okunuşa göre) bir tekid olur.
Bir görüşe göre
ise; ...ler, kimseler" kelimesi:
Sanmasınlar'ın failidir. Bunun iki mefûlü ise; "Kendîlerinl sanmasınlar"
fiilinin delâleti dolayısıyla hazf edilmiştir.
Şairin şu beyitinde
olduğu gibi:
"Hangi kitap
yahut haügi âyete göre
Onları sevmenin benim
için bir utanç olduğu görüşündesin ve sanıyorsun."
Şair burada, bir
fiilin meFûlünü zikrederek, ikinci fiilin mePûlünü zikretmeye gerek
görmemiştir. (Âyette) ikinci olarak tekrar edilen "sanmayasın!"
fiilinden sonra: " Kurtaruacaklarını kelimesi ikinci mefûl olarak
gelmiştir. İkinci fiil, birincisinden bedel olduğundan dolayı, (birincisinin)
iki mefûlünün zikredilmesine gerek bırakmamıştır. "La" nefy edatının
başına gelen "fa" zâiddir. Bu gibi fiillerin, tam anlam ifade eden
cümlelerde, herhangi bir hüküm gerektirmeksizin geldiği de söylenmiştir.[381]
Yedi kıraat imamı ve
başkaları çoğunlukla: "Yaptıklarım" kelimesinin "eliPİni medsiz
olarak okumuştur. Yani, gizledikleri ve söyledikleri yalan demektir. Mervan b.
el-Hakem; el-A'meş, İbrahim en-Nehaî ise "verdikleri" anlamında
olmak üzere hemzeyi medli olarak; şeklinde okumuşlardır. Said b. Cübeyr ise
"kendilerine verilen11 anlamına olmak üzere: diye okumuştur.
"Kurtarılacaklarını"
diye anlamlandırdığımız "el-mefâze" kurtulacak yer, kurtuluş
demektir. Onlar kurtulamazlar, anlamındadır. Korkulu geçit yerlerine
"mefâze* adının verilmesi ise teiaul (olumlu anlama ve hayra yormak)
kullanarak öyle çekmesini ummak yoluyla maksadına yöneliktir. Bu açıklamayı
el-Esmaî yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir:
Ona bu ismin veriliş sebebi ölüme götüren ve öiüm tehlikesi olduğu zannedilen
bir yer olduğundan dolayıdır. Araplar bu kökten olmak üzere ölen bir kimse
hakkında "fevveze raculü" derler.
Saleb der ki: Ben
İbnü'l-Arabi'ye el-Esmaî'nin görüşünü naklettim de: Hata etmiştir dedi. Çünkü
Ebu'I-Mekârim bana şöyle dedi: Bu geçit yerine "mefâze" denilmesinin
sebebi, onu aşıp kurtulanın fevz bulduğundan dolayıdır. el-Esmaf de de der ki:
(Yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlar taralından) sokulan kimseye tefeül olmak
üzere "selîm" adı verilmiştir, İbnü'l-Arabi ise der kî: Ona böyle
denilmesi başına gelen musibete teslimiyet gösterdiğinden dolayıdır.
Âyet-i kerimenin bu
bölümü hakkında şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sen sakın onların azabtan
uzak bir yerde olacaklarını sanmayasın. Çünkü fevz hoşa gitmeyen bir şeyden
uzak durmak demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
[382]
189. Göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir.
İşte bu; "Allah
fakirdir biz ise zenginiz'' diyenlere karşı bir delil ve onları bir
yalanlamadır. Âyet-i kerîmenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sakın
sen sevinen bu kimselerin azabtan kurtulacaklarını zannetmeyesin. Herşey
Allah'ındır ve onlar herşeye kadir olanın kabzası içindedirler.
O taktirde âyet-i
kerime bîr önceki âyete atfedilmiş olur. Yani onlar Allah'ın azabından
kurtulamazlar- Ne zaman dilerse onlan azab ile yakalar.
HAllah herşeye
kadirdir" Mümkün olan her şeye gücü yetendir. Bu hususa dair açıklamalar
da Bakara Sûresi'nde (2/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[383]
190. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile
gündüzün değişip durmasında akü sahipleri için elbette âyetler vardır.
191. Onlar ki ayakta,
oturarak ve yanları üstünde yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin
yaratılışını düşünürler (ve derler ki); "Rabbiaooiz, Sen bunları boşuna
yaratmadın. Sen pâk ve münezzehsin. Bizi o ateş azabından koru.
192. "Rabbimlz!
Sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hakir kıldın demektir. Zalimlerin hiç
yardımcıları yoktur.
193- "Rabbimiz!
Doğrusu biz: 'Kabbinize iman edin1 dîye imana çağıran bîr davete iyi işittik ve
imana geldik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Canımızı da
iyilerle beraber al!
194- "Rabbimizl
Bize peygamberlerinle va'dettîklerini ver ve Kıyamet günü rezil etme bizîl
Şüphesiz Sen sözünden asla dönmezsin."
195. Nihayet Rableri
dualarına şöyle karşılık verdi: "Gerek erkek olsun, gerek dişi olsun, her
bir çalışanın hiçbir işini boşa çıkarmam. Birbirİnizdensiniz. Hicret
edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda İşkenceye uğrayanların,
savaşanların ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Allah katından
mükâfat olmak üzere onları altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacağım." Mükâfatın en güzeli Allah katımdadır.
196. Küfre sapanların
diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
197. Az bir geçim.
Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır!
198. Fakat Rablerİnden
korkanlar İçin altından ırmaklar akan cennetler var. Orada ebedîyyen
kalacaklar. Allah'tan bir ikram olmak üzere. Allah katından olanlar, iyiler
için daha hayırlıdır.
199. Şüphesiz kitap
ehlinden öyleleri vardır ki, Allah'a, size indirilene ve kendilerine
indirilmiş olana, Allah'a huşu' duyarak1 ünan ederler. Allah'ın âyetlerini az
bir pahaya değişmezler. İşte onların ecirleri Rableri kalındadır, Allah
şüphesiz hesabı pek çabuk görendir.
200. Ey iman edenler!
Sabredin, sebat gösterin, ribât yapın ve Allah'tan korkun ki, felah bulaşınız.
Bu âyetlere dair
açıklamalarımızı yirmibeş başlık halinde sunacağız:
[384]
Yüce Allah'ın:
"Göklerim ve yerin yaratılışda..." âyetinin anlamı Bakara Sûresi'nde
(2/164, âyette) birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Şam yüce Allah bu sûreyi
âyetleri üzerinde (varlığının, birliğinin belgeleri üzerinde) düşünmek ve
bunları delil olarak değerlendirmeyi emretmekle sona erdirmektedir, Çünkü
bütün bunları ancak Havy, Kayyûm, Kadîr, Kuddûs, Selâm ve âlemlere muhtaç
olmayan bir kimse yapabilir. Bunu düşünsünler ki; imanları taklide değil de
yakîne dayanır olsun.
"Akü
sahipleri" yani deliller üzerinde dikkatle düşünmek hususunda akıllarını
kullanan kimseler "İçin elbette âyetler vardır."
Âişe (r.anhâldan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Bu âyet-i kerime Peygamber (sav)a nazil olunca
kalkıp namaz kıldı. Bilal gelip ona namaz vaktini haber verdi. Ağlamakta
olduğunu gördü, şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını
bağışlamışken yine ağlıyor musun? Şöyle dedi: "Ey Bilal! Şükreden bir kul
olmayayım mı? Bu gece bana yüce Allah: "Göklerin ve yerin yaratılışında
gece 3le gündüzün değişip durmasında akıl sahipleri İçin elbette âyetler
vardır" âyetini indirdi Daha sonra şöyle buyurdu: Bu âyeti okuyup da
bunun üzerinde düşünmeyenin vay haline!"[385]
İlim adamları der ki:
Uykudan uyanan bir kimsenin yüzünü (gözünü) silmesi ve kalkmakla birlikte
-Peygamber (sav)a uyarak- bu on âyet-i kerimeyi okuması müstehabtır. Bu husus
Buharı, Müslim ve başka hadis kitaplarında sabittir, ileride gelecektir.
Bundan sonra da onun için takdir buyurulmuş kadar namaz kılar. Böylelikle
tefekkürle ameli bir arada gerçekleştirmiş olur. Bu (tefekkür) da bu âyet-i
kerimede biraz sonra geleceği üzere, amellerin en faziletlisîdir.
Ebû Hureyre'den
rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav) her gece Âlî İm-rân Sûresi'nin
sonundan on âyet-i kerime okurdu. Bunu hadis hafızı Ebu Na-sr el-Vâilî
es-Sicistânî "el-İbâne" adlı eserinde. Süleyman b. Mûsâ, Müzahir b.
Eşlem el-Mahzûmî'den o el-Makburîden o da Ebû Hureyre'den rivayet ettiğine
göre... diyerek rivayet etmektedir.
Sûrenin baş
taraflarında (ikinci âyet, üçüncü başlıkta) Hz. Osman'dan şöyle dediği
nakledilmiştir: Kim her gece Âli İmrân Sûresi'nin sonunu okuyacak olur İse, ona
bir gece boyunca namaz kılmış gibi (ecir) yazılır.
[386]
Yüce Allah:
"Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üstünde yatarken Allah'ı anarlar"
buyruğunda yüce Rabbimiz, Âdemoğlunun çoğunlukla uzak duramadığı üç ayrı
durumunu sözkonusu etmektedir. Onun bütün zamanı adeta bu üç türlü durum ile
kuşatılmış gibidir. İşte o bakımdan Âişe (r.anlıâ) şöyle buyurmaktadır;
Rasûlullah (sav) bütün zamanlarında yüce Allah'ı zikrederdi. Bu hadisi de
Müslim rivayet etmiştir.[387]
Helada olması ve başka
haller de bunun kapsamına girmektedir. Fakat ilim adamlarının bu konuda farklı
görüşleri vardır. Abdullah b. Amr, îbn Şirin ve en-Nehaî bunu caiz görürken,
İbn Abbas, Ata ve eş-Şa'bî bunu mekruh görmüşlerdir. Ancak âyet ve hadisin
umumî bir anlam ifade etmesi dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. en-Nahaî
der ki; Helada yüce Allah'ı zikretmekte bir mahzur yoktur, çünkü zikir
yükselir. Yani melekler onu nezd-lerindeki amel sahifelerine yazarak
yükseltirler. Buna delil ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: aO bir söz
söylemeyiversin mutlak onun yanında görüp gö zetmeye hazır olan vardır."
(Kaaf, 50/18); "Şüphesiz üzerinizde bekçiler çok şerefli yazıcılar vardır..."
(el-İnfitâr, 82/10-11).
Ayrıca yüce Allah,
herhangi bir istisnada bulunmaksızın her halde ve durumda kullarına zikr
etmelerini emr ederek şöyle buyurmuştur: "Ve Allah'ı pek çok anımz"
(el-Ahzab, 33/41); "Beni anın ki Ben de sizi anayım" (el-Ba-kara, 2/152);
"Şüphesiz Biz iyi amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz" (el-Kehf,
18/30.).
Yüce Allah'ın bu
buyrukları genel ve kapsamlı ifadelerdir. O halde, -yüce Allah'ın izni ile-
durum ne olursa olsun, Allah'ı anmak sevaba ve ecir almaya sebebtir.
Ebû Nuaym zikrederek
der ki: Bize Ebu Bekr b. Malik anlattı, bize Abdullah b. Ahmed b. Hanbel
anlattı, dedi ki: Bana babam an!attı: Dedi ki: Bize Vekî anlattı, dedi ki: Bize
Süfyan, Ata b. Ebi Mervan'dan, o babasından o Ka'b el-Ahbar'dan naklederek dedi
ki: Mûsâ (as) dedi kî: Rabbim, sen yakın mısın Sana sessizce dua edeyim, yoksa
uzak mısın, Sana yüksek sesle yalvara-yım, Rabbİ buyurdu ki: Ey Mûsâ, Ben benî
anan ile bîriikte oturan arkadaşı (gibi)yim. Hz. Mûsâ şöyle dedi: Rabbim,
bizler bazan Seni anmayı Sana tazim ile Seni yüceltmek ile bağdaştıramadığımız
bir halde de olabiliyoruz. O nedir? diye sorunca Hz. Mûsâ; Cünubken ve abdest
bozarken deyince Allah şöyle,buyurdu: Ey Mûsâ! Her halde sen Beni zikret."
Bunun mekruh gören kimseler ise, ya yüce Allah'ı uygun görülmeyen yerde Allah'ı
anılmaktan tenzih etmek için böyle söylemişlerdir. Hamamda Kur'ân okumanın
mekruh olması gibi; ya da zikredenin söylediği sözleri yazmak için kiramen
katibini pislik ve necasetlerin bulunduğu yere gelme zorunda bırakmamak için bunu
mekruh görmüşlerdir. Doğrusunu en İyi bilen Allah'dır.
"Ayakta,
oturarak" hal olmak üzere nasb edilmiştir.
"Ve yanları
üstünde yatarken™ de haî mahal Ündedir: Yani yanlan üzerinde yatmış oldukları
halde Allah'ı anarlar. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir:
"Yanı üzeri yatarken, otururken veya ayakta iken Bize dua eder."
{.Yûnust 10/12) Bu buyrukta sıralama ise öncekinin aksinedir Yani o Bizi yanı
üzere yatarken de dua edip çağırır.
Aralarında el-Hasen ve
başkalarının da bulunduğu bir grup müfessir yüce Allah'ın: "Allah'ı
anarlar..." buyruğunun namazı ifade ettiği görüşündedir. Yani bunlar
namazı kılmamazhk etmezler. Özürlü oldukları halde oturarak yahut yaniarı
üzere yatarak kılarlar. Bu âyet-i kerime (bu yönüyle) yüce Allah'ın gu buyruğunu
andırmaktadır; "Artık namazı bitirdiğinizde ayakta, otururken ve
yanlarınız üzere iken Allah'ı zikredin." Cert-Nisâ, 4/103) îbn Mes'ud'un
görüşüne göre de -İleride geleceği gibi- böyledir. (Yani özürlü oldukları
hallerde oturarak ve yanlan üzere yatarak namazı kılarlar demektir).
Eğer bu âyet-i kerime
namaz hakkında ise fıkhı (anlaşılması) şu şekilde olur: İnsan ayakta namaz
kılar, eğer ayakta duramıyor ise oturarak kılar, eğer buna da gücü yetmiyor ise
yanı üzere yatarak namazını kılar. Nitekim Imran b. Rusayn'dan şöyle bilgi
sakıt olmuştur: Benim basurum vardı. Peygamber (sav')a nasıl namaz kılacağıma
dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Ayakta namazını kıl, gücün yetmiyor
ise oturarak, ona da gücün yetmiyor ise yanın, üzere yatarak (kıl)." Bu
hadisi hadis imamları rivayet etmiştir.[388]
Müslim'in Sahihinde
belirtildiğine göre[389]
Peygamber (sav)da vefatından bir yıl önce nafile namazı oturarak kılardı,
Nesaî de Âişe (r.anhâ)dan şöyle dediğini rivayet etmekdedir; Ben Rasûlullah'm
bağdaş kurarak namaz kıldığını gördüm. Ebu Abdurrahman der ki: Ben bu hadisi
Ebü Dâvûd el-lla-senî'den başka bir kimsenin rivayet ettiğini bilmiyorum; o ise
sika (rivayetine güvenilir) bir ravidir. Bununla birlikte ben bu hadisin ancak
hata olduğunu zannediyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.[390]
İlim adanılan hasta ve
oturan kimsenin namaz ksîma keyfiyeti ve şeklî hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İbn AbdTl-Hakem Malik'den böyle bir kimsenin kıyam halinde bağdaş
kuracağından söz etmektedir. el-Buveytî de Şafiî'den bunu rivayet etmektedir.
Secde etmek istediği ?aman ise gücü yettiği kadarı ile secdeye hazırlanır.
(Şafiî) dedi ki: Nafile kılan kişi de böyle yapar. es-Sevrî'nin görüşü de buna
yakındır, el-Leys, Ahmed, îshak, Ebû Yusuf ve Muhammed de böyle demiştir. Müzem
yolu ile gelen rivayette ise Şafiî şöyle demektedir Bütün namazında teşehhüd
için oturduğu gibi oturur. Ayrıca bu Malik ve arkadaşlarından da rivayet
edilmiştir. Ancak meşhur olan birinci rivayettir. "el-Müdevvene"mn
zahirinden anlaşılan da odur.
Ebû Hanife ve Züfer
ise der kî: Teşehhüd için oturduğu gibi oturur, rükû' ve sücudu da bu şekilde
yapar.
[391]
Dedi kî: Eğer
oturamıyor ise yanı üzere veya sırtı üzere namaz kılmakta, muhayyerdir.
el-Mudevvene'deki görüş budur. Ayrıca îbn Habib, İbnu'l Ka-sım'dan sırtı üzere
(yatarak) namaz kılacağım nakletmektedir. Eğer buna gücü yetmiyor ise, sağ
yanı üzere, buna da gücü yetmiyor ise sol yanı üzere namaz ktlar.
İbn Mevvaz'm Kitabında
ise bunun aksi zikredilmektedir. (Önce) sağ yanı üzere namaz kılar aksi
taktirde sol yanı üzere kılar, buna da gücü yetmezse sırtı üzere (yatarak)
namazı kılar.
Sulınûn ise der ki:
Lahdine gömüleceği şekilde sağ yanı üzere namaz kılar. Aksi taktirde sim üzere
namaz kılar, buna da gücü yetmezse sol yanı üzere namaz kılar.
Malik ve Ebû Hanife
ise der ki: Yanı üzere yatarak namaz kıldığı taktirde ayakları kıble tarafında
olur.
Şafiî ve es-Sevrî
derler ki: Yanı üzere yüzünü kıbleye döndürmüş olarak namazı kılar.
[392]
Şayet namazda iken
hastalığı hafiflediğinden dolayı güç bulacak olursa, İbnu'l-KasınVın dediğine
göre namazın geri kalan bölümünde ayağa kalkar ve kıldıklarını esas alarak
namazını tamamlar. Aynı zamanda bu, Şafiî, Züfer ve Taberî'nin de görüşüdür.
Ebu Hanife, iki
arkadaşı, Yakub (Ebu Yusuf) ve Muhammed ise bir rekâtı yanı üzere namaz
kıldıktan sonra sağlığına kavuşan kimse hakkında şöyle derler: Bu sefer namaza
baştan başlar. Eğer oturarak rükû1 ve secde yapıyorsa; sonra sağlığına
kavuşacak olursa, Ebu Hanife'nin görüşüne göre namazının geri kalan kısmım
tamamlar fakat Muhammed'in görüşüne göre namazın geri kalan kısmını tamamlamaz
(yeniden başlar).
Ebu Hanife ve
arkadaşları derler ki: Ayakta iken namaza başladıktan sonra namazını ima ile
kılacak hale gelecek şekilde hastalanırsa, (ayakta kıldıklarını) esas alarak
namazın geri kalan kısmını tamamlar. Bu görüş Ebu Yusuf tan da rivayet
edilmiştir, İmam Malik İse rüku da yapamayan sücud da yapamayan, bununla
birlikte ayakta durup oturabilen hasla hakkında şöyle demistir: Böyle bir kişi
ayakta namaz kılar ve rükua ima ile işarette bulunur. Secde etmek istediği
vakit oturur ve secdeye ima ile işarette bulunur. Bu aynı zamanda Ebu Yusuf'un
da görüşüdür. Kıyasa göre Şafiî'nin de görüşü böyle olmalıdır. Ebû Hanife ve
arkadaşları da böyle bir kimse oturarak namaz kılar, derler.
[393]
Sağlıklı kimsenin
yatarak namaz klimasına gelince; İmran b. Husayn yolu ile gelen bir hadis-i
şerifte başkalarında olmayan bir fazlalık vardır. Bu fazlalık da şu
şekildedir: "Yatarak namaz kılanın namazı ise oturarak namaz kılanın
namazının yansı kadardır."[394]
Ebû Ömer {İbn
Abdi'1-Berr.) der ki: İlim ehlinin çoğunluğu nafile namazın yatarak kılınmasını
caiz kabul etmezler. Bu ise ancak Huseyn el-Muallim diye bilinen bir kimsenin
rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Bu da Hüseyn b. Zek-vân'dtr. O, Abdullah
b. Bureyde'den o da İmran b. Husayn yoluyla rivayet edilmiştir. Hadisin
senedinde olsun, metninde olsun bu konuda karar vermemeyi gerektirecek şekilde
ihtilaflı rivayetleri gelmiştir. Eğer bu hadis sahih ise, bunun ne anlama
geldiğini bilemiyorum. Şayet ilim ehlinden herhangi bir kimse oturarak veya
ayakta durmaya gücü yeten kimsenin yatarak nafile namaz kılmasını caiz kabul
etmiş ise; o taktirde bu haberdeki bu fazlalık bunun açıklamasıdır. Ve bu
fazlalık bu görüşü kabul edenlerin lehine bir delildir. Şayet oturmaya yahut
ayakta durmaya gücü yeten kimsenin yatarak nafile namaz kılmasının mekruh
olduğunu icma ile kabul etmiş iseler; o taktirde Hü-seyn'in rivâyetiyie gelen
bu hadis ya yanlıştır yahutta nesh edilmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-İ kerime ile göklerin ve yerin yaratılışını, değişip duran bir
varlığın mutlaka onu değiştiren bir varlığa ihtiyacı olduğuna ve bu
değiştirenin de kemâl derecesinde kadir olması gerektiğine peygamberler
gönderebileceğine delil gösterenler kast edilmiştir. Bir Rasûl gönderecek ve
tek bir mucize ile olsa bile onun doğruluğuna dair delil konulacak olursa,
hiçbir kimsenin (iman etmemeye dair) ileri sürebileceği bir mazereti olmaz.
İşte her hallerinde Allah'ı anan kimseler bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'dır.
[395]
Yüce Allah'ın:
"Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" buyruğuna gelince; biz
daha önce "anarlar" buyruğunun anlamına dair açıklamalarda bulunduk,
Bu anıştan kasıt ya dille Allah'ı zikretmektir yahut farz ve nafilesi ile namaz
kılmaktır. İşte yüce Allah bu iki anlamdan birisine bir diğer ibadeti attetmiş
bulunmaktadır ki; bu da yüce Allah'ın kudreti ve yaratı klan, O'nun dört bir
yana yaydığı ibretli hususlar üzerinde düşünmektir. Tâ ki bu, onların basiretini
artırsın.
"Her bir şeyde
O'nun bir ve tek olduğuna Delâlet eden bir âyet (alâmet, belge) vardır"
Buradaki
"düşünürler" buyruğunun hal olmak üzere atf edildiği de söylenmiştir.
Bunun münkatı olduğu da söylenmiştir. Ancak birincisi daha uygundur.
Düşünmek (fikre);
kalbin bir şey hakkında düşünüp durmasıdır. Tefekkür çokça düşünmek demektir.
Çokça düşünen bir adam hakkında; denilir.
Peygamber (sav)
Allah'ın zats hakkında düşünen bir topluluğun yanından geçer ve onlara der ki:
"Sizler yaratıklar hakkında düşününüz; fakat yaratıcı hakkında
düşünmeyiniz, sizler Onu hakkıyla takdir edemezsiniz."'[396]
Aslında tefekkür,
ibret almak ve zihnin etraflı bir şekilde düşünceye dalması, yaînız mahlukat
üzerinde olmalıdır. Nitekim yüce Allah: "Göklerin ve yerin yaratılışını
düşünürler" diye buyurmuştur. Nakledildiğine göre Süf-yan es-Sevrî (ra)
Makamı İbrahim arkasında iki rekât namaz kıldıktan sonra semâya doğru başını
kaldırmış, yıldızları görünce baygın düşüvermiş. Uzun uzadıya kederlenip
düşünmesinden dolayı küçük abdesti kan gibi gelirmiş.
Yine Ebû Hureyre
(ra)dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiş: Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki:
"Bir adam yatağında sırt üstü yatmış iken başını kaldırıp yıldızlara ve
göğe bakmış ve demiş ki; şahitlik ederim ki senin bîr rab-bin ve yaratıcın
vardtr. Allah'ım bana mağfiret buyur. Yüce Allah da ona nazar etti ve mağfiret
buyurdu,"[397]
Yine Wz. Peygamber
(sav): "Tefekkür gibi bir ibadet yoktur" diye buyurmuştur.[398]
Yine şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir; "Bir anlık tefekkür bir yıllık
ibadetten hayırhdır."![399]
İbnü'l-Kasım da
Malik'den şöyle dediğini rivayet etmektedir. Um ed-Derda.'ya şöyle denilmiş.
Ebu'd-Derdâ'ntn en çok görünen hali ne idi? Um ed-Derda şöyle demiş: O en çok
tefekkür edendi. Ona (L Mâuk'e) şöyle sorulmuş: Senin görüşüne göre tefekkür
salih amellerden bir amel midir? O: Evet çünkü o yakînin kendisidir, diye cevap
vermiş,
İbnü'l-Müseyyeb'e öğle
ile İkindi arasında namaz kılmak hakkında soru sorulmuş o: Bu bir ibadet
değildir, demiş. İbadet yüce Allah'ın haram kıldığı şeylerden kaçınmak ve Allah'ın
emri üzerinde tefekkür etmektir.
el-Hasen der ki: Bir
anlık tefekkür bir gece boyunca namaz kılmaktan hayırlıdır. el-Hasen ayrıca
şöyle der: Düşünmek mü'minin aynasıdır, o bu aynaya bakarak iyilik ve
kötülüklerini görür.
Üzerinde tefekkür
edilecek hususlardan bir tanesi de haşr, neşr, cennet, cennetin nimetleri,
cehennem ve azabı gibi âhîretin korkutucu halleridir.
Rivayet edildiğine
göre Ebu Süleyman ed-Dârânî (ra) gece namazı kılmak üzere abdest almak için bir
su kabı aldı. Yanında da bir misafir vardı. Bu misafir onun, kabı kulbundan
tutmak üzere parmağını soktuğunu görmüş ve tan yeri ağarıncaya kadar bu halde
tefekkür edip durmuş. Misafiri ona: Bu ne oluyor, ey Ebu Süleyman? deyince o
şöyle demiş: Elimi bu kabın kulbu-na sokunca yüce Allah'ın şu buyruğu üzerinde
düşündüm: KO zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunur...
sürüklenecekler." (el-Mümin, 40/71.) İşte ben Kıyamet gününde boynuma
tasma atılacağında ne yapabileceğimi ve durumumu düşündüm. Sabah oluncaya kadar
da bu halim devam etti.
İbn Atiyye der ki:
İşte bu, korkunun en ileri derecesidir. Fakat İşlerin en hayırlısı orta yollu
olanlarıdır. Tutumları senet olan ümmetin ilim adamları bu yolu tutmamışlardır.
Anlayıp faydalanması umulan kimseler için yüce Allah'ın Kitap ilmini ve Rasûlulah
(sav)ın sünnetinin manalarını okumak böyle bir işten daha faziletlidir.
İbnu'I-Arabi der ki:
İnsanlar şu İki amelden hangisinin daha faziletli olduğu hususunda farklı
görüşlere sahiptir. Tefekkür mü yoksa namaz mı? Su-filer tefekkürün daha faziletli
olduğu görüşündedirler. Çünkü tefekkür marifeti doğurur. Bu ise Şer'î
makamların en faziletlisidir. Fukahâ'nın görüşüne göre ise namaz daha
faziletlidir. Çünkü hadis-i şerifte namaz teşvik edilmiş, namaza çağırılmış
(ezan) ve namaz özellikle (mükâfat vaadiyle) teşvik edilmiştir.
Buhârî ve Müslim'de
İbn Abbas'dan teyzesi Meymune'nin yanında geceyi geçirdiğine dair bir rivayet
vardır ki; bunda şu ifadeler de yer almaktadır: Rasûlullah (sav) kalktı,
yüzünden uykunun etkilerini sildi. Daha sonra Bakara Sûrf si'nin son on
âyetini okudu. Duvarda asılı bir kırbaya doğru girip onu aldı. Oradan az su
kullanarak bir abdest aldı. Daha sonra da onüç rekât namaz kıldı...[400]
Şimdi, Allah'ın
rahmeti üzerinize olsun, siz Hz. Peygamber'in önce yaratıklar üzerinde tefekkürü
sonra da namaza yönelişini bir arada yaptığına bir bakınız. İşte kendisine
güvenilecek sünnet uygulama budur. Sufiler şeyhin bir gün, bir gece yahutta bir
ay aralıksız olarak düşünmesine gelince; bu insanlara yakışmayan ve
doğruluktan uzak bir yoldur ve böyle bir uygulamanın sünnete uygunluğu
sözkonusu değildin
İbn Atiyye der ki:
Babam da bana doğudaki ilim adamlarından birisinden şöyle dediğini
nakletmektedir: Mısır'da el-Akdam mescidinde geceyi geçiriyordum. Yatsı
namazını kıldım, bir adamın sabah namazına kadar üzeri örtülü olduğu halde
yattığım gördüm. Biz ise o gece namaz kıldık. Sabah namazı için kamet
getirilince sözünü ettiğim o adam kalktı, kıbleye yönelip cemaatle birlikte
namaz kıldı. Ben onun abdestsiz bir şekilde namaz kılma cüretini çok büyük bir
iş olarak değerlendirdim. Namazı bitirdikten sonra çıkıp gitti. Ben de ona
öğüt vermek kastıyla arkasından gittim. Fakat ona yak-laşcığım sırada şöyle bir
sür okumakta olduğunu gördüm:
"Bedenim örtülü
gaip ve hazırım
Kalbi uyanık sessiz ve
zâkirim
Gayblarda gizlenmiş
(kabzolmuş) ve bast olmuşum.
işte hem arif hem
aâkir olan böyle olur.
Gecesini düşünce ile
geçirir de
Gece boyunca o hem
uyuyandır, hem de uykusuz kalan."
Anladım ki bu kişi
düşünerek İbadet eden kimselerden birisidir, o bakımdan onunla konuşmaksızın
bırakıp gittim.
[401]
"Rabbimiz! Sen
bunları boşuna yaratmadın" yani onlar şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları
eğlence olsun, abes yere yaratmadın, aksine Sen bunları kudret ve hikmetine
delil olmak üzere yarattın.
Bâtıl (mealde: Boş)
zail olan ve giden demektir. Lebîd'in şu mısraı da bu manadadır:
"Haberiniz olsun
ki Allah'tan başka her şey batıldır."
Yani zeval bulucudur
yok olucudur.
"Boşuna",
bâtıl kelimesinin mansûb olması, hazf edilmiş bir mastarın sıfatı olduğundan
dolayıdır. Yani sen bunu boş bir yaratma olsun diye yaratmadın, demektir.
Cenine sebeb olan edatın kaldırılması dolayısıyla mansûb olduğu da
söylenmiştir. Yani; Bâtıl olsun diye bunları yaratmadın, demektir. İkinci mefhum
olarak nasb edildiği de söylenmiştir. O taktirde yarattı Gıalaka); kıldı, var
etti, anlamında olur.
" Münezzehsin
ifadesi ile ilgili olarak, en-Nahhas Mûsâ b. Talha'dan senedini kaydederek
şöyle demiştir; Rasûlullah (sav)a "Subhanallah"ın ne demek olduğuna
dair soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuş: "Allah'ın kötü şeylerden uzak
bilinmesi, tenzih edilmesi demektir."[402] Bu
hususa dair açık-tamalar yeteri kadar Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet 17-
başhkta) geçmiş bulunmaktadır.
"BİZİ o ateş
azabından koru" yani bizi o ateş azabından himayene al. Buna dair
açıklamalar da önceden (el Bakara, 2/201. âyet 2. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[403]
Yüce Allah'ın:
"Rabbİmiz! Sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hakir kıldın
demekti?" buyruğu zelil kıldın, küçük düşürdün demektir, anlamındadır.
el-Mufaddal ise onu helak ettin, anlamına gelir demiş, ve şu beyiti buna örnek
göstermiştir:
"Helak etsin
Cahzâ) o ilâh ki, haça tapanları Ve rahiplerin şapkalarını giyenleri."
Bu kelimenin, rezil
etmek ve uzaklaştırmak anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Ahzâhullah" denilir ki; Allah onu uzaklaştırsın ve ona gazab etsin
manasına gelir. Bu kelimenin ismi "hizy" gelir. îbn es-Sİkkît der
ki: Bir belâ ve musibete duçar olmak anlamına da kullanılır.
Vaîd sahipleri (Mutezile)
bu âyet-i kerimeye dayanarak şöyle derler: Cehenneme girdirilen bir kimsenin
mü'min olmaması gerekir, çünkü yüce Allah: "Şüphesiz onu hakir kıldın,
demektir" diye buyurmaktadır. Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır:
"O gün Allah Peygamberi ve onunla birlikte olan iman edenleri hakir
kılmayacaktır." (et-Tahrim, 66/8) Ancak onların bu iddiaları red olunur;
çünkü büyük günah işleyen kimsenin daha önce geçtiği gibi ve ileride de
geleceği üzere, iman adı zail olmamaktadır. Yüce Allah'ın: "Sen kimi
ateşe sokarsan" buyruğundan kasıt, cehennemde ebedi bırakırsan, demektir,
ki bunu Enes bin Malik söylemiştir. Karade de der ki: Tudhil (sokarsan)
kelimesi, tuhlıd (.ebedi bırakırsın) kelimesinin maklûbu-dur. (Yani harfleri
yer değiştirilerek oluşmuş bir kelimedir.) Bununla birlikte biz Harûrâlılann
(Haricîlerin) dedikleri gibi demeyiz.
Saİd b, eİ-Müseyyeb de
der ki: Bu âyet-i kerime ateşten çıkartılmayacak bir topluluk hakkında özeldir.
Bundan dolayı yüce Allah: "Zalimlerin" yani kâfirlerin "hiç yardımcıları
yoktur" diye buyurmaktadır.
Mana bilginleri de
derler ki: Hızy {hakirlik, horluklun haya anlamına gelme ihtimali de vardır.
Utanan bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler
kullanılır. Şair Zu'r-Rimme der ki:
"Bir utanma kapladı;
onu
Habl tarafından
geldiği vakit; gazab ile karışmış."
Buna göre o günde
mü'minlerin "hızy"inden kasıt, cehenneme girecekleri için oradan
çıkıncaya kadar diğer din sahiplerinden utanmaları demektir. Bunun kâfirler
için ifade ettiği anlam ise, ölüm sözkonusu olmaksızın orada helak
olmalarıdır. Müminlerin ise cehennemde kalmalarının bir nihayeti vardır.
Böylelikle onlardan ayrılmış oluyorlar. Nitekim Müslim'in Sahih'inde rivayet
ettiği Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen sahih sünnette de böylece sabit
olmuştur[404] ki; bu hadis-i şerif daha önceleri geçtiği
gibi, İleride de gelecektir.
[405]
Yüce Allah'ın:
"Rabbimiz! Doğrusu biz: Rabbinize iman edin, diye imana çağıran bir
daVetçiyi işittik" buyruğunda davetçiden kasıt Muhammed (sav)dır. Bunu İbn
Mes'ud, tbn Abbas ve mütessirlerin çoğu söylemiştir.
Katade ile Muhammed
bin Ka'b el-Kurazî ise; o Kur'ârt-ı Kerîm'dir, derler. Çünkü onların hepsi
Rasûlullah (sav)i işitmiş değildir. Yüce Allah'ın cinlerden iman edenlere dair
vermiş olduğu haber onların bu görüşlerinin de delilidir. Çünkü cinler:
"Gerçekten, biz hayrete düşüren bir Kurbân dinledik ki o rüşd'e (hakka ve
doğruya) götürüyor" (el-Cin, 12/1-2) demişlerdi.
Birinci görüşün
sahipleri şöyle cevap vermektedirler: Kur'ân-ı Kerîm'i işiten kimse Peygamber
(sav)m kendisiyle karşılaşmış gibidir. Bu da mana İtibari ile doğrudur.
"İman edin diye
buyruğundaki Diye" kelimesi cer harfinin hazf edilmesi esası üzere nasb
mahallindedir, Yani; İman edin diye, anlamındadır.
Bu ifadede taktım ve
tehir vardır. Yani bizler bir münadi işittik ki, o imana çağırıyordu,
demektir. Bu da Ebu Ubeyde'den nakledilmiştir.
" İmana"
buyruğundaki "lâm"ın anlamına olduğu da söylenmiştir ki, imana
çağıran... demektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olctu-ğu gibi: "Sonra
kendilerine yasak kılınan, şeylere dönen..." (el-Mücâdele, 58/8);
"Çünkü Rabbin ona uahy etmiştir" (ez-Zilzâl, 99/5); "Bizi bu
yola hidâyet eden Allah'a hamd olsun" (el-A1raf', 7/43) Buradaki bütün
"lâm" harfleri "ilâ" anlamındadır. Bunun benzerleri pek
çoktur. Bir görüşe göre buradaki "lam'ın ecl (için, dolayı) anlamında
olduğu da söylenmiştir. Yani: Bizi iman için çağıran, anlamında olur.
[406]
Yüce Allah'ın:
"Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört" buyruğu yapılan
duayı tekid ve duada mübalağadır Her iki ifadenin de anlamı aynıdır. Çünkü
mağfiret de keffaret de (günahları) örtmek bağışlamak anlamındadır.
"Canımızı da
iyilerle birlikte al." Yani peygamberlerle birlikte olan iyi kimseler
olarak al; yani bizi iyi kimseler arasında bulundur,
Ebrâr kelimesinin
tekili "berr" ve "bârr" dır. Asıl anlamı genişlikten gelmektedir.
Birr, adeta yüce Allah'a itaatta bir genişlik ve Allah'ın rahmetinin de onu
kuşatan bir genişlik gibidir.
[407]
Yüce Allah'ın:
"Rabbimiz! Bize peygamberlerinle" yani peygamberlerin aracılığı ile;
onların ifadeleri vasıtası ile "vaadettikleriniver." Bu buyruk da:
"O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunu andırmaktadır.
el-Ameş ve ez-Zührî; Peygamberlerin"
kelimesini "sin" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır.
Burada peygamberler ve
vaad olunan şeyden kasıt, pegamberlerin ve meleklerin mü'minlere mağfiret
dilemesi şeklinde sözü edilen hususlardır. Melekler de yeryüzünde bulunanlar
için mağfiret dilerler. Ayrıca Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in mü'minlere yaptıkları
zikr edilen duaları ile Peygamber (sav)ın ümmetine mağfiret dilemesi bu vaad
olunan şeyler arasındadır
"Ve Kıyamet günü
rezil etme bizi!" Bizi azaplandırma, helak etme, rüs-vay etme, küçük
düşürme, rahmetinden uzaklaştırma, Kıyamet gününde bize gaz ab etme!
"Şüphesiz Sen
sözünden asla dönmezsin.n "Rabbimiz bize peygamberlerinle bize vaad
ettiklerini ver" ifadesini onun sözünden asla dönmeyeceğini bilmelerine
rağmen kullanmaları nasıl açıklanabilir? diye sorulursa bu soruya üç türlü
cevap verilebilir:
a. Şanı yüce
Allah iman edenlere cennet vaadinde bulunmuştur. Onlar da rezil edilmeden ve
cezalandırılmaksın kendilerine bu vaadin yapıldığı kimselerden olmayı
istediler.
b. Onlar bu duayı
Allah Teâlâ'ya ibadet ve itaatle boyun eğmek niyeti ile yapmışlardır. Dua da
ibâdetin beynidir. Bu da yüce Allah'ın: "De ki: Rabbim, hak ile
hükmet" (el-Enbiyâ, 21/112') buyruğunu andırmaktadır. O haktan başkası
ile hükmetmem eki e birlikte, böyle demesi emrolun muştur.
c.
Onlar bu
duaları ile düşmanlarına karşı kendilerine vaad olunan zaferin acilen
verilmesini istediler. Çünkü bu dua, Peygamber (sav)ın ashabı tarafından
yapıldığı nakledilen bir duadır. Onlar bu taleplerini dinin güçlenmesi ve aziz
kılınması için yapmışlardır. Doğrusunu en İyi bilen Allah'dır.
Enes bin Malik'in
rivayetine göre Rasûlutlah şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah,
her kime belli bir amel karşılığında bir sevap vereceği vaadinde bulunmuşsa,
mutlaka o kendi katından bir rahmet olmak üzere ona verdiği bu sözünü yerine
getirecektir, her kime de belli bir amele karşılık olarak bir ceza vaadinde
bulunmuşsa bu hususda yüce Allah muhayyerdir. (Yani dilerse o cezayı verir,
dilemezse vermez)."[408]
Araplar da sözde
durmamayı yerer ve buna karşılık yapılan tehdidi ise yerine getirmemekten
övgüyle söz ederler. O kadar ki şair (Âmir bin et-Tufayl) şöyle demiştir:
"Yaşadığım sürece
korkmasın amcamın oğlu benim satvetimden; Ve ben tehdit edenden korkarak asla
saklanmam. Ben onu her ne zaman tehdit ettim veya ona vaadde bulundu isem;
Tehdidimi gerçekleştirmem, fakat verdiğim sözü yerine getiririm."
[409]
"Nihayet Rableri
dualarına şöyle karşılık verdi:..." Yani onların dualarına şöylece cevap
verdi.
el-Hasen der ki: Onlar
Rableri dualarına karşılık verinceye kadar Rabbi-miz! Rabbimiz! deyip durdular.
Cafer es-Sâdık der ki:
Her kim bir işten dolayı sıkıntıya düşecek olursa beş defa Rabbena (Rabbimiz)!
diyecek olursa, Allah onu korktuğundan kurtarır ve dilediğini ona verir. Bu
nasıl olur? diye sorulunca şu cevabı verir: Eğer arzu ederseniz:
""Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üstünde yatarken... şüphesiz
Sen sözünden asla dönmezsin" buyruklannı okuyoruz-, diye cevap verdi.
[410]
Yüce Allah'ın: "Şüphesiz
ki Ben..." buyruğunu İsa b. Arat hemze'yi esreli olarak okumuştur. Yani:
"Karşılık verdi ve buyurdu ki: Şüphesiz ki Ben" anlamında olur.
Hakim Ebû Abdullah
Sahihimde Um Seleme'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben
Allah'ın hicret hususunda kadınlardan herhangi bir şekilde söz ettiğini
duymadım, deyince yüce Allah: "Nihayet Rab-leri dualarına şöyle karşılık
verdi: Gerek erkek olsun, gerek dişi olsun her bir çalışanın hiçbir işini boşa
çıkarmam.." âyetini indirdi. Bu hadisi Tir-mizî de rivayet etmiştir.[411]
Burada in gelmesi,
öncesinden nehy harfi olduğundan dolayı tekid içindir. Kûfeliler ise şöyle
demişlerdir: Bu tefsir (açıklama) içindir. Hazf edilmesi de caiz değildir.
Çünkü bu edat kendisi olmaksızın ifadenin düzgün olamayacağı bir anlam
dolayısıyla gelmiştir. Ancak inkârı tekidi için geldiği taktirde hazfl söz
konusu olur.
uBirblrlnizdensiniz
buyruğu mübtedâ ve haberdir. Sizin dininiz birdir demektir. Şöyle bir açıklama
da yapılmıştır: Sevap, hükümler, yardımcı olmak ve buna benzer hususlarda
birbirinizdensiniz.
ed-Dahhak ise der ki:
İtaat bakımından erkekleriniz kadınlarınız gibi, kadınlarınız da erkekleriniz
gibidir, Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Mümin
erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler." (et-Tevbe,
9/71.) Filan kişi benimle aynı kanaattedir ve benim gibi bir ahlaka saiıiptir,
anlamında da: "Filân ktşi bendendir" denilir.
[412]
"Hicret
edenlerin" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Onlar yurtlarını terkedip
Medine'ye gitmişlerdir, demektir
Aziz ve celil olan
Allah'a itaat uğrunda "yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda"
Benim düşmanlarıma karşı "savaşanların ve" Benim yolumda
"Öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğini."
İbn Kesir ve İbn Âmir:
"Öldürülenlerin1" buyruğunu çokluk anlamını İfade etmek üzere:
şeklinde okumuşlardır. el-A'meş ise (-kelimelerin yerlerini değiştirerek: Öldürülenlerin
ve savaşanların," diye okumuştur. Çünkü aradaki "vav: ve"
ikincisinin birincisinden sonra olduğuna delâlet etmemektedir.
Bu ifadede geçmişe
delâlet eden mahzuf olduğu da söylenmiştir. Savaşıp da öldürülenlerin...,
demek olur. Şairin şu mısraı da bu kabildendir;
"Çocukluğa özendi
fakat yaşlılık üstüne çıkmış bulunuyor."
Bu buyruğun şu anlama
geldiği de söylenmiştir: Yani onlardan geri kalanlar da savaşmıştır. Araplar
da: Biz Temimoğullannı öldürdük, derken onların ancak bir kısmının öldürülmüş
olacağı açıktır. îbn Kays da şöyle demiştir:
"Şayet siz bizi
öldürürsemz biz de sizi daha çok öldürürüz
Ömer bin Abdülaziz de
"elipsiz olarak; Öldürüp öldürenlerin... diye okumuştur.
"Günahlarını
elbette örteceğim." Âhirette onların bu günahlarının üstünü kapatacağım,
günahları dolayısı ile azarlamayacağım ve onları cezalandırmayacağım.
"Allah katından
mükâfat olmak üzere" buyruğundaki: Mükâfat" kelimesi Basralılara göre
tekid edici bir mastar (mefulu mutlak)dır. Çünkü: "Onları altlarından
ırmaklar akan cennetlere sokacağım" buyruğu, Ben on-lan mutlak olarak bir
mükâfatla mükâfatlandı raca ğı m v demektir. el-Kisâî ise bunun kat[413]
olmak üzere nasb olduğunu, el-Ferrâ ise tefsir edici (.temyiz) olmak üzere nasb
edildiğini söylemektedir.
"Mükâfatın en
güzeli Allah kalındadır." Güzel mükâfat O'nun nezdindedir. Bu ise amel
edenlere amelleri dolayısıyla verilecek olana dairdir.
Sevab: Mükâfat
kelimesi, Döndü, döner1 den gelmektedir.
[414]
Yüce Allah'ın:
"Küfre sapanların diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın*
buyruğunun Peygamber (sav)a hitab olmakla birlikte, maksadın ümmet olduğu
söylendiği gibi; herkese yönelik bir hitap olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki;
müslümanlar şöyle demişlerdi: Şu kâfirleri kâr getiren ticaretleri, pek çok
servetleri de vardır. Diyar diyar da dolaşıp durmaktadırlar. Bizse açlıktan
ölüyofuz. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu. Yani yolculuklarında gidip
gelirken esenlik içerisinde olmaları sakın sizleri aldatmasın.
"Az bir
geçim" yani onların bu dolaşıp durmaları az bir geçimdir. Yakub;
"Sakın seni aldatmasın" buyruğunu, "nün" harfi şeddesiz ve
sakin olarak; diye okumuş ve bunu del i İlendirmek üzere şu beyiti tanık
göstermiştir:
"Sakin bir akşam
seni aldatmasın.
Çünkü aeher vakti baz
an ölüm musibetini getirebilir."
Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu âyet-i kerimenin bir benzeridir: "Onların ülkelerde dolaşıp
durmaları sakın seni aldatmasın. (el-Mümin, 40/4)
Geçim (el-metâ);
acilen kendisi ile yararlanılan şeydir. Bunu az olmakla nitelendirmesinin
sebebi ise, bü meta'nın fâni oluşudur Fâni olan bir şey ise çok oİsa dahi az
demektir. Tirmizî'nin Sahih'inde el Müstevrid b. Şeddâd'dan şöyle dediği
nakledilmektedir: Ben Peygamber (sav)ı şöyle buyururken dinledim:
"Âhirete nisbetle dünya ancak sizden herhangi bir kimsenin parmağını
denize daldırması gibidir. Artık o (elini daldırıp çıkardıktan sonra sudan) neyi
döndürdüğüne bir baksın."[415]
"O, ne kötü
yataktır!" Yani küfürleri sebebi ile kendileri için ne kötü bir yatak
hazırlamışlardır. Allah'ın cehennemde onlar için hazırladığı yer ne kötü bir
yataktır! demektir.
[416]
Bu âyet-i kerime ve:
"Kâfir olanlar kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı
olduğunu sanmasınlar" (Âli İmrân, 3/Î78); "Ben onlara mühlet
veririm, muhakkak ki Benim yakalamam şiddetlidir" (el-A'raf, 7/183);
"Acaba onlara mal ve evlat vermekle onlara hayırlarını acelece verdiğimizi
mi sanıyorlar?" (el-Muminûn, 23/55); "Biz bilmedikleri cihetten
onları derece derece helake yaklaştıracağız. (el-A'raf, 7/182) buyruklarda ve
benzerlerinde kâfirlere dünyada nimet verilmediğine delildir. Çünkü nimetin
gerçek mahiyeti âdlen olsun, uzak vadede olsun, zarar şaibelerinden arınmış
olmaktır. Kâfirlerin nimetlerinde ise acı ve cezalandırılma şaibeleri vardır.
O bakımdan bu nimetler, bir kimsenin başkasına içinde zehir bulunan bir tatlı
sunmasına benzer. Her ne kadar bu tatlıyı yiyen kişi lezzet alsa bile; ona
nimet verildi, denilemez. Çünkü bu tatlıyı yemekle o ölecektir.
İlim adamlarından bir
topluluk bu görüşü benimsemiştir. Bu, aynı zamanda eş-Şeyh Ebu'l-Hasen
el-Eş'arî'nin de görüşüdür. Aralarında sünnetin kılıcı, ümmetin savunucu dili
Kadı Ebû Bekr'in de bulunduğu bir topluluğun görüşüne göre ise, Allah onlara
yalnızca dünya hayatında nimet vermiş olduğunu ileri sürmüş ve şöyle
demişlerdir: ('Nûn" harfinin üstün okunuşu ile) na'met'in aslı rahat ve
yumuşak geçim demektir.
Yüce Allah'ın:
"Ve içinde alışageldikleri nice nimetlerden..." (ed-Duhân, 44/27).
Nitekim iyice öğütülüp
alabildiğine ufaltılan un hakkında da: " înce un" denilir. Sahih olan
da budur. Buna delil, yüce Allah'ın kâfirlere ve bütün mükelleflere kendisine
şükretmelerini vacip kılmış olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın nimetlerini hatırlayınız" (el-A'raf, 7/74); "Ve
Allah'a şükrediniz." (el-Bakara? 2/172) Şükür ise ancak bir nimete karşılık
yapılır. Nitekim yüce Allah kafir olan Karun'a da şöyle denildiğini bildirmektedir:
"Allak sana nasıl ihsanda bulunduysa sen de öylece ihsanda bulun"
(el-Kasas, 28/77) Bu ise Karun'a bir hitaptır. Yine yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Allah korkudan yana emniyet ve huzur içerisinde
bulunan bir ülkeyi (halkını size) örnek gösterdi..." (en-Nahl, 16/112)
Burada yüce Allah
kendilerine dünyevi nimetler ihsan etmiş olduğuna ve onların da bu nimetleri
inkâr ettiklerine dikkat çekmektedir. Bir başka yerde de şöyle bu
vurulmaktadır: "Onlar Allah'ın nimetini itiraf ettikten sonra da O'nu
inkâr ederler" (en-Nahl, 16/83). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" (Fâtır, 35/3)
İşte bu buyruklaf,
kâfir olanlar hakkında da olmayanlar hakkında da umumîdir, tçine zehir katılmış
bir yiyeceği başkasına sunan kimseye gelince; bu kişi de aslında bu uygulaması
ile karşısındaki şahsa halihazırda merhametli ve yumuşak davranmış olur. Çünkü
ona katıksız zehir içirmek yoluna gitmeyip aksine o zehiri tatlıya
karıştırmıştır. O bakımdan böyle bir kimse hakkında da: Ona nimette bulundu,
demek uzak bir ihtimal değildir.
Bu, bu şekilde sabit
kabul edildiğine göre; nimetler iki türlüdür: Faydalanma nimetleri ve önleme
nimetleri. Faydalanma nimetleri kendilerine ulaşan, elde el tikleri çeşitli
lezzetler ve zevklerdir. Önleme nimetleri ise onlara ulaşmaları engellenen
çeşitli afet ve musibetlerdir. Buna göre yüce Allah -farklı bîr görüş söz konusu
olmaksızın- kafirlere önleme nimetleri ile nimetlerde bulunmuştur. Bu da
onlardan uzak tutulan çeşitli acı ve hastalıklardır. Buna göre ilim adamları
arasında kâfirlere dinî mahiyette nimet ihsan edilmediği hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Allah'a hamd olsun.
[417]
Yüce Allah'ın: "Fakat Rablerinden
korkanlar için... buyruğu nefy anlamını İhtiva eden buyruklardan sonraki bir
istidrâktir. Çünkü bundan önceki buyruğun anlamı şu ki: Onların ülkelerde
gezip dolaşmalarından Faydalan yoktur. Fakat takva sahiplen için büyük çapta
yararlanma ve ebedîlik söz-konusudur. Buna göre; "(Fakat" buyruğu
mübtedâ olmak suretiyle reP mahallindedir. Yezid bin Ka'ka ise;
"nûn"u şeddeli olarak okumuştur.
[418]
"Allah'tan bir
İkram olmak üzere" buyruğundaki -ikram anlamı verilen-: buyruğu, Basralılara göre "Mükâfat"
(195. âyet) kelimesi gibidir (Yani tekid için gelen bir mastardır). Kisâî'ye
göre bu mastardır el-Ferrâ ise bu müfessîrdir (temyizdir), der.
el-Hasen ve en-Nahaî
bu kelimeyi iki tane ötrenin yan yana gelmesini ağır bulduklarından dolayı,
sakin olarak; şeklinde okumuşlardır. Diğerleri İse bunu ağır (ze harfi de
ötreli olmak üzere) okumuşlardır.
Bu kelime yolculuktan gelip
misafir olarak konaklayana hazırlanan şeyleri irade eder. Şair der ki:
"Bir kavmin
nezîli (misafiri), aralarında hakları en büyük olandır. Allah'ın hakkı da
misafirin hakkı içindedir."
Nezîl kelimesinin
çoğulu ise "enzâT gelin Nezîl bir pay, bîr araya gelmiş, toplanmış
demektir. Nüzul (en-nüzul) aynı şekilde; gelir ve mahsul anlamına da gelir. O
bakımdan "nezl ve nüzulü çok (geliri fazla) yiyecek" tabiri kullanılır.
[419]
Derim ki: Burada sözü
geçen ikramın -doğrusunu en iyi bilen Allah'dır ya-Müslim'in Sahih'inde sözü
edilen ikram olma ihtimali vardır. Orada Rasûlul-lah (sav)'ın azadlısı Sevbân
tarafından nakledilen Peygamber (sav.)'a bir ya-hudi aliminin sorular sorduğu
olayı anlatırken şöyle denilmektedir:
Yahudi alimi sordu:
Yerin başka bir yer semaların da başka sema olup değiştirileceği gün insanlar
nerede olacaktır" dedi, Rasûlullah"(say): "Onlar köprünün beri
tarafında karanlık içerisinde olacaklardır. Peki insanlar arasında ilk köprüyü
geçecekler kimlerdir? diye sorunca Hz. Peygamber: "Muhacirlerin
fakirleridir" diye buyurdu. Yahudi; Peki cennete girecekleri vakit onlara
verilecek olan ikram ne olacaktır?" dedi. Hz. Peygamber: "Balığın
(mın.) ci-ğerindeki parmağı andıran fazlalıktır" dedi. Yahudi: Bunun akabinde
onlara verilecek olan yiyecek nedir?" dedi. Hz. Peygamber şu cevabı
verdi: Dört bir yanından yiyip durmuş bulunan cennetteki öküz onlar için
boğazlanacak-tır." Yahudi: Peki bundan sonra ne İçeceklerdir, diye sordu.
Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Orada Selsebil diye adlandırılan bir
pınardan içeceklerdir." Daha sonra Sevbân, hadisin geri kalan kısmını
nakletti.[420]
İşte buradaki
açıklamalar ikrama dair açıklamalarımıza da uygun düşmektedir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'dır.
el-Herevî der ki:
"Allah'tan bir ikram olmak üzere" buyruğunun anlamı, bir sevap olmak
üzere demektir, riiık olmak üzere diye de açıklanmıştın
'Allah katında
olanlar, müminler için daha hayırlıdır." Kâfirlerin dünyada içinde
bulundukları nimetlerden daha hayırlıdır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[421]
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri vardır ki Allah'a... iman ederler."
Câbir bin Abdullah, Enes, İbn Abbas, Katâde ve el-Hasen der ki: Bu âyet-I
kerime Necâşî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Necâşî vefat ettiğinde Hz.
Cebrail bunu Rasûlullalı (sav)a bildirdi. Bunun üzerine Peygamber (sav) da
ashabına: "Haydi kalkınız! Kardeşiniz Necâşî'nin namazını kılınız!"
buyurdu.[422] Birbirlerine şöyle
dediler: Bizlere Habeş gavurlarından bir gavurun namazını kılmayı emr mi
ediyor? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz kitap ehlinden Öyleleri
vardır ki Allah'a, si/o indirilene ve kendilerine indirilmiş olana... iman
ederler" buyruğunu indirdi.
ed-Dahhâk der ki:
"Size indirilene" Kur'ân-t Kerîm'e *ve kendilerine İndirilmiş
olana" yani Tevrat ve İncil'e "... iman ederler."
Kur'ân-ı Kerîmde işte
(böyleler! hakkında) şöyle buyuruîmaktadir: "İşte bunlara ecirleri iki
defa verilir." (el-Kasas, 28/54)
Müslim'in Sahih'indeki
bir hadiste de Hz. Peygamber: "Üç kişi vardır ki onlara ecirleri iki defa
verilir" diye buyurduktan sonra şunu zikreder: Kitap ehlinden bir kimse;
Peygamberine iman ettikten sonra Peygamber (sav)a yetişir, ona iman eder, ona
tabi olur ve tastik ederse; "onun için de iki ecir vardır." Daha
sonra Müslim, hadisin geri kalan kısmını zikreder.[423]
Bakara Sûresi'nde de
(2/115. âyet, 3- başlıkta) Necâşî'nin namazının kıl-dırılması ve ilim
adamlarının hazır bulunmayan ölünün namazının kılınması ile ilgili göîüş
ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Tekrar etmenin anlamı
yoktur.
Mücahidj İbn Cüreyc ve
İbn Zeyd de der ki: Bu âyet-i kerime kitap ehlinden olup iman eden kimseler
hakkında inmiştir. Bu görüş ise umumî bir görüştür, Necâşî de onlardan bir
kimsedir. Necâşî'nin asıl adı Ashame'dir. Arapça karşılığı Atiyye (bağış)
demektir.
"Huşu'
duyarak"; zilletlerinin farkına vararak demektir. Bu kelime "iman
ederler" deki 2amirden hal olmak üzere nasb edilmiştir. Bunun
"kendilerine" yalıutta "size" buyruklarındaki zamirden hal
olduğu da söylenmiştir Âyet-i kerimedeki diğer buyruklar da açıktır. Bu
ifadelere benzer açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır.
[424]
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler, sabredin... buyruğuna gelince; yüce Allah, bu sûreyi son
on âyetin sonuncusu olan bu âyet-i kerime ile sona erdirmektedir ki, bu on
âyet-i kerimede dünya hayatında düşmanlara karşı muzaffer olmanın, âhiret
nimetlerini elde ederek kurtulmanın yolunu ihtiva eden tavsiyeleri
kapsamaktadır. Bu âyet-i kerime ile yüce Allah, itaatler üzere ve şehvetlere
karşı sabrı teşvik etmektedir. Sabr ise alıkoymak, engellemek demektir. Buna
dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/155. âyette) geçmiş
bulunmaktadır.
Mûsâbere (sabır ve
sebat göstermek) emrine gelince; bunun düşmanlara karşı sebat göstermek
anlamında olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Zeyd bin Eşlem yapmıştır. el-Hasen
ise, beş vakit namaza sebatla devam etmek diye açıklamıştır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Musâbere, sürekli olarak nefsin arzularına muhalefet etmektir.
Nefis bir işe davet ederken kişinin o çağırdığı şeye gitmemesi, ondan
vazgeçmesi demekür.
Ata ve (İbn Ka'b) el
Kurazî Ese der ki: Size veriten vaadi sabırla bekleyiniz yani ümit kesmeyiniz
ve zafer kazanacağınız vakti gözleyiniz. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Sabır ile kurtuluşu beklemek bir ibadettir"[425] Ebu
Ömer (îbn Abdi'l-Berr'de) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu görüşü tercih
etmiştir. Birincisi ise cumhurun görüşüdür. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Bizim sabrımız
(zafer beklememiz) gibi aebât gösteren bir kabile görmedim; Bizim mücadele edip
çarpıştığımız kimse gibileriyle de çarpışmadılar."
Antere'nin:
"Bizim sabrettiğimiz gibi sebat gösterenler" sözü yani savaş esnasında
düşmana karşı sebat .gösterip herhangi bir korkaklık ve gevşeklik izhar
etmeyenler demektir.
Mücadele İse karşı
karşıya yüz yüze gelip çarpışmak demektir.
İşte bundan dolayı
tefsir alimleri: "Ribâtyapın" buyruğunun anlamı hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Ümmetin cumhuru der ki: Yani atlarınızla düşmanlarınıza
karşı ribât yapın. Yani düşmanlarınız nasıl ki atları bağlayıp besliyor ise siz
de öylece bağlayıp besleyiniz. Yüce Allah'ın: "Bağlanıp beslenen atlar
(ribatu'l-hayl) (el-Enfal, 8/60) buyruğundakİ ribât ta bu anlamdadır.
Muvatta'da Malik'in
Zeyd b. Eşlem'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ebu Ubeyde b. el Cerrah, Ömer
b. el-Hattaba mektup yazarak Bizans ordusunun büyük kalabalığından ve onlardan
çekindiğinden söz etti. Hz. Ömer ona yazdığı mektubunda şöyle cevap verdi:
İmdi, rnü'min herhangi bir kula herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa,
mutlaka Allah ondan sonra ona bir kurtuluş yolu açar. Ve hiç şüphesiz tek bir
zorluk iki kolaylığı yenemez. Çünkü yüce Allah Kitab-ı Kerîm'înde şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler. Sabredin, sebat gösterin, ribat yapın ve
Allalrdan korkun ki felüh bulaşınız.[426]
Ebu Seleme b.
Abdurrahman der ki: Bu âyet-i kerime bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı
beklemek hakkındadır. Rasûlullah (sav)ın döneminde ise Ribat yapmayı gerektirecek
bir gaza sözkonusu değildi. Bu açıklamayı el-Hâkim Ebu Abdullah, SahilVinde
nakletmektedir.[427]
Ebû Seleme bu hususta
Hz. Peygamber'in şu buyruğunu delil göstermektedir: "Ben sizlere Allah'ın
kendisi sebebi ile günahları sildiği ve dereceleri kendisi ile yükselttiği şeyi
göstereyim mi? Bu, hoş olmayan şeylere rağmen abdesti iyice almak, mescitlere
çokça adım atarak gitmek, namazdan sonra diğer namazı beklemek, işte ribat
budur" dedi ve (son cümleyi) üç defa tekrarladı. Bunu Malik rivayet
etmiştir.[428]
İbn Atiyye der ki: Bu
konuda doğru olan görüş şudur: Ribat Allah yolunda (cihad)ı iltizâm etmektir
(.sürdürmektir"). Bunun aslı atları rabtetmek (bağlamak)dan gelmektedir.
Daha sonra İslam serhadlerinden herhangi birisinde kalıp orayı korumak üzere
giren herkese "murâbıt" adı verildi. İster süvari olsun, ister
piyade. Bu kelime "rabfdan alınmadır Peygamber (sav)ın: "İşte ribât
budur" diye buyurması bunu Allah yolunda ribâta bir benzetmedir. Ribat'ın
sözlük anlamı ise birincisidir. Bu da Hz, Peygamber'in: "Güçlü kuvvetli
olan kimse başkalarının sırtını yere getiren kimse değildir"[429]
hadisi ile; "Yoksul dediğiniz şu kapı kapı dolaşan kimse değildir"[430]
hadisini ve benzerlerini andırmaktadır.
Derim ki: İbn
Atiyye'nin: "Sözlük anlamı ile ribat birinci anlamdakidir" şeklindeki
ifadeleri kabul edilemez. Çünkü dilin önder bilginlerinden ve güvenilir
alimlerinden birisi olan el-Halil b. Ahmed şöyle demektedir: Ribat;
ser-hadlerden ayrılmamaktır. Aynı şekilde namaza da ısrarla devam etmekdir, O
halde şu sonuca ulaşılmaktadır: Namazı beklemek de -Peygamber (sav.)ın buyurduğu
gibi- lügat manası ile hakikat anlamında bir ribâttır, Bundan daha ileri
derecedeki açıklama da eş-Şeybanî!nin söylediği sözlerdir. Ona göre asla
kesilmeyen devamlı akan suya "maun müterâbitun" denilir. Bunu da İbn
Fâris nakletmiştir. Bu ise Ribat'ın sözlük anlamı itibari ile bizim sözünü ettiğimin
başka şeyleri de kapsamasını gerektirmektedir. Araplara göre murâ-bıt: Bir şey
üzerinde çözülmeyecek şekilde yapılan düğümdür. Bu da mana İtibari İle sabır
gösterilen şeye racidir. Böylelikle kalbinde güzel niyeti tutar, bedenini de
İtaati işlemek durumunda bırakır Bunun en büyük ve en önemli işlerinden birisi
ise Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın: Ve bağlanıp beslenen atlar (el-Enfal, 8/60)
buyruğunda açıkça belirtildiği gibi -ve ileride de geleceği üzere- Allah
yolunda atları bağlayıp beslemektir. Peygamber (say)ın de ifade buyurduğu gibi
namaz kılmak üzere kişinin kendisini bağlaması (namaz vakitlerini
gözetlemesi)dîr. Bu açıklamayı (ihtiva eden hadis-i şerifi) Ebu Hureyre, Cabir
ve Ali rivayet etmiştir. Artık bundan öte bîr açıklama aramaya da gerek
yoktur.
[431]
Fukahâya göre Allah
yolunda ribat yapan kişi herhangi bir süre kadar ribat yapmak üzere
serhatlerden birisine giden kimse demektir. Bunu Muham-med b. el-Mevvâz
söylemiş ve rivayet etmiştir. Her zaman için orada yaşayan ve kazançlarını
sağlayan, aileleri İle birlikte serhadlerde yaşayanlara gelince; bunlar her ne
kadar koruyucu kimseler olsalar dahi murabut değillerdir. Bunu da İbn Atiyye
söylemiştir.
îbn Huveyzimendâd
şöyle demektedir: Ribâtın iki durumu vardır. Birincisinde şerha d güvenilir,
koruma altında bulunur; böylesi bir yerde hanım ve çocuklarla birlikte
yerleşmek caizdir. Şayet güvenilir bir yer değil ise, eğer savaşabilecek
kimselerdense bizzat orada ribat yapması caizdir. Ancak düşman onlara üstünlük
sağlayıp esir alıp köleleştirmesin diye böyle bir yere aile ve çocuklarını
taşıması caiz olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
[432]
Ribâtın faziletine
dair bir çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlardan birisini Buhârî Seni b.
Sa'd es-Sâidî'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Allah yolunda bir gün ribât yapmak Allah nezdinde dünyadan ve onun içindeki her şeyden hayırlıdır.
[433]
Müslim'in Sahih'inde
de Selman'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra-sûluliah (sav)ı şöyle
buyururken dinledim: "Bir gün ve bir gece ribat yapmak, bir ay oruç
tutmaktan ve o ay boyunca namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Ribât yapan kişi)
bu durumda öldüğü taktirde daha önce yapmış olduğu amelinin de sevabı
yazıldığı gibi, ona rızkı da verilir ve kendisini haktan uzakiaştıracaklara karşı
güvenlik altına alınır."[434]
Ebû Dâvûd da
Sünen'inde Fedâle b. Ubeyd'den rivayet ettiğine göre Ra-sûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Her ölenin ameli mühürlenir, murâbit müstesna. Onun ameli
Kıyamet gününe kadar artınlıp durur ve o ayrıca kabrin fitnecisinden yana
emniyet altında tutulur.[435]
Bu iki hadisi şerifte
ribatın sevabı ölümden sonra kalıp devam edecek amellerin en faziletlisi
olduğuna dair delil vardır. Ölümden sonra sevabı devam edecek amellere dair
hadis-i şerif de el-Alâ bin Abdurrahman yoluyla bize gelmiştir. el-Alâ
babasından o da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Peygamber (.sav) şöyle
buyurmuştur: "İnsan ötdü mü ameli (nîn sevabı) ondan kesilir. Üç şey
müstesna. Cari bir sadaka yahut kendisi ile faydalanılan bir ilim yahut
kendisine dua edecek salih bir evlat."[436]
Bu, yalnızca Müslim'in
rivayet ettiği sahih bir hadistir. Sadaka-i cariye, kendisi ile yararlanılacak
itim ve anne babasına dua edecek salih evlata gelince; bunlar da sadakanın
sona ermesi, ilmin ortadan kalkması ve çocuğun ölümü ile kesilirler. Ribatın
ecri ise Kıyamet gününe kadar kat kat artırılıp durulur. Çünkü (burada)
artışın tek manası, ecrin kat kat artırılmasıdır. Bu ise burada sona ermesi ile
sona erebilecek sebebe bağlı birşey değildir. Aksine ribat yüce AJlah
tarafından lütfuyla Kıyamet gününe kadar devam eden bir fazilettir. Çünkü bütün
iyi amellerin yerine getirilebilmesi, dinin sınırlarının korunup İslâm
şeâirinin uygulanması suretiyle düşmandan sakınıp korunmakla mümkün olur. İşte
Allah'ın kişiye sevabını akıtırcasına vereceği bu amel, onun daha önce
yapageldiği salih amellerdir. Bu hadisi İbn Mâce'de sahih bir senet ile Ebû
Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her
ktm Allah yolunda ribat yaparken ölürse Allah onun daha önce yaptığı salih
amelinin ecri ile rızkını ona verir. Fitnecinin Gerin) fitnesinden yana
emniyette tutulur ve Allah, Kıyamet gününde onu korku ve dehşetten yana
güvenlik altında olmak üzere diriltir. "[437]
Hadis-i şerifte ikinci
bir kayıt daha vardır ki o da. ribat halinde iken ölmektir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah "dır,
Osman bin Affan'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir. Ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken
dinledim: "Her kim Allah yolunda bir gece ribat yapacak olursa bu onun
için (gündüzünü) oruçlu ve geceleyin de namaz kılarak geçirdiği bin gün gibi
olur."[438]
Ubey bin Ka'b'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir; Allah İçin müs-lümanlann zayıf noktalarını
arkadan korumak üzere Allah yolunda bir günlük ribatın, Ramazan ayı dışında
yüz yıl boyunca oruç tutup nama?, kılarak ibadet yapmaktan daha büyük bir ecri
vardır. Yine Müslümanların zayıf noktalarını arkadan korumak üzere ecrini
Allah'tan umarak Allah yolunda Ramazan ayında bir gün ribat yapmanın, Allah
nezdinde ecir itibari ile- zannederim şöyle demişti- bir senelik -orucu ite
namazı ile- ibadetten daha faziletlidir. Eğer Allah onu aile halkına sağ salim
geri döndürecek olursa, üze-rine bin yılın bir günahı dahi yazılmaz, buna
karşılık iyilikleri yazılır ve Kıyamet gününe kadar da ona ribat ecri
kesintisiz olarak verilir."[439]
Bu hadis-i şerif
Ramazan ayında bir günlük ribai ile ribat yaparken ölme-se dahi devamlı olarak
sevabının kaydedileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.
Enes bin Malik'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Rasûhıllah'ı (sav) şöyle buyururken
dinledim; "Allah yolunda bir gece koruyuculuk yapmak, bir adamın ailesi
arasında bin yıl oruç tutup namaz kılmasından daha faziletlidir. Bir sene ise
üçyüz altmış gündür, bin gün de bir sene gibidir. "[440]
Derim ki: Namazdan
sonra bir diğer namazı beklemenin de ribat olduğuna dair rivayetler gelmiştir.
Bu şekilde namazları bekleyen kimse için de yüce Allah'ın izni ile bu fazilete
ulaşacağı umulur. Hafız Ebu Nuaym rivayetle der ki: Bize Süleyman bin Ahnıed
anlattı, dedi ki: Bize Ali bin Abdülaziz anlatarak dedi ki: Bize Hatcac bin el
Minhal: Bize Ebu Bekr bin Malik de anlattı, dedi kt: Bize Abdullah bin Ahmed
bin Hanbel anlattı, dedi ki: Bana babam anlatarak dedi ki: Bana el-Hasen bin
Mûsâ anlatarak dedi ki: Bize Hammad bin Seleme, Sabit el Bunanî'den naklen dedi
ki: Sabit, Ebu Eyyub el-Ezdî'den o Nevf el-Bikâlî'den o Abdullah bin Amr'dan
naklederek dedi ki: Peygamber (sav) ile bir seferinde akşam namazı kıldık. Bazı
kimseler namazdan sonra ayrılmayıp yerlerinde kaldılar, bazıları da geri
döndüler, Rasûlul-lalı (sav) insanlar yatsı namazına geri dönmeden önce geldi.
Hz. Peygamber insanlar huzuruna gelmiş olduğu ve bir parmağını kaldırmış ve
yirmidoku-za işaret etmek üzere parmaklarını kapatmış olarak; şehadet parmağı
ile de semaya işaret ederek elbiselerini dizkapaklan etrafında toplamış olduğu
halde şöyle buyuruyordu: "Ey müslümanlar topluluğu! Müjdeler olsun sizet
İşte Rabbimiz sema kapılarmdan bir kapıyı açmış sizinle meleklere karşı övünüyor
ve diyor ki: Ey meleklerim şu kullanma bakınız! Bunlar bir farzı eda ettiler,
şimdi de ötekini beklemektedirler."[441]
Bunu ayrıca Hammad bin
Seleme, Ali bin Zeyd'den o Mutarrif bin Abdullah'tan rivayet ettiğine göre
Nevf İle Abdullah bin Amr bir araya geldiler. Nevf, Tevrat'tan söz etti;
Abdullah bin Amr da bu hadisi Peygamber (sav)dan rivayetle nakletti.
"Ve Allah'tan
korkun" yani sizlere takvaya bağlı kalmaksızın cihad emri verilmemiştir.
"Ki felah
bulaşınız" yani felahı ümid edebilesiniz. Buradaki -ihtimal bildiren ın;
bulmanız için, anlamına geldiği de söylenmiştir.
Felah ise kalmak demektir
Bütün bu hususlara dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresî'nde[442] yeterince
geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
"el-Camiu li
Ahkâmi'l-Kur'ân veİ Mubeyyinu Limâ Tedammane mine’s Sünneti ve
âyi'l-Furkân" adlı tefsirin Ali Imran Sûresi tefsiri Allah'ın lütfü ve
yardımı ile burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun.
[443]
[1] Burada açıklanmakta olan kelime ile ilgisi olmayan ve
aslen âyette de bulunmayan "el-Haneb" kelimesinin anlamına dair bir
satırlık açıklama, ilgili olmadığından tercüme edilmemiştir.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/304-305.
[3] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli>l-Kur'ânı s. 119-120.
Suyutî, ed-Durr, II, 278-280. Ayrıca Ta-berfinî. ei-Mu'cemu's-Sağîr,
İlıyâi't-Turâsi'l-Arabî, tnribsi^, s. 258'de benzer bir rivayeti Enes b.
Mâlikten zikretjnekiedir.
[4] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli'lKar'ân, s. 120.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/305-306.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/306-308.
[6] Tercümemizi esas aldığurnz Kurtubî'nm ilik baskısında
iki ayrı nüshada en-Nehhâs'ın bunu Abdullah b. Mçs'ud'a kadar ulaşan (mevkuf)
bir rivayeti olduğu belirtildiği gibi; Da-ruTl-Fîkîr baskısında C.IV, 149, dn:
l'de) de nüshaların birinde de ayın ifadelerin geçtiği belirtilmektedir.
Ayrıca sözü geçen rivayeti: el-Hâkiın, el-Müstedreh, 31, 294'te;
"Sahih olmakla birlikle Bu-hârî ve Müslim tarafından rivnyer edilmediğini
belirtirken; el-Heysemî, Mecmau'z-Ze-vâid, VI, 326da Taberânî, tarafından bîri
sahih diğeri zayıf olmak üzere iki ayrı sened-le rivayet edildiğini
belirtmekte; Buhârrden söz etmemektedir.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/308-309.
[8] Ebû Dâvud Menâsik 68; Tirmizi, Hacc 57; Nesâi, Hacc
211; İbn Mace, Menâsik 57; Darimi, Menasik 54; Müsned, IV, 15.
[9] Dârimî, Fedâihri-Kıır'Sn 1, hadis no: 3330
[10] Müslim, FedSUu's-Sahabe 37.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/310-311.
[12] Hadisi Nasrel-Makdisî, el-Halîmî, ed-Deylemî gibileri
zikretmişlerdir, Zayıftır. fel-Azî-zs, es-Sirûcti'l-Münir, I, 65; el-Adûni,
Keşfu't-Hafâ, I, Ğ4>.
[13] Tirmizî, İman 18,
İman 18,
[14] Ebû Dâvûd, Sünne 1. Ümmetin bu kadar fırknyîi
ayrılacağını beiinen diğer hadisler için Ebü Dâvûd, Sünne 1; Tlrmizl, İman 18;
İbn Mâce, Fîlen 17ı Dârirnî, Sryer 75; Müsned, 11,332, Itt, 120, 145,
[15] İbn Mâce, Mukaddime 9. Kurnıbrnin kaydettiği bu sened
hakkında İbn Müce'de belirtilen yerde hadisin akabinde: "Senedi zayıftır*
kaydı yerılar mazurdur.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/311-313.
[16] Müslim, Akdıye 10; Muvatta, Kelâm 20; Müsned, U, 327,
360, 367.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/313-319.
[18] Taberî, Câmtu'l-Beyan, IVf 38.
[19] Taberi, Camiu'l-Beyân IV, 38, Suyutî, ed-Durru'l
Mensur, \\t 238.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/319-320.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/320.
[22] Bakınız: Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, İman 302; Müsned,
III, 16-17,
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/321.
[24] Hatîb (el-Bağdâdî) bunu, "Ruvâtn Mâlik" adit
eserinde vt ed-Deyleıflî rivayet etmekledir. (Snyûtt zd-Durr, II, 291 >.
[25] Taberî, Câmiu'l-Beyân, IV, 40da; Suyûfi,ed-Durr, II,
292!de "EbO UmStne'cien'' diye ıııev-kûl" otarük zikretmektedir.
Bundan sonraki rivdyet de bu kabilden olmalıdır.
[26] Tirmizi, Tefsir 3- sûre 8; İbn Mâca, Mukaddime 12 (az
farkla >; Müsned, V, 253, 2%
[27] Buhâri, Rikaak 53, Fiten 1; Münlim, Fedâil 26; Müsned,
V, 333, 339.
[28] Buhari, Rikaak 53.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/322-323.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/324.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/324-325.
[32] Tirmizt, Tefsir 3. sûre 9i Müsned, V, 3, 5(de; âyeti
Zîkretıneksîzin).
[33] Biraz sonra kaynağı zikredilecektir.
[34] Hakim. Müstedrek, II. 294.
[35] Bu son üyet-i kerimede: "Kâne" kökünden fiil
kullanılmadığı halde, bu kökten gelen fiilin kullanıldığı âyet ile aynı
anlamdadır, Bununla Kuıtııbî, bu fiilin gerektiğinde zâid olarak gelebileceğine
Kur'3n!dîin delil göstermek İstemiştir.
[36] Buharı, Tefsir 3- sûre 7: "Siz insanbm en hayırlı
insanlarsınız. Onları boyunlarında zincirlerle geıirirsinU. Nihayet onlar di
İslama girerler."
[37] Buhârî, Şehüdât 9. Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 1, Rikaak
7, EyınSn 10, 27; Müslim, Feda-llu's-Sahâbc 210-315; Eb& DâvÛd, Sünne 9;
Tirmizt, Fiten 45, ŞeMdaı 4V Menâkıb 56; İbnMâce, Ahkâm 27... Kimisinde:
"İnsanların hayırlısı..." kimisinde: "Ümmetimin hayırlısı...";
kimisinde de: "tnsanlanrt hayırlısı kim?..." sorusuna cevap olmak
üzere...
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/325-327.
[39] Bir önceki başlığın sonlarında geçti.
[40] İbn Abdi l-Berr, el-İstizkâr, II, 175
[41] Buharı, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 5; Müslim,
FedSilu's-Sahâbe 221, 222; Ebü Dûvûd, Sün-ne 10; Tirmizî, Menâkıb 58; Müsned,
fil, 11.
[42] Bk. Müsned, IV, 89-
[43] Müsned, III, 155, V, 248, 257, 264, yakın lafızlnrla:
III, 71
[44] Hâkim, Müstedrek, IV, 85-86-, İbn Abdi'1-Berr,
el-îstizkâr, II, 172; el-Heyscmı, Mçcmau'z-Zeuâid, X, 65-
[45] İbn Abdi'1-BeiT, el-İstizkûr, II, 172; el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâidj. X, 66.
[46] Ebû Dâoûd, Melihim 17; Tefsir 5. sûre 18 yakın
lafızlarla.
[47] Müslim, İman 232; Tirmizî, İman 13; İbn Mûcef Filen
15; Dürimî, Rikaak 42; Müsned, I, 184 ("İslâm" yerine
"-irosn" Ipfeı ile), 398, U, 3S9 ("islâm" yerine;
"etin" lafzı ilet, 1VT 73.
[48] Tirmizl, Edeb 81; Taberânî, ei-Evsat, IV, 396.
[49] Müsned, III, 130t 143, IV, 319; el-Heyseınî,
Mecmau'z-Zevâid, X, 68.
[50] Ömer b. Abriiilaziz'in bu mektubu ile Sâliın'ia cevabı
için bk. Prof, Dr, Ahmed Ağırakça, İslâm'da İlk Tecdid Hareketi ve Ömer İbn
Abdülaziz, İstanbul 1995, Burıic Yayınları, s. 214 v.d.
[51] Tirmizî, Zühd 21'de birinci bölümü, 22'de ikinci
bölümü; Dârhnî, RikMk 30; Müsnde, V, AQ, 45-İ4, 47, 48, 49. 50.
[52] İbn Abdi'l-Berr. el-İstizkâr, 11. 175
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/327-331.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/331-332.
[55] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 122.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/333.
[57] Müsned, I, 396; ei-Vâhidî, Esbâbu
Nüzttli'l-Kur'&n, s. 122-123. Benzer bir rivayet: Bu-kârî,
Mevkâkiîuhs-5alâî 24; Müslim, Mesâcid 220r 221.
[58] Arapça'da fiil cümlesinde, failin tesniye ya da çoğu]
olması halinde bile fiil, çoğunlukla mufrcd olarak kullanılır. Fiile tesniye
ya da çoğula alrânet zamirlerin bitişmesi nâdirdir Ebû Ubeyde buna temas
etmektedir. Mesela bk. İbn Hişpnı, Şerhti. Şuzâri'z-Zeheb, Mısır 1385/1965, s.
176 vd.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/333-336.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/337.
[61] Îbnu'1-Esîr. en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadis, III, 23.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/337-338.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
4/338-339.
[64] Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd 45; Müsned, II,
303, 334.
[65] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 300'de belirttiğine
göre; Taberânî bunu ceyyid bir sened ile rivayet etmiştir.
[66] Buharı, Ahkâm 42; Nesâî, Bey'ai 32; Mümed, III, 39r
88, Ebû Hureyre'den yakın bir rivayet: II, 237, 289.
[67] Nesâî, Zinet 51; Müsned, III, 99.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/339-341.
[69] Ebû Dâvûd, Diyar 3; İbn Mâcet Diyar 3; Dârimt, Diyât
1.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/341-342.
[71] Hadisin geçtiği bazı yerler: Buhârî, Hacc 132, İhn 9,
37, Fiten 8, Tevhîd, 24; Müslim, Kat&me 29, 30; Tirmizt, Firen 2; Müsned,
I, 230...
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/342.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/342-343.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/343.
[75] İbâdiyye ve kanaatleri için bk, Ebu'l-Hasan el-Eş'nri,
Mekaalâtu'l-îetûmiyyîjı, Beyrut 1411/1990,1, 183 vd.; eş-Şehrisrnnî, el-Milei
ue'n-Nihat, Beyrut tarihsiz, ikinci baskı, 1, 134 vd.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/343-345.
[77] Kıraat Âlimleri anısında "el-Haremi" adını
taşıyan üç kişiden söz edilmektedir. Bunlar 1) Haremi b. Abdullah b. Mekkî, 2)
Haseınî h. Uınâre b. Ebû Hafsa ve 3) Haremî b. Yunus el-Mıtedrteb'tir
(Şeınsuddin el-Cezerî, Ğâyetu'tt'Nihâye fi Tabakati't-Kurrâ, Mısır 1351/1932,1,
203) "Nesebler ve kıkablar" bölümünde de "el-Haremî Ahmed b.
Muham-med"in adı verilmektedir. {el-Cezeri, a.g.e., I, 267).
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/346-347.
[79] Yakın İfadelerle: Buhari, Meğazî, 26; Müslim, Rtı'yâ
20: Dârimî, Ru'yâ 13.
[80] Buhari, İlm 38, Enbiya 50T Edeb 109v Müslim, Zühd 72;
Ebû Dâvûd, İlin 4: Tirmizı, Fiten 70; İbn Mâce, Mııkadduııe 4; Dârimî,
Mukaddime 25. 46 vs...
[81] el-Hcysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 130.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/347-349.
[83] Buhârl, Tefsir 3. sûre 8; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe
171.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/349-350.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/350-353.
[86] "... kulunu ..." yerine; "... mirinin
„." lafzıyla: Taberânî, el-Evsat, IX, 431; el-Heysemî,
Mecmau'z-Zev&id, IV, 62.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/353-354.
[88] Müslim, Cihâd 14ö"da: "Rasûlullah ondokuz
gazve yapmış ve bunların sekizinde fiilen çarpışmıştır"; Citıad 147'de:
"Onplti gazve yapmış" denilmektedir. Buhârî, Meğâzî, 89'da da rivayet
bu kadany ladır.
[89] Buhârî, Meğazî 1; Müslim, Cihâd 143; Tirmizı, Cihâd 6;
Müsned, IV, 373.
[90] İbn Sa'd, Tabakat, II, 5, 6. Ancak orada; Gönderdiği
seriyyelerin sayısı kırkyedidir" denilmektedir.
[91] İbn Sa'd. Tabakat, II, 7-9'da, Zırl-Uşeyre'den önce,
sırasıyla: Ebvâ, Bııvat. Kürz b- Câbir el-Fihrryi rakib eniği gazvelerini
saymaktadır.
[92] Müsned, IV, 263. Îbnu'l-Kayyım, Zâdu'l-Meâd, Beyrut
1405/1985, III, löTde buna kısaca değindikten sonra şunları söylemektedir; L...
Ancak Peygamber (sav), Ali (ta İye Ebû Turâb künyesini Ffttıma (r.anhâ) ile
evlendikten sonm vermiştir. Onunla evlenmesi ise Bedir'den sonra
olmuştu.,." Nitekim Buh&rl, Sîilât 58, Menâkıb 9, Edeb 113, İstEziin
40; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 38'de de böyle geçmektedir. Ancak Peygamber
Efendimiz'jn bu künye ile Ali (ra)'ye her iki yerde de hitap etmiş olması da
mümkündür.
[93] Taberî, Câmiu'l-Beyân, IV, 77.
[94] Müslim, Cilıâd 58; Müsned, I, 30-31: aynen Ebû Dâuûd,
Cihüd 121ı Ttrmizî, 8. sûre 13'te daha kısaca.
[95] Beyhakî, Delâitu'n-Nubuove, III, 57. (Kıırlubî. Dnnıl-Hadis
baskısı, III, 204f dipnot: 41
[96] Beyhakî, a.g.e. III, 55. <A.g,, baskı, IIl, 205,
dipnot: 1)
[97] Beyhakı, a.g.e,, III, 56, (.Aynı yer, dipnot 2)
[98] Buharı, Megâzî 18; Libâs 24, AoCak: "Bedir
günü" yerine; "Uhud günü," Nîtekiın Arapçasını baskıya hazırlpypnljinn
notuna göre ski nüshada da Uhud günü11 şeklindedir Doğrusu da bu olmalıdır
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/355-361.
[100] "Yetmez ini?" sorusuna; cevap olan
"evet" anlamındaki "beln" lafzı ile iFadenin tamam olması;
"evet, Rabbimizin bu kndîir melekle bize yardım etmesi yeıer!"
anlamına gelir.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/361-362.
[102] Bu ve bundan sonraki "meleklerin nişanla rrna
dair rivayetler için bk. Suyütî, ed-Durr, II, 309-310.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/362-363.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/363-364.
[105] Ebû Dâvûd, Libâs 5; Tirmizl, Sıfam'I-Kıyâme 38; îbn
Mâce, libâs 4: Müsned, IV, 407, 419.
[106] Ebû Davud, Tahâre 00; İbn Mâcer Libâs 4. Kimi
rivayetlerde: "Yünden bir cübbe"; kimisinde: "Şam ınîiınulü bir
cübbe" gibi nitelemelerle benzer rivayetler: Bukâri, Libâs 10, 11, Meğazî
81; Müslim, T.ıh3re 77, 79, Saiat 105; Tirmisİ, Libâs 39; Nesâî, Tahâre 97;
Muvatta, Tabire 41; Müsned, IV, 244, 247, 251, 254, 255.
[107] Müslim, İman 268, 269; ibn Mâce, Menâsîk 4; Müsned, I,
215-216.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/364.
[109] Ebû Davûd, Cihâd 41; Müsned, IV, 184.
[110] Buraya kadar: Ebû Dâvûd, Tıb 14, Libâs 13; Tirmizl,
Cenâiz 18; îbn Mâce, Cenâiz 12, Libâs 5.
[111] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerkii'l-Câmü's-Sağir, II,
439; Şevkânî, el-Feoâidu'l-Mecmûa, 187 zayıf olduğu kaydıyla.
[112] Ebû Dâvûd, Libâs 21; Tirmizî, Libns 42. Bu hadis ite
ilgili olarak Tirmizî 5u kaydı düşmüştür: "Bu hadis, hasen-g;ıriplir.
İsnadı pek sağlam değildir. (Râvilerinden): Ebu'l-Hnsen el-Askalânî'yî de İbn
Rııknne'yî ete tanımıyoruz."
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/364-365.
[114] İbnu’l-Esîr, an-Nihaye, IV, 138’de: Üzüntülü gördüğü
kişinin Talha olduğu belirtilmektedir.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/365-367.
[116] Müslim, Cihâd 104; Tirmizî, Tefsir 3- sûre 10, 11; îbn
Mace Fiten 23; Müsned, III, 99, 178-179. 201, 206, 253, 288.
[117] Tirmizî, Tefsir 3. sûre 13.
[118] Bundan hemen sonra zikredeceği hadîse işaret
etmektedir.
[119] Buhârî, Enbiyâ 54, IsUtâbeiul-Murteddîn 5; Müslim,
Cihad 105; İbn Mûce, Fiten 23; Miîsned, I, 3S0, 427, 432, 44l, 456,
[120] Müslim, Birr 87.
[121] Hz. Ömer'in bu sözleri Uhud Gazvesi dolayısı &e
söylediğini tesbit edemedik. Ancak buna yakın ifadeleri Bedir esirlerinin
dununu görüşülürken söylemişti. Meselâ bk. Müsn&d, I, 383-
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/367-369.
[123] Buhârt, Meğâzî 21, Tefsir 3. sûre 9. î'tisâm 17;
Ne&ûl, Tatbik 31; Mtisned, II, 147.
[124] Buhârt, Tefsir 3. sûre 9\ Müslim, Mesâcid 294, 295;
D&riml, Salât 216; Mü&ned, II, 255.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/369.
[126] Muvatta, Kasru's-Salat 48.
[127] Nesâî, Tatbik 32.
[128] Dârakutnî, II, 41.
[129] Dârakutnî, II, 41.
[130] Ebu Davûd, el-Merâsll, Beynıt 1408/1988, s, 118-119.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/370-371.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/371-373.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/373-374.
[133] îbn Kesîr, Tefsîru'l-Ku^âni'l-Asîm, f, 458; Suyütî,
ed-Durr, II, 17.
[134] Buharî, Ezün 129, Riksak 52, Tevhîd 24, Müslim, İınan
299; Müsned, II, 27ü, 293-294, 534, III, 27.
[135] Müsned, 111,441.
[136] Suyûtî ed-Durr,
II,
315.
[137] Arş'ın cennetlerin en yükseği olan Firdevs'in üstünde
(tavan gibi) olduğunu belirten hadisler için bk. Buhârî, Tevhîd 22, Cihâd 4;
Ebû Dâvûd, Sünne 18; Tirmizl, Sıfetu'i-Cenne 4; İbn Mâce, Zühd 39; Müsned, 11,
335.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/374-376.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/377.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/377-378.
[141] Kayrağını tçsbit edemedik.
[142] Buhari, Edeb 76; Müslim, Birr 107; Muvattu,
Hıısmı'l-Huhık 12; Müsned, II 236, 268, 517.
[143] İbn Mace, Zühd 18; Müsned, II. 128.
[144] Hz. Peygamberden kendisine tavsiyede bulunmasını
isteyip de ona: "Kızma!" diye emir verdiği hadisler için bk. Buhârî,
Edeb 76; Tirmizî, Birr 73; el-Heysemî, Mecmuu'z-Zevâid, VIII, 69-70.
[145] Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tırmizl, Bî<r 74; İbn Mâce,
Ztkhd 18.
[146] Ebû Nııayra, Hüye, Dâni'1-Fikr baskısı, III, 139.
(Klimıbl, Beyrut 1415/1995 Danıi-Fikr baskısı, IV, Î97-198 dipnot: 5. senedinin
gevşek olduğu kaydıyla).
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/378-380.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/380-381.
[149] Ebü Dûvûd, Vîtr 26; Tirmizî, Tefsir 3, sûre 14; İbn
Mâce, İkametu's-Salât 193.
[150] Ebû Dûvud, Vitr 26; Tirmizî, Deavat 117.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/381-383.
[152] el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 364'de: "Israr ile
işlenen (küçük günahj artık küçük günah olmaktan çıkar; istiğfar edilirse büyük
günah kalmaz Caf edilir)1' nnlamında bîr rivayet kaydetmekte ve çeşitli
kaynaklarda yer almakln birlikte; "zayıT olduğunu bildirmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/380-381.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/384-385.
[154] Buhârî, Tevhîd 35; Müslim, Tevbe 29; Müsned, II, 296,
405, 492.
[155] Ifk (Hz. Aileye iftira) hadisinin bir bölümüdür.
Buhârl, Tefsir 24. sûre 6, Meğâzî ?4; Müslim, Tevbe 56; Müsned, VI, 196.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/385-387.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/387.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/387-389.
[159] Buhâri, Diyat 2; Müslim, Fiten 14; Nesâi,
Tahriınu'd-Dem 29; îbn Mâee, Fiten 11.
[160] Tirmizl, Zühd 17.
[161] Buhârî, Rikaak31; Müslim, îman 206, 207, 259; Dûrimt,
Rîkaak 70; Müsned, I, 227, 279, 310, 361, IJV 234, III, 149. Aynı manada
nisbeten farklı lafızlarla: Müslim, îınan 203-205; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 10,
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/389-390.
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/390.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/391-392.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/392.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/392-393.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/394.
[168] "Yara" anlamındaki "kurna" veya;
"karha" yerine; bir böceğin ısırması, sokmasj ya da çimdik anlamına
gelen; 'karsa" lafzı ile: Tirmizî, Fadlıfl-Cihâd 26; Nesâi, Cihâd 35; îbn
Mâce, Cibâd 16; Dârimi, Cihâd 17; Müsned, II, 297-
[169] Nesai, Cenaiz 112.
[170] Buhûri Meğazî 26.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/395-396.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/396.
[173] Tirmizî, Siyer 18.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/396.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/397.
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/397-398.
[177] Buhârİ, Cihad 12. Meğâzî 17; Tirmizî, Tefsir 33. sure
2; Müsned, III, 201.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/398-399.
[179] İbnıfl-Münzir, Hz. Ömer'in irâd ettiği bir hutbede bu
iîyetî sözkomısu ederek, Uhud hakkında inmiş olduğunu belirttikten sonra
şunları söylediğini nakleimektedîr: "Uhud günü Ra sû İn İki hin etrafından
dağıldık. Bir ya hu d in in: Muhammed öldürüldü, dediğini duydum. Ben de:
Kimin Mubîunmed öldürüldü dediğini duyarsam, boynunu vururum, dedim. Bu âyet
bunun üzerine inmiştir. (Suyûtî, ed-Durrt II,
[180] Sııyuti ed-Durr, II, 336.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/400-401.
[182] Buharı, Ceniiiz 3. Fedâihı Ashâbi'n-Nebiyy 5, Meğâzî
83; Müstıed, VI, 220.
[183] İbn Mâce, Cenâiz 65.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/401-403.
[185] Aynı manada yakın lafızlarla; Buhâri, Cenâiz 52;
Müslim, Cenaiz 50, 51; Tirmizî, Cenaiz 30; îbn Mâce, Cenâiz 15.
[186] îbn Mâca, Cenâiz 65; Muvatta, Cenâiz 27; ayrıca bk,
lbn Abdî'l-Berrv et-Temktd, XXIV, 394 v.d.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/403-404.
[188] İbn Mâce, Cenaiz 65, hadis no: 1628,
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/404.
[189] İbn Mâce, Cenâiz 65, hadis no: 1631
[190] İbn Mâce, Cenaiz 65, hadis no: 1632
[191] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/404-405.
[192] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/405-406.
[193] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/406-407.
[194] Böyle bağıranın, bir yahudi olduğuna dair Hz. Ömer'den
gelen rivayete az önce 144, âyetin nüzul sebebine dair açıklamalar sırasında
işaret etmiştik.
[195] İbn Sn'd, Tabakât, II, 46; İbnu'l-Kayyım, Zâda'l-Meâd,
III, 199.
[196] Buna göre âyetin buraya kadarki bölümünün anlamı şöyle
olur: "Nice öldürülmüş peygamberler vardır." Bundan sonrası da şöyle
olur: "Onlarla biriikte pekçok Rabbfler de vardı."
[197] Müslim, Zikr ve Dua 70; Buhârî, Deavât 60.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/408-413.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/413-414.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/414.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/415-416.
[202] el-Vâhidî Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 129.
[203] Buhârî, Megazî 17: ayrıca bk. Müsned, I. 287-288'de
îbn Abbâs'ın; I, 463'te Abdullah b. Mes'ud'dan.
[204] Buhârl, Meğâzî T8, Libâs 24.
[205] Taberânî, el-Evsat, II, 237; el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid,
VI, 327-328.
[206] Müsned, I, 237-288; Hakim, el-Müstedrek, H, 296-297;
el-Heysenıî, Mecmâu'z-Zev&id, VI, 110-111.
[207] İbn Sa'd, Tabakat, II, 46; İbnu'l-Kayyim, Zâdu'l-Meâd,
III, 199.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/417-423.
[208] Buhâri, Tefsir 3. sûre 10, Meğazî 20.
[209] Suyutî, ed-Durr, II, 350.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/424-427.
[211] Buhâri, Meğazî 19, Tefsir 3. sûre 11; Tirmizi, Tefsir
3. sûre 16.
[212] Suyütî, ed-Durr, II, 353
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/427-430.
[214] Abdurrcıhıınn b- Avf m bu hususlar dolayısıyla Hz.
Osman'ı ;iyıplaıiKisı ve Hz. Osman'ın verdiği cevaplan ihtivS eden benzeri bir
rivayet Müşned, 68'de yer almaktadır. Bu rivayete göre Abdurrnlunan b. Avf bu
eleştirileri el-Velîd b. Ukbe'ye söylemiş; cevapları d:ı Hz. Osman. el-Velîd'e
verip: uGil, AbclurrahıiKin'a bııntnn bildir!" demiştir.
[215] Buhârî, Fedâilu Ashâbrn-Nebiyy 7, Meğâzî 19i Müsned,
II, 101; benzer bir rivayet: Ta-berant, Evsat, IX, 224-225
[216] Buharı, Enbiyâ 31, Tefsir 20. sûre 1, 3. Kader 11;
Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvâd, Sün-ne 16: hadis no: 4701, 4702: Tirmizî,
K;ider 2; İbn Mâce, Mukaddime 10: Muvatta, Kader 1.
[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/431-433.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/434-435.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/436.
[220] Aynı lafızlarla: Dâritnl, Mukaddime 2, hadis no: 6;
sîgiilan nJsbeten farklı, ayaı dolamdaki İfadelerle: Tirmizl, Birrö9; Dârimt,
Mukaddime 2, hadis no: 7, 8i Mtisned, II, 174.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/437-438.
[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/438-439.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/439.
[224] Müslim, Niküh 67.
[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/439-440.
[226] Ebû Dâvûd. Edeb 114; Tirmizî, Edeb 57; îbn Mûce, Edeb
37; Darimi, Siyer 13; Müsned V, 274.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/440-441.
[228] Taberâni, el-Evsat, VII, 329;es-Sağir. 407;
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTII, 96'dîi hadisi kaydettikten sonrn,
"senedinde oldukça zayıf ravi" bulunduğunu belirtmektedir.
[229] Bu hadisi yakın lafızlarla: Tirmizl, Kader 15; Müsned,
I, 168'de rivayet etmektedir. TLr-rtiizî, Hadis İle ilgili olarak şunları
söylemektedir: "Bu garip bir hadistir. Ancak Muham-med b. Ebî Huıneyd
yoluyla rivayet edildiğini biliyoruz... Hadis ehlince güçlü bir râvî olarak
kabul edilmemiştir."
[230] Buhari, İ’tisam 28. (mıuallak olarak); Müsned, III,
351.
[231] Yakın manada: İbnu'l-Cevzî, el-Mevzuât, I. 156-157,
II, 284-285.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/441-442.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/442.
[233] İbn Sa'd, Tabakat, 31, 36; ibnu’l-Kayyim, Zâdu'l-Meâd,
III, 192-193.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/442-444.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/444.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/445.
[236] Snyûtî. ed-Durr. II, 362.
[237] Ebû Dâvûd, eJ-Huruf ve'1-Kıraat 1: Tirmizî, Tefsir 3-
sûre 17.
[238] Ebû Dâvûd, Cihâd 156; Dârimî, Siyer 50; Müsned, IV,
325.
[239] îbn Mace, Mukaddime I8f ıMcnfclk 76; Dâriml, Mukaddime
24; Müsned, III, 225, IV, 80, 82, V, 183.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/446-449.
[241] Buharı, Cihad 189; Müslim, İmare 24; Müsned, II, 426.
[242] Ebü Dûvâdr CiLıgd 134; Milsned, II, 213- AncıiK Semura
b. Cundub'dan değil de, Abdullah b, Amr b. el-Âs'dan.
[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/449-451.
[244] Buhari, Eymân 33, Meğazî 38; Müslim, İman 183; Ebû
Dâvûd, Cihad 133; Nesaî, Eyman 38; Muvatta, Cihâd 25.
[245] Ebû Dâvûd, Cihâd 121; Nesâi, Hibe 1; îbn Mâce Cîhad
34; Dârimi, Siyer 46; Muvatta, Cihâd 22; Müsned, II, 184, V, 316, 318, 326,
330.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/451-452.
[247] Ebû Dâvûd, Cihâd 133; Nesât, Cenâiz 6ü, îbn Mâce,
Cîlıad 34; Muvatta, Cihüd 25: Müs-ned, IV, 114, V, 192.
[248] Ebû Dâvûd, Uhncl 135; Tirmizî, Kudııd 28;
[249] Ebû Dâvûd, CiJıüd 135.
[250] Ebû Dâvûd, Cİhad 135.
[251] Buhârl, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâoûd,
Hudûd 15; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5, 11,14; Dârimî, Siyer 11; Müsned, I, 61, 63,
65...
[252] Ebû Dâvûd, Hudud 14; Tirmizî, Hudud 18; Nesâî,
Kat’us-Sârik 13; İbn Mâce, Hudüd 2ö; Dâriml, Hudud 8.
[253] Nesâî, Zekât 36; Müsned, V, 2, 4.
[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/452-453.
[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/453-454.
[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/454.
[257] Sahibi buhınnmayan hıkîiUı'mn mülk edinilmesi, ya tta
uygula mı tak diğer hükümler için bk. ez-ZuhnyJî, el-Fıkku'l-İslâmi, ve
Edilletuhu, V, 781 vd.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/454-455.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/455.
[260] Buhâri, Ahkam 24, 41, Eyman 3, Hibe 17, Hîyel 15;
Müslim, İmâre 26, 27; Ebû Dâvûd, Harac 11; Müsned, V. 423
[261] Ebu Dâvud, Harac 10.
[262] Ebû Dâvûd, Harac 12.
[263] Ebû Dâvûd, Harac 10.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/455-456.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/456.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/457.
[267] Müslim, İman 358.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/457-458.
[269] Suyutî, ed-Durr, II, 367.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/458-460.
[271] Tirmizl, Siyer 18. {140. âyet 3. başlıkta da geçmişti)
[272] Sabit b. Kays b. Şeınınüs (r.a.)ın Yemâme'de şehid
düşenlerden olduğu kaynaklarca belirtilmekte (İbnul-Esîr. Usdu'l-Ğabe, I, 270:
İbn Hacer, el-îsâbe. I, 511) ise de; kaçıncı olnrak şehid düştüğü
belirtilmemektedir. Buhârî, Meğâzi 26'da: Enes b. Mâlik'in şöyle dediği nakledilmektedir:
Uhud günü yetmiş kişi, Bî'r-i Maûne günü yetmiş kişi ve Ye-mâme günü yetmiş
kişi öldürülmüştür. Kurtubînin ifadesinden; Yemame'de Sabit (ra)in şebâdetiyle
yetmişin tııınnjnhınmış olduğu gibi bir mana anlaşıhyorsa da; doğrusu,
Ye-mâme'deki şehidlerin yetmişincisi olmalıdır.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/460-461.
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/461-463.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/463-464.
[276] Ebu Davûd, Cihâd 25; Müsned, I, 266. Yakın ifadelerle
ve Abdullah b. Mes'ud'dan: Müslim, İınare 121; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 19; İbn
Mâce, Cihâd 16.
[277] Tlrmizî, Tefsir 3. sûre 18; İbn Mâce, Mukaddime 13,
Cihâd 16.
[278] Başlığın baştarafında bu rivayetin kaynakları
gösterilmiştir.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/464-467.
[280] Buhari, Cenâiz 75.
[281] Buhari, Megazî 26.
[282] Ebû Dûvûd, Cenaiz 26: İbn Mâce, Cenâiz 28.
[283] Bıı ma tındaki hadisler için bk Buhârî, Cihnd iûl
Müslim, İmâ re 105; Tirmizî, Fedailu’l-Cihâd 21; Muvatta, Cihâd 29.
[284] Bu hadis üçüncü başlıkta bir daha zikredilecektir.
Kaynakları orada kaydedilecektir.
[285] Ebû Dâvûd, Cenaiz 26.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/467-469.
[286] Buhari, Meğazi 26; Cenaiz 76 (son cümle:
""Cenaze namazlarını da kılmadı ve onları yıkamadı" şeklinde);
Ebû Davûd, Cenaiz 27 (namazlarının kılınmadıgı kaydı yok); Timizi, Cenâiz 28;
Nesai Cenaiz 62.
[287] Ebu Davud el-Merasil, s, 306-307, Aynen belirtilen
yerlerde muhakkikin notu.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/469.
[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/469-470.
[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/470.
[290] Müslim, İmnre 117. 120.
[291] Melik: Mutlak egemen; Deyyân; Hesaba çeken,
sorgulayan, amellerin karşılığını veren.
[292] Müsned, III, 495; el-Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, L 133
(senedinde zayıf ravi bulunduğu kaydıyla), X, 345-346 (ricalinin sika kabul
edildiği kaydıyla), 351 (senedinin hasen olduğu kaydıyla).
[293] Müslim, Birr 59; Tirmizi, Sıfatul-Kıyâme 2; Müsned,
II, 303, 334, 372.
[294] Nesaî, Buyu' 98.
[295] Tirmizî, Cenaiz 76; îbn Mace, Sadakat 12; Dârimi,
Buyu’ 52; Müaned, II, 440, 475, 508.
[296] Müsned, l 266.
[297] İbn Mace, Cihad 10.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/470-472.
[298] Bühâri, Tefsir 33- sûre el-İstikraz 11, Feraiz 15,
Nafakaat 15; Müslim, Cumua 43, Feraiz 14,15; Ebû Davud, el-Harac vel-imâre 15;
İbn Mâce, Mukaddime 7, Sadakat 13; Darimi, Buyu’ 54; Müsned, III, 338. 371.
(Kimi Kurtubî ile aynı lafızlarla; kimi manayı değiştirmeyen farklı lafızlarla)
[299] İbn Mace, Cihad 10.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/472-473.
[300] İbn Mace, Cihad 10.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/473-474.
[301] Bu yedi hasletten İkisi olan: "Kabir azabından
korunmak ve en büyük korkudan yana emin olmnk" bir haslet alamk sayılırsa,
sin olur. Müsned, IV, 200'de Kays el-Cuzâmi'den ge]en rivnyette ise tıltı
haslet şöylece sıralanmaktadır; 1, Kanıtım ilk damlası ile birlikte bütün
günahlarının affedilmesi, 2. Cennetteki yerinin ona gösterilmesi, 3. Hûru'1-İn
ile evlendirilmesi, 4 ve 5. En büyük korkudan ve knbir azabından yana emin
olması, 6. iman elbisesine büründürülmesi.
[302] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 25; îbn Mâce, Cihad 16;
Müsned, [V, 131.
[303] Hadisin yerini tesbiı edemedik. Kurmbî'nin kaynak ve
râvi be lirime inekle birlikte' "m-viye: rivnyet edildi" diye teıund" (yani hadisin güvenilir
olmadığını bildiren) bir sîgn {kip) kullanması da; pek güvenilir bir rivfiyet
olmadığım oicaya koymaktadır. -Muhteva doğru olsa bile-
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/474-476.
[305] Buhâri Megazî 25; Muslim, Fedailu's-Sahabe 52.
[306] Buhâri Meğazi 25.
[307] Buharı, Meğazî 25.
[308] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII, 432.
[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/476-479.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/479.
[311] Tirmizî, İmaın 7; Müsned, II, 379, 445.
[312] Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünne 14; Nesâî, İınan 16;
İbn Mâce, Mukaddime 9.
[313] Buhari, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Müsned, İl,
16-17.
[314] Buhâri, Tefsir 3. sûre 13.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/480-482.
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/483.
[317] Burada merhum mufessirimizin sözlüklerde tesbir
edilemeyen bir satırlık bir açıklaması bıı sebebren buraya tercüme
edilmemiştir.
[318] Ancak, üyet-i kerime melekler hakkındadır Meleklerin
de mü'm in oldukları söylenerek, ıııüfessirin istidlali yerinde görülebilir.
Mn'ıninlerin Allah'tan korkmalarını tavsif eden âyetler ise; bilindiği gibi pek
çoktur.
[319] İbn Mâce, Zühd 19.
[320] Tirmizi, Zühd 9. Müsned, V, 173'te hadisin
kaydedilmesinden sonra bu sözierin Ebû Zer (m )e ait olduğu açıkça
belirtilmektedir.
[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/483-485.
[322] Müslim, Birr 55; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 48. İbn
Mâce, Zühd 30.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/485-487.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/487.
[325] Bundan sonra her Iki kıraatin nahv bakımından
yorıımları ile ilgili açıklamalara dair yarım sahifelik bir bölüm, gerek
görülmediğinden tercüme edilmemiştir.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/488-489.
[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/489-491.
[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/492.
[329] Buhâri, Zekât 3, Tefsir 3 sûre 14; Nezâî, Zekât 20;
Müsned, II, 355 (Ebû Hureyre'den); Nesâî, Zekât 2; İbn Mâce, Zekâl 2; Müsned,
I, 377 (Abdullah b. Mes'ûd'dan); Nesâî, Zekâl 20; Müsned, II, 98, 137, 156
(yakın lafızlarla: îbn Ömer'den)
[330] Bîr önceki nota bakınız,
[331] Yakın ifadelerle Beliz b. Hnkîm babasından, a dedesi
-ki Muâvtye b. Hayde'dir- yoluyla: Nesâî, Zekât 71: Müsned, V, 3, 4, 5; benzer
başka rivayetler için bk. Suyüfî, ed-Durr, 11, 395.
[332] Delil gösterilen tîibir son beyitte yer aldığından,
önceki beyitlerin Arapçaları buraya kaydedilmemiştir.
[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/492-494.
[334] el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, IX, 315. Senedinde
ınetrûk bir râvi olduğu kaydıyla, çl-Cedd b. Kays, hfudeybjye de Rıdvan
Bey'atfne kîitılınîimîik için sakininin kişidir. (Müslim, İmnre 69; Müsned,
fil, 396). Ayrıca bk. İbnul-Esîr, Usdu'1-Ğabe, I, 327.
[335] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/489-491.
[336] Müslim, el-Birr 56.
[337] Nesâi, Cihad 8; Müsned, II, 256, 340, 542, 441. 505.
[338] Muvatta, Kelâm 19'dn şu anlamda bir rivayet yer
almaktadır: Allah Rasûlü'ne,- Mümin korkak olur mu? diye soruldu, o:
"Evet* buyurdu. On;ı: Mü'min cimri olur ınu? diye soruldu. Yine:
"Evet" buyurdu. Onu: Mü'min yalancı olur ınu!' diye soruldu.
"Hayır" buyurdu.
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/495-496.
[340] Ebû Davûd, Melâhim 17.
[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/496-498.
[342] Bedel olarak kabul edildiği taktirde-, Önceki sözü
söyleyenler aynı zamanda şu sözü de söyleyenlerdir, diye bir aninin ünde eder.
Sıfat olarak kabul edildiği taktirde; Allah... diyen kullarına zulmetmez, anlamına
gelir.
[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/499-500.
[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/501.
[345] Ancak bundaki bu buyrukları Âsım'dan Hafs'ın
rivayetine göre; "giderdler" anlamındaki kelime tenvinsiz ötreli:
"zarar; durr" kelimesi de esreli okunur.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/501-502.
[346] Tirmizi. Cenâiz 10; Nesâi, Cmâiz 6; İbn Mâce, Cenâiz
5; Müsned, V, 350, 357, 360.
[347] Müslim, Cenâiz 1, 2; Bbû Dâvud, Cenâiz 16; Tirmizl,
Cenâiz 7; Nesâl, Cenâiz 4; İbn Mâce, Cenâiz 3; Müsned, III, 3-
[348] Ebû Dâvûd, Cenâiz 19; îbn Mâce, Cenâiz 4.
[349] Hadis Ebıı'd-Derda ve Ebu 2er yollarıyla rivayet
edilmiştir, el-Arnavutî, Şerhu's-Sün-ne, V, 295'teii naklen: Kurnıbî,
Daru'1-Fikr baskısı, IV, 279, dipnot: 4.
[350] Müslim, Cenaiz 7, 9.
[351] Bu manada bir hadis için bk. Ebû Dâvûd, Cenaiz 33.
Ayrıca; Âl-i îınrân, 3/144. âyet 3. başlıklı hadis ile ilgili not.
[352] Buhârî, Cenâiz 52; Müslim, Cenâiz 50, 51; Ebû Dâvûd,
Cenâiz 46; Neşâî, Cenâiz 44-, îbn Mâce, Cenüiz 15; Muvatta, Cenâiz 56; Müsned,
II, 240, 280, 488.
[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/502-503
[354] Müslim, Cenâiz 40.
[355] Ebû Dâvud, Cenâiz 28 ancak Ebu Dâvûd adının: Um Külsûm
olduğunu burada değil, Cenâiz 31'de geçen bîr hadiste belertmektedir); îbn
Mâce, Cenaiz 8 (Uın Kulsûm); Buhârî. Cenâiz 8 ve Tirmizî, Cenaiz 15 (isim
vermeden).
[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/503-504
[357] Buhârî, Cenâiz 27, Menâkıbu'I-Ensâr 45, Meğâzî, 17,
26, Rikaak 16; Müslim, Cenâiz 44; Tirmizî, Cenâiz 53; Nesâî, Cenaiz 40; Müsned,
V, 109, 112, VI, 395.
[358] Ebû Dâvûd, Libâs 132, Tıb 14; Tirmizî, Cenâiz 18;
Nesâî, Cenâiz 38; îbn Mâce, Libas 5, Cenaiz 12.
[359] Buhârî, Çeriniz 19, 24, 25; Müslim, Cenâlz 45-47;
Nesâî, Cenaiz 39; İbn Mâce, Cenâiz 11; Muvatta, Cenâiz 5; Müsned, VI, 93, 118,
132, 165, 231.
[360] Müslim, Cenpiz 49; Nesâî, Ceniiiz 37.
[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/504-506.
[362] îkinci başbğın sonundaki hadislere ve kaynaklarını
belirten notlara bakınız.
[363] Nesâî, Cenaiz 44; Ebû Dâvûd, Cenâiz 46; Müsned, V, 36,
38.
[364] Ebû Dâvûd, Cenâiz 46; Tirmizî, Cenaiz 27.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/506-507.
[366] Buharı, Cenâiz 6l( 65; Müslim, Cenâiz 63, 64, 66; Ebû
Dûvûd, Cenâiz 58; Nesâî, Ce-nâız 72, 76. 103: Muvatta, Cenâiz 14; Müsned, II,
281, 439.
[367] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/507.
[368] Bukârt, Cemiz 97, Rıknnk 42, Nes&î, Cenniz 52;
Dârimi, Siyer 68; Müsned, VI. 180.
[369] Nesât, Cenâiz 51.
[370] Müslim, İmâre 46; Nesâî, Bey'm 25; İbn Mâcet Filen 9;
Müsned, II, 161, 191, 192.
[371] Tirmizî, Tefsir 3. süre 22, 56, sfıre 1; Dârimî,
Rikaak 99; Müsned, II, 438.
[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/507-509.
[373] Buhâri, Tefsir 3- sûre 15, Merdâ 15. Edeb 115. ktrzan
20; Müslim, CEhâd 116: Müsned, V, 203.
[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/509-511.
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/511.
[376] Benzer bir rivayet için bk. Buharı, İlin 42, Vudû 24,
Hars 21.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/511-512.
[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/512.
[379] Buhârî, Tefsir 3. süre 16; Müslim, Sıfauı'l-Münâfıkîn
7.
[380] Buhârî, Tefsir 3. sûre 16; Müüim, Sjfntıı'UMünSfikîn
S; Tirmizi, Tefsir 3- sûre 23; Müs ned, I, 298.
[381] Bundan sonra merhum müfessirimiz, bu görüşe uygun
kullanımı bir beyit ile Örneklendirmekte; bu beyitteki kelimelerin hem
anlamEarına hem de nahiv açısından konularına dair açıklamalarda
bulunmaktadır. Bıı görüş, esasen zayıf olduğundan ayney bunları tercümeye
gerek görmedik.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/513-516.
[383] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/516.
[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/518.
[385] Suyûtî, edDurr, II, 409.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/519.
[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/519.
[387] Bukârl, Hayz 7, Ezan 19; Müslim, Hayz 117; Ebû Dâvûd,
T.ıhâre 9; İbn Mâce, Tahdre 11; Milned, VI, 70, 153.
[388] Buhârî, Taksîm's-5al:U 19; Tirmizî, Satüt 157; îbn
Mâce, İk5mem's-Salât 139, Miisned, IV, 426.
[389] Müstim, Salatu'l-Müsâfîrîn 118; Buk&ri,
Tnksînı's-SaliİL 20; Nesâî, Kıya mu'1-Leyi 19.
[390] Nesâî, Kıyamu'ly 22.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/519-521.
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/521-522.
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/522.
[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/522-523.
[394] Buhârî, Tiiksîru's-Salât 17, 18; Tirmizî, Salât 157;
Nesâi, KLy.nmu'1-Leyl 21; ibn Mâce, İkamet u's-Salâ t 141.
[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/523.
[396] el-Azîzî, es-Sirâcu'i-Münlr, II, 158 zayıf olduğu
kaydıyla.
[397] Kaynağını tespit edemedik.
[398] Îbraı'l-Cevzî, mevzu (uydurma) olduğunu söylemiştir.
(KurUıbî, Dâru'1-Fikr baskısı, IV, 294, dipnoi: 2).
[399] Serrî es-Sakatrnin sözüdür. Bk, el-Aclûnî,
Keçftırl-Hafâ, ÎIt 310.
[400] Buhâri, Vudû 36, Ezan 161, el-Amel fi's-Snlnh 1. Vitr
1, Tefsir 3. sûre 8, 19, 20; Müslim, Siüatu'l-Müsûfirîn 182; Ebû Dâvûd,
Tauvvu' 26; îbn Mâcer İkametti's-Sala ti 181; Müs-nedr I, 242, 358.
[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/523-526.
[402] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, £4-95, -senedi
zayıftır" kaydıyla.
[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/526-527.
[404] Müslim, İman 302. Gerek Ebii Sctid el-Hudrî yoluyla
gelen bıı rivayetin, gerek başka iiihabelerclen aynı manadaki rivayetlerin
pekçok olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
[405] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/527-528.
[406] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/528-529.
[407] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/529.
[408] Taberânî, el-Evsat, IX; 234-235; el-tfeysemî,
Mecmau'z-2euâidf X, 2lVde-. "Süheyl zayıf bir râvi olmakla birlikte sika
[.güvenilir.) kabul edilmiştir. Diğer râvileri (rivayetleri) sahih
Kivilerdir" kaydıyla.
[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/529-530.
[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/530.
[411] Hâkim, el-Müstedrek, II, 300; Tirmizİ, Tefsir 4. sûre
9.
[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/530-531.
[413] Kat': Vakf (.durak: yapmak) demek olup, konuşanın
kelimenin sonunda konuşmasını kesmesi demektir. el-Ferra buna; "hal"
demektedir. "MCıttakiler için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2)
buyruğunu da böyle i'râb etmiştir, (Dr, Muhammed Seınîr, Mu'cemu'l-Mus-tttlahûti'n-Nahviyye
ve's-Sarfîyye, s. 188).
[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/531-532.
[415] Müslim, Cennet 55 Tirmizi, Zühd 15; îbn Mûee, Zühd 3;
Müsned, IV, 229, 230.
[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/532-533.
[417] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/533-534.
[418] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/534.
[419] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/535.
[420] Müslim, Hayz 34.
[421] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/535-536.
[422] Bu sûrenin 185. 3yet 6. başlıkta gösterilen yerler.
[423] Müslim, İman 241; Dârimî, Nikâh 46.
[424] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/536.
[425] el-Azîzî, es-Sirûcu'l-Munîr, II, 66, "zayıf"
olduğu kaydıyla.
[426] Muvatta, Cilıâd 6; Hakim, Müstıdrek, II, 300-301'de
ayrıca Ebû Ubeyde'nin cevabını da na ki etmektedir
[427] Hâkim, Müstedrek, II, 301.
[428] Muvatta, Kasrıı's-SalSı 55; Müslim, Tahâre 41;
Tirmizl, Tahâre 39; Nesâî, Tahflre 107; Müsned, II, 277, 303.
[429] Buhâri, Edeb 76; Müslim, Birr 107; Muvatta,
Husnu'l-Huhik 12; Müsned, II, 236, 268, 517.
[430] Buhari, Zekat 53; Müslim, Zekat 102; Muvatta,
Sıfatu'n-Nebiyy 7; Müatıed, I. 384.
[431] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/537-539.
[432] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/539.
[433] Buhâri, Cihad 73; Tirmizî, Fedailu'l-Cihad 26; Müened,
V, 339.
[434] Müslim, îmâre 163; Tirmizt, Fedâilu'l-Cihâd 26; Nesât,
Cihâd 39; Müsned, V, 441.
[435] Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizl, Fedüllu'l-Clhad 2;
Müaned, VI, 20.
[436] Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Dâvûd, Vesftya 14; Tirmizl,
Ahkam 36; Nesâl Vesâyâ 8; ned, II, 372.
[437] ibnMâce, Cihad 7.
[438] İbn Mûcef Clhad 7; farklı lafızlarla; Tirmizt,
FedÜitu'l-ClhÜd 2â; Nesâî. Cihâd 39.
[439] îbn. Mace, Cihad 7. el-Münziri: "uydurma olduğu
açıkça görülmektedir..." demiştir, Hadis ile ilgili Zevâid notundan.
[440] îbn Mâce, Cihâd 8. Rüvilerinden Sairi b. Hâlid'in
uydurma ve miinker hadisler rivayet ettiği belirtilmiştir- Hadis ile ilgili
Zevâid notundan.
[441] îbn. Mace, Mesâcid 19; Müsned, I, 186, 208.
[442] Takva için bk. 2/2. âyet üçüncü başlık; felah için bk.
2/5. âyetin; İhtimal bildiren bu edat için bk. 2/21. âyetin tefsirleri.
[443] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 4/539-542.