1. Allah'ın İpine Sarılmak: 6

2. Geçmiş Ümmetlerdeki Tefrika ve İslâm Ümmetinin Çeşitli Fırkaları: 7

Yetmişiki Fırka: 7

İ. Kıyamet Gününde Kimi Yüzler Ağaracak, Kimi Yüzler Kararacaktır: 11

2. Bu Azap Kimler Hakkındadır: 12

3. îmandan Sonra Küfrün Cezası: 13

İ. Ümmetlerin En Hayırlısı Olan Bir Ümmet: 13

2- Bu Ümmetin En Hayırlıları: 14

3. iyiliği (Marufu) Emredip, Kötülükten (Münkerden) Alıkoymak: 16

Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi: 17

1. Kâfirlere Meyletmenin Yasakltğı: 19

2. Kâfir ve Sapıkları Sırdaş Edinmenin Yasaklanışı: 19

3. Mümin Olmayan Sırdaşlar Kötülük Yapmaktan Geri Kalmazlar; 20

4. Kâfirlerin Açığa Vurdukları Öfkeleriyle İçlerinde Gizledikleri: 21

5. Düşmanın Düşmanı Aleyhine Şahidliği: 21

6. Kâfirlerin Gizledikleri Kin: 21

Uhud Gazvesi: 24

Tevekkül: 26

1. Rasûluliah (sav)'ın Gazaları ve Bunlar Arasında Bedircin Yeri: 26

2- Melek İndirmenin Hikmeti: 29

3. Yardımcı Melekler: 30

4. Askeri Birliklerin Nişan ve İşaretleri: 30

5. Yün Giymek: 31

6. Meleklerin. Atlarının Şekli ve Mücahid'in ifadeleri: 31

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberin Kavmine Bedduası: 32

2. Sabah Namazında Kunut: 33

3- Sabah Namazında ve Diğer Namazlarda Kunut İle İlgili Görüşler: 33

1. Cennete ve Mağfirete Koşmak: 35

2- Cennetin Azameti: 35

1. İnfak Edenler: 37

2. Öfkenin Yenilmesi: 37

3. İnsanları Affetmek: 37

4- Allak, İyilik Edenleri Sever; 38

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 39

2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır: 40

3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü: 40

4- Allah'ın Bağışlayıcılığı; 41

5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli: 41

6.  Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi: 42

7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi: 42

1. Şehidlerin Şakidliği: 45

2. İlahi İrade ve Emir Arasındaki Fark: 46

3-  Utıud Şekidleri, Bedir'de Müşrik Esirlerden Fidye Alınmasının Bir Karşılığı idi: 46

1. Âyetin Nüzul Sebebi: 47

2. Hz. Peygamberin Vefatı ve Uz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in Tavırları: 48

3-  Rasûlullah (sav)'ın Defni: 49

4- Hz. Peygamberin Cenaze Namazı: 49

5. Hz. Peygamberin Vefatından Sonraki Durum Değişikliği: 50

1- Hz. Peygambere Yöneltilen Emirler ve İstişarenin Anlamı; 64

2- İstişare Yapmayan Yönetici Görevinden Alınır: 64

3- Hz, Peygamberin İstişaresi ve İstişare Konusu: 64

4. Kendileriyle Müşavere Edilecek Kimselerde Aranan Nitelikler: 65

5. Dünya île İlgili Meselelerde Müsteşarın (Danışmanın) Nitelikleri: 65

6. Şûranın Esası ve İstişare Edenin Sonra Yapması Gerekenler: 66

7- Azmetmenin Mahiyeti: 66

8. Tevekkül: 67

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hıyanet (Ğulûl)'ın Anlamı: 68

2. Ganimetlere, Emanetlere ve Benzeri Haklara Hıyanetin Cezası: 69

3. Ganimetten Çalmak Büyük Günahlardandır: 70

4. Ganimetten Çalanın Eşyası Yakılır mt?. 70

5. Ganimetten Çaldığı Tesbit Edilenin Cezası: 71

6. Mali Ceza Sözkonusu Olur mu?. 71

7.  Ganimetten Hırsızlık Yapan Kimsenin Tevbesi; 72

8. Ganimetten Çalmanın Hükmü: 72

9. Devlet Memurlarının Aldıkları Hediyeler; 72

10. Kitapların İlim Ehlinin İstifadesine Sunulmaması ve Bu Ayetin Nüzul Sebebine Dair Bir Rivayet: 73

11, Kimseye Zulmedilmez: 73

1. Âyetler Arası İlişki, Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Şehitlerin Diri Olmalarının Anlamı: 76

2. Şehidlerin Yıkanması: 78

3. Şehidin Cenaze Namazı Kılınır mı?. 78

4. Hangi Hallerde Şehidin Namazı Kılınabilir?. 79

5- Düşman Baskını Sırasında Öldürülenlerin Hükmü: 79

6. Allah Yolunda Şekid Olmanın Üstünlüğü: 79

7. Kişiyi Cennete Girmekten Alıkoyan Borcun Mahiyeti: 80

8. Rableri Nezdinde Rızıklanırlar: 81

İmanın Artıp Eksilmesi: 84

Buyruğun Nüzul Sebebi ve Kastedilenler: 86

1, Cimrilikten Hayır Gelmez: 89

2. Cimrilik: 90

3- Cimriliğin Faydaları: 90

4. Cimrilik (Buhl) ile Eli Sıkılık (Şuhh) Arasındaki Fark: 91

1,  Cimriler Dahil Herkes Ölecektir: 93

2. Bir Kıraat Farkı: 94

3. Ölümün Belirtileri ve Ölümü Yaklaşanlara Karşı Görevler; 94

Ölünün Yıkanması (Gasli): 95

4. Ölünün Kefenlenmesi: 95

5. Ölünün Mezara Götürülmesi: 96

6. Cenaze Namazı: 96

7. Ölünün Gömülmesi: 97

1. Kitap Ehlinden Alınan Söz velimin Öğretilmesi; 98

2. İlmin İnsanlara Açıklanması: 99

1. Bu Âyetler Üzerinde Düşünmenin Önemi: 101

2. Geceleyin Uykusundan Uyananın Yapacağı İşler: 102

3. Her Halde Allah'ı Zikretmek: 102

4. Hasta Kimsenin ve Oturanın Namaz Kılma Keyfiyeti: 103

5.  Oturmaya Gücü Yetmeyenin Namaz Kılması: 103

6. Hasta îyiieşirse; İyi Olan da Hastalanırsa Nasıl Namaz Kılar?. 103

7.  Sağlıklı Kimsenin Yatarak Namaz Kılması: 104

8.  Göklerin ve Yerin Yaratılışı Üzerinde Düşünmek: 104

9. Yüce Allah Boşuna Bir Şey Yaratmamıştır: 105

10- Ateşe Atılanlar: 106

11. Çağırıcının Çağrısını Kabul Etmek: 106

12. Allah'tan Mağfiret Dileyin: 106

13- Peygamberlerle Vaadedilenler: 107

14. Allah'ın Duaları Kabulü: 107

15. Allah Amel Edenin Ecrini Boşa Çıkarmaz: 107

16. Hicret ve Cihad Edenlerin Mükâfatı: 108

17. Kâfirlerin Diyar Diyar Dolaşmaları Seni Aldatmasın: 108

18. Nimetin Mahiyeti: 109

19. En Büyük Nimete Mazhar Olanlar Takva Sahipleridir: 109

20- Takva Sahiplerine Yapılacak ikramlar: 109

21- Cennetliklere Verilecek ikram: 110

22. Kitap Ehlinden Allah'a İman Edenler: 110

23. îman Edenlere Sabır, Sebat ve Ribât Emri: 110

24- Hukukçulara Göre Allah Yolunda Ribat Yapan Kimse: 112

25. Ribâtın Fazileti: 112


98. De ki: "Ey kitab ehli, Allah yapiıklarmı/ı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini İnkâr ediyorsunuz?"

99. De ki: "Ey kitab ehli siz, (gerçeği) gördüğünüz halde Allah'ta yo­lunu eğri göstermeye yeltenerek» İman edenleri niçin o yoldan çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir."

 

Yüce Allah'ın: "Deki: Ey kitap ehli...niçin Allah'ın yolundan çeviriyor­sunuz" buyruğundakî: "Çeviriyorsunuz" buyruğu, Allah'ın dinin­den döndürüyorsunuz demektir. el-Hasen ise bu kelimeyi şeklin­de okumuş olup, bunlar da: den gelen iki ayn söyleyiştir.

Tıpkı kokuşan eti anlalmak üzere: demek ile, yine ko­kup değişmesini anlatmak üzere kullanılan tulleri gibi.

Onu ri göstermeye yeltenerek" buyruğunda: Onlara ölçerek verdiklerinde..." (el-Mutaffifin, 83/3.) buyruğunda da olduğu gibi, "lâm" harfi hazf edilmiştir. Meselâ; Ona bunu istedim; de-nildîgı gibi, "lâm!l harfi kullanılmaksızın da denilir. Ona yardım eltim, anlamındadır.

Eğrilik: Dinde, sözde ve davranışla meyletmek, sapmak ve doğ­ru yoldan uzaklaşmak demektir,  harfi üstün okunursa duvar ve ben­zeri dosdoğru olan herşey hakkında eğriliği anlatmak için kullanılır. Bu

açıklamalar Ebu Ubeyde ve başkalarından nakledilmiştir.

Yüce Allah'ın: Davetçiye hiçbir tarafa eğrilmeden uyup giderler" (Tâ-Hâ, 20/108) da, onun çağrısından eğrilip başka tarafa dö­nemezler, anlamındadır. Belli bir yer hakkında, orda ikâ­met edip durdu, manasına kullanılır ki, duran anlamını veren ism-i faili şeklinde gelir. Şair der ki:

"Olur ki onların boş arsalarını yahut çadırlarının izlerini görürüz, Diye siz de bizimle birlikte kalır mısınız?"

"Eğri adam" huyu kötü adam demektir. Ayaklarında nisbeten eğrilik bu­lunan atların halini anlatmak üzere de bu kökten gelen kelimeler kullanıl­dığı gibi, "el-A'veciyye" önceleri cahiliyye döneminde bilinen bir at çeşidi idi. Bunun, -fazla aralık olmaksızın- ayaklar arasında mesafelerin uzaklığını an­lattığı da söylenmiştir ki, bu da at için övücü bir özelliktir.[1]

Yüce Allah'ın: "Siz, gördüğünüz halde" buyruğu, aklınız erdiği halde an­lamındadır. Bu, siz Tevrat'ta Allah'ın kendisinden başka hiçbir dini kabul et­mediği din İslâm'dır, yazısını gördüğünüz ve buna tanıklık ettiğiniz halde an­lamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü Tevrat'ta, Muhammed (sav)'ın nitelik­leri de yazılıdır. [2]

 

100. Ey iman edenler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi kâfirler ola­rak geri çevirirler.

 

Bu âyet-i kerime, Evs ile Hazrecliler arasında fitneyi -Peygamber (sav) ile ardı arkası kesildikten sonra- yeniden körüklemek isteyen bir yahudi hak­kında inmiştir. Bu yahudi aralarında oturmuş ve onlara iki kabileden birisi­ne mensub birisine ait ve aralarındaki savaşa dair söylemiş olduğu bir şiiri okudu. Bu sefer, diğer kabile şöyle demişti. Bizim şairimiz de filan filan gün hakkında şöyle dedi. Bunun sonucunda olaydan bir parça etkilenmiş gibi oldular ve şöyle dediler: Haydi gelin» önceden olduğu gibi savaşı bir daha alev­lendirelim- Bunun üzerine onların bir bölümü: Ey Evslîler geliniz. Diğerleri ise, ey Hazrecliler geliniz, diye seslendiler. Bir araya toplandılar, silahlarını aldılar, savaşmak üzere dizildiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil ol­du. Peygamber (sav) da geldi. Ve iki saf arasında durarak, yüksek sesle bu âyet-i kerimeyi okudu, Evslilerle, Hazrecliler Hz. Peygamberin sesini işitin­ce ona kulak verip dinlediler. Okumasını bitirince silahlan bıraktılar, biribir-lerinin boyunlarına sarılıp ağlaşmaya başladılar. Bu açıklama, İkrime, İbn Zeyd ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.[3]

Bu şekilde şiir okunmasını sağlayan kişi, yahudi Şâs b. Kays idi. O, Evs­lilerle Hazreclîler arasına daha önce aralarında cereyan eden savaşları hatır­latacak kimseyi göndermişti. Peygamber (sav) ise gelip onlara durumlarını hatırlattı. Böylelikle onlar, bu işin şeytanın bir dürtüsü ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını bıraktılar, ağladılar, biribir-lerinin boyunlarına sarıldılar. Daha sonra da dinleyip itaat edenler olarak Pey­gamber (sav) ile birlikte gittiler. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey İman eden­ler," yani Evs ve Hazrecliler "eğer kendilerine kitap verilenlerden bîr zümreye1" yani, Şâsa ve arkadaşlarına "İtaat ederseniz, imanınızdan son­ra sizi kâfirler olarak geri çevirirler" âyetini inzal buyurdu

Cabir b. Abdullah dedi ki: Bu isimize muttali olmasından en çok hoşlan­madığımız kişi Rasûlullah (sav) idi. O da geldi ve bize eliyle işaret etti, biz de bu işten vazgeçtik, Allah da aramızı bulup barıştırdı. Bunun üzerine biz fbu işe muttali olduğundan dolayı) Rasûlullah (sav)'ın haberdar olmasından daha çok sevindiğimiz kişi olmadı. Ve ben, başı itibariyle ondan daha çirkin ve daha vahşetli, sonu itibariyle de ondan daha güzel bir gün görmedim.[4]

 

101. Allah'ın âyetleri size okunur, aranızda da Peygamberi bulunurken, nasıl kâfir olurdunuz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırca mu­hakkak doğru yola iletilmiştir.

Yüce Allah, bu ifadeyi hayret üslûbu ile kullanmıştır. Yani: "Allah'ın âyet­leri Kur'ân-ı Kerîm, "size okunup, aranızda da Peygamberi" Muhammet! (sav) "bulunurken, nasıl kâfir olursunuz?1 İbn Abbas dedi ki: Cahiliyye dö­neminde Evs ile Hazrec arasında oldukça kötü bir savaş sürüp gidiyordu. (İs­lâm'dan sonra) aratannda cereyan eden bu olayları sözkonusu ettiler, biribir-lerine karşı kılıç çekerek ayaklandılar. Peygamber (sav)'ın yanma gidildi, bu durumdan ona söz edildi, O da yanlarına vardı. Bunun üzerine şu: "Allah'ın âyetleri size okunup, aranızda da Peygamberi bulunurken,..'* buyruğundan itibaren, "Siz, bir ateş uçurumunun tam kenanndayken, sizi oradan kurtar-dı'Câyet 103) buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu.

Bu âyeti kerime(ler.)In kapsamına, Peygamber (sav)'ı görmeyenler de gi­rer. Çünkü, onların arasında kalan Hz. Peygamber'in sünneti, bizzat onu gör­menin yerini alır ez-Zeccâc der ki: Bu hitabın, Peygamber (savcın ashabı­na has olması da mümkündür. Çünkü, Rasûlullah (sav) aralarında bulunuyor, onlar da onu görüyorlardı. Aynı şekilde bu hitabın ümmetin tümüne o3ma-sı da mümkündür. Çünkü, onun eserleri, alâmetleri, ona verilmiş bulunan Kur'ân-ı Kerîm, Rasûlullah (sav):ın aramızda imiş gibi yerini tutmaktadır. İs­terse biz onu görmeyelim. Katade de der ki: Bu âyet-i kerimede gayet açık iki büyük alâmet vardır. Bunların birisi Allah'ın Kitabı, diğeri Allah'ın Pey­gamberidir. Allah'ın Peygamberi geçip gitti, Allah'ın Kitabına gelince, Allah onu aralarında kendi katından bir nimet ve rahmet olmak üzere kalıcı bırak­tı. Allah'ın helâl ve haramı, ona itaat ve masiyet orada belirtilmiştir.

Nasıl", nasb mahailindedir Edatın sonundaki "f harfi, Halil ve Sibeveyh'e göre, İki sakin harfin yanyana gelmesi dolayısıyla nasb olunmuş­tur. Bu harf için, fethanın tercih edilme sebebi, "fâ"dan önceki harfin "yâ" ol­masıdır. "Yâ" ile esreyi bir arada telefîuz ağır geldiğinden (üstün) olmuştur.

Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a sımsıkı sarriırsa", kim Allah'ın dinine ve ita­atine sımsıkı sarılarak korunursa, "muhakkak doğru yola İletilmiştir." Doğ­ru yolu izleme muvâfakiyeti ona ihsan edilmiş ve gösterilmiştir.

İbn Cüreyc, "Allah'a sımsıkı sarıhrsa" buyruğunu, Allah'a iman ederse diye açıklamıştır, Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Her kim Allah'a sım­sıkı sarılırsa; yani kim Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sıkı sıkıya yapışır­sa, demektir. Çünkü onun vasıtasıyla başkasından vazgeçer ve başkasına kar­şı korunacak olur ise, bu kökten gelen ifadeler kullanılır. ifadesi ise, kendisi ile korunulacak şeyi ona hazırladım, anlamındadır. Bir şe­ye sımsıkı yapışan, sarılan herkes hakkında mu'sim ve mu'tasim denilir. Bir şeyi önleyen herseye de âsim denilir. Ferazdak der ki:

"Ben asımlar (koruyucular) olan Temim oğullarının oğluyum Gece ve gündüzün en büyük musibetleri geldiğinde."

Şair Nâbiğa da der ki:

"Korkusundan dolayı gemi tayfası sımsıkı saran (mu'tasım); Alabildiğine yorulan, kendisini ter bastıktan sonra geminin dümenine.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Sımsıkı sarılmış (mu'sim) olarak, o işte kendisini şarta bağladı; Ve bunun için sebeplere yapışmayı bıraktı ve tevekkül etti."

Bir kimsenin açlığını Önlemeyi ifade etmek için de: denilir. Araplar, yemek, bir kimsenin açlığını önlediği vakit derler. İşte bundan dolayı Sevîk (.kavutta da "Ebu Âsim" künyesini vermişlerdir. Ahmed b, Yahya dedi ki: Araplar ekmeğe âsim ve câbir adını verirler. Daha son­ra şu beyiti okudu:

"Sen beni kınama, bunun yerine câbiri (ekmeği) kına.

Çünkü çirkin sözleri söylemek zorunda beni bırakan câbirdir."

Yine araplar, ekmeğe âmir adını da verirler, dedi ve şu beyiti okudu:

"Ebû Mâlik (açlığın künyesi) mûtad olarak yanıma Öğle vakitleri gelir Gelir de yükünü âmirin (ekmeğin) yanında bırakır."[5]

 

102. Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öykce korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.

 

Bu buyruğa dair açıkla mala fimizi tek başlık halinde sunacağız:

Buhârî'nin Murre'den, onun da Abdullah'tan rivayetine göre, Abdullah şöy­le demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah'tan gereği gibi korkmak, O'na itaat edilmesi ve asi olunmaması, anılıp unutulmaması, O'na şükredilip, nankörlük edilmemesi şeklinde olur."[6]

İbn Abbas der ki: Bu, bir göz açıp kırpacak kadar bir zaman dahi Allah'a asî olmamaktır,

Müfessirlerin açıkladıklarına göre, bu âyet-i kerime nazil olunca, Ashab-ı Kiram, buyruğun ağırlığım hissederek: Ey Allah'ın Rasûlii, buna kim güç yetirebilir? diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah: "O kaide gü­cünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" (Teğâbün, 64/16) buyruğunu indir­di ve bu âyet-i kerimeyi nesli etti.

Bu açıklama Katade, er-Rabî’ ve İbn Zeyd'den nakledilmektedir. Mukatil der ki: Âl-i İmran'da bu âyetin dışında neshedilmiş bir buyruk da yoktur.

Bir diğer görüşe göre Yüce Allah'ın: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun" buyruğu bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır.

Yani, siz gücünüz yettiğince ve nasıl kormak gerekiyorsa öylece Allah'tan korkun.

Bu, daha doğru bir açıklamadır. Çünkü nesih, ancak İki âyet4 kerimenin bir arada anlaşılmasına (cem'a) imkân olmadığı halde sözkonusu olur. Bir ara­da bunları anlamak mümkün olduğundan dolayı, neshe gitmemek daha uy­gundur.

Ali b- Ebi Talha'nın rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiş: Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler,, Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" âyet i kerimesi nesholmuş değildir, "Nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun" buyruğunun anlamı ise, Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyor­sa öylece cihad etmeleri, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından et­kilenmemeleri ve kendilerinin de çocuklarının da aleyhine dahi olsa, adale­ti uygulamaları demektir.

en-Nehhâs der ki: Müslümanların âyet-i kerimede sözü edilen her bir şe­yi yerine getirmeleri bir farzdır ve bunda nesh vaki olmamıştır.

Yüce Allah'ın: "Ve ancak müslümanlar olarak can verin" buyruğunun an­lamı ise, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/132, ayetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. [7]

 

103- Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştirdı. O'nun nimeti sayesinde kardeşler ohıverdiniz. Siz bîr ateş uçurumunun tam kenarın-dayken, sizi oradan O kurtardı. Doğru yola eresiûiz diye Allah, âyetlerini size işte böylece açıklar.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız;

 

1. Allah'ın İpine Sarılmak:

 

Yüce Allah'ın: Sarılın" buyruğundaki (isim-mastar) ismet, korunmak demektir. İşte "bezraka"ye ismet denilmesi burdan gelmektedir, Bezraka ise, kafilenin korumaya alınması demektir. Bu da kafile ile birlikte, kafileyi rahatsız edecek kimselere karşı koruyacak kimseleri göndermek suretiyle olur. İbn Haleveyh der ki: Bezraka kelimesi Arapça değildir. Fars­ça bir kelimedir. Araplar bunu arapçalaştırmışiardır. O bakımdan; sultan, ka­file ile birlikte bir bezraka gönderdi, denilir.

Habl (İp): müşterek (birçok anlam için ortak olarak kullanılan) bir keli­medir. Dilde asıl anlamı ise, kendisi aracılığı ile istenilen ve gerek duyulan şeye ulaşılan sebep demektir. el-Habl, boyun ve omuzu birbirine bağlayan ip. Yine, kumdan uzunca devam eden dalga da bu anlamdadır. (Haccetmek üzere gelen bedevî Arabın sözlerinin nakledildiği) lıadis-i şerifteki: "Allah'a yemin ederim, üzerinde vakfe yapmadığım bir habl yoktur. Benim hacom ol­du mu? [8] şeklindeki ifadesi de bu anlamdadır. Yine lıabl, hayvanın burnun­dan bağlanan yulara da denilir. Ahid ve ant anlamına da gelir el-A'şâ der ki:

"Eğer bir kabilenin ahi di eri (hıbâl) ona (deveme) sınırları geçirirse; O vakit a, senin için başka bir kabileden ahid alır."

Buradaki ahid'den kastı da emândır.

Habl, aynı mamanda büyük musibet anlamına da gelir. Kuseyyir der ki:

"Ey Azze, iyice anlamak için acele etme!

Samimi mi geldiler laf getirenler, yoksa musibetlerle (hanl'in çoğulu: hebûl ile) mi?

Hibâle ise, avcının şebekesine denir Alıİd anlamında olanı müstesna, bü­tün bunların hiçbirisi âyet-i kerimede kastedilmiş değildir. Bu açıklama İbn Abbas'tan gelmiştir. İbn Mes'ûd ise der ki: Allah'ın ipi, (hablullah) Kur'ân-ı Kerîmdir.[9] Ali ve Ebû Said el-Hudrî de bunu Peygamber (sav!)'dan rivayet ettiği gibi, Mücahid ve Katade'den de buna benzer bir açıklama rivayet edilmiştir. Ebu Muaviye'nin el-Hecerî'den, Onun, Ebu'l-Ahvas'dan, Onun da Abdullah'dan rivayetine göre Abdullah şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyur­du kî: "Şüphesiz bu Kur'ân-ı Kerîm hablullahtır (Allah'ın ipidir)."[10]

Taki b. Malıled rivayetle der ki: Bize Yahya b. Abdulhamid anlattı, bize, Huşeym el-Avvam b. Havşeb'den anlattı, o, eş-Şa'bi'den, O, Abdullah b. Mes'ud'dan rivayetle dedi ki: "Topluca Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düş­meyin" buyruğu cemaat olun demektir. Yine ondan ve başkalarından çeşit­li yollarla böyle bir açıklama rivayet edilmiştir. Bütün bunların manası bir­birine yakın ve birbiriyle iç içedir. Şüphesiz yüce Allah, birbirimizle kaynaş­mamızı emretmekte ve ayrılığı yasaklamaktadır. Çünkü ayrılık, (tefrika) he­lak olmaktır, cemaat ise kurtuluştur. Şöyle diyen İbnü'l-Mübârek'e Allah'ın rahmeti olsun:

"Şüphesiz cemaat hablullahtır. Ona yapışın, Onun sapasağlam kulpuna yapışarak korunun." [11]

 

2. Geçmiş Ümmetlerdeki Tefrika ve İslâm Ümmetinin Çeşitli Fırkaları:

 

Yüce Allah'ın: "Ve ayrılığa düşmeyin" buyruğu, yahudiler ve hıristiyan-lar kendi dinlerinde ayrılığa düştüğü gibi, siz de dininizde ayrılığa düşme­yin, demektir. Böyle bir açıklama İbn Mes'ud ve başkalarından nakledilmek­tedir. Bunun hevâ ve değişik maksatlara uyarak tefrikaya düşmeyiniz, bunun yerine Allah'ın dininde kardeşler olunuz, anlamında olması da mümkündür. Böylelikle bu, onların biribirleriyle olan ilişkilerini koparmalarım, biribirlerine sırt çevirmelerini önlemiş olur. Bundan sonra gelen yüce Allah'ın şu buyrukları da bu anlama delildir: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yın: Hani siz, düşmanlar İdiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz."

Bununla birlikte bu âyet-i kerimede fer'î konularda ayrılığın haram oldu­ğuna bir delil yoktur. Çünkü bu, ihtilâf değildir. Zira ihtilâf, kaynaşmanın ve bir araya gelmenin imkânsız olduğu şeyler hakkında kullanılır. İçtihada da­yalı meselelerin hükmünde ihtilâfa gelince, bu konularda ihtilâf, farzların de­lillerinden çıkartılması ve Şeriatın anlam inceliklerinin ortaya çıkartılmak is­tenmesi dolayısıyladır. Ashab-ı Kiram da değişik olayların hükümleri hakkın­da ihtilâf edegelmiştir. Buna rağmen onlar, biribirleriyle ülfet halindeydiler, kaynaşma halindeydiler. Rasûlullah (.sav) de: "Ümmetimin ihtilafı bir rahmet-tir" [12] diye buyurmuştur.

Yüce Allah, ancak fesada sebep teşkil eden ihtilafı men etmiştir. Tirmizînin Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayetine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yahudiler yetmiş bir yahut yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Hıristiyanlar da bu­na yakın sayıda fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ay­rılacaktır." Tirmizî der ki: Bu sahih bir hadistir. [13]

Yine bu hadisi, İbn Ömer'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz Is ra i loğu 11 arı5 nın başına gelenlerin aynısı adım adım ümmetimin de başına gelecektir, O kadar ki, onlardan herhangi bir kim­se, annesine açıkça varıyor ise, ümmetimden de bu işi yapan çıkacaktır. Ve şüphesiz Wailoğulları yetmiş iki millete (fırkaya) ayrılmıştır. Benim ümme­tim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemde olacaktır. Bir tane­si müstesna." Peki bu fırka hangisidir? Ey Allah'ın Rasûlü! diye soran asha­ba, Hz. Peygamber: "Benim ve ashabımın yolunu takib edenler" diye cevap vermiştir. Bu hadisi, Abdullah b. Ziyad el-İfrîkî yoluyla, Abdullah b. Yezid'den, o, İbn Ömer senediyle rivayet etmiş ve: Bu, hasen, garib bir hadistir. Biz bu­nu ancak bu yoldan gelen rivâyetiyle biliyoruz, demiştir/3'

Ebu Ömer <İbn Abdul-Berr) der ki: Abdullah el-Ifrikî, sika bir ravidir. Kav­mi onun sika olduğunu belirtip ondan övgüyle söz ettiği halde, başkaları da onun zayıf olduğunu belirtmişlerdir.

Ebu Dâvud da Sünen'inde, Muâviye b. Ebi Süfyan'dan Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Şüphesiz sizden önceki kitap ehli kimseler yetmiş iki millete (fırkaya) ayrıldılar. Ve şüphesiz bu millet, pek ya­kında yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmiş iki fırkası cehennemde bir tanesi cennette olacaktır. Bu ise, cemaattir. Benim ümmetimden öyle bir takım topluluklar çıkacak ki, bu hevalar onlarda, bir kişinin bünyesinde ya­yılıp girmedik hiçbir damar, hiçbir eklem bırakmayan kuduz hastalığının ya-yıldrğı gibi yayılacaktır." [14]

İbn Mâce'nin Sünen'inde de Enes b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Rasûluüah (sav) buyurdu ki: "Her kim yalnızca Allah'a ihlâs, O'na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızin ibadet, namaz kılmak ve zekât vermek üze­re dünyadan aynlırsa, O, Allah kendisinden razı olmuş olarak Ölmüş olur," Enes dedi ki: İşte bu, rasûllerin getirdiği ve sözlerin bir birine karışıp hevâ-ların ihtilâfa düşmeden önce tebliğ ettikleri, Allah'ın dinidir. Bunu doğrula­yan buyruk ise, yüce Allah'ın Kitabında nazil olan son buyruklar arasında­dır. Yüce Allah buyuruyor ki: "Eğer tevbe ederlerse" yani, putları ve putla­ra ibadeti terk ederlerse "ve namaz kılıp zekât verirlerse..." (et-Tevbe, 9/5) Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir." ( et-Tevbe, 9/11) Bunu, Nasr b. Ali el-Celıdamî'den, o, Ebu Ahmed'den, o, Ebu Cafer er-Razî"den; o, er-Rabi b, Enes'den, o, Enes yoluyla rivayet etmiştir* [15]

 

Yetmişiki Fırka:

 

Ebu'l-Ferac d-Cevzî de der ki: Şayet bu fırkalar bilinmekte midir denile­cek olursa» buna cevap şudur: Bizler, ayrılmanın tefrikanın gerçekleştiğini bi­liyoruz. Fırkaların asıllarını da biliyoruz. Her bir fırkadan belli bir kesimin yi­ne birçok fırkalara da ayrıldığını görüyoruz. Her ne kadar bütün bu fırkala­rın isimlerini ve görüşlerini tamamıyle bilemiyor isek dahi, bizler, bunlar ara­sında çıkmış bulunan şu ası! fırkaları biliyoruz: Haruriye, Kaderiye, Cehmiyye, Murcİ'e, Rafizîler ve Cebriyye... Kimi ilim ehli de der ki: İşte bütün sapık fır­kaların asü bu aitı fırkadır. Bunların lıerbirisi de on iki fırkaya ayrılmıştır. Böy-ielikle bunların toplamı yetmiş iki fırka etmektedir:

Harıtriyye oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunların birincisi,

Ezrakîlerdir. Derler ki: Biz hiçbir kimsenin mü'min olduğunu bilemeyiz. Kendi görüşlerini kabul edenlerin dışında bütün ehl-i kıbleyi tektir ederler.

İbâziye der ki: Bizim görüşümüzü kabul eden mü'mindir, ondan yüz çe­viren ise münafıktır.

Sa'lebîier der ki: Allah herhangi bir kaza veya kader tayin etmemiştir.

Nazimiye der ki: Biz imanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ve bütün yaratıklar mazurdur.

Halefiye'nin iddiasına göre ise, erkek olsun, kadın olsun kim cihadı terk ederse o kimse kâfir olur

Kuziyye (bazı nüshalarda: Kurevİyye, bazılarında da Kudriyye) derler ki: Kimsenin kimseye dokunmaya hakkı yoktur. Çünkü onun pislikten temiz olup olmadığını büemez, Tevbe edip gusledinceye kadar onunla oturup yemek yi­yemez.

Tenziyye der ki: Kimse kimseye malım veremez. Çünkü belki o kişi ma­lı hakkeden bir kimse değildir. Bunun yerine hak ehli ortaya çıkıncaya ka­dar onu yere gömer.

Şemrâhiyye der ki: Yabancı kadınlara dokunmakta bir sakınca yoktur. Çün­kü onlar bir çeşit reyhandırlar.

Ahnesiyye der ki; Ölmüş bir kimseye ölümünden sonra ne hayır ulaşır, ne de şer,

Hakemiyye der ki: Her kim bîr yaratılmışın hükmüne başvurursa o kim­se kâfirdir.

Mu'tezite der ki: Biz, Ali ve Muaviye'nin durumu hakkında şüphedeyiz. O bakımdan bizler her iki kesimden de beriyiz.

Afeymûniyye der ki: Bizim sevdiklerimizin rızası ile olmadıkça kimse imam olamaz.

Kaderiye de oniki fırkaya ayrılmıştır.

Bunlardan el-Akmeriyye şu iddiadadır: Yüce Allah'ın adaletinin şartların­dan birisi de kullarını kendi işlerinde serbest bırakması ve kendilerinin ma-sîyet işlemelerine de engel olmasıdır.

Seneviyye'riin İddiasına göre ise, hayır Allah'tan, şer şeytandandır.

Mu'tezile, Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğunu söyleyip, rububiyetin sıfat­ların» inkâr eden kimselerdir.

Keysaniyye şöyle der: Bizler bu fiillerin Allah'tan mı, kullardan mı oldu­ğunu bilemiyoruz. Aynı şekilde, daha sonra insanlar sevap mı görecek, ce­za mı görecekler onu da bilemiyoruz.

Şeytaniye der ki: Allah şeytanı yaratmamıştır.

Şerikiye der ki: Küfür dışında bütün kötülükler kaderle tesbit edilmiştir.

Vekmiye der ki: Yaratıkların fiillerinin ve sözlerinin bir zatı (hakiki kişi-ligi) yoktur. Hasenenin de, seyyienin de bir zatı yoktur,

Zibriyye der ki (bazı nüshalarda Zebunediyye): Allah'tan indirilmiş olan her bir kitap ile amel haktır. İster neshedici olsun, ister nesli edilmiş olsun.

Mes'adiyye (kimi nüshalarda Mütebberiye)'nin iddiasma göre, isyan edip sonradan tevbe edenin tevbesi makbul değildir.

Nâkisiye'nin iddiasına göre ise, Rasûlullah (sav)'a olan bey'ati nakzeden (yani bozan) için günah yoktur.

Kasıhyye ise, İbrahim b. en-Nazzam'ın; her kîm Allah'ın bir şey okiuğu-

nu İddia ederse, o kimse kâfirdir, şeklinde sözüne tabi olmuşlardır.

Cehmiyye de aynı şekilde on iki fırkaya ayrılmıştır.

Muattıle'nin iddiasına göre, insan vehminden geçen her bir şey mahluk­tur, Allah'ın görüleceğini iddia eden kâfirdir.

Mureysiye der ki: Allah'ın sıfatlarının çoğunluğu mahluktur.

el-Meltezika ise, yaratıcı yüce Allah'ı her yerde kabul etmişlerdir.

Vâridiyye der ki: Rabbini bilen kimse cehenneme girmez. Oraya giren de bir dalıa ebediyyen çıkmaz.

Zenadika (kimi nüshalarda ZeyarikaJ der ki; Hiçbir kimse rabbi olduğu­nu ileri süremez. Çünkü böyle bir iddia ancak duyuların idrâkinden sonra mümkün olabilir. İdrak olunamıyan bir şeyin varlığından ise söz edilemez.

Harkiyye'nin iddiasına göre, kâfiri ateş yalnız bir defa yakar, ondan son­ra da ebediyyen yakılmış olarak kalır ve ateşin sıcaklığını duymaz.

Mahlûkiyye'nin İddiasına göre Kur'ân mahlûktur (yaratılmıştıtr).

Fâniye'nin iddiasına göre, cennet ve cehennem fanidir, yok olacaktır. Ara­larından; bunlar yaratılmamıştır diyenleri de vardır.

Abdiyye (kimi nüshalarda î'riyye) ise, peygamberleri İnkâr eder ve pey­gamberler aslında hakim (filizof) kimselerdir, derler.

Vakifiyye der ki: Biz, Kur'ân mahlûktur demeyiz, değildir de demeyiz.

Kabriyye ise, kabir azabını ve şefaati inkâr ederler.

Lafuziyye der ki: Brzim Kur'ân'ı teleffuz etmemiz mahluktur.

Murcie de on iki fırkaya ayrılmıştır

Târikiyye der ki: Yüce Allah'ın yaratıkları üzerinde kendisine iman dışın­da farz kıldığı bir yükümlülük yoktur. Her kim ona iman ederse dilediği her şeyi yapabilir.

Sâibiyye der ki: Yüce Allah, halkını dilediklerini yapsınlar diye sâib (ser­best.) bırakmıştır.

Râciyye der ki: İtaat edene itaatkâr, isyan edene de isyankâr denilmez. Çünkü bizler, Allah nezdinde onun için neler olduğunu bilemiyoruz.

Sâlibiyye (bir nüshada: Şâkkiyye) derler ki: İtaat imandan değildir.

Beklşiyye (üç nüshada: Beyhesiyye, bir nüshada da Beysemiyye) derler ki: İman bir ilimdir. Hakkı batıldan, helâli haramdan ayırd edecek bilgiye sahip olmayan bir kimse kâfirdir.

Ameliyye der ki: İman bir ameldir.

Mankusiyye der ki: İman artmaz ve eksilmez.

Mustesniye der ki: İstisna (inşallah ben müzminim, demek) imandandır

Müşebbihe der ki: (Allah'ın) görmesi bir görme gibidir, eli de bir el gibidir.

Haşviyye der ki; Bütün hadislerin hükmünü bir kabul ederler Onlara göre, nafileyi terkeden bir kimse tarzı terketmiş kimse gibidir.

Zahiriyye ise, kıyası kabul etmeyenlerdir.

Bid'ıyye ise, bu ümmet arasında bid'atleri İlk olarak ortaya koyan kimseler­dir.

Râfızîler de oniki fırkaya ayrılmışlardır

Alevîler derler ki: Risalet görevi Ali'ye idi. Ancak Cebrail yanlışlık etti.

Emriyye derler ki: Ali, Muhammed'le emrinde (peygamberlik işinde) or­taktır.

Şia der ki: Ali (r.a), Rasûlullah (sav)'dan sonra onun vasisi ve velîsidir. Üm­met ondan başkasına bey'at etmek suretiyle kâfir olmuştur.

îskakiyye der ki: Nübüvvet Kıyamet gününe kadar kesintisiz olarak de­vam edecektir. Ehl-i Beyt ilmini bilen herkes peygamberdir.

Nâvusiyye der ki: Ali ümmetin en faziletlisidir. Her kim ondan başkasını ondan faziletli bilirse, kâfir olur.

Imamiye der ki: Dünya, Hüseyin soyundan gelen bir imam olmaksızın var olmasına imkân yoktur, imama, Cebrail (a,s) ilim öğretir. O öldü mü, onun yerine bir başkasını getirir.

Zeydiye der ki: Hüseyin soyundan gelenlerin hepsi, namazlarda imamdır. Onlardan birisinin bulunduğu yerde başkalarının arkasında namaz caiz değildir. İyi olsunlar, olmasınlar.

Abbasiye; Hz. Abbas'ın halifelik konusunda başkalarından önce geldiğini iddia ederler.

Tenâsukiyye der ki: Ruhlar arasında tenasüh vardır. İyilik yapan bir kim-senin ruhu çıkar ve onun yaşaması ile mutlu olacak bir canlıya girer.

Rec'ıyye'nia iddiasına göre, Hz. Ali ve arkadaşları dünyaya geri dönerler ve düşmanlarından İntikam alırlar.

Lâine (veya Lâiniyye) ise, Hz. Osman, Hz. Talha, Hz, Zübeyr, Muaviye, Ebu Musa, Hz. Âİşe ve başkalarına lanet okurlar.

Mutarabbisa abidlerin kılığına girerler ve her bir çağda işi kendisine nis-bet edecekleri birisini nasb ederler. Onun bu ümmetin Mehdisi olduğunu id­dia ederler. O kişi öldü mü, bir başkasını nasb ve tayin ederler.

Cebriyye de oniki fırkaya ayrılmıştır. Bunlardan bir tanesi

el-Muztariyye adını alır. (Bazı nüshalarda Muztaribe). Bunlar derler ki: Hiçbir insanoğlunun yaptığı bir fiil yoktur. Aksine her şeyi yapan Allah'tır.

Efâliye der kir Bizim yaptığımız bazı fiillerimiz vardır. Fakat, bizim o konu­da bir istitaatımız (yapıp yapmama gücümüz) yoktur, Bizler, ancak bir iple bir tarafa sürüklenen hayvanlar gibiyiz.

Mefrâğiyye der ki: Her şey yaratılmış bulunmaktadır. Şu anda hiçbir şey yaratılmamaktadır.

Neccâriyye'nin iddiasına göre, yüce Allah insanları, yaptıkları fiillerinden dolayı değil, kendi fiili dolayısıyla azaplandırmaktadır.

Mennâniyye der ki: Sen kalbinden geçene bak ve kalbinde hayır diye be­nimsediğin şeyi yap.

Kesbiyye der ki: Kul ne bir sevap kapanır, ne de cezayı gerektirecek bir şey.

Sâbikiyye der ki: İsteyen amel etsin, isteyen amel etmesin. Çünkü mut­lu olan kimseye günahlarının bir zararı olmaz, bedbaht olan kimseye de iyi­liğinin faydası olmaz.

Hibbiyye der ki: Her kim Yüce Allah'ın muhabbetinden bir kâse içecek olursa, onun üzerinden İslâm'ın rükünleriyle ibadet mükellefiyeti kalkar.

Havfiyye der ki: Yüce Allah'ı seven bir kimse O'ndan korkamaz. Çünkü seven sevdiğinden korkmaz.

Fikriyye (bazı nüshalarda Firkiyye, bir nüshada Nekriyye şeklindedir) der ki: Kimin ilmî artarsa, o oranda üzerinden ibadet düşer.

Haşebiyye der ki: Dünya bütün kullar arasında eşittir. Ataları Âdem'in ken­dilerine bıraktığı miras bakımından birinin ötekine bir üstünlüğü yoktur.

Menniyye der kî: Fiil de bizdendir, istitâa (fiile güç yetirebiimek) da bi­ze aittir.

Yüce Allah'ın izniyle En'âm Sûresi'nin sonlarında da (6/153- âyet) bu üm­mette daha fazla görülen tefrikaya dair açıklamalar gelecektir.

İbn Abbas, Simek el-Hanifi'ye şöyle demiş: Ey Hanin", cemaatten ayrılma, cemaatten ayrılma. Çünkü bundan önceki ümmetler tefrikaya düştükleri için helak oldular. Sen, yüce Allah'ın: "Topluca Allah'ın İpine sarılın ve ay­rılığa düşmeyin" buyruğunu hiç işitmedin mi?

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sizin için üç şeyden hoşnud olur ve sizin için üç şeyi de hoş görmez. Ona ibadet edip kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamanızdan, Allah'ın ipine topluca sarılıp ve ayrılmamanızdan ra­zı olur. Üç şeyi de sizin için hoş görmez. Kıylukal (dedikodu), çokça sual ve malı zayi etmek.[16]

Yüce Allah bizlere, Kitabına ve Peygamberinin sünnetine sımsıkı sarılma­yı, anlaşmazlık halinde onlara başvurmayı farz kılmış, Kitap ve Sünnete hem itikat, hem amel bakımından sımsıkı sarılmak ilkesi etrafında bir araya gelmemizi emretmiştir. Bu ise, sözbirliğini gerçekleştirmenin ve kendisi va­sıtasıyla din ve dünya menfeatierinin gerçekleşebileceği, dağınıklığın düze­ne girdiği bir araya gelmenin ve anlaşmazlıktan kurtulmanın bir sebebidir. Aynı zamanda O, bizlere bir araya gelmeyi emretmiş ve iki kitap ehlinin kar­şı karşıya kaldığı tefrikaya düşmeyi de yasaklamıştır. İşte âyet-i kerimenin tam anlamı budur. Ayrıca bu âyet-i kerimede usulü fıkıh kitaplarının ilgili yerlerinde de belirtildiği gibi, icma'tn sahih oluşuna bir delil de vardır Doğrusu­nu en iyi bilen Allahtır

Yüce Allah'ın: "Allah'ın üzerinizdeki nimetüıl hatırlayın: Hani siz düş­manlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırdı. Onun nimeti sayesin­de kardeşler oluverdiniz. Siz» bir ateş uçurumunun tam kenarındayken sizi oradan O kurtardı" buyruğu ile yüce Allah, nimetlerinin hatırlanması­nı emretmektedir. Bu nimetlerin en büyüğü ise, İslâm ve onun Peygamberi Muhammed (sav)'e tabi olmaktır. Şüphesiz, onun sayesinde düşmanlık ve ay­rılık ortadan kalkmış, sevgi ve kaynaşma başgöstermiştir. Maksat, Evs İle Haz-recliler olmakta birlikte, âyet-i kerimenin kapsamı geneldir.

Yüce Allah'ım "O'nun nimeti sayesinde kardeşler oluverdiniz" buyru­ğu da: Siz, İslâm nimeti sayesinde dîn kardeşleri oldunuz anlamındadır

Eğer suyunuz yerin cft-binegeçiverse..," (el-Mülk, 67/30). Yerin dibine geçecek olursa, demektir.

"Ihvân" kelimesi, Kardeş kelimesinin çoğuludur. Ona bu ismin ve­riliş sebebi, kardeşin kardeşinin yolunu İzleme maksadını güttüğünden do­layıdır.

Herşeyin kenarına da denilir. de aynı anlamdadır. Yüce Al­lah'ın: Yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kenarına. " (et-Tevbe, 9/109) buyruğundaki "kenar, kıyı" anlamındaki kelime de buradan gel­mektedir. Şair recez vezninde şöyle demektedir:

"Biz hacılar için bir kuyu kazdık

Kuyu ağzının üzerinde (kıyısında) yeşil ot bitmektedir.

ise, bir şeyin kıyısına gelmek demektir. Hasta ölümün, kertesine geldi" tabiri de buradan gelmektedir.

tabiri; ondan ancak pek az bir şey kaldı, anlamındadır. İbn es-Sikkît der ki: Kişinin ölümü yaklaştığı vakit, ay görülmeyecek Iıale yak­laştığında, güneşin de batışı esnasında hep: Ondan ancak pek az bîr şey kaldı, denilir. el-Accâc der ki;

"Güneşin battığı yahut da batmak üzere olduğu bir vakitte.

Bakmak isteyen kimselere baktırdığım, oldukça yüksek bir gözetleme yeri...*

Bu fiil, "yâ"lı olmakla birlikte, bunun "vâVlı bir kullanışı da vardır. en-Neh-hâs der ki: 'ın aslı dır. O bakımdan "eliP ile yazılır, fakat ima-

le yapılmaz. el-Ahfeş de der ki: Bunda imale yapmak caiz olmadığından "vav"h olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü imale "yâ"ya yakın bir şeydir. Ayrıca, bunun tesniyesi de şeklinde gelir

el-Mehdevî der ki: Bu buyruk, onların küfürden çıkıp imana girişlerini an­latan temsilî bir ifadedir. [17]

 

104. İçinizden hayra çağıran, mârufu emredip münkerden alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

 

Bu sûrede {21-22. âyetlerin tefsirinde) mârufu emredip münkerden alıkoy­maya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın:  İçinizden" buyruğunda yer alan...den/ teb'îd (kısmilik bildirmek) içindir. Yani, iyiliği emredecek olanların ilim adamı olmaları gerekmektedir. Çünkü bütün İnsanlar ilim adamı değildir.

Bunun cinsi beyan etmek için geldiği de söylenmiştir. O takdirde: Hepi­niz böyle olunuz, demek olur.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü birinci görüş, mârufu emre­dip, münkerden alıkoymanın farzı kifaye olduğuna delildir. Şanı yüce Allah da bunların kimliklerini: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerine imkân ve ikti­dar verdiğimiz takdirde namazı dosdoğru kılarlar..." (el-Hacr 22/41) buy­ruğuyla tayin etmektedir. Bütün insanlar ise, bu şekilde bir imkâna mazhar kılınmamışlardır.

İbn ez-Zübeyr de bu buyruğu; "İçinizden hayra çağıran, mârufu emre­dip münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Allah'tan yar­dım dileyen bir topluluk bulunsun" anlamında

Kendilerine isabet edene kargı Allah'tan yardım dileyen" {ilavesiyle) diye oku­muştur. [18]

Ebû 'Bekr el-Enbarî der ki: Bu fazlalık, İbn ez-Zübeyr tarafından yapılmış bir açıklamadır ve onun söylediği bir sözdür. Bazı nakikiler bu hususta yan­lışlık yaparak bunu Kur'ân-ı Kerîm'in lafızları arasına almıştır. Benim bu söy­lediklerimin sahih oluşuna bana, babamın naklettiği şu hadis de delildir. Ba­bam dedi ki: Bize, Hasen b. Arefe anlattı. Bize, Vekf anlattı. Vekîf Ebû Âsım'dan, o, Ebû Avn'dan, o, Subayh'dan dedi ki: Ben Osman b. Affân'î: "Mârûfiı emreden, münkerden alıkoyan ve kendilerine isabet edene karşı Al­lah'tan yardım dileyen..." şeklinde okuduğunu işittim. [19]

Aklı başında hiçbir kimse, Hz. Osman'ın bu fazlalığın Kur'ân-ı Kerîmden olduğuna asla inanmadığında hiçbir şüphe etmez. Çünkü o, bütün müslüman-ların imamı durumunda olan kendi Mushaf'ına bu ibareyi yazmamıştır. O, bu ibareyi sadece bununla öğüt vermek ve bundan önce gelen alemlerin Rab-binin sözünü te'kid etmek kastıyla zikretmiştir, o kadar. [20]

 

105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâ­fa düşenler gibi olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır*

 

Bu buyrukla, müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre, yahudilerle lımstiyanlar kast edilmektedir. Kimisi de bununla kast edilenler, bu ümme­tin bid'atçileridir, demişlerdir. Ebû Umâme ise, bunlardan kasıt, Harurahlar (Iiâricîler)dir demiş ve bu âyet-i kerimeyi okumuştur Cabir b. Abdullah ise: "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler" yahudilerle h iristi yani ardır, demiştir. Âyet-i kerimede: "Kendileri­ne geldi" buyruğu, çoğul olarak müzekker gelmiştir. Bunun (günlük konuş­mada): “” şeklinde  kullanılması da mümkündür. [21]

 

106. O gün nice yüzler ağarır, nice yüfcler kararır. O zaman yüzle­ri kara olanlara: "İmanınızdan sonra küfre saptınız ha! İşte kâ­fir olmanızın cezası olarak tadın azabı!" denir.

107- Ama yüzleri ağaranlar ise, Allah'ın rahmeti içindedirler. On­lar orada ebedi kalacaklardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

İ. Kıyamet Gününde Kimi Yüzler Ağaracak, Kimi Yüzler Kararacaktır:

 

Yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" buyruğu ile Kjyamet günü kast edilmektedir, insanlar, kabirlerinden diriltil ece ki eri va­kit, mü'minlerin yüzleri ağarmış olacak, kâfirlerin yüzleri de kararacaktır.

Bu ağarıp kararmanın, herkesin kendi kitabını (amel defterini) okuyaca­ğı vakit olacağı da söylenmektedir. Mü'min, kitabını okuyup da, kitabında ha­senatının yazılı olduğunu görünce buna sevinir ve yüzü ağarır. Kâfir ile mü­nafık da kitabını okuyup orada günahlarını göreceği vakit, yüzü simsiyah ke­silir.

Bir başka görüşe göre, bu husus amellerin tartılacağı sırada olacaktır. İyi­likleri ağır basarsa yüzü ağarır, kötülükleri ağır basarsa yüzü kararır.

Bİr diğer görüşe göre de bu husus, Şanı Yüce Allah'ın: "Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın" (Yasin, 36/59') denileceği vakit sözkonusu olacaktır.

Başka bir görüşe göre, Kıyamet günüs her bîr kesime kendi mabudunun etrafında toplanması emrolunacaktır. Onlar, bu batıl mabutlarına gidecekle­ri vakit üzülecekler ve yüzleri simsiyah kesilecektir Mü'minler, ehli kitab ve münafıklar ise yerlerinde kalacaklardır. Yüce Allah mü'minlere: "Rabbinlz kim?"der, oniar: Rabbimiz aziz ve celil olan Allah'tır, derler. Bu sefer onla­ra: "Onu görürseniz tanır mısınız"? diye sorucak, onlar da: Biz onu tenzih ede­riz. Ancak O bize kendisini tanıtırsa biz de G'nu tanırız, derler. Onlar da yü­ce Allah'ı dileyeceği şekilde görecekler. Bunun üzerine mü'min olanlar yü­ce Allah'a secde ederek yere kapanacaklar. Yüzleri kar gtbi bembeyaz kesi­lecektir, Münafıklarla kitap ehli ise, secde edemeyecek halde kalacaklar, bun­dan dolayı üzülecek ve yüzleri simsiyah kesilecektir, işte yüce Allah'ın: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır" buyruğunda anlatılan budur.[22]

Ağarır, kararır" anlamındaki buyrukların "t" harfleri, üs­tün yerine esreli de okunabilir. Çünkü, Ağardı" denildiği vakit hemze esreli söylenir, işte başa gelen "t" de böylece esreli okunabilir. Bu da Temimlilerin şivesidir. Yahya b. Vessab da bu şiveye göre okumuştur. ez-Zührî ise: diye okumuştur. Bunda da "te" harfinin esreli okun­ması caizdir. Bununla birlikte şeklinde "yüzler" anlamındaki kelimenin mü^ekker kabul edilmesi suretiyle "ye" ile de okunması mümkün­dür. "Yüzler" anlamındaki kelimenin; şeklinde okunması da caizdir. Tıpkı: "Belirli vakitleri geldiği zaman" (el-Murselât, 77/11) buyruğunda f'vav" harfi yerine) hemze ile söylenmesi gibidir. Yüzlerin ağarması, nimet­lerle aydınlanıp parıldaması, kararması ise, can yakıcı azabın kendilerini yo­rup bitirmesidir. [23]

 

2. Bu Azap Kimler Hakkındadır:

 

Muayyen olarak kimlerin böyle olacağı hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas der ki: Sünnet ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri ka­raracaktır.

Derim ki: İbn Abbas'ın bu sözünü, Gassân'ın kardeşi Malik b. Süleyman el-Herevî, Malik b. Enes'den, o, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle rivayet et­miştin İbn Ömer dedi ki: Rasûlullah (sav), Allah'ın: "O gün nice yüfcler ağa­rır, nice yüzler kararır" buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: "Yani, sün­net ehlinin yüzleri ağaracak, bid'at ehlinin yüzleri kararacaktır." Bunu da Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatîb zikretmektedir.[24] O, bu hususta der ki; Bu hadisin Malik yoluyla rivayet edilmesi münkerdir.

Ata der ki: Muhacir ve Ensar'ın yüzleri ağaracak, Kurayza ve Nadiroğul-larının yüzleri ise kararacaktır Ubey b. Ka'b der ki; Yüzleri kararacak olan­lar kâfirlerdir. Onlara şöyle denilecektir: Sizler, Adem'in sırtından küçücük zerreler gibi çıkartıldığınız vakit ikrarınız, dolayısıyla iman ettikten sonra küf­re saptınız ha!. Bu açıklama, Taberînin de tercihidir,

el-Hasen der ki: Âyet-i kerime münafıklar hakkındadır. Katade ise mür-tedler hakkındadır, demiştir. İkrime ise: Bunlar kitap ehlinden bir kavimdir. Önceleri kendi peygamberlerini tasdik eden kimseler idiler. Muhamrned (sav)'i de peygamber olarak gönderilmeden önce tasdik edenlerdi. Ancak Mu-hamammed (sav) peygamber olarak gönderilince, onu inkâr ettiler. İşte yü­ce Allah'ın: "İmanınızdan sonra küfre saptınız hal" buyruğu buna işaret et­mektedir. ez-Zeccâc'ın tercih ettiği görüş de budur.

Malik b. Enes de: Bu âyet-i kerime, hevâ ehli hakkındadır, demiştir.

Ebu Umame el-Bâhîlı Peygamber (sav)ıden: Bu, Haruralılar hakkındadır" dediğini nakletmektedir.[25] Bir başka haberde de Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuş: "Bu, kaderiye hakkındadır.”

Tirmizî Ebû Gâlib'ten şöyle dediğini rivayet eder; Ebû Umânıe, Dimaşk ka­pısı üzerinde dikilmiş (kesik) bir takım başlar gördü. Bunun üzerine Ebû Umâ-me şöyle dedi: Bunlar ateşin köpekleridir. Gökyüzü altında öldürülmüşlerin en kötüleridir. Bunların öldürdükleri ise, en hayırlı maktullerdir. Daha son­ra: "O gün nice yüzler ağarır, nice yüzler kararır...*1 âyetini sonuna kadar okudu. Ben, Ebû Umâme'y^ Bunu Rasûluİlah (savVdan bizzat sen mi din­ledin? diye sordum, şöyle dedi: Eğer ben bunu Rasûlullah (savVdan bir, iki, üç -diyerek yediye kadar saydı- defa duymamış olsaydım. Hiç de bunu size nakl etmezdim. Tirmizt dedi ki: Bur hasen bir hadistir.[26]

Buhârî'ntn Sahih'inde de Seİıl b, Saad'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Fasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden önce Havz'ın kenarına ben varmış olacağım. Her kim benim yanıma uğrayacak olursa, (o havuzdan) içer. On­dan İçen İse, ebediyyen bir daha susuzluk çekmeyecektir. Benim yanıma <sü içmek üzre) kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları bir takım kimseler de gelecektir. Sonra benimle onlar arasına engel olunacaktır." Ebu Hazim dedi ki: en-Nu'man b. Ebi Ayyaş, benim bu sözlerimi işitip söyle de­di: Sen, Sehl b. Saad'dan bunu böyle mi dinledin? Ben: Evet dedim. O da şöy­le dedi: Ben de tanıklık ederim ki, Ebu Said el-Hudrî'den bunu işittim ve o bunda şunu da ilave ediyordu: (Hz. Peygamber buyuruyor ki): Ben diyece­ğim ki: Onlar bendendir. Bana: Şüphesiz ki sen, senden sonra ne bidJatler uy­durup çıkardıklarını bilmezsin. Bu sefer ben de: Benden sonra değişiklik ya­panlar benden uzak dursun, uzak dursun diyeceğim." [27]

Ebu Hureyre de Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederdi: "Kı­yamet gününde ashabımdan bir topluluk Havz'a benim yanıma gelecekler. Bu sefer Havz'dan alınıp uzaklaştırılacaklar. Ben, Rabbinı, onlar benim as-babımdır (ümmetimdir), diyeceğim. Şöyle buyuracak: Sen, bunların senden sonra neler ortaya çıkardıklarını bilmiyorsun. Onlar, gerisin geri arkalarına dönüp irtidat ettiler." [28]

Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Her kim Allah'ın razı olmayacağı ve Al­lah'ın izin vermediği şekilde Allah'ın dininde bir takım değişiklikler yapar, değiştirir yahut bidatler ortaya koyacak olursa, şüphesiz ki o, Havz'ın etra­fından kovulup uzaklaştırılan, yüzleri kararacak olan kimselerden olacaktır. Elbetteki en çok uzaklaştırılıp kovulacak olanlar da müslümanlann cemaati­ne muhalefet edip onların yolundan ayrılanlardır. Çeşitli fırkalanyla Haricî­ler, farklı sapıkh ki arıyla Râfizîler, türlü hevâ ve hevesleriyle Mutezilîler gibi. Bütün bunlar değiştirmiş ve bid'at çıkarmış kimselerdir.

Aynı şekilde haksızlık, zulüm, hakkı gizlemek, hak ehlini öldürmek, hak ehlini zelil etmek suretiyle aşırıya kaçan zalimler, masıyetleri hafife alıp bü­yük günahları açıkça işleyen kimseler, çeşitli sapıklık, hevâ ve bîd'at sahibi kimseler de böyledir. Bütün bunların âyet-i kerime ile haberde -açıkladığı­mız gibi- kastedilen kimseler olacaklarından korkulur Bununla beraber ce­hennemde ebediyyen kalacak olanlar, ancak ve ancak kalbinde iman namı­na hardal tanesi ağırlığı *cadar dahi hiçbir şey bulunmayan inkarcılardır. İb-nü'1-Kasım der İd: Bazan sapık fişkalara mensup olmayanlar arasında bu sa­pık fırkalar arasındakileidendalıa kötüler de bulunabilir. Yine o, şöyle der­di: İlılâs masiyetlerden uzak durmakla mükemmel olur[29]

 

3. îmandan Sonra Küfrün Cezası:

 

Yüce Allah'ın: O zaman yüzleri kara olanlara..." buyruğunda: "Şöyle de­nilecektir" anlamındaki ibare hazf edilmiştir. "İmanınızdan sonra küfre saptınız ha!..," Yani onlar, Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sorulduğu vakit; evet dedikleri o misak gününde iman etmişlerdi. Bu sözler yahudile-re söylenecektir. Çünkü onlar, Muhammed (sav) peygamber olarak gönde­rilmeden önce ona iman ediyorlardı, Fakat peygamber gönderilince onu in­kâr ettiler.

Ebu'1-ÂHye der ki: Bu, münafıklara söylenecektir. Onlara: Açıktan açığa imanınızı İkrar ettikten sonra, gizliden gizliye de kâfir mi oldunuz? denile­cektir.

Arap dili bilginleri şart edatının cevabında "fe" harfinin mutlaka gel­mesi gerektiğini icma ile kabul etmişlerdir. Çünkü bir kimsenin Zeyd'e gelince, o da yola koyulacaktır, ifadesi, Ne olursa olsun Zeyd yola koyulacaktır, manasındadır.

Yüce Allah'ın: "Ama yüzleri ağaranlar ise..." buyruğunda sözkonusu edilenler, Yüce Allah'a itaat ve onun ahdine vefa gösteren kimselerdir.

"Allah'ın rahmeti içindedirler, onlar orada ebedi kalacaklardır." Yani, O'nun cennetinde ikram ve ihsan yurdunda ebedi ve devamlı kalacaklardır Şanı yüce Allah bizi de onlardan kılsın. Bizi türlü bid'at ve sapıkların yolla-nndan uzak tutsun, iman edip salih amel işleyenlerin yollarına muvaffak et­sin. Âmîn. [30]

 

108. Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez.

109- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.

 

Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" anlamındaki buyruk, rnübtedâ ve haberdir. Maksat da Kur'ân-ı Kerîm'dir.

"Onları sana hak olarak" yani, doğrulukla "okuyoruz." Bundan maksat da, biz sana Cebrail'i indiriyoruz, Cebrail de onlan sana okumaktadır, demek­tir- ez-Zeccâc: "Bunlar Allah'ın âyetleridir" buyruğu, zikrolunan bu buyruk­lar, Allah'ın hüccet ve delilleridir demektir, diye açıklamıştır.

Şunlar," aslında "bunlar" manasınadır. Çünkü, bu âyet-i kerime­lerin indirilmesi sona erdiğinden dolayı adeta uzaklaşmış gibi olduğundan, bu işaret zamiri getirilmiştir. Bununla birlikte "Allah'ın ayetleri" anlamında­ki ifadenin, "bunlar" anlamındaki işaret zamirinden bedel olması ve sıfat ol­maması da mümkündür. Çünkü, müphem olan belirtisiz bir kelime, izafet He nitelendirilmez.

"Allah, âlemlere zulmetmek istemez." Yani O, günahsız oldukları halde onlara azab etmez.

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." el-Mehdevî der ki: Bu buyruğun kendisinden önceki buyruklarla İlişki yönü şudur: Şam Yüce Al­lah, mü'minlerle kâfirlerin durumunu sözkonusu edip de, kendisinin âlem­lere zulmetmek istemediğini belirttikten hemen sonra kudretinin genişliği­ni ve zulme ihtiyacı olmadığını sözkonusu etti. Çünkü, göklerde ve yerde bu­lunan herşey O'nun mülkü ve tasarrufundadır.

Bu âyetin (109- âyetin) yeni bir söz başlangıcı olduğu da söylenmiştir. Yü­ce Allah bununla kullarına, göklerde ve yerde bulunan herşeyin kendisinin olduğunu beyan etmektedir ki, yalnız O'ndan dilekte bulunsunlar, yalnız O'na İbadet etsinler, O'ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmesinler. [31]

 

110. Siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mâru­fu emreder, münkerden akkorsunuz ve Allah'a inanırsınız. Ki­tap ehli de inanmış olsalardı, kendileri için hayırlı olurdu. İç­lerinde iman edenler olmakla birlikte çoğu fasıllardır.

 

Bu buyrukların: "Siz İnsanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" bölümüne dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

İ. Ümmetlerin En Hayırlısı Olan Bir Ümmet:

 

Tirmizî, Beliz b. Hakîm'den, o, babasından, o da dedesi yoluyla rivayet ettiğine göre, Beliz b. Hakîm'in dedesi Rasûlullah (savVı şanı yüce Allah'ın: "Siz İnsanlar İçin çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz* buyruğu ile ilgili olarak şöyle buyururken dinlemiş; "Siz yetmiş ümmetin tamamlayıcısısımz.

Allah nezdinde bunların en hayırlıları ve en değerlileri de sizlersiniz." Tirmi-zi der ki: Bur hasen bir hadistir.[32]

Ebû Hureyre de der ki: Biz, insanlar arasında, insanlara en hayırlı olan kim­seleriz. Zincirlerle onları İslam'a sürükleriz.[33]

jbn Abbas der ki: Bunlar, Mekke'den Medine'ye hicret edip, Bedir ve Hu-deybiye'de lıaztr bulunan kimselerdir.[34]

Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir: Onların yaptıklarını yapan, onlar gi­bi olur.

Denildiğine göre burada sözü geçenler, Muhammed (sav)'ın ümmetidir. Yani, onların arasından salih kimselerle, fazilet ehli olan kimseler kast edil­mektedir. Kıyamet gününde diğer insanlara karşı şahidük edecek olanlar da -Bakara Sûresi'nde de (2/143. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi- onlar olacaklar­dır.

Mücahid der ki: "Siz, İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun yerine gelmesi, âyet-i kerimede sözü geçen şartların gerçekleş­tirilmesine bağlıdır, Bunun, Levh-i Mahfuzda siz böylesintz, anlamına geldi­ği söylendiği gibi, siz iman ettiğinizden bu yana en hayırlı bir ümmetsiniz an­lamına geldiği de söylenmiştir. Bir başka açıklama da şu şekilde yapılmıştır: Bunun böyle olması, Peygamber (sav)'ın ve onun ümmetinin geleceğinin da­ha önceden müjdelenmiş olmasıdır

Buna göre buyruğun anlamı şöyledir: Sizler, sizden önce gelen kitap eh­line göre, en hayırlı bir ümmetsiniz. el-Ahfeş der ki: Burada "en hayırlı üm-merten kasıt, en hayırlı din mensubu sizlersiniz, demektir. Daha sonra el-Ahfeş (burada ümmetin din anlamına kullanıldığını açıklamak üzere) şu be-yiti nakletmektedir:

"Yemin ettim ve ben artık senin içinde herhangi bir şüphe bırakmadım; (Sana) kendisi itaatkâr olduğu halde bir dine mensup birisi (bu yemini dolayısıyla) hiç günahkâr olur mu?"

Âyet4 kerimedeki “” fiilinin nakıs değil de tam olduğu da söylenmiş­tir. Yani siz, en hayırlı bir ümmet olarak yaratılmış ve var edilmişsinizdir. Bu­na göre "en hayırlı ümmet" anlamındaki İbare hat'dir. Buradaki “” in zaid olduğu da söylenmiştir. O takdirde anlam: Siz en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklinde olur. Sîbeveyh de şöyle bir mısra nakletmektedir:

"Ve oldukça kerim olan bizim komşularımız...”

Yüce Allah'ın: ^Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşuruz?" (Meryem, 19/29); "Düşünün ki siz, bir zamanlar çok az idiniz de O, sizi çoğalttı" (el-A'râf, 7/86) buyruklarında ki bu kökten gelen kelime de bunun gibidir. Yü­ce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hatırlayın ki siz, bir za­manlar azlıktınız..."(el-Enfâl, 8/261)[35]

Süfyan, Meysere el-Eşcaî'den, o, Ebû Hâzim'den, o da Ebû Hureyre'den: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bîr ümmetsiniz" buyruğu hakkın­da şöyle dediğini nakletmektedir: Siz, insanları zincirlerle İslâm'a çekiyorsu­nuz.[36]

en-Nehhas der ki: Buna göre ifadenin takdiri; Sız, insanlar için en hayır­lı bir ümmet oldunuz, şeklindedir

Mücahidin görüşüne göre ise ifadenin takdiri şöyle olun Siz, insanlar için en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü sizler iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar-sınız.

Şöyle de açıklanmıştır: Mulıammed (sav)'ın ümmetinin en hayırlı bir üm­met oluşu, onun (tebliğine muhatap olan) ümmetin arasında müslümanUğın daha çok oluşundan, iyiliği emredip, münkerden alıkoymanın onlar arasın­da daha bir yaygın oluşundan dolayıdır.

Şöyle de denilmiştir: Bu husus, Rasûlullah (sav)'ın ashabı içindir. Nitekim Hz. Peygamber'in: "İnsanların en hayırlısı benim (aralarında peygamber olarak gönderilmiş olduğum) bu neslimdir" [37] buyruğu da buna benzemek­tedir. [38]

 

2- Bu Ümmetin En Hayırlıları:

 

Kur'ân-ı Kerîm'in nassı ile, bu ümmetin en hayırlı ümmet olduğu sabit ol­duğu gibi, hadis imamlan da Imran b. Husayn yoluyla Peygamber (sav)'ın şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedirler: "İnsanların en hayırlıları benim (çağ­daşım olan) neslimdir Sonra, onlardan sonra gelenler, daha sonra da onlar­dan sonra gelenler."[39]

Bu hadis-i şerif de bu ümmetin öncekilerinin daha sonra gelenlerden da­ha faziletli olduğunu göstermektedir. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir, Onların bu görüşüne göre, Peygamber (sav)'ın sohbetinde bu­lunup, ömründe bir defa dahi olsa, onu görmüş olan kimselerin kendisinden sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu, Hz. Peygamberdin sohbetinde bu­lunmak faziletine denk hiçbir amelin bulunmayacağını kabul etmişlerdir.

Ebû Ömer (İbn Abdİ'1-Berr) ise, ashabdan sonra gelenler arasında genel olarak ashab arasında bulunanlardan daha faziletli kimselerin bulunabilece­ğini ve Hz. Peygamber'in: "İnsanların en hayırlılan benim neslimdir" buyru­ğunun umum ifadesi ile anlaşılmaması gerektiğim kabul etmektedir. [40] Buna delili de şudur: Bir nesilde daha çok faziletli olan da bulunabilir, daha az fa­ziletli bulunan da bulunabilir. Nitekim H2. Peygamberin nesli arasında ima­nını açıkça izhar eden münafıklar topluluğu ve Hz. Peygamberin kendileri­ne yahutta bazılarına hadler uyguladığı büyük günah sahibi kimseler de var­dı. Ve kendilerine: "Hırsız, içki içen, zina eden kimse hakkında ne dersiniz?" dîye sormuştur. Yine, kendi çağdaşı bulunanlara da yüz yüze: "Ashabıma söv­meyiniz" demiştir. [41] Halici b. el-Velid'e de Ammâr hakkında: "Senden daha hayırlı olan kimseye sövme" [42] diye buyurmuştur. Ebu Umame'nin rivayeti­ne göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Beni görüp de bana iman edene ne mutlu. Beni görmediği halde bana iman eden kişiye de yedi defa ne mutlu!" [43]

Ebû Dâvûd et-Tayalisî'nin Müsned'inde de şöyle bir hadis yer almaktadır: Muhammed b. Ebi Humeyd'den, o, Zeyd b. Eslemeden, o babasından, o, Ömer (r.a)'dan dedi ki: Rasûlullah (say)'ın yanında oturuyordum. Şöyle buyurdu: "Yaratıklar arasında imanı en üstün olanların kimler olduğunu bilir misiniz?" Biz: Meleklerdir, dedik. O: "Onların iman etmeleri elbette gerekir. Ama on­lardan başkaları. (Onlardan iman bakımından daha üstündür")." Biz, Peygam­berlerdir dedik. Bu sefer: "Onların zaten iman etmeleri gerekir, Haytr, onlar­dan başkalarıdır." Daha sonra Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Yaratıklar ara­sında iman bakımından en üstün kimseler, henüz atalarının sulblerinde bu­lunan, beni görmedikleri halde bana iman eden, yazılı bir takım kâğıtlar gö­rüp de onlarda bulunanlar gereğince amel eden bir takım insanlardır. İşte bun­lar bütün yaratıklar arasında imanları en üstün kimselerdir." [44]

Salih b. Cübeyr de Ebu Cum'a'dan şöyle dediğini rivayet eder: Ey Allah'ın Rasûlü, bizden daha .hayırlı bir kimse var mıdır? diye sorduk. O, şöyle bu­yurdu: "Evet, sUcten sonra gelen ve iki kapak arasında bir kitap görüp on­da bulunanlara iman eden, bana da beni görmedikleri halde iman eden bir topluluktur.[45]

Ebû Ömer der ki: Ebu Cum'a'rtın Hz. Peygambere arkadaşlığı (sohbeti) var­dır. Asıl adı da Habib b. Sibâ'dır Salih b. Cübeyr ise, tabiinin sika râviİeruv dendir.

Ebû Salebe el-Huşenî de Peygamber (sav)'dan şöyle dediğini rivayet eder: "Şüphesiz önünüzde Öyle bir takım günler vardır ki, o günlerde dini üze­re sabır ve sebat gösterecek bir kimse, tıpkı kor ateşi avucunda tutan kim­se gibi olacaktır. İşte o günlerde amel eden kimseye onun gibi ameîde bu­lunan elli adamın ecri kadar ecir verilecektir." Ey Allah'ın Rasûlü, onlardan birisinin ecri kadar mı diye sorunca: "Hayır, sizden birisinin ecri kadar" di­ye buyurdu.[46]

Ebu Ömer CÎbn. Abdİ'1-Berr) der kir İşte bu: "Hayır, sizden" lafzını, kimi muhaddisler zikretmemişlerdir, Ömer b. el-Hattab da Yüce Allah'ın: "Siz, İn­sanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğunun açıklaması ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: Kim sizin yaptığınız gibi yaparsa, o da si­zin gibi olur.

Hadis-i şeritler arasında her hangi bir tearuz (çatışma, çelişki) yoktur. Çün­kü, birincisi hususi bir anlam ihtiva etmek üzere varid olmuştur. Başarıya ulaş­tıran Allah'tır.

Bu hususa dair hadislerin açıklanması ile ilgili olarak şöyle de denilmiş­tir; Hz. Peygamber'in çağdaşı olan nesilin üstün kılınması, onlann kâfirlerin çokluğu dolayısıyla imanları bakımından garip olmaları, kâfirlerin eziyetle­rine sabredip katlanmaları, dinlerine sımsıkı sarkmalarıdır. Şüphesiz bu üm­metin dalıa sonra gelecek olanları da, kötülüğün, {"aşıklığın, haksızca kan dök­melerin, masiyetlerin ve büyük günahların açıktan açığa işlendiği bir zaman­da, bu dini dosdoğru uygulayıp, ona sımsıkı sarılıp Rablerine itaat üzere sa­bır ve sebat gösterecek olurlarsa, işte onlar da böyle bir durumda garipler­den olurlar. Böyle bir durumda onlann amelleri, tıpkı kendilerinden önce­kilerin amellerinin temiz ve bereketli olduğu gibi, temiz ve bereketli olur. Bu açıklamaya tanıklık eden hususlardan birisi de Hz, Peygamber'in: "İslâm ga­rip olarak başladı ve başlangıçtaki haline dönecektir. O halde gariplere ne rnutlu" [47] buyruğudur.

Yine Ebu Salebe'nin rivayet ettiği hadis de burca tanıklık ettiği gibi, Hz, Peygamberdin: "Ümmetim Öncesi mi hayırlıdır, sonrası mı hayırlıdır bilinemi-yen bir yağmur gibidir" [48] buyruğu da buna tanıklık etmektedir. Bu hadisi de Ebu Dâvud, et-Tayalisî ve Ebu Isa et-Tirmizî rivayet etmişlerdir.

Hişam b. Ubeydullah er-Rârf de bunu Mâlik'ten, o, ez-Zührî'den, o da Enes'den şöylece rivayet etmektedir: Enes dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurdu: "Ümmetimin misali yağmura benzer. Onun öncesi mi hayırlıdır, yok­sa sonrası m] bilinmez. [49] Bunu Darakutnî "Musned-u Hadisi Malik" adlı eserde de kaydetmektedir.

Ebu Ömer (İbn AbdiJl-Berr) der ki: Hişam b. Ubeydullah sika bir ravidir. Bu hususta (hadis alimleri) farklı kanaatlere sahip değildirler

Rivayete göre Ömer b. Abdulaziz, halifeliğe gelince, Salim b. Abdullah'a şöyle bir mektup yazmış: Sen, bana Ömer b. el-Hattab'ın yaşayış ve davra­nışını yaz ki, ben de ona göre amel edeyim. Salim ona şunu yazdı: Eğer sen, Ömer'in uygulamasını yapacak olursan, Ömer'den daha faziletli olursun. Çün­kü senin zamanın, Ömer'in zamanı gibi değildir. Senin etrafında bulunan adamların da Ömer'in etrafındaki adamlar gibi değildir. [50] Ömer b. Abdula­ziz, çağının fukahasına da (bu şekilde) mektup yazdı, hepsi de ona Salim'in dediğine benzer şeyler yazdılar.

Değerli bir takım ilim adamları, Hz. Peygamber'in: "İnsanların en hayır­lısı benim çağımda yaşayan neslimdir" hadisi ile: "İnsanların en hayırlısı öm­rü uzayıp, ameli güzel olandır. En kötüsü de, ömrü uzayıp ameli kötü olan­dır" [51] hadisleri arasında bir tearuz bulunduğunu kabul etmişlerdir. Ebu Ömer ise şöyle demektedir: Bu hadîs-i şerifler rivayet yollarının tevatür de­recesine ulaşması ve güzel olmasına rağmen, bu ümmetin başı ile sonu arasında eşitliğin bulunmasını gerektirmektedir. Yani daha önce belirtildiği şekilde, ilim ve din ehlinin yüksek görülmediği, fışkın ve kötülüklerin, hak­sızca kan dökmelerin çok olduğu, mü'minin zelil kılınıp facir'in üstün kılın­dığı ve din garip olarak başladığı gibi, tekrar garip hale döndüğü, dini ye­rine getiren kimsenin kor ateşi avucunda tutan kimse gibi zora katlandığı, fa-sid bir zamanda İman ve ameli salihe bağlı olmak halinde böyledir. İşte böy­le bir durumda bu ümmetin başı ile sonu arasında amellerin fazileti birbiri­ne eşit olur. Bundan Bedir ve Hudeybiye'ye katılanlar müstesnadır. [52] Bu bö­lümde varid olmuş hadisler üzerinde dikkatle düşünen bir kimse, açıkça doğ­ruyu anlayıp görür. Allah da lütfunu dilediği kimseye verir. [53]

 

3. iyiliği (Marufu) Emredip, Kötülükten (Münkerden) Alıkoymak:

 

Şanı Yüce Allah'ın: "Marufa emreder, münkerden akkorsunuz" buyru­ğu, l>u ümmete, bunu yerine getirdikleri ve bu niteliğe sahib oldukları sü­rece bir övgüdür. Eğer, münkere karşı çıkıp onu değiştirmeyi terkedecek, münker işlemek üzere birbirleriyle anlaşacak olurlarsa, o takdirde bu övgü­yü hak etmezler, bunun yerine yerilirler. Bu, onların helak edilişlerine de se­bep teşkiî eder. İyiliği emredip, münkerden alıkoymaya dair açıklamalar, bu sûrenin baş taraflarında (3/21-22. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmakta­dır.

Yüce Allah'ın: "Kitap ehli de inanmış olsalardı, kendileri İçin hayırlı olurdu" buyruğunda yüce Allah, Kitap ehli'nin Peygamber (sav)'a iman et­melerinin kendileri için daha hayırh olduğunu, onlardan kimisinin mü'min, kimisinin fâsık olmakla birlikte, fâsık olanlarının da daha çok olduğunu ha­ber vermektedir. [54]

 

111. İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler. Sizin­le savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra ken­dilerine yardım da edilmez.

 

Yüce Allah'ın: ^İncitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler" buyruğu ile kast edilen, onların (verebilecekleri zararın) yalanları, tahrifleri ve iftiralarından ibaret olduğunu anlatmaktadır. Yoksa, onların galip gelecek­leri anlamında değildir. Bu açıklama, el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir

Buna göre, âyet-i kerimedeki istisna muttasıldır. Manası da şöyle olur: On­lar sîze ancak az miktarda bir zarar verebilirler. Buna göre "ezâ" kelimesi» mas­tar gibi kullanılmıştır.

Âyet-i kerime Allah'ın, Rasûlüne ve mü'minlere bir vaadidir. Buna göre, kitap ehli onları mağlup edemeyeceklerdir. Kendileri kitap ehline karşı za­fer kazanacaklar ve kitap ehlinin mü'minlere, kökten imha gibi bir zarar gör­meleri söz konusu olmayacaktın Onlardan görecekleri zararlar, iftiralarla, tah­riflerle eziyet vermekten ibaret kalacaktır. Sonunda güzel akibet ise mü'min-lerin olacaktır.

Buradaki istisnanın munkatf olduğu da söylenmiştir. Anlam da şöyle olur: Onlar asla sîze zarar veremeyeceklerdir. Bununla birlikte size, İşittire­cekleri sözlerle sizi rahatsız edeceklerdir.

Mukatil der ki: Yahudilerin elebaşları olan Ka'b, Adiy, Nu'man, Ebû Ra­fı', Ebû Yâsir, Kinane ve İbn Suriyâ, kendi kavimleri arasından İman eden,

Abdullah b. Selâm ve arkadaşlarına müslüman olmaları sebebiyle eziyet vermeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah: "İncitmekten başka size her­hangi bir zarar veremezler" yani onlar, ancak dilleriyle sizi rahatsız edebi­lirler, buyruğunu indirdi.[55] İfade burada tamam olmaktadır.

Daha sonra yüce Allah: "Sizinle savaşsalar bile, size arkalarım dönüp kaçarlar" yani, bozguna uğrarlar. Burada da ifade tamam olmaktadır. "Son­ra kendilerine yardım da edilmez" buyruğu da yeni bir cümledir. Bundan dolayı bu buyruğun sonunda "nun" harfi sabit olmuştur.

Bu âyet-i kerime Peygamber (sav)'ın bir mucizesidir. Çünkü, ona karşı sa­vaşan yahudiler ona arkalarım dönüp kaçmışlardır.

 

112. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet vurulmuş­tur. Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış o intakı rı müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine de miskin­lik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız ye­re peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etme­leri ve taşkınlık yapmalarındandır.

113. Hepsi bir değildir. Kitap ehlinden secdeye vararak geceleri Al­lah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır.

114. Onlar, Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. Mârufu emrederler, münkerden vazgeçirirler. Hayırlara koşuşurlar. İşte onlar sa-lihlerdendir.

115- Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar. Allah tak­va sahiplerini en iyi bilendir.

 

Yüce Allah'ın: "Nerede bulunurlarsa bulunsunlar" nerede ele geçirilir ve onlarla karşılaşılırsa karşılaşılsın; "üzerlerine zillet vurulmuştur" buyruğu

Üt kastedilenler, yalıudilerdir. İfade burada tamam olmaktadır.

Bakara Sûresî'ndc onlara zilletin vurulmasının anlamına dair açıklamalar (2/61. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Allah'tan bir ahde ve insanların ahdine sığınmış olmaları müstesna" buyruğu ise, bir önceki buyruktan yapılmış, munkatı' bir istisnadır. Yani, fa­kat onlar Allah'tan gelen bir ahde sığınırlar, demektir. İnsanların ahdinden kasıt İse, onlara verdikleri zimmet ahdidir. "İnsanlarla kastedilenler, Muham-med (sav) ile müminlerdir. Onlar, Muhammed (sav)'e ve mü'minlere haraç verirler, onlar da kendilerine cman verirler. İfadede bir ihtisar vardır. Yani: Allah'tan bir ahde bağlı olarak korunmaları hali müstesna; şeklindedir ki, bu hazf edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.

"Allah'ın hışmına uğradılar" buyruğunda ki: Döndüler," demek­tir. Bunun, yüklenip taşıdılar anlamına geldiği de söylenmiştir. Sözlükte bu­nun asıl anlamı ise, öyle bir hışım onİardan aynlmaz bir şeydir, manasmda-dır Bakara Sûresi'nde de (2/61, âyetin tefsirinde) bu açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah onları neden bu şekilde cezalandırdığını da: "Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürme-lerindendir. Bu» onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır" di­ye buyurarak açıklamaktadır. Yine buna dair yeterli açıklamalar Bakara Sû­resi'nde (2/61. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Daha sonra şanı yüce Allah: "Bepsî"bîr değildir^ diye Vıabeı -veTirrektt-din İfade burada tamam olmaktadır. Buyruğun anlamı da şudur; Kitap ehli ile Muhammed (sav)'ın ümmeti eşit değildir. Bu şekildeki açıklama İbn Mes'ud'dan nakledilmiştir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kitap eh­linden iman edenlerle kâfirler birbirine eşit değildirler. [56]

 

Bu Âyetlerin Nüzul Sebebi:

 

Ebû Hayseme Züheyr b. Harb şunu nakletmektedir: Bize, Haşim b. el-Ka-sim anlattı. Bize, Şeyban anlattı; O, Âsım'dan, o, Zir'den, o da İbn Mes'ud'dan dedi ki: Rasûhjllah (sav) bir gece yatsı namazını geciktirdi. Daha sonra Mescide çıktı, herkesin bu namazı beklemekte olduğunu gördü. Şöyle buyur­du: "Din sahiplerinden yüce Allah'ı bu saatte sizden başka zikreden hiçbir kimse yoktur." (İbn Mes'ud) der ki: Ve şu âyet: "Hepsibir değildir, kitap eh­linden... bir topluluk vardır... Allah takva sahiplerini en iyi bilendir" buyruklarım indirdi. [57] İbn Vehb de buna benzer bir rivayet nakletmektedir,

İbn Abbas der ki: Yüce Allah'ın: "Kitap ehlinden secdeye vararak gece­leri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır" buyruğu, Pey­gamber (sav) ile birlikte iman edenler hakkındadır.

İbn İshak da İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakleder: Abdullah b. Selâm, Sa'lebe b. Sa'ye, Esid b. Sa'ye, Esid b. Ubeyd ve yalıudilerden İslâm'a giren diğerleri müslüman olup iman ve tasdik ederek İslâm'a yönelip, İslâm kalp­lerinde yerleşince, yahudilerin alimleriyle küfre sapanları şöyle demişlerdi: Muhammed'e îman edip tabi olanlar, ancak bizim kötülerimizdir. Eğer bun­lar bizim hayırlılarımız olsalardı, atalarının dinini terkedip bir başkasına gitmezlerdi. Bunun üzerine şant yüce Allah: "Hepsi bir değildir, kitap eh­linden secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk vardır... İşte onlar salihlerdendir" buyruklarını İndirdi.

el-Ahfeş der ki: İfade; kitap ehlinden öyle ümmete mensup kimseler, ya­ni öyie güzel yol izleyen kimseler vardır ki... takdirindedir. Bu takdire, de­lil olarak da şu mısrayı zikretmektedir:

"Kendisi (emre) itaatkâr olduğu halde, bir ümmet sahibi {güzel bir yola sahip bir kimse) hiç günahkâr olur mu?"

İfadede İıazif olduğu ve ifadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiş­tir: Kitap ehlinden (emirleri) uygulayıp duran bir topluluk da vardır. Bu şe­kilde olmayan bir topluluk da vardır. Yüce Allah, birisini zikretmekle yeti­nip, ötekini sözkonusu etmemiştir. Ebû Züeyb'in şu beyitinde olduğu gibi:

"Kalbim ona gitmek hususunda bana karşı çıktı. Ben de onun emrine itaat ediyorum.

Ama bilemiyorum onun arkasından gitmek doğru mudur?"

O, bununla doğru mudur, yanlış mıdır demek istemiş, fakat ikincisi (an­laşıldığından) hazf edilmiştir.

el-Ferrâ der ki: Allah'ın âyetlerini okuyup duran bir topluluk ile kâfir olan bir topluluk birbirine eşit olamaz.

en-Nehhâs ise der kî: Bu, çeşitli bakımlardan yanlış bir görüştür. Birinci­si, bu Topluluk" kelimesinin; Bir, eşit" kelimesi ile reF et­mektedir. Bu durumda; Değil" kelimesinin ismine herhangi bir şey avdet etmemekte, buna karşılık fiil gibi değerlendirilmeyen kelime ile reP et­mekte ve gerek olmayan ifadeleri de takdir etmektedir. Zira daha önceden kâfirlerden söz edilmiştir. O halde, bunu takdir edip malızûf kabul etmenin uygun bir yönü de yoktur.

Ebu Ubeyde ise der ki: Bu, Arapların Pi­reler beni yediler ve arkadaşların gittiler11 şeklindeki sözlerini andırmaktadır. [58] en-Nehhâs der ki: Bu da yanlıştır. Çünkü, onlardan daha önce söz edilmiş­tir. Halbuki, "pireler beni yediler" anlamındaki kullanımda ve benzerlerin­de, bunlardan daha önceden söz edilmemiş olmalıdır.

Yüce Allah'ın: uGeceleri" yani, gecenin çeşitli zamanlan an­lamındadır. Bunun tekili; şeklinde gelir, Bu kelime burada zarf olarak nasb edilmiştir.

"Secdeye vararak” buyruğu ise, namaz kıldıklarını anlatmaktadır. Bu açıklama el-Ferrâ ve ez-Zeccâc'dan nakledilmiştir. Çünkü Kur'ân okumak, rü­kû ve sücud halinde sözkonusu değildir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın: "Ve O'na secde ederler" (el-A'raf, 7/206) buyruğudur. Yani, ona namaz kılar­lar, demektir. Furkan Sûresi'nde de; "Onlara Rahman (olan Allah)'a secde edin, denildiğinde..." (el-Furkan, 25/60); en-Necm Sûresinde de: "Artık Allah'a secde edip ibadet edin" (en-Necm, 53/62") diye buyuru İma ktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu buyrukla özellikle bilinen secde anlatılmak is­tenmiştir. Ancak âyetin nüzul sebebi bu görüşü reddetmekledir. Diğer taraf­tan önceden, İbn Mes'ud'dan gelen hadiste zikrettiğimiz gibi maksat, yatsı na­mazıdır. Puta tapıcılar ise, akşam karardı mı, hemen uyurlar. Muvahhidler ise, yatsı namazında Allah'ın âyetlerini okuyarak Allah'ın huzurunda ayakta du­rurlar. Nitekim yüce Allah, onların ayakta duruşlarını sözkonusu ecmekle bir­likte: "Secdeye vararak...” diye de buyurmaktadır. Yani onlar, kıyamla bir­likte secde ederler anlamındadır.

es-Sevrî der ki: Burada sözkonusu edilen, akşam ite yatsı namazı arasın­daki namazdır. Maksadın gece namazı olduğu da söylenmiştir. Önceki kitaplan okuyan Şeybeoğullanııdan birisinin de şöyle dediği nakledilmektedir: Biz, aziz ve celil olan Rabbin sözleri arasında şunu da buluyoruz: Gece karardı rnı, tek başına kalan bir deve veya bir koyun çobanının, hiç gece saatlerin­de ayakta durarak, secde ederek ibadet eden kimse gibi olduğu mu zanne­dilir?

"Onlar Allah'a... inanırlar." Yani, Allah'ın varlığını ikrar ve kabu] eder­ler. Muhammed (sav)'ı da tasdik ederler.

"Mâruftı emrederler." Bunun, umum ifade ettiği söylendiği gibi bunun­la, Peygamber (sav)'a tabî olmanın emredilmek maksadında olduğu da söy­lenmiştir,

"Münkerdea vazgeçilirler." Münkerden vazgeçirmek, Allah'ın emirlerine muhalefetten vazgeçirmek dernektir, "Hayırlara koşuşurlar." İşledikleri hayır­lara, sür'atlice ve herhangi bir şekilde ağırdan almaksızın yönelirler. Çünkü on­lar, bu hayırlann sevaplannın ne kadar çok olduğunu bilirler. Vakit geçmeden önce amellerini işlemekte ellerini çabuk tutarlar, diye de açıklanmıştır.

"İşte onlar, sâlihlerdendir." Yani, salihlerle birlikte olanlardır, Salihler ise, Muhammad (sav)'ın ashabı olup, cennettedirler.

"Yaptıkları hayırlardan asla mahrum bırakılmazlar" buyruklarında ge­çen Yaptıkları" kelimesi ile "Ondan mahrum bıra­kılmazlar" anlamındaki kelimeleri, el-A^meş, İbn Vessâb, Hamza, el-Kisaî, Hafs ve Halef, her ikisinde de "yâ" ile, "Allah'ın âyetlerini okuyup duran topluluğ"a dair haber olmak üzere okumuşlardır. Aynı zamanda bu, İbn Ab-bas'ın da kıraatidir, Ebu Ubeyd'in tercih ettiği kıraat de budur. Diğerleri ise, her İki yerde de (.ne hayır yaparsanız ondan mahrum bırakılmazsınız anla­mında) muhatap sığası ile okumuşlardır. Çünkü daha önce yüce Allah 'in: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz" buyruğu geçmiştir. Ebu Hatim'in tercih ettiği kıraat de budur. Ebû Arar ise hem "ya" ile, hem de "te" ile okunuşun uygun olacağı görüşünde idi. Buyruğun anlamı da: Siz, hayır namına ne yaparsanız asla onun sevabından mahrum bırakılmazsınız. Aksi­ne size hayırlarınızın sevabı verilir ve onun karşılığında mükâfat göreceksi­niz, demektir. [59]

 

116. Küfre sapanların mallarının re çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Onlar cehennemlik­lerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır.

 

Yüce Allah'ın: "Küfre sapanların" anlamındaki buyruk, nin ismidir. Haberi ise: "Mallarının ve çocuklarının Allah'a karşı kendilerine hiçbir Gay­dası olmayacaktır" buyruğudur.

Mukatil der kî: Şam yüce Allah, kitap ehli mü'minlerini sözkonusu ettik­ten sonra, onların kafirlerini sözkonusu etmektedir ki, bu da yüce Allah'ın: "Küfre sapanların..." buyruğu ile dile getirilmektedir. el-Kelbî de şöyle de­mektedir: Yüce Allah, bu buyruğu bir müptedâ (söz başlangıcı) yaparak şöy­le buyurmaktadır: Küfre sapanların mallarının çok olması ite çocuklarının çok olmasının Allah'ın azabına karşı kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. (Sa­ir akrabalar arasından) çocuklann özellikle anılmaları ise, neseb itibariyle ken­dilerine en yakın olanların çocukları oimalanndan dolayıdır.

"Onlar cehennemliklerdir" buyruğu, bir müptedâ ve haberdir. Aynı şe­kilde: "Orada ebediyen kalacaklardır" anlamındaki buyruk da böyledir. Bü­tün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [60]

 

117. Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin misali, ken­dilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet ederek onu he­lak eden kavurucu soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna ben-zer. Allah, onlara zulmetmedi. Ama onlar, kendilerine zulme­diyorlar.

 

Yüce Allah'ın: "Bu dünya hayatında onların harcadıkları şeylerin mi­sali,- kavurucu bir soğuğu bulunan bir rüzgârın durumuna benzer" an­lamındaki buyruğunda yer alan (» edatı, hem mastar manasını veren edat olabilir, hem de anlamında aidi hazf edilmiş bir ismi mevsul anlamın­da olabilir. Yani, onların o harcadıklarının misali.., anlamındadır. "Bir rüz­gârın durumuna benzer" buyruğu ise, bir rüzgârın esişine benzer, anlamın­dadır.

İbn Abbas der ki: Âyet-i kerimede geçen Kavurucu soğuk," ile­ri derecede soğuk demektir. Bu kelimenin aslı itibariyle ses demek olan den geldiği söylenmiştir. O takdirde bu âyet-i kerimede bu kelime, şiddetle esen rüzgânn sesi demek olur. ez-Zeccâc ise der ki: Bu kelime o rüz­gârda bulunan ateşin alevinin çıkardığı sestir. Bu manadaki açıklamalar Bakara Sûresinde (2/266. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber soğuk sebebiyle ölmüş bulunan çekir­geleri (yemeyi) yasaklamıştır.[61]

Âyeti kerimenin anlamına gelince: Kâfirlerin harcamalarının geçersizliği­nin, boşa gitmesinin ve fayda sağlamamasının örneği, oldukça soğuk, kavu­rucu bir rüzgârın yahut da bir ateşin isabet edip yaktığı ve helak ettiği bir eki­ne benzer. O ekin sahipleri, ekinin kendilerine bir fayda sağlayacağını umu-yorken, artık ondan hiçbir fayda sağlayamaz olurlar.

Yüce Allah buyuruyor ki: "Allah" böyle yapmakla "onlara zulmetmedi. Ama, onlar kendilerine" küfre sapmak, isyan etmek, yüce Allah'ın hakkı­nı vermemek suretiyle "kendilerine zulmediyorlar."

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, ziraat zamanı dışında, yahut uygun olma­yan yerlerde ekin ekmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Şanı yüce Allah da bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koydukları için onları te'dip etti, Bu açıklamayı da el-Mehdevt nakletmektedir. [62]

 

118. Ey iman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük yapmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşme­nizi candan İsterler. Öfkeleri ağızlarından (aşmaktadır. Göğüs­lerinin gizlediği ise daha büyüktür. Stee âyetlerimizi açıkladık; eğer akıl ederseniz.

 

Bu buyruğa dair açıklamalan nnızı altı başlık halinde sunacağız:

 

1. Kâfirlere Meyletmenin Yasakltğı:

 

Yüce Allah, kâfirlere meyletmeyi yasaklamayı burada daha da pekiştirmek­tedir. O halde bu buyruk, daha önce yer alan: "Eğer kendilerine kitap veri­lenlerden bir zümreye itaat ederseniz..." (Âl-i İmran, 3/100) buyruğu ile iliş­kilidir. Âyet-İ kerimede geçen, (ve "sırdaş" anlamı verilen): el-Bitâne kelime­si mastardır. Tek kişiye de, çoğula da isim olarak verilebilir. Kişinin, bitâne ise, onun iç ve gizli işlerine muttali olan özel adamları ve yakınlarıdır. Bunun ash ise, (hem sırt, hem de elbise ve benzerlerinin yüzü anlamına gelen) zahr'ın zıddı olan batn (karın ve astar) dır. Bir kimsenin, bir diğer kimsenin özel ada­mı ve yakını olmasını anlatmak için de) deni­lir. Şair de der ki:

"İşte onlar, benim samimi adamlarandır. Evet ve hatta özel adamlarım. Hem onlar, her yakınım Mt tarafa, benim en yakın sırdaşlarımdır." [63]

 

2. Kâfir ve Sapıkları Sırdaş Edinmenin Yasaklanışı:

 

Yüce Allah, bu âyet-İ kerimeyle, müminlere, kâfirlerden, yahudilerden ve nevalarının arkasından giden sapık fırkalardan olanları içli dışlı kimseler, ya­kın kimseler edinmeyi, görüşlerini almayı ve işlerini görmeyi kendilerine ha­vale etmeyi yasaklamaktadır. Denildiğine göre, senin itikat ve dinine muha­lif olan hiçbir kimse ile karşılıklı konuşmaman gerekir. Şair der ki:

"Sen kişiye dair sorma. Onun arkadaşını sor. Çünkü herbir arkadaş beraber olduğu kimseye uyar."

Ebû Davud'un Sünen'inde yer alan rivayete göre, Ebû Hureyre, Peygam­ber (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekledir: "Kişi, arkadaşının dini üze­redir. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kiminle arkadaşlık ettiğine bir baksın." [64]

İbn Mes'ud'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Siz insanları kardeş edin­dikleri kimselerle değerlendirin.

Daha sonra yüce Allah, yakın ilişki kurmayı neden ve hangi husustan do­layı yasakladığını şöylece açıklamaktadır: "Onlar, size kötülük yapmaktan geri kalmazlar." Yani onlar, sîzin halinizin bozulması için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bu da şu demektir: Onlar, zahiren sizinle savaşmıyor olsa­lar dahi, -ileride açıklaması geleceği üzere- size, hileler, tuzaklar kurmakta, sizi aldatmak uğrunda ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemezler.

Ebu Umame'den rivayete göre, RasÛluüâh (sav) yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin. Onlar size kötü­lük yapmaktan geri kalmazlar" buyruğu hakkında: "Onlar Haricîlerdir" dediğini rivayet etmektedir. [65]

Rivayete göre, Ebû Mûsâ el-E§'arî? zımmi bir kimseyi kâtip olarak göre­ve aldı. Ömer (r.a) ona bundan dolayı sitem eden bir mektup yazdı ve bu âyet-i kerimeyi hatırlattı Sonra Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Ömer (r.a)'ın huzuruna bir hesap getirdi ve bunu Hz. Ömer'e sundu. Hz. Ömer, yapılan bu hesabı beğendi. Daha sonra Hz, Ömer'e bir mektup geldi. Ebu Musa'ya: Senin kâ­tibin nerede? Gelsin de insanlara bu mektubu okusun, deyince, Ebu Musa: O mescid'e giremez, dedi. Hz. Ömer: Neden, o cüoüp mü? diye sorunca, Ebu Mûsâ: Hayır o bir hıristiyandır, dedi. Hz. Ömer onu azarladı ve şöyle dedi: Allah onları uzaklaştırmışken sen onları yakınlaştırma. Allah onları hakir dü­şürmüşken sen onları tebcil etme. Allah onların hain olduklarını söylemiş­ken sen onlara güvenme.

Yine Ömer (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Siz, kitap ehlini gö­revlerinizde kullanmayın. Çünkü onlar, rüşveti helâl bilirler. Siz, göreceğiniz işlerinize ve yönettiğiniz raiyenizin işlerine yüce Allah'tan korkan kimsele­ri görevlendirerek yardım alınız.

Hz. Ömer'e: Burada Hireli bir hıristiyan vardır. Ondan daha iyi kâtiplik ede­cek, ondan daha güzel kalemle yazı yazacak kimse yoktur. Or senin yazı iş­lerini yürütmesin mi? denilince şu cevabı vermiş; Ben, mü'minleri bırakıp baş­kalarını sırdaş edinemem.

O halde zimmet ehlini kâtipliğe getirmek caiz değildir. Bundan başka alış verişteki tasarrufları da, onların vekâletleri de caiz değildir.

Derim ki: Bu günümüzde şartlar artık değişmiştir. Kitap ehlinden kimse ler artık kâtip yapılıyor, güvenilir kimse kabul ediliyor ve bunlar böylelikle ahmak ve cahil yönetici ve emirler nezdinde üstün mevkilere getirilmiş bu­lunuyorlar.

Buhârî'nin rivayetine göre, Ebu Said el-Hudrî, Peygamber (sav.)!den şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah, ne kadar peygamber göndermiş ve ne kadar halife tayin etmiş ise, mutlaka onun iki türlü sırdaşı vardır. Bu sırdaşlardan bir türü ona iyiliği emreder ve iyiliği yapmaya teşvik eder. Di­ğeri ise, ona kötülüğü emreder ve kötülük yapmaya teşvik eder. (Kötülük­ten) korunan kimse İse, yüce Allah'ın koruduğu kişidir. [66]

Enes b. Malik de Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "'Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız ve mühürlerinize de Arapça (Hz. Muhammed'in mührü gibi) kazımayınız."[67] el-Hasen b. Ebİ'l-Hasen bunu şöy­lece açıklamaktadır: Hz. Peygamber bununla şunu kastetmektedir: Sizler, her­hangi bir işiniz hakkında müşriklere danışmayınız ve mühürlerinize (yüzük­lerinize) de "Muhammed (Rasûlullah) diye" kazımayınız.

el-Hasen der ki: Bunu doğrulayan da şanı yüce Allah'ın Kitabında yer alan: "Ey İman edenleri Sizden başkasını kendinize sırdaş edinmeyin..." âyeti­dir. [68]

 

3. Mümin Olmayan Sırdaşlar Kötülük Yapmaktan Geri Kalmazlar;

 

Yüce Allah'ın: Sizden başkasını1 yani, sizin dışınızda kalan-lan sırdaş edinmeyin. el-Ferrâ der ki: Yüce Allah'ın: "Bundan başka iş yaparlardı" (el-Enbiyâ, 21/82) bunun dışında işler yapar-iardı, demektir.

"Sizden başka ifadesi, yaşayış, güzel davranış ve itikada bağlılık nokta­sında sizden başkaları diye de açıklanmıştır.

Yüce Allah'ın: Geri kalmazlar" da, aleyhinize fesad teşkil ede­cek hususlarda ellerinden geleni yapmaktan geri kalmazlar, demektir. Bu buy­ruk ise: "Sizden başkasının sıfatı durumundadır.

Hiçbir gayret esirgemem ve; Kusurlu hareket et-

tim, esirgedim, diye kullanılır. Şair Îmruu'1-Kays der ki:

"Şüphesiz ki kişi, hayatta kaldığı sürece hiçbir zaman; -Üzerine düşeni yerine getirmekte kusurlu davranmasa dahi-iatediği işleri başaramaz.

ile aynı anlama gelir; fesat demektir. Bu fesat, (bozu­luş) fiillerde, bedende ve akıllarda olabilir.

Hadisi şerifte de: Her kim (organı işlemez hale getirecek) bir şekilde yaralanır yahut da organları bozulacak olursa..."[69] diye buyurulmaktadır. Aklı bozulmuş kimseye de: denilir. ise, sevgi o kişinin aklını bozdu, demek olur. Şair Evs der ki:

"Ey Lübeynâ'nın soyundan gelenler!

Sizler ancak pazusu işlemez hale gelmiş bir elsiniz.

el-Ferrâ da şöyle bir beyit nakletmektedir:

"İbn Saad öyle bir baktı ki ve bununla hamle için hazırlık yaptı;

Bu hem seninle beraber olanların, hem de bineklerin bozuluşuna sebep olmuştu,

Kdtülük" kelimesi ikinci meful olarak mansub gelmiştir. Çün­kü "geri kalmamak" anlamındaki fiil, iki mef ule teaddi eder^ Mastar olarak (mef'ul-i mutlak) olarak da mansub gelmiş olabilir. Yani, Onlar size, sizi bozacak şekilde kötülük yaparlar, demek olur. Cer harfinin hazfi ile nasb edildiğini kabul etmek de mümkündür.

Nitekim Araplar Vurmakla onun canını yaktım, derler.

Sıkıntıya düşmenizi isterler" buyruğundaki mastar manası vermek içindir. Onlar size zor gelen şeyleri severler, demektir ise, zorluk ve meşakkat demek olup, buna dair açıklamalar Bakara Sûresinde (2/220, âyet 8, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [70]

 

4. Kâfirlerin Açığa Vurdukları Öfkeleriyle İçlerinde Gizledikleri:

 

Yüce Allah'ın: "Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır" buyruğu, size olan

düşmanlıkları ve sizi yalanlamaları, ağızlarıyla ortaya çıkmaktadır, demektir.

Öfke (buğz), sevginin zıddıdır, (Âyet-i kerimedeki): ise, müen-nes bir mastardır.

Şam yüce Allah'ın, diller bir kenara özellikle ağızlan sözkonusu etmesi, gelişigüzel konuşmalarında bile bunu ortaya attıklarına işaret içindir. Onlar, öfkesi gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri derecededirler. İşte Hz, Peygamber'in; kişinin kardeşinin ırzına (şe­ref ve haysiyetine) gelişi güzel dil uzatmasını yasaklaması da bu anlamdadır. Eşek anırmak üzere ağzını açtı1' tabiri ile; Atlar ağızlarını açarak geldiler" tabirlerinde de aynı kökten kelimeler kullanılmıştır Bu hadisten kişinin kardeşinin şeref ve hay­siyetine farkettirmeden dil uzatmasının caiz olduğu anlaşılamaz. Çünkü bu da, ilim adamlarının ittifakı ile haramdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîmde de: aKi-rniniz kiminizin gıybetini yapmasın" (el-Hucurât, 49/12) diye buyurulduğu gibi, Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki kanlarınız, mal­larınız ve ırzlarınız (namus, şeref ve haysiyetleriniz) birbirinize haramdır." [71] Buna göre hadis-i şerifte "ağız açma"nın söz konusu edilmesi, bu konuda ki­şinin böyle bir sözü söylemesi ve bu konuda işi ileriye götürmesinin yasak­lısına işaret etmektedir. Bunu biîelim. [72]

 

5. Düşmanın Düşmanı Aleyhine Şahidliği:

 

Bu âyet-i kerimede düşmanın, düşmanı aleyhine şahidliğinin caiz olma­dığına delil vardır. Medinelilerle Hicaz ehli de bu görüştedir. Ebû Hanife'den ise bunun caiz olduğu görüşü rivayet edilmiştir. İbn Battal, İbn Şaban'dan şöy­le dediğini nakleder: İlim adamları adalet sahibi olsa dahi düşmanın düşmam aleyhine şahidliğinin hiçbir hususta caiz olmayacağını icma ile kabul et­mişlerdir. Çünkü, düşmanlık adaleti ortadan kaldırır. Ya kâfirin düşmanlığı... [73]

 

6. Kâfirlerin Gizledikleri Kin:

 

Yüce Allah: "Göğüslerinin gizlediği İse daha büyüktür" buyruğu onla­rın ağızlan ile açığa vurduklanndan daha fazla bir kin ve öfkeyi gizledikle­rini haber vermekte ve bize bildirmektedir.

Abdullah b. Mes'ud Öfkeleri... takmaktadır" buyru­ğunu, fiili müzekker olarak; diye okumuştur. Çünkü -müen-nes olan kelimesi, yine "öfke" anlamına gelen -ve müzekker olan- ) ile aynı anlamdadır. [74]

 

119, İşte siz, öyle kimselersiniz ki onları seversiniz. Halbuki onlar sizi sevmezler. Siz, Kitabın tümüne inanırsınız. Onlar tee sizin­le karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Yalnız, başlarına kal­dıkları vakit de «ize karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. "Öf­kenizden ölün" de. Gerçekten Allah, göğüslerin özünü çok İyi bilendir.

 

Yüce Allah'ın: "İşte siz» öyle kimselersiniz ki, onları seversinte" buyru­ğunda kastedilenler münafıklardır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Sizinle karşılaştıklarında; İman ettik, derler buyruğudur. Bu açıklamayı, Ebu'1-Ali-ye ve Mukatil yapmışlardır. Burada "sevgi", temiz duygular beslemek, kötü­lük düşünmemek anlamındadır. Yani siz ey müslamanİar, o münafıklara karşı te/niz duygular beslersiniz. Onlarsa münafıklıkları dolayısıyla size kar­şı temiz duygular beslemezler.

Anlamın söyle olduğu da söylenmiştir: Siz onların İslâm'a girmelerini is­tersiniz, onlar ise sizin küfre sapmanızı isterler. Çoğunluğun ifade ettiği gö­rüşe göre ise, burada maksat yahudilerdir. "Kitap" dan kasıt ise, ilâhî kitap­ların tümüdür. İbn Abbas der ki: "Siz kitapların tümüne İnanırsınız" demek­tir. Yahudiler ise Kitabın bir bölümüne inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara Allah'ın indirdiğine iman edin, denildiği zaman, biz, bize indirilene iman ederiz, derler" (el-Bakara, 2/91).

"Sizinle karşılaştıklarında iman ettik derler." Yani, biz Muhammede  e onun Allah'ın Rasûlii olduğuna iman ederiz, derler. Ancak, "yalnız başları­na" kendilerinden olanlarla birlikte "kaldıkları vakit de" kendi aralarında "si­ze karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar." Size besledikleri kinden dolayı par­mak uçlarını ağızlarına götürürler. Biri diğerine: Şunları görmüyor musunuz? Güçlendiler ve çoğaldılar, derler.

"Isırmak" gereğini yerine getirememekle birlikte ileri derecede öfke ve kin duymayı anlatan bir tabirdir. Ebû Talibin §u mısraı da bu türdendir:

"Bizim arkamızdan öfkelerinden parmak uçlarını ısırırlar. Bir başka şair de şöyle dernektedir:

"Beni gördükleri vakit -Allah öfkelerini daha uzatsıti-Öfkeden dolayı başparmaklarının uçlarını ısırırlar."

Aynı kökten gelen  ise, şehirlerde yaşayanların davarlara verdik­leri küsbe, hurma çekirdeği ve öğütülmüş hurma çekirdeği gibi hayvan yemlerine denilir. Bir toplumun develerinin bu tür yemleri yediğini ifade et­mek için de: denilir. tabiri ile, adeta hurma çekir­deği ile beslenmiş gibi semirmiş deve kastedilir. da oldukça hile-kâr ve son derece zeki kişi demektir.

Parmakları ıs ir malt ise, kişinin güç yetiremediği şeyleri elinden kaçırmak­tan ötürü, yahutta değiştirmeye güç yetiremediği musibetlerle karşı karşıya gelen öfkeli ve kızgın kişinin davranışıdır. Burada ısırmak, dişlerle yapılan bir ısırmadır. Nitekim henüz çabuk geçip gitmiş bîrşey dolayısıyla eli ısırmak ve buna benzer, dişleri pişmanlıktan dolayı gıcırdatmak ve kederlenen kim­senin çakıl taşlarını sayması, yere çizgiler çizmesi gibi davranışlar da bu ka­bildendir. Bu şekilde ısırmak, "dâd" harfi ile yazılır. Zamanın musi­beti anlamındaki  da ise, noktalı "ti" ile yazılır. Nitekim şair (Ferazdak) şöyle demiştir:

"Ve ey Mervan'ın oğlu, zamanın musibetleri mal diye bir şey bırakmadı. Kökü tamamıyla kurumuş olan yahut da geriye azıcık bir kalıntıdan başkasını."

Parmak uçlan'nın tekili, şeklinde gelir

Ebu'l-Cevzâ bu âyeti okuduğunda, burada sözü geçenler İbâdiyedir, der­miş.[75] İbn Atiyye der ki: Bu nitelik, Kıyamet gününe kadar bid'at ehlinin bir çoğunda sözkonusu olabilir,

Yüce Alklı'ın: "Öfkenizle ölün» de. Gerçekten Allah göğüslerin özünü çok İyi bilendir." Denilse ki: Şanı yüce Allah bir şeye ol dediği zaman o da derhal olur, gerçeği varken nasıl olur da ölmediler.

Şöyle cevap verilir: Böyle bir soruya iki türlü cevap verilebilir: Bu husus­ta Taberî ve pek çok müfessir şöyle demiştir: Bu, onlara yapılan bir beddu­adır. Yani, ey Muhammed de ki: Ölünceye kadar Allah sizin kin ve öfkeni­zi devam ettirsin. Bu açıklamaya göre, yüzlerine karşı bu sözlerle onlara bed­dua etmesi -yüzlerine karşı onlara lanet etmekten farklı olarak- uygundu.

İkinci cevap: Buyruğun anlamı şudur: Sen onlara arzuladıklarını ele ge-çiremeyeceklerini bildir. Çünkü ölümr onların bu arzularının gerçekleşme­sine engeldir. Bu açıklamaya göre, beddua anlamı yoktur. Geriye ise azar­lama ve onları öfkelendirme manası kalmaktadır. İşte bu mana Müsafir b. Ebî Amr'ın şu sözü de buna uygun bir anlam ihtiva etmektedir:

"O bizim aslımız hakkında dahi kötü temennide bulunur, Biz de kim kıskançlık ederse onun gözünü patlatırız."

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamı andırmaktadır: "Kim Allah'ın ona dünyada da âhirette de yardım etmeyeceğini sanıyor ise, derhal tavana bir ip bağlasın, sonra da koparsın" (el-Hacc, 22/15.)- [76]

 

120. Sîzlere bir İyilik dokunursa bu, omları üzer. Ama size bir kö­tülük dokunursa buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız onların hilesi size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah, on­ların yaptıklarını kuşatandır.

 

Yüce Allah'ın: Sizlere bir İyilik dokunursa bu, onları üzer" buyruğunda "sizlere... dokunursa" anlamındaki fiili, es-Süle-mî, "yâ" ile, diğerleri ise "te" ile okumuşlardır.

Lafız, hoşa giden ve gitmeyen her şey hakkında umumîdir. Müfessirlerin sözünü ettikleri bolluk, kuraklık, mü'minlerin toplanıp biraraya gelmeleri, ara-lanna tefrikanın düşmesi ve buna benzer çeşitli açıklamalar^ bir takım örnek­le ndirmelerden ibarettir. Açıklamalar arasında bir farklılık yoktur.

Âyet-i kerimenin İfade ettiği mana şudur: Bu kadar aşıfı derecede düşman­lık beslemek, kin duymak, müminlere gelen sıkıntılardan dolayı sevinmek gibi niteliklere sahip olanlar, sırdaş edinilmeye ehil ve layık kimseler değil-dir. Özellikle de dünya ve âhiretin kazanılması kendisine bağlı olan cihad ve oldukça büyük böyle bir işte bu, sözkonusu edilmemelidir. Şu beyiti söyle­yen şair ne güzel demiş:

"Her bir düşmanlığın zamanla ortadan kalkması umulabilir

Sana kıskançlık duyduğu için düşmanlık edenin düşmanlığı müstesna."

'Sabreder" yani, onların eziyetlerine katlanır, itaate ve müminleri de ve­li ve dost edinmeye devam eder "ve sakınırsanız, onların hilesi size hiç­bir zarar veremez."

Ayet-i kerimedeki "size hiçbir zarar veremez" anlamındaki: buyruğu (Nâfi' tarafından): şeklinde okunmuştur. (Bu okuyuşa görede) bu fiil: arar vermek anlamına gelir. Şanı yüce Allah onların zararlarının sözkonusu olmamasını sabır ve takva şar­tına bağlamaktadır. O bakımdan bu buyruk, mü'minlere teselli ve onların ma­neviyatlarını bir güçlendirme sadedindedir.

Derim ki: İki el-Haremî[77] ile Ebû Amr da bu kelimeyi önceden de açık­ladığımız gibi şeklinde; dan gelmiş gibi okumuşlar­dır. Yüce Allah'ın: Bir zararı yoktur" (eş-Şuarâ, 26/50) buyruğu da buradan gelmektedir. Âyet-i kerimedeki bu kelimede "ya" harfinin hazf edilmesi ise, iki sakinin bir arada olmasından ötürüdür. Çünkü, "ra" harfinin ötresi hazf edilecek olursa, geriye "ra" harfi de sakin, "yâ" harfi de, kalaca­ğından, "yâ" harfi hazf edilmiştir. aYâ" harfinin hazf edilmesinin daha uygun gelmesi ise, ondan önce ona delâlet edecek bir şeyin ("dad" harfinin esre-sinin) bulunmasıdır. el-Kisaî ise, kendisinin: şeklinde ("yâ" yerine "vav"lı) kullanışını (Araplardan) işittiğini nakletmiş ve şek­lindeki okuyuşu da caiz kabul etmiştir. Ayrıca, Ubey b. Kabin kıraatinde bu kelimenin diye okuduğunu da iddia etmiştir.

Kûfeliler ise şeklinde "râ" harfini şeddeli ve ötreli olarak oku­muşlardır. Bu da Zarar verdi"den gelmektedir. Bunun "fe" har­lı takdiri ile merru' olması mümkündür. "Size zarar vermez" anlamındadır. Şa­irin şu beyiti de bu kabildendir:

"Her kim iyilikler yaparsa Allah onların mükâfatlarım verecektir,"

el-Kisaî ve el-Ferrâ'nın görüşü budur. Yahud da bu fiil, takdim takdiri ile de merfu olabilir, Sibeveyh de ("bu şekildeki kullanışa) örnek olmak üzere şu mısraı nakleder:

"Şüphesiz ki senin kardeşin eğer yere yıkılacak olursa, sen de yere yıkılırsın.

Bu da şu demek olur: Şayet sabreder ve sakınırsanız, (onların hilesinin) size zararı olmaz. Bu fiilin meczum olması da caizdir. "Ra" harfi İse, iki sa­kinin yanyana gelişi dolayısıyla -ötreden sonra ötreyi tabi kılmak suretiyle-ötreli okunmuştur: Aynı şekilde "ra" harfini üstün okuyanlar da fiili meczum kabul ederek böyle okumuşlardır. "Râ" harfinin üstün okunuşu da iki saki­nin yanyana gelmesi ve fethanın hafifliği dolayısıyladır. Bunu da Ebû Zeyd, el-Mufaddal'dan Âsim'dan rivayet etmiştir. Bu açıklamaları da el-Mehdevt nak­letmektedir.

en-Nehhâs da şunu nakletmektedir: el-Mufaddal ed-Dabbî ise, Âsim'dan; şeklinde, iki sakinin yanyana gelmesinden ötüiü "râ" harfini es-reli okuduğunu İddia etmektedir. [78]

 

121. Hani sen, mü'tnjnleri savaş için duracakları yerlere yerleştir­mek İçin erkenden aile halkın * o yanından ayrılmıştın. Allah Semi’dir, Alîm’dir.

 

Yüce Allah'ın: "Hani sen... erkenden aile halkının yanından ayrılmış­tın" buyruğunda yer alan: "İz: Hani" kelimesinde mukadder bir fiil amel etmektedir ki, ifadenin takdiri: Hatırla ki sen, erkenden -yani sabahleyin- ay-nlmıştın, şeklindedir. "Aile halkının yanından" buyruğu, Âişe'nin yanından, evinden ayrılmıştın, demektir.

"Müzminleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek için, erkenden aile halkının yanından ayrılmıştın. Allah, SemîTdir, Alîmdir" buyruğunda sözü edilen gazve Uhud'dur. Bu âyet, bütünüyle onun hakkında nazil olmuş­tur. Mücahid, el-Hasen, Mukatil ve el-Kelbî de bu gazadan kasıt Hendek ga-zasıdır, demişlerdir. Yine el-Hasen'den bunun Bedir günü diye açıkladığı da nakledilmektedir.

Ancak cumhur, bunun Ulıud gazvesi olduğu görüşünü benimsemiştir. Yü­ce Allah'ın: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu" diye baş­layan bir sonraki âyet de buna delil teşkil etmektedir. Çünkü sonraki âyet­te sözü geçen bu durum Ulıud günü olmuştu.

Müşrikler, Bedir gününün intikamını almak üzere üçbin kişilik bir ordu ile Medine'nin üzerine yürümüşlerdi. Medine'nin karşısında, vadinin kıyısında bulunan Uhud yakınlarında konaklamışlardı. Müşrikler, buraya hicretin otuz-birinci ayının başmda, hicretin üçüncü yılı Şevval ayının onikjsine rastlayan Çarşamba gününde varmışlar. Peygamber (sav) da henüz Medine'de iken Per­şembe günü de orada kalmışlardı.

Rasûlullah (sav) rüyasında kılıcında bir parça körelmenin olduğunu ve bir takım ineklerin boğazlandığını, elini de oldukça sağlam bir zırha soktuğu­nu gördü. O, bu rüyasını şöylece yorumladı: "Ashabımdan bir gurup kişi öl­dürülecek, Ehi-i Beyt'imden de bir kişi bu öldürülecekler arasında buluna­caktır. Sağlam zırh ise Medine'dir." Bunu Müslim rivayet etmiştir. [79]

Bütün bunlar da bilindiği gibi bu gazada gerçekleşmişti.

Yerleştiriyordun" fiilinin aslı, şeklindeki maştan ile yer edinmek demektir, Hz, Peygamber'in: Bana kasten yalan uyduran bir kimse cehennemdeki yerini hazırlasın. [80] buy­ruğunda da bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Orada kendisine bir yer edinsin, demektir.

Buna göre "mii'rainleri.,, yerleştirmek için" buyruğu, onları savaşta dizmek için anlamındadır. Beyhakî'nin Enes (r.a)'den rivayetine göre Rasû-lullah/sav) şöyle buyurmuştur: "Ben rüyamda kendimi adeta bir koçun ter­kisine biniyormuşum gibi gördüm. Kılıcımın keskin tarafını kırılıyor gördüm. Bunu ben, kavmin (Kureyşlilerin) koçunu öldürmek diye te'vil ettim. Kılıcı­mın keskin tarafının kırılmasını da Ehli Beyt'imden, yakınlarımdan birisinin öldürülmesi diye te'vil ettim." [81]

Hz. Hamza şehid edildi ve Rasûlullah (sav) da müşriklerin sancaktarı olan Talha'yi öldürdü.

Musa b. Ukbe de İbn Şihab'dan şöyle dediğini nakleder: Muhacirlerin san­caktan, Rasûİullah (sav)'ın ashabından birisi olup şöyle demiştir: Ben Âsım'ım! İnşaalîalı (beraberimdekileri koruyacağım).

Said b. Osman'ın kardeşi Tallıa b. Osman el-Lahmî ona: Ey koruyacağım iddia eden (Âsim), teke tek çarpışmaya var mısın? deyince, adam; Evet, de­di. Bu adam çabuk davranıp Talha'nın başına bir kılıç darbesi indirdi. Ve bu kılıcını adamın sakalına varıncaya kadar vurdu ve onu öldürdü. Böylelikle müsİümanlann sancaktarının onu öldürmüş olması, Rasûİullah (sav)'m rüyasında gördüğünü ifade ettiği: "Bir koçun terkisine biner gibiyim" şeklin­deki ifadesini doğrulamaktadır. [82]

 

122. O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki on­ların dostu Allah idi. Mü'm inler yalnız Allah'a güvenip dayan­sınlar.

 

Yüce Allah'ın; Hani buyruğunda âmil; Yerleştiriyordun'' fiili, yahut "Semdir, Alîm'dir" buyruğudur.

Sözü geçen "İki takımadan kasıt ise, Hazreclilerden Selimeoğulları ile Evs'den HariseoğuHarıdır. Bunlar Uhud günü ordunun iki kanadını oluş­turuyorlardı.

"Bozulmaya yüz tutmuştu" buyruğu ise, korkaklığa kapılmak üzere idi, anlamındadır.

Buhârî'de Câbir (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "O zaman sizden iki takım bozulmaya yüz: tutmuştu. Halbuki onların dostu Allah idi" buy­ruğu bizim hakkımızda nazil olmuştur. Sözü geçen iki takım biz Hariseoğul-ları ile Selime oğullarıyız. Bununla birlikte biz, bu âyet-i kerime keşke inmese idi, diye temenni etmiyoruz. Çünkü Yüce Allalı'da: "Halbuki onların dostu Allah idi* diye buyurmaktadır. [83]

Bir başka görüşe göre bunlar, Harisoğullan ile Hazrecoğulları ve Nebîtoğul-larıdır. Nebît ise, Evsoğullarından Amr b. Malik'tir.

Dağılmaktan kasıt ise, korkaklığa kapılmaktan ibarettir. Sözlükte de bu böyledir. İki kesimin dağılıp bozulmaya yüz tutması ise, Medine'den çıkış­tan sonra Abdullah b. Ubeyy'in, beraberinde bulunan münafıklarla geri dönmesi sırasında olmuştu. Yüce Allah, onların kalplerini sebat vererek geri dönmediler. İşte Yüce Allah'ın: "Halbuki onların dostu Allah idi" buy­ruğu bunu ifade etmektedir. Yani, bu isteklerini gerçekleştirmeye karşı kalp­lerini koruyan O olmuştu.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar savaşa çıkmayıp oturmak istediler. Bu ise on­lar için küçük bir günahtı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu bozuluş (yani savaşa çıkmamak isteği), sadece içlerinden geçen bir düşünce idi. Onlar bunu hatırlarından geçirmişlerdi. Yüce Allah da Peygamberini bu hususa muttali kıtarak, basiretlerini daha bir artırmış oldu. Bu şekilde bir gevşeme eğilimi, onların kasti olarak yapmak istedikleri birşey değildi, O bakımdan Allah da onları korudu. Biri ötekini (.bundan dolayı) yerdi, Peygamber (sav) ile çıkıp gittiler.

Rasûlullah (sav) da müşrikleri göreceği bir yere varıncaya kadar yoluna devam etti Medine'den bin kişilik bir kuvvet ile çıkmıştı. Ancak, Abdullah b. Ubey b. Selûl, kızarak üçyüz kişi ile birlikte geri dönmüştü. Kızmasının se­bebi de, düşman üzerlerine gelecek olursa, Medinede oturup orada savaş­ma görüşünü ifade etmekle birlikte, görüşüne muhalefet edilmesiydi. O, bu görüşüyle Rasûlullah (sav)'ın görüşünü de paylaşmış oluyordu. Ancak, En-sar'ın çoğunluğu bunu kabul etmemişti. -İleride gelecektir-. Rasûlullah (sav), müslümanlarla birlikte Medine'nin dışına çıktı ve aralanndan yüce Allah'ın kendilerine şehidlik lütfettiği kimseler şehid oldu.

Malik, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Ulmd günü muhacirlerden dört kişi, ensardan da yetmiş kişi öldürüldü. -Allah hepsinden razı olsun-.

(Bir önceki âyette geçen): "Duracak yerler" anlamındaki “” kelimesi, oturma yeri demek olan “” ln çoğuludur. Anlam itibariyle duracak yer (mevkıf) gibidir. Ancak, bunun "oturmak" anlamındaki “” lafzı, bir yer­de sabit olmayı anlatır. Özellikle de okçular, yerlerinde oturan kimselerdi. İş­te, Uhud gazvesine dair açıklamalar kısaca bundan ibarettir, İleride yeteri kadar açıklamalar gelecektir, [84]

 

Uhud Gazvesi:

 

O gün müşriklerle birlikte başlarında Halid b. Velid'in bulunduğu yüz at (h) vardı. Müslümanların ise, yalnızca bir atı vardı. Rasûlullah (sav) bu gaz­vede yüzünden yara aldı ve alt çenesinin sağındaki Ön dişi atılan bir taşla kırıl­dı. Başındaki miğferi de yarıldı. Allah, ümmetine ve dînine yapmış olduğu hizmetleri karşılığında peygamberlerinden bir Peygambere sabrına karşılık verdiği mükâfatların en üstünü ile onu mükâfatlandırsın.

Peygamber (sav)'a bu şekilde zarar veren kişiler Leysoğullarmdan Artır b.

Kamia ile Utbe b. Ebi Vakkas idiler. Şöyle de denilmiştir: Büyük fakih Muhammed b. Müslim b. Şihab (ez-Zührî)'nin dedesi olan Abdullah b. Şihab, Rasûlullah (sav)'m alnını yaralayan kişidir el-Vakidî der ki: Bizce sabit olan Peygamber (sav)'ın yüzüne taş atan kişinin, İbn Kamia'dır. Onun du­dağını kanatan ve ön dişini kıran kişi ise, Utbe b. Ebi Vakkas'dır Yine el-Vakidî, isnadını kaydederek Nafi' b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmektedir: Ben, muhacirlerden bir kişiyi şöyle derken dinledim: Uhud'da hazır bulun­dum. Dört bir yandan okların yağdığını, Rasûlullah (savcın da bu okların or­tasında yer aldığını ve bütün bunların ona isabet etmesinin önlendiğini gör­düm. Ben, Abdullah b. Şihab ez-Zührî'nin de o gün şöyle dediğini gördüm: Bana Muhammed'i gösterin, bana Muhammed'i gösterin; eğer o kurtulursa kurtulmayayım, diyordu. Rasûlullah (.sav) ise, beraberinde hiçbir kimse bulunmaksızın onun yanıbaşında duruyordu. Sonra da onun yanından geçip gitti, Bu hususta Safvân kendisine sitem edince de: Allah'a yemin ederim onu görmedim Allah'a yemin ederim ki o, bize karşı korunmaktadır. Biz, onu öl­dürmek üzere kendi aramızda dört kişi olarak sözleşmiş ve antlaşmışük. Fakat bunu bir türlü gerçekleştiremedik, dedi.

Taşlar Rasûlullah (sav)'m üzerine yağarcasına geldi. Nihayet bir çukura düş-tü. Bu çukuru Ebu Âmir er-Rahib, müslümanlara bir tuzak hazırlamak kas­tıyla kazmış idi. Hz. Peygamber, yanı üzere çukura düşünce, Talha doğrulun-caya kadar onu kucakladı. Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik b. Sinan, Rasûlullah (sav)'ın yarasından kan emdi. Başındaki miğferde bulunan iki hal­ka da Rasûlullah'ın yüzüne batmıştı. Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ise onları diş­leriyle çekmeye çalışmış ve iki ön dişi bundan dolayı düşmüştü. O bakım­dan Ebu Ubeyde'nin ön dişleri yoktu ve bu ona adeta bir güzellik veriyor­du. -Allah ondan razı olsun.-

Yine bu gazada Hamza (r.a) şelıid düştü. Onu Vahşi öldürdü. Vahşi, Cübeyr b. Mut'im'im kölesi idi. Cübeyr de kendisine: Eğer Muhammed'i öl­dürecek olursan, atların yularlarını sana veririz (önderimiz yaparız), demiş­ti. Eğer Ali b. Ebi Talİb'i öldürürsen, hepsi siyah gözlü yüz deve veririz. Eğer Hamza'yı öldürürsen, sen hürsün, demişti. Vahşi ise şöyle demişti: Muham-med'e gelince, onun Allah tarafından bir koruyucusu vardır. Kimse ona ulaşamaz. Ali'ye gelince, onun karşısına kim çıktıysa mutlaka onu öldürmüş­tür. Hamza'ya gelince, o da kahraman birisidir Bununla birlikte denk düşürüp onu öldüreceğimi umarım.

Hint de, Vahşi bu işe hazırlandığı yahut yanından geçtiği her seferinde: Haydi Ebu Deseme! Yüreğimizi soğut, sen de rahatla! diyordu.

Vahşi, bir kayanın arkasında pusuda yattı. Hz. Hamza da müşriklerden bir topluluğun üzerine bir hamle düzenlemişti. Hamle yapıp geri dönüp yanın­dan geçince, ona attığı mızrak isabet etti ve Ölü olarak yere yıkıldı. -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun ve Allah ondan razı olsun-.

İbn İslıak der ki: Hint, Hz. Hamza'nın karnını yarıp ciğerini çıkardı, ağ­zına koyup çiğnedi. Ancak, onu yutamadı. Ağzından dışarıya fırlatıp, daha sonra yüksekçe bir kayanın üzerine çıkarak, avazı çıktığı kadar bağırıp şu beyitleri okudu:

"İşte biz size Bedir gününün karşılığını verdik Savaştan sonra savaş, elbetteki alevli olur Utbe'nin (BedirMe) öldürülüşüne day an amıy ordum Kardeşimin de onun amcasının da ve Bekrimin de. Şimdi içimi rahatlattım ve adağımı yerine getirdim Ey Vahşi, göğsümdeki kini susturdun. Yemin olsun ki, Vahşi'ye teşekkür borcum vardır Kabrimde kemiklerim çürüyünceye kadar."

Usâse b. Abbâd b, Abdulmuttalib'in kızı Hint de Ona, şu şekilde cevab verdi:

"Sen Eedir'de de Bedir'den sonra da rezil oldun Ey ileri derecede kâfir ve son derece müfteri kişinin kızı! Yüce Allah, sabahleyin erkenden karşına aydınlık yüzlü, uzun boylu

Hâşimîleri çıkardı

Ellerinde delip geçen kesici her bir kılıç bulunan! Hamza benîm aralanım, Ali benim kartalım; Hani, Şeybe ve baban bana kötülük etmek istemişlerdi de Her ikisinin de göğsü kana bulanmıştı. Senin o kötü adağın ise en kötü bir adaktır!"

Abdullah b. Revâlıa da, Hamza (r.a) için şu ağıtı yakmıştı:

Ağladı gözüm, ağlaması da gerekir

Fakat ağlamama da, feryadın da yok faydası

O Allah'ın arslanı için hani, sabahleyin şöyle demişlerdi:

îşt-e Hamza! Öldürülen yiğit adamınız!

Bütün müslümanlar için musibet oldu, onun orada ölümü

Rasûhıllah için de bu bir musibetti.

Alâ'nın babası! Senin şehadetinden dolayı yıkıldık hep birlikte

Sense, çok üstün, iyilik sahibi ve hakları gözetendin.

Cennetlerde Rabbinin selâmı olsun sana

İçinde zeval bulmayan nimetlerin bulunduğu

Ey hayırlı Hâşim oğulları! Sabredin

Çünkü sizin bütün işleriniz hoştur, güzeldir,

Allah Rasûlü sabredendir, kerimdir

Konuştu mu O, Allah'ın emriyle konuşur.

Yok mu, benden Lüeyy'e şu sözü ulaştıracak:

Bugünden sonra devran dönecektir.

Bilme diler ve tadmadılardı bugünden önce;

Susamışı suya kandıran darbelerimizi.

Unuttunuz Bedir kuyusuna attıklarımızı

Hani sabahleyin o çabucak gelen ölüm gelmişti size

O sabah, yere yıkılmıştı Ebu Cehil

Kuşlar leşi etrafında döner dururdu,

Utbe ve onun oğlu da yıkıldılar hep birlikte.

O keskin kılıç ise, Şeybe'yi ısırmıştı.

Ve bizim Ümeyye'yi kan revan içeriainde bırakışmaz

Göğsünde saplanmış bir mızrak ile;

Rabîaoğullanniii tepelerini soruyorsunuz

İşte bizim kılıçlarımız o tepelere inen darbelerden körelmisler.

Hamza öldü diye sevincini izhar etme ey Hind!

Çünkü sizin izzetiniz de bir zillettir.

Ey Hind, ağlamana devam et ve usanmadan ağla! Çünkü

Sensin çokça gözyaşı döken, çokça kederli ve yakınlarını kaybetmiş kadın,"

Hz. Hamza'nın kızkardeşi Safiyye de onun için bir mersiye söylemişti. Bu da Siyret'te zikredilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. [85]

 

Tevekkül:

 

Yüce Allah'ın: "Mü'minter» yalnız Allah'a güvenip dayansınlar" buy­ruğuna gelince, buna dair açıklanacak tek bir husus vardır. O da "tevekkül"e dair yapılacak açıklamalardır.

Tevekkül; sözlükte acizliğini ve başkasına güvenip dayandığım izhar et­mek demektir. Bir kişi, başkasına güvenip dayanarak kendi işini göremeye­cek olursa; “” denilir,

İlim adamları, tevekkülün gerçek mahiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Seni b. Abdullah'a tevekkülün mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle demiştir: Bazıları tevekkül; gelenlere peşinen razı olmak ve mahlukat-tan ümit kesmek demektir. Bir başka kesim ise tevekkül; sebepleri terk edip, sebeplerin müsebbibine yönelmek demektir. Eğer sebep kişiyi müsebbip­ten alıkoyacak olursa, o kişinin yaptığı o işe tevekkül denilmez, demişler­dir Sehl ise şöyle demektedir: Kim tevekkül sebebe yapışmayı terketmek-le gerçekleşir derse, şüphesiz ki o, Rasûlullah (sav)'ın sünnetine karşı çık­mış olur. Çünkü şanı yüce Allah: "Artık ele geçirdiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin* (el-Enfâl, 8/69.) diye buyurmaktadır. Ganimet ise, kulun kazancı ile ele geçirilen bir şeydir. Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ar­tık boyunlarının üstüne ve onların her parmağına vurun.  (el-Enfâl, 8/12) Bu da bir ameldir. Peygamber (sav) da: "Muhakkak Allah, (çalışıp kazanan) meslek sahibi kulunu sever[86] diye buyurmaktadır. Rasûlullah (sav)vm as­habı da Seriyye'den gelecek ganimetten ödenmek üzere birbirlerine borç verirlerdi.

Sehl'den başkaları da şöyle demişlerdir: Genel olarak fukâhanın görüşü budur. Bu görüşe göre: Yüce Allah'a tevekkül, Allah'a güvenmek, O'nun tak­dir ettiği hükmün mutlaka gerçekleşeceğine kat'İ olarak inanmak, yemek yemek, içmek, düşmandan sakınmak, silah hazırlamak, şanı yüce Allah'ın sün­neti gereğince mûtâd olan şeyleri kullanmak gibi, mutlaka yerine getirilmesi gereken sebepleri yerine getirmek hususunda da onun Peygamberinin sün­netine tabi olmaktır.

Sufilerin muhakkik olanları da bu görüştedirler. Şu kadar var ki, onların kanaatine göre, bu sebepleri yerine getirmek suretiyle tatmin olup kalbin sebeplere yöneltilmesi halinde tevekkül adını almaya hak kazanılmaz, Çün­kü sebepler, tek başlarına ne bir menfaat sağlayabilir, ne bir zarar Ön­leyebilir. Aksine, sebep de sonuç da şanı yüce Allah'ın fiilidir. Hepsi O'ndan-dır ve O'nun meşîeti İle gerçekleşir. Tevekkül eden kişi, ne vakit bu sebep­lere kalbi ile meyledecek olur ise, artık o, bu isimden (mütevekkillikten.) sıy­rılmış olur.

Diğer taraftan tevekkül edenlerin de iki hali sözkonusudur. Birincisi, tevekkül hususunda sağlamlaşmıs kişinin halidir. Böyle bir kimse kalbi ile bu sebeplerden herhangi birisine iltifat etmez ve ancak bu konudaki emir gereğince sebepleri yerine getirir. İkincisi ise, bu duruma gelmemiş olanın halidir ki, o da kimi zaman bu sebeplere iltifat etmekle birlikte, ilmi yollar­la, kat'i burhanlarla ve halî zevkleriyle bunlara iltifatı nefsinden uzaklaştırır. O, bu durumunu, şanı yüce Allah, lütfü ile kendisini sağlam mütevekkillerin makamına ulaşürıncaya ve anilerin derecesine çıkartıncaya kadar devam et­tirir. [87]

 

123. Andolsun ki siz, düşkünler iken Bedirde Allah size zafer ver­mişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.

124. Hani sen» mü'minlcre; "İndirilmiş üçbin melekle Rabblnizin size yardım etmesi size yetmez mi?* diyordun.

125. Evet, sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu ci­hetlerinden gelirlerse, Kabbiniz stee nişanlı beşbin melekle yar­dım edecektir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

 

1. Rasûluliah (sav)'ın Gazaları ve Bunlar Arasında Bedircin Yeri:

 

Şanı yüce Allah'ın: "Andolsun ki siz, düşkünler İken Bedir'de Allah si­ze zafer vermişti" buyruğunda sözünü ettiği Bedir gazvesi, hicretin onseki-zinci ayında, Ramazan ayının onyedisine rastlayan cuma günü cereyan etmiş­ti Bedir, bir suyun bulunduğu ve o suyun bölgeye adını verdiği bir yerdir. Şa'bî der ki: Bu su, Bedir adında Cüheyne'li bir adama aitti. O yere de bu ad verilmişti. Ancak birinci görüşü kabul edenler daha çoktur. Vâkidî ve başka­ları derler ki: Bedir, belli bir yerin adıdır. Başka bir şeyden aktarılmış (nak­ledilmiş) bir isim değildir. İleride yüce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nde (8/11. âyet-i kerimenin tefsirinde) Bedir'e dair açıklamalarda da bu husus ge­lecektir.

"Düşkünler" kelimesinin buradaki anlamı, sayıca az kimseler demektir. Çünkü, o sırada mü si umanların sayısı üçyuz onüç yahut üçyüz ondört kişi idi. Düşmanları ise, dokuzyüz ile bin kişi idi.

Düşkünler" kelimesi, 'in çoğuludur. Burada bu (düşkün­lük; zül) istiare yoluyla kullanılmış bir isimdir. Yoksa onlar, kendi özleri iti­bari île aziz kimseler idiler. Şu kadar var ki, düşmanlarına ve yeryüzünde bu­lunan bütün kâfirlerin toplamına nisbetle sayıları düşünülecek olursa, onla­rın düşkün görülmeleri ve yenilgiye uğramaları gerekirdi. Nasr, (mealde; zafer); yardım demektir. Allah, Bedir günü onlara yardım etmişti. O günde müş­riklerin ileri gelenleri öldürülmüştü. Ve İslâm, o günün temeli üzerine bina edilmişti. Peygamber (savVın ilk savaşı idi. Müslim'in Sahihinde Bürey-de'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Rasûlullah (sav) onyedi gaza yapmış ve onların sekiz tanesinde fiilen çarpışmıştır." [88]

Yine Müslim'de îbn îslıak'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Zeyd b. Erkam ile karşılaştım, ona şöyle sordum; Rasûlullah (sav) kaç gazada bu­lundu? O; Ondokuz gaza yaptı, dedi. Peki sen bunlardan kaçında onunla bir­likte bulundun, diye sordum, bu sefer: Onyedi gazada bulundum dedi. Yi­ne: Hz. Peygamberin yaptığı ilk gaza hangisidir? diye sordum, O: Zatü'l-U.sey-re veya Zatü'l-Uşeyr dedi. [89]

Bütün bunlar; tarih ve siyer bilginlerinin kabul ettiklerine muhalif görül­mektedir. Muhammed b. Sa'd, Tabakat adlı eserinde şöyle demektedir: Rasûlullah (savVın gazvelerinin sayısı yirmiyedidir. Seriyye sayısı ise elli al­tıdır. Bir başka rivayette de kırk altıdır. Rasûlullah (sav)'ın savaştığı gazveler ise, Bedir, Uhud, Mureysi', Hendek, Hayber, Kurayza, Fetlı (Mekke'nin fethi), Huneyn ve Taif gazalarıdır. Yine İbn Sa'd der ki: Bize nakledenlerin İcma ile söyledikleri bunlardır Kimi rivayetlerde de Hz. Peygamber, Nadiroğullan, Hay­ber dönüşü, Va'di'l Kura ve el-Gabe gazvelerinde de savaşmıştır.[90]

Bu husus böylece ortaya çıktığına göre, şunları söyleyebiliriz: Zeyd de Bu-reyde de her biri kendi bildiklerini veya tanık olduklarını anlatmıştır. Zeyd'in: "Hz. Peygamber'in ilk gazvesi Zutü'l-Useyre (el-Uşeyre) gazvesidir" şeklinde­ki sözü de aynı şekilde tarih ve siyer bilginlerinin söylediklerine muhaliftir.

Muhammed b. Sa'd der ki: Zatül-Uşeyre gazvesinden önce, Hz. Peygam­ber'in bizzat yaptığı üç tane gazve daha vardır.[91]

İbn Abdi'1-Berr de; "ed-Durer fi'l-Meğazt ve's-Siyer" adlı eserinde şöyle demektedir:

Rasûlullah (sav)'ın bizzat katıldığı ilk gazvesi, Safer ayındaki Ebvâ gazve­sidir. Şöyle ki, Hz, Peygamber Rebiül-evvel ayının onikisinde Medine'ye ulaş­tı. Rebiül-evvel ayının geri kalan zamanını Medine'de geçirdiği gibi, o yılın geri kalan süresini ve hicretin ikinci yılından da Saler ayına kadar olan sü­reyi Medine'de geçirdi. Daha sonra sözü geçen yılın Safer ayında Medine'ye Saad,b. Ubâde'yi yerine vekil bıraktı ve Veddan'a kadar gitti. Orada Damraoğulları ile bir banş antlaşması yaptı. Oradan Medine'ye savaşmaksızın ge­ri döndü. İşte Ebvâ'a gazvesi diye bilinen gazve de budur. Sonra, Medine'de aynı yılın Rebiü'l-evvel ayma kadar kaldı. Daha sonra, aynı yıl içerisinde Me­dine'ye es-Saib b, Osman b. Maz'ûn'u yerine vekil tayin edip, Medine'nin dı-şına çıktı ve Radvâ tarafında Bavat denen yere kadar gitti. Ondan sonra da Medine'ye savaşmaksızın geri döndü. Daha sonra Rebiul-ulâ ayının geri ka­lan süresi ile Cuma de'kıla'nm bir miktarını Medine'de geçirdikten sonra Medine'nin dışına gazada bulunmak üzere çıktı, Medine'ye de Ebu Seleme b. Abdülesed'i vekil bıraktı. Milk yolu üzerinden Zatül-Useyre'ye doğru yo­la koyuldu.

Derim ki: İbn İshak, Ammâr b. Yâsir'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ben ve Ali b. Ebi Talib, Yenbû'un iç taraflarındaki Zatü'l-Uşeyre gazvesinde iki yol arkadaşı idik. RasûlulLah (sav) oraya varıp konaklayınca, orada bir ay kadar bir süre ikâme etti. Orada Mudlicoğullan ile onların Damraoğulların-dan anlaşmalıları olanlarla bir barış antlaşması akdetti. Alî b, Ebi Talib ba­na şöyle dedir Ey Ebu'l- Yakzân (Ammar'ın künyesi), ne dersin, şu kendile­rine ait (hurmalıktaki) pınar başında çalışan Mudi icoğu Harına mensup bir top­luluğun yanına gidip onların nasıl çalıştıklarını bir görelim mi? Biz de onla­rın bulundukları yere gittik, bir süre onların çalışmalarını seyrettik. Daha son­ra uyku bizi bürüdü. Biz de toprağı bol bîr yerde küçük arıların bulunduğu bir yere gittik ve orada uyuduk. Allah'a yemin ederim ki, bizi Rasûlullah (sav) gelip ayağıyla uyandırıncaya kadar uyanmadık. Rasûlullah bizi uyandırınca, o topraklardan üstümüz başımız bulanmış olduğu halde kalkıp oturduk. İş­le Rasûlullah (sav) o gün Ali'ye- (toprağa bulanmış olduğundan dolayı) "Bu ne hal Ey Ebû Turab (toprağın babası)! dedi. Biz de Hz. Peygambere duru­mumuzu anlatınca şöyle buyurdu: "Ben sizlere insanlar arasında en bedbaht iki adamın kimler olduğunu haber vereyim mi?" Biz: Bildir ey Allah'ın Rasûlü deyince, şöyle buyurdu: "Seımıd kavminden o dişi deveyi kesen Uhaymir ile ey Ali, sana şuranın üzerine vuran -deyip Rasûlullah (sav) elini başına koydu- ve bu darbesi dolayısıyla da senin şuranı kana bulayacak olan kişidir" dedi ve elini de sakalının üzerine koydu.[92]

Ebû Ömer {.İbn Abdi'1-Berr) der ki: Rasûlullah (sav) Cumadelûlâ'nın ge­ri kalan'süresi ile Cumadeul-âhire'den bir kaç gün daha orada kaldı ve ora­da Mudlicoğullan ile barış antlaşması yaptıktan sonra savaşmaksızın geri dön­dü. İşte bundan birkaç gün sonra Bedir gazvesi meydana geldi. İşte, tarih vesiyer bilginlerinin hakkında şüphe etmedikleri husus budur. Buna göre Zeyd b, Erkam, ancak kendi bildiği bir hususu anlatmış olmaktadır. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.

Zatü'l-Uşeyre'ye "Zatül-Useyr ve Zatül-Uşeyr" de denilir.

İşte bundan sonra büyük Bedir gazvesi olmuştur ki, bu da o gazvede bu lunanlar için en üstün, en faziletli ve en büyük gazvedir. İlim adamlarının bü yük bir topluluğunun kanaatine göre, Allah, melekleri ile Peygamberine ve mü'minlere bu gazvede yardımcı olmuştur. Ayetin zahiri de buna delalet et­mektedir. Yardım, Uhud'da değil de bu gazvede olmuştur. Bu yardımın Uhud gününde olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın: "Andolsun kî...Be-dlr'de Allah size zafer vermişti" buyruğundan "şükretmiş olasınız" buyru­ğuna (yani, 123. âyet-i kerimeye) kadar olan bölümü iki ifade arasında bir ara cümlesi olarak kabul etmektedir. İşte Amir eş-Şabînin görüşü budur. An­cak, diğerleri ona muhalefet etmişlerdir.

Diğer taraftan meleklerin Bedir günü savaşta bulunduğu ve çarpıştıkları­na dair rivayetler, ardı arkasına gelmiş ve birbirini pekiştirmektedirler. Bun­lardan birisi de Ebu Useyd Malik b. Rabia'nm sözleridir. Ebu Useyd, Bedir günü hazır bulunanlardan idi. O şöyle demiştir: Şu anda sizinle birlikle Be-dir'de bulunsam ve gözlerim görseydi, ben sizlere meleklerin çıkıp geldik­leri dağ yolunu hiçbir şüphe ve tereddüde kapılmaksızın gösterecektim.[93] Ebu Useyd Malik b. Rabia'nın bu sözünü, Akil, ez-Zührî!den, o, Ebu Hazım Seleme b. Dinar yoluyla rivayet etmiştir.

İbn Ebi Hatim der ki: ez-Zührî'nin Ebu Hazım yoluyla bu tek hadisten baş­ka yaptığı bir rivayeti bilinmemektedir. Ebu Useyd ise, denildiğine göre Be-dire katılanlar arasında en son vefat eden kişidir. Bunu, Ebû Ömer elîstîâb adlı eserinde ve başkaları da ifade etmişlerdir.

Müslim'in Sahih'inde de Ömer b. el-Hattâb'dan şöyle dediği nakledilmek­tedir: Bedir günü Rasûlullah (sav) müşriklere baktı, onların bin kişi, ashabı­nın ise üçyüz ondokuz kişi olduğunu gördü. Bunun üzerine Allah'ın Peygam­beri -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- kıbleye yöneldi, sonra da elle­rini uzatarak Rabbine şöylece seslenmeye başladı:

"Allah'ım, bana olan vadini gerçekleştir. Allah'ım, bana vadettiğini ver, Allah'ım, eğer şu müslümanlar topluluğu helak olursa, yeryüzünde sana iba­det olunmayacaktır." Rasûlullah (sav) kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış olarak Rabbine seslenmeye devam edip durdu, Sonunda ridâsı omuzlarımn üze­rinden düştü. Ebu Bekir yanına varıp rîdnsıru aldı ve tekrar omuzlarına koydu. Daha sonra arkasında durup şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi, Rab­bine bu kadar niyaz ettiğin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği vadini yerine getirecektir. Bunun üzerine şanı yüce Allah: "Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: Şüphesiz Ben, size, meleklerden birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim; diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) buyruğunu indirdi. Ve yüce Allah, meleklerle Peygamberine yardım etti.

Ebu Zumeyl der ki: îbn Abbas bana şunları anlattı: O gün müslümanlar-dan bir kişi önündeki müşriklerden birisini hızlıca takip ederken, üst taraf­lardan bir kamçı darbesi sesi ve bir süvarinin şöyle dediğini işitti; İleri ey Hay-zûm! Önündeki müşrike baktı ve sırt üstü yere yıkıldığını gördü. Yere düşen bu müşriğe bakınca da burnunun kırılmış ve yüzünün de -bir kamçı yemiş-çesine- yarılmış ve yüzünün her tarafının morarmış olduğunu gördü. Ensar'dan olan bu kişi gelip bunu Rasûlullah (sav)'a anlatınca, Hz. Peygamber de: "Doğ­ru söyledin, bu üçüncü semadan yardıma gelen meleklerdendir." O gün müs-lümanlar, yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kist de esir almışlardı... diyerek ha­disin geri kalan bölümünü zikretti.[94] Bu hadisin geri kalan bölümleri de yü­ce Allah'ın izniyle Enfâl Sûresi'nin sonlarında (S/67. âyet 2. başlıkta) gelecek­tir. Böylelikle sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm de cumhurun dediğini destekler ma­hiyette vârid olmuştur. Yüce Allah'a hamd olsun.

Harice b. İbrahim'den o, babasından rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) Hz. Cebrail'e: "Bedir günü meleklerden ilerle ey Hayzum! diyen kimdi?" diye so­runca, Cebrail de: "Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki ey Muhammed" diye cevap verdi. [95]

Ali (r.a)'dan nakledildiğine göre» insanlara irad ettiği bir hutbesinde şöy­le demiş: Ben, Bedir kuyusundan su çekmek isterken hiçbir şekilde benze­rini görmediğim şiddetli bir rüzgâr gelip gitti. Daha sonra yine -ondan ön­ce eseni müstesna- benzerini görmediğim şiddetli bir rüzgâr daha esti. (Hz. Ali'den bunu rivayet eden kişi) dedi ki: Zannederim bir şiddetli rüzgârdan daha söz etti.

Birinci rüzgâr, Cebrail idi. O, bin melek ile birlikte Rasûlullah (sav)'ın yar­dımına geldi. İkinci rüzgâr isef bin melek ile birlikte gelen Mikâil idi. Bun­lar da Rasûlullah (sav)'ın sağında yer aldılar. Ebu Bekr de onun sağında idi. Üçüncü rüzgâr ise İsrafil idi. O da bin melek ile birlikte gelip Rasûlullah (sav)'ın solunda yerini aldı. Ben de sol kanatta idim. [96]

Sehl b. Huneyf (r.a)'dan dedi ki: Bedir günü, bizim herhangi birimizin kı­lıcı ile müşrikin kafasına işaret etmekle birlikte kılıcımız daha başına ulaş­madan kafasının vücudundan kopup düştüğünü görüyorduk. er-Rueyyı' b. Enes'den dedi ki: Bedir günü insanlar, melekler tarafından öldürülenleri, ken­dilerinin öldürdüklerinden boyunlar ve parmaklar üzerinde ateşte dağlanmış-çasına bir alâmetten ayırt edebiliyorlardı.[97] Bütün bunları, Beyhakî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikretmektedir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Melekler de fiilen çarpışıyorlardı. Kâ­firlere vurdukları darbelerin alâmeti apaçık belli oluyordu. Çünkü, darbele­rinin isabet ettiği her bir yerde ateş alevi ortaya çıkıyordu. O kadar ki Ebû Cehil, Lbn Mes'ud'a: Beni sen mi öldürdün (sanıyorsun)? Hayır, beni bütün gayretlerime rağmen kılıcımın ucu atının tırnağına dahi ulaşmayan bir kişi öl­dürdü, demiştir.

Meleklerin sayıca çok oluşunun faydası ise, müminlerin kalbine sükûn ver­mekti. Çünkü yüce Allah, bu melekleri Kıyamet gününe kadar cihad edecek melekler kılmıştır. Allah için sabredip ecrini Allah'tan bekleyen herbir ordu­ya melekler de katılır, onlarla birlikte savaşırlar.

İbn Abbas ve Mücahid der ki: Melekler ancak Bedir günü çarpışmışlardır. Bunun dışındaki günlerde ise, savaşta hazır bulunurlar, fakat savaşmazlar. On­lar, yalnızca bir sayı çokluğu veya bîr yardım gücü teşkil ederler.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Meleklerin çokluğunun faydası, dua ve teşbih etmeleri ve o gün savaşanların sayısını artırmalarıdır.

Bu görüşe göre melekler Bedir günü çarpışmamışlar, sadece mü'minlere sebat verilmesi için dua etmek üzere hazır bulunmuşlardır. Ancak birinci gö­rüşü kabul edenler daha çoktur.

Katade der ki: Bu olay Bedir günü olmuştu. Yüce Allah müzminlere ön­ce bin melek ile yardım göndermiş» sonra da bunlar üçbin melek olmuşlar­dı. Daha sonra da beş bin melek oldular. İşte Yüce Allah'ın; "Hani siz Rab-binizden yardım diliyordunuz da, O da: Muhakkak Ben size, birbiri ardın­ca bin melek ile yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurmuştu" (el-Enfâl, 8/9) buyruğu ile; "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizüı size yardım etmesi size yetmez mi (Âl-i İmran, 3/124) buyruğu ile: "Evet, sabreder sa­kınırsanız ve onlar da hemen üzerinize bu cihetlerinden gelirlerse, Rab biniz sim nişanlı beş bin melekle yardım ölecektir" (Âl-i İmran, 3/125) buy­ruklarında anlatılanlar bunlardır. Mü'minler, Bedir günü sabrettiler, Allah'tan korktular, sakındılar. Allah da vâdettiği üzere beş bin melek ile onlara yar­dım gönderdi. Bütün bunlar Bedir günü olmuştu.

el-Hasen der ki: Bu beşbin melek, Kıyamet gününe kadar mü'minler için yardımcı bir güç kalmaya devam edecektir.

eş-Şa'bî der ki: Peygamber (sav) ve ashabına Bedir günü şöyle bir haber ulaşmıştı: Muhariboğullarından Kürz b. Cabir, müşriklere yardımcı olmak is­tiyor. Bu ise hem Peygambere hem müslümanlara ağır gelmişti. Bunun üze­rine de yüce Allah: "İndirilmiş üçbin melekle Rabbinizin size yardım et­mesi yetmez mi?" buyruğundan itibaren "... nişanlı beşbin melekle yardım edecektir" buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu. Kürz yolda iken müş­riklerin bozguna uğradıkları haberini alınca, onlara yardıma gelmedi ve ge­ri döndü. Yüce Allah da mü'minlere beşbin me]ek ile yardım göndermedi. Daha önceden ise, bin melek ile onlara yardım edilmişti.

Şöyle de denilmiştir: Allah, Bedir günü mü'minlere, itaati üzere sabreder ve haramlardan sakınacak olurlarsa bütün savaşlarında da onlara yardımcı göndereceğini vâdetmişti. Ort]ar Ahzap günü dışında sabretmediler ve yasak­larından çekinmediler. Bunun için yüce Allah da (Ahzab Gazvesi'nde) Ku-rayzaoğullarını muhasara etmeleri üzerine onlara yardımcılar göndermişti.

Şöyle de denilmiştir: Bu yardım, Uhud günü gerçekleşmişti. Allah, sabret­tikleri takdirde onlara yardımcılar göndereceğini vâdetmişti. Onlar ise sab­retmediler, o da tek bir melekle dahi onlara yardım etmedi. Eğer, onlara yar­dım gönderilmiş olsaydı bozguna uğramazlardı. Bu açıklamayı da İkrime ve ed-Dahhâk yapmıştır.

Saa'd b. Ebi Vakkasdan şöyle dediği sabit olmuştur: Ben, Bedir günü Rasûlullah (sav)'ın sağ ve solunda beyaz elbiseleri bulunan iki adam gördüm. Bunlar onun önünde alabildiğine çetin bir şekilde savaşıyorlardı. Bu iki ki­şiyi ne önceden görmüştüm, ne de sonra gördüm; [98] ' buna ne dersiniz? diye­ne şu şekilde cevap verilir:

Belki de bu, Peygamber (sav)'a has bir durumdu. Allah, özel olarak ona, onu savunmak üzere iki melek göndermiş olabilir. Bu ise, Ashab-ı Kirama gönderilmiş bir yardım değildir. [99]

 

2- Melek İndirmenin Hikmeti:

 

Meleklerin inmesi, şanı yüce Rabbin bizzat muhtaç olmadığı yardım se­beplerinden bir sebeptir. Böyle bir sebebe Yüce Rab değil, yaratıkların ih­tiyacı vardır. O halde, kalbimiz yalnızca Allah'a taalluk etmeli, yalnızca Ona güvenmelidir. Sebepli sebepsiz biricik yardımcı Odur, "O, bir şeyi di­lerse, Ö'nun emri sadece ona: Ol, demesidir. O da oluverir," (Yâsîn, 36/82^

Ancak yüce Allah bunu, insanlar eskiden beri devam edegelen ve kendi­lerine emretmiş olduğu şekilde sebeplere yapışsınlar diye haber vermekte­dir. "Ve sen, Allah'ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın."(el-Alızâb, 33/62) Bunun da tevekküle aykırı bir tarafı yoktur. Ayrıca bununla: Sebep­ler, ancak zayıflar için bir sünnet olmuştur. Yoksa güçlüler için değil, diyen­lerin görüşleri de reddedilmektedir. Çünkü asıl güçlü olanlar Peygamber (sav) ve ashabı idi Onların dışındakiler de zayıfların tâ kendileridir.

Fiilin şekli, kötülüklerde yardım etmeyi, şekli ise, hayırda, iyi hususlarda yardım etmeyi ifade etmek için kullanılır ki, buna dair açıklama­lar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/15. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

Ebu Hayve kelimesini, "z" harfi esreli ve şeddesiz olarak okumuş­tur. Yardımı beraberlerinde indirenler olarak, demektir. İbn Âmir ise "z" har­fini şeddeli ve üstün olarak, çokluk anlamı İfade edecek şekilde okumuştur

Daha sonra Yüce Allah: "Evet" diye buyurmakta ve ifade burada tamam olmaktadır.[100]

"Sabreder" ifadesi bir şarttır. Yani düşman ile karşılaşmanız halinde sabreder ve "sakınırsanız" demek olup, bu da ona atfedil mistir. O'nun ma-siyetinden sakınırsanız demektir. Cevabı da: Yardım edecektir" buyru­ğudur.

" Bu cihetlerinden" buyruğu, geldikleri bu taraftan demek­tir. Bu açıklama, İkrime, Katade, el-Hasen, er-Rabi, es-Süddî ve îbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. Bunun; gazap ve öfkelerinden... anlamına geldiği de söy­lenmiştir ki, bu açıklama Mücahid ve ed-Da|ıhâk1tan nakledilmektedir. Çün­kü onlar, Uhud günü, Bedir günü gördükleri ve çektiklerinden ötürü baya­ğı öfkelenmiş idiler, Ancak bu kelimenin (mastar olarak) asıl anlamı, bir şe­yi kast etmek ve ciddiyetle, ısrarla, gayretle o işe yönelmek, koyulmak de­mektir. Bu da Tencere kaynayıp taştı, ifadesinden alınmıştır İse, öfkeyle dolup taştı, demektir. Durak­samadan ve derhal o işi yaptı, manasına gelir. ise, tencereden taşan şey manasına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de de: Ve tandır kaynayıp taştı" (Hûdt 11/40) diye buyurulmaktadır. Şairde şöyle demiştir:

"Tencereleri taşar üzerimize, biz de (ona su ve benzerî şeyler katarak) onun kaynayıp taşmasını önleriz." [101]

 

3. Yardımcı Melekler:

 

Yüce Allah'ın: Nişanlı" kelimesi "vav" harfi üstün olarak is-m-i mef'ûldür. İbn Âmir, Hamze, el-Kisaî ve Nâfi'in kıraati bu şekildedir. Bel­li birtakım alamet ve nişanlan bulunanlar olarak, demektir. Şeklinde "vav" harfi esreli okunursa; ism-i fail olur. Bu da Ebu Amr, İbn Kesir ve Asım'm kıraatidir. Önceki manaya gelme ihtimali de olabilir. Yani bunlar, bir­takım alâmetler ile hem kendilerini, hem de atlarını nişanlanmışlardı. Taberî ve başkaları da bu kıraati tercih etmiştir. Çoğu müfessir de şöyle demiştin Bu şekilde "vav" harfinin esreli okunuşu, onlar baskın ve hücumda atlartnı serbest btrakmışlar olarak, salmışlar olarak demektir. el-Mehdevî, bu mana­nın "vav" harfinin üstün okunuşu halinde sözkonusu olacağını zikretmiştir. Yani yüce Allah onları kâfirler üzerine böylece göndermişti. İbn Fûrek de böy­le açıklamıştır.

Birinci kıraat ile ilgili olarak ilini adamları, meleklerin nişan ve alâmetle­ri hususunda farklı görüşler onaya atmışlardır. Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve diğerlerinden rivayet olunduğuna göre melekler, uçlarını omuzları arasına sal­dıkları beyaz birtakım sarıklar sarmışlardı. Bunu, Reyhakî, İbn Abbas'tan nak­lettiği gibi, el-Mehdevî de ez-Zeccâc'dan nakletmiştir. Ancak Cebrail (a.s), ez-Zübeyr İbn Avvâm'io sarığına benzer san bir sarık sarmıştı. İbn îshak da böy­le demiştir. er-Rabi der ki: Onların nişanlan siyah beyaz renkli atlar üzerinde bulunmaları idi. [102]

Derim ki: el-Beyhakî, Süheyl b. Amr (r.a)'dan şöyle dediğini nakletmek­tedir: Ben, Bedir günü siyah beyaz renkli atlar üzerinde sema ile arz arasın­da nişanlı bir takım kimseler gördüm. Bunlar, hem müşriklerden adam öldü­rüyor, hem esir alıyorlardı. Burada Süheyl'in ayrıca "nişanlı" ifadesini kullan­ması, siyah beyaz renkli atların âyet-i kerimede sözü geçen nişanın kendisi olmadığını gösterir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Mücahid de der ki: Me­leklerin atlarının kuyrukları ve yeleleri kesilmiş, alınlarında ve kuyrukların­da renkli yünler ile sade yünden alâmetler bulunuyordu.

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre melekler, Bedir günü atlarının alın ve kuyruklarına beyaz yün İle nişan koymuşlardı. Abbâd b. Abdullah b. ez-Zübeyr ile Hişam b. ürve ve el-Kelbî de şöyle demişlerdir: Melekler, Zübeyr gi­bi üzerlerinde omuzları arasına uçları sarkıtılmış san sarıklar giyinmiş olduk­ları halde indiler. ez-Zübeyr!in iki oğlu Abdullah ve Urve de böyle demişler­dir Abdullah der ki: Zübeyr (ra)'m sarık olarak kullandığı, san bir çarşaftan ibaretti. [103]

 

4. Askeri Birliklerin Nişan ve İşaretleri:

 

Derim ki: Âyet-i kerime, kabile ve askerî birliklerin bir takım nişan ve işa­retler edinmelerine delil teşkil etmektedir Bunları, sultan (halife veya komu­tan) onlar için tayin ve tesbit eder. Böylelikle savaş esnasında her bir kabi­le ve birlik diğerlerinden ayırt edilebilir.

Aynı şekilde âyet-i kerime, meleklerin bu türden atlar sırtında gelmiş ol­dukları dolayısıyla, ablak (siyah beyaz renkli) atların faziletine de delildir.

Derim ki: Meleklerin bu tür atlar üzerinde gelmeleri, el-Mikdâd'ın atına benzemesi için olabilir. Çünkü onun atı da ablak idi ve orduda başka bir at da yoktu. O bakımdan melekler el-Mikdad'a ikram için ablak atlar üzerinde İnmiş olabilirler. Nitekim Hz. Cebrail de ez-Zübeyr gibi sarı bir sarık sarın­mış olarak inmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [104]

 

5. Yün Giymek:

 

Âyet-i kerime yün giyinmeye de delil teşkil etmektedir. Peygamberler de salih kimseler de yün giyinmişlerdir. Ebû Dâvûd ve -lafız kendisinin olmak üzere- İbn Mâce, Ebû Burde'den, o, babasından şöyle dediğini rivayet eder­ler: Babam bana dedi ki: Biz, Rasûİullah (sav) ile birlikte bulunduğumuz sı­rada yağmur üzerimize yağdıktan sonra yanımızda bulunmuş olsaydın, bizim koyunlar gibi koktuğumuzu görürdün. [105]

Peygamber (sav) 'da yenleri dar, yünden bir Bizans cübbesi giyinmiştir. Bunu da hadis imamları rivayet etmişlerdir. [106]

Hz. Yunus da yün cübbe giyinmiştir. Bunu da Müslim rivayet etmiştir. [107]

Bu hususa dair daha geniş açıklamalar, Yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûre-si'nde (16/80. âyet, 3- başlıkta) gelecektir. [108]

 

6. Meleklerin. Atlarının Şekli ve Mücahid'in ifadeleri:

 

Derim ki: Mücahid'in nakline göre, meleklerin atlarının kuyruklarının ve yelelerinin kesilmiş olma ihtimali uzaktır. Çünkü, Ebû Davud'un Musannef in­de (Sünen'inde) Utbe b. Abd es-Sulemî den, onun Rasûİullah (savVı şöyle buyururken dinlediği rivayet edilmektedir: "Atların perçemlerini de yelele­rini de kuyruklarım da kesmeyiniz. Çünkü atların kuyrukları, onların kendi­lerini korudukları araçları, yeleleri onların ısıtıcısıdır. Hayır ise onların alın­larında düğümlenmiştir." [109] Buna göre Mücahid'in bu sözünün kabul edile­bilmesi için meleklerin atlarının bu şekilde olduklarını ortaya koyan ayrıca bir nakli gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ayrıca âyet-i kerime beyaz ve san renginin güzelliğine de delil teşkil et­mektedir. Çünkü melekler bu renkte sarıklar giyinmiş oldukları halde in­mişlerdi. İbn Abbas der ki; Sarı ayakkabı giyenin ihtiyacı giderilir.

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz, Çünkü o, gi­yindiğiniz elbiselerin en hayirlısıdır. Ölülerinizi de beyaz renkli elbiselerle kefenleyiniz, [110] Sarıklar ise Arapların tadan ve elbiseleridir." [111]

Rükâne -kif Peygamber ('sav) ile güreşmiş, Hz. Peygamber de onun sırtı­nı yere yıkmıştı- şöyle dediği rivayet edilmiştir; Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bizlerle müşrikler arasındaki fark başımızdaki bere­lerimizin üzerine sarık sarmamızdır." Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiştir, [112] Buharı der ki: Bu hadisin senedinde meçhul raviler vardır. Ve onlardan ki­min kimden hadis işittiği bilinmemektedir. [113]

 

126. Bunu (yardımı) Allah sîze sırf biı müjde olsun ve kalplerinle bu­nunla yatışsın dîye yaptı. Yoksa zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'tandır.

127. Küfre sapanların bir kısmını kessin, yahut kedere boğsun da ümitsiz olarak geri dönüp gitsinler diye.

Yüce Allah'ın: "Bunu, Allah sise sırf bir müjde olsun., dîye yaptı" buy-ruğundaki zamir, gönderilen yardıma aittir. Bu ise melekler yahut yardım va­adi veya yardım göndermekten ibarettir. Buna da yüce Allah'ın: "Yardım ede­cektir" buyruğu delil teşkil etmektedir.

Zamir, nişan ve alâmete veya meleklerin indirilmesine yahut da gönde­rilecek meleklerin sayısını bildiren ifadelere de ait olabilir. Çünkü, beşbin ki­şi bir sayıyı ifade etmektedir.

"Ve kalpleriniz bununla yatışsın diye" anlamını ifade eden buyrukta, "di­ye" anlamını veren "lâm," lanv-ı key diye bilinir. Yani, kalplerinizin bunun­la yatışıp huzur bulması için o bunu böyle yaptı. Yüce Allah'ın şu buyruğun­da olduğu gibi: Dünya göğünü de yıldızlarla süsledik ve korumak için böyle yaptık." (Fussilet, 41/12) O semâyı koru­mak üzere Allah bunu böyle yaratmıştır, anlamındadır.

"Yoksa zafer" yani mü'minlere yardım "ancak Azîz ve Hakim olan Al­lah'tandır*" Kâfirlerin zafere ulaşması bunun kapsamına girmez. Çünkü kâ­firlerin galip gelmeleri, ancak ve ancak yardımsızlıkla ve yenilgiye uğramak­la etrafı kuşatılmış kötü akibet ve hüsranla çevrelenmiş bir mühlet vermek­ten ibarettir.

"Küfre sapanların bir kısmını" öldürmek suretiyle "kessin" buyruğuna gelince; âyetin na^mı (ifade dizilişi) şöyledir: Andolsun Allah, küfre sapan­ların bir kısmını kessin diye Bedir'de size yardım etmiştir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Yardım -Allah bu yolla küfre sa­panların bir kısmını kessin diye- ancak Allah'tandır.

Bunun; "Size... yardım edecektir" buyruğu ile ilgili olması da mümkündür. Yani, küfre sapanların bir kısmını kessin diye size yardım ede­cektir. Bundan kasıt ise, Bedir günü öldürülen müşriklerdir. Bu açıklama da el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. es-Süddî de der ki: Bununla kast edilenler, Uhud günü öldürülen müşriklerdir-. Bunlar onsekiz kişi idi.

Onları kedere boğsun." Onları üzüntüye gark etsin, demek­tir. (Bu kelimenin bu anlamda kullanılışına örnek olmak üzere) Rivayete gö­re, Peygamber (sav) Ebu Talha'nın yanına gelmiş, oğlunun kederli, üzün­tülü (mekbût) olduğunu görünce: Bu neden böyle? diye sormuş, ona deve­si öldü diye cevap verilmiştir.[114]

Bu kelimenin aslı, kimi dilcilerin naklettiklerine göre, şeklinde­dir, bu ifade, üzüntü, keder ve öfke onların ciğerlerine isabet eder ve işler manasınadır. Burada "dâl" harfi "te'ye dönüştürülmüştür.

Nitekim, Başını tıraş etti" ifadesinde de "te" ile "dâl" harfi birbirine dönüştürülebilmektedir. ise, Allah düşma­nı püskürtEü ve zelil etti, manasına gelir.

ifadesi de ciğerine isabet ettirdi, demektir. Meselâ, keder ciğerini yaktı, yahut düşmanlık ciğerini yaktı tabirleri kullanılır. Araplar da düşmanı kastetmek üzere "ciğeri kara" tabirini kullanırlar, Şair el-A'şâ der ki:

"Bir topluluğa gitmek için zorlanmana gelince, îşte asıl düşmanlar ve kara ciğerliler onlardır."

Sanki ciğerler, aşın düşmanlıktan dolayı kavrulmuş da kararmış gibidir.

Ebu Miclez ise bu kelimeyi, şeklinde "dal" harfi ile okumuş­tur. Hâib (ümitsiz kimse); ümidi kesilmiş kimse demektir. İstediğini elde ede­meyen kimse hakkında kullanılır. "Hayyâb" ise ateş yakmakla sonuçlanma­yan çakış demektir. [115]

 

128. Elinde emirden birşey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları için onları azaplandırır.

129. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağış­lar ve dilediğine azap eder; Allah Gafur'dur, Rahîm’dir.

 

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Peygamberin Kavmine Bedduası:

 

Müslim'in Sahili'inde sabit olduğuna göre, Peygamber (sav)'ın Uhud gü­nü ön dişi kırılmış, başı yaralanmıştı. Bunun üzerine akan kanlarını silmeye ve şöyle demeye koyulmuştu: Peygamberleri kavmini Yüce Allah'a davet edip durduğu halde. Peygamberlerinin başını yaralayan ve dişini kıran bir kavim nasıl felah bulabilir!" Bunun üzerine yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" buyruğunu indirdi.[116]

ed-Dahhâk der ki: Peygamber (sav), müşriklere beddua etmek isteyince, Yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok" buyruğunu indirdi.

Şöyle de denilmiştir: Hz. Peygamber, toptan imha edilmeleri için beddua etmek üzere izin istedi. Ancak, bu âyet-i kerime nazil olunca, onlardan ba­zılarının müslüman olacaklarını anladı. Nitekim, aralarında Halid b. Velid, Amr b. el-Âs, İkrime b. Ebî Cehil ve başkalannın bulunduğu pek çok kimse de on­lardan iman etmiş idi.

Tirmizî"nin de rivayetine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Peygamber (sav) dört kişiye beddua ediyordu. Şam yüce Allah: "Elinde emirden birşey yok" buyruğunu indirdi. Allah onları İslâm'a hidâyet etti. (Tirmizî) der ki: Bu, lıa-sen, garip, sahih bir hadistir. [117]

Yüce Allah'ın: "Ya onların tevbesini kabul eder" anlamındaki buyruğun: "Küfre sapanların bir kısmını kessin" buyruğuna atfedildiği söylenmiştir. Ya­ni, yüce Allah, ya küfre sapanların bir kısmını kessin yahut bozguna uğrat­makla onları kedere boğsun yahut onların bir kısırımın tevbelerini kabul et­sin, ya da bir kısmım azaplandırsın, demektir. Ya, yahut, veya" eda­tı, Tâ ki; ve ancak... sa, anlamında olur. Nitekim şair İmruu'l-Kays bu şekilde bu edatı şöylece kullanmıştır:

"Yahut da (tâ ki) ölelim de mazur görülelim."

tlim adamlarımız der ki: Hz. Peygamber İn: "Peygamberlerinin başını ya­ralayan bir kavim nasıl iflah olabilir!" şeklindeki sözü, kendisine böyle bir şe­yi yapanların hidâyete muvaffak kılınmalarını uzak gördüğünü ortaya koy­makla birlikte, yüce Allah'ım "Elinde emirden bir şey yok buyruğu, onun uzak gördüğü şeyin yakın bir ihtimal olduğunu ifade etmekte, müslüman ola­bilecekleri umudunu aşılamaktadır. Hz. Peygamber'e bu hususta ümit veri­lince: "AUah'ıml Sen benim kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyor­lar" diye dua buyurmuştur. [118]

Nitekim Müslim'in Sahihinde İbn Mes'uddan şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Ben Rasûlullalı (sav)'ı, kavmi kendisini vurduğu için yüzünden akan kan­lan "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" diye silen peygamberlerden bîr peygamberin halini anlatırken görür gibiyim. [119]

İlim adamlarımız derler ki; İbn Mes'ud'un hadisinde anlatan kişi de, du­rumu nakledilen kişi de bizzat Rasûlullah (sav)'ın kendisidir. Buna delil de Hz. Peygamber'in Uhud günü Ön dişi kırılıp yüzü yaralarınca, bu işin asha­bına oldukça ağır gelmesi ve onların: Keşke onlara beddua etsen, demele­ri üzerine, Hz. Peygamber'in: "Şüphesiz ki ben, lanet okuyan bir kişi olarak gönderilmedim. Aksine ben, bir davetçi ve bir rahmet olmak üzere gönde­rildim. Allah'ım! Kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmezler" şeklinde açık ve sarih olarak gelen hadisi buna delildir. [120]

Sanki Hz. Peygambere, bu husus, Uhud'daki bu durum vukua gelmeden önce vahiy île bildirilmiş ve bu peygamberin kimliği ona tayin edilmemiş gi­bidir. Bu durum kendi başına gelince, naklettiğimiz bu hadisin delili ile kas­tedilenin kendisi olduğu ortaya çıkmış oldu. Yine bunu, Hz. Ömer'in Hz. Pey­gambere söylediği şu söz de açıklamaktadır: Anam-babam sana feda olsun

Ey Allah'ın Rasûlü, gerçekten Nuh, kavmine: "Rabbim, yer yüzünde kâfirler­den dönüp dolaşan bir kimse bırakma" (Nuh, 71/26) diyerek beddua etmiş­tir. Sen de bize bu şekilde beddua edecek olursan kimse kalmamak üzere top­tan helak oluruz. Halbuki senin sırtına basıldı, yüzün kanatıldı, ön dişin kı­rıldı. Bununla birlikte hayırdan başka bir şey söylemeyi kabul etmeyerek: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur Çünkü onlar bilmezler, dedin."[121]

Hz. Peygamber'in: "Peygamberlerinin ön dişini kıran bir topluluğa, Allah, ileri derecede gazab eder" şeklindeki ifadesinde kastedilen ise3 bu işi fiilen yapan kimsedir. Biz, bu kişinin adını bu konudaki farklı görüşlerle birlikte zikretmiş bulunuyoruz. Durumun, özellikle bu işi yapana has olduğunu söylememizin sebebi ise, Uhud'da bulunanlardan bir topluluğun İslâm'a girmiş olup bunların güzel bir şekilde İslama bağlanmış olmalarıdır.[122]

 

2. Sabah Namazında Kunut:

 

Kûfeli ilim adamlarından birisi, bu âyet-i kerimenin, Peygamber (savcın, sabah namazının son rekatinde rükûdan sonra yaptığı kunûtu nesh ettiğini iddia etmiş ve bu hususta İbn Ömer'den gelen hadisi de delil göstermiştir. Buna göre İbn Ömer, Peygamber (sav)'ı sabah namazının son rekatinde rü­kûdan başını kaldırdıktan sonra şöyle buyururken dinlemiş:

Allah'ım, Rabbimiz, so­nunda da hamd yalnız sanadır" dedikten sonra: "Allah'ım, filâna ve filâna lanet et" demesi üzerine, şanı yüce Allah da: "Elinde emirden birşey yok. Allah, ya onların tevbesini kabul eder, ya da zalim oldukları İçin onları azaplan-dırır" âyetini indirdi. Bunu, Bulıarî rivayet etmiştir. [123] Müslim de bunu, Ebû Hureyre'den daha geniş olarak rivayet etmiştir.[124]

Ancak, bunda nesih sözkonusu değildir. Şanı yüce Allah bununla, elinde emirden bîrşey olmadığına dair Peygamber efendimizin dikkatini çekmekte ve onu uyarmaktadır. Gayba dair Allah'ın kendisine bildirdiğinden başkası­nı bilemeyeceğini, işin bütünüyle Allah'a ait olduğunu haber vermektedir. O, dilediği kimsenin tevbesini kabul eder, dilediği kimseyi de acilen cezalan­dırır. İfadenin takdiri de şöyledir: Emirden elinde bîr şey yok. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ne senin, ne onların; yalnız Allah'ındır, O, dilediğine mağfiret eder, dilediğinin de tevbesini kabul eder. Buna göre nesih diye bir şey sözfconusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen de Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "Elinde emirden bir şey yok" buyruğu her bir işin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu açıkça ortaya koymakta, böylelikle Kaderi-ye'nin ve onlardan başkalarının görüşleri de reddolunmaktadır. [125]

 

3- Sabah Namazında ve Diğer Namazlarda Kunut İle İlgili Görüşler:

 

İlim adamları, sabah namazında ve diğer namazlarda kunut hakkında fark­lı görüşlere sahiptirler. Kûfeliler, sabah namazında olsun, diğer {farz.) namaz­larda olsun kunut yapmayı kabul etmezler. Leys, Malik'tn arkadaşı olan Yahya b. Yahya el-Leysî el-Endenlüsî'nin görüşü de budur, Şa'bî de bunu ka­bul etmez. Muvatta'da İbn Ömer'den nakledildiğine göre o, hiçbir namazda kunut yapmazdı. [126]

Nesaî'de de şu rivayet vardır: Bize Kuteybe, Haleften haber verdi. O, Ebu Malik el-Eşcaî'den, o, babasından dedi ki: Ben, Peygamber (savVın arkasın­da namaz kıldım. Kunut okumadı. Ebu Bekir'in arkasında namaz kıldım o da kunut okumadı, Ömer'in arkasında da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Osman'ın arkasında da namaz kıldım o da kunut okumadı. Ali'nin arkasın­da da namaz kıldım, o da kunut okumadı. Sonra şöyle dedi: Oğulcağızım o, bir bid'attir. [127]

Bir görüşe göre de sabah namazında her zaman, diğer namazlarda ise müs-lümanların başına bir musibet geldiği vakit kunut okur. Bu görüşü, Şafiî ve Taberî ifade etmiştir Bîr başka görüşe göre kunut, sabah namazında müste-habtır. Bu görüş Şafiî'den rivayet edilmiştir. el-Hasen ve Suhnûn İse kunut sün­nettir, demişlerdir. Ali b. Ziyad'ın Malik'ten kunutu kasti olarak terkedenin namazı iade edeceğine dair naklettikleri rivayet bunu gerektirmektedir, Ta­berî ise, kunûtu terketmenin, namazı ifsad edici olmadığına dair icma bulun­duğunu nakletmektedir el-Hasen'den nakledildiğine göre ise, kunutu terket-mek, sehiv secdesi gerektirir. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Dârakutnî ise, Said b. Abdülazİz'den, sabah namazında kunut yapmayı unu­tan kimse hakkında sehiv secdesi yapar, dediğini nakletmektedir. [128]

Malik ise, rüküdan önce kunut yapmayı tercih etmiştir. İshak'ın görüşü de budur. Yine Malik'ten, rükûdan sonra kunut yapacağına dair rivayet yapıl­mıştır. Bu şekildeki kunut dört halifeden de rivayet edilmiştir. Aynı zaman­da bu Şafiî, Ahmed ve îshak'ın da görüşüdür, Ashab-ı Kiram'dan bir toplu­luktan ise bu hususta, namaz kılanın muhayyer olduğunu ifade ettikleri gö­rüşü rivayet edilmiştir. Dârakutnî de sahih bir sened ile Enes'ten şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Rasülullah (sav) dünyadan ayrılıncaya kadar sabah namazında kunut okumaya devam edip durdu. [129]

Ebû Dâvûd da "el-Merâsîl" adlı eserinde, Halid b. Ebi İmran'dan şöyle de­diğini nakletmektedir: Rasülullah (sav) Mudarlılara beddua ederken, Cebra­il ona gelerek: "Sus" diye işaret etti, o da sustu. Daha sonra Cebrail şöyle dedi: Ey Muhammed, şüphesiz ki Allah, seni, ne sövüp sayan, ne de lanet oku­yan birisi olarak göndermiştir. O, seni ancak bir rahmet olmak üzere gönder­di. Seni bir azab olasın diye göndermedi. "Elinde emirden hiç bir şey yok. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder yahut zalim oldukları İçin onla­rı azaplandırır." Daha sonra Cebrail Hz. Peygambere gu kunûtu öğreterek dedi ki;

 "Allah'ım, şüphesiz biz, yalnız Senden yardım dileriz. Yalnız Senden mağfiret dileriz. Sana iman eder, Sana zillet ve İtaatle boyun eğeriz. Sana kar­şı nankörlük edenleri hal1 (iktidardan alaşağı) eder, terk ederiz. Allah'ım, yal­nız Sana ibadet eder, Sana namaz kılar ve secde ederiz. Sana doğru gelir, hiz­metine koşarız. Rahmetini umar ve kesin azabından korkarız. Şüphesiz Se­nin azabın kafirlere yetişir."[130]

 

130. Ey İman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki fe­lah bulaşınız.

131- Vç kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız.

132- Allah'a ve Peygamberce itaat edin ki, rahmete eresiniz.

 

Yüce Allah'ın: "Ey İman edenleri Kat kat faiz yemeyin" buyruğundaki bu faiz yasağı, Uhud ile ilgili açıklamalar arasına gelmiş bir ara cümlesi gibidir. tbn Atiyye der ki: Ben, bu hususta rivayet edilen herhangi bir şey bilmiyo­rum.

Derim ki: Mücahid dedi ki: Onlar, belli bir vadeye bir şey satarlar, vade gelince, bu ödeme vaktini daha da ertelemek üzere o bedelin miktarını ar­tırırlardı. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey iman edenler! Kat kat faiz ye­meyin" buyruğunu indirdi.

Derim ki: Diğer masiyetler arasında özellikle faizi sözkonusu etmesi, şa­nı yüce Allah'ın: "Eğer yapmazsanız (faizden vazgeçmeyecek olursanız), Al­lah ve Rasûlünden size savaş açılmış olduğunu biliniz" (el-Bakara, 2/279) buyruğunda, Allah'ın savaş ilan etmiş olduğundan dolayıdır. Savaş ise, öldü­rülmenin habercisidir.

Sanki şöyle buyurulmuş gibidir: Eğer faizden sakınmayacak olursanız, boz­guna uğrar ve öldürülürsünüz. Yüce Allah bununla, faizi terketmelerini em­retmektedir. Çünkü onlar, faizli işlemler yapıyorlardı. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

Kat kat" kelimesi, hal olarak nasb edilmiştir, Kat­lanmış olarak" ifadesi ise, onun sıfatıdır. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Anlamı şudur: Arapların borçları kat kat artırdıkları o faizi ye­meyin. Çünkü, faiz isteyen kişi: -Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi: Borcunu mu ödersin, yoksa faiz mi verirsin? derdi. "Katlanmış olarak" kelimesi ise, yaptıkları şekilde yıl beyıl bu borcun katlanmasının tekrarlandığına bir işa­rettir Bu pekiştirici ifade, onların yaptıkları işin ne kadar çirkin ve ne kadar şeni olduğunu göstermektedir, İşte bundan dolayı, özellikle borcun kat kat artırılma hali sözkonusu edilmiştir.

Yüce Allah'ın; "Allah'tan korkun" yani, faizden elde ettiğiniz mallar hu­susunda Allah'tan korkup onlan yemeyin. Daha sonra onları korkutarak: "Kâ­firler için hazırlanmış olan ateşten sakınınız" diye buyurmaktadır. Bu tehdit, faizi helâl kabul eden kimseyedir. Faizi helal kabul eden kişi kâfir olur ve kâfir olduğuna hükmedilir. Şöyle de açıklanmıştır: Bunun anlamı, sizden imanı söküp alan ve bundan dolayı da cehenneme girmenizi gerekli kılan böyle bir işten uzak durunuz. Çünkü, kimi günahlar kişinin imanının sökü­lüp alınmasını gerektirir ve imansız bırakacağından korkulur. Anne-babaya kötü davranış da bunlardandır.

Bu hususta şöyle bir rivayet de nakledilir: Alkame adındaki anne-baba-sına kötü davranan birisine, ölüm esnasında: La ilahe illallah, de denilmiş, o, buna güç yetirememiş. Nihayet annesi gelip ondan razı olmuş. Akrabalık bağlarını koparmak, faiz yemek, emanete hainlik de bu türden günahlar ara­sındadır, Ebû Bekr el-Verrâk, Ebu Hanife'den şöyle dediğini nakletmektedir: Kuldan imanın en çok nez' edildiği (çekilip alındığı) hal, ölüm esnasmdaki haldir.

Daha sonra Ebû Bekr Cel-Verrâk) der ki: İmanı söküp alan günahlara bak­tık, kullara zulmetmekten daha çabuk imanı söküp aian birşey göremedik.

Bu âyet-i kerimede, Cehmiyyenin kanaatini reddetmek üzere ateşin mah­lûk olduğuna delil vardır. Çünkü, olmayan birşeyin hazırlanmış olduğundan söz edilmez Daha sonra yüce Allah: "Allah'a ve Peygambere İtaat edin" diye buyurmaktadır. Yani, farzlar hususunda Allah'a, sünnetler hususunda da Peygambere itaat edin.

"Allah'a itaat edin" buyruğu ile faizin haram kılınışı hususunda ona ita­at edin, "Rasûle itaat edin" buyruğunda da, size, bunun haram olduğuna da­ir tebliğinde itaat edin, anlamında olduğu da söylenmiştir.

"... ki, rahmete erdlrilesiniz1 Allah size rahmet ihsan elsin diye. Buna da­ir açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. [131]

 

133. Rabhinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete koşuşun. O, takva sahipleri için hazırlanmıştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1. Cennete ve Mağfirete Koşmak:

 

Yüce Allah'ın: Koşuşun" anlamındaki buyruğunu, Nâfi1 ve İbn Âmir, "vav"sız olarak; diye okumuşlardır. Medine ve Şamlıların Mushaflarında da böyledir. Yedi kıraat imamının geri kalanlarında ise bu ke­lime, "vav”lıdır.

Ebû Ali der ki: Her iki husus da yaygın ve doğrudur. Bunu, "vav"lı oku­yanlar, cümleyi cümleye atfettikleri için böyle okurlar. "Vav"sız okuyanlar isef ikinci cümlenin birinci cümle ile içice olması ve böylelikle de Hvav" ile atfa ihtiyaç bırakmaması dolayısıyla dır.

"M üs ara at; koşuşmak" eli çabuk tutmak demek olup, "müfâale" veznin-dedir.

Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifadeler de vardır. Anlamı şöyledir: Mağfire­ti gerektiren bir iş olan itaate koşuşun.

Enes b. Malik ile Mekhûi, yüce Allah'ın: "Rabbinlzden bir mağfirete... ko­şuşun" buyruğunu, ihram tekbirine (iftitah tekbirini imamla birlikte getirme­ye) koşuşun demektir, diye açıklamışlardır. Ali b. Ebi Tatib farzları edaya, Os­man b. Aiîan ise ihlasa koşuşun, diye açıklamışlardır. el-Kelbî ise, faizden tev-be etmeye koşuşun diye açıklamıştır. Savaşta sebata koşuşun diye açıklan­dığı gibi, başka açıklamalar da yapılmıştır.

Âyet-i kerime, bütün bunları kapsayan umumî bir buyruktur. "Öyleyse siz de hayırlarda birbirlerinizle yarışın" (el-Bakara, 2/148) buyruğu ile aynı ma-

nayı dile getirmektedir ki, buna dair açıklamalar daha önceden (Bakara Sûresi'nde işaret eden âyet-i kerime açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır. [132]

 

2- Cennetin Azameti:

 

Yüce Allah'ın: "Ve genişliği göklerle yer arast kadar olan cennete..." buy-ruğu> eni, göklerle yerin eni kadar olan cennete...; takdirinde olup muzaf hazf edilmiştir Yüce Allah'ın: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, yalnız bir ne­fis gibidir1' (Lukman, 31/28") buyruğunda olduğu gibi. Bu da yalnızca bir nef­sin yaratılıp diriltilmesi gibidir, takdirindedir. Şair de şöyle demektedir:

"Sen, devenin böğürtüsünü keçi mi sandın? Yazıklar olsun Bana o keçi değildir.

Şair burada: Onun böğürtüsünü keçinin meleme sesi mi sandm? demek istemektedir.

Bu buyruğun bir benzeri de Hadîd Sûresi'nde yer alan; "Eni yerle göğün eni gibi olan bir cennete..." (el-Hadidf 57/21) anlamındaki buyruğa benze­mektedir.

Bu buyruğun te'vili hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Abbas der ki: Nasıl ki kumaşlar yayılıp, serilip ve biri diğerine ekleniyor ise, gökler ve yer de birbirine eklenecek, bir araya getirilecektir. İşte bu, cenne­tin enini teşkil eder. Boyunu ise Allah'tan başkası bilemez. Cumhurun görü­şü de budur. Böyle bir açıklamaya da karşı çıkılamaz. Çünkü, Ebû Zerin Pey­gamber (sav)'dan şu hadisi şerifi naklettiği bilinmektedir; "Yedi gök ile ye­di yer, Kürsî'ye oranla ancak yer yüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir­kaç dirhem gibidir. Kürsî de Arşa göre, ancak yer yüzünün geniş bir düzlü­ğünde bırakılmış bir halka gibidir." [133] İşte bunlar {.yani, Kürsî ile Arş) gökler ve yerden oldukça daha büyük yaratıklardır. Şam yüce Allah'ın kudreti ise bütün bunlardan da büyüktür.

el-Kelbî der ki; Cennetler dört tanedir: Adn cenneti, Me'vâ cenneti, Fir-devs cenneti ve Naîm cenneti. Bunların herbirisinin eni, bir birine eklene­cek olursa göğün ve yerin eni kadardır. İsmail es-Süddî der ki: Eğer gökler ve yerler kırılıp dökülecek ve hardal yapılacak olursa, her bir hardal tanesi karşılığında eni gökle yerin eni kadar olan bir cennet ortaya çıkar.

Sahih hadiste de şöyle denilmiştir; "Şüphesiz ki, cennet ehli arasında en düşük makamlı olan kişi, yapabileceği bütün temennilerini yaptıktan sonra, yüce Allah'ın da kendisine: Sana bütün bu dileklerin ve bir de onların on misli kadarı vardır, diyeceği kimsedir." Bu hadisi Ebu Saİd el-Hudrî Hz. Peygam-ber'den rivayet etmiş olup, bunu Müslim ve başkaları da kaydetmişlerdir. [134]

Yala b. Ebi Murre der ki: Ben, Heraklius'un Peygambere gönderdiği el-çİsİ olan et-Tenûhî ile kocamış bir yaşlı iken Hums şehrinde karşılaştım. Şöy­le dedi: Rasülullalı (sav)'ın huzuruna HerakHus'un mektubunu götürdüm. Solunda duran bir adama bu mektup sabitesini uzattı. Ben: Bu mektubu oku­yacak adamınız hanginizdir? deyince onlar: Muaviye'dir, dediler. Bir de bak­tım ki, benim adamımın (Keraklius'un) mektubunda şunlar yazılıdır: Sen, ba­na beni eni gökler ve yer kadar olan bir cennete davet ettiğin bîr mektup yaz­dın. Peki ateş nerede? Bunun üzerine Rasûlullalı (sav) şöyle buyurdu: "Sub-hanallah. Peki, gündüz geldiği vakit gece nerede?”[135]

İgte bu delile benzer bir delili, Hz. Ömer de yahudilere karşı getirmiştir, Onlar, Hz. Ömer'e sizin: "Genişliği göklerle yer arası kadar olaa bir cen­net" şeklindeki sözünüze göre cehennem nerede kalıyor? (Hz. Ömer onla­ra benzer cevabı verince, bu sefer ona): Sen Tevrat'ta bulunana benzer bir cevap verdin, dediler.[136]

Şanı yüce Allah, eni söz konusu etmek suretiyle boyuna dikkat çekmek­tedir. Çünkü boy, çoğunlukla en ve genişlikten daha fazla olur. Eğer boy söz-konusu edilecek olursa, bu enin genişliği miktarına delâlet etmez.

ez-Zührî der ki: Şanı yüce Allah sadece genişliğini nitelendirmektedir. Bo­yunu ise Allah'tan başka hiçbir kimse bilmez. Bu da yüce Allah'ın şu buyru­ğuna benzemektedir: "Astarları kaim ipekten yaygılara dayanmış haldedir­ler" (er-Rahmân, 55/54). Şanı yüce Allah astarı, bilinen en güzel süs kuma­şı ile nitelendirmektedir. Çünkü bilindiği gibi elbiselerin yüzleri her zaman İçin astarlardan daha güzel ve daha sağlam olur.

Araplar da: Enli ülke ve enli düzlük" derken, ge­niş ülke ve geniş düzlük demek isterler. Şair de der ki:

"Genişliğine rağmen Allah'ın ülkesi,

Takib edilen ve korkan kimse için adeta bir avcının kemendi gibidir."

Kimisi de şöyle demiştir: Burada ifade, Arapların istiâreli kullanımlarına uygun kullanılmıştır. Cennet, alabildiğine geniş ve enli, uçsuz bucaksız ol­duğundan dolayı bunun, gökler ve yerin eni zikredilerek anlatılması güzel düşmüştür. Nitekim bir kimseye: Bu bir denizdir, denildiği gibi, büyük bir canlı varlığa da: Bu bir dağdır, denilebilir. Âyet-i kerime eni sınırlamak kastıy­la zikredilmiş değildir. Yüce Allah bununla, gözümüzle gördüğümüz en ge­niş şeyden daha geniş olduğunu atlatmak istemektedir.

Genel olarak ilim adamları, cennetin mahlûk ve halen mevcut olduğu ka­naatindedir. Çünkü yüce Allah'ın: "O, takva sahipleri için hazırlanmıştır" buyruğu bunu ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bu, Buhârî ile Müslim'de ve diğer hadis hitaplarında yer alan İsrâ hadisi ile diğer hadislerin açık nass ile ifade ettiği bir gerçektir. Mu'tezile ise, cennet ile cehennemin halihazır­da yaratılmamış olduğu görüşündedirler. Onlara göre yüce Allah, gökleri ve yeri katlayıp dürdükten sonra dilediği yerde cennet ve cehennemi yaratacak­tır. Çünkü bunlar, mükâfat ve ceza ile amellerin karşılıklarının görüleceği bi­rer yurttur. Dolayısıyle bu ikisi de amellerin karşılığının verileceği bir zaman­da ve tekliften sonra yaratılacaklardır. Tâ ki, teklif yurdu ile amellerin kar­şılığının verileceği yurtlar, âhirette bir arada bulunmadığı gibi, dünyada da bu iki yurt bir arada bulunmasın.

İbn Fûrek der ki: Kıyamet gününde cennet artırılıp büyütülür, İbn Atiy-ye der ki; Bu ifadede cennet henüz yaratılmamış diyen Münzir b. Said ve di­ğerlerinin delil diye tutunacakları bir taraf vardır. Yine İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek'in: "Ona ilave edilir, arttırılır" şeklindeki ifadesi halen mevcut olan bir şeye işarettir. Şu kadar var ki, bu yapılacak ilave hususundaki kanaatini haklı gösterecek ve kesinleştirecek bir dayanağa ihtiyacı vardır.

Derim ki: îbn Atiyye -Allah ondan razı olsun- bu sözlerinde doğruyu söy­lemiştir. Eğer, yedi gök ile yedi arz Kürsî'ye nisbetle yerin geniş bir düzlü­ğüne bırakılmış bir kaç dirhem gibi ise, Kürsî de Arşa nisbetle geniş bir yer düzlüğünde bırakılmış bir halka gibi ise, şu anda cennet, âhirettekı şekli üze­redir. Ve eni göklerle yerin eni gibidir. Zira Arş, Müslim'in Sahihinde de va-rid olduğu üzere[137] cennetin tavanıdır. Bilindiği gibi tavan, hem altındakile-ri ihtiva eder, hem de onlardan da fazladır. Bütün yaratıklar Arş'a nisbetle bir halkayı andırdığına göre, onun enini ve boyunu kudreti sonsuz, egemenlik alanının genişliği nihayetsiz ve O'nun yaratıcısı Allah'tan başka kim takdir ede­bilir kil O, her şeyden yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh olandır. [138]

 

134. Onlar ki bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yener-ler, insanları bağışlarlar. Allah iyilik edenleri sever.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1. İnfak Edenler:

 

Yüce Allah'ın: "Onlar ki... infak ederler" buyruğunda dile getirilen bu husus, kendileri için cennetin hazırlanmış olduğu takva sahiplerinin nltelik-lerindendir. Âyetin zahirinden, yapılması teşvik olunan şeyleri yapmaktan ötü­rü övgü ihtiva ettiği anlaşılmaktadır.

"Bollukta" yani, kolay zamanlarda "ve darlıkta" zor zamanlarda * İnfak ederler." Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Kelbî ve Mukatîl yapmıştır.

Ubeyd b. Umeyr ile ed-Dahlıâk da şöyle demektedir: Serrâ ve Darrâ, bol­luk ve darlık zamanlan demektir. Sağlık ve hastalık halleri diye de açıklan­mıştır. Serrâ hayatta iken, Darrâ ise ölümden sonra vasiyyet etmek suretiy­le intak etmek, diye de açıklanmıştır.

Serrânın düğün ve ziyafetler, Darrâ'nın da musibet ve matemler zamanın­daki infaka işaret olduğu söylendiği gibi, Serrâ'nın sizi sevindiren harcama -çocuklara ve yakınlara harcama gibi-, Darrânin ise düşmanlara (karşı) ya­pılan harcamalar olduğu da söylenmiştir. Serrâ'nın kişinin ziyafet verdiği ve hediye olarak bağışladığı şeyler, Darrâ'nm ise kişinin darlıktaki kimselere har­cayıp onlara verdiği sadakalar olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Âyet-i kerime, bütün hayırlı intakları kapsamaktadır.

Daha sonra yüce Allah: "Öfkelerini yenerler" diye buyurmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir[139]

 

2. Öfkenin Yenilmesi:

 

Öfkenin yenilmesi, onun tekrar içe döndürülmesi demektir. tabiri, kişinin öfkesini yutup ses çıkarmaması, düşmanına bunun gereğini ya­pabilecek gücü bulmakla birlikte, öfkesini açığa vurmaması demektir, Su ka­bını doldurup ağzını kapatmayı anlatmak üzere; denilir. Su­yun aktığı yerin kendisiyle kapatıldığı şeye de; (i-Ui-ÖO denilir. Kırba ve tu­lumun ağzının kendisi ile kapatıldığı, köseleden ince uzun kesilmiş bağa, (pÜifll) denilmesi de buradan gelmektedir. ise, geviş geti­ren devenin ağzındakini tekrar karnına geri göndermesi halini anlatmak için kullanılır. Gevişini ağzına çıkarmadan önce içinde tutmasına da ( jJaS1) de­nildiği de olur. Bu açıklamaları ez-Zeccâc nakletmiştir. O bakımdan, deve ve dişi deve ağızlarına gevişi getirmedikleri zaman da bu Fiil kullanılır. Çoba­nın şu beyiti de bu kabildendir:

"Hakîl (denilen yerde veya bitkiyi) ottadıklan yer olan Zulebârik'ten Gevişlerini içlerinde saklı tuttuktan sonra yayıldılar,"

Şöyle de denilmiştir: Bu hayvanlar, korkup yoruldukları vakitlerde geviş getirmeyip içlerinde tutarlar BahUeli A'şâ da, hızlı bir şekilde deve kesen bir adamı ve kendisinden korkan develeri vasl'etmek üzere şöyle demiştir:

"Olgunlaşmış develer dahi onu gördüğü, vakit, gevişlerim içlerinde

yutarlar O kadar ki, o gevişleri içlerinde paramparça olur."

Gam ve kederle dolu bir kişiye; denmesi de buradan gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de başka yerlerde (bu kelime) şöylece kullanıl­mıştır:

kederinden gözüne ak düştü. Artık O, (kederini) bütünüyle yutmakta idi" (Yûsuf, 12/84); Yüzü kapkara kesilir ve kendisi pek öfkelenir* i en-Nahl, 16/58);

Hani o kederli olduğu halde dua etmişti" (el-Kalem, 68/48).

Gayz, gazabın aslını teşkil eder. Çoğunlukla bunlar bir arada bulunurlar. Fakat aralarında bir fark vardır. Çünkü, gayz'ın etkisi organlar üzerinde gö­rülmez. Gazab ise böyle değildir. Herhangi bir fiil ile birlikte onun etkisi mut­laka organlar üzerinde ortaya çıkar. İşte bundan dolayı gazab, şanı yüce Al­lah'a İzafe edilmiştir. Zira gazab, şanı yüce Allah'ın kendilerine gazab olu­nanlara fiillerinden ibarettir. Bazıları da gayz'ı gazab ile tefsir etmişlerdir ki, pek iyi bir açıklama değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [140]

 

3. İnsanları Affetmek:

 

Yüce Allah'ın: "İnsanları bağışlarlar" buyruğunda geçen insanlan affet­mek (bağışlamak), -insanın hakkının bulunduğu ve affetmesinin caiz olduğu hallerde- çeşitli hayır türlerinden daha üstündür. Her hangi bir cezayı haket-mekle birlikte bu ceza kendisine verilmeyen her kişi affedilmiş demektir.

"İnsanlar" buyruğunun anlamı hakkında da farklı görüşler vardır. Ebu'l-Âliye, el-Kelbî ve ez-Zeccâc, "İnsanları bağışlarlar" buyruğu ile kölelerinin bağışlanmasının kastedildiğini söylemişlerdir. îbn Atiyye der ki: Bu bir örnek olmak üzere güzel bir şeydir. Çünkü, köleler hizmet eden insanlardır. Ve köleler çokça hata ederler. Onlara da güç yetirmek kolay bir iştir. Onlara rahat­lıkla ceza verilebilir. İşte bundan dolayı bu buyruğu tefsir edenler, buna bu­nu örnek vermişlerdir. Meymûn b. Mehrân'dan rivayet edildiğine görev bir-gün cariyesi, içinde sıcak yemek bulunan bir kab getirir. Yanında da misa­firleri vardı. Bu cariye'nin ayağı birşeye takıldı ve yemeği Meymûn'un üze­rine döktü. Meymûn onu vurmak isteyince cariye: Efendim sen yüce Allah'ın: "Öfkelerini yenerler* buyruğunun gereğini yerine gelir. O: Getirdim deyin­ce, bu sefer; Ondan sonra gelen: "İnsanları bağışlarlar" buyruğunun gere­ğini yerine getir, dedi. Meymûn yine: Seni affettim deyince, bu sefer cariye: "Allah iyilik edenleri sever * buyruğunu okudu. Meymûn: Ben de sana iyi­lik ediyorum. Allah rızası için hürsün, deyiverdi. Benzeri bir olay, el-Ahnef b. Kays'dan da rivayet edilmiştir. Zeyd b. Eşlem de şöyle açıklamıştır: "İn-sanlarn bağışlarlar." Onların zulümlerini ve onların kötülüklerini affederler, demektir. Bu da genel bir açıklama olup, âyetin zahirinden anlaşılan budur.

Mukatil b. Hayyân bu âyet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: Bi­ze ulaştığına göre, Rasûiullah (say) bu buyruk ile ilgili olarak şöyle buyur­muştur: "Şüphesiz ki bunlar, -Allah'ın koruduğu kimseler müstesna- ümme­timin arasında pek azdır. Halbuki geçmiş ümmetlerde böyleler! pek çoktu. [141]

Şanı yüce Allah, böylelikle kızgınlık esnasında bağışlayan kimseleri öv-gü ile zikredip: "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlayanlardır" (eş-Şûrâ, 42/37) dîye buyurmaktadır. Öfkelerini yenen kimseleri de "insanları bağış­larlar" buyruğu ile övmektedir. Ayrıca bu hususta iyilik yapanları sevdiğini de bildirmektedir.

Öfkeyi yenmek, insanları affetmek, kızgınlık esnasında kişinin kendisine hakim olması hakkında birtakım hadis-i şerifler varid olmuştur. Şüphesiz ki bu, en büyük ibadetlerden ve nefse karşı cilıad türündendir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Güçlü kuvvetli kimse, herkesin sırtını yere getiren kim­se değildir. Fakat asıl güçlü ve kuvvetli kişi, kızgınlık anında kendisine ha­kim olandır, " [142] Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Kulun, yuttuklan arasında Allah uğrunda yuttuğu bir yudum öfkeden daha büyük ecri bulu­nan ve kul için ondan daha hayırlı olan hiçbirşey yoktur." [143] Enes'in de ri­vayetine göre bîr adam; Ey Allah'ın Rasûlü, herşeyden en çetin olan şey ne­dir? diye sorunca, Hz. Peygamber; "Allah'ın gazabıdır" diye buyurmuş; adam: Peki Allah'ın gazabından koruyan nedir? diye sorunca, Hz. Peygam­ber ona: "Kızma!" diye emir vermiştir.[144]

el-Ircî der ki:

"Öfkelendiğin zaman vakur ol ve yut Öfkeni

Ne söylediğini basiretle görür ve işitirsin

Kendisi sebebiyle yüce İlâhımızın senden razı olup seni yükseltecek olan

Bir anlık sabra kendini mecbur etmen, şeref olarak sana yeter,"

Urve b. ez-Zübeyr de affetmek hakkında şöyle demiştir:

"Şan ve şerefe ulaşamaz bazı topluluklar, üstün şerefli olsalar dahi Kendileri zelil kılınmadıkça bir takım kimselere karşı aziz olsalar dahi Ve onlara hakaret edilmedikçe renklerin parıldar olduğunu görürsün Ancak onların hu affedişleri zilletten dolayı bir affetmek değil ikramdan

dolayı bir affetmek olmalıdır."

Ebû Dâvûd ile Ebû İsa et-Tirmizî'nin, Sehl b. Muâz b. Enes el-Cühenî'den, onun babasından rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim gereğini yerine getirebilecek gücü bulmakla birlikte bir öfkeyi yutacak olur­sa, Kıyamet günü Allah herkesin gözü önünde onu çağırır ve dilediği huri­lerden seçmekte muhayyer bırakır." (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garip bir ha­distir."[145]

Enes b. Malik de Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: "Kıyamet günü olunca, bîr münadi şöyle seslenir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimseler cennete girsin. Şöyle denilir: Ecrini vermek Allah'a ait olan kimlerdir? Bu sefer, insanları affedenler kalkarlar ve hesapsız olarak cen­nete giderler." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.[146]

Îbnü'l-Mubârek der ki: Ben, Mansur'un yanında oturuyordum, Bir adamın öldürülmesini emretti. Ey mü'minlerin emiri dedim. Rasûlullah (.say) şöyle bu­yurmuştur: "Kıyamet günü oldu mu, bir münadi aziz ve celil olan Allah'ın hu­zurunda şöylece seslenir: Her kimin Allah nezdinde karşılığını alacağı bir lü­tuf ve ikramı varsa, haydi öne çıksın. Bu sefer bir günahı affedenden başka kimse Öne çıkmaz." Bunun üzerine serbest bırakılmasını emretti. [147]

 

4- Allak, İyilik Edenleri Sever;

 

Yüce Allah'ın: "Allah iyilik edenleri sever" buyruğu; Allah onların iyilik­lerine karşılık onları mükâfatlandırır, demektir. Serî es-Sekatî der ki: İhsan (iyi­lik) imkân vaktinde iyilik yapmanda. Çünkü her zaman ihsan yapmak imkâ­nını bulamazsın. Şair de şöyle demiştir:

"Gücün yettiği vakit bir hayır İşlemekte çabuk tut elini Çünkü sen her zaman güç yetirebilecek değilsin."

Ebu'l-Abbas el-Cummânî de şu beyitlerinde ne güzel söylemiştir:

"Her vakit ve her zamanda mümkün olmaz

İyilik yapabilme fırsatları doğmaz

Böyle bir fırsat ve imkân doğdu mu, çabuk tut elini, koş iyiliğe

Bir gün imkân bulamayacaksın korkusuyla."

Bakara Sûresi'nde (2/58. âyet, 9- başlıkta) muhsin ve ihsan'a dair açıkla­malar geçmiş bulunduğundan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. [148]

 

135. Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zul­mettiklerinde Allah'ı anarlar ve hemen günahlarının bağışlan­masını dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kini bağışlar ki? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında yahut kendilerine zulmettiklerinde..." buyruğuyla bir önceki âyette sözü eden kesimden da­ha aşağıda bir başka kesimi sözkonusu etmekte ve rahmet ve lütfuyla bun­ları da onlara katmaktadır. Burada sözü edilenler, tevbe eden kimselerdir.

tbn Abbas, Atâ yoluyla gelen rivayetinde şöyle demektedir: Bu âyet-i keri­me -Ebû Mukbil künyeü- hurmacı Nebhân hakkında nazil olmuştur. Ona, gü­zelce bir kadın gelmiş, o kadına hurma satmıştı. Kadını alıp kucaklamış, öp­müştü. Fakat yaptığına pişman olup, Peygamber (sav)'m huzuruna gitmiş, du­rumu ona anlatınca, bu âyet-î kerime nazil olmuştu.

Ebû Dâvûd et-Tayâlisî de Müsned'inde, Ali b. Ebi Talib (r.a )'dan şöyle de­diğini nakletmektedir: Bana Ebu Bekir anlattı. -Ki, Ebu Bekir doğru söylemiş­tir- Rasûlullalı (sav) şöyle buyurdu: "Bir kul, bir günah işledikten sonra, ab-dest alır, iki rekat namaz kılar, sonra da Allah'tan mağfiret dileyecek olursa, mutlaka Allah ona mağfiret buyurur. Daha sonra şu: "Ve onlar ki, çirkin bir iş yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar ve he­men günahlarının bağışlanmasını dilerler" âyeti ile diğer âyeti yani "Kim bir kötülük yapar yahut kendisine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) âyetini okudu. Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir demiştir.[149]

Bu, umumî bir buyruktur. Âyeti kerime, kimi zaman özel bir sebep do­layısıyla nazil olur, sonra da bu işi yapanı, yahut ondan fazlasını yapanı da kapsayabilir.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime, bir gazaya gitmek üzere çîkan bir Sakifli'nin ensardan bir arkadaşım aile halkına bakmak üzere görevlendirme­si üzerine nazil olmuştur. Ensardan bıraktığı bu kişi, bu hususta Sakifliye ha­nımının üzerine hücum etmek suretiyle ihanet etmişti. Kadın kendisini .savu­nurken elini öpmüş ancak, bu yaptığına da pişman olunca, pişmanlık duyup tevbe ederek insanlardan kaçıp (dağlarda) dolaşmaya koyuldu. Sakifli kişi evi­ne dönünce, hanımı ona arkadaşının yaptığını bildirdi. O da arkadaşını ara­maya çıktı. Nihayet adamı alıp Ebu Bekir ve Ömer'in yanına onların nezdin-de bir kurtuluş bulur ümidiyle götürdü. Ebu Bekir'le Ömer, o kişiyi azarla­dılar. Daha sonra Peygamber (sav)'m yanına gidip ona arkadaşının yaptığı­nı haber vermesi üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Ancak, naklettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla âyetin umumî olması daha uygundur.

İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre, ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü demişler, îsrailoğulları Allah katında bizden daha üstün idiler. Çünkü onlar­dan günah işleyen bir kimsenin bu günahı sabahleyin evinin kapısı üzerin­de yazılı olduğu görülürdü. Bir rivayette ise, o günahının kefTareti evinin eşi­ği üzerinde yazılı bulunurdu: Burnunu kes, kulağını kopar, şu işi yap gİbL Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi İsrail oğullarına yapılan bu uygulamanın ye­rine bir bedel, bir genişlik ve bir rahmet olmak üzere indirdi. Yine rivayet olunduğuna göre İblis, bu âyet-i kerime nazil olunca ağlamış.

Çirkin iş (:el-Fâhişe), her masiyet hakkında kullanılır. Bununla birlikte özel olarak zina hakkında çokça kullanılmıştır. O kadar ki, Cabir b. Abdullah ve es-Süddî bu âyet-i kerimedeki bu kelimeyi "zina" diye tefstr etmişlerdir.

"Yahut kendilerine zulmettiklerinde" buyruğundaki "yahut" anlamını ve­ren "ev"\n, "ve" anlamında olduğu söylenmiştir, maksat ise kebâirden aşağı olan küçük günahlardır.

"Allah'ı anarlar." Yani, onun cezasından korkmayı ve O'rtdan hayayı ha­tırlarlar ed-Dahhâk: Allah'ın huzurunda o en büyük sunuluşu hatırlarlar dİ-ye açıklamıştır,

Bunun, kendi kendilerine Allah'ın bunu kendilerinden soracağım düşünürler, anlamına geldiği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı el-Kelbî ve Muka-til yapmıştır. Yine MukatU'den nakledildiğine göre: Onlar, günah işledikle­rinde dilleriyle Allah'ı hatırlarlar, demektir.

"Ve hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler." Günahları dolayısıy­la bağışlanma isterler. Bu anlamı, yahut bu lafzı ihtiva eden her bir dua is­tiğfardır.

Bu sûrenin baş taraflarında (3/16-17. âyetlerin tefsirinde) seyyidü'l-istiğ-fâr (istiğfâr'ın başı, en üstünü) geçmiş ve onun vaktinin seher vakitleri oldu­ğu belirtilmiştir. İstiğfar büyük bir iştir. Sevabı da büyüktür. O kadar ki, Tir-mizî, Peygamber (sav.)'dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, Hay ve Kayyûm olan Allah'tan mağfiret dilerim ve O'na tev-be ederim, diyecek olursa, o, savaştan kaçmış olsa dahi günahları bağışla­nır.[150]

Mekhûl de Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasûlullah (sav)'dan daha çok istiğfar ederek mağfiret dileyen bir kimse görmedim. Mek­hûl de der ki: Ben de Ebû Hureyre'den daha çok istiğfar edip bağışlanma di­leyen kimse görmedim. Mekhûl'ün kendisi de çokça istiğfar edip bağışlan­ma dileyen bir kimse idi.

İlim aclamlanmız derler ki: Asıl istenen istiğfar, günah üzere ısrann düğüm­lerini çözen ve manası kalpte yer eden istiğfardır. Yoksa dil ile söylenen ba­ğışlanma dileği değildir. Diliyle "estağfurullah" demekle birlikte, kalbiyle masiyetî üzere ısrar edenin istiğfarı ise, ayrıca bir istiğfarı gerektirmektedir. Ve onun işlediği küçük günahı da büyük günahlara katılır. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bizim istiğfarımızın da ayrıca istiğfara ihtiyacı vardır. Derim ki: O, bunu kendi dönemi hakkında söylemektedir. Ya bizim bu zamanımızda alay edercesine, hafife alırcasına günahından ötürü Allah'tan bağışlanma dilediği iddiasıyla teşbihini elinde tuttuğu halde günah­tan vazgeçmemek kararlılığında ve zulme abanmış haliyle İnsanların görül­düğü şu bizim zamanımız hakkında ne denilir! Kur:ân-ı Kerîm'de ise: "Allah'ın âyetlerini alaya a^maym* (el-Bakara, 2/231.) diye buyurulmaktadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (.2/67 ile 231- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. [151]

 

2. Günahları Bağışlayan Yalnız Allah'tır:

 

Yüce Allah'ın: "Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar ki?" buy­ruğu, masiyeti bağışlayıp, onun cezasını ortadan kaldıran Allah'tan başka kim­se yoktur demektir.

"Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler." Yani, yaptıkları (hata­lar) üzere sebat etmez ve kararlı olmazlar. Mücahid der ki: Bunu devam et­tirip gitmezler, demektir. Ma'bed b. Subaylı da der ki: Ali (r.a) yanında oldu­ğu halde Osman (r.a)'ın arkasında namaz kıldım. Bize dönüp şöyle dedi: Ben abdestsiz namaz kıldım. Daha sonra gidip abdest aldı ve namaz kıldı.

"Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buyruğunda sözü ge­çen ısrar, kalp ile bir işi yapmaya karar vermek ve onu işlemeyi terk etme­mektir. Dinarların üzerini bağladı, ifadesi de buradan gelmek­tedir. eİ-Hutay'a da atlan vasfederek şöyle demektedir:

"Yavaşlamış atların arkalarından kamçılarla gittiklerinde (koşmalarında)

sebat gösteren o atların tersleri kurur, Yapışır birbirine ve siyaha çalan bir renk alır."

Katade der ki: Israr, masiyetler üzerinde sebat göstermek demektir. Nite­kim şair şöyle demektedir:

"Dar yollarının sakladıklarını geceleyin ısrarla işler Kalbiyle (günaha) ıarar edip aldatan her kişinin vay haline!"

Sehl b. Abdullah der ki: Cahil ölüdür. Unutkan ise uykudadır. Asi sarhoş­tur, günahı üzere ısrar eden helak olmuştun Israr etmek, sonraya ertelemek­tir. Sonraya ertelemek, yarın tevbe ederim demektir. Bu da nefsin bir iddi­asıdır. Hem yarına kendisi malik değilken yarın nasıl tevbe edebilir?

SehPden başkaları da şöyle demiştir: İsrar, tevbe etmemeye niyet etmek­tir. Eğer samimi bir şekilde tevbe etmeyi niyet- edecek olursa, o ısrar eden bir kişi olmaktan çıkar.

Ancak, Sehl'in görüşü daha güzeldir. Peygamber (sav)'dan da: "(Günaha) ısrar ile birlikte tevbe olmaz" buyurduğu rivayet edilmiştir.[152]

 

3. Kur’ân Üzerinde Tefekkürün Tevbe Etmekteki ve Günahlardan Kaçınmaktaki Rolü:

 

İlim adamlarımız der ki; Kişiyi tevbeye ve günahlar üzerinde ısrardan vaz­geçmeye iten, aziz ve gaffar olan Allah'ın Kitab'ı, şanı yüce Rabbimizin sö­zünü ettiği cennetin niteliklerine ve itaatkârlara vadettiklerine dair açıklamalan, cehennem azabı ile isyankârlara yaptığı tehditleri üzerinde devamlı düşünmektir. Bir kişi, bu şekilde tefekkürünü sürdürür ve Allah'tan korkma­sı ve nimetlerini umması güç kazanıncaya kadar devam ettirirse, yüce Allah'a nimetini umarak, azabından korkarak dua eder. Allah'ın nimetlerini umup, azabından korumak ise, korku ve ümidin bir semeresidir. Kişi, bunun saye­sinde Allah'ın cezasından korkar, Onun mükâfatını umar. Doğruya ulaşmak başarısını ihsan eden ise şanı yüce Allah'tır.

Şöyle de denilmiştir: Kişiyi tevbeye ve günahlardan vazgeçmeye iten, gü­nahların -öldürücü zehirler olmalarından ötürü- çirkinliklerine ve zararları­na Allah'ın mutluluğa iletmek istediği kimseye ilâhî bir yolla dikkatini çek­mesidir.

Derim ki: Bu, sadece lafızda bir ayrılıktır. Anlam itibariyle (öncekinden) bir farklılık ihtiva etmiyor. Çünkü insan, ancak yüce Allah'ın insanın dikka­tini çekip uyarması sonucunda Allah'ın vaidleri ve tehditleri üzerinde tefek­kür eder. Kul, yüce Allah'ın başarı ihsan etmesi sonucunda kendi nefsine ba­kıp işlemiş olduğu günahlarla ve hatalarla dolup taştığını fark edip, bundan dolayı da kusurlarına pişmanlık duyarak, şanı yüce Allah'ın cezasından kor­karak, geçmişte yaptıklarının benzerini terke koyulacak olursa, ancak ona: "Tevbe eden kimse" demek mümkündür. Eğer bu şekilde olmayacak olursa, artık bu, masiyet üzerinde ısrar eden ve helak oluşun sebeplerini terketme-yen bir kimse olur. Seni b. Abdullah der ki: Tevbe edenin alâmeti, işlemiş ol­duğu günahından dolayı, -Tebûk Gazası'nda geriye kalan üç kişi gibi (Bk. et-Tevbe, 9/118)- yiyecek ve içecekten kesilmesidir. [153]

 

4- Allah'ın Bağışlayıcılığı;

 

Yüce Allah'ın: "Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler" buy­ruğu ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun, yani onlar, günahla­rını hatırlayıp onlardan tevbe ederler anlamına geldiği söylenmiştir, en-Nehhâs, bu güzel bir görüştür demektedir.

"Onlar bile bile..." buyruğunun, Benim günah işlemeyi cezalandıracağımı ısrarla bile bile... anlamına geldiği de söylenmiştir.

Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr der ki: Onlar, eğer tevbe ettikleri takdirde, Allah'ın çla tevbelerini kabul edeceğini bilirler, demektir. Yine: Onlar, günah­larından dolayı mağfiret dileyecek olursa, günahlarının bağışla nacağım bi­lirler anlamındadEr, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de, on­lar, Benim kendilerine neleri haram kıldığımı bile bile yapmazlar. Bu açık­lamayı da İbn İshâk yapmıştır. İbn Abbas, el-Hasen, Mukatii ve el-Kelbî der­ler ki: Onlar, günah üzerinde ısrarın zararlı, onu terk etmenin, o günahı sür­dürmekten daha hayırlı olduğunu bilirler (ve bundan dolayı da günahtan vaz­geçerler). el-Hasen b. el-Fadl da der ki: Onlar, günahları bağışlayan bir

Rabblerinin bulunduğunu bilirler.

Derim ki: el-Hasen b. el-Fadl bu açıklamayı, Ebu Hureyre (ra)'ın rivayet ettiği şu hadisten almıştır Peygamber (sav) aziz ve celil olan Rabbinin şu buy­ruğunu bize aktarmıştır: "Kul, bir günah işler ve: Allah'ım günahımı mağfiret buyur derse, şanı yüce ve mübarek olan (Allah) da şöyle buyurur; Kulum bir günah işledi ve o, günahı bağışlayan ve günah dolayısıyla sorumlu tutan bir Rabbinin bulunduğunu bildi. Sonra bir daha günah işleyip de tekrar: Rabbim, bana günahımı bağışla, diyecek olursa -yine benzeri sözleri iki defa daha tek­rarlayıp- sonunda şöyle buyurur: İstediğini işle, Ben sana günahını bağış­ladım." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[154]

Bu buyrukta, tekrar günaha dönmek suretiyle tevbenin bozulmasından sonra yapılan tevbenin sahih oluşuna bir delil vardır. Çünkü, birinci tevbe bir itaatti. Bu ise geçip gitmiş ve sıhhatli bir şekilde gerçekleşmiştir. Kul, ikin­ci bir günahı işledikten sonra bir daha yeni bir tevbeye muhtaçtır. Günaha dönmek, her ne kadar onu ilk işlemekten daha çirkin ise de bu böyledir. Çün­kü, günahı tekrarlamakla günaha bir de tevbesini bozmayı ilave etmiş olur. O halde tekrar revbeye dönmek ilk tevbeden daha iyidir. Eira kul, böylelik­le kerim olan ve kendisinden başka günahları bağışlayacak kimsenin bulun­madığı O yüce zatın kapısına ısrarla gitmeyi ilave etmiş olur.

Hadis-i şerifin sonunda yer alan: "Dilediğini yap" ifadesi, konuyla ilgili açıklayıcı görüşlerin birisine göre, ikram ve lütufkârlık anlamında bir emir­dir. Dolayısıyla bu, yüce Allah'ın: "Oraya esenlikle giriniz" (el-Hicr, 15/46) buyruğu kabilindendir. Hadisin sonundaki ifadeler, muhatabın geçmişte iş­lemiş olduğu günahlarının bağışlanmış olduğunu ve şanı yüce Allah'ın izniy­le de gelecekte yapacağı iğlerinde de Allah tarafından korunmuş olacağını haber vermektedir. -Bu âyet-i kerimeyle bu hadis-i şerif, günahı itiraf edip günahtan dolayı Allah'tan bağışlanma dilenmenin çok büyük faydalar sağ­ladığına delil teşkil etmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki kul, günahını itiraf edip de sonra yüce Allah'a tevbe edecek olursa, Allah da onun tevbesini kabul buyurur." Bu hadisi Buhârî ve Müslim Sahihlerin­de rivayet etmişlerdir.[155]

Bîr şair de şöyle demektedir:

"Yiğit affedilme hakkını kazanır itiraf ederse Yapıp işlediği günahlarını."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"İtiraf et günahını, sonra affedilmesini dile Çünkü günahı inkâr şeklindeki inkâr, iki günahtır."

Müslim'in Sahih'inde de Ebu Hureyre'in şöyle dediği rivayet edilmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer gü­nah işlemeyecek olursanız, Allah sizi yok eder; (sizin yerinize) günah işleyip mağfiret dileyecek ve (Allah'ın da.) kendilerine mağfiret edeceği bir toplum getirir."

İşte "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerh-i Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış olduğumuz gibi» şanı yüce Allah'ın Gaffar ve Tevvâb isimlerinin an­lamlan budur. [156]

 

5. Çeşitli Günahlardan Tevbe Şekli:

 

Tevbesi yapılan günahlar, ya küfür ve inkârdır yahut başka günahlardır. Kâfirin tevbesi, geçmişteki küfür ve İnkârına pişmanlık duymakla birlikte iman etmesidir. Yalnızca iman etmek, tevbenîn kendisi değildir.

Küfrün dışındaki günahlar ise ya yüce Allah'ın bir hakkıdır, ya ondan baş­kalarının bîr hakkıdır. Yüce Allah'ın hakkından tevbe için günahı terketmek yeterlidir. Şu kadar var ki, bir takım günahlardan tevbe hususunda yalnızca o günahı terk etmeyi şeriat yeterli görmemiştir. Aksine, kimi günahlardan tev-beye -namaz ve oruçta olduğu gibi- ancak kaza etmeyi, kimisinde de yemin, zihar ve benzeri keffaretlerde olduğu gibi keffarette bulunmayı da ilave et­miştir.

İnsanların haklarıyla ilgili günahlardan tevbeye gelince, bu hakların sahiplerine ulaştırılması kaçınılmazdır. Eğer, bu hak sahipleri bulunamaya­cak olursa, onlar adına bu hakları sadaka olarak verilir. Fakirliği dolayısıy­la üzerindeki haktan kurtulabilme imkânını bulamayan bir kimsenin de Al­lah tarafından affedilmesi umulur; O'nun lütfü zaten çok yaygındır. Çünkü O, nice nice hak ve mükellefiyetleri sahipleri adına kendisi yerine getirmiş ve nice nice günahları hasenata dönüştürmüştür, İleride (el-Furkan, 25/70. âyetin tefsirinde) bu hususa dair daha geniş açıklamalar gelecektir. [157]

 

6.  Günahını Hatırlamayan ve Bilmeyen Kimsenin Tevbe Etmesi:

 

Kişi, günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise, muayyen olarak o günahtan tev­be etme yükümlülüğü yoktur. Bununla birlikte bir günah işlediğini hatır-

U) Müslim, Tevbe 11 {ayrıca bk. 9, 10); Tirmizİ, Deavâı ?8, Sıfatu'l-Cenne 2; Müsned, I, 289, II, 305, V, 414

Jayacak olursa, ondan dolayı tevbe etmesi gerekir. Hocamız Ebu Muhammed Abdulmu'tî el4skenderânî'nin -Allah ondan razı olsun- naklettiğine göre, pek çok kimse, İmam el-Muhasİbînin (bu husustaki görüşlerini) yanlış yorumlamış­lardır. Bunların yorumuna göre; İmam el-Muhasibî, -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tür olarak masiyetlerden tevbe etmenin sahih olmayıp genel olarak bütün masiyetlerden pişmanlık duymanın yeterli olmayacağı, bununla birlikte kişinin, azasıyla yapmış olduğu her bir fiilden ve kalbi ile işlemiş olduğu her bir günah­tan muayyen olarak tevbe etmesi kaçınılmaz olduğu görüşündedir. Bunu yanlış anlayanlar, Muhasibimin böyle dediğini kabul ederler.

Oysa onun maksadı böyle değildir. Onun sözlerinden de bu anlaşılmaz. Aksine mükellef, eğer fiillerinin hükmünü bilecek olursa ve neyin masiyet olduğunu bilip masiyet olmayandan ayırdedebilecek olursa, bu kişinin bütün bildiği günahlarından tevbesi sahih olur. Eğer o, geçmişte yapmış ol­duğu fiilin bir masiyet olduğunu bilmiyor ise, ne genel olarak, ne de Özel olarak o günahından dolayı tevbe etmesine imkân yoktur.

Meselâ, bir kimse faiz çeşitlerinden birisini işleyip durmakla birlikte, bunun bir faiz olduğunu bilmiyor ise, şanı yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, faizden arta kalanı da bırakın. Eğer mü'minler iseniz. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve Rasâlü tarafından size karşı savaş açıl­dığım 6i/m"Cel-Bakara, 2/278-279) buyruğunu işitince bu tehdit kendisine ağır gelir ve kendisinin faiz almaktan uzak olduğunu zanneder. Ancak şu an­da faizin hakikatini öğrenip de geçmiş günleri üzerinde düşünüp değerlen­dirme yaptığında, daha önceki zamanlarda böyle birşeye çokça bulaştığını öğrenecek olursa, bu kimsenin şu anda bütün bu yaptıklarından pişmanlık duyması sahihtir. Bu işleri yaptığı vakitleri tayin etmek yükümlülüğü yoktur. İşte gıybet, nemime (laf taşıyıcılık) ve buna benzer haram olduklarını bil­mediği diğer bütün günahları işleyen herkesin durumu böyledir.

Kulun, bilgi sahibi olup geçmiş konuşmalarını tetkik edince, genel olarak bunların hepsinden tevbe etmesi, şam yüce Allah'ın hakkına karşı kusurlu davranışından pişmanlık duyması ve zulmettiği kimselerden helallik dileyip de o kimselerin de genel olarak ondaki haklarını gönül hoşluğu ile helal edip haklarından vazgeçmeleri caizdir. Çünkü, böyle bir şey, meçhul olan bir malı hibeye benzer.

Şimdi kulun cimriliğine, hakkını istemeye, tutkunluğuna rağmen durumu {.yani bilinmeyen bağışının kabulü.) sözkonusu olduğuna göre, ya itaatte bu­lunup sebeplerini takdiri lütfeden, küçüğüyle büyüğüyle masiyetleri af­feden kerimler keriminin günahları bağışlaması hakkında ne denir! Yine Ho­camız, -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: İşte İmam (el-Muhasi-bîVnin maksadı budur. Üzerinçle dikkatle düşünenlerin sözlerinin ifade et­tiği anlamın bu olduğunu görürler. Herhangi bir kimsenin yanlış olarak an-

layıp zannettiği gibi, herbir fiil, hareket ve durak için ayrı ayn ve muayyen olarak pişmanlık duymaya gelince bu, aklen caiz olmakla birlikte Şer1an vukuu sözkonusu olmayan teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen şeyleri yerine getir­mekle mükellef tutmak) kabilindendir. Bu yanlış anlamaya göre, tevbe ede­cek olanın, içki içerken kaç yudum aldığını, zina ederken kaç defa hareket ettiğini, haram bir işi işlemek için kaç adım attığım da bilmesi gerekir. Oy­sa hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bu şekilde tafsilatlı olarak hiçbir kim­senin günahından tevbe etmesi beklenemez. İleride Nisa Sûresi'nde ve baş­ka yerlerde (en-Nisâ, 4/17-18; Tâ-Hâ, 23/82, âyet...) tevbenîn şartlan ve tevbenin hükümlerine dair daha geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle-gelecektir. [158]

 

7. Kişinin Kalbi Kararlarından Sorumluluk Derecesi:

 

Yüce Allah'ın: " ısrar da etmezler™ buyruğunda sünnetin kılıcı, ümmetin lisanı, Kadı Ebu Bekr b. eL-Tayyib'in söylemiş olduğu; İnsan kalbinde yap­mak üzere kararlaştırıp kendisini hazırladığı ve azmetmiş olduğu masiyetler-den sorumlu tululur, şeklindeki görüşünün lehine açık bir belge ve kafi bir delil vardır.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerimde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: aKim ora­da zulme meyletmeyi ve ilhadı isterse Biz ona acıklı azapdan tattırırız" (el-Hac, 22/25) bir başka yerde de: "Sonunda (o bahçeleri) kapkara kesiliver­di" (el-Kalem, 68/20.) buyruğu ile de bahçe sahiplerinin kararları sebebiyle fiilen onu uygulamaya koymadan cezalandırıldıkları beliitilmektedû ki, ileride buna dair açıklamalar da gelecektir. Buhârî'deki hadise göre de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya gele­cek olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir" Ashâb: Ey Allah'ın Rasûlü, katili anladık. Maktul ne diye? diye sorunca, Hz. Peygamber şu cevabı ver­di: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi arzu ediyordu,"[159]

Böylelikle Hz. Peygamber, cehennem azabı tehdidini arkadaşını öldürmeyi arzulamasına bağlamaktadır. Bu da bu konuda karar vermek dernektir. Biz­zat silahını çekmesini de hükümsüz kılmaktadır;  

Bundan daha açık bir delil ise, Tirmizî'nin, Ebu Kebşe el-Elnarî!den mer-ftT olarak rivayet edip, sahih olduğunu belirttiği şu Iıadis4 şeriftir: "Dünya dört kişiyedir. Yüce Allah, birisine bir mal ve bir ilim vermiş, o da bu husus­ta Rabbinden sakınır, bu yolla akrabalık bağım gözetir; malında Allah'ın hakkının bulunduğunu da bilir. Bu mevkilerin en üstünündedir. Birisine de yüce Allah bir ilim vermiş fakat mal vermemiştir. Bu kimse de samimi bir niyet­le der ki: Eğer malım olsaydı filan kişinin amel ettiği gibi ben de malımda amel ederdim. Bu da niyeti ile (ecir alır) ve her ikisinin de ecri birbirine eşittir. Bir kimseye de yüce Allah mal vermekle birlikte ilim vermemiş olur. Bu da bil­gisizce malını gelişi güzel kullanır. Malı hususunda Rabbinden korkmaz, onunla akrabalık bağım gözetmez, Allah'ın o malında bir hakkının bulun­duğunu bilmez. Bu ise, mevkilerin en kötüsündeîiir. Bir kişiye de Allah mal da vermemiş, ilim de vermemiş olur. Bu kişi de: Eğer benim bir malım bulunmuş olsaydı, filan kişinin o malına yaptığı uygulamanın bir benzerini yapardım der. İşte bu kişi de niyetinin karşılığını alır. Bunun da, ötekinin de vebali eşittir."[160]

İşte Kadı i(Ebu Bekir b. et-Tayyib)'in kabul etmiş olduğu bu görüş, genel olarak selefin ve fukahâ, muhaddis ve kelâmcılardan ilim ehlinin benimsemiş olduğu görüştür. İnsanın yapmayı tasarladığı bir şeyden dolayı - bu konuda karar verip kendisini buna hazırlamış olsa dahi- bundan dolayı sorumlu tutul­mayacaktır diye iddia eden muhalif kanaatlere de itibar edilmez.

Bu muhalif kanaati savunanların, Hz. Peygamber'!n: "Her kim bir günah işlemek isteyip de onu işlemeyecek olursa, o aleyhine yazılmaz. Eğer onu iş­leyecek olursa, onun için tek bir günah olarak yazılır[161] buyruğunda da bu muhalif kanaatin lehine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü "onu yap­mayacak olursa" buyruğunun anlamı, zikrettiğimiz buyrukların delâleti ile onu işlemeyi kararlaştırırı asa anlamındadır. "Eğer onu işlerse" ifadesinin anlamı ise, yaptığımız açıklamaların da ifade ettiği üzere onu fiilen açığa çıkartır veya işlemeye azmederse anlamındadır. Başarımız Allah'tandır. [162]

 

136. İşte onların mükâfatı, Bablerinden bir mağfiret ve altından ır­maklar akan cennetlerdir. Orada ebedi kalacaklardır. İş yapan­ların mükâfatı ne

 

Şanı yüce Allah, lütuf ve keremi ile samimi ve ihlâsh olarak tevbe edip, günahı üzerinde ısrar etmeyen kimselere günahlarım bağışlayacağını, ifade buyurmaktadır Bu buyruğun, Uhud olayı ile ilişkili olması da mümkündür. Yani, her kim kaçar, sonra da tevbe edip de bu husus üzerinde ısrar et­meyecek olursa, Allah, ona mağfiret edecektir demek olur. [163]

 

137. Sizden önce sünnetler gelip geçti. Onun için yer yüzünde ge­zin de yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün!

 

Bü buyruk, şanı yüce Allah tarafından mü'minlere bir tesellidir.

Sünnetler (sünen) kelimesi, "sünnetlin çoğulu olup, dosdoğru yol demek­tir. "Filan kişi sünnet üzeredir" sözü, o kimse, yanlış herhangi bîr hevâya mey-letmeksizin dosdoğru yol üzeredir, demektir. el-Hüzlî def ki:

"İzlemiş olduğun bir sünnetten dolayı çekinme! Çünkü bir sünneti ilk beğenen kişi, oau izleyendir.*

Sünnet, aynı şekilde kendisine tabi olunan ve uyulan imam, önder kişi de demektir. Meselâ bir kimse, hayır veya şer türünden olsun, bir iş yapıp da o işte ona uyulacak olursa: “Filan kişi iyi ve kötü bir sünnet ortaya koydu” denilir. Şair Lebid der ki:

"Öyle bir aşiretten(im) ti, ataları onlar için bir sünnet belirlemiştir. Zaten her bir kavmin bir sünneti ve bir imamı vardır."

Sünnet, aynı zamanda ümmet, sünen ise ümmetler anlamındadır. Bu açıklama el-Mufaddal'dan nakledilmiştir. Ayrıca el-Mufaddal, şu beyiti nak­letmektedir:

"İnsanlar, onların fazileti gibi bir fazileti görmediler.

Ve geçmiş sünnetler (ümmetler) arasında da onlar gibisini görmediler.1*

ez-Zeccâc der ki: (Âyet-î kerimede geçen) "sünnetler" in anlamı, sünnet­lerin sahipleri şeklinde olup, muzaf hazfedilmiştir.

Ebû Zeyd de bunun, misaller ve örnekler anlamına geldiğini, Ata ise şe-riatler manasında olduğunu söylemiştir.

Mücâlıid de der ki: "Sizden önce sünnetler gelip geçti" buyruğu ile siz­den önce Âd ve Semûd gibi peygamberlerini yalanlayan kimselerin helak edil­mesi kastedilmektedir.

Âkibet ise, işin nihayeti ve sonu demektir. Buradaki âkibet İle Uhud gü­nü kastedilmektedir. Yani şöyle buyurmaktadır: Ben, Peygamber (.savVın ve mü'minlerin zafere kavuşması, onların düşmanları olan kâfirlerin de helak edilmesi için belirlemiş olduğum va'de gelinceye kadar onlara mühlet veri­yorum, onlara zaman tanıyorum ve onları derece derece azaba yaklaştırıyo­rum. [164]

 

138. Bu, insanlar için bir açıklama, takva sahipleri için de bir hi­dâyet ve bir öğüttür.

 

Burada maksat el-Hasen ve başkalarından nakledildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bir diğer görüce göre bununla, yüce Allah'ın: "Sizden önce ümmet ter gelip geçti" buyuruğuna işaret edilmektedir.

"Mev'İza" ise, vaaz ve öğüt demek olup buna dair açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/66. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [165]

 

139- Gevşemeyin, üzülmeyin. Gerçeklen inanmışsaoız mutlaka siz en üstünsünüz.

 

Şanı yüce Allah, Uhud günü, aralarından öldürülen ve yaralananlar do­layısıyla onlara taziyede bulunmakta, teselli etmekte; düşmanlarıyla savaşa teşvik edip, acze düşüp güç ve kuvvetlerini de yitirmelerini yasaklayarak: "Gevşemeyin" diye buyurmaktadır.

Yâm\ ey Muhammed'in ashabı! Başınıza gelen bu musibetler dolayısıyla düşmanlarınıza karşı cihad etmek hususunda £aaf göstermeyin, korkaklığa kapılmayın. Ne onların üstünlükleri dolayısıyla, ne de başınıza gelen musi­bet ve bozguna uğramanız dolayısıyla da "üzülmeyin." Eğer siz, Benim vadimin doğruluğuna "gerçekten inanmış sanı/, mutlaka siy en üstünsü­nüz." Sonunda güzel âkibet, zafer ve yardımım sizin olacaktır. "(ü|): ... sa­nız/ şart edatının {.sebeplilik bildiren: i| ) anlamında olduğu da söylenmiş­tir. (Yani: Siz, en üstünsünüz, çünkü siz inanmışsınız, anlamındadır).

İbn Abbas der ki: Uhud günü Rasûlullah (sav)'ın ashabı bozguna uğradı. Onlar bu halde iken, Halİd b, el-Velid, müşriklerden bir gurup atlı ile birlik­te dağdan dolanıp üzerlerine baskın yapmak arzusu ile geldi. Peygamber (savVda şöyle buyurdu: "Allah'ım, bunlar bizim üzerimize çıkamasınlar! Al­lah'ım, bizim gücümüz ancak Sendendir. Allah'ım, bu beldede bu topluluk­tan başka Sana ibadet eden yoktur" diye buyurdu. Bunun üzerine yüce Aİ-lah'da bu âyeoi kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir gurup okçu da yer­lerinden kalkıp dağa tırmandılar ve bozguna uğratmcaya kadar müşriklerin atlılarına ok attılar, İşte yüce Allah'ın: "Siz en üstünsünüz" buyruğunda kastedilen de budur. Yani, Uhud'daki yenilgiden sonra, düşmanlarına karşı galip gelenler sizlersiniz, demektir.

Artık bundan sonra müslümanlar, ne kadar asker ve ordu sevk edip çıkar-dılarsa, Rasûlullah (sav) döneminde karşılaştıkları her orduya karşı mutlaka zafer kazandılar. Rasûlullah (sav)'dan sonra, ashabı kiramdan bir kişinin da­hi bulunduğu her bir orduda da yine onlar muzeffer oluyorlardı. İçte bütün şu beldeler de Rasûlullah (sav)'ın ashabı döneminde fethedilmiştir. Onların dünyadan ayrılmalarından sonra ise, o dönemde onların fethettikleri şekil­de herhangi bir belde fethedilmiş değildir.

Bu âyet-i kerîmede bu ümmetin fazilet ve üstünlüğü de açıklanmaktadır. Çünkü, yüce Allah onlara, Peygamberlerine hitap ettiği şekilde hitap etmiş­tir. Zira, yüce Allah Hz. Musa'ya: "Şüphesiz ki, en üstün olan sensin, sen!" (Tâ-Hâ, 20/68) diye buyururken, bu ümmete de: "Siz em üstünsünüz" diye hitap etmiştir. Burdaki "en üstün" anlamındaki lafız ise, şanı yüce Allah'ın, "el-Âlâ: en yüce, en üstün" isminden müştaktır. Ve Yüce Allah mü'minlere: "En üstün olanlar sizlersiniz" diye hitap etmektedir. [166]

 

140. Eğer sîze bir yara dokuaduysa» şüphesiz ki o kavme de onun gibi bir yara dokunmuştur. İşte bu günleri Biz, insanlar arasın­da döndürür dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtmesi, İçi­nizden şattdler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez.

 

Yüce Allah'ın: "Eğer size bir yara dokunduysa" buyruğunda ki ( yara demektir. el-Kisaî ile el-Alıfeş'den nakledildiğine göre bu kelimenin, "kaf 'harfinin üstün ile ötre okunması iki ayn söyleyiştir. el-Ferrâ ise şöyle der: "Kaf" harfi üstün okunursa yara, ötreli okunursa o yaranın acısı anlamına gelir.

Buyruğun anlamı şudur: Eğer Uhud günü size bir yara dokunduysa, şüphesiz o kavme de Bedir günü onun gibi bir yara dokunmuştur.

Muhammed b. es-Semeyka' ise, bu kelimeyi mastar olarak "kaP ve "fa" harfini üstün okumuştur

"O günleri Biz insanlar arasında döndürür dururuz." Bunun savaş hak­kında olduğu söylenmiştir.

Savaş, yüce Allah'ın dinini muzaffer kılması için, kimi zaman müminler lehine zaferle sonuçlanır, mü'minler isyan edecek olurlarsa,, onları belâlar­la denemek ve günahlardan da temizlemek maksadıyla da, kimi zaman da kâfirler lehine sonuçlanır. Şayet isyanları sözkonusu olmazsa, şüphesiz Al­lah'ın hizbi (Allah'ın taraftarları) galip gelenler olurlar.

"İnsanlar arasında döndürür dururuz" buyruğunun, sevinç, keder, sağ­lık, hastalık, zenginlik, fakirlik gibi şeyleri döndürür dururuz anlamına gel­diği de söylenmiştir.

Döndürüp durmak anlamındaki geri gittikten sonra tekrar dön­mek, gelmek demektir. Şair der ki:

"Bir gün lehimize, bir gün de aleyhimizde Ve bir gün üzülürüz, seviniriz bir gün de.”

Yüce Allah'ın: "Bu, Allah'ın iman edenleri belirtmesi... içindir" buyru­ğu şu demektir: Günlerin bu şekilde dördürulüp durulması, mü'min kim, mü­nafık kim görünsün ve biri diğerinden ayırd edilsin diyedir. Nitekim Yüce Al­lah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün si­ze gelen musibet, Allah'ın izniyle idi. Ve bu, mü'minleri belirtmek içindi. Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi." (Âl-i İmran, 3/1^6-167)

Buyruğun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yüce Allah, onlan sabretmek­le mükellef kılmadan önce, gaybî bilgisiyle bildiği gibi, karşılığın verilmesi­nin sözkonusu olacağı şekilde, mü'minlerin sabrını, vakıada ortaya çıkarmak içindi, demektir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önce Bakara Sûresi'nde (2/143- âyet, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [167]

 

Yüce Allah'ın: Ve içinizden şâhidler edinmesi içindir" buyruğu ile il­gili açıklamalarımızı da üç başlık halinde sunacağız:

 

1. Şehidlerin Şakidliği:

 

Yüce Allah'ın: "İçinizden şahidler edinmesi içindir*1 buyruğu, sizi şelıid-likle mükâfatlandırması, size şelıidliği ikram etmesi içindir, anlamındadır. Bu-nun da; aranızdan bir topluluk öldürülüp, amelleri ile insanlara karşı şahid­ler olsun diye, anlamındadır. Şehide bundan dolayı bu ismin verildiği de söy­lenmiştir. Bir başka görüşe göre de şehide bu ismin veriliş sebebi, onun cen­netlik olduğuna şahidlik edilmiş olmasından ötürüdür. Bir diğer görüşe gö­re de şehide bu ismin veriliş sebebi, onların ruhlarının Darus-Selâin'da ha­zır bulunmaları dolayısıyladır. Zira onlar, Rableri katında diridirler. Şehidle­rin dışındakilerin ruhları ise cennete ulaşamaz. Buna göre şehid, cennette ha­zır bulunan manasında şahid anlamındadır. İleride gelecek açıklamalara göre sahih olan açıklama da budur, Şehadetin fazileti çok büyüktür. Şehade-tin faziletine dair Yüce Allah'ın: "Muhakkak Allah mü'minlerden canlarını... satın almıştır" (et-Tevbe, 9/111) âyeti ile: "Ey iman edenler, sizi çok acıklı bir azabdan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlü-ne iman edersiniz, mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edersi­niz.,. İşte bu çok büyük kurtuluştur" (es-Sâf, 61/10-12) buyrukları yeterlidir.

el-Bustî'nin Sahihinde Ebû Hureyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ra-sülullah (sav) buyurdu ki: 'Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği, ancak siz­den herhangi bir kimsenin bir yaradan hissettiği kadardır.[168]

Nesaî de Raşid b. Saad'dan, o, Peygamber (sav)'ın ashabından birisinden rivayet ettiğine göre, bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü, şehid müs-Eesnâ neden bütün mü'minler kabirlerinde fitneye (sorgulanmaya) maruz ka­lırlar? Hz. Peygamber şu cevabı vermiş: "Başının üstündeki kılıç parıltıları fit­ne olarak ona yeter." [169]

Buhârî'de de şöyle denilmektedir; "Uhud günü öldürülen müslümanlar" diye açtığı babta şehidler arasında; Hamza, el-Yeman3 en-Nadr b. Enes (Bu-hârî'de de olduğu gibi doğrusu Enes b en-Nadr'dır), Mûsâb b. Umeyr de var­dır. Bana, Amr b. Ali'nin naklettiğine göre, Muaz b. Hişam dedi ki: Bana ba­bam anlattı, o, Katade'den naklen dedi ki: Arap kollan arasında Kıyamet gü­nünde şehidi ensârdan daha üstün ve bol kimse bilmiyoruz. Katade der ki: Bize Enes b. Malik'in anlattığına göre, Uhud günü onlardan yetmiş kişi, Bi'ri Maûne'günü yetmiş kişi, Yemame günü de yetmiş kişi öldürülmüştür. (Ka­tade} der ki: Bi'r'i Maüne faciası, Peygamber (sav) döneminde, Yemame gü­nü ise, Ebû Bekir'in halifeliği döneminde Müseylime el-Kezzâb ile karşılaşıl­dığı gündür. [170]

Enes der ki: Peygamber (sav)'ın huzuruna vücudunda altmış küsur mız­rak yarası, kılıç darbesi ve ok yarası bulunduğu halde Ali b. Ebî Tâlîb geti­rildi. Peygamber (sav) bu yaralan eliyle sıvazlamaya koyuldu. Onun sıvaz­laması ile birlikte, yüce Allah'ın izniyle hiç yara olmamış gibi yaralar kapa-nıveriyordu.[171]

 

2. İlahi İrade ve Emir Arasındaki Fark:

 

Yüce Allah'ın: "Ve içinizden şah idler edinilmesi içindir" buyruğunda, Ehl-i Sünnetin de dediği gibi, irade'nin emir'den farklı olduğuna delil var­dır. Şanı yüce Allah, Hz. Hamza ile diğer mü'min arkadaşlarının öldürülme­sini kâfirlere yasak kılmakla birlikte, onların öldürülmelerini de irade buyur­muştur. Hz, Âdem'e ağaçtan yemesini yasaklamakla birlikte, ondan yemesi­ni irade buyurmuş, Hz. Âdem de o ağaçtan yemiştir. Bunun aksi olarak da İblis'e, Âdem'e secde etmesini emretmekte birlikte secde etmesini irade bu-yurmamışttr. O bakımdan iblis de secde etmemişti. Şanı yüce Allah'ın: "Fa­kat Allah, onların bu sefere çıkmalarını koş görmedi. Bu sebepten dolayı on lan alıkoydu" (et-Tevbe, 9/46) hak buyruğunda da bu gerçeğe işaret edil­mektedir. Her ne kadar yüce Allah, hepsine cihada çıkmalarını emretmiş ise de, yola koyulmayı engelleyen tembellik ve sair sebepleri hakkederek, on­lar da yerlerinde oturup kalmışlardı. [172]

 

3-  Utıud Şekidleri, Bedir'de Müşrik Esirlerden Fidye Alınmasının Bir Karşılığı idi:

 

Ali b. Ebî Tâlib (ra)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cebrail, Pey­gamber (sav)'a Bedir günü gelip şöyle dedi: Sen, ashabını esirler hususun­da muhayyer bırak. Dilerlerse esirleri öldürürler, dilerlerse karşılığında fid­ye alırlar. Ancak o takdirde, gelecek yıl ashabından bu esirler kadar öldürü­lecektir Bu sefer ashab: Fidyeyi kabul edelim ve bizden bu kadar kişi öldü­rülsün dediler." Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve: Hasen bir hadistir, demiş-

tir.[173]

Şanı yüce Allah onlan muhayyer bırakıp, kendilerinden o sayıda kişinin öldürülmesini tercih etmelerinden sonra, gerçek dostlarına şehid düşmesi şek­lindeki va'dini yerine getirdi.

"Allah, zalimleri sevmez." Yani, müşrikleri sevmez. Bu da şu demektir: Her ne kadar kâfirlerin müminlere zarar vermelerine imkân tamsa bile O, on­ları sevmez. Her ne kadar mü'minlere bir acı isabet ettirilse bile O, mü'min-leri sever. [174]

 

141. (Bu), Allah'ın iman edenleri temizlemesi, kâfirleri de mahvet­mesi İçindir.

 

Temizlemesi" kelimesinin anlamı ile ilgili üç görüş vardır. Bi­rinci görüşe göre, sınayıp denemesi içindir anlamındadır. İkinci görüşe gö­re ise, temizlemesi içindir. Yani, onJan günahlarından arındırması içindir, de­mektir Bunun da anlamı şu olur: Allah'ın, iman edenleri günahlarından arın­dırıp temizlemesi içindir. Bu açıklamay\el-Ferrâ yapmıştır.

Üçüncü görüşe göre ise bu kelime, kurtarmak anlamındadır ki, en garip açıklama şekli budur. el-Halil der ki: Kaim ipin tüyleri bittiği ve kalmadığı vakit bu fiil kullanılır. Nitekim; Allah'ım, bizi günah­larımızdan kurtar ifadesi de buradan gelmekte olup, günahlarımızın cezasın­dan bizi kurtar, demektir.

Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Ben, Muhammed b. Yezid'e, el-Halıl'den nak­len "temhîs" fiilinin tahlîs (kurtarmak, temizlemek) anlamına geldiğini okudum. Bu anlamda olmak üzere:  onu kurdardı, kurtarır" şek­linde kullanılır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Mü'minleri sınaması, onlara sevap vermesi ve onları günahlarından kurtarması içindir, "Kâfirleri de mahvetmesi içindir." Onları kökten helak etmesi içindir, demektir, [175]

 

142. Yoksa, Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirt­meden cennete girivereceğinizi rai sandınız?

 

Buradaki Yoksa" kelimesi, Hayır, anlamındadır. Burada "mim" harfinin fazladan geldiği ve mananın, istirham hemzesi ile: Ey Ulıud günü boz­guna uğrayanlar! Siz de öldürülüp hem öldürülmeye hem de yaralanmanın acılanna sabredenlerin cennete girdikleri gibi, onların yollarım izlemeksizin ve onlar sabrettiği gibi sabretmeksizin cennete gireceğinizi mi sandınız? Hayır bu olmaz! şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden" yani, amellerin karşılığının verilmesi sözkonusu olsun cjiye vakıa âleminde bunu ortaya çıkartmadan "cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Yani: siz, cihad edip de cikad ettiğinizi ortaya çıkartmadıkça bu iş olmaz.

Burada  manasınadır. Sîbeveyh ise, bu iki edat arasın­da fark gözeterek Yapmadı kelimesinin, yaptı fiilinin nefyi oldu­ğunu, “” ise, yapmıştır anlamındaki: in nefyi olduğunu id­dia etmiştir.

ise, “” ın takdiri ile nasb edilmiştir. Bu açıklama el-Halil'den nakledilmiştir.

el-Hasen ile Yahya b. Ya'mer ise cezm ile okumuşlardır. Bunun önceki cümle ile bağlantısı koparılarak ref ile de okunmuştur. Yani Ve Allah bilir, takdirindedir. Bu kıraati de Abdülvaris, Ebû Amr'dan rivayet etmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Burada fiilin başındaki "vav" harlı takdirindedir.

Yani, az önce de geçtiği gibi; Allah sizden cihad edenleri (ve) onların sabrettiklerini ortaya çıkartmadan... takdirindedir. [176]

 

143. Andolsun siz, onunla karşılaşmadan önce ölümü arzuluyordu-nu2. İşte bakıp duruyorken onu gördünüz.

 

Yüce Allah'ın: "Andolsun siz... ölümü arzuluyordunuz" buyruğu, siz ölüm ile karşılaşmadan önce şehadeti temenni ediyordunuz demektir, el-A'meş: "Onuola karşılaşmanızdan önce" buyruğundaki: Onunla karşı­laşmanız... w anlamındaki kelimeyi diye okumuştur Siz, öldürülme ile karşılaşmadan önce ... demektir. Bunun, ölüm sebepleriyle karşılaşmadan önce... anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da şuna işarettir: Bedir'de ha­zır bulunmayanlardan pek çok kimse, savaş olacak bir günde hazır bulun­mayı temenni ediyorlardı Ancak, Uhud günü savaş olunca geri dönüp kaç­tılar. Bozguna uğradılar. Aralarından öldürülünceye kadar sebat gösterenler de oldu ki, bunlardan birisi de Enes b. Malik'in amcası Enes b. en-Nadr'dır.

Enes b. en-Nadr, müslümanlar geri çekilip bozguna uğrayınca: Allah'ım! Ben bunların yaptıklarından uzak olduğumu Sana bildiririm, deyip savaşa gi­rişti ve: Oh be gerçekten cennet kokusudur bu! Şüphesiz ben, o kokuyu alı­yorum, diyerek şehid düşünceye kadar çarpışmaya devam etti. Enes der ki: Biz, onu ancak parmak uçlarından tanıyabildik. Vücudunda seksen küsur ya­ra tesbit ettik. İşte yüce Allah'ın: "Mü'minlerden Allah'a verdikleri ahidlerinde sebat gösteren yiğitler de vardır" (el-Ahzab, 33/23) buyruğu, onun ve benzeri kimseler hakkında nazil olmuştur.[177]

O halde bu âyet-i kerime, yenilip bozguna uğrayan kimseler hakkında bir sitemdir. Özellikle de Peygamber (sav)'e Medine dışına çıkması hususunda baskı yapanlar olmuştu. -Buna dair açıklamalar ileride gelecektir-.

Ölümün temenni edilmesi ise, müslümanlar hakkında cihad üzere sabır ve sebat göstermeye mebni şehâdetin temenni edilmesi manasınadır. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesi anlamında bir temenni değildir. Çünkü, böyle bir temenni masiyettir, küfürdür. Böyle bir masiyetin irade edilmesi de caiz olamaz. İşte müslümanların Allah'ın kendilerine şehadeti nasib etmesi­ni dilemeleri de bu şekilde yorumlanır. Onlar, öldürülme sonucunu verecek olsa dahi, cilıad üzere sabretmeyi Allah'tan dilerler.

Yüce Allah'ın: "İşte sîz bakıp duruyorken" buyruğu ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: Bu buyruk, yüce Allah'm: "Onu gördünüz1* buyru­ğunun te'kid anlamı ile tekrar edilmesi demektir, Yüce Allah'ın: "Ve kanat­larıyla uçan herbir kuş'1 (el-En'âm, 6/38) buyruğunda olduğu gibi.

Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sizler, gözlerinizde herhangi bir hastalık olmaksızın görebildiğiniz halde onu gördünüz, anlamındadır. Nite­kim: Gözlerinde herhangi bir rahatsızlık sözkonusu olmaksızın sen şunu şu­nu gördün, demek bu kabildendir. Yani sen onu, gerçek manada gördün. Bu da te'kid anlamım ifade eder.

Kimist de: "Siz bakıp duruyorken" buyruğu, siz Mulıammed (sav)'a ba­kıp duruyorken, anlamındadır, der, Âyet-i kerimede hazfedilmiş ifade de var­dır. Yani: Siz, bakıp duruyorken, onu gördüğünüz halde, ne diye bozguna uğradınız? demektir. [178]

 

144. Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir, şimdi ölür veya öldürülürce, ök­çeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üze­rinde dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Rivayet edildiğine göre âyet-i kerime, Şeytan: Muhammed öldürüldü, di­ye bağırdığı vakit müslümanlarm geri dönüp kaçışmaları sebebiyle nazil ol­muştur.[179]

Atiyye el-Avfî der ki: Bunun üzerine kimisi şöyle dedi: Muhammed öldü­rüldü, haydi artık bunlara elinizi uzatınız. Ne de olsa onlar kardeşi erin izdir. Kimisi de şöyle dedi: Eğer Muhammed öldürülmüş ise ne diye siz de ona ka­vuşuncaya kadar Peygamberiniz ne uğurda can verdiyse siz de canınızı vermiyorsunuz? İşte bunun üzerine şanı yüce Allah: "Muhanamed ancak bir Peygamberdir. Ondam önce de nice peygamberler gelip geçmiştir" buyru­ğundan itibaren "Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini de... verdi" (Âl-i İmran, 3/148.) buyruklarım indirdi.[180]

“Mâ” Nefy edatıdır. Ondan sonra gelen ifadeler ise, müptedâ ve haber olup amel etmemiştir. İbn Abbas: ''peygamberler1' anlamındaki kelimeyi "elif-lam"sız olarak dîye okumuştur.

Yüce Allah bu âyet-i kerimede peygamberlerin kavimleri arasmda ebediy-yen kalmayacaklarını, bununla birlikte Peygamber eğer ölür veya öldürüle­rek yitirilecek olursa, peygamberlerin getirdiklerine sımsıkı yapışma gerek­tiğini anlatmaktadır. Şanı yüce Allah, Peygamberi ve seçkin kuluna, Muham­med ve Ahmed olmak üzere kendi isminden müştak iki isim lütfederek şe-reflendirmiştir. Araplar, bir kimsenin övülmeye değer bir kimsenin hasletle­rinin çokluğunu anlatmak üzere Mahmud ve Muhammed derler. Nitekim şa­ir şöyle demiştir:

"O çok şerefli ta'zim Dİunan efendi cömert ve övülen kimseye.,,"

Bu mısra, daha önce Fatiha Sûresi'nde de (1/2. âyet, 4. başlıkta) geçmiş idi. Abbas b. Mirdâs da der ki:

"Ey Peygamberlerin sonuncusu, sen (Allah tarafından) hayır ile

gönderilmiş bir Peygambersin Bütün doğru yolları gösteren Benain

O, mutlak İlah senin hakkında mahluk atı arasında bir sevgi takdir etmiş ve Sana Muhammed (çokça övülen) adım vermiştir."

Bu âyet-i kerime (Uhud'da) bozguna uğrayanlara serzenişin tamamlayı­cı bir bölümüdür. Yani, Muhammad (sav) öldürülecek olsa dahi, onlar boz­guna uğramakta haklı olamazlar. Peygamberlik ölüm ile sona ermez. Dinler peygamberlerin Ölümü İle zeval bulmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [181]

 

2. Hz. Peygamberin Vefatı ve Uz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in Tavırları:

 

Bu âyet-i kerime, Ebû Bekir es-Sıddîk'ın kahramanlığına ve cesaretine en açık delillerden birisidir. Kahramanlık ve cesaretin sının ise musibetlerin ge­lip çatması esnasında kalbin sebat göstermesiyle ortaya çıkar. Daha önceden de Bakara Sûresi'nde (2/156-157. âyet, 3. başlıkta) açıklandığı gibi Peygam­ber (sav)'ın vefatından daha büyük bir musibet olamaz. İşte Ebû Bekir'in kah­ramanlığı ve bilgisi, bu musibet esnasında açıkça ortaya çıkmıştır. Zira insan­lar, Rasûlullah (sav) ölmedi, dediler.

Ömer de bunlardan birisiydi. Hz. Osman'ın dili tutulmuş, Hz. AH evinde kalmıştı. İş, içinden çıkılmaz bir hal almışken, Ebû Bekir es-Sıddîk ise, (Me­dine'nin) es-Sunh diye bilinen yerindeki evinden geldiği sırada bu âyet-i ke­rimeyi okumakla durumu açıklığa kavuşturmuştu. Nitekim Buhârî'de de bu durum böylece açıklanmıştır. [182]

İbn Mace'nin Sünen'inde Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (savVın ruhu kabz edildiğinde Ebû Bekir de el-Avâli denilen yerde hanımı Harice kızının yanında bulunuyordu. Herkes, Peygamber (sav) ölmedi. O, sadece vahiy geldiği zaman karşı karşıya kaldığı hallerden bir hal içerisindedir, diyordu. Ebû Bekir geldi. Rasûlullah (sav)'ın yüzünü açtı ve göz­leri arasından (alnından) öpüp şöyle dedi: Senin Allah nezdindeki değerin canını iki defa almayacak kadar büyüktür. Allah'a yemin ederim, RasûluUah vefat etmiş iken Ömer de Mescid'in bir tarafında şöyle diyordu: Allah'a ye­min olsun, Rasûlullah (sav) ölmedi. O, pek çok münafık kimsenin el ve ayak-lannı koparmadan ölmeyecektir. Bunun üzerine Ebû Bekir ayağa kalkıp mim-bere çıktı ve şöyle dedi: Kim Allah'a ibadet ediyor idiyse, şüphesiz Allah di­ridir, ölmez. Kim de Muhammed'e ibadet ediyor ise, gerçek şu ki Muhammed ölmüştür. "Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de nice pey­gamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürce, ökçeleriniz üzerinde (feriye) mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerinde dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir." Ömer dedi ki: Ben bu âyeti o güne kadar hiç okumamış gibi idim.[183]

Ebu Nasr Ubeydullah el-Vâilt'nin el-İbâne adlı eserinde de belirttiği gi­bi, daha sonra Hz. Ömer söylediği bu sözden vazgeçtiğini ifade etmiştir; Enes b. Malik'ten rivayete göre o, Ebû Bekir (r.a)'a Rasûlullah (sav.Vın Mescidin­de bey'atte bulunulup da Rasûlullah (sav)'ın minberine çıktığı sırada, Ömer b. el-Hattab (r.a)'ın Hz. Ebû Bekir'den önce davranarak şehadet kelimesi ge­tirdikten sonra şöyle dediğini İşitmiş:

Şimdi gerçekten ben dün size bir söz söyledim. Fakat durum benim de­diğim gibi değildir. Allah'a yemin ederim, dün size söylediğim sözü destek­leyen herhangi bir delili ne Allah'ın indirdiği Kitabında buldum, ne de Ra-sülullah (sav)'ın bana özel olarak söylediği bir söz gördüm. Ancak ben, Ra-sûlullah (say)'m hepimizden en son ölecek şekilde uzun bir ömür süreceği­ni umuyor idim. Ancak, aziz ve celil olan Allah, Rasûlü için kendi nezdinde-kini sizin yanınızda bulunana tercih edip seçti. İşte Allah'ın kendisi vasıta­sıyla Rasûlüne hidâyet verdiği bu Kitap! Onu alınız, siz de Allah'ın Rasûlü-nün kendisine çağırmış olduğu hidâyeti bulmuş olursunuz.

Ebu Nasır der ki: Ömer (r.a)'ın söyleyip de vazgeçtiği sözü şudur: "Pey­gamber (sav) ölmedi. Ve o, bir takım kimselerin el ve ayaklarım kesmedik­çe asla ölmeyecektir" sözüdür. O, bu sözlerini karşı karşıya kaldığı işin bü­yüklüğü dolayısıyla söylemiş, fitnenin başgösterip münafıkların üstünlük sağ­lamasından korkmuştu. Fakat, en büyük Sıddîk Ebû Bekir'in yakîninin gü­cünü görünce ve o da yüce Allah'ın: "Her can ölümü tadacaktır" (Al-i İm-ran, 3/185) ile: "Muhakkak sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir" (ez-Zü-mer, 39/30) ile, o gün söylediği diğer sözlerini de işitince uyandı, ona da se­bat geldi ve: Ben sanki bu âyeti o anda Ebû Bekir'den duymadan önce duy­mamış gibi idim. Bunun üzerine ashab da çıkıp Medine yollarında bu âyet­leri okuyarak yollarına devam ettiler. Adeta o güne kadar bu âyet inmemiş gibiydi.

Rasûlullah (sav)'ın vefat ettiği günün, pazartesi günü olduğunda görüş ay­rılığı yoktur. Kuşluk vaktinin ilerlediği bir vakitte Medine'ye hicretinde gir­diği vakitte vefat etmiş, sah günü defnedümişti. Çarşamba gecesi defnedil­diği de söylenmiştir.

Abdulmuttalîb'in kızı Safiyye, Rasûlullah (sav) için söylediği mersiyesin­de şöyle demişti:

"Ey Allah'ın Raaûlu, bizim umudumuzdun sen Bize karşı iyi davranan birisiydin, hiç katı değildin

Çok merhametliydin, doğruya ileten ve bir öğretici idin

Artık bugün ağlasınlar senin için ağlayacak olanlar

Yemin olsun Peygamberi yitirdiğim için ağlamıyorum

Fakat gelmekte olduğundan korktuğum, n kan dökmelerden dolayı ağlıyorum.

Muhammedi andığımdan ötürü

Bir de Peygamberden sonra olacaklardan korkumdan dolayı

Adeta yüreğimin üzerinde dağlayıcılar vardır.

Ey Fatıma, Mubammed*in Rabbi salât getirsin

Yearib'te yatmakta olan O mübarek na'şa

Feda olsun Allah Rasûlüne annem ve teyzem

Amcam, babalarım, canım ve malım.

Doğru söyledin, risaleti teblife ettin doğru olarak

Gücün, kuvvetin yerinde iken vefat ettin ve apaydınlık arı duru

Eğer insanların Rabbi Peygamberimizi hayatta bırakmış olsaydı mutlu olurduk.

Fakat OJnun emri mutlaka tahakkuk eder.

Selâm olsun sana Allah'tan bir selâm

Ve hoşnut kılınmış olarak Adn cennetlerine girdirilesin,

Görüyorum ki Hasan'ı yetim bırakıp gittin;

Ağlatıyor bizleri ve bugün, vefat eden dedesini ağlayarak çağırıyor." [184]

 

3-  Rasûlullah (sav)'ın Defni:

 

Rasûlullah (sav) ölülerini defnetmeyi geciktiren bir aile halkına: "Bu ölü­nüzü defnetmekte elinizi çabuk tutunuz ve onu geciktirmeyiniz" [185] demiş olduğu halde, kendisinin defni niye böyle geciktirildi, diye sorulacak olursa, buna üç şekilde cevap verilebilir:

1- Aslıab-t kiram'ın onun vefat ettiği hususu üzerinde sözünü ettiğimiz şe­kilde ittifak etmemiş olmaları.

2- Çünkü onu nerede defnedeceklerini bilemiyorlardı. Kimisi, Bakî de def­nedelim derken, başkaları Mescidde, diğer başkaları atası İbrahim'in yanına götürüleceği vakte kadar alıkonulsun, demişti. Nihayet o en büyük ilim adamı (Hz, Ebû Bekir'i kastediyor) ben onu şöyle buyururken dinledim de­di: "Her bir peygamber mutlaka öldüğü yerde defnedilegelmiştir." Bu hadi­si de İbn Mace, Muvatta ve başkaları zikretmiştir. [186]

3- Ashab-ı kiram, bey'at hususunda muhacirlerle ensâr arasında ortaya çı­kan görüş ayrılığı ile uğraştılar ve bu hususta meseie kesinlik kazanmcaya, düzen yerleşinceye ve durum sağlam bir hal alıp hilafet olması gereken yerde karar kıkncaya kadar uğraştılar; sonunda Ebû Bekir'e beyrat ettiler. Da­ha sonra ertesi gün herkesin gözü önünde ve rızaları ile ona bir defa daha bey'at ettiler. Yüce Allah, onun vasıtası ile irtidat edenlerin sebep oldukları sıkıntıları açıp giderdi, onunla din dimdik ayakta kaldı. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a harad olsun. Bundan sonra da Peygamber (sav)'ın durumunu ele al­dılar, onun defnedilmesi, yıkanması ve kefenlenmesi işine baktılar. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır. [187]

 

4- Hz. Peygamberin Cenaze Namazı:

 

Peygamber (savVın cenaze namazının kılınıp kılınmadığı hususunda gö­rüş ayrılığı vardır. Kimi ilim adamı şöyle demiş; Kimse onun cenaze nama­zını kılmadı. Bunun yerine herkes huzurunda durup dua etti. Çünkü o, na­mazı kılınmayacak kadar şerefli idi.

İbnü'l-Arabî İse der ki: Bu zayıf bir görüştür Çünkü sünnet, ona dua es­nasında salât ve selâm getirilmek suretiyle yerine getirildiği gibi, cenaze na­mazı esnasında yine ona salât ve selâm getirilmek suretiyle yerine getirilir. Kişi: Allah'ım, Kıyamet gününe kadar Muhammedi salât ve selâm getir, der ve bu bizim için bir menfaattir. Onun namazının kılınmadığı da söylenmiş­tir. Çünkü o vakit imam olacak kimse yoktu. Ancak bu görüş de zayıftır. Zi­ra, onlara farz namazı kıldıran kim idiyse, cenaze namazında da onlara o imam olup kıldınrdı. Bir diğer görüşe göre, herkes tek başına onun cenaze nama­zını kıldı. Çünkü bu, onunla son bir karşılaşma idi. O bakımdan herkes bu hususta başkasına tabi olmamak suretiyle yalnızca kendisine has olarak onun bereketini almak istemişti. Bunun da doğruluğunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: İbn Mace, hasen hatta sahih bir isntad ile îbn Abbastan bir ha­dis rivayet etmektedir. Bu hadiste şu ifadeler yer alır: Sah günü Hz. Peygam-ber'in teçhizini bitirmeleri üzerine evinde divanı üzerine konuldu. Sonra in­sanlar, Rasûlullah (sav)'ın bulunduğu yere guruplar halinde girip üzerine na­maz kıldılar. Erkekler bittikten sonra kadınları içeri aldılar. Kadınlar da bi­tirdikten sonra çocukları içeri aldılar, Rasüluİlah (sav)'a kılınan namazda kim­se cemaate imam olmadı. İbn Mace bunu, Nasr b. Ali el-Cehdamîden riva­yet etmektedir. Nasr dedi ki: Bize, Vehb b. Cerir haber verdi, bize babam an­lattı'. O, Muhammed b. İshak'tan dedi ki: Bana Hüseyn b. Abdullah anlattı. O, İkrime'den, O, İbn Abbas'tan diyerek; hadisi bütünüyle kaydetmektedir. [188]

 

5. Hz. Peygamberin Vefatından Sonraki Durum Değişikliği:

 

Peygamber (sav)'ın vefatından sonraki değişiklikler hususunda Enes'den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav)'ın Medine'ye girdiği günü, bu girişi dolayısıyla her şey aydınlanmıştı. Onun vefat ettiği gün ise, bundan do­layı da her şey kararmıştı. Peygamber (sav)'ın defin işini bitirir bitirmez kalp­lerimizi tanımaz olduk. Bu hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[189]

Yine İbn Mace der ki: Bize Muhâmmed b. Beşşâr anlattı. Bize, Abdurrah-man b. Mehdi haber verdi. Bize, Süfyan anlattı. O, Abdullah b. Dinar'dan, o, İbn Ömer'den, dedi ki: Rasûlullah (sav) hayatta iken hakkımızda Kur'ân iner korkusuyla kadınlarımız ile uzun uzun konuşup, gülüp şakalaşmaktan çekinirdik. Rasüluliah (sav.) vefat edince konuşur olduk.[190]

Yine İbn Mace, Peygamber (savVın hanımı, Ebu Umeyye kızı Um Sele-me'den senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Rasüluliah (sav) döneminde insanlardan birisi namaza kalktı mı, onlardan herhangi birisinin gözü ayaklarını koyduğu yerden ötesini görmüyordu. Fakat Rasüluliah (.sav) vefat edip de Ebû Bekir (halife) olunca, insanlardan herhangi birisi namaza kalktı mı, gözü alnını koyduğu yerin ötesini görmüyordu. Ebû Bekir vefat edip, Ömer (halife) olunca, bu sefer insanlardan herhangi birisi namaza kalk­tı mı, onun da gözü kıble yerinden başkasını görmüyordu. Osman b. Affan (halife) olunca, bu sefer fitne başgösterdi ve insanlar namazda sağa soEa ba­kar oldular. [191]

 

"Şimdi O ölür veya öldürülürce, ökçeleriniz üzerinde (geriye) mi döne­ceksiniz?" buyruğundakt: "Şimdi O ölür" ifadesi şarttır. "Veya öldürülürse"

buyruğu da ona atfedil mistir. Cevabı ise: ",., döneceksiniz?* buyruğudur. İs­tifham harfi (hemze)'nin ceza (cevap) harfi (fâ)'nın başına gelmesi ise, şar­tın ona bağlı olması ve anık şartın tek bir cümle ve tek bir haber halinde olu­şundan dolayıdır. Yani: Eğer ölür yahut öldürülürse, siz ökçeleriniz üzerin­de gerisin geri mi döneceksiniz demektir, Bu. şekilde ceza harfi başına ge­len her türlü istifhamın takdiri de böyledir. Bu ceza harfi olması gereken yer­de kullanılmaz. Onun yeri ise, şartın cevabından önce olmasıdır.

Yüce Allah'ın: "Ökçeleriniz üzerinde (geriye) mi döneceksiniz" buyru­ğu temsilî bir İradedir. Yani: İman etlikten sonra kâfirler olarak mı geriye dö­neceksiniz? Bu açıklamayı Katâde ve başkaları yapmıştır. Önceki haline ge­ri dönen kimseye; Ökçeleri üzerinde (geriye) döndü denilir. Yüce Allah'ın: îki ökçesi üzerine kaçıp dönerek..." (el-Enfâl, 8/48) buy­ruğu da bu kabildendir.

Burada "geri dönmek"ten kastın, bozguna uğramak olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu ifade mecazî bir ifade değil, hakikat anlamında kullanıl­mış olur. Mananın: -Bu irtidâd olmasa dahi- Mürtedlerin yapacağı işi mi ya­pacaksınız? şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar vereme/.." Aksine kendisine zarar verir ve Allah'ın emirlerine aykırı hareketi dolayısıy­la kendisini cezaya maruz bırakır.

Yüce Allah'a itaat'in faydası olmadığı gibi, masiyetin de bir zararı olmaz. Çünkü O, hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ganî)dir.

"Allah çükredenlerin mükafatını verecektir." Yani, sabreden, cihad eden ve şehid düşenleri mükâfatlandıracaktır. Burada "Allah şükredenlerin mükâfatım verecektir" buyruğunun "Allah'a hiçbir zarar veremez" buyru­ğundan sonra gelmesi suretiyle tehditten hemen sonra ilâhî bir mükâfat va'di gelmiş olmaktadır. [192]

 

145- Allah'ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O, va'desiile yazılmış bir yazıdır. Kim dünya nimetini isterse, kendi­sine ondan veririz. Kim de âhiretin mükâfatını dilerse, buna da ondan veririz. Biz, şükredfnlerİ mükâfatlandıracağız.

 

Yüce Allah'ın: * Allah'ın İzni olmadıkça hiçbir kimseye Ölmek yoktur. O, vadesi İle yazılmış biryasudif" buyruğu, cihada bir teşviktir. Ölümün ka­çınılmaz olduğunu, her insanın -ister öldürülmüş olsun, ister öldürülmemiş

olsun- kendisi İçin yazılmış olan eceline ulaştı mı, mutlaka öleceğini bildir­mektedir. Çünkü "va'desi ile yazılmış bir yazı" belli bir ecel takdir edilmiş­tir, demektir. "Allah'ın izni İle" buyruğunun anlamı ise, Allah'ın kaza ve ka­deri ile demektir.

Bir yazı" ise, mastar olarak nasb edilmiştir. Allah, va'desi belli bir yazı yazmıştır, anlamındadır. Ölümün va'desi ise, şanı yüce Allah'ın can­lının ruhunun bedeninden ayrılacağını bildiği vakittir. Kul öldürüldü mü, biz bununla ecelinin o olduğunu bilmiş oluruz, O bakımdan: Öldürülmeseydi ya-şıyacaktı, demek doğru değildir.

"O, va'desi ile yazılmış bir yazıdır" buyruğuna delil teşkil eden. diğer buyruklar da şöyledir: "Onların ecelleri geldi mit ne bir an geri bırakılırlar, ne de bir an öne geçirilirler" (el-A'raf, 7/34.);

"Muhakkak Allah'ın eceli gelecektir" (el-Ankebut, 29/5); "Her bir va'de-nin bir yazısı vardır" (er-Ra3 d, 13/38).

Mutezile görüşünü benimseyenler ise şöyle derler: Ecel, öne de alınır, ge­ri de kalabilir. Öldürülen bir kimse, ecelinden önce ölür. Yine boğazlanan her bir hayvanın da ölümü ecelinden önce gerçekleşir. Çünkü, katil kimse­nin yerine göre tazminat ve diyet ödemesi icabeder.

Şanı yüce Allah İse, bu âyet-i kerimede hiçbir canın ecelinden önce ölme­yeceğini beyan etmektedir.

Bu hususa dair daha geniş açıklamalar ileride yüce Allah'ın izniyle A'râf Sûresi'nde (7/34. âyetin tefsirinde) gelecektir. Yine bu buyrukta ilmin yazı­lıp tedvin edilmesine delil vardır. Buna dair açıklamalar da Tâ-Hâ Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Onların ilmi Habbinin nezdinde bir kitaptadır" (Tâ-Hâ, 20/52) buyruğuna dair açıklamalarda bulunacağımız vakit -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.

"Kim duaya nimetini İsterse kendisine ondan veririz." Burada dünya nimetinden kasıt ganimettir.

Bu buyruk ganimet arzusu iie yerleştirildikleri yerleri terkeden kimseler hakkında inmiştir. Bunun, âhireti bir kenara bırakıp dünyayı isteyen herkes hakkında umumî olduğu da söylenmiştir. Biz ona, dünyadan kendisi için kts-met olarak tayin edilen miktarı veririz, demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bir baş­ka yerde şöyle buyurulmaktadır; "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse, Biz de buradan dilediğimize, dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz." (el-İsra, 17/18)

"Kim de âülretin mükâfatını dilerse buna da ondan veriri/." Yani ona, şanı yüce Allah'ın açıkladığı şekilde, dilediği kimselere hasenaunın ecrini kat kal vereceğini belirttiği üzere, amelinin karşılığını mükâfatını veririz. Şöyle de açıklanmıştır: Bu buyrukla Abdullah b. Cübeyr ile yerini terk etmeyen ve öldürülünceye kadar yerinden ayrılmayan okçuların kast edildiği de söylen­miştir.

"Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız." Bozguna uğramayıp, geri kaç­madıkları için mükâfat olmak üzere, onlara ebedî ecir vereceğiz demektir. Bu da daha önce âhirette daha fazla mükâfat verileceğine dair buyrukları te'kit etmektedir.

"Biz şükredenleri mükafatlandıracağız." Yani, kâfirlerin, kendilerinin el­de ettiklerinden mahrum bırakıldığı vehmine kapılmasın diye, dünyada on­lara nzıklarını vereceğiz, anlamına geldiği de söylenmiştir. [193]

 

146. Beraberlerinde Rabbîlcrden çok kimsenin savaştığı nice pey­gamberler vardır. Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar, boyun da eğmediler. Allah, sabreden­leri sever.

147. "Rabblmiz, günâhlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bize bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et" demekten başka bir söz söylemiyorlardı.

 

Yüce Allah'ın: "Beraberlerinde Rabbîlerden çok kimsenin savaştığı nice peygamberler vardır" buyruğu ile ilgili olarak, ez-Zührî şöyle demek­tedir: Şeytan, Uhud günü: Muhammed öldürüldü, diye bağırdı. [194] Bu sebep­ten müs lü manlar dan bir topluluk bozguna uğradı. Ka'b b. Malik der ki: Ra-sûlullalı (sav)'ı ilk tanıyan kişi ben olmuştum. Gözlerinin miğferin altında parladığını görünce sesim çıkabildiği kadar: "İşte Rasûluİlah (sav)!" diye bağır­dım. O da bana: Sus diye işaret etti. [195] Bunun üzerine de aziz ve celil olan Allah: "Beraberlerinde Rabbîlerden çok kimsenin savaştığı nice peygam­berler vardır. Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar" âyetini indirdi,

kelimesi, "Nice" anlamındadır. el-Halil ve Sibeveyh der ki: Bu kelime aslında şeklinde olup, başına benzetme edatı olarak "kef" girmiş ve onunla beraber mebni bir kelime haline gelerek konuşma dilinde: Nice" anlamına kullanılmıştır, Muslıafta ise, (.tenviri) "nun" olarak ya­zılmıştır. Zira bu, aslından nakledilen bir kelime olup, anlamı değiştirildiğin­den dolayı, lafzı da değiştirilmiş oldu. Daha sonra bu kelime çokça kullanı­lır oldu, Araplar bu kelimenin şeklini değiştirip durdu ve kalb ve hazf gibi yollarla değişikliğe uğrattı. Bunun sonucunda da bu kelimenin kıraatte de kul­lanılmış dört söyleyişi ortaya çıktı. İbn Kesir bu kelimeyi, "fail" vezninde

 “” şeklinde okumuştur. Aslı da: “”şeklinde olup, buradaki "yâ" elife kalb edilmiştir. Nitekim kelimesindeki "yâ" harfi, elife kalb edilerek “”: Umut keser, yese düşer, şeklinde kullanılmıştır. Şair de der ki:

"Sel yataklarında nice arkadaş vardır kî,

Bana bir musibet geldiğini görecek olursa, bizzat kendisi o musibeti tatmış olur."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Biz, size saldıran nice silâh kuşanmış kimseyi geri çevirdik. Kafilenin ününde gelen ve başı miğferli, silahlar kuşanmış ve

böbürlenerek yürüyen."

Bîr diğeri de şöyle demektedir:

"Topluluklar arasında nice kimseler vardır ki,

Kardeşleri kendilerinden üstün kendileri de keremlidirler."

tbn Muhaysın ise, medsiz ve hemzeli olarak şeklinde okumuştur. Bu da aslen: den olup, "elifi hazf £dilmistir.

Yine İbn Muhaysın'ın bu kelimeyi, şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki bu, şeddesiz den kalb edilmiştir. Diğerleri ise, şek­linde okumuşlardır. Aslolan şekil de budur. Şair der ki:

"Nice insanlar vardır ki, hâlâ

Kardeşleri kendilerinden yukarıda ve kendileri de kerimdir.

Bir başka şair de;

"Biz gücümüzle nice düşmanı imha ettik

Ve nice zayıf ve korkuya kapılmışı da himaye ettik."

diyerek, şeklindeki iki söyleyişi bir arada kullanmıştır. Bu keli­menin, beşinci bir kullanım şekli daha vardır ki, bu da: şeklindedir. Adeta bu, dan kalbedilmiş bulunan 'ın şeddesizi gibidir.

el-Cevherî ise, bunun şeklindeki iki söyleyişinden baş­kasını sözkonusu etmemektedir. Günlük konuşma esnasında: Nice adamla karşılaştım, denilerek bu edattan sonra gelen isim temyiz ola­rak nasb edilir. Aynı şekilde diye de kullanılır ve bu edat­tan sonra harf-i cerri getirilir ki bu, ismin nasb edilme halinden daha çok kullanılır ve daha da güzeldir.

ise, bu elbiseyi kaça satarsın? anlamındadır. Şair ZuJr-Rimme der ki:

"Nice yaban ineği ve yaban, öküzünden dehşete kapıldık ki,

Düşmanların (evcillerinin) yurtları onlara yurt olmaz."

en-Nehhâs der ki: Ebû Amr bu kelime üzerinde vakıf yaptığı takdirde şeklinde "nûn"suz olarak vakıf yapardı. Çünkü bu kelimenin aslın­da tenvin yoktur. Bunu, Sevre b. el-Mübârek, el-Kisaî'den de rivayet etmiş­tir. Diğerleri ise, Mushaftaki hatta tabi olarak "nûn"u sakin okuyarak vakit" yap­mışlardır.

Âyeti kerimenin ifade ettiği mana, mü'minlerde kahramanlık duyguları­nı harekete getirmek ve daha önce geçmiş bulunan peygamberlere tabi olan hayırlı kimselere uymalarını emretmektedir. Yani, nice peygamberle bir­likte nice "Ribiyyûn" öldürülmüştür. Yahut da pek çok peygamber öldürül­müş bulunduğu halde onların ümmetlerinden kimse irtidat etmemiştir, diye iki farklı şekilde açıklanmıştır.

Birinci göruş^ el-Hasen ile Said b. Cübeyr'in görüşü olup el-Hasen şöyle demiştir: Hiçbir savaşta herhangi bir peygamber öldürülmüş değildir, ibn Cü-beyr de der ki: Biz, çarpışma esnasında öldürülmüş bir peygamber işitme­dik.

İkinci görüş ise, Katade ve İkrime'den nakledilmiştir. Bu görüşe göre; Savaştı, anlamındaki kelime, Öldürüldü, anlamında okunup üzerinde vakıf yapmak caiz olur.

Bu okuyuş ise Nâft', İbn Cübeyr, Ebû Amr ve Yakub'un kıraatidir. İbn Ab-bas'ın kıraati de budur ve bunu Ebu Hatim tercih etmiştir.

Bû kıraat de iki şekilde açıklanır. Birincisine göre, Öldürüldü, ifa­desi yalnızca Peygamber hakkında sözkonusu olur. O takdirde, "Öldürüldü" kelimesi ile ifade tamam olur.[196] Buna göre ifadede hazfedilmiş kelimeler olur ki' bu da, onunla birlikte de pek çok Rabbî kimse vardı, manasına gelir. Nitekim "beraberinde büyük bir ordu bulunuyorken kumandan öldürüldü" ifa­desi bunu andırır. Yine, beraberimde ticaret malı bulunduğu halde çıktım, ifa­desi de böyledir.

İkinci açıklama şeklinde "öldürüldü" hem Peygamber hakkında, hem de onunla birlikteki Rabbîler hakkında sözkonusu olmuştur. Bu da onunla bir­likte bulunanların bir kısmı öldürüldü, şeklinde anlaşılır. Nitekim Araplar, Te-mimoğullarını ve SüleymoğuHannı öldürdü, dernekle birlikte onların sade­ce bir kısmının öldürmüş olduklarını kast ederler. Buna göre Yüce Allah'ın: "Gevşemediler" buyruğu da onlardan geri kalanlar hakkında sözkonusu olur.

Derim ki: Bu görüş, (yani peygamberle birlikte olanların bir kısmının öl­dürüldüğü şeklindeki açıklama) âyetin nüzulüne daha uygun ve daha yakın bir görüştür. Çünkü Peygamber (sav) öldürülmemiştir. Onunla birlikte bulu­nan ashabından bir gurup öldürülmüştür.

Ancak, Kûfeliler ile Ibn Âmir Savaştı, şeklinde okumuşlardır ki, bu da îbn Mes'ud'un kıraatidir. Bunu Ebû Ubeyd tercih etmiş ve şöyle de­miştir: Şanı yüce Allah, savaşan kimseyi övdüğü takdirde, öldürülen kimse de onun kapsamına girer. Ancak, öldürülenden övgüyle sözedecek olursa, onların dışında kalanlar kapsamlarına girmezler. Bu bakımdan; Sa­vaştı, ifadesinin hem daha genel bir anlamı vardır, hem de daha çok övücü bir ifadedir.

Rabbîler kelimesi, cumhur tarafından "ra" harfi esreli olarak okunmuştur. Ali (r.a) ise, "ra" harlını Ötreli okumuştur. İbn Abbas ise üstün okumuştur. Böylelikle bu kelimenin üç söyleyişi vardır. Rabbîler ise, pek çok topluluklar anlamındadır. Bu açıklama, Mücâhid, Katâde, Dahhâk ve îkri-me'den nakledilmiştir. Tekili ise şeklinde "ra" harfi hem ötreli, hem de üstünlü okunur, Bu kelime, yine "ra" harfi esreli ve ötreli okunabilecek şe­kilde e nisbet edilir ki, bu da topluluk anlamındadır.

Abdullah b. Mes'ud der ki: Bu kelime binlerce anlamındadır. îbn Zeyd der ki: Bu kelime, tabi olan kimseler manasınadır. Ancak, birinci açıklama söz­lükte daha çok bilinen bir şekildir. O bakımdan okların toplanıp bir araya ge­tirilip bağlandığı bez parçasına (veya) ok torbasına; denilir.

"Ribab" ise, bir araya toplanmış kabileler manasınadır.

Eban b. Sa'leb der ki: Rıbbî, onbin kişi demektir. el-Hasen ise, bunlar sab­reden alimler demektir, Ibn Abbas, Mücalıid, Katade, er-Rabî ve es-Süddî: Çok büyük miktardaki topluluk, diye açıklamışlardır. Şair Hassan (b. Sabit) der ki:

"Ve eğer bir topluluk haktan uzaklaşırsa

Biz onlann üzerlerine büyük toplulukları süreriz.'

ez-Zeccâc der ki: Burada bu kelime, birisi "ra" harfi ötreli, diğeri de es-reli olmak üzere iki kıraat sözkonusudur Ötreli okuyuşa göre, pek çok top­luluklar anlamındadır. Bunun ontrin kişi olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: îbn Abbas'tan da "Rab"e nisbet edilmiş olarak, "Rabbiyyûn" şek­linde "r" harfi üstün olarak bir kıraat de rivayet edilmiştir. el-Halii der ki: "Rıbbî", peygamberlerle birlikte sabreden abidlerden tek kişi demektir. Rabba­niler bunlardır Ve bunlar kendilerini Allah'a vermeye, O'na ibadete, yüce Al­lah'ın Rubûbiyetini bilmeye nisbet edilerek böyle anılmışlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemedi­ler" buyruğundaki " gevşemediler" anlamındaki; zayıf düşme­diler, anlamındadır. Buna dair açıklama daha önceden U39. âyetin tefsirin­de) geçmişti. "Vehen^İse, korku sebebiyle gayretin, azmin kırılması demek­tir. el-Hasen ve Ebu Simmal ise bunu, "he" harfini esreli ve ötreli olarak oku­muşlardır ki, bu da Ebu Zeyd'den nakledildiğine göre iki ayrı söyleyiştir. (Ay­nı kökten gelen) el-V&kine kaburga kemiklerinin en alttaki ve en kısa olan kemiğidir. Develer hakkında vehen, kesEf (zayıf) demektir. Vehn ise, gece­nin geçip giden kısa bir süresi demektir. Mevhin de aynı anlamdadır.

Buyruğun anlamına gelince; onlar, Peygamberlerinin öldürülmesi, yahut da aralarından öldürülenler dolayısıyla zaafa düşmediler, demektir. Bu da on­lardan geriye kalanlar zaafa düşmedi, manasına olup muzaf hazfedil mistir.

"Yılmadılar" yani, düşmanlarından korkup çekinmediler.

Boyun da eğmediler" buyruğu da cihadda başlarına gelen musibetten dolayı boyun eğmediler, demektir. İstikâne zillet göstermek ve boyun eğmek manasınadır. Bu kelime aslında şeklinde veznindedir. "Kel"" harfinin fethası İşbâJ ile okununca "eiif" ortaya çıkar.

Bu kelimenin; Olmak fiilinden geldiğini kabul edenlere göre ise, bu kelimenin vezni: şeklinde olur. Ancak birinci açıklama âyet-i kerimenin anlamına daha uygundur.

Gevşemediler, yılmadılar" buyruğu şeklinde, "he" ve "ayn" harfleri sakin olarak da okunmuştur. el-Kisaî ise;" Yılmadılar" kelimesinin "ayn" harfi fethalı olarak da kullanıldı-ğmı nakletmektedir.

Daha sonra yüce Allah, onlardan birtakım kimselerin yahut da (diğer gö­rüşe göre) peygamberlerinin öldürülmesinden sonra kendilerinin sabrettik­lerini, kaçmadıklarını ve kendilerini ölüme hazırladıklarını, kendilerine şe-hadet nasib olursa, günahlardan tevbe etmiş olarak ölmek için de Allah'tan mağfiret dilediklerini, düşmanları önünde bozulmamalan için de sebat ver­mesi ve düşmanlarına karşı zafer nasib etmesi için dua ettiklerini haber ver­mektedir.

Diğer organlar arasında özellikle ayaklara sebat verilmesinin sözkonusu edilmesi, ayaklara dayanılmasından ötürüdür. Böylelikle yüce Allalı şöyle bu­yurmuş gibidir: Ey Muhammed'in ashabı! Sizler de niçin böyle yapmadınız ve benzeri sözler söylemediniz? Yüce Allah onların dualarını kabul buyur^ du, onlara yardım ve zafer verdi, dünyada ganimet, âhirete gittikleri vakit de onlara mağfiret verdi. İşte şanı yüce Allah tevbe eden samimi ve dinine yar­dım eden, düşmanları ile karşılaştıklarında Allah'ın hak va'di üzere doğru sö­züne bağlılık üzere sebat gösteren ihlâslı kullarına böyle davranır.

"Allah sabredenleri sever.1* Allah cilıad üzere sabır ve sebat gösterenle­ri sever, demektir.

Kimisi de: Başka bir söz söylemiyorlardı" buyruğunu "lâm" harfim1 ötreli olarak okumuş ve "söylemek" den gelen fiili:..dı'nın ismi olarak okumuşlardır. Buna göre ifadenin anlamı: Onların söyledikleri söz, sadece "Rabbimiz, sunanlarınım.-bağışla" demekten ibaretti, şeklinde olur. Ancak, bu kelimeyi nasb ile okuyanlar ise, "...idi" anlamındaki nakıs fi­ilin haberi olarak kabul etmişlerdir. İsmi ise, "Rabbimiz, günahlarımızı bağışla demekten başka bir söz söylemiyorlardı" anlamındaki buyruk olur ki, burada günahlardan kasıt da küçük günahlardır.

"İçimizdeki taşkınlığımızı" ile kastedilen de büyük günahlardır.

Taşkınlık (israf): Herhangi bir şeyde aşırıya kaçmak ve sınırı aşmak de­mektir. Müslim'in Sahih'inde de Ebu Mûsâ el-Eşarî'den nakledildiğine göre, Peygamber (sav) şu şekilde dua edermiş:

"Allah'ım, bana günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki taşkınlığımı ve Senin ben­den daha iyi bildiğin yaptığım şeyleri bana bağışla!" diyerek hadisin geri ka­lan bölümünü zikretmektedir.[197]

O halde insana düşen şey, Allah'ın Kitabı ile sahih sünnette yer alan du­aları yapmak, onun dışında kalanları da bir kenara bırakmaktır. Ben bu du­ayı, tercih ediyorum, dememelidir. Çünkü yüce Allah, hem Peygamberi, hem gerçek dostları için yapacakları duaları seçmiş, onlara nasıl dua edecekleri­ni öğretmiştir.[198]

 

148. Bu yüzden Allah onlara dünya nimetini de âh ire tin mükâfatı­nı da fazlasıyla verdi. Allah İhsan edenleri sever.

 

"... Allah onlara, dünya nimetini" yani, ilâhî yardımı, düşmanlarına kar­şı zaferi "de âhiretin mükâfatını da fazlasıyla" yani cenneti "verdi."

eİ-Calıderî "sevap: mükâfatlandırmak"dan gelen bir kelime şeklinde diye okumuştur.

"Allah ihsan edenleri sever." Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır. [199]

 

149. Ey iman edenler, kâfirlere İtaat ederseniz ökçeleriniz üzerine sizi geri çevirirler de hüsrana uğrayanlar olarak geri dönersi­niz.

150. Halbuki m evi ânız Allah'tır. Ve Ot yardımcıların en hayırlısı dır.

 

Şanı yüce Allah, daha önceki peygamberlerin, dininin yardımcılarına uy­mayı emredip kâfirlere yani arap müşriklerinden olan Ebû Süfyan ve arka­daşlarına - bir diğer görüşe göre de yahudi ve hristiyanlara- itaatten sakın-dırmaktadır,

Ali O.a) da şöyle demiştir: Burada bozguna uğradıkları vakit münafıkla­rın mü'minlere: Haydi atalarınızın dinine dönünüz demelerini kastetmekte­dir. İşte onlara uyacak olursanız: "Ökçeleriniz üzere sizi geri çevirirler.** Ya­ni küfre döndürürler. "Ve hüsrana uğrayanlar olarak dönersiniz." Bu da za­rara uğramışlar, aldanmışlar olarak geri dönersiniz demektir.

Daha sonra yüce Allah: "Halbuki mevlânız Allah'tır" diye buyurmakta­dır. Yani, kendisine itaat ettiğiniz takdirde size zafer yermeyi ve yardım et­meyi, sizi korumayı üzerine alan O'dur demektir. Halbuki... Al­lah'tır" buyruğu, şeklinde; Bilakis mevlânız olan Allah'a itaat ediniz, takdirinde nasb ile okunmuştur. [200]

 

151. Kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Hakkında hiçbir sultan (delil) indirmediği şeyi Allah'a es koştuklarından dolayı. On­ların varacağı yer ateştir. Ne kötüdür o zalimlerin varacağı yer!

 

Bu buyruğun bir benzeri de yüce Allah'ın: 'Ve kalplerine korku saldı" (el-Ahzab, 33/26; el-Haşr, 59/2) buyruklarıdır. İbn Âmir, el Kisaî “korku" kelimesini "ayn" harfini ötreli olarak da okumuştur ki, bunlar iki ayn söy­leyiştir. "Ayn" harfi sakin olarak "korku" anlamındadır Bununla birlikte "ayn" harfi sakin iken mastar, ötreli okunuşunun da isim olması da mümkün­dür. Bu kelimenin asıl anlamı, doldurmak demek olan dan gelmek­tedir. Mesela  ifadesi, vadiyi dolduran sel, demektir. (ise, havuzu doldurdu, manasınadır. Âyet-i kerimenin anlamt şudur: Biz, müşriklerin kalplerini korku ve dehşetle dolduracağız.

es-Sahtiyanî; Salacaktır, anlamında "ye" ile okurken, diğerleri ise, ilâhî azamete işaret eden "nûn-i azamet" itte "salacağız" diye okumuşlardır.

es-Süddî ve başkaları derler ki: Uhud günü, Ebû Süfyân ile müşrikler Mek­ke'ye doğru yola koyulduklarında, yollarının bir bölümünde dönüşlerine piş­man olup: Çok kötü bir iş yaptık, dediler. Biz onları öldürdük. Nihayet on­lardan ancak kaçanlar geri kalmışken o kaçanları da terkedip geldik. Haydi geri dönün ve onlan toptan imha edin. Ancak onlar, bunu kararlaştırınca yü­ce Allah da kalplerine korkuyu saldı ve sonunda verdikleri bu kararlarından vaz geçtiler. Salmak (ilkaa) ise, hakikat anlamıyla cisimler, maddi şeyler hak­kında kullanılır. Yüce Allah: "Ve O, levhaları ilkaa etti (bıraktı)71 (el-A'râf, 7/150); "Derken iplerini ve asalarını bıraktılar (elkav )" (eş-Şuarâ, 26/44); "Bunun üzerine Mâsâ da asasını bıraktı (elkaa)* (el-A'râf, 7/107) diye bu­yurmaktadır. Şair de şöyle demektedir:

"Ve o, asasını bıraktı ve orada ikâmet etti,"

Bu âyet-i kerimede ve: "Ve sana nezdimden bir sevgi bıraktım, (ilkaa et­tim)" (Tâ-Hâ, 20/39) âyeti ile; sana bir mesele ilkaa (arz) edeyim; ifadesin­de olduğu gibi mecaz anlamında da kullanılmıştır.

"Allah'a eş koştuklarından dolayı1* buyruğu, kalplerine bırakılan bu korkunun sebebini açıklamaktadır. Yani, onların kalplerine salınan bu kor­kunun sebebi şirk koşmalarıdır. Birisine şirk koşmak ise, ona ortak (.şerik) kılmak kastıyla başkasını ona denk tutmak demektir. "Hakkında hiçbir sultan" yani, belge ve açıklama, gerekçe, mazeret ve burhan "indirmediği şeyi Allah'a eş koştuklarından dolayı," "Sultan" kelimesinin bu anlamlan dolayısıyla valiye de sultan denilmiştir. Çünkü o, yer yüzünde Allah'ın hüccetidir. Bu kelimenin kandilde yakılan ve aydınlık veren susam yağının adı olan "es-Selît'den alındığı da söylenmektedir. İmruu'1-K.ays der ki:

"İyice bükülmüş fitillerle o susam yağını meylettirdi"

Sultan vasıtası ile de hakkın açığa çıkması, batılın da ortadan kaldırılma­sı hususunda aydınlanılır. Selît'ın demir manasına geldiği, silâta'nında kes­kinlik anlamına geldiği söylenmiştir, Silâta da "kahretmek" anlamına gelen "et-Teslîfden gelmektedir. Sultan da buradan gelmektedir. Sonundaki "nun" zaiddir. "Sultan", asıl anlamı itibariyle güç ve kuvvet demektir, sultan vası­tasıyla başkaları kalır edildiği, yenik düşürüldüğü gibi, güç ve kuvvetle de kahredilip yenik düşüruiür. "Selîta" ise, bağırıp çağıran kadın demektir. Se-lît da fasih konuşan erkek manasına gelir.

Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Putlara ibadet hiçbir dinde sabit ve lehine delil getirilebilen bir şey değildir. Akıl da böyle bir şeyin kabul edi­lebileceğine delâlet etmemektedir.

Daha sonra yüce Allah, onların sonlarım, dönüp varacakları yeri haber ve­rerek: "Onların varacağı yer ateştir" diye buyurmakta, sonra da bu yeri de: "Ne kötüdür o /alimlerin varacağı yeri™ diye yermektedir.

Varılacak yer anlamındaki ael-Mesvâ" ise, kendisinde kalınan, ikâmet olunan yer demektir. "Me'vâ" ise, gece yahut gündüz herhangi bir şeyin ken­disine döndüğü her mekân demektir. [201]

 

152. Andolsuji Allah size olan va'dini doğru olarak gerçekleştirdi. Hani O'nun izniyle onları doğruyordunuz. Nihayet sevdiğini­zi s i/t gösterdikten sonra yıldınız, o İş hakkında çekiştiniz ve baş kaldırdınız. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kimi de âhire t i istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için Allah sizi on­lardan geri çevirdi. Bununla beraber -andoLsun- sizi bağışladı. Allah, m erminlere lütufkârdır.

 

Muhammed b. el-Ka'b el-Kurazî der ki: Müslümanlar Uhud'da musibete uğramışlar olarak Rasûlullah (sav) ile beraber Medine'ye döndüğünde, birbir­lerine şöyle dediler: Allah bize zaferi vaîdetmişken bu bize nereden geldi? Bu­nun üzerine bu âyet-i kerime indi. [202] Çünkü onîar, bir taraftan müşriklerin san­cağını tutanı öldürmüşler, daha sonra da yine sancağı tutan yedi kişiyi daha öldürmüşlerdi. Önceleri zafer müslümanianndı. Ancak daha sonra ganimet top­lamakla meşgul oldular ve bazı okçular da ganimet elde etmek İsteği ile yer­lerini terk ettiler. İşte bu husus, bozguna sebep teşkil etmişti.

Bulıârî, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini rivayet eder: Uhud gününde müşriklerle karşılaştığımız sırada, Rasûlullah (sav) okçulardan bazılarını (te­peye) oturttu ve onlara Abdullah b. Cübeyrî kumandan tayin ederek şöyle dedi: "Asla yerinizden ayrılmayınız, Eğer bizim onlara karşı muzaffer oldu­ğumuzu görseniz yine ayrılmayınız. Onların bize karşı muzaffer olduklarını görseniz, onlara karşı bize yardım etmeyiniz." İki taraf birbirleriyle karşıla­şıp müslümanlar onları bozguna uğrattılar. O kadar ki, kadınların dağa doğ­ru sür'atle koştuklarını gördük. Koşmaları esnasında elbiselerini yukarı doğ­ru toplamış ve ayak bileklerindeki halhalları dahi görülüyordu.

Bu sefer (Abdullah b. Cübeyr'in beraberindeki okçular): Ganimete koşa­lım, ganimete koşalım! demeye koyuldular. Ancak Abdullah onlara: Durunuz. Rasûlullah (sav.) size yerinizden ayrılmamanızı emretmedi mi? dedi. Ancak onlar yerlerinden ayrıldılar.

Okçular, onların yanlarına gidince, Allah da onları şaşırttı (ne yapacakla­rım bilemez hale geldiler) ve müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Daha son­ra Ebu Süfyan b, Harb, yüksekçe bir yerden bize doğru görünerek şöyle de­di: Hayatta kalanlar arasında Muhammed var mı? Rasûlullah (sav): "Ona ce­vap vermeyiniz" diye buyurdu. Nihayet Ebu Süfyan aynı şeyi üç defa tekrar­ladı, sonra: Hayatta kalanlar arasında Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebû Bekir) var mı? diye üç defa sordu. Yine Peygamber (sav): "Ona cevap vermeyiniz" diye bu­yurdu. Bu sefer: Peki hayatta kalanlar arasında Ömer b. el-Hattab var mı? di­ye üç defa sordu, yine Peygamber (sav): "Ona cevap vermeyin" diye buyur­du. Daha sonra arkadaşlarına dönerek: Bunlar öldürüldü demektir deyince, Ömer (r.a): Ey Allah'ın düşmanı yalan söyledin, Allah seni rezil edecek kim­seleri sönin için saklamış bulunuyor; dernekten kendisini alamadı.

Bu serer (Ebu Süfyan); Yücel ey Hubel! diye iki defa seslendi. Peygam­ber (sav): "Ona cevap veriniz" diye buyurunca, Ashab: Ne diyelim Ey Allah'ın Rasülü? diye sordular. Hz. Peygamber: "Allah daha üstün, daha yücedir de­yiniz1' diye buyurdu. Ebu Süfyan dedi ki: Bizim Uzzamız var, sizin ise Uzza'nız yok. Rasûlullah (sav): "Ona cevap verin" diye buyurunca: Ne diyelim Ey Allah'ın Rasûlü? dîye sordular. Hz. Peygamber: "Allah bizim mevlârnızdır. Si­zin ise mevlanız yok deyiniz" diye buyurdu. Bu sefer Ebu Süfyan şöyle de­di: Bugün Bedir'e karşılık olsun. Savaş {da zafer ise) nöbetieşedir. Diğer ta­raftan siz, öldürülenler arasında müsle (bazı şehitlerin bazı organlarının ke­silmiş olduğunu) göreceksiniz. Ben böyle yapılmasını emretmedim. Bunun­la birlikte bundan dolayı da rahatsız olmadım.[203]

Buhârî ve Müslim'de de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediği nakledilmek­tedir: Uhud günü Rasûlullah (sav)'ın sağ ve solunda üzerlerinde beyaz elbi­se bulunan ve Rasûlullah (sav)'ın önünde onu savunarak, oldukça şiddetli bir şekilde çarpışan iki kişi gördüm.

Yine Sa'd'dan gelen bir rivayette de üzerlerinde beyaz elbise vardı. Ne on­dan önce onları görmüştüm, ne de daha sonra gördüm, demektedir, -Bunun­la da Hz. Cebrail ile Hz. Mikâil'i kastetmektedir.- Bir diğer rivayette tie şöy­le denilmektedir: Bunlar RasûluUah (sav)'ı savunmak üzere en şiddetli bir şe­kilde çarpışıyorlardı. Ne o günden önce onları görmüştüm, ne de daha son­ra gördüm. [204]

Mücahid'den de şöyle" dediği nakledilmiştir: O gün melekler, mü'minler-İe birlikte çarpışmadı. Bedir günü müstesna, ne ondan önce, ne de ondan son­ra çarpışmış değillerdir.

Beylıakî der ki: Mücabid bu sözleriyle Rasûlullah (sav)'ın emrine karşı ge­lip, onlara verdiği emir doğrultusunda sebaî göstermemeleri üzerine Uhud günü meleklerin çarpışmamış olduklarını kastetmektedir.

Urve b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah, sabtr ve tak­va üzere hareket etmeleri halinde onlara işaretli beşbin melek yardım gön­dereceği va'dînde bulunmuştu. O, bu va'dini de yerine getirmişti. Fakat onlar, Allah Rasûlünün emrine karşı gelip sallarım bırakmaları okçular da Ra­sûlullah (sav)'ın yerlerinden ayrılmamak üzere kendilerine vermiş olduğu em­re rağmen yerlerini terketmelcri ve dünyalığı istemeleri sonucu meleklerle gönderilen yardım kaldırıldı, bunun üzerine de yüce Allah: "Andolsun Al­lah size olan va'dini doğru olarak gerçekleştirdi. Onun izniyle onları doğruyordunuz" buyruğunu indirdi. Allah va'dini aynen gerçekleştirdi, on­lara zaferi gösterdi. Fakat isyan etmeleri üzerine de hemen zaferden sonra başlarına belâ gelirdi.

Umeyr b. İshak'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Uhud günü, ashab Rasûlullah (sav)'ın etrafından dağılınca, Hz. Sa'd da onun önünde ok atıyor­du. Bir genç de ona ok uzatıp duruyordu. Bir ok atlı mı, gider aynı oku ona getirir ve: Ey İshak'ın babası haydi at derdi. Savaştan sonra bu gencin kim olduğunu görmek istediler. Ne onu gördüler, ne de tanıyabildiler.

Muhammad b. Ka'b da der ki: Müşriklerin sancaktan öldürülüp sancak­ları yere düşünce, Alkame'nin kızı Arara el-Harisîye sancağı tutup kaldırdı. İşte Hassan {b. Sabit) bu hususta şöyle demektedir:

"Eğer el-Hâriaiye'nin sancağı (kepmaaı) olmaaaydı; Şimdi onlar pazarlarda bir eşya gibi satılmış olacaklardı."

Onları doğruyordunuz" buyruğu, onları öldürüyor, kökten İmha ediyorsunuz demektir. Şair der ki:

"Kılıçla doğradık onları alabildiğine; geri kalanları ise Yerlerinden, yurtlarından edilerek darmadağın oldular.

Şair Cerîr de şöyle demektedir:

"Kılıçlar onları yiyip bitiriyordu;

Tıpkı biçilmiş ormanlar arasında ateş alevinin yükselmesi gibi."

Ebû Ubeyd der ki: Öldürerek imha etmek demektir.

Meselâ, ifadesi, soğuk sonucu ölmüş çekirgeler manası­nadır. ifadesi, soğuk bitkiyi yakar, yok eder, anlamındadır. ifadesi ise, her şeyi yeyip bitiren, kurak geçen yıl demektir. Şa­ir Ru'be der ki;

"Biz, kurak ve kıtlık geçen bir yıldan şikâyet edersek Artık o, yeşilden sonra kuruyu da yer."

Bu kelime, aslında hâssa (duyu organı) Üe idrâk etmek demek olan his'den gelmektedir. O bakımdan; ( w-): Öldürmek suretiyle onun hisset­mesini (duymasını) yoketti, manasına gelir.

"Onun izniyle" ilmiyle, yahut kazası ve emri ile demektir.

"Nihayet... yıldınız." Yani, korkaklığa kapıldınız ve zaaf gösterdiniz de­mektir. "Nihayet" anlamı verilen ( J^Ym cevabı ise hazf edilmiştir. Yani: Ni­hayet yıldınız, bu sefer de imtihan olundunuz. Bu gibi kullanımlar mümkün­dür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Eğer yerde bir menfez açmaya, yahut göğe bir merdiven, dayamaya gücün yetiyorsa..." (el-En'âm, 6/35) yap, demektir.

el-Ferrâ ise der ki: "Nihayet" anlamındaki buyruğun cevabı; Çekiştiniz" kelimesi olup "vav" harfi ise faztadan gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İkisi de teslim olup onu alnı üzere yıkınca ve Biz ona,, seslendik" (es-Sâffat, 37/103-104) buyruğu da ("ve" anlamına gelen: "vav"sız olarak): Biz ona seslendikv anlamındadır. Şair İmruu'1-Kays da şöy­le demektedir:

"Biz, onların kaldıkları yeri. geçince; o da başka yöne doğru yöneldi."

Burda da "vav" fazladan gelmiştir. Bunlara göre, "Ve baş kaldırdınız" buy­ruğunun başına "vav"ın fazladan gelmiş olması mümkündür. Yani, nihayet o sevdiğinizi size gösterdikten sonra yıldınız, çekiştiniz, başkaldırdınız demek­tir. Bu açıklamaya göre de ifadede takdim ve tehir vardır. Yani, nihayet siz­ler, çekiştiniz, başkakhrdınız ve yıldınız şeklindedir.

Ebû Ali der ki: Buyruğun cevabının: "Sizi onlardan geri çevirdi" anlamın­daki buyruk olması da mümkündür. Bu durumda: "Sonra" anlamındaki; zâiddir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Nihayet yıldınız, çekiştiniz ve başkal­dırdığınız vakit sizi onlardan geri çevirdi-

Kİmi nahivciler de bunun fazladan getirilişine örnek olmak üzere şair'İn şu beyitini göstermektedir:

"Kendimi öyle görüyorum ki, gece oldu mu bir arzu ile geceliyorum, Fakat sonra sabahı ettim mi, normal sabahlıyorum."

el-Ahfeş de bunun faz fadan gelmiş olmasını caiz görmektedir. Nitekim yü­ce Allah'ın: "Nihayet yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gel misti, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Allah'tan, yine O'ndan baş­kasına sığınacak bir yer olmadığını da anladılar. Sonra da tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak etti" (et-Tevbe, 9/118) buyruğunda da: "(ıyü-): Nihayetsin fazladan geldiği kabui edilmiştir.

Bir başka görüşe göre "nihayet" anlamındaki bu edat, -..e kadar" anlamındadır. O takdirde bunun cevabı olmaz. Yani, Allah, siz yılgınlık gös-[erinceye kadar size olan va'dini doğru olarak gerçekleştirdi, demek olur. Ya­ni, Allah'ın bu va'di sizin sebat göstermeniz şartına bağlı idi.

Yüce Allah'ın: "Çekiştiniz" buyruğu anlaşmazlığa düştünüz, demektir, Bu­nunla da okçuların biri diğerine: Haydi ganimetlere yetişelim derken, diğerlerinin onlara Bayır, Peygamber (sav)'in bize sebat etmemizi emretmiş oldu­ğu şu yerimizde sebat edeceğiz demesi halini kastetmektedir.

uVe baş kaldırdınız." Yani o yerde sebat göstermek hususunda Allah Ra-sûlü'nün emrine muhalefet ettiniz.

Bu ise: "O sevdiğinizi size gösterdikten sonra* olmuştu Bundan mak­sat ise, Uhud günü işin başında müslümanların galip gelme halidir. Bu da ön­ceden de açıklandığı üzere müşriklerin sancaktarının öldürülmesi ile ortaya çıkmıştı. Şöyle ki: Peygamber (sav) ve ashabı, düşman arasına yayılıp ayrı bir­likler haline gelince, düşmanlara, onları eşyalarının yanına çekilmek zorun­da bırakmcaya kadar ardı arkasına ağır darbeler indirdiler. Müşriklerin süva­rileri ise, müslümanlara üç hamle yaptı. Bunların her birisine oklar yağdırı­lıyor ve bozguna uğramış halde geri dönmek zorunda kalıyorlardı. Müslüman­lar da hamle yaparak onlardan pek çok kişiyi öldürerek zaafa düşürmüşler­di. Elli okçu, yüce Allah'ın müslüman kardeşlerine zafer verdiğini görünce, "Allah'a yemin ederiz bizim burada beklememizin herhangi bir anlamı yok­tur. Allah, düşmanı helak etmiş bulunuyor. Kardeşlerimiz de müşriklerin ka­rargâhına girmiş bulunuyor" dediler. Onlardan bazıları da: "AHah, düşmanı bozguna uğratmışken ne diye duruyoruz?" deyip Peygamber (sav)'ın kendi­lerine ayrılmamalarını emretmiş olduğu yerlerini terkettiler Aralarında anlaş­mazlığa düştüler, yıldılar, Allah Rasûlünün emrine karşı geldiler. Bunun so­nucunda da müşriklerin atlıları, üzerlerine hızlı baskm düzenleyerek pek çok kişiyi öldürdü.

Âyet-i kerimenin lafızları, onların azarlanmış olmaları anlamını İhtiva etmek­tedir. Şöyle ki, onlar işin başında zafer müjdelerini gördükleri vakit, zaferin ke­sinleşmesinin emredilen yerde sebat göstermekle mümkün olacağını, yerleri­ni bırakıp terketmekle, ayrılmakla olmayacağını bilmeleri gerekirdi.

Dalıa sonra yüce Allah, aralarındaki bu çekişmenin sebebini şöylece açıklamaktadır: "İçinizden kimi dünyayı" yani ganimeti "istiyordu,"

İbn Mes'ud der ki: Biz Peygamber (sav)'ın ashabından herhangi bir kim­senin dünyayı ve dünyalığı istediğini Uhud gününe kadar farketmemiştik. [205]

"Kimi de âhiretl istiyordu." Bunlar ise, yerlerinde sebat gösteren, pey­gamberlerinin emrine muhalefet etmeyen kumandanları Abdullah b. Cübeyr ile birlikte kalan kimselerdi. Halid b. Velid ile İkrime b. Ebi Cehil, Abdullah'a hamle düzenlemişlerdi. Her ikisi de o gün kâfir idiler. Orada geri kalan kim­selerle birlikte onu da şelıid ettiler. Allah o şehidlere rahmet buyursun.

Âyet-i kerimedeki sitem, yerini terkeden kimseler içindir. Sebat gösteren kimseler için değildir. Çünkü yerinde sebat eden, Allah'ın mükâfatına eriş­miştir. Bu da şuna benzemektedir. Herhangi bir topluma genel bir ceza isabet edecek olursa, salih kimseler ve çocuklar da helak olurlar Fakat onla-rtn başına gelen bu musibet onlar için bir ceza olmaz- Aksine bu, onların mü­kâfat kazanmalarına sebeptir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

"Sonra sizi imtihan etmek için, Allah sizi onlardan geri çevirdi." Yani siz, onlara üstünlük sağladıktan sonra gerileterek, sizi onlardan geri çevir­di, İşte bu da, masiyctin de Allah tarafından yaratılmış olduğunun delilidir. Mutezile ise şöyle demektedir: Bu, sonra sîz geri döndünüz, ani anımda dır. Bu geri dönüşün yüce Allah'a izafe edilmesi, mü'minleri sınamak kastıyla kâ­firlerin kalplerinde bulunan, müslümanlara karşı duyulan kâfirlerin kalple-rindeki korkuyu çıkartması dolayısıyladır.

el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklamanın da onlara bir faydası yoktur. Çün­kü, müslümanları hafife alacak noktaya gelinceye kadar kâfirlerin kalplerin­den korkunun çıkartılması da çirkin {kabîlı)'dır, Ve onlara göre Allah tarafın­dan çirkin olan bir işin yapılması caiz değildir, Dolayisı ile -onların açıkla­masına göre- "...Sonra sizi onlardan geri çevirdi" buyruğunun bir anlamı kalmaz.

"Sizi onlardan geri çevirdi" buyruğunun, yani sizi, onları takip etmek­le mükellef kılmadı, manasında olduğu da söylenmiştir.

"Bununla beraber, andolsun sizi bağışladı. Allah, mü'minlere liilufltâr-dır.n Yani başkaldırmanız, emre aykırı hareket etmenizden sonra O, sizi top­tan imha ettirmedi. Burada hitabın genele olduğu söylendiği gibi, kendile­rine verilen emirlere muhalefet eden okçulara yönelik olduğu da söylenmiş­tir. en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Müfessirlcrin çoğunluğu ise şöyle de­mektedir: Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın: "Sonrasizi affettik..,* (ç{-Bakara, 2/52) buyruğudur.

"Allah mü'minlere" onları affetmek ve mağfiret etmek suretiyle "lütufltâr-dır." îbn Abbas'm şöyle dediği nakledilmektedir; Peygamber (sav) Uhud gü­nü zafere mazhar kılındığı gibi, hiçbir yerde zafere mazhar kılınmış değildir. (İbn Abbas'ın bu sözünü rivayet eden) dedi ki: Biz, buna karşı çıkar olduk, bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Benimle buna karşı çıkan kişi arasın­da yüce Allah'ın Kitabı hakem olsun. İşte yüce Allah Uhud günü hakkında şöy­le buyurmaktadır: "Andolsun Allah size olan va'dini doğru olarak gerçek­leştirdi. Hani, Onun izniyle onları doğruyordumız." ibn Abbas der ki: Doğramak (el-Hass) öldürmek demektir. "Nihayet sevdiğinizi size gösterdik­ten sonra yıldınız ve o iş hakkında çekiştiniz ve baş kaldırdınız. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kimi de âhireti istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için, Allah sizi onlardan geri çevirdi. Bununla beraber, andolsun O sizi ba­ğışladı. Allah mü'minlere lütufkârdır." Yüce AÜalı bununla yalnızca okçu­ları kastetmektedir. Çünkü Peygamber (sav) onları bir yerde oturtmuş, son­ra da: "Bizim arkamızı himaye ediniz. BEzim öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmeyiniz. Ganimet elde ettiğimizi görürseniz, bize ortak ol­maya kalkışmayınız." Rasûlullah (sav) (ye beraberindekiler) ganimet almaya koyulup müşriklerin karargâhlarına dalınca, bütün okçular da yerlerinden ay­rılıp, onlar da düşman karargâhına girip ganimet toplamaya koyuldular. Pey­gamber (savVın ashabının safları bu şekilde birbirlerine karşı karşıya geldi­ler -diyerek ellerinin parmaklarını birbirine soktu- ve iç içe oldular. Okçular da yerlerini o şekilde terk edince, İşte o yerden (müşriklerin) süvarileri Ra-sûlullah (sav)'ın ashabı üzerine baskın yaparak birbirlerini vurdular ve yine birbirlerine karıştılar. Müslümanlardan pek çok kimse öSdürüldii. Günün ilk saatlerinde zafer RasûluUah (savVın ve ashabınındı. Öyle ki, müşriklerin sancaktarlarından yedi veya dokuz kişi öldürülmüş, müslümanlar dağa doğ­ru koşmakla birlikte insanların (mağara) dedikleri yere ulaşamadılar, Ancak, el-Mihras diye bilinen (Uhud dağındaki bir su) altında bulunuyorlardı. Bu se­ter şeytan da: Muhammed öldürüldü, demişti. Bunun gerçek oiduğu hususun­da kimsenin şüphesi olmadı. Biz, bu şekilde onun öldürüldüğü hususunda şür> he etmiyorken, RasûluUah (savVı iki Sa'd (Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade) ara­sında kendine has yürüyüşünden tanıdığımız şekliyle onu gördük. O kadar sevindik ki, bize hiçbir şey isabet etmemiş gibi olduk. Bize doğru bir yükse­ğe çıkarak: "Peygamberlerinin yüzünü kanatan bir kavme Allah'ın gazabı çok çetindir" diye buyurdu.[206]

Ka'b b. Mâlik der ki: Müslümanlar arasında RasûluUah (sav)'ı tanıyan ilk kişi ben oldum. Ben onu, miğferin altından parıldayan gözlerinden tanımış-tim. Sesimin çıkabildiği kadar: Ey müslümanlar müjdeler olsun! İşte Rasûlul-lah (sav) bize doğru geliyor, dedim. O da bana: Sus! diye işaret etti.[207]

 

153. 'Hani sız, yukarı doğru kaçışıyordunuz. Kimseye bakmıyor­dunuz bile. Peygamber de arkanızdan sizî çağırıp duruyor­du. Bunun üzerine Allah sizi keder üzerine kederle cezalandır­dı. Kaybettiğinize ve başınıza gelene uzülmeyesiniz diye. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.

 

Bu âyet-i kerimedeki: "Hani" edatı, yüce Allah'ın: "Bununla beraber andolsun sizi bağışladı" buyruğuna taalluk etmektedir.

Genel olarak herkes; Yukarı doğru kaçışıyordunuz" kelime­sini "te" harfi ötreli, "ayn" harfini de esreli olarak okumuşlardır. Ebû Recâ el-Utaridî, Ebu Abdurrahmen es-Sülemî, el-Hasen ve Katade ise, "te" harfi ile "ayn" harfini üstün olarak okumuşlardır ki, "siz dağda yukarı doğru çıkıyor-dunuz" anlamına gelir. îbn Muhaysın ve Şibl İse Hani onlar yukarı doğru kaçışıyorlar, kimseye bakmıyorlardı bile" şeklinde her iki fiili de "yâ" ile okumuştur. el-Hasen ise, şeklinde tek "vav"İı okumuş­tur. Ebû Bekir b. Ayyaş da Âsım'dan: şeklinde "te" harfini ötreli olarak okuduğunu rivayet etmektedir ki bu, en-Nehhâs'ın sözünü ettiği şaz bir söyleyiştir.

Ebû Hatim der ki: iteri doğru yürüdüm, demektir, ise, dağ yahut başka bir yere yukarı doğru çıktım, anlamında kullanılır.

Buna göre, bu fiilin hemzelî kullanılışı, düz yerlerde vadilerin ve yolların iç taraflarında yürümek anlamında kullanılır. Buna karşılık hemzesiz kullanılış ise, dam, dağ, merdiven, basamak gibi şeylerin tırmamlması, bunlarla yukarı doğru çıkılmasını anlatmak için kullanılır.

Buna göre, onların önce vadide yol aldıktan sonra dağa çıkmış olmaları ihtimali anlaşılmaktadır.

Bu durumda; okuyuşuna göre de; okuyuşuna göre de mana sahihtin Katade ve er-Rabiı derler ki: Uhud günü vadide yol alıp dur­dular. Ubey'İn kıraati ise; Hani vadide yol alıyordunuz, şeklindedir.

İbn Abbas da der ki: Ashab, kaçışarak Uhud dağında yukarı doğru çıktılar. Buna göre her iki kıraat de doğrudur. Çünkü, o gün bozguna uğrayanlardan kimisi düzlük alanda kaçışıyor, kimisi yukarı doğru tırmanıyordu. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Kutebî ve el-Müberred der ki: ifadesi, oldukça uzağa gitmesi ve bunu aşırıya götürmesini anlatmak için kullanılır. Adeta bu, yükseğe doğru çıkmanın uzaklaştırması gibi, yerin düzlüğünde de uzaklaştırmak gibi bir mana verdiği için böyle kullanılır. Şair de şöyle der;

"Ey bana: (Deven) nereye uzaklaşıp gitmektedir? diye soran Şüphesiz Onun Yesrib vadisinin üat tarafında verilmiş bir sözü. vardır."

el-Ferrâ der ki; Bu fiilin hemze'li kullanılışı yolculuğa başlamak demek­tir. Buna karşılık; ise, yolculuktan dönmek anlamına gelir. Meselâ, biz oralara gitmek kastıyla çıkıp yola koyulduğumuz vakit, Bağdat'tan Mek-

ke'ye ve Horasan'a ve benzeri yerlere gittik, denmek istenirken; ( denilir, dönüşümüzü anlatmak için de; denilir. Ebu Ubeyde de şöy­le bir beyit nakletmektedir:

"İşte sen, yolculuğa çıkmak için ağlayıp duruyordun.

İşte bugün serbest bırakıldın ve kervanın çağmcısı da çağırdı.

el-Mufaddal der ki: hep aynı anlamdadır.

Dönüp bakarsınız fiili, dönüp bakıyor ve ikâmet ediyorsunuz, anlamındadır Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen; kaçışarak, kiminiz kiminize dönüp bakmıyordunuz bile. Çünkü, bir şeye doğru yönelen kimse, oraya ya kendisinin boynunu yahut da bineğinin dizginlerini çevirir.

"Kimseye" buyruğu ile de kast edilen el-Kelbî"nin ifadesine göre Muham-med (sav) dır.

"Peygamber de arkanızdan sizi çağırıp duruyordu." Peygamber ar­kanızdan size sesleniyordu, demektir.

Buhârî'de şöyle denilmektedir: Arkanız" kelimesi müennes şeklidir. Bize, Amr b. Halid anlattı, bize Züheyr anlattı, bize Ebû İs-hak anlattı dedi ki: el-Berâ b. Âzib'i şöyle derken dinledim: Peygamber (sav) Uhud günü piyadelerin başına Abdullah b. Cübeyr'i yerleştirmişti. Bunlar ise yerlerini bırakıp kaçtılar. İşte Hz- Peygamber'in arkalarından on­ları çağırması budur. Peygamber (sav) ile birlikte oniki kişiden başka kim­se kalmamıştı.[208]

İbn Abbas ve başkaları ise şöyle demektir: Peygamber (sav): "Ey Al­lah'ın kullan geri dönünüz" diye çağırıyordu.[209] Onun bu çağırması, münker olan bir işi değiştirmek demekti. Çünkü Hz. Peygamberin bir münkeri -bu­rada bozguna uğrayıp kaçmaktır- görüp de onu yasaklamaması imkânsız bir şeydir.

Derim ki: Ancak bu açıklama, bozguna uğrayısın masiyet olması halinde uygun düşer. Halbuki -ileride yüce Allah'ın izniyle de açıklaması geleceği gibi-durum böyle değildir.

Yüce Allah'ın; "Bunun üzerine Allah sîzi keder üstüne kederle cezalan­dırdı" buyruğunda geçen "el-Gam (mealde; keder),11 sözlükte örtmek demek­tir. O bakımdan karanlık gece ve gündüz hakkında: de­nilir. Hilal görünmediği zaman da böyle denilir. Herhangi bir hususun keder­lendirmesini anlatmak için de; İş beni kederlendirdi, kederlendiriyor, denilir,-

Mücâhid, Katâde ve başkaları derler ki: Burada sözü geçen birinci gam (keder), öldürülme ve yara almadır, ikincisi ise, Peygamber (sav)'ın öl­dürülüşüne dair yayılan yalan haberdir. Çünkü şeytan böyle bağırmıştı.

Şöyle de açıklanmıştır: Birinci gam, keder, onların kaçırdıkları zafer ve ganimet, ikincisi ise, kendilerine isabet eden öldürülme ve bo2gundur.

Bir başka görüşe göre ise, birinci keder bozgun, ikincisi ise Ebu Süfyan ve Halıd'in tepeden üzerlerine gelmesidir. Müslümanlar, onların bu durum­larım görünce bundan dolayı kederlendiler, üzerlerine hücum edip kendilerini öldüreceklerini sandılar. Bu durum da başlarına gelen musibeti kendilerine unutturdu. İşte bu sırada Peygamber (sav) -önceden de geçtiği üzere- : "Al­lah'ım bunlar bizim yükseğimize çıkamasmlar" diye dua etti.

Buna göre Kederle" kelimesindeki "be" harfi; ... e, a, üz­erine; anlamına kullanılmış olur. "Be"nin asü anlamıyla kullanıldığı da söy­lenmiştir. Yani onlar, Peygamber (sav)'a muhalefet etmek suretiyle önce kederlendiler. İşte bu sebepten dolayı, kendilerinden isabet alıp öldürüîen-İer sebebiyle de kederlenmekle onları cezalandırmış oldu.

eİ-Hasen der ki: "Bunun üzerine Allah sizi" Bedir günü müşriklerin uğ­radığı "keder karşılığında4 Uhud günü "kedere uğrattı" diye açıklamıştır. Burada kedere "sevap" (mealde ceza.) adının veriliş sebebi, günahın cezasına da günah (zenb) denilmesi kabilindendir.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, onları günahlarından haberdar ettiği için baş­larına gelen musibeti bırakıp bu günahları ile meşgul oldular.

Yüce Allah'ın: "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzübneyeslniz diye Al­lah yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğundaki: " Diye" kelimesin­deki "lâm" harfi, yüce Allah'ın: "Bununla beraber andolsun sizi bağışladı" buyruğuna taalluk etmektedir. Bunun, yüce Aliah'ınr "Bunun üzerine Allah sizi keder üstüne kederle cezalandırdı" buyruğuna taalluk ettiği de söylen­miştir. Yani, sizi keder üstüne kederle cezalandırması, elde edemediğiniz ganimete, uğradığınız bozguna üzülmeyesiniz diyedir. Ancak birinci açık­lama daha güzeldir.

Başınıza gelene" buyruğundaki;...en" cer mahallin-dedir. .Bununla birlikte;"... meye..." olumsuz edatının sıla (zaid) olduğu da söylenmiştir. Yani, elde edemediğinize ve başınıza gelene -Rasûlullah (sav)'m emrine muhalefetinizden ötürü- ceza olmak üzere üzülesiniz diye; demektir. Bu da Yüce Allah'ın: Seni secde etmek­ten alıkoyan neydi?" (el-A'râf, 7/12) buyruğuna benzemektedir. Yine yüce Al­lah'ın: Kitap ehli.,, bilsinler diye" (el-Hadîd, 57/29) buyruğu da böyledir. (Bu İkisinde de olumsuzluk bildiren "lâ" edatı sıla (zâid) kabul edilmiştir), el-Mufaddal'ın görüşü budur.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah'tn: "Bunun üzerine Allah stei keder üstüne kederle cezalandırdı" buyruğu ile kederleriniz peşi peşine geldi, demektir. Tâ ki, artık bundan sonra ganimetlerle uğraşmaya kal kış ma yasınız diye.

"Allah yaptıklarınızdan haberdardır" buyruğu ile, yapılan yanlışlıklar­dan s a kındınlm aktadırlar; tehdit anlamı da vardır. [210]

 

154. Sonra o kederin ardından üzerinize öyle bir emniyet ve öyle bir uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmını buruyordu. Bir kısmı da canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı cahiliye %an-nı gibi hak olmayan bir zan besliyorlar: "Bu İşten bize bir şey var mır diyorlardı. De ki: "Muhakkak ki bütün iş Allah'indir." Onlar sana açmadıkları şeyi İçlerinde gizliyorlar. "Bu işten bize ait bir şey olsaydı burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde dahi olsaydınız üzerlerine ölüm yazılmış olanlar -yine mutlaka devrilecekleri yerlere çıkıp gideceklerdi." Al­lah, göğüslerinizin içindekileri yoklamak, kalplerinizdekini temizlemek için böyle yaptı. Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir.

 

Yüce Allah'ın: "Sonra o kederin ardından üzerinize öyle bir emniyet ve öyle bir uyuklama İndirdi ki..." buyruğunda geçen; C&iO kelimesi, ile aynı anlamda (emniyet, güvenlik) dır. Bunlardan birincisinin korku

sebepleriyle birlikte kullanıldığı, ikincisinin ise, korkunun sebepleri ol­madığı halde kullanıldığı da söylenmiştir. Bu kelime, " indirdi" ile nasb edilmiştir. " Uyuklama" ise, (emniyet anlamındaki:) el-Emene'den bedeldir. "Emniyet" anlamındaki kelimenin mefûlün leh olmak üzere nas-bedildiği de söylenmiştir. Sanki: Emniyet için üzerinize bir uyuklama indir­dik, denilmiş gibidir. İbn Muhaysin ise, bu kelimeyi "mim11 harfi sakin olarak okumuştur.

Şanı yüce Allah, Uhud gününde bu kederlerden sonra mü'minlerin çoğunu uyuklama almakla lütufta bulundu. Çünkü güvenlik duyan kimse uyuklar. Korkan kimse uyuyamaz.

Buhârî'nin Enes'den rivayet ettiğine göre Ebu Talha şöyle demiş: Bizler, Uhud günü saflarımızda bulunduğumuz halde uyuklamak bizi bürüdü. Öy­le ki, kılıcım elimden düşüyor, onu alıyor, düşüyor alıyordum.[211]

Buruyor" kelimesi hem "ye" ile, hem de "te" ile okunmuştur. "Ye" ile okunması halinde bürüyen uyuklamadır. "Te" ile okunursa, bürüyen güvenlik ve emniyettir.

Taife (bir kısım) ise hem tek kişi hakkında, hem de topluluk hakkında kul­lanılır.

"Bir kışını da canları sevdasına düşmüştü." Bununla münafıklardan Muattib b, Kuşeyr ve arkadaşlarını kastetmektedir. Bunlar ganimet arzusu ve müzminlerden korktukları için savaşa çıkmışlardı. O bakımdan uyuklama bun­ları bürümedi ve bu savaşta hazır oluşlarına üzülmeye ve çeşitli sözler söy­lemeye koyulmuşlardı. "Canları sevdasına düşmüştü" ifadesi ise, bu sevda onları kederlendirmeye götürmüştü, demektir. (Âyet-i kerimede geçen:) Hemm: Yapılmak istenilen şey, demektir. O şeyi yapmak is­tedim, anlamındadır. Mühim şey ise, zorlu şey demektir. O İş beni huzursuz etti, anlamındadır.. İş beni eritecek kadar üzdü anlamına gelir.

Bir kısmı da" buyruğundakİ Hvav"; hal "vav" olup, “” anlamın­dadır. Yani: O vakit, bir kısım da Muhammed {sav):ın durumunun batıl ol­duğunu ve onun yardıma mazhar olmayacağını zannediyorlardı, demektir.

"Cahiliyye zannı" ifadesi ise, cahiliyye halkının zannı anlamında olup, "halk" anlamındaki kelime (ehO hazf edilmiştir.

"Bu işten bize bir şey var mı? diyorlardı." İfade soru şeklinde olmakla birlikte, inkâr anlamındadır. Yani, bu işte -savaşa çıkma işinde- bizim bir payımız yoktur. Biz istemeyerek çıktık demektir. Buna da yüce Allah'ın: "Bu işten bize ait birşey olsaydı burada ol dür ölmezdik" şeklinde söz söy­lediklerine dair verdiği haberdir.

ez-Zübeyr der ki: O günde üzerimize uyku salındı. Ve ben bu sırada uyuk­lama beni bürüyorken, Muattib b. Kuşeyr'în, eğer bu işten bize ait bir şey ol­saydı burada öldürülmezdik, sözlerini işitiyordum.'![212]

Bunun, Muhammed (sav)'ın va'detmiş olduğu zafer işinden bize ait bir şey olmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır

Yüce Allah'ın: De ki: Bütün iş Allah'ındır" buyruğu­nu, Ebû Amr ile Yakub: " Bütün" kelimesini müptedâ diye merfu' ola­rak okumuşlardır. Haberi ise, " Allah'ındır™ buyruğudur.

Cümle de:Muhakkak ki" kelimesinin haberidir. Bu yönüyle yüce Allah'ın: aAllahya karşı yalan söyleyenleri Kıyamet gününde yüzlerini karar­mış görürsün" (ez-Zümer39/Ğ0) buyruğunda yer alan "yüzlerini'' anlamında­ki buyruğun Cmeful olarak mansub gelmesi gerektiği halde) merfu' olarak gelmesi gibidir. Diğerleri ise, bu kelimeyi ("bütün iş" anlamındaki kelimesi­ni) nasb ile okumuşlardır. Nitekim İş bütünüyle Allah'ın­dır, demek de böyledir ki, bu da te'kid içindir. Bu kelime, kuşatıcılık ve umum ifade etmek bakımından;  Bütünüyle, anlamına gelir. Bu kelime ise, ancak te'kid olmak üzere gelir.

Bunun "İş" anlamındaki emr'in sıfatı olduğu da söylenmiştir. el-Ahfeş, be­del olduğunu söylemiştir. Yani zafer Allah'ın elindedir. O, dilediğine zafer ve­rir, dilediğini de yardımsız bırakır. Cuveybir de ed-Dahhâk:dan o da îbn Ab-bas'dan yüce Allaİı'm: "Allah'a karşı cahiliyye zannı gibi hak olmayan bir zan besliyorlar* buyruğu hakkında kaderi yalanladıklarını kastetmektedir, dediğini nakletmiştik Çünkü onlar bu hususta ileri geri konuşmuşlardı. Şa­nı yüce Allah da: "De ki: Muhakkak ki bütün iş Allah'ındır1" diye buyurmak­tadır. Bununla da hayrıyla şerriyle kaderin Allah'tan olduğunu kastetmekte­dir.

"Onlar sana açmadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar." Sana açıklamadık­ları şirk, küfür ve yalanları gizliyorlar, "Bu işten bize ait bir şey olsaydı bu­rada öldürülmezdik, diyorlar*" Yani, akrabalarımız burada öldürülmezdi.

Denildiğine göre münafıklar şöyle demişlerdi: Eğer bizim aklımız olsay­dı, biz Mekkelİlerle savaşmaya çıkmazdık ve bizim ileri gelenlerimiz de öl­dürülmezdi.

Şanı yüce Allah da onlara şöylece cevap vermektedir: "De ki: Evleriniz­de dahi olsaydınız, üzerlerine ölüm yazılmış olanlar" Levh-i Mahfuz'da öl­dürülecekleri takdir edilmiş, farz olarak tesbit edilmiş olanlar "yine mutla­ka devrilecekleri yerlere çıkıp gideceklerdi." Öldürülecekleri yerlere çıka­caklardı.

Şöyle de açıklanmıştır: "Ürerlerine Ölüm yazılmış olanlar" yani, savaş­maları kendilerine farz kılınmış olanlar demektir. Burada savaşmak "Öldür­mek" anlamındaki kelime ile ifade edilmiştir Çünkü, savaşmak sonunda öl­dürülmek mümkündür.

gideceklerdi" anlamındaki kelimeyi Ebû Hayve, "be" har­fini ötreli, "re" harfini de şeddeli olarak ve: "Çıkartılırdandı" anlamında okumuştur.

Şöyle de açıklanmıştır: Ey münafıklar, eğer sizler çıkmayacak olsaydınız yine de yüce Allah kalplerde olanı ortaya çıkartıp bunu mü'minlere göste-rinceye kadar devrilip yıkılacağınız bir başka yere çıkmanız sözkonusu ola­caktı. Yüce Allah'ın: "Yoklaması İçin* anlamındaki buyrukta "vav" harfi, yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi fazladan gelmiştir:

Kesin bilgiye ulaşanlardan olması için..." Cel-En'âm, 6/75) buyruğu gibidir.

"Allah göğüslerinizin içindekini yoklamak, kalplerinizdekini temizle­mek için böyle yaptı" buyruğunun takdiri anlamı da şöyledir: Allah size, kı­tali ve savaşı farz kılmakla birlikte, Uhud günü size sabrınızı sınamak ve tev-be edip ihlâslı hareket etmeniz şartı ile de günahlarınızdan sizi arındırıp te­mizlemek için yardım etmedi.

Yüce Allah'ın: "... yoklamak için" buyruğunun, sizi sınayıp yoklayan kim­senin muamelesine tabi kılmak için, anlamında olduğu da söylenmiştir- Bir diğer açıklamaya güre, Allah'ın gaybî bilgisinde bildiğini, siz de varlık âle­minde göreceğiniz şekilde davranasınız diye... şeklinde de açıklanmıştır. Bu­rada bir muzafin inahzûf olduğunu, ifadenin takdirinin de: Yüce Allah'ın dost­larını yoklamak, sınamak için... şeklinde olduğu da söylenmiştir.

"Temizlemek (et-temhîs)Bin anlamına dair açıklamalar da önceden (141. âyetin tefsirinde} geçmiş bulunmaktadır. "Allah göğüslerin özünü çok iyi bi­lir." Yani, göğüslerde bulunan hayır ve şerri bilir.

"Göğüslerin özü (2âtu'5-sudûr)nnün, göğüslerin kendileri (kalpler) oldu­ğu da söylenmiştir. Çünkü bir şeyin zatı, onun kendisi demektir. [213]

 

155- İki topluluğun karşılaştığı gün içinizden geri dönenleri, ancak yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Bununla beraber Allah, andolsun onları bağışladı. Gerçekten Allah, Ğafûr'dur, Halîm'dİr.

 

Yüce Allah'ın: "Ancak yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan onla­rı yoldan çıkarmak istemişti" anlamındaki buyruk, "içinizden geri dö­nenleri anlamındaki buyruğun haberidir. Maksat ise Uhud günü müşrikler­den geri dönenlerdir. Bu da Ömer (r.a) ve diğerlerinden nakledilmiştir, es-Süddî der ki: Bununla bozguna uğranıidığı sırada dağa doğru kaçışanlar de­ğil de Medine'ye kaçanlar kastedilmektedir, Bu buyruğun, bozguna uğradık­ları sırada Peygamber (savadan üç gün süreyle geri kalan, sonra tekrar ge­ri giden muayyen bir takım kimseler hakkında olduğu da söylenmiştir

"Şeytan onları yoldan çıkarmak istemişti" buyruğunun anlamına gelin­ce; o, kendilerine işledikleri günahlarını hatırlatarak ayaklarını kaydırmak is­temişti. Onlar da öldürülmesinler diye yerlerinde sebat göstermek istememiş­lerdi. İşte yüce Allah'ın: "Yaptıklarının bir kısmından ötürü™ buyruğunun anlamı da budur.

"Onları yoldan çıkarmak istemişti" anlamındaki: kelimesi nin, onları yoldan çıkarmaya itmişti, manasına geldiği de söylenmiştir. Bu ke­lime de, günah anlamına gelen "ez-zelİe" istif âl vezninde kullanılmış bir ke­limedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunlar, samimi bir tevbe yapmadan önce savaşmak istemediler. İşte geri kaçışlarının sebebi budur. Birinci açıklamaya göre bu uygundur. İkinci açıklamaya göre ise onlar, Peygamber (sav)'tn kendileri için tesbit ettiği yeri terk etmek ve ganimete meyletmek suretiyle işlemiş olduk­ları masiyetleri sebebiyle yoldan çıkarmak istemişti şeklinde olur.

el-Hasen der ki: "Yaptıklarından kasıt ise» İblis'in kendilerine verdiği ves­veseyi kabul ile karşılamalarıdır. el-Kelbî der ki: Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermişti.

Bir başka açıklamaya göre; Geri dönüp kaçmak bir masiyet değildi. Çün­kü onlar, Medine'ye sığınmak istemişlerdi. Böylelikle müşrikler, Peygamber (sav)'ın öldürüldüğü haberi üzerine onlara bir zarar vermekten yana ümitle­rini kesecekti. Şöyle denilebilir: Bunlar, Peygamber (sav')'ın içinde bulunduk­ları dehşetten dolayı kendilerini çağırdığını işitmemîşlerdi.

Yine şöyle demek de mümkündür: Düşmanların sayısı onların iki katın­dan fazla idi. Çünkü müminler, yediyüz kişi, düşman ise üçbin kişi idi. Böy­le bir durumda İse geri kaçmak caizdir. Şu kadar var ki, Peygamber (sav)"ı bırakıp kaçmak caiz olmayan bir hatadır. Belki de onlar, Peygamber (savVm da dağa geri çekilmiş olduğunu sanmışlardı.

Bu açıklamaların en güzeli birincisidir.

Özetle söylenecek olursa, eğer burada muhakkak bir günahın varlığı di­ye açıklanacak olursa, Allah bu günahı affetmiş bulunmaktadır. ŞâyeE açık­lanabilir ve meşru bir geri çekilme diye açıklanacak olursa., âyet-i kerime ge­ri kaçarken alabildiğine uzaklaşan ve uygun miktardan daha fazla giden hakkında kabul edilir.

Ebu'J-teys es-Semerkandı Nasr b. Muhammed b. İbrahim dedi ki: Bize, el-Halil b. Ahmed anlattı, dedi ki, bize es-Serrâc anlatttı, dedi ki? bize Kutey-be anlattı dedi ki, bize Ebû Bekir b. Gaylan aniattı, o, Cerir'den naklen an­lattığına göre; Hz. Osman ile Abdurrahman b. Avf arasında bir tartışma ol­muştu. Abdurrahman b. Avf ona şöyle dedi: Ben Bedir'de bulunduğum sen bulunmadığın, ağaç akında ben bey'at ettiğim sen bey'at etmediğin ve o top­luluğun gününde -yani Uhud gününde- geri dönüp kaçanlar arasında bulun­duğun kaide, bana nasıl ağtr söz söylersin? Bunun üzerine Hz, Osman ona şu cevabı verdi: Senin, ben Bedir'de bulunduğum halde sen bulunmadın, sö­zünü ele alalım. Ben, Rasûlullah (sav)'sn hazır bulunduğu herhangi bir ga­zadan geri kalmış değilim. Ancak, Rasûlullah {sav} 'm kızı hasta idi. Ben de onun yanında ona bakıyordum. Rasûluliah (sav.) da müslümanlara ayırdığı pay gibi bana da pay ayırdı. Ağaç altındaki bey'ate gelince, Rasûluilah (sav) beni Mekke'deki müşriklerin durumunu görüp teshil etmek üzere (elçi ola­rak.) göndermişti. RasûluÜah (sav) da sağ elini sol elinin üzerine koyarak: 'iş­te bu da Osman'ın bey'atîdir" diye buyurmuştu, Rasûlullah (sav)'ın sağ ve sol elleri benim için kendi sağ ve sol ellerimden hayırlıdır. Uhud gününe gelin­ce, şanı yüce Allah da: "Bununla beraber Allah andolsun onları bağışladı" diye buyurmuştur. Ve ben de Allah'ın kendilerini affettiği kimseler arasında idim. Böylelikle Hz. Osman, Abdurrahman'jL ona karşı getirmiş olduğu bu de­lilleriyle susturmuş oldu.[214]

Derim ki: Bu anlamdaki bir açıklama, İbn Ömer'den de sahih olarak nak­ledilmiştir. Nitekim, Buharı Sahih'inde şöyle der: Bize Abdan anlattı, bize Ebu Hamza haber verdi. O, Osman b. Mevheb'den dedi ki; Bir adam gelip Beyî'i haccetti. Bir takım kimselerin oturmakta olduğunu görünce, bu oturanlar kim­lerdir? diye sordu. Ona: Bunlar Kureyşlilerdir, dediler. Peki bu yaşlı kişi kim­dir? deyince; O İbn Ömer'dir, dediler. Yanına varıp şöyle dedi: Ben sana bir şey soracağım bana anlatır mısın? (Devamla) dedi ki: Bu Beyt'in hürmeti hak­kı için sana soruyorum Osman bf Affan'in Uhud günü kaçtığını biliyor mu­sun? (Abdullah b. Ömer): Evet deyince, adam bu sefer: Peki onun Bedir'de bulunmayıp orda hazır olmadığını da biliyor musun? diye sordu, İbn Ömer: Evet dedi. Bu sefer: Peki onun Rıdvan Bey'atinden geri kalıp orada bulun­madığını da biliyor musun? diye sordu, îbn Ömer yine: Evel dedi. Bu sefer adam tekbir getirdi.

İbn Ömer dedi ki: Hakkında bana soru sorduğun, hususu sana açıklamam ve haber vermem için gel yaklaş. Uhud günü onun kaçışını ele alalım. Şa­hadet ederim ki Allah onu atfetmiştir.

Bedir günü hazır bulunmayışına gelince, Rasülullah (sav)'ın kızı onun ha­nım t idi ve o sırada hasta bulunuyordu. Peygamber (sav) kendisine; "Şüphe­siz senin için de Bedir'de hazır bulunan kimsenin ecri ve payı vardır" demiş­ti. Rıdvan Bey'atinde hazır bulunmayışına gelince, eğer Mekke vadisinde Os­man b. Affan'dan daha aziz (.güçlü ve Mekkeliler için değerli) bir kimse ol­saydı, elbetteki onun yerine onu gönderecekti. Peygamber, Osman'ı gönder­di ve Rıdvan Bey'atî de Osman'ın Mekke'ye gidişinden sonra olmuştu. Pey­gamber (sav) da sağ elini kaldırıp: "İşte bu Osman'ın elidir" dedikten sonra onu öbür eline koydu ve: "Bu da Osman için (be/at) dir" diye buyurdu. Şim­di sen, benim bu söylemiş olduklarımı bellemiş olarak git.[215]

Derim kh Bu âyetin (muhtevasının) bir benzeri de yüce Allah'ın Âdem (a.s)'m tevbesini kabul etmesidir. Ayrıca Hz. Peygamber'in Hz. Âdem hak­kında: "Ve Âdem Musa'ya karşı susturucu delil getirmiş oldu" buyruğu da bu­nu ifade eder ki, getirdiği delille onu yenik düşürdü, demektir.

Şöyle ki, Hz. Mûsâ, Hz, Âdem'in hem kendisini, hem de zürriyetini yasak ağaçtan yemiş olması sebebiyle cennetten çıkmalarına sebep olduğu için kı­namak istemişti de, Hz. Âdem kendisine şöyle demişti:

"Şam yüce Allah'ın benim hakkımda ben yaratılmadan kırk yıl önce tak­dir etmiş olduğu ve bundan dolayı da tevbemi kabul ettiği bir husus dola­yısıyla mı beni kınıyorsun?

Şüphesiz ki Allah, kimin levbesıni kabul ederse onun günahı yoktur. Gü­nahı olmayan kimsenin de kınanması sözkonusu olamaz. [216]

İşte Allah'ın kendisini affettiği kişinin durumu da böyledir. Bunun böyle olması da, şanı yüce Allah'ın bize bu hususu haber vermiş olmasından ötü­rüdür. Onun haberi ise elbetteki doğrudur.

Onların dışında kalan tevbekâr günahkârlara gelince, onlar Allah'ın rah­metini umabilirler, azabından da korksunlar Onlar, tevbelerinin kabul edil­memesi korkusunu Laşırlar. Eğer tevbeleri kabul edilmiş oisa dahi onlar için korku daha baskın bir ihtimaldir, zira bunu bilmemektedirler. Bu hususu iyi­ce belleyiniz. [217]

 

156, Ey iman edenler! Siz, kâfir olup da yeryüzünde yolculukta yahut gazada bulunan kardeşleri hakkında: "Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdr diyenler gibi olma­yın. Allah bunu onların kalplerinde bir hasret olarak koydu. Halbuki öldüren de dirilten de Allah'tır. Allah, yaptığınız şey­leri görendir.

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Kâfir olup da..." buyruğu ile kastedi­lenler münafıklardır.

"Yeryüzünde yolculukta yahut gazada bulunan kardeşleri hakkında"

bundan kasıt, Peygamber (savVın Bi'r-i Maûne'ye göndermiş olduğu Seriy-yede neseb itibariyle kardeşleri veya münafıklıkta kardeşleri olanlar kaste­dilmektedir. Onlar hakkında: "Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öl-dürülmezlerdi" demişlerdi. Müslümanlara, onların söyledikleri gibi söyleme­leri yasak kılındı.

Yolculuğa çıktıkları, ifadesi geçmiş zaman için kullanı­lır Yani onlar yolculuk yaptıklarında demektir. Çünkü ifadede: za­manı bulunmayan ve belirsiz bir ism-i mevsuldur. O bakımdan mazi fiil ce­za (şartın cevabıa.)da geniş zaman (muzari) fiilinin yerinde kullanıldığı gibi, burada da  edatı yerine kullanılmıştır.

Yeryüzünde yolculukta bulunduklarında" ifadesinin anlamı ise, ticaret yahut başka bir maksatla yeryüzünde yolculuk yapıp öl­düklerinde manasınadır. "... yahut gazada bulunan" yani, gazaya çıkıp da öl­dürülen kardeşleri demektir.

Gazada bulunanlar" (i'rab bakımından) nakıs bîr çoğul olup ref ve cer halinde lafzında değişiklik olmaz. Tekili: şeklindedir. Bununla birlikte şeklinde çoğulu da yapılabildiği gibi  şeklinde de yapı­labilir Kelimesinin "gazi"nin çoğulu olduğu da söylenir. Şair der ki:

Kafilelere ve gazaya çıktıklarında gazilere de ki; ,,."

cz-Zührî'den onun bu kelimeyi şeddesiz olarak şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Kocası gazaya gitmiş olan kadın demektir.

ise, geç yavru yapan ve daha sonra yavrulayan dişi eşek de­mektir, (üûı li/J-0: Döllenmesi zor olan dişi deve hakkında kullanılır. bir şeyi maksat olarak gözetmek anlamındadır. Kastolunan şey de­mektir. Gaza etmek"in i s m-i mensubu da: şeklinde gelir.

Yüce Allah'ın: "Allah bunu, onların kalplerinde bir hasret olarak koy­du" buyruğu ile kastedilen, onların bu konudaki zanlari ve sözleridir.

Koydu" buynığundaki "lam" ise daha önce geçen: "(ijjlj ): Di­yen" buyruğuna taalluk etmektedir ki, anlamı şöyledir: Onların: Eğer gaza­ya çıkmamış olsalardı öldürülmezlerdi, şeklindeki zanlarım kalplerinde bir hasret, yani bîr pişmanlık sebebi kılsın diye böyle yaptı. Hasret ise, ulaşıl­masına güç yet inlemeyen ve elden kaçan şey dolayısı ile kederlenmek de­mektir. Şair der ki:

"Ah benîm hasret Ve kederim, ondan muradımı alamadım Komşu olmakla da, yakın olmakla da faydalanamadım,"

Bu "lâm" harfinin hazfedilmiş bir ifadeye laalluk ettiği de söylenmiştir. Ya­ni: Siz, onlar gibi olmayın ki Allah, onların bu sözlerini kalplerinde bir has­ret olarak koysun. Çünkü onlann münafıklıkları ortaya çıkmış bulunmakta­dır.

Şöyk de açıklanmıştır: Sîz, onları tasdik etmeyin, onlara İltifat etmeyin. Çünkü bu, onlann kalplerinde bir hasrettir,

"Allah bunu onların kalplerinde bir hasret olarak koydu" buyruğunun Kıyamet günü hakkında olduğu da söylenmiştir- O günde onlar, karşı karsı­ya kalacakları rezillik ve pişmanlık ile müslümanlann içinde bulunacakları nimet ve ilâhî lütuflar dolayısıyla hasrete gark olacaklardır.

Yüce Allah'ın: "Halbuki öldüren de dirilten de Allah'tır" buyruğu şu de­mektir: Savaşa çıkanları hayatta bırakmaya, ailesi arasında kalanları da öldür­meye güç yetiren O'dıır.

''Allah yaptığınız şeyleri görendir" buyruğundaki "yaptığınız™ anlamı­na gelen; kelimesi "yâ" ile (o zaman: yaptıkları demek olur) de okun­muştur, "te" ile de okunmuştur.

Daha sonra yüce Allah, Allah yolunda öldürülmenin bütün dünyadan da­ha hayırlı olduğunu şöylece haber vermektedir: [218]

 

157- Andolsun ki, Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz, elbet­te Allah'ın bağışlaması ve rahmeti onların toplayageldikleri şeylerden daha iyidir.

158. Andolsun ki, ölseniz yahut öldürülseniz de elbette Allah'ın hu­zurunda toplanacaksınız.

 

Baş taraftaki şartın cevabı hazf edilmiştir. Yüce Allah'ın: "Elbette Al­lah'ın bağışlaması ve rahmeti..." buyruğundaki kasemin cevabı ile ona gerek görülmemiştir. Yeminin cevabı belirtmekle yetinmek daha uygundur. Çünkü ifade başta yemin ile başlamaktadır Anlamı da: Andolsun ki Allah si­ze mağfiret buyuracaktır, şeklindedir.                                   

Hicaz halkı, Ölürseniz" anlamındaki kelimeyi, şeklinde "mim" harfini esreli olarak ve den gelir gibi kullanırlar. Mudarlı-lann aşağı tarafları ise "mîm" harfini ötreli olarak; şeklinde, den gelir gibi kullanırlar. Kûfelilerin açıklamaları budur ve güzel bir açıkla­madır.

Yüce Allah'ın: "Elbette Allah'ın huzurunda toplanacaksınız" buyruğu bir öğüttür. Şanı yüce Allah bununla onlara öğüt vermektedir Yani siz, savaş­tan ve Allah'ın size vermiş olduğu emirlerden kaçmayınız. Aksine siz, O'nun cezasından ve can yakıcı azabından kaçınız. Hiç şüphesiz dönüşünüz O'na-dır. Hiçbir kimse size ne zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir O'ndan baş­ka. Şanı yüce olan Allah en iyisini bilendir[219]

 

159. Allah'tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz çevrenden dağdır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile, iş hu­susunda onlarla müşavere eti Bir kere de azmettin mi, artık Al­lah'a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri sever-

 

Sayesinde" buyruğundaki  edatı te'kid manası da ihtiva eden bir sıladır. Bir rahmet sayesinde... anlamın da dır. Yüce Allah'ın: Az zamanda" (el-Mu'minûn, 23/40); Onların o sözleri­ni bozmaları... sebebiyle" (.en-Nisâ, 4/155); Burada ye­nilgiye uğratılmış... bir ordudur" (Sâd, 38/11) buyruklarında olduğu gibi. Bu, kesinlikle zaid değildir. Sîbeveyh'in bunun için zaid olduğu anlamını verme­si, amelinin ortadan kalkışından dolayıdır. îbn Keysân der ki: “” edatı, "be" harfi ile cer mahallinde nekire bir isimdir. Bir rahmet" de ondan bedeldir.

Âyetin manasına gelince: Peygamber (sav) Uhud günü kaçanlara yumu­şak davranıp onları azarlamayınca, şanı yüce Rabbimiz, bu hususta Allah (cc)'ın kendisine bir basan ihsan etmesi sonucu bu davranışı gösterdiğini be­yan etti.

'nın soru edatı olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: Sen onlara Allah'tan ne biçim bir rahmet sayesinde yumuşak davrandın! Bu anlam ise hayret bildirir. Ancak bu anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir. Zira, bu şekilde olsaydı şeklinde "eliPsiz gelmesi gerekirdi.

Yumuşak davrandın"; den gelen bir fiildir.

kaba ve katı demektir. Kaba davrandın, davranırsın. ise mastarıdır. Muhataba kaba olduğunu anlatmak için de denilir. Müennesi; şeklinde, çoğulu da; şeklinde ge­lir. Peygamber (sav)'ın nitelikleri nakledilirken şunlar zikredilir:

Kaba da değildi, haşin de değildi. Çarşı pazarlarda da yüksek sesle bağırıp çağıran bir kimse değildi."[220]

el-Mufaddal bu kelimenin müzekker kullanılışı ile ilgili olarak şunlan nak­letmektedir:

"Yakınlarına ve akrabalarına karşı sert değildir. -Onun bağışlarını kastederek gelirler-. Aksine yumuşaktır o. Buna karşı düşmanlarına karşı serttir. Çekinirler ondan. Onun satveti öldürücüdür. Buna karşılık bağışı da pek çoktur."

Bir başka şair de bu kelimeyi müennes olarak şöylece kullanın

"Darlık içinde evimde ölürüm

Benden başkası ise tıka hasa karnını doldurmaktan ölür Bir dünya ki, cahillere karşı cömert davranır Akhbaşmda kimselere karşı da kabadır."

Kalbin katılığı ise, surat aşıklığı, hoş ve güzel şeylerden az etkilenme, şef­kat vç merhametin azlığı demektir. Şairin şu mısraı bu kabildendir:

"Bizim için ağlanır, bizse ağlamayız kimseye

Şüphesiz bizler develerden de daha katı ciğerli (kalpliyizdir."

Dağılıp giderlerdi" buyruğu, etrafından ayrılıp darmadağın

olurlardı, demektir. Onları darmadağın ettim, onlar da ay­rıldılar, demektir. Bir grup deveyi nitelendiren, Ebû Necrn'in şu beyiti de bu kabildendir:

"Kokuşları hızlıdır onların, hiç de gevşek değildir adımları

Tepeler üzerinde (koştuklarında) küçük çakal taşları etraflarından dağılır,"

Yani, ey Muhammed, eğer senin yumuşak davranışın olmasaydı, o geri dö­nüp kaçışlarından ^sonra utançları ve senden çekinmeleri, onların sana yak­laşmalarına engel olurdu. [221]

 

Buyruğun: "Öyleyse onları bağışla, onlara mağfiret dile. İş hususunda onlarla müşavere et" bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

 

1- Hz. Peygambere Yöneltilen Emirler ve İstişarenin Anlamı;

 

İlim adamları der ki: Yüce Allah, Peygamberine son derece beliğ bir tedricilik ihtiva eden bu emirleri vermektedir. Şöyle ki: Yüce Allah ona ön­ce kendi Özel şahsıyla ilgili olarak onlardaki haklarını affetmesini emretti. Bu noktaya gelmeleri üzerine bu sefer yüce Allah'a karşı sorumlulukları huşusunda onlar için /Ulah'tan mağfiret dilemesini emretti. Bu seviyeye de gel­melerinden sonra, artık iş hususunda kendileriyle müşavere edilmesine ehil oldular.

Dil bilginleri derler ki: İstişare kelimesi Arapların, atın yürümesi veya bu­na benzer diğer hallerini öğrenebilmek için kullandıkları; ifadesinden alınmıştır. Atın koştuğu yere de "mişvâr (etap.)" denilir. Bunun­la birlikte bu kelimenin anların kovanından bal almayı ifade eden;

Bal aldım, sözünden alınmış olması da mümkündür. Bunun ism-i mefulü ise; şeklinde gelir. Adiy b. Zeyd der ki:

"Şeyh (reis)in izin verdiği ve (kovanından) alınan beyaz balı andıran Bir söz ve dinlenen ifadeler hususunda... [222]

 

2- İstişare Yapmayan Yönetici Görevinden Alınır:

 

tbn Atiyye der ki: Şûra, şeriatin kaidelerinden ve azimet yoluyla uyulma­sı gereken hükümlerdendir. Her kim, ilim ve din ehli ile istişare etmezse, onun da azledilmesi vaciptir. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Şam yüce Al­lah da müzminleri: "Ve onların işleri kendi aralarında istişare iledir" Ceş-Şû-râ, 42/38) buyruğu ile övmüştür.

Bedevi arap der ki: Benim kavmim kandırılmadığı sürece, ben de hiçbir şekilde kandırılabiimiş değilim. Ona: Peki bu nasıl olur? denilince, şu ceva­bı vermiş: Ben onlarla istişare etmeden hiçbir şey yapmam.

İbn Huveyzimendâd der ki; Bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkama­dıkları dini meselelerde yöneticilerin, ilim adamlarıyla danışmaları, savaş ile ilgili konularda ordunun ileri gelen kumandan 1 arıyla danışmaları, kamu menfaati eriyle ilgili hususlarda insanların ileri gelenleriyle, ülkenin maslahat­ları ve imarı ile ilgili hususlarda da kâtipler, vezirler ve valilerle danışmala­rı, yöneticilerin görevleri arasındadır Eskiden beri: "İstişare eden pişman ol­maz. Kendi görüşünü beğenen kimse sapar" denile gelmiştir. [223]

 

3- Hz, Peygamberin İstişaresi ve İstişare Konusu:

 

Yüce Allah'ın: "İş hususunda onlarla müşavere er buyruğu, vahyin gelme imkânı ile birlikte isler hakkında içtihad etmenin ve zannı galibe gö­re hareket etmenin caiz oluşuna delildir Çünkü şanı yüce Allah bu hususta Rasûlüne izin vermiş bulunmaktadır. Bununla birlikte te'vil alimleri, yüce Al­lah'ın Peygamberine ashabı ile kendisi hakkında müşavere etmesini emret­miş olduğu işlerin mahiyeti hakkında farklı görüşler ileri sürmüşler.

Bir kesim der ki: İstişare yapması istenen konu, savaş taktikleri ve düşmanla karşılaşmak halinde ortaya çıkan durumlardır. Bu da onların gönül­lerini hoş etmek için, kadir ve kıymetlerini yükseltmek, dinlerine olan sıcak bağlılıklarını artırmak içindir. Her ne kadar yüce Allah indirdiği vahyi ile on­ların görüşlerine onu muhtaç bırakmamış olsa dahi, bu maksatla ona bu em­ri vermiştir. Bu açıklama Katade, er-Rabî, îbn İshak ve Şafiî'den rivayet edil­miştir. Şafiî der ki: Bu, Hz. Peyganıber'in: "Ve bakire kıza (kendisine taiib olanla evlendirilmesi hususunda) görüşü sorulur"[224] buyruğunu andırmakta­dır ki, burada görüşünün sorulması, onun gönlünü hoş tutmak içindir. Va-cib olduğu için değil.

Mukatiİ, Katade ve er-Rabî' derler ki: Arapların ileri gelenleri, eğer iş hu­susunda kendileri ile müşavere edilmeyecek olursa, ağırlarına giderdi. Bu­nun üzerine yüce Allah Peygamberine iş hususunda onlarla müşavere etme­sini emretmiştir. Bu şekilde davranmak, onların Hz. Peygambere karşı daha çok meyletmelerini, kalplerindeki kinlerin uzaklaşmasını, daha gönüllerinin birleştirilmesini sağlıyordu. Onlarla müşavere ettiği takdirde Hz. Peygambe-r'in kendilerine değer verdiğini bilmiş olurlardı.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Müşavere, hakkında kendisine va­hiy gelmeyen hususlarda sözkonusudur. Bu açıklama da Hasan-ı Basrî ve ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir. Onlar şöyle derler: Yüce Allah'ın Peygambe­rine müşaverede bulunmasını emretmesi, onun görüşlerine muhtaç oluşun­dan dolayı değildir. Onlara yalnızca müşaverenin faziletini öğretmeyi murad etmiş ve ondan sonra da ümmetinin uyması için bu emri vermiştir.

îbn Abbas'ın kıraatinde ise; Bazı işler hususunda onlarla müşavere et, şeklindedir.

Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

İçinden çıkılmaz, gizli, kapaklı hususlarda arkadaşınla müşavere et. Ve lütfederek sana öğüt verenin nasihatini aen de kabul et, Çünkü yüce Allah Peygamberine bunu tavsiye etmiştir: "Onlarla müşavere et" ve "tevekkül et" buyruğunda." [225]

 

4. Kendileriyle Müşavere Edilecek Kimselerde Aranan Nitelikler:

 

Ebû Davud'un Mûsânnef fsünerOinde Ebu Hureyre'nin şöyle dediği nak­ledilmektedir: Rasûlullah (sav): "Kendisiyle danışılan kişi güvenilen bir kimsedir."[226]

İlim adamları derler ki: Kendisiyle danışılacak kişi (müsteşardın nitelik­lerine gelince, eğer danışılacak husus din hükümleriyle ilgili ise danışmanın alim ve dinine bağlı bir kimse olması gerekir. Bu gibi özellikler ise, ancak akıl­lı bir kimsede toplanır. el-Hasen der ki: Kişinin aklı kemale ermedikçe dini de kemale ermez, İşte bu niteliğe sahip bir kimse ile istişare edilir de, o da doğru ve hayırlı olanı bulmak hususunda gayretini ortaya koyup elinden ge­leni esirgemez, fakat buna rağmen yanlış bir hususu salık verecek olursa, bun­dan dolayı da ona bir tazminat düşmez. Bu görüşü Hattâbî ve başkaları ifa­de etmiştir. [227]

 

5. Dünya île İlgili Meselelerde Müsteşarın (Danışmanın) Nitelikleri:

 

Dünya ile ilgili meselelerde kendisiyle danışılacak kişinin niteliklerine ge­lince, bu kişi akh başında, denenmiş ve kendisi ile danışana sevgi besleyen bir kimse olmalıdır. Şair der ki:

"Gizli ve içinden çıkılamaz hususlarda candan arkadaşına danış." Bu mısra ve ondan sonraki mısralar az önce geçti. Bir başka şair de:

"Eğer herhangi bir hususta senin önünde kapanırsa kapılar; Akıllı ve kavrayışlı birisiyle müşavere et ve ona karşı gelme!"

diyerek bir takım beyitlerle istişarenin önemini açıklamıştır.

Şûra berekettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İstişare ya­pan pişman olmaz, istihare yapan da ziyan etmez."[228]

Sehl b. Saad es-Saidîde Rasûlullah {savVdan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Hiçbir kul, meşveret dolayısıyla bedbaht olmamıştır. Ve hiçbir zaman da kendi görüşüyle yetinerek mutlu olmamıştır," [229] Kimisi de şöyle der: Sen, aynı işleri denemiş olanla istişare et. Çünkü o, pahalıya mal ettiği bir gö­rüşünü sana verecek ve sen bunu bedelsiz alacaksın.

Ümmetin karşı karşıya kalabileceği en büyük meselelerden birisi olan hi­lâfet meselesini çözme işini Ömer b. el-Hattâb (r.a) şuraya havale etmiştir.

Buhârî der ki: Peygamber (sav)'dan sonra gelen imamlar, (Raşid Halife­ler") en kolayını yerine getirmek maksadıyla mubah hususlarda ilim ehli arasından güvenilir olan kimselerle istişare ederlerdi. [230]

Süfyan es-Sevrî de şöyle demektedir: Takva sahibi, güvenilir ve yüce Al­lah'tan korkan kimseler senin istişare ettiğin kimseler olsun. el-Hasen de der ki; Allah'a yemin ederim, bir toplum kendi aralarında istişare edecek olur­sa, mutlaka hatırlarına gelenin en faziletli olanına hidâyet olunurlar.

Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Eğer bir topluluğun istişare edilecek bir hususu var da ara­larında adı Alımed veya Muhammed olan birisi bulunup onu istişarelerine alır­larsa, mutlaka onlar için hayırlı olan takdir olunur." [231]

 

6. Şûranın Esası ve İstişare Edenin Sonra Yapması Gerekenler:

 

Şûra, esasen farklı görüşlere dayanır. İstişare eden kişi de bu farklı görüş­ler üzerinde düşünüp ve kendisi için mümkün olursa bunların Kitap ve Sün­nete daha yakın olanını tesbite çalışır. Yüce Allah onu dilediği herhangi bir hususu tercihe irşad edecek olursa, onu kararlaştırır ve yüce Allah'a tevek­kül ederek onu uygulamaya koyar. Çünkü, istenen içtihadın (cehd ve gay­retin) maksadı budur. Bu âyet-i kerimede de yüce Allah, Peygamberine bu hususta, bu şekilde davranmayı emretmektedir.[232]

 

7- Azmetmenin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et" buy­ruğu ile ilgili olarak Katâde şöyle demektedir: Yüce Allah, Peygamberine her­hangi bir iş hakkında karar vermesi halinde o işi uygulamaya koyarak onlar­la istişare etmesine değil de yüce Allah'a tevekkül etmesini emretmektedir.

Azmetmek ise, üzerinde durarak düşünülmüş, elekten geçirilmiş iş demek­tir. Yoksa düşünmeksizin önüne gelen görüşü uygulamaya koymak azmet­mek değildir. Böyle bir şey, ancak sonuçlara aldırmaksızın canlarının istedik­lerini yerine getiren ve bu konuda ne olursa olsun bir işi yapmak istiyen kim­seler hakkında düşünülebilir. Nitekim şair şöyle demiş:

"O, bir şey kararlaştırdı mı, artık azmini gözünün önüne (hedef olarak) koyar Ve sonuçlarının söz konusu edilmesini bir kenara atar. Görüşü, hususunda kendisinden başkasıyla da istişare etmez Ve kılıcının kabzasından başka bir arkadaşa da razı olmaz."

en-Nakkâş der ki: Azm i!e hazm aynı anlamdadır. Burada "ha" harfi ayn'den bedeldir, îbn Atiyye ise der ki: Bu yanlıştır. Çünkü hazm, bir meseIe hakkında güzel bir şekilde tesbitte bulunmak, onu iyice elekten süzmek ve o hususta yanılmaktan çekinmek demektir. Azmetmek ise, bir işi yerine getirmeyi kastetmektir. Şanı yüce Allah da: "İş hususunda onlarla müşave­re et. Bir kere de azmettin, mi..." diye buyurmaktadır. Buna göre istişare ve bu manadaki davrantşlar "hazm" diye adlandırılabilir.

Zaten Araplar da: Azmedecek olursam, hazm ederim. (Ya­ni azmetmeden önce onu iyice ölçer biçer, düşünürüm).

Cafer es-Sâdık üe Câbir b. Zeyd ise Ben azmettim mi.,." şek­linde "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu okuyuşta azmetmek şanı yü­ce Allah'a nisbet edilmiştir. Zira azmetmek de O'nun hidâyet ve tevfiki ile ger­çekleşir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı* {e\-Enfâ\, 8/17) diye buyurmaktadır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Ben senin için azmedip sana başarı ihsan edip doğruya ile­tecek olursam "artık Allaba tevekkül et1* şeklinde olur. Diğerleri ise, "te" har­fini (sen azmettin mi, anlamına) üstün olarak okumuşlardır.

el-Mühelleb der ki: Peygamber (sav) de yüce Rabbinin emrine riâyet ederek şöyle buyurmuştur: "Artık bir Peygamber zırhını giyindi mi, Allah hük­münü verinceye kadar onu çıkarmaması gerekir."IJ) Yani, Peygamber azmet­ti mi, o azminden geri dönmemelidir. Zira bu? şanı yüce Allah'ın azmetmek­le birlikte şart koşmuş olduğu tevekkülü nakzeder.

Bedir'de hazır bulunamayıp mü'minlerin salUı kimseleri arasında bulunan ve ühud günü yüce Allah'ın kendilerine şehâdeti lütfettiği kimselerin: Ey Al­lah'ın Rasûlü bizi düşmanımıza kaışı (Medine'nin dışına) çıkart! diyerek Medine dışına çıkma görüşünü ortaya koymaları üzerine Hz. Pcygamber'in zırhını giyinmiş olması, onun bu husustaki azmine delil idi.

Hz. Peygamber ise, Medine'de kalma görüşünde İdi. Abdullah b. Übeyy de bu görüşte idi ve şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü, Medine'de kal ve as­kerlerini yanına alarak onlara (Kureşylilere) karşı çıkma. Eğer onlar yerlerin­de kalmaya devam edecek olurlarsa, en kötü bir şekilde kalmaya devam eder­ler. Şayet Medine'ye yanımıza gelecek olurlarsa, biz de geniş alanlarda ve yol girişlerinde onlarla savaşırız. Kadınlar ve çocuklar da yüksek binaların üze­rinden onlara taş atar. Allah'a yemin ederim, bu şehirde bizimle ne kadar düş­man sayaşmış ise mutlaka onu yenmişizdir. Ve biz, bu şehrin dışına düşman­la karşılaşmak üzere ne kadar çıktıysak mutlaka düşman bizi yenmiştir.

Ancak sözünü ettiğimiz kimseler bu görüşü benimsemediler. İnsanların kahramanlık duygularını galeyena getirerek savaş çağırışında bulundular. Bu­nun üzerine Rasûlullah (sav) cuma namazını kıldı, namazın akabinde evine girdi, silâhını kuşandı. Bu sefer dışarı çıkma görüşünü izhar edenler pişman olarak: Rasûlullah (sav.)'ı istemediği şeye zorladık, dediler. Silâhını kuşanmış olarak yanlarına çıktığını görünce, Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Arzu edersen kalalım. Bizler seni hoşuna gitmedik bir işe zorlamak istemiyoruz. Bunun üze­rine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bîr peygamber silâhını kuşandı mı, çar-pışmadıkça onu bırakması yakışmaz."[233]

 

8. Tevekkül:

 

Yüce Allah'ın: "...Artık Allah'a tevekkül eti çünkü Allah tevekkül eden­leri sever" buyruğunda sözü geçen tevekkül, kişinin acizliğini açığa vurmak­la birlikte yüce Allah'a güvenip dayanması dernektir. İsmi: "Tüklân" diye ge­lir. İşimde ona tevekkül ettim, anlamında: ( iŞjA ^j ^JU-cJ&T ) ifadesi bura­dan gelmektedir. Bunun aslı ise: şeklinde olup makabli esreli ol­duğu İçin "vâv" harfi "yâ"ya kalb edilmiş, daha sonra da "ya"dan "te"ye ibdâl edilerek ififtiâl" veznindeki "te"ye idğam olunmuştur. Bir kimseyi bir işe ve­kil kılmaya "tevkil" denilir. Bunun ismi ise, vikalet ve vekâlet şeklinde gelir.

Tevekkül hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Sufilerden bir kesim şöyle demiştir: Kalbinden arslan yahut ondan başka Allah'ın dışında­kilerin korkusu tamamen gitmedikçe ve şanı yüce Allah'ın teminatı altında olması dolayısıyla da rızık talebi için çalışmayı terk etmedikçe, herhangi bir kimse "mütevekkil" adını almaya hak kazanamaz.

Ancak, genel olarak fukaha da daha önce yüce Allah'ın: "Mü'minler an­cak Allaha tevekkül etmelidirler" (Âl-i İmran, 3/122) buyruğunu açıklarken belirttiğimiz görüşleri ortaya koymuşlardır ki, orada da açıkladığımız gibi doğ­ru olan tevekkül de odur.

Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn, yüce Allah'ın: "Korkmayınız" (Tâ-Hâ, 20/46) buyruğunda da ifade ettiği gibi korkmuşlardır. Yine bir başka yerde: "Mûsâ içinde gizli bir korku hissetti. Biz ona korkma., dedik" (Tâ-Hâ, 20/67-68) di­ye buyurmuştur. Hz. İbrahim hakkında da şu buyruğu İle korktuğunu haber vermektedir: "Ellerinin buna uzanmadığım görünce, onların bu hallerinden hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi Korkma! dediler." (Hûd, 11/70) Şim­di Hz. İbrahim el-Halil ile Allah'ın Kelimi Hz. Mûsâ korktuklarına göre -ki ör-nek olarak onlar bize yeter- başkalarının benzer hallerde korkuya kapılma­ları öncelikle sözkonusudur. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.[234]

 

160, Allah size yardım ederse artık sîzi yenecek yoktur. Sîzi yardım­sız bırakırsa da O'ndan başka size yardım edecek kimdir? O hal­de mü1 minder, sadece Allah'a tevekkül etsinler.

"Allah size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur" yani, eğer Allah size yardımcı olur, düşmanınıza karşı sizi koruyacak olursa, asla yenik dü­şürülme zsinîz. "Sizi yardımsız bırakırsa" yardımını size göndermeksizin terk ederse "de O'ndan başka stee yardım edecek kimdir?" Yani, artık O'ndan başka kimse size yardım edemez.

Bu da şu demektir; O'nun sizi yardımsız bırakmasından sonra kimsenin size yardımı dokunamaz. Zira, yüce Allah: Sizi yardımsız bı­rakırsa" diye buyurmaktadır ki, yardımsız bırakmak (hizlân) yardım etme­yi terketmektir. "Mahsûl" kendisine ehemmiyet verilmeyen ve terkedilen ki­şi demektir, İse, annenin merada yavrusu ile birlikte durup sürüdeki diğer arkadaşlarını yalnız bırakması demektir. Bu şekilde davranın hayvana da: denilir. Şair Tarafe der ki:

"Bol ağaçlı güzel bîr yerde ceylan sürüsüyle birlikte otlayan ve (yavrusunun yanına giderek} onları yalnız bırakandır o. Erâk (misvak) ağacının meyvelerini toplayıp ağaç yapraklarının

arasına ceylan gibi dalar."

Yine şair şöyle der:

"Bir yavruya meylederek arkadaşlarını bırakıp ayrı kalan Bir kız çocuğu gözüyle sana baktı."

Bu anlamın kalbedümiş bir mana olduğu da söylenmiştir. Çünkü bırakı­lıp gidilmesi halinde kendisine: "Malızûle" denilir. Ayaklarının gücü zayıfla­yan kimsenin durumunu anlatmak için de; tabiri kullanılır, Şair der ki;

"Ayaklarının gücü çolak düşecek kadar kesilmemiş ama oldukça zayıflamış birisi."

Sürekli olarak yardımsın bırakan kişiye de: denilir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır. [235]

 

l6l. Bîr peygamber için (ganimete veya emanete) hıyanet, olur şey değildir. Kim böyle hainlik ederse Kıyamet günü hainlik etti­ği şey ile gelir. Sonra herkese kazandığı ödenir ve onlara zul­medilmez.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

 

1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hıyanet (Ğulûl)'ın Anlamı:

 

Uhud günü okçuların -önceden açıklandığı şekilde- konumlarını, müslü-manlar ganimetlerini ele geçirir ve kendilerine birşeyler verilmez korkusuy­la yerlerini bırakıp gitmeleri üzerine, şanı yüce Allah, Peygamber (sav)'ın pay­laştırmada haksızlık etmeyeceğini beyan buyurdu. O bakımdan sizin onu İt­ham etmeye hakkınız yoktur.

cd-Dahhâk ise şöyle demektedir: Hayır, asıl sebep şudur: Rasûlullah (sav) gazalarından birisinde öncü kimseler göndermiş, sonra da onların ge­lişinden önce bir takım ganimetler elde etmişti. Hz. Peygamber, beraberin­deki lere ganimetten pay ayırdığı halde, gönderdiği öncülere pay vermemiş­ti. Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberine sitem olmak üzere: *Bir peygam­ber için hıyanet olur şey değildir" buyruğunu indirdi. [236] Yani bir bölümü­ne pay verirken, bir bölümünü bırakması uygun düşmez. Buna yakın bir gö­rüş, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Yine İbn Abbas, ikrime, İbn Cübeyr ve diğerleri de şöyle demektedir: Âyet-i kerime, Bedir günü ganimetler arasında kaybedilip bulunmayan kır­mızı bir kadife sebebiyle nazil olmuştur. Peygarnber (sav) üe birlikle bulu­nanların bazıları şöyle dedi: Peygamber (say) bunu almış olabilir. Bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunu Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî: Bu, hasen garip bir hadistir, demiştir. [237]

İbn Atiyye der ki: Bu sözü söyleyen mü'minler böyle bir şeyde herhangi bir vebal olduğunu zannetmemişlerdi. Bu sözün münafıklar tarafından söylendi­ği de nakledilmiştir. Kaybolan ^eyin bir kılıç olduğu da rivayet edilmiştir.

Bütün bu açıklamalar, Hıyanet etmesi..." kelimesinin "yâ" har­finin üstün ve "ğayn" harfinin ötreli okunuşuna göredir. Bununla birlikte Ebu Satır, Muhammed b, Ka'b'dan: "Bir peygamber için hıyanet olur şey değil­dir" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Yani, Allah'ın Kitabından herhangi bir şey gizlemek, peygamberin yapabileceği bir iş değildir.

Kelimenin sonundaki "lâm"ın baştan sona nakledilmiş bir "lâm" olduğu da söylenmiştir. Yani: Hiçbir peygamber hıyanet etmez, de­mektir. Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: 4'Allak için çocuk edinmek olacak bir şey değildir. O, münezzehtir" (Meryem, 19/35') buyruğu: " Allah'ın çocuk edinmesi olacak bir şey değildir" manasınadır. Bu kelime, "ya" harfi ötreli, "ğayn" ise üstün olarak; şeklinde de okunmuştur Ancak, îbnüVSikkît der ki: Biz ganimete hı­yanet hakkında: şeklindeki kullanıştan başkasını (Araplardan) işit­medik. Bununla birlikte: Bir peygamber için hıya­net -ve hıyanet ettiğini söylemek- olur şey değildir" şekillerinde okunmuş­tur.

İbn es-Sikkît der ki: Hıyanet etmek, anlamındadır. ise, hıya­net ettiğini söylemek anlamına gelir, İki manaya gelme ihtimali vardır: Bun­lardan birisi, ona ihanet edilmesi yani ganimetinden alınması, diğeri ise onun ganimetten aldığı söylenmek suretiyle hainlik ettiğinin belirtilmesi.

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Gizlice herhangi bir şeyi alan herkes hakkında: denilir.

ibn Arefe der ki: Buna "ğutâl" deniliş sebebi, ellerin ondan bağlanmış (mağlûl) yani alıkonulmuş, engellenmiş olmasından dolayıdır.

Ebû Ubeyd der ki: Gulûl, özel olarak ganimetten gizlice birşey almak hak­kında kullanılır. Biz, bu kelimenin hıyanet veya kin Ue alakalı olduğu görü­şünde değiliz. Bunu açıklayan hususlardan birisi  de hıyanet anlamında:

şeklinde kullanılmakla birlikte, kin anlamında da şeklinde kullandır. Ganimetten çalmak anlamında "ğulûl'den ise, fiil: şeklinde, muzârıinde ğayn harfi ötreli gelir.

ise, devenin su ihtiyacını akmaması halinde kullanılır. 'se^ adam hainlik etti, anlamındadır. en-Nemir der ki:

"Allah, Nevfel'in kızı Cemre'ye bizim yerimize karşılık versin; Emanete hainlik eden, yalancı birisine karşılık (ceza) verdiği gibi."

Hadis-i şerifte geçen ifadesi: Hıyanet de yoktur, hır­sızlık da yoktur"[238] demektir. (Hırsızlık yerine); rüşvet de yoktur diye de açık­lanmıştır.

Şureyh de der ki; Hıyanet etmesi (çal­ması) sözkonusu olmaksızın ariyet alanın tazminat ödemesi sözkonusu de­ğildir."

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Üç şey vardır ki, mü'min bir kimsenin kalbi bunlar aleyhine hiyanetle itham edil­mez. [239] Burada "ğayn" harfini üstün olarak rivayete göre anlam, kin duyul­maz, şeklinde olur. Yine Girdi anlamında olup hem teaddi eder, hem etmez. Mesela şöyle denilir: Filan kişi dağ yollarına girdi ve onların ortalarından yürüdü denilir. Yine; Ganimete hainlik etti; Su, ağaçlar arasında aktı, denilir. Bütün bunlan anlatmak için kullanılan fiil; şeklinde muzari kipinin "gayn" har­fi ötreli olur.

Sözlükte ğulûl'ün, kişinin ganimetten arkadaşlarından gizli ve saklı ola­rak birşeyler alması anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte suyun ağacın içe­risine nüfuz etmesini anlatmak için: ifadesi de bura­dan gelmektedir. ise, ağaç diplerinde akan su demektir. Böyle denil­mesi ise üstünün ağaçlarla örtülmesinden ölürüdür. Nitekim şair şöyle demiş;

"Seller oynadı onunla ve onun suyu

Kına otu diplerinde bölük pörçük dağılmış akan bir au haline geldi."

Üst elbiselerin altında giyilen elbiseye "el-Ğılale" denilmesi de buradan gelmektedir. "el-Ğâll" ise, ağaçlıklı düz yer demektir. Palamut ve muz ağaç­larının bittiği yere de "gâll" denilir. Yine bir bitkiye de bu isim verilir. Çoğu­lu ise ğayn harfi ötreli olarak "ğullân" şeklinde gelir.

Kimisi de şöyle demektedir: Hıyanet ettiğinin tesbit edilmesi an­lamındadır. Nitekim bir kimsenin Övüldüğünü (Mahrnûd) gören bir kimse, o kimse hakkında; ifadesini kullanır.

Bu açıklamaya göre, bu okuyuş, aynı şekilde "ya" harfi üstün ve "ğayn" harfi de ötreli olarak;  şeklindeki okuyuşa racidir.

İlim ehlinin cumhuruna göre kıraatinin anlamı da: Ganimet hususunda kimsenin ona hainlik etmemesi gerekir şeklindedir. Buna göre âyet-i kerime insanların ganimetlerde hainlik etmelerini yasaklamak ve buna dair tehdit­te bulunmak anlamındadır. Peygamber (sav)'a hainlik caiz olmadığı gibi, on­dan başkasına hainlik de caiz değildir. Özellikle onun anılması ise, ona ya­pılan hıyanetin daha ağır bir iş ve daha büyük bir günah oluşundan dolayı­dır. Zira masiyetler, -ona gereken saygının gösterilmesi özellikle sözkonusu olduğundan dolayı- onun huzurunda daha büyük olur. Yöneticiler ise, Pey­gamber (sav)'ın emri üzere hareket ederler. Onlara da kendilerine göre saygı duymak icabeder. Buyruğun, hiçbir peygamber hainlik etmemiştir, anlamında olup maksadın hainliği yasaklamak olmadığı da (zayıf' bir görüş olarak) ifade edilmiştir[240]

 

2. Ganimetlere, Emanetlere ve Benzeri Haklara Hıyanetin Cezası:

 

Yüce Allah: "Kim, böyle hainlik ederse, Kıyamet günü hainlik ettiği şey ile gelir" buyruğu şu demektir; Yani, o kimse, hainlik ettiği şeyi sırtında ve boynunda taşıyarak, onu taşımakla ve ağırlığıyla kendisine azap olunarak, sesinden dolayı dehşete düşmüş olarak, herkesin gözü Önünde hainliği açı­ğa çıkartılmak suretiyle azarlanarak gelecektir, demektir. Nitekim ileride açıklanacaktır.

Şanı yüce Allah'ın, hıyanette bulunan kimseyi bu şekilde rezil etmesi, sö­zünde durmamak ve benzeri hainliklerde (ğadr) bulunmuş kimseleri rezil et­mesine benzemektedir. Bu şekilde hainlik eden kimselerin hainlikleri oranın­da arkalarında bir sancak dikilecektir. îşte şanı yüce Allah, bu cezalandırıl­maları, insanların alışageldikleri ve anlayabilecekleri şekilde takdir buyurmuş­tur. Nitekim şair de şöyle demektedir:

"Ey Sümeyye, yazık sana! Sen topluluk arasında bizim için

Herhangi bir hainlik dolayısıyla bir sancak çekilmiş olduğunu duydun mu?"

Araplar hainlik edip sözünde durmayan kimseler için sancak dikerlerdi. Bir suç işleyen de işlediği suçuyla birlikte dolaştınlır, teşhir ediliKdî), Müs­lim'in Sahih'inde Ebu fiureyre'den şöyie dediği nakledilmektedir: "Kıyamet günü sizden herhangi bir kimseyi boynunda böğürmesi olan bir deve taşı­mış olarak gelip de: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş! dediğini görmeyeyim. Ben de: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ etmiştim, diye cevap vere­ceğim. Yine Kıyamet gününde, sizden herhangi bir kimsenin, hırıltısı bulu­nan bir at£ boynu üzerinde taşımış olarak geldiğini ve: Ey Allah'ın Rasûlü im­dadıma yetiş, dediğini görmeyeyim. Ben de: Sana yapacak bir şeyim yok. Sa­na tebliğ ettim, diyeceğim. Yine sizden herhangi bir kimsenin Kıyamet gü­nünde boynunda meleyen bir koyun bulunarak geldiğini ve; Ey Allah'ın Ra­sûlü, imdadıma yetiş, dediğini görmeyeyim. Ben, (ona): Sana yapacak bir şe­yim yok. Ben sana tebliğ ettim diyeceğim. Sizden herhangi bir kimsenin Kı­yamet gününde boynu üzerinde feryadı bulunan bir can yüklenmiş olarak gel­diğini ve bana: Ey Allah'ın Rasûlü, imdadıma yetiş, dediğini görmeyeyim. Ben: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim diyeceğim. Kıyamet gününde sizden herhangi bîr kimsenin dalgalanır haldeki kumaşlarla, {.elbiselerle) gelerek: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş, elediğini görmeyeyim. Ben: Sa­na yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim diyeceğim. Kıyamet gününde siz­den herhangi bir kimsenin boynunda altın ve gümüş yüklenmiş olarak ge­lip de: Ey Allah'ın Rasûlü imdadıma yetiş, dediğini görmeyeyim. Ben: Sana yapacak bir şeyim yok. Sana tebliğ ettim diyeceğim,"[241]

Ebu Dâvûd da Semura b. Cundub'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bir ganimet elde etti mi, Bilâl'e emreder, o da insanlar ara­sında seslenirdi. Onlar da ellerinde bulunan ganimetleri getirir, Hz. Peygam­ber de önce bunun beşte birini ayırır ve geri kalanını pay ederdi. Bir gün, adamın birisi bu seslenişten sonra kıldan yapılmış bir yular getirdi. Ey Allah'ın Rasûlü bu da bizim elde ettiğimiz ganimetler arasında idi, dedi. Hz. Peygam­ber ona: "Sen Bilâl'in üç defa nida ettiğini duydun mu?" diye sordu. Adam: Evet deyince, Hz, Peygamber: "Peki bunu getirmeni engelleyen ne idi?" di­ye sorunca, Hz. Peygambere bir mazeret bildirdi. Bu sefer Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: "Hayır, bunu sen Kıyamet günü getireceksin, bunu senden ka­bul etmeyeceğim. [242]

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Hz. Peygamber bununla, Kıyamet gü­nü bunun günahı ile geleceğini kastetmektedir. Nitekim bir başka âyet-i ke­rimede şöyle Duyurulmaktadır: "Onlar, (günah) yüklerini sırtları üzerinde yüklenirler. Onların yükü ne kötüdür!" (el-En'am, 6/31

Şöyle de denilmiştir: Bu haber işin herkes tarafından bilinecek şekilde açı­ğa çıkartılması anlamındadır. Yani, Kıyamet günü nasıl ki böğürtüsü olan bir deve, yahut hırıltısı bulunan bîr at taşımış olarak gelecek ve teşhir edilecek ise, bunun da bu durumu böylece teşhir edilecektir.

Derim ki: Böyle bir açıklama hakikat anlamını bırakıp mecaz ve teşbihe gitmektir. İfade eğer hem hakikat hem mecaz anlamlarına gelebiliyor ise, -usul kitaplarında da belirtildiği gibi- aslolan hakikat anlamıdır. Paygamber (sav) da bize işin hakikatini haber vermektedir. Artık başka bir açıklamaya iltifata gerek yoktur.

Şöyle de denilebilir: Dünyada herhangi bir şey çalan kimseye, Kıyamet gü­nünde o çaldığı şey cehennemde müşahhas hale getirilir. Sonra da ona: Hay­di in Ve onu al denilir. O da onu almak üzere iner. Nihayet onun yanına va­rınca onu alıp sırtına koyar. Kapıya varacağı vakit tekrar cehennemin aşağı­sına o şey düşer. Yine döner onu alır ve bu durum yüce Allah'ın dileyeceği süreye kadar böylece devam eder gider.

Yine: "Hainlik ettiği şey ile gelir" buyruğunun, Kıyamet gününde hainlik ettiği ve çaldığı o şeyin, aleyhine şahitlik edeceği anlamındadır da denilmektedir. [243]

 

3. Ganimetten Çalmak Büyük Günahlardandır:

 

İlim adamları derler ki: Ganimetten çalmak büyük günahlardandır. Buna delil de bu âyet-i kerime ile az önce zikrettiğimiz Ebû Hureyre tarafından ri­vayet edilen ve kişinin çaldığı şeyi omuzu üzerinde taşıyarak geleceğini be­lirten hadîs-i şeriftir. Nitekim Peygamber (sav) (Rifâ'a b. Zeyd'in kendisine hediye etmiş olduğu siyahi bir köle olan) Mud'am hakkında şöyle demiştir: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Hayber günü ganimetler arasından al­mış olduğu ve paylaştırılmaya girmeyen o aba, onun üzerinde alev alev yan­maktadır." İnsanlar bunu işitince bir adam, Rasûluilah (sav)'a bir ya da iki ayakkabı bağı getirdi. Bunun üzerine Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: "Ce­hennem ateşinden bir ya da iki ayak bağıdır (bunlar)." Bu hadis Muvatta'da rivayet etmiştir.[244]

Hz. Peygamber'in: "Nefsim elinde olana yemin ederim" deyip de ganimet­ten çalan kimsenin cenaze namazını kılmak istemeyişi, ganimetten çalmanın büyük bir iş olduğuna, günahının büyüklüğüne ve onun büyük günahlardan olduğuna delildir. Ganimetten çalmak, kul haklarındandır. Ve bu hususta da hasenat ve seyyiât değişiminin yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Bundan son­ra ise, bu işi yapan, Allah'ın iradesine kalmıştır. Hz. Peygamber'in: "Cehen­nem ateşinden bîr ya da iki ayakkabı bağı" diye buyurmuş olması, Hz. Pey­gamber'in: "İpi de iğneyi de tastamam getirip teslim edin" [245] buyruğunu an­dırmaktadır.

İşte bu da ganimetler paylaştınlmadan Önce gazada alınan şeylerin azının da çoğunun da (özel mülkiyete) alınmalarının helâl olmadığına delil teşkil etmektedir. Bundan iukahânın icmâ ile müstesna kabul ettikleri gazama ya­pıldığı düşman topraklarında yenilecek şeylerin yenilmesi, odun ve avlan­mak hariçtir.

ez-Zülırî'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir. Düşman topraklarında imamın izni olmaksızın yiyecek bir şey alınmaz. Ancak bu görüşün bir dayanağı yok­tur. Zira bu konuda gelen rivayetler ileride de görüleceği gibi buna muha­liftir.

el-Hasen der ki: Rasûluilah (sav)'ın ashabı, bir şehri yahut da bir kaleyi fethedecek olurlarsa (orada bulunan) sevîk (kavrulmuş un), un, yağ ve bal­dan yerlerdi,

İbrahim der ki: Müslüman fatihler, düşman topraklarında dar-ı harpte bu­lunan yiyeceklerden -beşte birleri ayrılmadan- yer ve bineklerine yedirirlerdî. Ata der ki: Gaza esnasında bir seriyede bulunup da yağ ve bal tulumla­rı ile yiyecek şeyler ele geçirdikleri takdirde bunlardan yerler, geri kalanını da kumandanlarına teslim ederler. İlim adamlarının topluluğu bu görüştedir. [246]

 

4. Ganimetten Çalanın Eşyası Yakılır mt?

 

Bu hadisi şerifte ganimetten çalanın eşyasının yakılmayacağına delil var­dır. Çünkü Rasüiullah (sav) abayı alan kişinin eşyasını yakmadığı gibi. Ga­nimetlerden bir kaç boncuk çaldığı için cenaze namazını kılmayı kabul et­mediği kişinin de eşyasını yakmamıştır. [247]

Eğer ganimet hırsızının eşyasını yakmak vacip olsaydı, elbetteki Rasûlul-lah bunu yapardı. Bunu yapsaydı da mutlaka bu husus hadislerde bize nak­ledilirdi.

Ömer b. el-Haltab (r.a)'dan rivayet edilen Peygamber (sav)'ın: "Birismin ganimetten çaldığını görürseniz, onun eşyasını yakınız ve onu dövünüz" buy­ruğuna gelince: Bu hadisi, Ebü Dâvüd da Tirmizî de Salih b. Muhammed b. Zaide yoluyla rivayet etmişlerdir. Bu ise rivayeti delil teşkil etmeyen zayıf bi­risidir. Tirmizî der ki: Muhammed'e -Buhârîyi kastediyor- bu hadis hakkın­da sordum, o şöyle dedi: Bunu, sadece Salih b. Muhammed rivayet etmiş olup, bu da Ebû Vakid el-Leysî'nin kendisidir Hadisi münker birisidir. [248]

Yine Ebû Dâvûd ondan (Salih b. Mulıammed'den) şöyie dediğini rivayet eder; Beraberimizde Salim b. Abdullah b. Ömer ile Ömer b. Abdulaziz de bu­lunduğu halde, Velid b, Hişam ile birlikte gaza yaptık. Bir adam bir eşya çal­dı. Velid, emir verdi ve eşyası yakıldı. Ondan sonra herkes arasında dolaş­tırıldı ve ona ganimetten payını vermedi. Ebû Dâvûd dedi ki: İki hadisten da­ha sahih olanı budur.[249]

Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden yoluyla rivayet ettiği­ne göre Rasûhıllah (sav)'da, Ebû Bekir de, Ömer de ganimetten çalanın eş­yasını yaktıklarını ve onu dövdüklerini rivayet etmiştir. Ebu Davud der ki: Ali b. Balır, bu hadiste el-Velid"den naklen -ancak ben bunu ondan dinlemedim-ve ona payını vermediler, fazlalığını da eklemektedir.[250]

Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Bu hadisin ravilerincien kimisi de: Onun boynunu vurunuz ve eşyasını yakınız demişlerdir. Bu hadis, Salih b. Muhammed rivayeti etrafında dönüp durmaktadır. Salih b. Muhammed ise, rivayeti delil olarak gösterilen kimselerden değildir. Peygamber (sav)'den de şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şey­den birisiyle helâl olur...[251]' Bu ise, ganimetten çalmak dolayısıyla kişinin öl­dürülmesini reddetmektedir

İbn Cüreyc de Ebu'z-Zübeyr'den, o Cabirden, o da Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Ne hainlik edene, ne talanda bulunana, ne de yankesicilik yapana el kesme cezası vardır."[252]

Bu ise Salih b. Mubammed'in hadisi ile tearuz etmektedir. îsnad bakımın­dan ise onunkinden daha güçlüdür. Ganimetten hırsızlık eden kimse ise, hem sözlükte hem de şeriatta da hainlik eden bir kimsedir. Böyle bir kimsenin eli­nin kesilmeyeceği ifade edildiğine göre, öldürülmeyeceği öncelikle sözko-nusu olur.

Tahavî de der kî: Şayet, Salih b. Muhammed'in rivayet ettiği belirtilen ha­dis sahih ise, bunun malî konularda bu gibi cezalandırılmaların geçerli ol­duğu zamanlar hakkında sözkonusu olması muhtemeldir. Nitekim Hz. Pey­gamber zekat vermeyen kimse hakkında şöyle buyurmuştur: "Biz, hem o ze­kâtı, hem de malının yansını yüce Allah'ın yerine getirilmesi gereken hak­larından bir hak olarak akrız." [253]

Yine Ebû Hureyre'nin; gizlenip ilan edilmeyen kayıp deve hakkında de­diği: Bu durumda 3ıem o devenin tazminatı ödenir, hem de onunla birlikte bir misli daha ödenir sözüne de benzemektedir.

Ayrıca Abdullah b. Amr b. el-Âs'tn, dalında bulunan meyveler hususun­da, onun iki misli tazminat olarak ödenir ve ibretli bir ceza olmak üzere bir kaç tane celde vurulur; şeklindeki rivayeti de böyledir. Ancak bütün bunlar nesh edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [254]

 

5. Ganimetten Çaldığı Tesbit Edilenin Cezası:

 

Bir kimse ganimetten çalıp da o çaldığı şey bulunacak olursa, ondan alı­nır ve ta'zir ile cezalandırılarak te'dip edilir. Mâlik, Şafiî, Ebû Hanife, onla­rın arkadaşları ve el-Leys'e göre eşyası yakılmaz.

Şafiî, el-Leys ve Dâvûd ayrıca derler ki: Eğer bu husustaki yasağı bilen bi­risi ise cezalandırılır. Evzaî ise şöyle demektedir: Ganimetten çalanın bütün eşyası yakılır. Bundan silâhı ile üzerindeki elbiseleri ve bineğinin eğer takım­ları müstesnadır. Bineği ondan alınır ve çalınan herhangi bir şey de yakılmaz. Ahmed ve İshak'm görüşü de budur. el-Hasen de bu görüştedir. Ancak, çal­dığı şeyin bir hayvan veya mu s h af olması müstesnadır. İbn Huveyzimendâd da. der ki: Ebû Bekir ve Ömer'in ganimetten çalanı dövdükleri ve eşyasını yak­tıkları rivayet edilmiştir,

jbn Abdî'1-Berr der ki: Ganimetten çalanın yükü ve eşyası yakılır, diyen­ler arasında Mekhûl ile Said b. Abdulaziz de vardır. Bu görüşü benimseyen­lerin delili ise az önce sözü geçen Salih b, Muhammed'In rivayet ettiği ha­distir. Bize göre ise bur kendisi sebebiyle çiğnenmesi yasak olan hakların çiğ­nenmesi ve bu kabilden herhangi bir hükmün uygulanması gerekmez. Çün­kü, ondan daha kuvvetli olan bir takım rivayetler onunla çatışmakta (tearuz etmekte) dır. Mâlik ve ona tabi olanların bu hususta benimsedikleri görüş ise, hem nazar (kıyas) hem de sahih rivayet açısından daha doğrudur. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır. [255]

 

6. Mali Ceza Sözkonusu Olur mu?

 

Bedenî cezalar hususunda, Mâlik'in mezhebinde farklı görüşler yoktur. An­cak, malî cezalar hususunda şöyle demektedir: Müslümana şarap satan zjm-mî hakkında, müslümanın aleyhine şarap dökülür ve zımmîye de -müslüma­na bir daha şarap satmaması için- ceza olmak üzere aldığı bedel ondan ge­ri alınır. Buna göre, malî cezaların verilmesi caizdir, demek mümkün olur. Ni­tekim Hz. Ömer de su katılmış bir sütü dökmüştür. [256]

 

7.  Ganimetten Hırsızlık Yapan Kimsenin Tevbesi;

 

İlim adamları icmâ Üe şunu kabul etmişlerdir; Ganimetten hırsızlık yapan bir kimse, bütün çaldıklarını eğer imkân bulursa, insanlar dağılmadan önce ganimetleri paylaştıran kişiye teslim edebilir. Böyle bir işi yapacak olursa bu, onun için bir levbedir ve günahından da kurtulur

Ancak, orduda bulunanlar dağılıp da ganimetleri paylaştıran kimseye ulaşamayacak olursa, bu çaldığt mala nasıl bir uygulama yapılacağı hususun­da farklı görüşler vardır.

İlim ehlinden bir topluluk şöyle demektedir: Beşte birini imama (devlet başkanına) verip, geri kalanını da sadaka olarak dağıtır. ez-Zührî, Malik, Ey-zaî, el-Leys ve es-Sevrînin görüşleri budur. Ubâde b. es-Sâmit, Muaviye ve Hasanı Basri'den de bu görüşte oldukları rivayet edilmiştir. Ayrıca bu, îbn Mes'ud ile İbn Abbâs'ın mezhebine de uygun düşmektedir. Çünkü onlar, sa­hibi bilinmeyen malın sadaka olarak dağıtılması görüşünde idiler. Ahmed b. Hanbel'in görüşü de budur. Şafiî de der ki: Başkasının malım sadaka olarak dağıtamaz.

Ebû Ömer {İbn Abdi'l-Berr) der ki: Bu husus, bana göre sahibi bulunma­sı mümkün ve sahibine ya da mirasçılarına ulaşılabilen mallar hakkında böy­ledir. Eğer bunlardan herhangi birisi mümkün değilse, gerçek şu ki Şafiî, boyle bir durumda -inşaailah- böyle bir malın sadaka olarak dağıtılmasını mek­ruh görmez. Diğer taraftan fukaha, lukata'nm (yolda bulunan, sahibi bilin­meyen malın) gerekli şekilde tanıtılıp ve sahibinin bulunacağından ümid ke­silmesi halinde, sadaka olarak dağıtılmasının caiz olduğunu icmâ" ile kabul etmişlerdir. Ayrıca bu bulunan malın sahibi daha sonra gelecek olur ise Üu-kata'yı koruması mukabilinde yaptığı harcamalara ait) ücreti almak ile (ve böy­lelikle o lukata'nın bedelini ödemek ile) onun tazminatını {rukata'nm asıl sa­hibine) Ödemek arasında muhayyer bırakılır. Gasbedilen malda da durum böyledir. [257] Başarı Allah'tan'dır.

Ganimetten çalmanın haram kılınması, aynı zamanda ganimet alanların alı­nan ganimette ortak olduklarına delildir. Dolayısıyla herhangi bir kimsenin yalnızca kendisine ganimetin herhangi bir bölümünü ayırması helâİ olamaz. Ganimetten herhangi bir şey gasbeden kişi de -önceden de geçtiği gibi- İt­tifakla te'dip edilir. [258]

 

8. Ganimetten Çalmanın Hükmü:

 

Bir kimse ganimet olarak alınan bir cariye ile ilişki kursa, yahut el kesme cefasını gerektirecek miktarda bir şey çalacak olursa, ilim adamları ona haddi uygulamak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir topluluk, onun elinin kesilmeyeceği görüşündedir. [259]

 

9. Devlet Memurlarının Aldıkları Hediyeler;

 

Devlet memurlarının aldıkları hediyeler de ğulûl (ganimetten çalmak, iha­net etmek) kabil indendir. Âlıirette rezil edilmek açısından bunun da hükmü, ganimetten hırsızlık yapan kimsenin hükmü ile aynıdır. Ebû Dâvûd Sü-nen'inde, Müslim Sahih'inde, Ebu Humeyd es-Saidî'den rivayet ettiklerine gö­re, Peygamber (sav) Ezdlilerden İbnü'l-Lüîbiyye -Ibnu's-Serh ise İbnu'1-Ut-biyye diye ifade etmiştir- diye bilinen kimseyi zekât toplamak üzere görev­lendirdi. (Zekâtı topladıktan sonra Hz. Peygamber'in) huzuruna gelerek şöyle dedi: Bu sizin, bu da bana hediye edilendir. Bunun üzerine Peygam­ber (sav) minber'e çıkıp, yüce Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra şöy­le dedi: "Bizim gönderdiğimiz memura ne oluyor ki, geliyor ve bu sizin, bu da bana. hediye verildi, diyor? Ne diye annesinin ya da babasının evinde otur­saydı da baksaydı bakaîım, ona hediye getirilir mi, getirilmez mi? Sizden her­hangi bir kimse böyle bir iş yaptı mı, mutlaka Kıyamet gününde onu, eğer bir deve ise böğürmesi ile birlikle getirir, eğer bir inek ise yine böğürmesi ile getirir. Yahut da bir koyun ise melemesi ile onu getirir..."

Daha sonra Peygamber (sav) koltuk altlarının beyazlığı görülünceye kadar ellerini kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Allah'ım tebliğ ettim mi, Allah'ım teb­liğ ettim mi.” [260]

Ebû Dâvûd da Bureyde'den Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Her kimi bir görev ile görevlendirir de biz ona belli bir fi­zik (ücret) verecek olursak, artık bundan sonra ne alırsa o bir hırsızlık (ğu-lûl)dır.[261]

Yine Ebu Mes'ud el-Ensarî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul-lalı (sav) beni zekât toplayıcısı olarak gönderdi sonra şöyle buyurdu: "Yola koyul ey Ebu Mes'ud! Fakat Kıyamet günü sakın seni sırtında çalmış oldu­ğun böğürtüsü olan zekât develerinden bir deveyi yüklenmiş olarak görme­yeyim." Bu seter Ebu Mes'ud o vakit ben de gitmem, deyince, Hz. Peygam­ber de: "Bu durumda ben de seni zorlamam" diye buyurdu.[262]

Bu hadis-i şeriflere yine Ebu Davud'un el-Müstevrid b. Şeddad tarafından rivayet ettiği şu hadis-i şerif kayıt getirmektedir. el-Müstevrid dedi ki: Benv Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bizim âmilimiz olursa, (evli değilse) bir hanım edinsin. Eğer hizmetçisi yoksa bir hizmetçi edinsin. Eğer bir meskeni yoksa bir mesken edinsin." Ebû Bekir dedi ki: Pey­gamber {sav)'ın şöyle buyurduğu haberi bana ulaştırıldı: "Her kim bundan başka bir şey edinirse o, ganimetten çalan veya hırsızlık yapan birisidir.' [263] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [264]

 

10. Kitapların İlim Ehlinin İstifadesine Sunulmaması ve Bu Ayetin Nüzul Sebebine Dair Bir Rivayet:

 

Kitapların, sahiplerinden (onlardan yararlanabilecek kimselerden) alı­konulması da bir çeşit ğulûl'dür. Bımdan başka işler de bunun kapsamına gi­rebilir. ez-Zührî der ki: Kitaplarda ğulûl (hainlik) den sakın. Ona: Kitapların ğülûlü ne demektir? denilince, şu cevabı verir: O kitaplardan yararlanabile­cek ehil kimselerin yararlanmasını engellemektir.

Yüce Allah'ın: "Bir peygamber İçin hıyanet olur şey değildir" buyruğu­nun açıklaması ile ilgili olarak şöyle denilmiştir; Yani bir peygamberin bir şey­ler umarak, yahut korkarak, ya da müdahene kastiyle vahyin herhangi bir bö­lümünü gizlemesi mümkün değildir. Çünkü onlar, Kur7ân-i Kerîm'de yer alan dinlerini ayıplayıcı ve ilâhlarını da küçümseyici ifadelerden hoşlanmıyorlar­dı, Hz. Peygamberden bunları açıklamamasını istediler yüce Allah da bu âyel-i kerimeyi indirdi. Bunu, Muhammed b. Beşşâr söylemiştir. Başta açık­ladığımız husus ise cumhurun kabul ettiği görüştür. [265]

 

11, Kimseye Zulmedilmez:

 

"Sonra herkese kazandığı ödenir ve onlara zulmedilmez" buyruğu ile İlgili açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/281. âyetin tefsirinde), geç­miş bulunmaktadır. [266]

 

162. Allah'ın rızasına uyan kimse, hiç Allah'ın gazabına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan gibi midir? O ne kötü dönüş ye­ridir!

l63. Onlar, Allah katında derece derecedir. Allah, yaptıklarını gör­mektedir.

 

"Allah'ın rızasına uyan kimse..." yani ganimete hıyaneti terk edip cihad üzere sabretmek suretiyle Allah'ın rızasına uyan kimse, "hiç Allah'ın gaza­bına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan gibi midir?" Allah'ın gazabı­na uğramaktan kasıt ise, ya küfre sapmak, yahut ganimetten çalmak, yahut da savaş esnasında Peygamber (sav)'a bırakıp geri kaçmaktır Böyle bir kim­se eğer tevbe etmeyecek, yahut Allah kendisini affetmeyecek olursa, onun varacağı yer cehennemdir. "O ne kötü dönüş yeridir!"

“Rızasi," kelimesinin "ta" harfi ötreli ve üstünlü olarak da okun­muştur. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, Allah katında derece derecedir." Yani, yüce Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabı­na uğrayan kimse gibi değildir.

"Onlar... derece derecedir" yani, farklı derecelere sahiptirler, diye de açLk-lanmışttr. Bu da şu demektir: Onların Allah nezdindeki mevkileri farklıdır. Al­lah'ın rızasına uyan kimseye ilâhî lütuflar ve büyük mükâfat vardır, Allah'ın gazabına uğrayan kimse için ise, fakirlik ve can yakıcı azab vardır.

"Onlar... derece derecedir" buyruğunun anlamı ise: Onlar, farklı derece­lere sahiptirler. Yahut da onlar, değişik dereceler üzerinde yahut değişik de­recelerdedirler, yahut onlar için dereceler vardır, demektir.

Cehennemlikler de aynı şekilde derece derecedirler. Nitekim Hı. Peygam­ber şöyle buyurmaktadır: "Ben onu, (Ebû Talibi") yoğun ateşler içinde gör­düm, onu topuklarına kadar ancak ulaşan ateşlerin bulunduğu bir yere çı­kardım. [267]

Mü'min ile kâtırin derecesi eşit olamaz. Ayrıca mü'minlerin de derecele­ri farklı farklıdır. Kimisinin derecesi diğerinden üstündür. Kâfirler de aynı du­rumdadır. Derece ise rütbe demektir. Basamak anlamına kullanılan "derec" de buradan gelmektedir. Çünkü her bir basamak, rütbe itibari ile biri diğe­rinden sonra gelir. Cehennemdeki mevkiler hakkında daha meşhur olarak kul­lanılan tabir "derakât (aşağı doğru inen basamak)" tabiridir. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı taba-kasındadırlar" (en-Nisa, 4/145).

Buna göre, hıyanet etmeyen kimseler İçin cennette dereceler, ganimetten hırsızlık yapan (ve sair hıyanetler) de bulunanlar için ise cehennemde dere­keler vardır.

Ebu Ubeyde der ki: Cehennem çeşitli derekelere, yani farklı mevki ve ko­numlara sahiptir, Bunların her birisine derek ve derk denilir. Derek aşağı doğ­ru, derec ise yukarı doğru (basamak) demektir. [268]

 

164. Andolsun ki, AJlah müzminlere büyük bir lütuftu bulunmuştur. Çünkü, aralarında kendilerinden bir Peygamber göndermiştir. Onlara Allah'ın âyetlerini okurt onları tezkiye eder, onlara Kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

 

Yüce Allah, Mulıammed (sav)'i peygamber olarak göndermekle onlara ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu beyân etmektedir.

Buradaki lütfün (minnet)in anlamı ile ilgili farklı görüşler vardır. Bu gö­rüşlerden birisine göre, buradaki minnet, Peygamberin "kendi içlerinden" yani ohlar gibi insan olması hususu ile ilgilidir. O, onlar gibi bir insan olmak­la birlikte, peygamberliğine dair apaçık belgeleri ortaya koyunca, bunun Al­lah tarafından geldiği de bilinmiş oldu.

Bir diğer görüşe göre "kendi içlerinden" onlardan demektir. Peygamber (sav) ile onlar müşerref kılınmışlardır. İşte burada sözü geçen lütuf bu olma­lıdır.

Bir diğer görüşe göre "kendi içlerinden" ifadesi, onun durumunu bilme­leri ve izlediği yokm onlar için gizli kalmaması içindir. İşte O, aralarında boyle bir konuma salıip olduğuna göre, onu savunmak için çarpışmaları, onu bı­rakıp kaçmamaları gerekirdi.

Şâz bir kıraat olarak; şeklinde "Fâ" harfi üstün olarak okun­muştur ki, bu da onların en şereflilerinden manasınadır. Çünkü o, Hâ-şimoğullarındandır Hâşimoğulları ise, Kureyş kabilesinin en Faziletli koludur. Kureyşliler de Araplann en faziletli kabilesidir. Araplar da diğerlerinden daha faziletlidir.

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: "Mü'müüer" lafzı umumî olmakla bir­likte, burada "Araplar arasında" anlamını taşıyan hususî bir tabirdir. Çünkü, Peygamber (sav)'ın aralarında akrabalık bağı bulunmayan, Araplara mensup herhangi bir kol yoktur. Bunlardan tek istisna Tağliboğullarıdır. Çünkü onlar hırıstiyandılar. Yüce Allah, Onu hıristiyanlığın kirinden anndırmıştır Böyle bir te'vile yüce Allah'ın şu buyruğu da açıklık getirmektedir: "O, ümmîler ara­sında kendilerinden bir peygamber gönderendir.,," (el-Cuma, 62/2)

Ebû Muhammed Abdulğani der ki; Bize, Ebu Ahmed el-Basrî anlam. Bi­ze, Alımed b. Ali b. Saîd el-Kâdi Ebû Bekir el-Mervezî anlattı. Bize, Yahya b. Maîn anlattı. Bize Hişam Yûsuf, Abdullah b, Süleyman en-Nevfelî'den anlat­tı. O, ez-Zührî'den, o, Urve'den, o, Aişe (r.anha)'dan: "Andolsun ki, Allah müzminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü aralarında kendilerin­den bir peygamber göndermiştir1' buyruğu hakkında: Bu özel olarak Arap­lara aittir. [269] dediğini rivayet etmektedir.

Başkaları da bu buyruk ile bütün rnü'minler kastedilmektedir demişlerdir,

"Kendilerinden" ifadesi ise, o, onlardan birisidir ve onlar gibi bir beşer­dir, demektir. Onlardan ayrıcalığı vahiy almasından ibarettir. Aynı zamanda yüce Allah'ın: "Andolsun, size kendinizden bir peygamber gelmiştir" (et-Tev-be, 9/158) buyruğunun anlamı da budur. Özel olarak mü'minleri anmasının sebebi ise, ondan yararlananların onların olması ve onlara onun peygamber­liğinin daha büyük bir lütuf olmasından dolayıdır.

Yüce Allah'ın: "Onlara Allah'ın âyetlerini okur" buyruğundaki “Okur* ifadesi, Allah Rasûlüne sıfat olarak nasb m a ha Hindedir. Tilâvet, kıra­at (okumak) ile ayru anlamdadır.

"Onlara Kitabı ve hikmeti öğretir" bölümüne dair açıklamalar daha ön­ce Bakara Sûre'sinde (2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş butun makta dır.

"Halbuki onlar, daha önce... içinde idiler" buyruğu ise, andolsun, on­lar bundan önce; yani, Muhammed'den önce, "apaçık bir sapıklık içinde İdi­ler."

Burada yer alan “İn”in, “Mâ” olumsuzluk edatı anlamına geldiği de söy­lenmiştir Haberin başındaki "lâm* ise; “İllâ”  anlamındadır,

Yani, (Onlar bundan ünce ancak apaçık bir sapıklık içinde idiler demek olur. Yüce Allah'ın: “Gerçekten ondan önce hiç şüphesiz sapık­lardandınız" (el-Bakara, 2/198) buyruğu da buna benzemektedir.

Yani, siz ondan önce ancak sapıklardan idi­niz, demektir. Bu ise, Kulelilerin görüşüdür. Bu âyet-i kerimenin anlamına dair açıklamalar daha önce Bakara Sûre'sinde (2/198. âyet, 12. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır[270]

 

165. Onları, iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayın­ca mı: "Bu da nereden?" dediniz? De ki: "O, kendinizdendir." Doğrusu Allah herşeye kadirdir.

 

"...ca mı?" buyruğundaki "elif," soru içindir, "vav" da atıf edatıdır. "On­ları iki misline uğrattığınız bir musibet." Yani galibiyet. Bedir günü siz on­lardan yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişi de esir almıştınız. Esir ise, öldürül­müş kişi hükmündedir. Zira esir alan kişi, dilediği takdirde esirini öldürebi­lir. Yani siz, Bedir günü onları bozguna uğrattığınız gibi, Uhud günü de il­kin onları yenmiştiniz. Ve savaşta yaklaşık yirmi kişi öldürmüştünüz. Her iki günde de (Bedir ve Uhud günlerinde de) siz onlardan bir takım kimseleri öl­dürdüğünüz halde onlar, yalnız Uhud gününde size zarar verebilmişlerdi.

"Bu da nereden? dediniz." Yani, bu bozgun ve aramızdan birtakım kim­selerin öldürülmesi bize nereden gelip çattı? Halbuki biz Allah yolunda çar­pışıyoruz. Müslümanız. Peygamber aramızda ve ona vahiy geliyor. Onlarsa müşriklerdir (diyerek bunu hayretle karşılamıştınız).

"De ki; O, kendinizdendir.*' Bununla okçuların emre uymadıklarını kas­tetmektedir. Savaşta peygamberine itaat eden her bir kavim, mutlaka muzaf­fer olur. Çünkü onlar, peygambere itaat ettikleri takdirde Allah'ın hizbidirler. Allah'ın hizbi ise galip gelenlerdir.

Katade ve er-Rabîh b. Enes der ki: Bu buyrukla Peygamber (sav)'m Medi­ne'de kalmayı istemekle birlikte, onların Medine dışına çıkmasını istemele­rini kastetmektedir. Zira o, görmüş olduğu rüyadaki sağlam ve koruyucu zır­hı Medine'ye yorumlamıştı.

Ali b, Bbi Talib (r.a) der ki: Burada kasıt, onların Bedir günü esirlerden fidye almayı öldürmeye tercih etmiş olmalarıdır. Halbuki onlara şöyle denil­mişti: Eğer esirlerden fidye alacak olursanız, o esirler sayısınca sizden öldü­rülecektir.

Beyhakî de Ali b. Ebi Taiib (raydan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Pey­gamber (sav) Bedir günü esideri hakkında şöyle buyurmuştur "Dilerseniz on­ları öldürürsünüz, dilerseniz onlardan fidye alu1 ve fidyelerden faydalanırsı­nız. Buna karşılık sizden de onlar sayısınca kişi şelıid edilir."[271] Bu şehid edi­len yetmiş kişinin sonuncusu ise Sabit lx Kays'dır. Yemâme günü şehid edildi.[272]

"O kendinizdendir" buyruğu, ilk iki açıklamaya göre, günahlarınız sebe­biyledir anlamındadır, son açıklamaya göre de sizin tercihiniz sebebiyledir, anlamına gelir. [273]

 

166. İki ordunun karşılaştığı gün size gelen musibet Allah'ın izniy­le İdi. Ve bu, mü'minleri belirtmek içindi.

167. Bir de münafıklık edenleri açığa çıkarmak içindi. Kendilerine: "Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunun" denildiği zaman: "Şayet savaş (olacak diye) bilseydik, peşinizden gelirdik" dedi­ler. O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların gizlediklerini Allah en iyi bilendir.

 

Bu buyruk (iki ordunun karşılaştığı gün başlarına gelen musibet) ile Uhud gjjnü öldürülenler, yaralananlar ve bozguna uğrayış kastedilmektedir.

Bunlar, "Allah'ın izniyle idi." Yani, O'nun bilgisiyle idi, demektir. Onun ka­za ve kaderiyle idi, diye de açıklanmıştır el-Kaffâl der ki: O, bunu murad etti, değil de, sizi onlarla başbaşa bırakması suretiyle idi diye açıklanmıştır. Bu, Mutezile mezhebi mensuplarının açıklama şeklidir.

"Allah'ın izniyle İdi" buyruğunda "fe" harfinin gelişi; “Mâ”nın ismi mevsul olan; “Ellezi” ile aynı anlamda oluşundan dolayıdır. Yani, iki or­dunun karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın izniyle gelmiştir. O bakım­dan ifade, şart anlamım andırmaktadır.

Nitekim Sîbeveyh: "Kalkana bir dirhem vardır" ifade­sinde "fe" harfini kullanmıştır.

"Ve bu, müzminleri belirtmek içindi, bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi." Yani onları birbirinden ayırt etmek içindi demektir. Görül­mesi içindi, diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre, savaşta sebat göstermeleri suretiyle mü'minlerin imanlarım, müslümanlann başına gelen musibete sevinmelerini açığa çıkarmak suretiyle de münafıkların küfrünü açı­ğa çıkarmak ve böylelikle bunu (müminlerin) bilmesini sağlamak içindi.

Yüce Allah in: "Münafıklık edenleri... kendilerine... denildiği zaman" buyruğu ile Abdullah b. Ubey ile onunla birlikte geri dönerek Peygamber (sav)nı yardımsız bırakan arkadaşlarına işaret edilmektedir. Üçyüz kişi idiler, Câbir b. Abdullah'ın babası, Abdullah b. Amr b. Haram el-Ensarî, arkaların­dan giderek; "Allah'tan korkun, Peygamberinizi bırakmayın, Allah yolunda çarpışın yahut savunma yapın" diye ve buna benzer sözler söyleyince, İbn Ubey kendisine: Savaş olacağı görüsünde değilim. Eğer biz, savaş olacağı­nı bilsek, elbette sizinle birlikte oluruz, demişlerdi. Abdullah» onlardan ümit kesince: Haydi gidin Allah'ın düşmanları! Allah, Rasûlünü size muhtaç bırak­mayacaktır, demişti. Bu sözleri söyledikten sonra Peygamber (sav) ile birlik­te yola devam etmiş ve şehid düşmüştü. Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun.

Yüce Allah'ın: "Veya savunun" buyruğunun anlamı hususunda farklı açıklamalar yapılmıştır. es-Süddî, İbn Güreye ve başkaları derler ki: Bizimle savaşmayacak olsanız dahi, bizim sayımızı çoğaltınız, İşte bu, bir bakıma sa­vunma ve düşmanı önleme demektir. Çünkü kalabalık çoğalacak olursa, düş­mana karşı savunma da tahakkuk eder,

Enes b. Malik de der ki: Ben, Kadisiye günü, Abdullah b. Um Mektum'u âmâ olduğu halde üzerinde sürüklediği bir zırhı, elinde de siyah bir sancak bulunduğunu gördüm. Kendisine: Allah senin savaşa katılmaman hususun­da mazur olduğuna dair hüküm indirmiş bulunmuyor mu? denilince O: Evet, fakat ben, şahsımla müslümanlann sayısını çoğaltıyorum, demişti. Yi­ne ondan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Allah yolunda benimle ordunun sayısının artması İyi olmaz mı?

Ebu Amr el-Ensarî ise: "Veya savunun1* ribat yapın, diye açıklamıştır Bu da birinci manaya yakındır. Çünkü hiç şüphesiz Ribat yapan (düşman gözet­leyen) de bir savunucudur. Zira, serhadlerde murabıtJarm yerleri olmasaydı, oralara elbette düşman gelirdi,

Müfessirlerden bir topluluk da Abdullah b. Amr'ın: "Veya savunun" şek­lindeki sözlerinin en azından hamiyet duygusuyla savaşa onları çağırmak an­lamındadır. Zira O, Allah yolunda savaşmaya onları çağırmıştı. Allah yolun­da savaşmak ise, Allah'ın adı en yüksek olsun diye savaşmaktır. Fakat onla­rın bu maksada sahip olmadıklarını görünce, kendilerine, onları utandıracak ve gayrete gelmelerini sağlayacak bir teklifte bulundu. Yani, yahut da korun­ması gereken şeyleri savunmak için çarpışın, demektir.

Nitekim Kuzmân şöyle demişti: Allah'a yemin ederim, ben ancak kavmi­min şanını savunmak kastı ile çarpıştım. Yine Ensar'dan kimisi Uhud günü, Kureyşülerin Medine vadilerinden birisi olan Kanat vadisinin ekinleri arası­na bineklerini serbest bırakmaları üzerine şöyle demişti: Kaylaoğullannın binekleri ekinleri arasında otlanırken biz çarpışmayacak mıyız?

Buna göre buyruk: Eğer Allah yolunda çarpışmazsanız, bari kendinizi ve namusunuzu savunmak kastı ile savaşınız demektir.

"O gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler*' buyruğu, durumlarını açık­ladıklarını ve gizliliklerini açığa çıkardıklarım anlatmaktadır. Müslüman ol­duklarını sanan kimselere karşı da iç yüzlerini açıklayarak, münafıklıklarını onaya koydular. Böylelikle zahiren görülen hallerinde -gerçek anlamıyla kâ­fir olmakla birlikte- küfre daha yakın bir durum arzettiler.

Yüce Allahın: "Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı." Ya­ni onlar, iman ettiklerini açığa vurmakla birlikte, kâfirliklerini gizlediler. Burada "ağızların sözkonusu edilmesi, te'kid içindir. Yüce Allah'ın: "iki ka­nadıyla uçan feu$" (el-En'âm, 6/38) buyruğunda olduğu gibi. [274]

 

l68. Kendilerî oturarak kardeşleri için: "Bize itaat etselerdi, Öldü­rülmeklerdi" diyenlere de kii "Haydi kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin. Şayet doğru söyleyenler iseniz/

 

"Kendileri oturarak kardeşleri için...* buyruğu, "kardeşleri hakkında..." diyenler demektir. Bu kardeşlerinden kasıt ise, Hazrectilerden öldürülen şe-hîdlerdir. Bunlar, neseb ve civar (karşılıklı himaye akdi) bakımından kardeş diye anılmışlardır. Yoksa din bakımından kardeşlikleri kastedilme inektedir

Yani bunlar, şehidler hakkında: Eğer Medine'de oturmuş olsalardı öldürül­me zl erdi, dediler.

Şöyle de açıklanmıştır: Abdullah b. Ubey ve arkadaşları, kardeşlerine ya­ni kendileri gibi münafrk olanlara şöyle dediler: Eğer şu öldürülenler bize ita­at etmiş olsalardı öldürülmeyeceklerdi.

"Bize itaat etselerdi" buyruğundan kasır ise, Medine dışına, Kureyşiîle-re karşı çıkmamak hususunda bize itaat etselerdi, demektir.

"Kendileri oturarak" İfadesine gelince, onlar bu sözleri söylemekle bir­likte, kendileri de oturup, cihada çıkmadılar, demektir.

Yüce Allah ise, onların bu kanaatlerini: "De ki: Haydi, kendi nefisleriniz­den ölümü geri çevirin" diye reddetmektedir. Yani, ey Muhammed, onlara de ki: Eğer siz doğru söylüyor iseniz, haydi ölümü kendinizden geri çeviri­niz. Bununla, şanı yüce Allah, hazer'in kadere karşı bir faydasının olmadı­ğını (tedbirin takdiri değiştirmediğini) maktulün de eceli ile öldürüldüğünü beyan etmektedir. Şanı yüce Allah'ın bilip haber verdiği bir husus ise, mut­laka tahakkuk eder.

Denildiğine göre, bu söz söylendiği gün münafıklardan yetmiş kişi öldü. Ebu'1-Leys es-Semerkandî der ki: Semerkand'da müfessirlerden birisini şöy­le derken dinledim; "De kî; Kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin" âyeti nazil olunca, münafıklardan yetmiş kişi öldü. [275]

 

169. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler s anma yasın. Bilakis onlar, Rableri katında diridirler, rızı klan ular.

170. Allah'nı keremiyle kendilerine verdiklerine sevinerek, arka­larından henüz kendilerine katılmayanlara: "Kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini" müjdelemek isterler.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağım

 

1. Âyetler Arası İlişki, Âyetlerin Nüzul Sebebi ve Şehitlerin Diri Olmalarının Anlamı:

 

Yüce Allah, Uhud günü meydana gelen olayları, münafıkları sâdıklardan aytrd eden bir imtihan olduğunu beyan etçikten sonra, kaçmayıp sebat göstererek öldürülen kimseler için de ilâhî lütuf ve yüce Rabbin nezdinde ha­yat bahsedildiğini beyan etmektedir.

Âyet-i kerime Uhud şehidleri hakkındadır. Bir'i Maûne şehidleri hakkın­da indiği söylendiği gibi, hayır bu buyruk, bütün şehidler hakkında umumî­dir, de denilmiştir.

Ebû Davud'un Musennef (Sünen)'inde sahih bîr sened ile İbn Abbâs'tan şöy­le dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kardeşleriniz Ulıud'da isabet alınca, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına koy­du. Bu kuşlar cennetteki nehirlere gidiyor, cennet meyvelerinden yiyor ve Ar-ş'ın gölgesinde asılı bulunan akından kandillere tünüyor. Orada yediklerinin, içliklerinin, dinlendikleri yerlerin hoş olduğunu görünce, bizim cennette di­ri olduğumuzu ve rıziklanmakta olduğumuzu kardeşlerimize kim haber ve­recek? Tâ ki, rihad hususunda gayretlerini esirgemesinler ve savaş esnasın­da verdikleri sözlerini bozmasınlar. Şanı yüce Allah, sizin adınıza onlara Ben bildireceğim, diye buyurdu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Allah yolunda öl­dürülenler i sakın ölüler sanmayasın" dîye başlayan âyetleri indirdi.[276]

Bakiy b. Mahled de Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul­lah (sav) benimle karşılaştı, şöyle buyurdu: "Ey Câbir, ne diye seni başını önü­ne eğiyor ve kederli görüyorum?" Ey Allah'ın Rasûlü dedim, babam şehid ol­du. Bakıma muhtaç çotuk çocuk bıraktı. Üzerinde de ödenmesi gereken borç­ları vardı. Şöyle buyurdu; "Aziz ve celil olan Allah'ın babam ne şekilde kar­şıladığını sana müjdeleyeyim mi?" Müjdele! Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Şöy­le buyurdu: "Şüphesiz Allah, senin babanı diriltti ve onunla yüzyüze (aracı­sız) konuştu, Halbuki, arada bir lıicab bulunmaksızın hiçbir kimseyle de ko­nuşmuş değildir. Babana dedi ki: Ey kulum temenni et, Ben de sana vereyim. Rabbim dedi, beni tekrar dünyaya geri gönder de senin uğrunda ikinci bir defa daha öldürüleyim. Şanı yüce ve Mübarek olan Rab buyurdu ki: Gerçek şu ki, Ben ezelden beri onlar bir daha oraya dönmeyecekler diye hüküm ver­dim. O halde, Rabbim, geride bıraktıklarıma (durumumu) bildir, dedi. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah da: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü­ler sanmayasın" âyetini İndirdi. Bu hadisi, İbn Mace, Sünen'inde, Tirmizî de Cami'inde rivayet etmiş olup, Tirmizî: Bu hasen, garip bir hadistir, demiştir.[277]

Veki'tle Salim b. el-Eftas'dan rivayet ettiğine göre, Said b. Cübeyr: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayasın. Bilakis onlar, Rablerİ katında diridirler" âyeti hakkında şöyle demiştir; Hamza b. Abdulmuttalib ile Mus'ab b- Umeyr şehid edilip de kendilerine verilen böl nzıklan görün­ce şöyle dediler: Keşke kardeşlerimizin cihada rağbetleri daha bîr artsın diye, bizim elde ettiğimiz hayırları bilseler. Bunun üzerine yüce Allah, bunu Ben sizin yerinize onlara bildireceğim, diye buyurdu ve: "Allah yolunda öldürü­lenleri sakın ölüler sanmayasın" buyruğunu: "Ve Allah'ın mü'minlerin

mükâfatını zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler" (Âl-İ İmran, 3/171) buy­ruğuna kadar indirdi.

Ebu'd-Duhâ der ki: Bu âyet-i kerime özel olarak Uhud sehidleri hakkın­da nazil olmuştur. Birinci görüş de bu görüşün sahih olmasını gerektirmek­tedir.

Kimisi de şöyle demektedir Bu âyet-i kerime Bedir şehidleri hakkında na­zil olmuştur. Bunlar da ondört kişi idiler. Sekizi Ensar'dan, altısı da Muhacir­lerdendi.

Âyetin, Bir'i Maûne şehidleri hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. On­ların başından geçenler, ünlüdür, Bu olayı, Muhammed b. İshak ve başka­ları zikretmiştir.

Başkaları da şöyle demiştir: Şehidlerin yakınları, bir nimet elde edip se­vinç duymalarını gerektirecek bir durumla karşılaştıklarında, hasret çeker ve biz nimet ve sevinç içerisinde bulunuyoruz, buna karşılık babalarımız, oğul­larımız, kardeşlerimiz kabirlerdedir, diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti kerimeyi, hem onları rahatlatmak, hem de kendilerinden öldürülen şe­hidlerin durumunu haber vermek üzere indirdi.

Derim ki; Özetle her ne kadar bütün bu sebepler dolayısıyla buyrukların nâzîî olması ihtimal dahilinde ise de, şant yüce Allah, bu âyet-i kerimede, şe­hidlerin cennette diri olduklarını, rızıklanmakta olduklarını haber vermek­tedir. Şüphesiz onlar, ölmüş bulunuyorlar ve cesedleri de topraktadır. Bunun­la birlikte ruhları, diğer mü'minlerin ruhları gibi de diridir. Ayrıca onlara öl­dürülme anından İtibaren dünya hayatı onlar için ebedi İmişcesine cennet­te rızıklandırılmakla da üstün kılınmışlardır

Bu hususun mahiyeti hakkında ilim adamîan farklı görüşlere sahiptir. Bü­yük çoğunluğun kabul ettiği görüş, bizim belirttiğimiz şekildedir. Ve şehid­lerin hayatta olduklarının muhakkak olduğunu kabul etmektedirler. Ancak kimileri şöyle demektedir: Şelıidlere kabirlerinde ruhları geri verilir ve on­lar nimete mazlıar kılınırlar. Tıpkı kâfirlerin kabirlerinde diriltilip azap gör­dükleri gibi.

Mücahıd de der ki: Şehidlere cennet meyvelerinden rızık verilir. Yani on­lar, cennette olmadıkları halde onun kokusunu alırlar. Bazıları da bunun me­cazi bir ilade olduğu kanaatine sahib olmuştur. Yani onlar, cennette Allah'ın hükmü gereğince nimet görmeye hak kazanmış kimselerdir. Bu da: Filan ki­şinin anılışı devam etmektedir anlamında, filan kişi ölmedi, deyimini andır­maktadır. Nitekim şöyle denilmiştir:

"Takva sahibinin ölümü aonsui bir hayattır

Pek çok kişi ölmüş ama, insanlar arasında diridirler."

Yani onlara, güzel şekilde anılma nimeri ihsan edilmiştir.

Başkaları da şöyle demiştir: Ruhları, yeşil kuşların kursakların da dır. On­lar, cennette nzıklanırlar, yerler ve nimetlere mazhar olurlar. Bu konudaki gö­rüşler arasında sahih olan görüş de budur. Çünkü naklin sahih olarak belirt­tiği husus, aynen vaki olan şeydir. İbn Abbas yoluyla rivâyeE edilen hadis de bu konudaki ayrılıkları ortadan kaldıran açık bir nassdır. Aynı şekilde Müs­lim tarafından rivayet edilen İbn Mes'ud hadisi de böyledir. [278] Biz bu husu­su, "et-Tezkire bi Ahvali’l-Mevta ve Umûri'l-Ahire" adlı kitabımızda geniş­çe açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. Orada şehidelerin kaç türlü olduklarını ve durumlarının birbirinden farklı olduğunu da belirttik.

Şehidlerin hayatta oluşîarını, onların ileride diriltilecekleri şeklinde yorum­layanlara gelince, böyle bir yorum, Kur'ân ve sünnetin reddettiği uzak bir yorumdur. Çünkü, yüce Allah'ın: "Bilakis onlar... diridirler" buyruğu, on­ların hayatta olduklarına ve rızıklandırıldıklarına açık bir delildir. Rızık ise an­cak hayatta olana verilir.

Şöyle de denilmiştir: Her yıl onlara bir gaza sevabı yazılır ve Kıyamet gününe kadar kendilerinden sonra yapılan bütün cihadların sevabına ortak edilirler. Çünkü cihad çığırını açanlar onlardır. İşte yüce Allah'ın şu buyruğu da -ileride yüce Allah'ın izniyle orada açıklanacağı üzere- buna benzemek­tedir: "îşte bundan dolayı Biz de İsrail oğullarına şunu yazdık: Her kim bir canı öldürürse..." (el-Mâide, 5/32).

Şöyfe de denilmiştir: Çünkü onların ruhları Kıyamet gününe kadar Arş'ın altında rükû yapar, secde eder. Tıpkı abdesdi olarak uyuyan, hayatta bulu­nan mü'minlerin ruhları gibidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Çünkü şelıid, kabrinde çürümez ve yer onu yemez. Biz bu hususu, "et-Tezkire" de sözkonusu ettik ve toprağın, peygam­berleri, şehidleri, ilim adamlarını, Allah için müezzinlik yapanları ve Kur'ân hahzlarınt yemediğim belirttik. [279]

 

2. Şehidlerin Yıkanması:

 

Şehid, hükmen hayatta olduğuna göre, fiilen dünyada hayatta olan gibi namazı kılınmaz. İlim adamları, şehidlerin yıkanıp namazlarının kılınması hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, Şafiî, Ebû Hanife ve es-Sevrî, bü­tün şehidlerin yıkanacakları ve namazlarının kılınacağı görüşünü kabul ederler. Bundan tek istisna ise, özellikle düşmanla savaş esnasında savaş mey­danında öldürülen kişidir. Bu hükmün gerekçesi ise, Hz. Cabİr yoluyla rivayet edilen şu hadistir. Peygamber (sav): "Onlan kanlarıyla defnediniz" diye bu­yurdu. [280] Uhud günü şehid düşenleri kastetmektedir. Hz. Peygamber onları yıkamadı, Bunu Buharı rivayet etmiştir. [281]

Ebû Dâvûd da İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) Uhud günü öldürülenlerin üzerindeki silahların, deri giyeceklerin çıkartılma­sını, kanlarıyla ve elbiseleriyle gömülmelerini emretti.[282]

Ahmed, İshak, Evzaî, Dâvûd b, Ali ve çeşitli bölgelerin fukahâsmdan, ha­dis ehlinden bir topluluk ile İbn Uleyye de böyle demiştir. Said b, el-Müsey-yeb ile el-Hasen ise, şehidlerin yıkanmaları gerektiğini ifade etmişlerdir. On­lardan birisi de şöyle demiş: Uhud şehidlerinin yıkanmayış sebepleri, sayı­ca çok olmaları ve başka meşguliyetler dolayısıyla bunlarla uğraşma imkâ­nının bulunamayışıdır.

Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Ancak, Said ve el-Hasen'in bu görüsü­nü» değişik bölge rükahâsından Ubeydullah b. el-Hasen eî-Anıberî'den baş­kası kabul etmiş değildir. Onların sözünü ettikleri "Uhud şehidlerini yıkamak­la uğraşacak vakitleri yoktu" şeklindeki gerekçe ise, gerekçe olamaz. Zira, bu şehidlerin her birisinin onu yıkamakla uğraşacak bir velisi (yakını) ve işi­ni görecek bir akrabası vardı. Onların yi kan m ayı şiarının illeti (gerekçesi) ise, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- hadis-i şerifte kanları ile ilgili olarak kul­lanılan şu ifadedir: "Kıyamet günü onların bu yaralan misk kokusu gibi ge-lecektir." [283] Böylelikle onların yıkanmaytşlarının illetinin bu hususta bu gö­rüşü belirtenlerin ileri sürdükleri gibi başka işierle meşguliyet olmadığı or­taya çıkmaktadır. Bu meselenin kıyas ve mantık yürütmekle de bir ilgisi yok­tur. Bu mesele, sadece ve sadece herkesin Uhud'da öldürülen şehidlerin yı­kanmadıklarına dair nakletmiş oldukları rivayetlere tabi olmak meselesidir.

el-Hasenrin görüşünü kabul eden müteahhir (sonraki) ilim adamlarından kimisi de, Hz. Peygamber'in Uhud şehidleri hakkında söylemiş olduğu: "Ben, Kıyamet gününde bunlara şahidim" [284] sözünü delil göstermiştir ve şöy­le demiştir: İşte bu, onların özel bir durumlarının olduğuna ve bu hususta baş­kalarının onlara ortak olmadığına delil teşkil etmektedir. Ancak Ebu Ömer şöyle demektedir: Bu görüş, hemen hemen garip bir görüştür. Onların (şe­hidlerin) yıkanmayacaklanni söylemek daha uygundur. Çünkü bu husus, Pey­gamber (sîiv)'ın Uhud şehidleri ile diğer şehidler hakkındaki uygulamasıy­la sabit olmuştur. Ebû Dâvûd da Hz. Cabİr'den şöyle dediğini rivayet eder: Bir adama atılan bir ok göğsüne veya boğazına isabet etti. Bunun sonucunda öldü. O da olduğu gibi elbiseleri ile birlikte gömüldü. Devamla der ki: Biz de Rasûlullah (sav) ile birlikte bulunuyorduk. [285]

 

3. Şehidin Cenaze Namazı Kılınır mı?

 

Şehidlerin cenaze namazının kılınması hususunda da ilim adamlarının fark­lı görüşleri vardır. Malik, Leys, Şafiî, Alımed, Dâvûd tez-Zâhirî) namazlannın kılınmayacağı görüşündedirler. Çünkü Hz. Câbir şöyle demiştir: Peygamber (sav) Uhud şehidlerinden iki kişiyi aynı elbisede (kefende) bir araya getiri­yor, sonra: "Bunların hangisi daha çok Kur'ân ezbere biliyordu?" dîye soru­yordu. Eğer onlardan birisine işaret edilecek olursa, lahde onu öne alır ve şöyle derdi: "Kıyamet gününde bunlara karşı ben şahid olacağım." Şehidle­rin kanlarıyla defnedilmelerini emretti. Şehidler yıkanmadılar ve namazları da kılınmadı.[286]

Küfe, Basra ve Şam fakîhleri ise şöyle demişlerdir: Namazları kılınır. On­lar, bu hususta çoğu mürsel olan Peygamber (sav)'ın Hz. Hamza ile sair Uhud şehidİerinin namazını kıldığına dair bir takım rivayetler de kaydederler.[287]

 

4. Hangi Hallerde Şehidin Namazı Kılınabilir?

 

İlim adamları, icmâ ile şunu kabul etmişlerdir: Şehid, canlı olarak savaş meydanından alınıp yaşayacak ve yemek yiyecek olursa, onun namazı kılı­nır. Nitekim Ömer (r.a'Va yapılan uygulama budur.

Bununla birlikte Haricîler, yol kesicileri ve buna benzer kimseler tarafın­dan zulmen öldürülen kişi hakkında farklı görüşlere sahiptirler.

Ebû Hanife ve es-Sevrî der ki: Zulmen öldürülen herkes yıkanmaz. Fakat böyle birisinin ve her şehidin namazı kılınır. Diğer Irak alimlerinin görüşü de budur. Bunlar, sahih pek çok yoldan Zeyd b, Sûhân'dan Cemel günü öl­dürüldüğü vakit: Üzerimden herhangi bir elbiseyi çıkarmayın ve kanımı yı­kamayın, dediğini rivayet ederler.

Ammar b. Yasir'in de Zeyd b. Sûhân gibi bir söz söylediği de sabittir. Am-mar b. Yâsir İse, Sıffin'de öldürülmüş, Hz. Ali de onu yıkamamıştır.

Şafiî'nin iki görüşü vardır. Birisine göre, diğer bütün ölüler gibi yıkanır. Bundan tek istisna, harp ehli kimselerin öldürdükleridir. Mâlik'in de görü­şü budur. Mâlik der ki; Kâfirler tarafından öldürülüp, çarpışma meydanında ölen yıkanmaz. Bunun dışında yani, kâfirler tarafından savaş alanında öldü­rülenlerin dışındaki bütün maktuller yıkanır ve namazları kılınır. Aynı zaman­da bu, Ahmed b. HanbeFin de -Allah ondan razı olsun- görüşüdür.

Şafiî'nin diğer görüşüne göre ise, bâğîler taralından öldürülen yıkan­maz.

Malik'in görüşü İser daha sahihtir. Çünkü, ölülerin yıkanması, icma ile ve genel bir nakil ile sabit olmuştur. O halde, icmaın yahut sabit bir sünnetin dışarıda bıraktıkları kimseler müstesna, her ölenin yıkanması vaciptir. Başa­rı Allah'tandır.[288]

 

5- Düşman Baskını Sırasında Öldürülenlerin Hükmü:

 

Bîr toplum evlerinde bulunup da, kendilerinin haberi bulunmaksızın, düş­man onlara sabahleyin bir baskın düzenleyip, onlardan bir takım kimseleri öldüvücek olursa, bu öldürülenlerin hükmü, savaş meydanında öldürülenle-rinki gibi mi olur, yoksa diğer ölülerin hükmünde mi olur?

Bu sorun, -yüce Allah'ın tekrar bize iade etmesini niyaz ettiğimiz- Kurtu-ba'da bizim başımıza geldi- Allah kahredesice düşman, 627 yılı Ramazan ayı­nın üçüncü günü sabahında, herkes hiçbir şeyden habersiz, tarlasında işiy­le meşgul iken, düşman baskın yaptı, kimisini öldürdü, kimisini esir aldı. Öl­dürülenler arasında rahmetlik babam da vardı.

Hocsfmız kıraat âlimi Ebû Hu ece diye bilinen Üstad Ebu Cafer Ahmed'e durumunu sordum bana, onu yıka ve namazını kıl, dedi. Çünkü baban, müs-lüman ve kâfir saflar arasındaki meydan savaşında öldürülmüş değildir.

Daha sonra, hocamız Rabi" b. Abdurrahman b. Ahmed b. Kabi' b. Ubey-y'e sordum, O da; O, meydan savaşında öldürülenler hükmündedir, dedi.

Arkasından kadı el-Cemaa diye bilinen Ebu'l-Hasen Ali b. Katral'a -etra­fında bir gurup fukaha da bulunduğu halde- durumu sordum, bunlar da: Onu yıka, kefenle ve namazını kıl, dediler, ben de böyle yaptım. Bundan sonra ise, bu meseleyi Ebu'l-Hasen el-Lahînin et-Tabsira adlı eserinde ve başka ki­taplarda gördüm. Eğer, bunu daha Önce görmüş olsaydım, onu yıkamaz, ka­nıyla ve elbiseleriyle onu derbederdim. [289]

 

6. Allah Yolunda Şekid Olmanın Üstünlüğü:

 

Bu âyet-İ kerime, Allah yolunda öldürülüp, Û'nun uğrunda şehid düşme­nin sevabının büyüklüğüne delildir. O kadar ki, bu yolda şehid düşmek, gü­nahları siler. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülmek, -borç müstesna- herşeye keffarettir. Az önce Cebrail (a.s) bana böyle dedi." [290]

İlim adamlarımız derler ki: Burada borcun sözkonusu edilmesi, borç hük­münde olan ve kişinin zimmetine taalluk eden diğer haklara da dikkat çek­mektir. Gasb, batıl yolla malı almak, kasten öldüımek, yaralamak ve buna benzer diğer sorumluluklar da böyledir. Çünkü, bütün bunların cihad dolayısıy­la mağfiret edilmemeleri borca nisbetle daha uygundur. Çünkü bunlar borç­tan daha ağır sorumluluklardır. Bütün bunlar da sabit sünnette varid olduğu­na göre, haseneler ve seyyiâtlar ile karşılıklı kısas (takas) ile gerçekleşir.

Abdullah b. Uneys der ki: Ben, Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken din­ledim: "Allah, kullan" -ya da insanları diye buyurdu. Bu şüphe (hadis ravi-lerinden birisi olan) Hemmam b. Yahya'nın şüphesidir -böyle derken eliyle de Şam tarafına işaret ederek; "çıplak, sünnetsiz ve hiçbir şeysfe olarak haşredecektir." Btz: "Hiçbir şeysiz olmaları ne demektir? diye sorunca, şöy­le buyurdu: "Beraberlerinde hiçbir şey bulunmaksızın (hasredilecekler). Onlara yakının da uzakta buSunanm da işiteceği bir sesle şöylece seslenir: Ben Melik olanım, Ben Deyyânım. [291] Cennet ehlinden herhangi bir kimsenin, ce­hennemliklerden birisinin ondan yaptığı herhangi bir haksızlığın karşıhğjnı talep ettiği halde cennete girmemesi gerekir. Cehennem elıİinden herhangi bir kimsenin de cennet ehlinden herhangi bir kimseye yaptığı bir haksızlı­ğı karşılığını kendisinden taieb ettiği halde -bir tokat olsa dahi- girmemesi gerekir." Biz, şöyle dedik: Biz, Allah'ın huzuruna çıplak ayakh, elbisesiz ve sünnetsiz olarak varacağımıza göre bu nasıl olacak? Hz, Peygamber şöyle bu­yurdu; "Hasenat ile ve seyyiât ile (takas yapılarak)" diye buyurdu.[292] Bu ha­disi el-Harİs b. Usâme rivayet etmiştir.

Müslim'in Sahih'inde de Ebu Hureyre'den rivayete göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Müflis kimdir, bilir misiniz?" Şöyle dediler: Aramızda müf­lis, bir dirhemi ve hiçbir eşyası bulunmayana denir. Şöyle buyurdu: "Ümme­timden müflis, Kıyamet günü namaz, oruç ve zekât (sevapları) ile birlikte ge­lir, diğer taraftan şuna sövmüş, buna iftira etmiş, diğerinin malını yemiş, be­rikinin kanını dökmüş, bir diğerini vurmuş olarak gelir. Bu sefer buna daf öte­kine berikine de hasenatından verilir. Eğer üzerindeki haklar ödenip bitiril­meden önce hasenatı tükenecek olursa, bu sefer diğerlerinin (haksızlık et­tiği kimselerin) günahlarından alınıp onun üzerine bırakılır, sonra da o ce­henneme atılır. " [293]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, bir kimse, Allah yolunda öldürülür, sonra diriltilir, sonra tekrar öl­dürülür, sonra bir daha diriltilir, sonra yine öldürülecek olursa, eğer üzerin­de borç kalırsa, onun bu borcu ödenmedikçe cennete giremeyecektir." [294]

Ebû Hureyre rivayetle der ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Müzminin canı, üzerinde borç bulunduğu sürece muallaktadtr."[295]

Ahmed b. Zuheyr dedi ki: Yahya b. VaiFe bu hadis hakkında soruldu, O sahili bir hadistir, diye cevap verdi.

Denilse ki: Bu, bazı şehidlerin öldürülme sırasında cennete girmedikle­rine, ruhlarının da belirttiğimiz gibi kuşların kursaklarında olmadıklarına de­lalet etmektedir. Kabirlerinde de olmayacaklarına göre nerede olacaklardır? Deriz ki: Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şe­hidlerin ruhları cennet kapısının önünde ve Bârik diye anılan bir nehrin kı­ygındadır. Sabah ve akşam cennetten rızkları onlara çıkartılıp getirilir." [296] Burada sözü edilenlerin bu kimseler olmaları muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İşte bundan dolayı İmam Ebu Muhammed b. Atiyye şöyle demiştir: Bun­lar (şehidler) tabaka tabakadırlar ve durumları farklı farklıdır. Hepsinin or­tak özelliği ise, "rızıklandırılmaları" dır

İmam Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvinî Sunen-'inde Süleym b. Âmir'den şöyle bir rivayet nakletmektedir: Süleym dedi ki: Ben, Ebû Umâme'yi şöyle derken dinledim: Rasûluilah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Denizde şehid düşen, karada şehid düşen iki kişi gibidir Deni­zin tuttuğu kimse ise, karada öldürülerek kanma bulanmış kimsedir. İki dal­ga arası (denizde duran kimse) ise, Allah'a itaat uğrunda bütün dünyayı ka-teden kimse gibidir. Muhakkak aziz ve celil olan Allah, ölüm meleğini ruh­ları kabzetmekie görevlendirdi. Denizde şehid olanlar ise bundan müstesna­dır. Bunların ruhlarını kabzetmeyİ şanı yüce'nin kendisi üstüne almıştır. Ka­rada şehid düşenin borç müstesna bütün günahlarını bağışlar, denizde şehid düşenin de bütün günahlarını ve borcunu dahi bağışlar,"[297]

 

7. Kişiyi Cennete Girmekten Alıkoyan Borcun Mahiyeti:

 

-Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- kişiyi cennete girmekten alıkoyan borç, kişinin o borcu ödeyecek mal bırakmakla birlikte ödenmesini vasiyet etme­diği, yahut da ödeme gücü olduğu halde ödemediği ya da israi", yahut da be­yinsizce harcama uğrunda borç alıp da ödemeden ölmesi sonucu bıraktığı borçlardır. Fakirliği, elinin darlığı dolayısıyla yerine getirilmesi gereken bir hak­kı ifa etmek için borç alıp da borcunu ödeyecek bir şey de geri bırakmaya­na gelince, şüphesiz böyle birisini -inşaatları- cennete girmekten alıkoymayacaktır Çünkü, İslâm devlet yöneticisinin, böyle birisinin borcunu ödemesi farz­dır. Bunu ya genel olarak zekâttan yahut zekâtta borca batmışların payından yahut da yine müslümanlara harcanması gereken ganimet paylarından öder. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim bir borç, yahut da bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa, bunların sorumluluğu Allah ve Rasûlünedir. Kim de bir mal bırakacak olursa, o da mirasçılarınadır."[298]

Bu hususa dair daha geniş açıklamaları, "et-Tezkire" adlı eserimizde kay­detmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamdolsun. [299]

 

8. Rableri Nezdinde Rızıklanırlar:

 

Yüce Allah'ın: "Rableri katında diridirler, rızıklamrlar" buyruğunda şu takdirde hazfedilmiş bir muzaf vardır: Rablerinin kerem ve İüturları nez­dinde... rızıklanırlar, demektir. Burada yer alan: “ Katında" kelimesi, son derece yakın olmayı gerektirir. Sibeveyh'e göre bu kelimenin küçültme is­mi yapılmaz. O halde buradaki indiyyet (katında, nezdinde olmak), bir ik­ram ifade eder. Yoksa, yakınlık ve mesafe anlamını ifade etmez.

"Rızıklanırlar" buyruğundan anlaşılan ise, adeten bilinen rızıktır Bura­da sözü geçen hayattan kasıt, anılış itibariyle bir hayattır, diyen kimseler ise, buradaki rızkı da güzel övgü onlara rızık olarak verilir, diye açıklamışlardır. Ancak birinci açıklama hakikat anlamına göredir

Şöyle de denilmiştir; Şüphesiz ki, istedikleri gibi uçup kondukları o hal­lerinde ruhlar, cennet kokularını, hoş şeylerini, nimetlerini ve sevindirici hu­suslarını ruhlara yakışan bir şekilde -ona rızık olarak verilen şeylerde- idrâk eder ve bunlarla zevklenir, lezzet alır. Cismani lezzetlere gelince, bu ruhlar, bedenlerine iade edileceği vakit, Allah'ın kendileri için hazırlamış olduğu bü­tün nimetleri de tamamıyla alır ve tadar. Bu güzel bir açıklamadır. Her ne ka­dar bir çeşit mecazî bir açıklama ise de, bizim tercih ettiğimiz görüşe de uy­gun bir açıklamadır. Başarıyı ihsan eden yüce Allah'tır.

"Sevinerek" kelimesi, "rıtzıklanırlar"daki zamirden hal mevki­indedir. Bununla birlikte "diri olanlar"ın sıfatı olmak üzere günlük konuş­ma esnasında; “Sevinirler," şeklinde kullanmak da mümkündür.

Buradaki sevinç (ferah) sürür manasınadır. Bu âyet-i kerimedeki lütuf ve keremden kasıt isev sözü geçen nimetlerdir. İbn. es-Semeykâ bu kelimeyi “” şeklinde "fe" harfinden sonra elif ile okumuştur ki, bunlar da İki ayrı söyleyiştir, en-Nehhas der ki: Bu kelimenin Kur'ân. dışında raerfu' ola­rak okunması caizdir ve o takdirde wdiriler"e sıfat olur.

Yüce Allah in: "Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara... müj­delemek isterler" buyruğunun anlamı şudur: Yani onlar -kendileri de fazilet sahibi olmakla birlikte- fazilet itibariyle kendilerine kavuşamayan kimse­lere müjdelemek isterler, demektedir.

Müjdelemek (istibşâr), ası! itibariyle Ten kelimesinden gelmek­tedir. Çünkü, insanın sevinmesi halinde, bu sevincin etkileri yüzünde görü­lür. es-Süddî der ki: Şehide, kardeşlerinden yanına gelecek olan kimselerin sözkonusu edildiği bir kitap getirilir. O daf tıpkı çoktandır görmedikleri bir kimsenin geliş müjdesi dolayısıyla dünyadaki kimselerin sevinci gibi sevinir.

Katade, İbn Güreye, er-Rabi1 ve başkaları da derler kiı Onlann sevinme­leri, şöyle demeleridir: Dünyada geride bıraktığımız kardeşlerimiz, peygam-berleriyJe birlikte Allah yolunda çarpışmaktadırlar.

Onlar da şehid düşecekler ve bizim içinde bulunduğumuz bu büyük lütuflann bir benzerine nail olacaklardır. Bundan dolayı onlar adına sevinir ve mesrur olurlar.

Şöyle de denilmiştir: Burada henüz kendilerine katılmamış olanlar dola­yısıyla sevinmek ile, Öldürül m eşeler dahi bütün mü'minlere işaret vardır. Çün­kü onlar, Allah'ın mükâfatının vuku bulduğunu yakinen görünce, İsîâm di­ninin, Allah'ın kendisine bağlamlması sebebiyle kullarını mükâfatlandırdığı hakkın kendisi olduğunu da görürler. İşte bundan dolayı, Allah'ın kendile­rine vermiş olduğu lütuflan dolayısıyla kendileri İçin sevindikleri gibi, mü'minlere de kendileri için bir korku bulunmadığı ve üzülmeyecekleri müjdesini vermek isterler. ez-Zeccâc ve İbn Fûrek, bu anlamı kabul etmiş­lerdir. [300]

 

171. Onlar, Allah'tan gelen bir nimet ve bir lütuf ile ve Allah'ın mü'minlerin mükafatım boşa çıkarmayacağı müjdesi ile sevi­nirler.

 

Yani onlar, Allah'tan cennet ile mükâfatlandırılacakları müjdesi ile sevi­mden Allah'tan bir mağfiret İle sevinirler, diye de açıklanmıştır.

"Ve bir lütuf île" buyruğu ise, açıklamayı daha da İleriye götürmek için­dir. Çünkü lütuf, zaten nimetin kapsamı içerisindedir. Ayrıca bunda, bu ni­metin genişliğine ve bunun dünya nimetleri gibi olmadığına da bir delil var­dır. Nimetten sonra lütfün te'kid olmak üzere geldiği de söylenmiştir.

Tirmizî, el- Mİkdâm Ma'dikerib'den şöyle dediğini rivayet eder Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki: "Şehidin Allah nezdinde altı özelliği vardır -Tirmizî ve îbn Mâce de bu şekilde "altı" denilmekle birlikte sayıca bunlar yedi tanedir-ler. [301] Kanının ilk damlası i]e birlikte ona mağfiret olunur, cennetteki yeri gös­terilir, kabir azabından korunur, en büyük korkudan yana emin olur, başı­na tek bir yakutu dahi dünyadan ve dünyadaki heışeyden hayırlı olan vakar tacı konulur, huru'l tynden yetmiş iki hanım ile evlendirilir, akrabalarından da yetmiş kişiye şefaati kabul edilir." Tirnmî dedi ki: Bu, hasen, sahih, ga-rib bir hadistır. [302]

İşte bu, şehidin mazhar olacağı nimet, lütuf ve keremin açıklamasıdır. Bu anlamdaki rivayetler de pek çoktur. Mücahid'den de şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Kılıçlar cennetin anahtarlarıdır.

Rasûlullah (sav.)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yüce Allah, şehid-lere lütfedip de ben dahil hiçbir peygambere lütfetmediği beş büyük ihsan­da bulunmuştur. Bunlardan birisi şudur: Bütün peygamberlerin ruhlannı ölüm meleği kabzetmiştir. Benim ruhumu dahi kabzedecek odur. Şehidlerin ise, kudreti ile dilediği şekilde ruhlarını Allah kabzeder. Ölüm meleğini onların ruhlarına musallat kılmaz. İkincisine gelince, bütün peygamberler öldükten sonra yıkanmışlardın Bert de ölümden sonra yıkanacağını. Şehidler ise yıkan­mazlar Onların dünya suyuna ihtiyaçları yoktur. Üçüncüsü, bütün peygam­berler kefenlenmişlerdir. Ben de kefenlcneceğim. Şehidler İse kefenlen­mezler, Aksine onlar elbiseleriyle defnedilirler Dördüncüsü, peygamberler ölümlerinden sonra "ölüler" diye adlandırılırlar. Bana da öldükten sonra "öl­dü" denilecektir. Şehidlere ise ölüler denilmez. Beşincisi, bütün peygamber­lere Kıyamet gününde şefaat imkânı verilecektir. Aynı zamanda benim de şe­faatim Kıyamet gününde olacaktır. Şehidlere gelince, onlar hergün şefaat ede­cekleri kimselere şefaat ederler.”[303]

Yüce Allah'ın: “Ve Allah'ın...” buyruğunu, el-Kisaî "elif" harfi­ni esreli olarak okumuş, diğerleri ise üstün olarak okumuşlardır. Üstün ola­rak okumanın anlamı şudur: Onlar, Allah'tan bir nimetin müjdesiyle sevin­dikleri gibi, şüphesiz yüce Allah'ın mü'minlerin mükâfatım boşa çıkarmaya­cağı müjdesi ile de sevinirler. Esreli olarak okuyanların kıraatine göre bu, ye­ni bir cümle olur. (Buna göre) anlam şöyle olur: "... Ve bir lütuf ile sevinir­ler. Şüphesiz ki Allah, mü'minlerin mükâfatını boşa çıkarmaz." Bunun deiili de İbn Mes'ud'un: Allah mü'minlerin mükâfatını boşa çıkarmaz, şeklindeki kıraatidir.[304]

 

172. Kendileri yara aldıktan sonra, yine Allah'ın ve Peygamberin davetine koşanlar, onlardan iyilik edenler ve sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.

 

"...anlar,... enler" mübtedâ olarak ref mahal ündedir. Haberi ise; "kendileri yara aldıktan sonra" anlamındaki buyruktur. “” Bununla birlik­te "müzminler"den yahut da "kendilerine katılmayanlar" anlamındaki buy­ruktan bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür.

"Davetine koşanlar", çağrısını kabul edenler, ica­bet edenler anlamındadır. "Sin" ve "te" harfleri fazladan gelmiştir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:

"İşte o vakit çağrıyı kabul eden hiçbir kimse ona karşılık vermedi."

Buharı İle Müslim'de Urve b, ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmekte­dir: Âişe (r.anhâ) bana dedi ki: Senin baban (ez-Zübeyir b. el-Avvâm) da ya­ra aldıktan sonra Allah'ın ve Rasûlünün çağnsını kabul eden kimselerden idi. Bu lafız, Müslim'indir.[305]

Yine Urve b. ez-Zübeyrf Hz. Âişe'den şöyle dediğini nakletmektedir: Ey kar­deşimin oğlu, senin iki baban -babası ez-Zübeyr ile anne tarafından dedesi Hz. Ebu Bekir'i kastediyor- kendilerine yara isabet ettikten sonra Allah ve Rasûlü­nün çağrısına uyan kimselerdendiler. Devamla dedi ki: Müşrikler, Uhud'dan ayrılıp Peygamber (sav)'a ve ashabına isabet edenler isabet ettikten sonra, ge­ri döneceklerinden korktular, bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Bi­zim henüz gücümüzün yerinde olduğunu bilmeleri için onlann arkasından git­meye kim gelir?" Ebu Bekir ve ez-Zübeyr, yetmiş kişi ile birlikte gidenler ara­sında idiler. [306] Ve (Kureyşlilerin.) arkasından yola çıktılar. Onlar geldiklerini ha­ber alınca da Allah'tan bir nimet ve bir lütuf ile geri döndüler.

Âişe (r.anhâ) Hamrâül-Esed gazvesinde meydana gelen olaylara işaret et­mektedir. Hamrâü'l-Esed ise Medine'den yaklaşık sekiz millik uzaklıktadır. Şöyle olmuştu: Uhud'un ertesi günü olan pazar günü, Rasûlullah (sav) müş­riklerin arkasından gftmek üzere insanlar arasında ilanda bulunup şöyle dedi: "Bizimle birlikte ancak dün orada bulunan kimseler çıksın. Onunla be­raber îkiyüz mü'inin kişi yola çıktı. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: (Pey­gamber) buyurdu ki: "Onların arkasından kim gider?" Onlardan yetmiş kişi ortaya çıktı, Aralarında -önceden de geçtiği üzere- Ebu Bekir ve ez-Zübeyr de vardı”[307] Hamrâü'l-Esed'e varıncaya kadar yollarına devam etliler. Böyle-Hkle düşmanı korkutmuş oluyordu. Aralarında ağır yaralı yürüyemeyecek ve bineği de bulunmayan kimseler de vardı. Hatta başkalarının boyunları üze­rinde taşınanlar dahi vardı. Bütün bunlar ise Rasûlullah (sav)'ın emrini ye­rine getirmek ve cihada rağbet için yapılmıştı. [308]

Âyet-i kerimenin oldukça ağır yaralı, biri diğerine yaslanan, bununla bir­likte Peygamber (sav) ile beraber yola koyulan Abduleşhel oğullarından iki kişi hakkında indiği de söylenmiştir, (Hz. Peygamber ve beraberindekiler) Hamrâü'l-Esed'e ulaştıklarında Nuaym b. Mes'ud ile karşılaştılar. Onlara, Ebu Süfyan b. Harb'in ve beraberindeki Kureyşlilerin toparlanıp bir araya geldik­lerini ve Medine'ye gidip oranın halkını toptan İmha etmeyi kararlaştırdık­larını söylediler. Bunun üzerine yüce Allah'ın kendilerinin söylediğim bize haber verdiği: "Allah bize kâfidir, O ne güzel vekildir" sözlerini söylediler

Kureyş bu kararı vermişken, onlara Huzaalı Ma'bed denilen birisi gelmişti. Huzaahîar ise Peygamber (sav) ile antlaşmalı kimseler idiler ve onun sırla­rını saklayan, iyiliğini samimi olarak isteyen kimselerdi. Ma'bed, Peygamber (sav)'ın ashabının durumunu ve yaptıklarını görmüştü. Kureyşlilerin de Me-dinelüeri imha etmek için geri dönme kararlarını görünce, bundan duydu­ğu korku ve Peygamber {sav) ile ashabına olan samimi iyilik arzulan, Kureyş-iileri korkutmaya itti ve onlara şöyle dedi: Ben, Muhammed'İ ve arkadaşla­rını Hamrâü'l-Esed denilen yerde büyük ordu ile birlikte bırakmış bulunu­yorum. Ondan geri kalanlar da onun etrafında toplanmış, sizi ele geçirmek için yanıp tutuşuyorlar. Kendinizi kurtarmaya bakınf kendinizi kurtarmaya ba­kın. Ben size geri dönmemenizi tavsiye ederim. Allah'a andederim ki, gör­düğüm durum hakkında bir takım beyitlerden oluşan bir şiir söylemekten ken­dimi alamadım. Ona: Söylediğin şiir nedir? dîye sordular. O da şöyle dedi: Dedim ki:

"Yıkılıyordu nerdeyse bineğim uğultulardan Yer üzerinden bölük bölük atlılar sel gibi akınca

Şerefli uzun boylu aslanlar vardı sırtında atların

Düşmanla karşılaştıklarında sebat göstere^ ailah kuşanmışlardı onlar

Yeı-i aşağı doğru eğimli s ana re asm a koşmaya başladım;

Hiç bozguna uğramamış kum andan larıyla tepede göründüklerinde

(Ebû Süfyan) b. Harb'in vay halinef Sizinle karşılaşırlarsa! dedim.

Ova atlarla ve uğultularıyla dolup taşınca

Ben Mekkelileri sabah vakti uyarıyorum,

Aralarında uyanık ve akıllı olan herkesi

Ahmed'in ordusundan; onunla birlikte olanlar sıradan kimseler değildir, çünkü

Benim bu uyarım asılsız bir sözdür diye damgalanamaz."

Bu, Ebû Süfyan'ın ve beraberindekilerin kararlarından dönmelerine sebep oldu. Allah kalplerine korku saldı. Korkuyla alelacele Mekke'ye döndüler. Pey­gamber (sav) da ashabı ile birlikte muzaffer bir şekilde Medine'ye geri dön­dü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan bir nimet ve lütuflageri döndüler " (Al-i lm-ran, 3/174) Yani, herhangi bir savaş olmaksızın ve korku duymaksızın geri döndüler. Câbir b. Abdullah, Peygamber ile birlikte çıkmak için izin istedi, ona izin verdi. Yüce Allah da büyük mükâfatın arlık bu ikinci çıkışları ile ger­çekleşmiş olduğunu da onlara haber verdi. Rasûlullah (sav) da: "Şüphesiz ki o, (Hamrâü'1-Esed çıkışı) bîr gazvedir* diye buyurdu, işte cumhurun bu âyet-i kerimeyi tefsin bu şekildedir.

Ancak, Mücahid ve îkrime -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- istis­na olarak şöyle derler: Bu âyet-i kerime, yüce Allah'ın: "Onlar ki, insanlar kendilerine: ..." buyruğundan itibaren "Allah büyük bir lütuf sahibidir." (Âl-i İmran, 3/173-174) Peygamber (sav)'ın küçük Bedir gazvesine çıkışı hak­kında nazil olmuştur. Şöyîe ki: Peygamber efendimiz, Ulıud'da Ebu Sütyan ile vaidleştikleri için Medine'nin dışına çıkmıştı. Zira Ebu Süfyan: Sizinle kar­şılaşma zamanımız ve yerimiz geîecek sene Bedir olsun, demişti. Peygamber (sav) da: "Evet deyiniz" diye buyurmuştu. İşte Peygamber (sav) de Bedir'e doğru çıkmıştı.

Orada büyük bir pazar da kuruluyordu, Rasûlullah (sav) ashabına bir kaç dirhem verdi. Bedir'e yakın bir yerde Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud yanına gele­rek Kureyşlîlerin kendilerine katılanlarla birlikte toplanıp onunla savaşmak üzere yola çıktıklarını haber verdi. Müslümanlar bundan korkuya kapıldılar. Ancak: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler. Ve Bedir'e varınca­ya kadar yollarına devam ettiler. Ancak kimseyi görmediler. Pazarın kurul­muş olduğunu gördüler, beraberlerinde bulunan dirhemleriyle yiyecek şey­ler ve ticaret malları satın aldılar. Herhangi bir savaş ve sıkıntı ile karşılaş-maksızın geri döndüler, ticaretlerinde de kar ettiler. İşte Yüce Allah'ın: "Allah'tan bir nimet ve Lütufla geri döndüler" buyruğu ile anlatılan bunlardır. Yani, bu ticaretlerde Allah'ın üstün lütuf ve nimetini elde ettiler, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [309]

 

173. Onlar ki, insanlar kendilerine: "İnsanlar size karşı kuvvet topladılar, onlardan korkun" dedikleri zaman bu, onların imanını artırdı da: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" de­diler.

 

Yüce Allah'ın: "Onlar ki, insanlar kendilerine... dedikleri zaman" buy­ruğu hakkında farklı görüşler vardır. Mücâhid, Mukâtil, İkrime ve el-Kelbî der ki: Burada bu sözü söyleyen kişi, Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud'dur. Ancak lafız umumî olmakla birlikte manası özeldir. Yüce Allah'ın: "Hayır, onlar insan­ları kıskanırlar..." (en-Nisâ, 4/54) buyruğunda olduğu gibi. Burada insan­larla kastedilen özel olarak Muhıammed (sav) dır.

es-Süddî der ki: Bu (Nuaym), bu iş karşılığında kendisine bir mükâfat va-dedilen Bedevî bir Araptır.

İbn jshak ve bir topluluk da şöyle demişlerdir: Burada "insanlar" ile Ab-dulkays kafilesi kastedilmektedir. Bunlar, Ebu Süfyanın yanından geçince o, müslümanlann maneviyatını kırmak kastıyla onlara birtakım telkinlerde bu-hınarak onları gönderdi. Burada "insanlar"dan kastın münafıklar olduğu da söylenmiştir. es-Süddî der kî: Peygamber (sav) ve ashabı, Ebû Sütyan İle söz­leşme gereği küçük Bedir'e çıkmak üzere hazırlık yaptıklarında, münafıklar yanlarına gelip şöyle dediler. Biz size onlara karşı çıkmamanızı söyleyen ar-kadaşlarmızız. Siz, bize karşı geldiniz. Onlar sizin yurdunuzda sizinle savaş­tılar ve galip geldiler. Eğer onların yurtlarında yanlarına gidecek olursanız, sizden kimse geri dönemeyecektir. Bunun üzerine mü'mînler: "Allah bize ye­ter, O ne güzel vekildir! dediler." Ebu Ma'şer de der ki: Tihame halkından Huzeyl'lilere mensub bir gurup Medine'ye geldi. RasûluUah (sav)'ın arkadaş­ları onlara Ebû Süfyân'a dair som sordular, Onlar da: Onlar size karşı çok bü­yük kalabalıklar topladılar. O bakımdan onlardan korkun ve çekinin. Sizin onlara karşı koyacak gücünüz yoktur, dediler

Bu görüşlere göre ise "İnsanlar", ifade ettiği anlama uygun olarak çoğul anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[310]

 

İmanın Artıp Eksilmesi:

 

Yüce Allah'ın: "Bu, onların imanını artırdı" buyruğuna gelince, insan­ların sözleri onların imanlarını artırdı- Yani, onların dinlerine olan lasdik ve yakinlerinî, dinlerine yardımcı olmaktaki kararlılıklarını, onların güçlerini, ce­saretlerini ve hazırlıklarım artırdı demektir. Bu anlamı ile imanın artışı, amellerdeki bir artışı ifade eder.

İlim adamları imanın artıp eksilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptir­ler. Bu husustaki inanç, şu esasa dayanır: Tek bir hususu ve tek herhangi bir şeyi bir tasdikten ibaret olan iman, başlı başına muayyen ve tek bir şeydir. Bu husule geldi mi, onunla beraber herhangi bir fazlalık sözkonusu olmaz. Ortadan kalktı mı da ondan geriye birşey kalmaz, O halde geriye yalnızca onun bizzat kendisiyle değii de ona taalluk eden hususlarda artış ve eksil­meden başka birşey kalmamaktadır,

O bakımdan bir gurup ilim adamının kanaatine göre iman, kendisinden sadır olan ameller bakımından artıp eksilir. Özellikle de pek çok ilim ada­mı, itaatlere de iman adını verirler. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur: "İman, yetmiş küsur bölümdür. Bunun en üstünü Lâ ilahe illallah sözü, en aşağısı ise yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır." Bunu Tirmizî ri­vayet etmiştir. [311] Müslim'de de şu fazlalık vardır: "Haya da imandan bir bölümdür." [312]

Hz. Ali'den de şöyle dediği nakledilmektedir: İman, önceleri kalpte be­yaz bir parıltı olarak ortaya çıkar. İman arttıkça bu parıltı da artar.

Hz. Ali'nin sözünde -parıltı anlamı verilen-: “” kelimesi ile ilgili ola­rak el-Asmaî şöyle demektedir: Bu kelime, nükte ve buna benzer bir beyaz­lıktır. Bundan dolayı dudağında bir parça beyazlık bulunan ata, ( JiJf.) de­nilir. Muhaddisler bu kelimeyi "lâm" harfini üstün ile kullanırlar. Araplar ise bunu ötreli kullanırlar, "Şüphe, duhme ve humre" kelimeleri gibi.

Hz. Ali'nin bu ifadesinde de imanın artıp eksildiğini kabul etmeyenlere kar­şı bir delil vardır. Çünkü O: iman arttıkça bu parıltı da artar. Tâ ki, bütün kalp bembeyaz oluncaya kadar, demektedir İşte münafıklık da bu şekildedir. O da kalpte siyah bir karartı olarak ortaya çıkar. Münafıklık arttıkça kalp bü­tünüyle kararıncaya kadar kararmaya devam eder.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: İman bir arazdır. O, iki ayrı zamanda aynı şekilde olmaz, O bakımdan Peygamber (sav) ve salih kimseler İçin iman, ardı arkasına değişkendir Mü'min kalbe onun mislinin ard: arkasına gelme­si ve fiilen bulunuşunun devamlılığı itibariyle artmaya devam eder. Mü'min kalbin gaflete ardı arkasına düşmesi sonucunda da eksilir. Ebu'l-Meâli bu hu­susa işaret etmiştir. Bu mana, şefaat hadisinde de görülmektedir. Sözkonusu bu şefaat hadisi, Ebû Said el-Hudrî rivayet etmiş olup, Müslim de bunu Sahihinde kaydetmektedir. Bu hadiste şöyle denilmektedir: "Mü'minler der­ler ki, Rabbimiz, onlar bizim kardeşlerimizdir. Bizimle birlikte namaz kılar, oruç tutar, ha ece deri erdi. Onlara: Bildiğiniz kimseleri çıkartın, denilir ve ce­henneme sûretierKnJ} yakmak haram kılınır. Onlar da ateşin kimisinin bacak­larının ortasına kadar, kimisinin dizkapaklarına kadar ulaşmış olduğu pek çok kimseyi cehennemden çıkartırlar. Sonra da: Rabbimiz orada kendilerini çı­kartmamızı emrettiğin kimselerden bir kimse kalmadı, derler. Yine; Geri dö­nün, kalbinde hayır namına bir dinar ağırlığı kadar bulduğunuz herkesi oradan çıkartının, buyurur. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra da: Rab­bimiz, bize (çıkartmayı) emretmiş olduklarından kimse bırakmadık, derler. Sonra tekrar: Haydi dönünüz, kimin kalbinde hayır namına yarım dinar ağırlığı birşey bulursanız onu çıkartınız» der. Yine onlar, pek çok kimseyi çı­karttıktan sonra» Rabbimiz derler. Bize (çıkartmayı) emrettiğin kimselerden hiçbir kimse bırakmadık. Sonra söyle buyurur: Geri dönünüz, kalbinde ha­yır namına zerre ağırlığı kadar birşey bulduğunuz herkesi çıkartınız" diye ha­disin geri kalan bölümünü zikretti.[313]

Şöyle de denilmiştir: Bu hadis-i şerifte iman'dan kasıt kalbin amelleridir. Niyet, ilılas, havf, nasihat ve buna benzer şeylerdir. Bunlara iman adını ver­mesi, bunların iman mahallinde bulunmalarından dolayıdır. Yahut da iman ile, Arapların bir şeye yakın olanlara yahut da herhangi bir sebep dolayısıy­la ondan olan şeylere de o şeyin isîmini vermeleri şeklindeki adetlerine uy­gun olarak başka şeyleri kastetmiştir.

Bu açıklamanın delili de şefaatçilerin kalbinde hayır namına zerre ağırlı­ğı kadar bir şey olan kimseleri çıkarttıktan sonra, "artık biz orada hayır na­mına birşey bırakmadık" demeleridir. Halbuki yüce Allah, bundan sonra da lâilâhe illallah diyenlerden pek çok kimseyi çıkartacaktır ki, bunlar kafi ola­rak mü'mindirler. Ve mü'min olmasalardı onlan zaten çıkartmazdi,

Diğer taraftan, üzerine mislinin de konulduğu ilk varlık (imanın esası) bu­lunmayacak olunsa, arLış da eksiliş de sözkonusu olmaz. Böyle bir şey ise ha­reket hakkında kabul edilir. Şanı yüce Allah, bağımsız olarak bir ilmi yara­tıp da bununla beraber onun mislini yahut da onun misli olan şeyleri bir ta­kım bilgiler (malumat) dolayısıyla yaratacak olursa, onun ilmi artmış olur. Eğer, yüce Allah, misli olan şeyleri yok edecek olursa, ilmi eksilir. Yani, ima­nın artışı da sözkonusu olmaz. Aynı şekilde yüce Allah bir hareketi yaratıp onunla beraber o hareketin benzeri bir hareketi ya da benzerlerini yaratacak olursa aynı şey sozkonusudur.

İlim adamlarından bir gurubun kanaatine göre, imanın artıp eksilmesi ise, ancak deliller dolayısıyla söz konusu olabilir. Bir kimsenin imana dair sahip olduğu deliller artarsa, bu hususta: işte bu, imandaki bir artıştır, denilir.

Bu husustaki görüşlerden birisine göre, işte peygamberlerin diğer insan­lara üstünlüğü de bu bakımdandır. Çünkü onlar, imanı diğer insanların bil­dikleri şekil ve yollardan daha pek çok şekil ve yoliarla öğrenip bilmişler­dir. Bu görüş âyetin muktezası dışındadır. Zira, imanın artışının deliller ba­kımından sözkonusu edilmesi (bu âyet çerçevesinde) düşünülemez.

Bir başka kesimin kanaatine göre, imanın artışı ancak Peygamber (savcın hayatta olduğu süre içerisinde tarzlara ve haberlere dair buyrukların inişi ile ve zaman boyunca da bunları daha önce bilmezken, sonradan bunları bil­mek suretiyle sözkonusu olur. İşte imanın artışı ancak bundan ibarettir. Bu­na göre imanın artışını söylemek mecazî bir ifade olur. Ve bu açıklamaya gö­re de imanda eksilme düşünülemez. Ancak eksiklik, bilinen kimseye izafet-le düşünülebilir. Bunu bilelim.

Yüce Allah'ın: "Allah bize yeteri O ne güzel vekildir, dediler." Yant, Al­lah bize yeter.

“”: Yetmek, “” kelimesinden alınmadır ki, kâfi gelmek de­mektir. Şair de şöyle demektedir:

"Evimizi keş ve yağ ile doldurur(sun}

Artık zenginlik, tokluk ve auya kanmışlık olarak bu kadarı yeter."

Buhârî de İbn Abbâs'tan, yüce Allah'ın: "Onlar ki, insanlar kendilerine: İnsanlar size karşı kuvvet topladılar onlardan korkun, dedikleri zaman.., Allah bize yeter, O ne güzel vekildir dediler" buyruğu hakkında şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Bu sözü, İbrahim el-Halil (a.s) ateşe atildtği zaman söyledi, Muhammed (sav) da insanlar kendisine: "Muhakkak, insanlar size karşı kuvvet topladılar" dedikleri zaman söyledi. [314] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[315]

 

174. Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'tan bir nimet ve lütufla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Allah çok büyük bir lütuf sahibidir.

 

İlim adamlarımız der ki: Onlar işlerini Allah'a havale edip kalpleriyle de O'na güvenip dayanınca, Allah da onlara mükâfat olarak şu dört hususu ver­di: Nimet, lütuf, onlara gelecek kötülükleri bertaraf etmesi ve rızasına tabî oluş. Allah da hem onların kendisinden (mükâfatından) razı olmalarını sağ­ladı, hem de onlardan razı oldu.[316]

 

175. O Şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. O halde onlardan korkmayın Benden korkun, eğer mü'min iseniz.

 

îbn Abbas ve başkaları der ki: Bu buyruğun anlamı şudur: Şeytan sizi dost­ları ile korkutur. Yahut dostlarından korkutur taktirindedir. Nitekim yüce Al­lah bir başka yerde de: "Çetin bir azabı (ile) korkutmak için..."(el-Kehf, 18/2) diye buyurmaktadır, O, sizleri çetin bir azab ile korkutmak için... anlamın­dadır. Buna göre âyeM kerime şeytan kâfir İle mü'minî korkutur, demektir.

el-Hasen ve es-Süddî ise derler ki; Buyruğun anlamı şudur: O ancak münafık olan dostlarını korkutur ki, müşriklerle savaşa çıkmayıp otursunlar, Allah'ın dostlarına gelince şeytan onları korkutmaya kalkışacak olursa ondan korkmazlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada kasıt şudur: Sizi kâfirlerin kalabalıkları ile korkutan kişi, insan şeytanlarından bir şeytandır. Sözkonusu bu kişi ise da­ha önce geçtiği üzere, konu ile ilgili farklı görüşlere göre, ya Nuaym bin Mes'ûd'dur ya da diğerleridir.

"O halde onlardan korkmayın* yani yüce Allah'ın: "İnsanlar size kar­şı kuvvet topladılar" buyruğunda sözü geçen kâfirlerden korkmayınız. Ya-lıutta eğer buyruğun; o sizi kendi dostlarını ileri sürerek korkutur anlamın­da olduğu kabul edilirse, zamir şeytanın dostlarına raci oîur.

Yüce Allah'ın: "Benden korkun" buyruğuna gelince; eğer sizler Benim va­adimin doğru olduğunu kabul eden kimseler İseniz, emirlerimi terk etmek­ten Benden korkunuz, demektir.

Arapçada havf, korku ve dehşet demektir. [317] (Aynı kökten gelen:) "el-lıâ-i'e" ise toplanan balın içine konulduğu derin bir torba (kırba) demektir.

Seni b. Abdullah der ki: Bazı sıddîklar İbrahim el-Halil'in yanına gelip şöy­le dediler: Korku nedir? O şöyle dedi: Korku; güven duyacağın yere ulaşıncaya kadar güven duymamaktın Selıl dedi ki: er-Rabî b. Haysem demirci kö­rüğünün yanından geçti mi bayılır düşerdi. Ali b. Ebi Talib'e bu durum anla­tıldı. O da şöyle dedi: Bu iş başına geldi mi bana haber veriniz. Bu iş başı­na gelince durumu Hz- Ali'ye bildirdiler. Hz. Ali geldi, elini gömleğinin içi­ne soktu, kalbinin şiddetle çarptığını görünce şöyle dedi: Ben şahitlik ederim ki bur çağınızın insanları arasında (ilâhî azaptan) en çok korkan kimsedir.

O halde yüce Allah'tan korkan kişi dünyada ya da âhirette Allah'ın ken­disini cezalandırmasından korkan kişi demektir. İşte o bakımdan şöyle den­miştir: Korkan kişi ağlayıp gözlerini silen kişi değildir. Asıl korkan kişi ken­disinden dolayı azaba çekileceğinden korktuğu şeyleri terk edendir.

Yüce Allah kullarına kendisinden korkmalarını farz kılarak şöyle buyur­muştur: "Benden korkun, eğer mü*nün iseniz." Bir başka yerde de yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Ve yalnız Benden korkun!" (el-Bakara, 2/40) Müminleri de Allah'tan korkmakla överek şöyle buyurmaktadır: "Üstlerin­de Rablerinden korkarak ne emrolunurtarsa onu yaparlar." [318] (en-Nahl, 16/50)

İşaret erbabının korkuya dair bir takım ifadeleri vardır ki, bunların dönüp vardıkları yer bizim sözünü ettiğimiz bu husustur, Üstad Ebu Ali ed-Dakkâk der ki: Ebu Bekr bin Fûrek (Allah'ın rahmeti üzerine olsutı)e rahatsızlığı do-layısı ile ziyaret etmek üzere girdim. Benî görünce gözleri yaşardı. Ona şöy­le dedim: Şüphesiz Allah sana afiyet verecek, şifa verecektir. Bana şöyle de­di: Sen benim ölümden korktuğumu mu sanıyorsun? Ben ölümden sonrasın­dan korkuyorum.

İbn Mâce'nin Süneninde de Ebu Zer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasülullah (sav) buyurdu-ki: "Ben sizin görmediğinizi görür işitmediğinizi işi­tirim. Sema gıcırdamaktadır. Gıcırdamakta da haklıdır Çünkü yüce Allah'a sec­de ederek alnını koymuş bir meleğin olmadığı dört parmaklık bir yer dahi yok­tur, Allah'a yemin ederim, eğer benim bildiğimi bilirseniz pek az güler, pek çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan zevk almazdınız. Yüce Allah'a yalva­rıp yakarmak üzere yollara koyulurdunuz. Allah'a yemin ederim orakta biçi­len bir biîki olmayı çokça arzu ederdim." [319] Bu hadisi Tirmizi de rivayet etmiş ve: Hasen garib bir hadistir, demiştir. Bu hadis bir başka yolla da rivayet edil­mektedir. Buna göre "gerçekten orak ile biçilen bir ağaç (bitki) olmayı temen­ni ederdim" sözlerini Ebû Zer söylemiştir. [320] Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.[321]

 

176. Küfürde yarışanlar seni ütmesin. Şüphesiz onlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah onlara âhirette hiçbir nasib bı­rakmamak istiyor. Onlar için büyük bir azab vardır.

 

Buyruğun Nüzul Sebebi ve Kastedilenler:

 

Yüce Allah'ın: "Küfürde yarışanlar seni üzmesin" buyruğunda sözü ge­çen kimseler önce İslâm'a giren sonra da müşriklerden korkarak irtidad eden kimselerdir Peygamber (sav) bundan dolayı üzülünce yüce Allah da: "Kü­fürde yatışanlar seni üzmesin* âyet-i kerimesini indirdi. el-Kelbî der ki: Bu­nunla yüce Allah münafıkları ve yahudilerin elebaşılarını kastetmektedir Bun­lar Peygamber (sav)rn kitaptaki niteliklerini gizleyip açıklamadılar. Bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Şöyle de denilmektedir; kitap ehli iman etmeyince bu, Rasûlullah (sav)a ağır geldi. Çünkü insanlar onların yaptıklarına bakıyor ve: Bunlar kitap eh­lidir, diyorlardı. Eğer Muhammed'in söylediği doğru olsaydı elbette ona uyarlardı, Bunun üzerine: "... seni üzmesin" âyet-i kerimesi nazil oldu.

Âsim, yüce Allah'ın: “Seni üzmesin," buyruğunu nerede olur­sa olsun, "ye" harfini ötreli "ze" harfini esreli olarak: “” şeklinde oku­muştur. Bundan tek istisna, Enbiyâ Sûresi'nde yer alan: "O en büyük korku onları üzmez" {el-Enbiyâ, 21/103) buyruğundaki bu ke­limeyi "yâ" harfini üstün "ze" harfini ötreli olarak okumuştur. Ebu Cafer ise bunun tam zıddını okumaktadır. İbn Muhaysın ise hepsinde "ye" harfini öt­reli "ze* harfini de esreli olarak okur. Diğerleri ise bu kelimeyi nerede ge­çerse geçsin "ye" harfini üstün "ze" harfini de ötreli olarak okurlar. Bu iki fark­lı okuyuş İki ayrı söyleyiştir. Ancak birincisi iki söyleyişten daha iasih ola­nıdır. Bu açıklamayı en-Nahhâs yapmıştır

Muzâri'inde "ye" harfinin ötreli okunduğu mazi kullanımıyla şair şöyle de­mektedir:

"Sabahım geçip gitti, ama bu diyar beni üzdü.”

"Yarışanlar* anlamındaki keiimeyi genel olarak herkes: “” şeklinde okurken Talha ise bunu: “” diye okumuştur.

ed-Daklıâk der ki: Burada kastedilenler Kureyş'in kafirleridir. Başkası ise, münafıklardır, demektedir. Daha önce sözünü ettiğimiz kimseler olduğu da söylenmiştir, büEün kâfirler hakkında umumi olduğu da söylenmiştir.

Bunların küfürde yarışmaları İse Muhammed (sav)ın aleyhine birbirleri­ne destek vermeleridir. el-Kuşeyrî der ki: Kâfirin küfrü dolayısıyla üzülmek bir itaattir. Fakat Peygamber (sav), kavminin küfrü dolayısıyla aşırı derece­de üzülürdü. Bu şekilde aşırı üzülmesi ona yasaklandı. Nitekim yüce Allah başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "O halde onlara karşı hasretler du­yarak kendini öldürme!" (Fatır, 35/8); "Onlar bu söze iman etmezler diye ar katarından üzülerek kendini helak edeceksin neredeyse" (el-Kehf- 18/6)

"Şüphesiz onlar Allah'a zarar veremezler" yani Allah'ın mülkünden, sal­tanat ve egemenliğinden hiçbir şey eksiltemezler Yani küfürleri dolayısıyla Allah'ın mülk ve saltanatında bir eksiklik olmaz. Nitekim Ebû Zer1 den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav), şanı yüce ve mübarek olan Allah'tan şöy­le buyurduğunu rivâyçt etmektedir:

"Kullarım! Şüphesiz Ben kendime zulmetmeyi haram kıldım, aranızda da onu haram kıldım. O bakımdan birbirinize zulmetmeyiniz. Kullarım! Kendi­sine hidâyet verdiklerimin dışında hepiniz sapıksınız. O bakımdan Benden hidâyet dileyin sizi hidayete ileteyim- Kullarım! Kendisini yedirdiğim dışın­da hepiniz açsınız- O bakımdan Benden size yemek yedirmemi isteyiniz si-Ze yedireyim. Kullarım! Kendisine elbise giydirdiklerim dışında hepiniz çıp­laksınız, Benden size elbise giydirmemi isteyin sizi giydireyim. Kullarım! Siz­ler gece gündüz günah işleyip duruyorsunuz. Ben ise bütün günahları bağış­layanım. Benden mağfiret dileyiniz, size mağfiret edeyim. Kullanm! Sizler as­la Bana zarar verebilecek noktaya gelemezsiniz ki, Bana zarar verebilesiniz. Ve asla Bana fayda verecek noktaya gelemezsiniz ki, Bana fayda sağlayabi-lesiniz. Kullarım! Eğer ilkinizle sonunuzla, insanınızla cinninizle aranızdan en muttaki olan bir adamın kalbi gibi bir takvaya salıib olsanız dahi bu Be­nim mülkümde hiçbir şeyi artırmaz, Kullarım! Eğer öncenizle sonranızla, in­sanınızla cininizle en günahkâr adamın kalbi gibi günahkâr olsanız, bu da­hi Benîm mülkümden hiçbir şeyi eksiltmez. Kullarım! İlkinizle sonunuzla in­sanınızla cinninizle hep birlikte tek bir düzlükte dikilse(niz) ve hepsi Ben­den istekte bulunsa her insana da isteğini verecek olsam, bu ancak denize daldırılıp çıkartılan iğnenin eksilttiği kadar Bende olanları eksiltir Kullanm! Ne yaparsanız onlar sizin amellerinizdir. Ben onları sizin için tesbit ediyorum, sonra da onların karşılığını size eksiksiz ödeyeceğim. O bakımdan her kim bir hayır bulursa, Allah'a hamd-u sena etsin. Her kim bundan başka bir şey bulursa kendisinden başkasını kınamasın." Bu hadisi Sahih'inde Müslim, Tirmizî ve başkaları rivayet etmiştir. [322] Bu hadîs gerçekten büyük ve nisbeten uzun bir hadistir. (Bu azameti dolayısıyla, yazıldığında) bütünüyle yazılır.

"Şüphesiz onlar Allah'a zarar veremezler" buyruğu onlar; Allah'ın dost­larına yardım etmeyi terk etmekle Allah'ın dostlarına zarar vermiş olamaz­lar. Çünkü onların asıl yardımcısı aziz ve celil olan Allah'tır, demektir.

Yüce Allah'ın: "Allah onlara âhir ette hiçbir nasib bırakmamak isti­yor. Onlar için büyük bir azab vardır" buyruğuna gelince; bu buyruktaki "hazz" nasib ve pay demektir. İsm-i tafdili “” diye gelir. Pay sahibi olan kimse için de "mahzûz" tabiri kullantlır. Hazz'n çoğulu kural dışı olarak; “” şeklinde gelir. Bazan “” diye de geldiği olur. Buyruğun anlamı­na gelince: Yani cennette onlara bir pay bırakmak istemiyor. İşte bu, hayır ve şerrin yüce Allah'ın İradesi ile olduğu hususunda açık bir nasdır. [323]

 

177. İmana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar ve­remezler* Onlar için elem verici bir azab da vardır.

 

Yüce Allah'ın: "İmana karşılık küfrü satın alanlar*.." buyruğuna dair açık­lamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/16) geçmiş bulunmaktadır. (Önce­ki âyetten ayrı olarak) burada; "Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler"

buyruğu tekid için tekrarlanmıştır. Şöyle de denilmiştir: Onun imanı küfür ile değişmesi ve imana karşılık küfrü satın alması, kötü tasamı handandır. O bun­dan dolayı (yüce Allahtdan) korkmaz ve bu tasarrufundan da çekinmez. Her iki âyette de: "şeyle..." kelimesinin mansûb gelmesi, mastar ma­hallinde olmasından dolayıdır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Allah'a az olsun, çok olsun hiç bir zarar veremez, Bunun "be1' harfinin mahzuf olduğu takdirine göre mansub olması da caizdir. Adeta: "Allah'a hiçbir şey­le zarar veremezler" buyurulmuş gibidir. [324]

 

178. Kâfir olanlar kendilerine mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğal­sın diye mühlet veriyoruz. Onlar İçin alçaltıcı bir azab vardır.

 

Yüce Allah'ın: "Kâfir olanlar kendilerine mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar" buyruğundaki "mühlet ver­mek (el-imlâ)"; uzun ömür ve rahat yaşayış demektir. Yani: şu müslümanla-n korkutan kimseler, sakın böyle bir kanaate kapılmasınlar. Çünkü Allah on­ları helak edip yok etmeye kadirdir. O ömürlerini masiyet işlesinler diye uza­tır. Yoksa böylesi onlar İçin hayırlıdır, diye değil. Şöyle de açıklanmıştır: Bi­zim Uhud günü elde ettikleri zafer ile "kendilerine mühlet verişimiz" hiç­bir zaman kendileri için hayırlı olmamıştır. Bu, onların cezaları daha çok art­sın diyedir.

İbn Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir; İyi olsun kötü olsun ölü­mün kendisi için daha hayırlı olmadığı hiçbir kimse yoktur Çünkü eğer bu kişi iyi bir kimse ise şüphesiz yüce Allah; "Allah katında olanlar iyiler için daha hayırlıdır" (Âl-i îmrân, 3/198) dîye buyurmuştur. Eğer kötü ise de yü­ce Allah: "Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz" diye buyurmuştur.

İbn Âmir ve Asım; “Sanmasınlar" buyruğunu "ye" harfi ile ve "sin" harfini üstün olarak okurken; Hamza da "te" harfi ile ve "sin" harfini de üstün oîarak okumuştur. (O zaman: Sanma anlamında otur). Diğerleri ise "ye" harfi İle "sin" harfini de esreli olarak okurlar (Birinci okunuş ile aynı anlam­da). "Ye" harfi ile okuyanların kıraatine göre fail (özne) kâfir olanlardır Ya­ni kâfirler... sanmasınlar, anlamındadır.

"Kendilerine mühlet verişimizin sakın kendileri için hayırlı olduğu­nu sanmasınlar* buyruğu ise iki tane mefûlün yerini tutmaktadır. “”: nın, “” anlamına olması mümkün olduğu gibi, "mâ"nm takdiri iîe Fiîîin mas­tar olarak kabul edilmesi de mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Kâfir olanlar Bizim onlara mühlet verişimizi kendileri için haysrlı san­masınlar.

Bu fiili "te" ile (sanma anlamındaki) okuyuşa göre ise fail muhataptır. Bu da Muhammed (sav)dır. Buna karşılık: ": Olanlar" ise "sanma"nın bi­rinci mePûlü olarak nasb edilir. [325]

Âyet-i kerime Kaderiye'nin görüşünün baül olduğu hususunda açîk bir de­lildir Çünkü şanı yüce Allah, masiyetler İşlemek ve buna benzer hususların kalbe arka arkaya gelmesi için ve küfürleri artsm diye ömürlerini uzattığını haber vermektedir. Nitekim tam bunun zsddı ile ilgili iman hususunda açık­lamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbas'tan da şöyle dedi­ği rivayet edilmektedir: İyi olsun kötü olsun ölümün kendisi için hayırlı ol­madığı hiçbir kimse yoktur. Daha sonra yüce Allah'ın "Biz onlara sırf günah­ları çoğalsın diye mühlet veriyoruz" âyeti İle "Allah katında olanlar iyiler için daha hayırlıdır" (Âl-i İmıân, 3/198) âyetini okudu. Bunu da İbn Re-zîn rivayet etmiştir. [326]

 

179- Allah, mü'minleri olduğunuz halde bırakacak değildir. Ni­hayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah sizi gayba muttali kı­lacak da değildir. Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini se­çer. Bunun için siz Allah'a ve peygamberlerine inanın. İnanır ve sakınırsanız sîze çok büyük bir mükâfat vardır.

 

Ebu'l-Âliye der ki: Mü'rninler kendisi aracılığı ile mü'min ve münafığı bir­birinden ayırd edebilecekleri bir alâmetin kendilerine verilmesini islediler. Bunun üzerine yüce Allah da: "Allah, mü'minlerl olduğunuz halde bıraka­cak değildir" âyetini indirdi.

Bu âyeM kerimede muhatabın kimler olduğu hususunda müfessirlerin fark­lı görüşleri vardır. İbn Abbas, ed-ed-Dahhâk, Mukâtil el-Kelbî ve müfessirlerin çoğunluğu der ki: Hitap kâfirlerle münafıklaradır. Yani Allah, mü'minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz bu küfür, münafıklık ve Peygamber (sav)a düş­manlık hali üzere bırakacak değildir. el-Kelbî der ki: Mekke halkından Kureyşliler Peygamber (sav)a şöyle dediler: Bizden bir kimsenin cehen­nemde olduğunu iddia ediyorsun, Halbuki bizim dinimizi bırakıp senin di­nine uydu mü bu sefer: O cennetliktir, eliyorsun. Şimdi sen bize bunun nereden geldiğini bildir bakalım, bizden de kimin sana geleceğini kitnin de gelmeyeceğini haydi haber ver. Bunun üzerine aziz ve celi! olan Allah: "Al­lah, mü'minleri" küfür ve münafıklıktan "olduğunuz hal üzere bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır" buyruğunu indirdi.

Bunun müşriklere bir hitap olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Mümin­leri... bırakacak değildir" buyruğundaki mü'minlerden kasıt ise, rahim ve suLblerde bulunup iman edecek kimselerdir- Yani şanı yüce Allah, lehlerine iman edeceklerine dair hüküm vermiş olduğu sizin çocuklarınızı sizinle on­ların arasını ayırıncaya kadar üzerinde bulunduğunuz şirk halinde, bıraka­cak değildir, Buna göre; "Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir" buy­ruğu yeni bir cümledir. Bu, İbn Abbas ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.

Burada hitabın müzminlere olduğu da söylenmiştir. Yani Ey mü'minler! Al­lah, sizleri üzerinde bulunduğunuz mü'minlerle münafıkların iç içe olduğu böyle bir hal üzere bırakacak değildir. Sonunda sizi mihnet ve tekliflerle bir­birinden ayırd edecektir. O vakit siz kimin murdar bir münafık, kimin de temiz bir mü'min olduğunu öğrenmiş olacaksınız. Nitekim yüce Allah, Uhud günü her iki kesimi birbirinden ayırd etmiştir. MeâniCl-Kur'ân) âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur.

"Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir.” Ey mü'minler topluluğu! Yani yüce Allah kendiniz onlan bileceğiniz şekilde münafıkları size muay­yen olarak bildirmez. Fakat bu durum size mükellefiyetler ve başınıza gelen mihnetlerle sizin için açıklık kazanır. Nitekim Uhud gününde de bu husus açıklığa kavuşmuştur Münafıklar geri kalmış ve (bozguna) sevindiklerini açık­ça ortaya koymuşlardı. Bundan önce siz gaybî olan bu hususu bilmiyordunuz. Şimdi artık yüce Allah, Muhammed (sav)ı ve onun arkadaşlarını bu işe mut­tali kılmış bulunuyor.

Buradaki "muttali kılacak" buyruğunun anlamının şöyle olduğu da söy­lenmiştir: Allah sizlere onların neler yapacağını öğretecek değildir. Buna göre: "Allah, sizi gayba muttali kılacak da değildir" buyruğu muttasıldır. Yani yeni bir cümle değildir. Fakat ilk iki açıklamaya göre ise munkatı'dır (önceki cüm-İelelerie ilişkisi olmayan yeni bir cümledir"). Buna sebeb ise kâfirlerin: Ne diye bize vahyolunmuyor demeleridir. Onlar bu sözü söyleyince yüce Allah da: "Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir” yani kimin peygamberliğe layık olduğuna sizi muttali kılacak değildir. Vahiy bildirmek sizin kendi tercihinize göre olmaz.

"Fakat Allah peygamberlerinden" gaybına muttali kılmak üzere "dile­diğini seçer." Muttali kılmak ve muttali olmak fiili lazım ve mutaaddi (geçiş­siz ve geçişli) olabilir.

"Ayıracaktır" buyruğunu "temyiz" kökünden gelmek üzere; “” şeklinde şeddeli olarak okuyan da vardır. Enfâl Sûresi'nde (.8/37. âyetteki ke­limede.) de böyle okunmuştur. Bu, Hamza'nın okuyuşudur.

Diğerleri ise: “” den: “” diye okumuşlardır. İki okuyuşun da anlamı bir şeyi bir başka şeyden ayırd etmek anlamındadır. Ebû Muâz ise der ki: Eğer İki şeyi birbirinden ayırd edecek olursanız; “” kökünü kul­lanırsınız. Eğer birden çok şeyi birbirinden ayırd edecek olursanız bu sefer "temyiz" kökünü kullanırsınız. Aynı şekilde tek bir şeyi iki şey yapacak olursanız (şeddesiz olarak) 'Te-ra-ka" kökünü kullanırsınız. Birden çok şeye bölecek olursanız bu serer tefrik kökünü kullanırsınız.

Derim ki: Topluluğun biribirinden ayrılması anlamını ifade etmek üzere; “” tabiri de buradan gelmektedir. "Neredeyse paramparça olacak" anlamındaki; “” tabiri de böyledir. Yüce Allah'ın: "Öfkesinden neredeyse paramparça olacak" (el-Mülk, 67/8) buyruğundaki ifade de buradan gelmektedir. Rivayet edilen haberde yer alan: "Her kim yolda rahatsızlık verici bir şeyi bir kenara ayırırsa (mâze) o, onun için bir sadaka olur" ifadesi de buradan gelmektedir.

Yüce Allah'ın: "Bunun için ste Allah'a ve peygamberlerine inanın" buyruğuna gelince; Şöyle denilmektedir: Kâfirler Rasûluilah (sav)a ken­dilerinden kimlerin iman edeceğinin kendilerine açıklanmasını isteyince yüce Allah: "Bunun için siz Allah'a ve peygamberlerine inanın" buyruğunu indirdi. Yani sizi ilgilendirmeyen işlerle uğraşmayın, sizi ilgilendiren işlerle uğ­raşın ki, o da imandır. Buna göre "inanın" tasdik edin demektir. Yanı size düşen tasdik etmektir Gayba muttali olmaya göz dikmek değildir.

"İnanır ve sakınırsanız size çok büyük bir mükâfat vardır." Büyük mükâfattan kasıt cennettir. Nakledildiğine göre Sakif li Haccâc b. Yusuf'un (Haccâc-ı Zâlim'in) yanında adamın birisi müneccimlik yapıyormuş. Haccac eline sayılarını kendisinin bildiği birkaç çakıl taşı aldı. Müneccime: Elimde kaç tane taş var? dîye sormuş o da hesaba koyulmuş ve müneccim sayıyı tut­turmuş. Haccâc bu sefer onun gafil bir anım yakalayarak sayılarını bilmek­sizin bir kaç çakıl taşı alıp yine müneccime: Peki elimde şimdi kaç tane var? diye sormuş, bu sefer müneccim hesap yapmış ve isabet ettirememiş. Yine hesap yapmış yine isabet ettirememiş. Bu sefer şöyle demiş: Ey emir! Zan­nederim sen de elinde kaç tane olduğunu bilemiyorsun. Haccâc: Hayır bilemiyorum, deyip, peki ikisi arasındaki fark ne diye sormuş? Müneccim şu cevabı vermiş: Sen birincisini sayarak aldın, böylelikle o gaybın sınırlan dışına çıkmış oldu, ben de hesab yaptım, tutturdum. Şimdi ise bunların sayısını bil­mediğin için bu gayb olmuş oluyor. Gaybı ise yüce Allah'tan başkası bilemez. Yüce Allah'ın izni ile bu hususa dair açıklamalar En'âm Sûresi'nde (6/59-âyetin tefsirinde) gelecektir. [327]

 

180. Allah'ın fazl-u kereminden kendilerine verdiği şeylerde cim­rilik edenler, bunun kendileri için hayırlı okluğunu sanmasın­lar. Bilakis bu onlar içiû bir serdir. Cimrilik ettikleri şey Kıya­met günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1, Cimrilikten Hayır Gelmez:

 

Yüce Allah'ın: "... cimrilik edenler... sanmasınlar" buyruğundaki “” ref mahallindedir. Bunun birinci mePûlu hazf edilmiştir. el-Halil? Sibeveyh ve el-Ferrâ derler ki: Bunun anlamı şudur: Bunlar cimriliğin kendileri için ha­yırlı olduğunu sanmasınlar; yani cimrilik edenler cimriliğin kendileri için ha-yırh olduğunu zannetmesinler. Bunun hazf edilmesinin sebebi "cimrilik eden­ler" ifadesinin zaten cimriliğe delâlet etmesinden dolayıdır. Bu bir kimsenin: "Her kim doğru söylerse bu onun için hayırlı olur" demesine benzer. Yani onun söylediği o doğru söz, kendisi için hayırlıdır, demektir. Şairin şu beyi-ü de bu türdendir;

"Sefihe bir şey yasaklandığında ona doğru koşar

Ve sefili böylelikle kendisine yasak kılınan şeyin aksini yapar."

O halde bu, o kişi sefîlıliğe koşar, demektir. Sefih kelimesi, sefîlıliğe de­lâlet ettiğinden ayrıca zikredîlmemiştir.

Hamza'mn: "Sanmasınlar" anlamındaki kelimeyi "te" harfi ile (.sanmayasın.) diye okumasına gelince; bu oldukça uzak bir ihtimaldir. Bunu en-Neh-hâs söylemiştir. Bu kıraatin caiz olması sözkonusu İse ifadenin takdiri şöy­le olur: Cimrilik yapanların bu cimriliklerinin kendileri İçin hayırlı olduğu­nu zanrietmeyesin. ez-Zeccâc der ki: Bu ifade: "Sen kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğuna benzer. "Onun kendileri için faayırlı oldu-ğumı+t." buyruğundaki “” zamiri Basralılara göre fasıla için gelir, Kûfeliler de bunu imâd diye adlandırırlar. en-Na!ıhâs der ki: Arapça'da bu ifadenin mübtedâ ve haber olmak üzere: “” O kendfîeri için hayırlıdır (diye sanmasınlar), şeklinde de kullanılabilir. [328]

 

2. Cimrilik:

 

Yüce Allah'ın: "Bilakis b«, onlar için bir serdir" buyruğu da mübtedâ ve haberdir. Yani cimrilik onlar için bir kötülüktür.

"Boyunlarına dolanacaktır" buyruğundaki "sin" harfi tehdit içindir. Yani ileride onların başına bu gelecektir, anlamındadır. Bu açıklama el-Müberred'e aittir,

Bu âyet-i kerime Allah yolunda mal infak etmekte ve farz olan zekâtı ver­mekte cimrilik hakkında nazil olmuştur, Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın; "Alim ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler..* (et-Tevbe, 9/34) buyruğunu sındırmaktadır

Tevil âlimlerinden aralarında İbn Mesud, îbn Abbas, Ebu Vâîl, Ebû Malik es-Süddî ve eş-Şabînjn de yer aldığı bir topluluk bu kanaattedir. Bunlar der­ler ki: "Cimrilik ettikleri şey, Kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır" buy­ruğunun anlamı, hadis-i şeritte varid olan anlam ile aynıdır Ebu Hureyre'den Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah birisine bir mal verdiği halde o da onun zekâtını ödemezse bu mal Kıyamet gününde ken­disine gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan aşın zehirinden dolayı ka­fasındaki tüyler tamamıyla dökülmüş bir erkek yılan halinde gösterilir. Kıya­met gününde bu yılan onun boynuna dolanır. Sonra iki çenesi ile onu yaka­lar ve ona: Ben senin malınım, ben senin hazineni m, der."

Daha sonra Peygamber (sav) bize şu âyet-i kerimeyi okudu: "Allah'ın faz-1-u kereminden kendilerine verdiği şeylerde cimrilik ederler..." Bu hadi­si Nesâî rivayet etmiştir. [329]

îbn Mâce de bu hadisi İbn Mesud yoluyla rivayet etmiştir. Buna göre Ra-sûlullab (sav) söyle buyurmuştur: "Kim malının zekâtını vermezse Kıyamet gününde o malın kendisine aşırı zelıtri dolayısıyla başında tüy görünmeyen erkek bir yılan halinde gösterilir ve nihayet o yılan boynuna dolandırılır." Da­ha sonra Peygamber (sav) bizlere yüce Allah'ın Kitabından bunu doğrulayan şu âyet-i kerimeyi okudu: "Allah'ın fa/i-u kereminden kendilerine verdi­ği şeylerde cimrilik edenler...[330] Yine Abdullah b. Mestıd'dan gelen riva­yete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kime yakın bir akraba­sı gelir de yanında bulunan fazla malından bir şeyler ister o da cimrilik edip ona bu malı vermeyecek olursa mutlaka Kıyamet gününde ona İştahla ağzı­nı şapırdatacak erkek bîr yılanı cehennemden çıkartır ve nihayet bu yılan ge­lir, onun boynuna dolanır."[331]

Yine İbn Abbas der ki: Bu âyet-i kerime kitap ehli hakkında ve onların Mu-hammed {.sav)ın durumuna dair bildiklerini açıklamamak sureti ile cimrilik­leri hakkında nazil olmuştur. Mücahid ve ilim ehlinden bir topluluk da böy­le demiştir. Bu açıklamaya göre: "Boyunlarına dolanacaktır" buyruğu; ya­ni açıklamayıp cimrilik ettikleri şeyin cezasına mahkum edileceklerdir, de­mek olur O taktirde burada boyna dolanmak "takat" kelimesinden türüyor, kabul edilir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Ona takatı yetmeyenler.," (el-Bakara, 2/184) buyru­ğunda olduğu gibi "takatten türemektedir. "Boyna dolamak anlamına gelen:) "tatvîk"ten değildir.

İbrahim eıvNehaî der ki: "Boyunlarına dolanacaktır" buyruğunun anla­mı Kıyamet gününde onlara cehennemden bir tasma takılacaktır demektir. Bu ise birinci tevile yani es-Süddî'inin görüşüne uygun bir açıklamadır. Bir diğer görüşe göre de; nasıl ki tasma, boyundan ayrılmıyor ise amelleri de öy­lece onlardan ayrılmayacaktır. Meselâ: (Filân kişiye ameli güvercinin boynundaki gerdanlık gibi boynuna dolandı, denilir. Ameli ondan ayn tutulmadı, demek olur. Nitekim yüce Atlah da bir başka yer­de "Biz her insanın amelini boynuna doladık," (el-İsri, 17/13) buyurmak­tadır, Abdullah b. Cahş'm Ebu Süfyan'a hitaben şu beyitleri de bu kabilden­dir:

Akıbetleri pişmanlık olan bir işi, Ebû Süfyan'a bildir.

Sen amcanoglunun evlerini sattın ve onlarla borçlarını ödedin.

însanlarm Rabbi Allah adına alabildiğine olanca yemin ile size and veriyorum:

Haydi onu &l git, onu al git. Güvercin gerdanlığı gibi boynuna dolansın.”[332]

Bu da ikinci tür açıklamaya uygun bir açıklamadır.

Sözlükte; "bukl ve behali cimrilik)" insanın üzerindeki farz olan hakkı en­gellemesi, yerine getlrmemesidir. Üzerinde farz olmayan bir hakkı engelle­yene ise "bahıl: cimri" denilmez. Çünkü bundan dolayı böyle bir kişinin ye­rilmesi sözkonusu değildir. Bu kökün fiilini Hicazlılar: “” di­ye kullanırlarken diğer Araplar ise; “” diye kullanırlar. en-Nahhas bunu böylece nakletmektedir.

“” şeklinde kullanıldığı da İbn Fâris'den nakledilmiştir. [333]

 

3- Cimriliğin Faydaları:

 

Cimriliğin yararı ve faydası hususunda şöyle bir rivayet kaydedilmektedir: (Güya) Peygamber (sav) Ensara şöyle demiş: Sizin efendiniz kimdir? On­lar- bir parça cimri olmakla birlikte el-Cedd b. Kays'tır dediler, Hz. Peygam­ber şöyle buyurmuş: Peki cimrilikten daha da büyük bir hastalık hangisidir ki? Onlar: Bu nasıl olur ey AUalı'ın Rasûlü? dediler. Hz. Peygamber şöyle bu­yurdu: "Bir topluluk deniz kenannda konakladılar. Cimrilikleri dolayısıyla mi­safirlerin yanlarına gelmelerini istemedikleri için; haydi erkeklerimiz ka­dınlarımızdan uzak dursunlar ki, erkekler misafirlere karşı kadınların uzak olduğunu söyleyerek özür beyan etsinler, kadınlar da erkeklerin uzak oldu­ğunu beyan ederek özür dilesinler; dediler. Bu şekilde hareket etliler ve bu uzun süre böylece devam etti. Erkekler erkeklerle kadınlar kadınlarla meş­gul olup gitti."[334] Bunu el-Mâverdî "Edebu'd-Dünya Ve'd-Dîn" adlı eserinde zikretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allalı'dır. [335]

 

4. Cimrilik (Buhl) ile Eli Sıkılık (Şuhh) Arasındaki Fark:

 

Cimrilik ve eli sıkılık hakkında görüş ayrılığı vardır: Acaba bunlar aynı an­lamda mtdır yoksa farklı anlamlarda mıdıriar? Denildiğine göre cimrilik, ki­şinin yanında hasıl olanı çıkartıp vermekten imtina etmektir. Eli sıkılık ise ya­nında bulunmayanı da elde etmeye tutkunluk demektir.

Yine denildiğine göre eli sıkılık, hırs ile birlikte cimrilik göstermektir. Sa­hih olan da budur. Çünkü Müslim'in Câbir b. Abdullah'tan rivayetine göre Ra-sûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; "Zulümden sakınınız; çünkü zulüm Kıyamet gününde zulumâttır (karanlıklardır). Şuhden (eli sıkılıktan) da sakınınız, çün­kü eli sıkılık sizden öncekileri helak etmiştir. Bu, onları biri birleri ninn kanla­rını dökmeye ve biribirlerini haram olan şeylerini helâl bilmeye kadar ittı.[336]

İşte bu; cimrilik, tarz olan şeyi yerine getirmemektir; eli sıkılık ise müs-tehab olanı yerine getirmemektir; diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Çünkü eli sıkılık müstehab olanı vermemek demek olsaydı, dünya ve İhiret-ce helakin sözkorvusu olduğu bu büyük tehditin ve bu büyük aşın yerginin kapsamına girmemesi gerekirdi. Yine bu hususu Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayet desteklemektedir: Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur; "Allah yolunda toz ile cehennemin duman] bir müslümanın burun deliklerinde ebediyyers bir arada olmaz. Yine eli sıkılık ve iman da müslü-man bir kimsenin kalbinde ebediyyen bir arada olmaz." [337]

İşte bu, eli sıkılığın cimrilikten daha çok yerilen bîr şey olduğunu göster­mektedir. Şu kadar var ki bunların birbirlerine eşit §ey]er olduğunu gösteren ifadeler de gelmiştir. O da Hz. Peygamber'den gelen şu hadistir: Hz. Peygam-ber'e mü'min cimri (banıl) olabilir mi? diye sorulunca, Peygamber: Hayır di­ye buyurmuştur.[338]

Yine ci-Maverdi'de "Edebu'd-Dünya Ve'd-Din" a.dh eserinde Peygamber (sav)m Ensara şöyle dediğini rivayet etmektedir; "Sizin efendiniz kimdir?" On­lar bir parça cimriliğine rağmen el-Cedd b. Kays'tır demişlerdi. Bu hadis az önce geçmişti.

Yüce Allah'ın: "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır" buyruğuna gelin­ce; yüce Allah bu buyrukla bekasını ve mülkünün devamtnı haber vermek­tedir. Ezelde böyle olduğu gibi ebedde de âlemlere muhtaç olmayacağını bil­dirmektedir. O, büEün yarattıkları fena bulduktan, mülkleri zail olduktan son­ra, yeryüzünün mirasçısı olacaktır, Bütün mallar, mülkler, haklarında herhan­gi bir kimsenin iddiası olmaksızın kalacaklardır.

O bakımdan bu da insanlar arasındaki adete göre bir çeşit mirasçılık gi­bidir. Yoksa hakikat anlam* ile bir miras sözkonusu değildir. Çünkü hakikat­te miras alan kişi, daha önce malik olmadığı bir şeyi miras yoluyla alan kim­sedir. Şanı yüce Allah ise göklerin, yerin ve onlarda bulunan herşeyin mut­lak malikidir. Gökler ve içindekiler, yer ve içindekiler ezelden beri O'nun-dur. Bütün mallar sahipleri elinde sadece bir ariyettir. Onlar öldükleri tak­tirde bu sefer o ariyet olan şeyler aslında gerçek sahiplerine geri dönmüş olur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu âyet-i kerimenin bir benzendir "Muhakkak Biz, arza ve üzerindekilere (evet) Biz mirasçı oluruz." (Meryem, 19/4.)

Her iki âyet-i kerimenin de anlamı şudur: Yüce Allah, kullarına ölüp de bunları Allah'a bir miras olarak terk ermeden önce, infakta bulunmalarını ve cimrilik etmemelerini emretmektedir. Zaten onlara in fak ettikleri şeylerden başkasının faydası da olmayacaktır. [339]

 

181.  Andolsun ki Allah: "Gerçekten Allah fakirdir, bizler zengi­niz" diyenlerin sözünü işitmlştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürmelerini yazacağız ve: "Tadın o yakıcı azabı" diyeceğiz.

182, Bu, ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır. Allah kulla­rına asla zulmedici değildir."

 

"Andolsun ki Allah; 'Gerçekten Allah fakirdir, bizler zenginiz' diyen­lerin sözünü işitnıiştir." Yüce Allah bu buyruğunda kâfirlerin ve özellikle de yahudilerin çok çirkin bir sözlerini sözkonusu etmektedir.

Tefsir âlimleri derler ki: Yüce Allah: "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?" (el-Bakara, 2/245) buyruğunu indirince yahudilerden bir topluluk - el-Hasen'in görüşüne göre Huyey b. Ahtab bunlardandır. İkrime ve başka­ları ise; bu sözleri söyleyen Fİnhâs b. Âzurâ'dır -: Muhakkak Allah fakirdir, biz de zenginiz ki o bizden borç istemektedir, dediler. Onlar bu sözlerini ara­larından zayıf (kıt akıllı, zayıf inançlı) kimselere karşı hakikati sulandırmak için söylemişlerdi. Yoksa böyle bir inanca sahib olduklarından değil. Çünkü onlar Kitab ehii kimselerdi. Fakat bu sözü söylemekle de kafir oldular. Çün­kü onlar aralarından zayıf olan kimselerle mü'minlerden zayıf olan kimsele­ri şüpheye düşürmek veya Peygamber (sav)ı yalanlamak işlemişlerdi. Yani onlar şunu söylemek İstiyorlardı: Allah, Muhammed (sav)ın söylediği bu sö­ze göre fakirdir; çünkü bizden borç İstemektedir.

"Dediklerini... yazacağız.” Yani bu sözlerinin karşılığını ve cezasını on­lara vereceğiz. Şöyle de açıklanmıştır: Biz onların bu sözlerini amel defter­lerine yazacağız, yani Halaza Meleklerine onların bu sözlerini yazmaları için emir vereceğiz. Böylelikle Kıyamet gününde kendilerine verilecek olan ki­taplarında söyledikleri bu sözlerini okuyacaklar, bununla da onlara karşı ge­tirilecek olan delil, daha bir sağlamlık kazanmış olacaktır. Bu da yüce Allah'ın: aBiz onu şüphesiz yazıcılarız" (ei-Enhiyâ, 21/94) buyruğunu andırmaktadır.

"Yazmak'tan kastın korumak, tesbit etmek olduğu da söylenmiştir. Yani Bizler onları bu sözlerine karşılık cezalandırmak için, o söyledikleri sözleri tesbit edeceğiz, koruyacağız,

"Dediklerini" anlamındaki buyrukta yer alan “: ... terini", "yazaca­ğız" anlamındaki fiilin etkisi ile nasb rnahallindedir.

el-A'meş ve Hamza; : Yazacağız" buyruğunu "yazılacaktır" anla­mına "ye" harfi ile; “” diye okumuşlardır. Hamza bu şekildeki okuyuşun­da İbn Mes'üd'un (âyet-i kerimenin son bölümünü: "Tadın o yangın azabını de­nilecektir;" (anlamındaki) kıraatini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur.

"Ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini* yani onların haksız ye re peygamberleri öldürmelerini de yazacağız. Bu da; peygamberlerin öldü­rülmesine nia göstermelerini yazacağız, demektir. Maksat da geçmişlerinin peygamberleri öldürmeleridir. Fakat daha sonrakiler bu işe rza gösterdikle­rinden dolayı öldürme işinin onlara izafe edilmesi de uygun düşmüştür, eş-Şa'bî'nin huzurunda birisi Hz. Osman'ın öldürülüşünü güzel bulduğunu ifa­de etti. eş-Şa'bî ona: "Sen de onun kanına ortak oldun" dedi. Böylelikle öl­dürülmeye nza göstermeyi öldürme olarak değerlendirmiş oldu, (Allah on­dan razı olsun)

Derim ki: Bu büyük bir meseledir. Çünkü masiyete rıza masiyet olarak de­ğerlendirilmelidir. Ebû Dâvûd, Kinde'li el-Urs b. Arnîra'dan Peygamber Csav)m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yeryüzünde günah işlendi­ği vakit onun işleyişine tanık olanlar ondan hoşlanmayıp tiksinirse - bir seferinde de: Onu reddederse, demiştir - tıpkı o nıasiyet, huzurunda işlenme­miş kimse gibidir: Her kim o günahın işlenmesinde hazır bulunmadığı hal­de ona rıza gösterirse onun işlenişinde hazır bulunan kimse gibidir?”[340] Bu hadis-i şerif bu konuda açık bir nastır. Yüce Allah'ın: "Haksız yere" buyru­ğunu ise daha önce Bakara Süresi'nde (2/61. âyetinin tefsirinin sonlarında) açıklamış bulunuyoruz.

"Ve: Tadın o yakıcı azabı! diyeceğiz" Bu söz onlara cehennemde yahut ölüm esnasında ya da hesaplan göreleceğî sırada söylenecektir Diğer taraf­tan bu sözün, ya Allah tarafından ya da melekier tarafından söyleneceğine dair iki görüş vardır. İbn Mes'ud'un kıraatinde: "Denilecektir" anlamında: “” şeklindedir. Harîk: Yangın; ise alevli yanan ateşin adıdır. Ateş (nar) ise alevli olanı da olmayanı da kapsar.

Yüce Allah'ın: "Bu, ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır" yani bu azab daha önce işlemiş olduğunuz günahlardan dolayıdır. Özellikle el­lerin sözkonusu edilmesi, bu fiilin direkt olarak yapıldığının ve yerine geti­rildiğinin anlatılması içindir. Çünkü bazan bir fiilin yapılması, bir insana o işin yapılmasının emredilmiş olması dolayisi ile sözkonusu olabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların çocuklarım boğazlıyor (boğazlatı­yor)^." (el-Kasas, 28/4) "Elleriniz" anlamına gelen: “”ın aslı "ye" har­fi ötreli olması şeklindedir. Ağır geldiğinden dolayı bu ötre hazf edilmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır[341]

 

183. "Doğrusu bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir ' peygambere inanmamamız için Allah bize and verdi" diyenle­re de ki: "Benden önce nice peygamberler size apaçık deliller­le ve dediğiniz şeylerle geldi. Doğru söylüyorsanız niçin onla­rı öldür dünüz?"

184,  Seni yalanladüarsa senden önce açık belgeler, sah iteler ve nurlu kitaplar getirmiş rasûller de yalanlanmış tır.

 

Yüce Allah'ın; "" (yani diyenler buyruğundaki çoğul takısı­na tekabül eden İsm-i mevsûl) daha önceki: "Andolsutı ki Allah... diyenle­rin sözünü işitmiştir* buyruğundaki ismi mevsûl'un bedeli olarak cer ma­hallinde yahutta: "Kullarına* buyruğunun sıfatıdır.[342] Yahut mahzûf bir mub-tedanm haberidir. Yani onlar .., diyen kimselerdir, demek olur.

el-Kelbî ve başkaları der ki: Bu âyet-i kerime Kab K el-Eşref, Malik b. es-Sayf, Vehb b. Yahuza, Finlıas b. Âzurâ ve bir grup kimse hakkında nazil ol­muştur. Bunlar Peygamber (sav)m yanına gelip ona şöyle demişlerdi: Sen Al­lah'ın seni bize peygamber olarak gönderdiğini iddia mı ediyorsun? Halbu­ki Allah bize indirmiş olduğu bir kitabında: Allah tarafından bir peygamber olarak gönderildiğini iddia eden herhangi bir peygambere bize ateşin yiye­ceği bir kurban getirmedikçe iman etmememizi cmr etmiştir. Eğer sen bize böyle bir şeyi getirecek olursan biz de senin doğru olduğunu kabul ederiz. Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Denildiğine göre bu ifade Tevrat'ta vardı fakaı sözün devamı da şöyley­di: Mesih ve Muhammed gelinceye kadar böyle olacaktır, fakat bu iki pey­gamber size geldikleri taktirde, size böyle bir kurban getirmeksizin onlara iman edeceksiniz.

Bir diğer görüşe göre bu kurban emri Hz. Meryem'in oğfu Hz. Isa vası­tası ile nesh edilinceye kadar sabit idi. Onlardan peygamber olduğunu iddia eden bir kişi bir kurban keser ve Allah'a dua ederdi. Daha sonra da duman­sız ve hafif bir uğultusu olan beyaz bir ateş iniyor ve o kurbanı yiyordu.

O bakımdan yalıudilerin söyledikleri bu söz, onların ileri sürdükleri bir iddiadan ibaretti. Çünkü ortada bir istisna yahut bir nesh vardı, onlarsa bu­nu gizlemişlerdi. O bakımdan onlar bu emre bağlı olduklarını ileri sürerken aslında gereksiz yere inatçılık ediyorlardı. Peygamber (sav)ın gösterdiği mucizeler, onların bu iddialarını çürütmek için kesin bir delildir. Diğer taraf­tan Hz. İsa'nın mucizeleri de bu şekildedir. Doğru söylediği zorunlu olarak ortaya çıkanın: sözününün doğru kabul edilmesi de bir zorunluluktur.

Daha sonra yüce Allah onlara karşı delil ortaya koymak üzere şöyle bu­yurmaktadır: Ya Muhammed sen de "de ki:" Ey yahudiler topluluğu "Benden önce nice peygamberler size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi-" Yani dediğiniz şey olan kurbanı da getirdi. "Doğru söylüyorsanız niçin on-Jarı öldürdünüz?" Burada kasıt Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şa'yâ ile ken­dilerine iman etmeyip öldürdükleri diğer peygamberlerdir. Allah bu hitab ile onların geçmişlerini kastetmektedir. İşte Âmir eş-Şa'bî (ra'Jın -az önce nak­ledilen olayda- okuduğu âyet-i kerime budur. O bu âyet-i kerimeyi okuyarak - önceden de açıkladığımız gibi - Hz. Osman'ın öldürülüşünü güze] gö­ren kimseye karşı delil göstermiştir. Şam yüce Allah'ın geçmişlerinin yaptı­ğı İşe rıza gösterdikleri için Kur'ân'ın çağdaşı olan yahudilerî de "katil" di­ye adlandırdığını belirtmişti. Aralarında yaklaşık 700 yıl gibi bir zaman far­kı olmakla birlikte, o onlara bu adı vermişti.

Kurban kendisi ile yüce Allah'a yaklaşılan kurban, sadaka ve salih amel­lerdir. Bu kelime (yakınlık anlamına gelen) "kurbet"ten fu'lân vezninde bir kelimedir. Bu vezin ise yerine göre isim, yerine göre mastardır. Meselâ, sul­tan ve burhan örnektir. Udvân ve husrân (düşmanlık ve ziyan) ise mastara örnektir.

İsa b. Ömer bu kelimeyi "kafin ötresine tabi kılarak "re" harfini de ötre-li olarak "kurubân" diye okurdu. Nitekim zulmet kelimesinin çoğulunun zu-lumat, hücre kelimesinin çoğulunun hucurat gelmesinde olduğu gibi.

Daha sonra yüce Allah, Peygamberini ceselli ederek ve onun kalbini hoş tutarak şöyle buyurmaktadır: "Seni yalanladilarsa senden önce açık beyyi-neler* yani deliller, "sabiteler" yazılı kitaplar "... getirmiş rasûUer de yalan­lanmış tır."

(Sahifeler) anlamında aez-Zubur"; kitab, yazılı şey demek olan Zebur ke­limesinin çoğuludur. Bu kelimenin aslı yazmak anlamına gelen "zebr"dir. Ze­bur diye adlandırılan her bir şey kitap demektir. İmruuJl-Kays der kî:

"Görüp te beni kederlendiren btı harabe izleri kimindir? Yemeniden bir hurma ağacı üzerinde yazılmış bir (zebûr) hat gibi."

Tezbira da yazı demektir.

Zebur'un zecretmek anlamına zebrden geldiği de söylenmiştir. Bir kim­seyi öfkeli bir şekilde azarlamak anlamına "zebera" denilir ki, buradan gel­diği söylenmiştir. Kuyunun zebr edilmesi de taşlarla kapatılması demektir.

îbn Amr "Nurlu kitap" anlamındaki buyruğu "be" harfi ilavesi ile:

"Sahifeler ile ve nurlu kitaplar ile {.geİmîş)" anla­mında okumuştur. Şamlıların MushaPında da böyledir.

"Münir" ise apaçık aydınlatıcı demektir Bir şeyi açıklamayı ifade etmek üzere bu kökten gelen fiil kullanılır. İnâle ve istinâre aynı anlamda olup ''ay­dınlanmak" demektir. Her birisi hem lazım hem müteaddi (geçişsiz ve geçiş­li -aydınlatmak- olur).

Aynı anlamda olmakla birlikte "sahifeler ve nurlu kitab"m birlikte zikre­dilmesi lafızlarının farklı olduğundan dolayıdır, İkisinin de asıl anlamı belirt­tiğimiz şekildedir. [343]

 

185. Her «efy ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size ek­siksiz verilecektir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır da, cenne­te sokulursa, artık o kurtulmuştur. Zaten dünya bayatı aldatı­cı geçimlikten başka bir şey değildir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1,  Cimriler Dahil Herkes Ölecektir:

 

Şanı yüce Allah cimrilik edenlerin halini ve onların: "Gerçekten Allah fa­kirdir, bizler zenginiz" deyip küfre saptıklarını bize haber verdikten sonra mü'minlere de(bundan bir sonraki âyette); "Andolsun ki... deneneceksiniz" buyruğu ile sabretmelerini emr etmekte ve bu arada bu halin geçip giden ve devam etmeyen bir hal olduğunu beyan etmektedir. Çünkü dünya hayaü sü­resi pek kısadır, Kıyamet günü de amellerin karşılığının görüleceği gündür.

"Her nefis ölümü tadacaktır," Buradaki (tadacaktır anlamına gelen): "Zâ-ika" kelimesi zevk'den gelmektedir. Bu insan için kaçınılmaz şeylerdendir. Hiçbir canlı bunsuz yapamaz. Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle demiştir;

"Her kim, sağlıklı bir gençken ölmeyecek olsa dahi yaşlı iken ölür. Ölümün bir yudumu vardır ki, kişi onu mutlaka tadacaktır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ölüm bir kapıdır, herkes o kapıdan girecektir.

Keşke o kapıdan sonra nasıl bir ev vardır, bir bilebilsem.” [344]

 

2. Bir Kıraat Farkı:

 

Genel olarak; "Ölümü tadıcıdır" ifadesini izafe ile okumuş­lardır. Ancak el-A'meş, Yalıya ve îbn Ebi İshak ise birinci kelimeyi tenvinli, İkinci kelime olan "ölüm" anlamındaki "el-mevt" kelimesini de esreli olarak; “” diye okumuşlardır, Ve bunu, çünkü henüz ölümü tadabilmiş değildir, diye açıklarlar, Çünkü ism-i fail iki türlüdür. Birincisi geçmişteki durumu ifade eden bîr anlamı ihtiva eder, ikincisi ise gelecekte olacağı ihtiva eder. Şâyeî birinci anlamı kastetmek istiyor isek, bunda ancak ismi faili kendisinden sonrakine izafe etmek sozkonusudur.

Mesela: " Zeydi vurandır. Bekri öldürendir," demek gibi. Zira burada ism-i fail câmid olan özel isim hükmün­dedir. "Sahibu Bekrin (Bekr'in arkadaşı)" dernek gibi. Şair de der ki:

"Onlar ki aşireti tehlikelere karşı koruyanlardır. Arkalarından onlara herhangi bir kuaur gelip erişmez."

Şayet ikincisini kast ediyorsa {.yani gelecekte olacağı kastediyorsa) bu se­fer cer, nasb ve tenvin caiz olur. Bu kabilden olanlarda asi olan İşte budur. Çünkü böyle bir ism-i fail -muzari fiil gibidir. Şayet fiil müteaddi değil ise ism-i faili de teaddi etmez. “Ayakta duran Zeyd, gibi. Eğer fiili de müteaddi olursa, sen de İsm-i faili müteaddi yapıp onunla sonraki kelimeyi nasb edersin ve dersin ki: "Zeyd Amr'ı vurucudur (yani vuracaktır)." Bu durumda hafifletmek maksadı ile tenvînin ve izafenin de bafe edilmesi caizdir. el-Merrar'ın şu beyitlerinde olduğu gibi:

"(Sana) boyun eğen, rengi beyaz-kırmızıya çalan

Her bir deve(nin sırtına binip gitmek sureti) ile kederlerini teselli ettir; İpleri (karnı büyük olduğundan) ancak yeterli gelen; boynu da oldukça uzun olan; İleriye atılan ve oldukça güçlü olan..."

Görüldüğü gibi burada jsm-i faillerdeki tenvinleri hafifletmek üzere nasb etmiş bulunmaktadır. Bunun aslı (meselâ) tenvin ve nasb ile; “” şek­linde olması gerekirdi.

Yine yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîmindeki: "Onlar onun zararını giderebilecekler midir?" (ez-Zümer, 39/30) buyruğu ile bunun ben­zeri dıger buyruklar da bunu andırmaktadır.[345]

 

3. Ölümün Belirtileri ve Ölümü Yaklaşanlara Karşı Görevler;

 

 Şunu bii ki, ölümün bir takım sebeb ve emareleri (belirtileri) vardır. Mü­min kimsenin ölüm belirtilerinden bir ianesi alnının terleme sidir. Bunu Nesâî Hz. Bureyde yolu ile gelen bir hadis-i şerifte zikretmektedir. Bureyde de­di ki Rasûlulİah (sav) şöyle buyururken dinledim: "Mümin alnı terleyerek ölür,"[346]

Biz bunu "et Tezkire" adlı eserimizde açıklamıştık. Müminin ölüm saati yak­laştığında ona şehadet kelimesi telkin edilir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur; "Ölülerinize lâ ilahe illallah'ı telkin ediniz." [347] Bundan maksat ise kelime-i şehadetin söyleyeceği son söz olması ve böylelikle son ameli ola­rak onun kaydedilmeğidir. Ölüye usanç gelmemesi için bu kelime ona faz­laca tekrar edilmez. Bu esnada Yâsîn Sûresi'ni okumak da müstehabdır. Çün­kü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize lölüm döşeğinde olan­larınıza) Yâsîn Sûresi'ni okuyun." Bunu da Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. [348]

el-Âcurrî de "Kitabu'n-Nasîha* adlı eserinde Um ed-Derdâ yoluyla nak­lettiği şu hadis-i şerifi zikremektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Yanın­da Yâsîn'in okunduğu her bir ölüye ölüm mutlaka hafifletilir." [349]

Ölüm gerçekleştiği ve göz ruhun arkasına takıldığı vakit - Peygamber (sav)ın -Müslim'in Sahih'inde [350] bize haber verdiği gibi - artık ibadet mükel­lefiyeti ortadan kalkar, teklif son bulur. Bundan sonra ise hayatta kalanların yerine getirmesi gereken bir takım işler vardır.

Bunlardan birisi ölenin gözlerini kapatmak, salih kardeşlerine öldüğünü haber vermektir. Bazıları ise bunu mekruh görür ve derler ki: Bu (şeriatte neh-yedilen) naiy (ölünün arkasından feryad ve Figan) kabilindendir, Ancak bi­rincisi daha sahihtir. Biz bu hususu bundan başka yerde açıklamış bulunu­yoruz. Yapılacak işlerden birisi de onu yıkamak, defnetmek ve teçhizi için gereken hazırlıkları yapmaktır. Böylelikle onun bedeninin değişmesi önlen­miş olur. Peygamber (sav) da ölülerini gömmeyi geciktiren bir topluluğa: "Siz, size ait olan cesetlerinizi defnetmekte acele ediniz" [351] diye buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerifte: "Cenazeyi (kabre götürmekte) acele ediniz" diye buyur-muştur, [352] İleride gelecektir.[353]

 

Ölünün Yıkanması (Gasli):

 

Ölünün yıkanması, önceden de geçtiği gibi -şehid dışında bütün müslü-manlar için bir sünnettir Vacip (farz) olduğu da söylenmiştir. Bunu Kadı Abdüİvehhab nakletmektedir. Birincisi el-Kitab'da (asıl nüshalarda da böyle) be­lirtilen görüştür. Sair ilim adamları da bu iki görüşten birisini benimsemişler­dir. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi ise Peygamber (sav)ın kızı Zey-neb'i yıkaması hususunda Um Atiyeye'ye -Müslim'in kitabında belirtildiği[354] üzere- söylediği sözlerdir. Bir görüşe göre bu kızının adı Um Gülsümdür. Ebu Davud'un eserindeki ifadeye göre Hz, Peygamber: "Siz onu üç veya beş de­fa yahut uygun görür iseniz daha fazla yıkayınız," diye buyurmuştur. [355]

İttm adamlarına göre ölülerin yıkanması hakkında asıl delil budur. Bir gö­rüşe göre buradaki emirden kasıt, ölüyü yıkamanın hükmünü açıklamaktır, o taktirde hüküm Vacip olur.

Bir başka görüşe göre ise bundan kasıt, ölünün nasıl yıkanacağını öğret­mektir. O taktirde hadis-i şerifte vücuba delâlet eden herhangi bir şey olmaz, Bu görüşün savunucuları derler ki: Bunun nasıl yıkanacağını öğretmeye dair olduğunun delili de: "Eğer uygun görürseniz" ifadesinin hadis-i şerifte yer almasıdır. Bu ise emrin zahirinin vücub ifade ettiği hususunun dışına çık­mayı gerektirir, Çünkü o bunu görüşlerine havale etmiştir.

Ancak bu görüşü savunanlara şöyle cevap verilmiştir: Sizin yaptığınız bu açıklamanın doğru olma ihtimali uzaktır. Çünkü: "Uygun görürseniz" iiade-sini, emir ile alakalı olarak görmemiz ilk anda insanın hatırına gelen bir şey değildir. Aksine insanın hatırına ilk gelen şey, bu şartın en yakın sözü edi­len şey hakkında olmasıdır, ü da "yahut bundan fazla" sözü ite ilgili olma­sıdır. Yani bu yıkama sayısı ile ilgili olarak bir seçimde bulunmaları ile on­ları muhayyer bırakmayı İfade eder.

Genel olarak ölünün yıkanmasının meşru, şeriatte kendisi İle amel olu­nan ve terk olunmayan bir iş olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur

Ölüyü yıkama şekli, bilinen şekli ile cünubluktan yıkanma şekli gibidir. Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr)'in naklettiğine göre ölü icma ile yediden fazla yıkanmaz. Eğer yedi defa yıkandıktan sonra ondan bir şeyler çıkacak olur­sa yalnızca o yer yıkanır. Böyle bir şeyin de hükmü yıkandıktan sonra cü-nubun hadeste bulunması (abdesttni bozması) hükmündedir. Ölünün yıkan­ması bitirildikten sonra kefenlenmesine geçilir. Bu da bir sonraki başlıkta ele alınacaktır: [356]

 

4. Ölünün Kefenlenmesi:

 

Bütün ilim adamlanna göre ölünün kefenlenmesi vaciptir. Eğer ölünün bir malı varsa bütün ilim adamlarına göre kefeni malından alınır, Bundan tek is­tisna Tavus'tan nakledilen şu sözüdür: Ölünün bıraktığı mal az olsun çok olsun onun malının üçte bîrinden yapılır. Şayet ölü hayatta iken nafakası baş­kası tarafından karşılanması gereken bir kimse ise, kölenin kefen masrafla­rını efendisi tarafından karşılanacağı ittifakla kabul edilmiştir. Ancak geçimi babasına, kocasına yahut oğluna ait olana gelince; bunların kefeni karşıla­maları hususu ihtilaflıdır. Bundan sonra kefeni karşılamak ise beytülmale ya­hut müslüman cemaate (kifâye yoluyîa) vaciptir. Kefenin muayyen olarak ye­rine getirilmesi gereken miktar, setredilmesi farz olan avret kadarıdır.

Eğer bundan fazla kefen bulunur da cesedin tümünü kapatamayacak kadar ise, yüzüne ikram olsun diye ve değişen güzelliklerinin açığa çıkan kıs­mı orada olduğundan dolayı, başı ve yüzü örtülür. Bunda asıl dayanak İse Mus'ab b. Umeyr kıssasıdır. Mus'ab b. Umeyr, Uhud günü çizgili bir aba bı­rakmıştı- Bu aba ile başı örtüldüğü taktirde ayakları dışarcfo kalır, ayaklan ör-tüldiiğü taktirde de başı dışarda kalırdı. Bunun ürerine RasûluUalı (sav) şöy­le buyurdu: "Onun bu abasını baş tarafından itibaren Örtünüz, ayakları üze­rine de bir miktar izlıir otu bırakınız." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[357]

Kefen (parçaların hrı da tek sayıda olması bütün ilim adamlarınca müste-hab görülmüştür, Hepsi de kefen hususunda belli bir sayı olmadığını icma ile kabul etmişlerdir. Kefenin beyaz renkli olması müstehab görülmüştür. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Elbiselerinizi beyaz renkliler arasından ter­cih ediniz. Çünkü beyazlar en iyi clbiselerinizdir. Ölülerinizi de onlarla ke­fenleyiniz," Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[358] Peygamber (sav) pamuk­tan sahûlî (beyaz elbise yahut Yemendeki bir kasabaya mensub bir ku-maş)dan üç kumaş parçası ile kefenlcnmiştir. [359] Beyazdan başka renkle ke­fen de caizdir, Ancak ipek olmamalıdır. Şayet mirasçılar kefen hususunda cim­rilik gösterecek olurlarsa, Cuma ve bayrama gittiği vakit giydiği elbiselere ben­zer bir kumaştan kefenini yapmaları şeklinde haklarında hüküm verilir.

Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse karde­şini kefenleyecek olursa onun kefenini güzelinden yapsın." Bunu da Müslim rivayet etmiştir. [360] Şu kadar var ki vefat eden kimse bundan daha az oîanı-nı vasiyet eder, Eğer israfa gidecek bir şekilde vasiyette bulunmuş ise fazla­sı batıl olur. ÜçEe birden yapılacağı da söylenmiştir. Ancak birinci görüş da­ha sahihtir, Çünkü yüce Allah: "İsraf etmeyiniz" (el-En'âm, 6/141) diye bu­yurmuştur Hz, Ebû Bekir de: "Kefen dediğiniz şey, vücudun kan ve irini için­dir" demiştir.

Ölünün yıkanması, kelenlenmesi bitirilir, sediri üzerine yatırılıp da yakın­ları tarafından mezara götürülmek üzere taşınması ise bir sonraki başlığın ko­nusudur: [361]

 

5. Ölünün Mezara Götürülmesi:

 

Ölüyü mezara götürmek üzere taşınması halinde çabucak yürümek gere­kir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Cenazeyi acele götürünüz eğer sallh bir cenaze İse onu kendisi İçin hazırlanmış bir hayra götürüyor­sunuz, eğer böyle değilse o boynunuzdan çıkaracağınız bir kötülüktür."[362]

Yoksa bugün cahillerin yavaş yavaş yürüyerek götürdükleri gibi ardı ar­kasına cenazeyi durdurmak, nağmeli bir şekilde Kur'ân okumak ve buna ben­zer Mısır halkının ölülerine yaptıkları şekilde helâl ve caiz olmayan şeyleri yapmaktan kaçınmak gerekir,

Nesâî rivayet ediyor: Bize Muhammed b. Abdul Âlâ haber verdi. Bize Ha-lid anlattı, dedi ki: Bize Uyeyne b. Abdurralıman bildirerek dedi kî: Bana ba­bam anlatarak dedi ki: Ben Abdurralıman b. Semura'nm cenazesinde hazır bulundum. Ziyad da dışarı çıkmış ve naaşmın önünden yürüyordu. Abdur-rahman'ın ailesinden ve onların mevâİllerinden bazı kimseler önce naşı ön­den karşılıyor, sonra da geri geri yürüyerek; Yavaş olun, yavaş olun Allah si­ze bereket ihsan etsin, diyorlardı, Böylelikle ağır ağır yürüyorlardı. Nihayet el-Mirbet yolunun bir bölümünü katetmişken Ebu Bekir'e (ra) bir katır üze­rinde gelerek bize yetişti. Onların bu yaptıklarım görünce katın üstünde ol­duğu halde onlara hamle yaptı ve kamçısını üzerlerine İndirerek şöyle de­di: Bu işi bırakın, Ebul-Kasım (sav)ın yüzünü şereflendirene yemin ederim ki, Rasûlullah (sav) ile birlikte biz cenazeyi alelacele adeta koştumrcasma gö-türüyorduk. Bunlar cenazedeküeri rahatlattı.'[363]

Ebu Madde de îbn Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir, Bizler Peygamberimize (salat ve selam ona) cenaze ile birlikle yürümeye dair so­ru sorduk da şöyle dedi: "Koşmadan daha yavaş olsun, eğer (cenazenin kar­şılaşacağı) bir hayır ise o hayra acilen götürülmüş olur, Karşılaşacağı bundan başkası ise cehennem ehli de uzaklaştınlsın."[364]

Ebu Ömer (îbn Abdil-Berr) der ki: İlim adamlannın bu hususta çoğun­lukla kabul ettiği, normal yürüyüşten biraz daha hızlı götürmektir. Acele gö­türmek ilim adamları tarafından ağır davranmaktan daha müstehab görülmüş­tün Bununla birlikte cenaze arkasından gelen zayıflara ağır gelecek kadar ça­buk yürümek de mekruhtur. İbrahim en-Nahâî der ki: Onu azıcık ağır götü­rünüz. Bununla birlikte yahudi ve hristiyanların yaptıkları gibi de ağır ağır yürümeyiniz. Bazıları da Ebu Hureyre yoluyla gelen lıadis-i şerifte sözü edilen acele ve çabukluk defnetmekle ilgilidir; yürürken acele etmek değil­dir. Ancak yaptığımız bu rivayetler dolayısıyla bu açıklamaların bir kıymeti yoktur Başarı Allah'tandır. [365]

 

6. Cenaze Namazı:

 

Cenaze namazı cihad gibi kifaye yoluyla vacip (farz)dır. Malik ve diğer Hım adamlarının mezhebinde meşhur olan görüş budur. Çünkü Hz. Peygam­ber Necâşî hakkında: "Haydi kalkın onun, namazını kılın" diye buyurmuş­tur.[366]

Esbağ İse, cenaze namazı sünnettir, demiştir. Bu görüş Malik'den de riva­yet edilmiştir. Bu hususa dair daha fazla açıklamalar ileride Tevbe Sûresi'n-de (9/84. âyette, 5. başlık ve sonrasında.) gelecektir.[367]

 

7. Ölünün Gömülmesi:

 

Ölünün toprağa gömülmesi toprağın içine bırakılması ve üstünün kapa­tılmasına gelince bu da vacip (farz)dır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Daha sonra Allak ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi..." (el-Mâide, 5/31) Orada kabir bina­sının hükmü ve bunun müstehab olan bölümü ile ölünün kabre nasıl gömü­leceğine dair açıklamalar gelecektir. Kehf Sûıesi'nde de (.18/21. âyetin tefsi­rinde) kabir üzerine mescid bina etmenin hükmüne dair açıklamalar gelecek­tir, yüce Allah'ın izni ile.

İşte bunlar ölülere dair ve ölülerin hayattakiler üzerindeki haklarına da­ir bir takım hükümlerdir, Aişe (r.anhâ) dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyur­maktadır; "Ölülere sövmeyiniz. Çünkü artık onlar önden gönderdiklerine ka­vuşmuş bulunuyorlar." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[368]

Nesâî'nin Sünen'inde de yine Hz. Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Peygamber (sav)dan ölen birisinden kötülükle söz edildi. Şöyle buyur­du: "Ölülerinizi hayırdan başkası ile yad etmeyiniz,"[369]

"Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir.*1 Müminin ecri se­vaptır, kâfirin ecri ise cezadır. Dünya hayatında karşı karşıya kalınan nimet ve belâ dolayısıyla ecir veya mükâfat sözkonusu değildir. Çünkü dünya bir

yok oluş meydanıdır. "O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, cennete sokulur­sa artık o kurtulmuştur." Umduğunu elde etmiştir, korktuğundan da kurtul­muştur.

el-A'meş'in Zeyd b. Vehb'den rivayetine göre, Abdurrahrnan b. Abdi Ra-bi'1-Ka'be, Abdullah b. Amr'dan, o Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ateşten uzaklaştırılmayı ve cennete konulmayı arzu eden bir kimse Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in de Al­lah'ın Rasûlü olduğuna şahitlik ederken, ölümü gelip onu bulsun ve kendi­sine yapılmasını istediği şeyleri de başkalarına yapsın."[370]

Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Cennette bir kamçıhk kadar bir yer, dünyadan ve dünyadaki her şey­den daha hayırlıdır. Arzu ederseniz: "Kim ateşten uzaklaştırılır cennete so­kulursa artık o kurtulmuştur" âyetini okuyunuz.![371]

"Zaten dünya hayatı aldatıcı geçimlikten başka bir şey değildir." Yani mü'mini aldatıp kandırır, o da orada çok uzun bir süre kalacağını sanır. Hal­buki o fanidir

Meta' (geçimlik); kendisi ile faydalanılan ve yararlanılan şey demektir, bal­ta, tencere, kap-kacak gibi. Sonra da bu yok olur ve mülkiyeti kalmaz, Mü-fessirlerin çoğu bunu böyle telsir etmişlerdir,

el-Hasen der ki: Bu bitkinin yeşilliği, çocukların oyuncağı gibi bir şeydir. Bundan bir netice elde edilmez. Katade der ki: Dünya terkedilmiş bir meta­dır. Fazla zaman geçmeden ehli ile birlikte yok olup gidecektir. O bakımdan insana yakışan şey bu metadan gücü yettiğince Allah'a itaat olan şeyleri al­maktır. Şu beyitleri söyleyen şair ne güzel söylemiş:

"Bu dünya yurdu, eziyet ve pislik yurdudur. Yok oluş ve değişip duran haller yurdudur. Sen onu her şeyi ile elde edecek olsan dahi; İTıne ondan muradım alamakaizın öleceksin.

Ebediyyen yaşamak, aleyhine bir zarar olduğu halde;

Ebediyyen yaşayacağı umuduna kapılan kişi!

Saçların ağarır ve bu aklık ortaya çıkınca,

Şurnı bil ki yaşlandıktan aanra yaşamakta bir hayır yok,"

(Aldanış anlamına gelen:) Gurur'un "ğayn" harfi üstün olarak "el-Garûr" diye söylenişi şeytan anlamındadır Şeytan yalan vaatlerde bulunmakla ve umutlandırmakla İnsanı aldatır.

İbn Arefe der ki: Ğurûr zahiren görüp de sevdiğin fakat onun hoşa gitmeyen yahut bilinmeyen bir iç yüzü de bulunan şeydir. Şeytan da ğarûr'dur. Çünkü o insanı nefsin sevdiği şeylere iter. Halbuki bunun ötesinde insanın kötülüğüne olan şeyler vardır. Yine der ki: İşte ğarar satışı da buradan gel­mektedir. Ğarar satışı ise zahiren insanı aldatan ve iç yüzü bilinmeyen satış şeklidir. [372]

 

186. Andolsun ki mallarınız ye canlarınız konusunda denenecek­siniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan da incitici bir çok şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azme değer işlerdendir.

Bu hitap Peygamber (sav)a ve onun ümmetinedir. Buyruğun anlamı su­dur: Çeşitli musibet ve acılarla, Allah yolunda infak ve şeriatın diğer mükel­lefiyetleri ile mallarınız hususunda andolsun deneneceksiniz, sınanacaksınız. Canlar konusunda denenmek ise ölüm, hastalık ve sevilenleri yitirmekle olur. Öncelikle mallardaki denemeden söz etmesi, maldaki musibetlerin çokluğun­dan dolayıdır.

"... incitici bir çok şeyler işiteceksiniz" buyruğuna gelince eğer: "Deneneceksiniz" buyruğunda "vâv" sabit iken; "İşiteceksiniz" buyruğunda hazf edilmesinin sebebi nedir? diye sorulsa, bunun cevabı şu­dur: Birinci fiilde "vâv"dan önceki harfin harekesi i'ethadır. iki sakin harf yan yana geldiğinden dolayı "vav" hareke alıp ona özellikle ötre harekesi veri­lir. Çünkü bu çoğul "vav"ıdır. Hazfinin caiz olmayışı ise kendisinden önce ona delâlet edecek herhangi bir harfin bulunmayışıdır. İkinci fiilden önce hazfe-dilmesinin sebebi ise kendisinden önce ona delâlet edecek harekenin bulun­masıdır.. Diğer taraftan: "Deneneceksiniz" deki "vav" harfinin hemzeli olma­sı caiz değildir. Çünkü onun harekesi arızidir. Bunu en-Nahhâs ve başkala­rı söylemiştir. Bu fiilin müzekker ve muhatab olmak üzere tekil, ikil ve ço-gulu sırasıyla, şeklinde gelir.

Bu âyetin nüzul sebebine gelince; yüce Allah: "Allah'a güzel bir ödünç ve­recek olan kimdir?" (el-Bakara, 2/245) buyruğunu indirince Hz. Ebu Bekir bir yahudinin hafife alarak ve Kur'ân-ı Kerîm'e reddedici bir cevap olmak üze­re; şüphesiz Allah fakirdir, biz de zenginleriz diye bir sözünü işitince, ona bir tokat attı. Bu yahudi de Hz. Ebu Bekir'i Peygamber (sav)a şikâyet etti; bu­nun üzerine bu âyet-i kerime İndi.

Denildiğine göre bu sözü söyleyen yahudi Finhâs'dır. Bu İkrime'den nakledilmiştir. ez-Zührî'nin görüşüne göre ise, bu kişi Ka'b b. el-Eşreftir. Âyet-i kerime onun sebebi ile nazil olmuştur. Ka'b şair birisi idi. Peygamber (.sav.iı ve ashabını hicvederdi. Kureyş kâfirlerini ona karşı kışkırtırdı. Müslü­manların hanımlarım da diline dolardı. Nihayet Rasûlullah (sav) ona Muham-med b. Mcsleme ve arkadaşlarını gönderdi de Mulıammed de onu -siyerde ve sahih hadislerde meşhur olan şekli ile- öldürdü. Bu konuda başka açık­lamalar da yapılmıştır.

Peygamber (sav) Medine'ye geldiğinde orada yahudiler ve müşrikler var­dı. Hz. Peygamber ve arkadaşları onlardan rahatsız edici çok sözler işitirler-di. Buhârî ile Müslim'de belirtildiğine göre Hz. Peygamber, İbn Ubey'in bu­lunduğu bir yerden bir eşek üzerinde geçerken onu Allah'ın yoluna davet et­ti. Ancak îbn Ubey şöyle dedi; Söylediğin gerçek olsa dahi sen bizi bu meclislerimizde rahatsız etme! Haydi yerine geri dön! Senin yanına gelene bu kıssaları anlat. O bu sözleri söylerken de eşşeğin çıkardığı toz kendisine gel­mesin diye eli ile burnunu tutmuştu. Bunun üzerine İbn Revâha şöyle dedi: Evet, ey Allah'ın Rasûlü sen bize meclislerimizde teşrif buyur! Biz bunu çok severiz. İbn Ubey'in etrafında bulunan müşriklerle müslümanlar karşılıklı ola­rak birbirlerine sövdüler. Peygamber (sav) ise ortalık yattşıncaya kadar on­ları teskine devam etîi. Daha sonra Hz. Peygamber hasta olan Sa'd b. Uba-dc'nin ziyaretinde bulunmak üzere yanına gitti ve şöyle dedi: "Filanın neler dediğini duymadın mı?" Sa'd şöyle dedi: Onu affet ve bağışla. Sana Kitabı in­direne yemin olsun ki, Allah seni inen hak ile bize gönderdiğinde bu Medi­ne halkı ona taç giydirmek ve onu başlarına geçirmek üzere aralarında an­laşmışlardı. Fakat Allah sana vermiş otduğu hak ile bunu geri çevirince, bu ona ağır geldi ve seni bundan dolayı kıskandı. İşte senin gördüğün bu işi yap­masının sebebi de budur. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu affetti ve bu âyet-i kerime nazil oldu.[373]

Bunun, savaşma emri nazil olmadan önce olduğu söylenmiştir. Allah kullarının sabretmesini, takvaya yönelmelerini teşvik etmiş ve bu işin sabre-dilmeye değer büyük işlerden olduğunu haber vermiştir. Buhârî'de de hadi­sin devamında bunun (bu âyet-i kerimedeki emrin) savaş emrinin nüzulün­den önce olduğu belirtilmektedir. Zahir olan (kuvvetli görüş) bunun da nesli olunmadığıdır. Çünkü en güzel yolla tartışmak ve idare etmek, ebedi olarak mendub bir iştir. Hz. Peygamber de savaş emri almakla yahudilerle barış antlaşmaları yapıyor, onları idare ediyor, münafıkları da affediyordu. Bu da açıkça bilinen bir husustur.

"İşte bu, azme değer işlerdendir" buyruğu ise, işin zor, sağlam ve me­tin olanlarındandır, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Baka-ra, 2/227- âyet, 22. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [374]

 

187- Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden: Onu mutlaka in­sanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz" diye söz al­mıştı? Onlar ise bunu sırtlarının arkasına attılar ve onu az bir değere değiştiler. Satın aldıkları şey ne körüdür!

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başık halinde sunacağız: [375]

 

1. Kitap Ehlinden Alınan Söz velimin Öğretilmesi;

 

Yüce Allah'ın; "Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden... söz almış­tı" buyruğu yahudilerden söz eden buyruklarla ilişkilidir, Onlara Muhammed (sav)a iman etmeleri ve durumunu açıkça bildirmeleri emri verildiği halde onlar, Hz. Peygamber'in niteliklerini gizlediler. O bakımdan bu âyeC-i keri­me onlara bir azardır. Bununla birlikte hem kendilerine, hem başkalarına umu­mî bir haberdir. el-Hasen ve Katade der ki: Bu buyruk, Kitaptan herhangi bir şey bilen her kişi hakkındadır. Her kim bir şey bilirse onu öğretmelidir. Sa­kın ha ilmi gizlemeye kalkışmayınız. Çünkü bu bir helak oluştur.

Muhammed b, Ka'b da der ki: Alim bir kimsenin bildiğini söylemeyip sus­ması helâl olmadığı gibi cahilin de bilgisizliği üzere kalıp susması helâl de­ğildir- Çünkü yüce Allah; "Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden... di­ye söz almıştı" diye buyurduğu gibi; (cahillere yönelik olarak da) şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden (bilenlerden) sorunuz." (el-Nahl, 16/43; el-Enbiya, 21/27)

E bu Hureyre de der ki; Şayet Allah'ın kitap ehlinden aldığı söz olmasay­dı ben size hiçbir şey anlatmazdım. Daha sonra şu: "Hani Allah kemlileri­ne kitap verilenlerden... diye söz almıştı" âyetini okudu.[376]

el-Hasen b. Umare der ki: Hadis (rivayet etmeyi) terkettikten sonra ez-Züh-fTnin yanına gittim, onu kapıda buldum ve şöyle dedim: Uygun görürsen bana hadis rivayet et. O şöyle dedi: Benim hadis rivayet etmeyi terketliğimi bil­miyor musun? Şöyle dedim: Ya sen bana hadis rivayet et veya ben sana ha­dis rivayet edeyim. Sen bana rivayet et, dedi. Şöyle dedim: Bana Hakem b. Uyeyne, Yahya b. el-Ce7.Zar!dan naklederek dedi ki: Ali b. Ebi Talib'i şöyle derken dinledim: Yüce Allah ilim adamlarından öğretmeleri hususunda söz almadıkça cahillerden de öğrenmelerine dair söz almadı. (el-Hasen dedi ki): Bunun üzerine bana kırk hadis rivayet etti. [377]

 

2. İlmin İnsanlara Açıklanması:

 

"Onu mutlaka İnsanlara açıklayacaksınız" buyruğunda Hz. Peygam-ber'in sözü geçmemekle birlikte, buradaki "onu" zamiri Muhammed (sav)a râcidir. Bu zamirin Kitaba râci olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sav)ın du­rumunu açıklamak da bunun kapsamına girer, Çünkü bu da Kitapta yer alan bir bilgidir.

Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: "Ve onu gizlemeyeceksiniz." Burada yüce Allah'ın "onu açıklayacaksınız" buyruğunda otduğu gibi değil de; "Onu gizlemeyeceksiniz" diye buyurması (ve "vav"ın baz-fedilmeyip "nûn"un şeddeli olarak gelmemesi) hal manasını ifade ettiğinden dolayıdır. Onu gizlemeksizin onu açıklayacaksınız, demektir.

Ebu Amr, Ebu Bekr yoluyla gelen rivayette Asım ve MekkeHler: "Onu mutlaka açıklayacaksınız" diye muhataba verilen emri hikaye yolu İle "te"li olarak naklettikleri halde diğerleri Clam"dan sonraki "te" harfi yerine) "ye" ile okumuşlardır. (Mutlaka onu açıklayacaklar, anlamında). Çünkü (kendilerinden bu şekilde söz alınanlar) hazır olmayan kimselerdir.

İbn Abbas'dan bunu; "(Hani Allah peygamberlerden onu mutlaka ... açıklayacaklar diye söz almıştı" diye okumuştur. Buna göre "onlar ise bunu sırtlarının arkalarına attılar*" ifadesi peygam­berlerin kendilerine açıklamalarda bulunduğu insanlara ait olur.

İbn Mes'ud'un kıraatinde ise sonundaki sakil (şeddeli "mın") sözkonusu olmaksızın: "Mutlaka onu açıklayacaklar" diye okumuştur.

Nebz etmek (atmak); bir kenara fırlatmak demektir. Buna dair açıklama­lar Bakara Sûresi'nde (2/101. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

"Sırtlarının arkasına" ifadesi ise onların geri atmaktaki mübalağalı hâlle­rini ifade eder. Yüce Allah'ın: "Siz onu arkanıza atılmış bir şey edindiniz" (Hûd, 11/92) buyruğu da bu anlamdadır. Yine buna dair açıklamalar Bakara Sûresi'nde (2/10Î. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın: "Onu az bir değere değiştiler" buyruğunun ne anlama geldiği de yine Bakara Sûresi'nde (2/41, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Onu tekrarlamanın anlamı yok­tur. "Satın aldıkları şey ne kötüdür" buyruğuna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır (bk. 2/90- âyetin tefsiri). Cenab-î Allah'a hamdolsun. [378]

 

188. O yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi se­venlerin azaptan kurtarılacaklarını sakta sanmayasın, san-mayasra! Onlar için pek acıklı bir azap da vardır.

Yani bunların yaptıkları iş olan savaşlardan geri kalmak ve gelip mazeret beyan etmelerinin kendileri İçin iyi olacağını sanmayasın.

Bullar! ile Müslim'de Ebû Said el Hudrî'den gelen rivayete göre Rasûlul-lah (sav)ın döneminde münafıklardan bazı kimseler Peygamber (sav) gaza­ya çıktı mı geri kalır, onunla birlikte çıkmaz ve Rasûlullah (sav)m savaşa çık­masından sonra geride oturmalarına sevinirlerdi. Peygamber (sav) geldi mi gider ona özür beyan eder ve yemin ederlerdi. Ayrıca yapmadıkları işlerden dolayı da övülmeyi de arzu ederlerdi. Bunun üzerine: "O yaptıkları ile se­vinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenleri.., sanmayasın" âye£-i kerirnesi nazil oldu.[379]

Yine Bulıârî ve Müslim'deki rivayete göre Mervan kapıcısına şöyle demiş: Ey RafV haydi İbn Abbas'a git ve ona de ki: Eğer bizden her bir kişi kendi­sine verilenden dolayı sevinir ve yapmadığı işler dolayısı ile övülmeyi sev­diği için azab edilecek olur ise, hep birlikte azab edileceğiz. Bunun üzeri­ne İbn Abbas şöyle dedi; Bu âyet-i kerime ile sîzin ilginiz ne ki? Bu âyet-i ke­rime kitap ehli hakkında nazil olmuştur.

Daha sonra İbn Abbas şu âyet-i kerimeleri okudu: "Hani Allah kendile­rine kitap verilenlerden: Mutlaka onu insanlara açıklayacaksınız ve onu giz­lemeyeceksiniz diye söz almıştı" âyeti île: "O yaptıkları ile sevinen ve yap­madıkları şeylerle övülmeyi sevenleri... sanmayastn" âyetini okudu. (De­vamla) İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) onlara bir hususa dair soru sor­du, onlar da onu gizleyip Hz. Peygamber'e açıklamadılar. Ona başka bir şey bildirdiler. Yanından çıktıklarında ona kendilerine sorduğu şeye dair haber vermişler, intibaını verdiler ve bundan dolayı da övülmeyi istediler. Ayraca ona doğruyu açıklamayıp gizledikleri ve kendilerine sorduğu soruyu cevap­landırmadıkları için de sevindiler.[380]

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî de der ki: Bu âyet-i kerime hakkı gizleyip hü­kümdarlarına batıllarına uygun düşecek şekilde bilgiler veren İsrailoğulları alimleri hakkında nazil olmuştur ve bunlar "onu az bir değere sattılar" ya­ni hükümdarların dünyalık olarak kendilerine verdikleri şey karlılığında bu­nu yaptılar. Bunun üzerine yüce Allah da Peygamberine şöyle buyurdu: "O yaptıkları İle sevinen ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin azab-tan kurtarılacaklarını sakın sanmayasın, san mayasın. Onlar için pek acık­lı bir azap da vardır." Bu buyruğu ile Allah'ın kulları aleyhine dini ifsad et­miş olmaları sebebi ile onlar için acıklı bir azab olduğunu haber verdi,

ed-Dahhâk dedi ki: Yahudiler krallara derlerdi ki: Biz kitabımızda şunu gö­rüyoruz, Allah son zamanda bir peygamber gönderecek ve onunla peygam­berliği sona erdirecektir. Fakat Allah Muhammed (sav)ı peygamber olarak gön-derince hükümdarlar onlara: Kitabınızda geleceğini yazılı olarak gördüğünüz peygamber bu mudur? diye sordular Yahudiler hükümdarların mallarına göz diktikleri için: Hayır bundan başkasıdır, dediler. Krallar da onlara hazineler dolusu mal verdiler: İşte yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurdu: "O yap­tıkları ile sevinen... sanmayasın" yani basit dünya malını almak için hüküm­darlara yalan söyleyenlerin azabtan kurtulacaklarını sanmayasın, demektir.

Birinci hadisin muktezası ile ikinci hadisin muktezası farklıdır. Bununla birlikte âyet-i kerimenin her iki sebeb dolayısı ile nazil olması ihtimali de var­dır. Çünkü her iki olay da aynı zamanda cereyan etmiştir. Böylelikle âyet-i kerime her iki kesime cevap teşkil etmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

Mervan'ın: Eğer bizden yaptığı işten dolayı sevinen... her bir kişi helak olursa şeklindeki sözleri, umum ifadelerin kendilerine has sığaları olduğu­nun delilidir. Ayrıca; "Kimseler de bunlardan birisidir. Kur'ân ve sünnetten bunu anlamaya ve kavramaya çalışan kimseler için bu, kesin bir şeydir.

Yüce Allah'ın: "Ve yapmadıkları şeylerle övülmeyi sevenlerin..." buy­ruğuna gelince; eğer âyet-i kerime savaştan geri kalan münafıklar hakkında değil de kitap ehli hakkında ise: Çünkü onlar böyle olmadıkları halde: Biz İbrahim'in dini üzereyiz, diyorlar ve: Bizler namaz kılan, oruç tutan ve kitap ehli olan kimseleriz, diyen kitap ehli hakkında ise; onlar bundan dolayı övül­mek istiyorlar demek olur. O taktirde; "Kimseler" kelimesi "ye" har­fi ile okunuşa göre; "Sanmasınlar" fiilinin faili olur. Bu da Nâfi, İbn Âmir, îbn Kesir ve Ebû Amr'ın kıraatidir. Yani bu sevinenler, sevinçleri­nin kendilerini azabdan kurtaracağını sanmasın,

Birinci mefûlun hazf edilmiş olduğu da söylenmiştir. O da kendilerini öy­le sanmasınlar, demektir, İkinci mefûl ise "kurtanlacaklani kelimesidir.

Kûfeliler ise Peygamber (sav)'a hitap ile olmak üzere bu fiili "te" harfi ile okumuşlardır. Yani ey Muhammed, sen o sevinen kimselerin azabtan kurtarılacaklanm sanmayasm, demektir.

sanmayasuı" buyruğu ise "te" harfi ile "be" har­fini üstün olarak okunmakta oİup tekid için İade edilmiştir. Bunun birinci me-fûiü ise fiilin sonundaki "he" ve "mini" {onlar anlamına gelen) zamiridir. İkin­ci mefûl ise hazf edilmiştir. Onları da böyle sanmayasın, demek olur. Başta­ki "re" ise atıf edatı yakutta ikinci fiilin birinci fiilden bedel olması esası üze­re zaittir.

ed-Dahhâk ve İsa b. Amr ise bu fiili başta ute" harfi ile "be' harfi de öt-reli olarak; ": Sanmayasını:" şeklinde okumuştur ki, bununla Muhammed (sav)ı ve onun arkadaşlarını kast etmektedir.

Mücahid, İbn Kesir, Ebu Amr ve Yahya b. Ya'mer ise sevinenlerin duru­munu haber vermek üzere "ye" harfi İle ve "be" harfini Ötrelî olarak okumuş­lardır. Yani onlar kendilerini öyle sanmasınlar, demektir.

"Kurtarılacaklarını* kelimesi ise ikinci mefûi olur O taktirde "Kendilerini sanmasınlar" (son okunuşa göre) bir tekid olur.

Bir görüşe göre ise;  ...ler, kimseler" kelimesi: Sanmasınlar'ın failidir. Bunun iki mefûlü ise; "Kendîlerinl sanmasın­lar" fiilinin delâleti dolayısıyla hazf edilmiştir.

Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Hangi kitap yahut haügi âyete göre

Onları sevmenin benim için bir utanç olduğu görüşündesin ve sanıyorsun."

Şair burada, bir fiilin meFûlünü zikrederek, ikinci fiilin mePûlünü zikret­meye gerek görmemiştir. (Âyette) ikinci olarak tekrar edilen "sanmayasın!" fiilinden sonra: " Kurtaruacaklarını kelimesi ikinci mefûl ola­rak gelmiştir. İkinci fiil, birincisinden bedel olduğundan dolayı, (birincisinin) iki mefûlünün zikredilmesine gerek bırakmamıştır. "La" nefy edatının başı­na gelen "fa" zâiddir. Bu gibi fiillerin, tam anlam ifade eden cümlelerde, her­hangi bir hüküm gerektirmeksizin geldiği de söylenmiştir.[381]

Yedi kıraat imamı ve başkaları çoğunlukla: "Yaptıklarım" kelime­sinin "eliPİni medsiz olarak okumuştur. Yani, gizledikleri ve söyledikleri ya­lan demektir. Mervan b. el-Hakem; el-A'meş, İbrahim en-Nehaî ise "verdik­leri" anlamında olmak üzere hemzeyi medli olarak; şeklinde okumuş­lardır. Said b. Cübeyr ise "kendilerine verilen11 anlamına olmak üzere: diye okumuştur.

"Kurtarılacaklarını" diye anlamlandırdığımız "el-mefâze" kurtulacak yer, kurtuluş demektir. Onlar kurtulamazlar, anlamındadır. Korkulu geçit yerle­rine "mefâze* adının verilmesi ise teiaul (olumlu anlama ve hayra yormak) kullanarak öyle çekmesini ummak yoluyla maksadına yöneliktir. Bu açıkla­mayı el-Esmaî yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Ona bu ismin veriliş sebebi ölüme götüren ve öiüm tehlikesi olduğu zannedilen bir yer olduğundan dolayıdır. Araplar bu kök­ten olmak üzere ölen bir kimse hakkında "fevveze raculü" derler.

Saleb der ki: Ben İbnü'l-Arabi'ye el-Esmaî'nin görüşünü naklettim de: Ha­ta etmiştir dedi. Çünkü Ebu'I-Mekârim bana şöyle dedi: Bu geçit yerine "mefâze" denilmesinin sebebi, onu aşıp kurtulanın fevz bulduğundan dola­yıdır. el-Esmaf de de der ki: (Yılan ve akrep gibi zehirli hayvanlar taralından) sokulan kimseye tefeül olmak üzere "selîm" adı verilmiştir, İbnü'l-Arabi ise der kî: Ona böyle denilmesi başına gelen musibete teslimiyet gösterdiğinden dolayıdır.

Âyet-i kerimenin bu bölümü hakkında şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sen sakın onların azabtan uzak bir yerde olacaklarını sanmayasın. Çünkü fevz hoşa gitmeyen bir şeyden uzak durmak demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. [382]

 

189. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir.

İşte bu; "Allah fakirdir biz ise zenginiz'' diyenlere karşı bir delil ve onla­rı bir yalanlamadır. Âyet-i kerîmenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiş­tir: Sakın sen sevinen bu kimselerin azabtan kurtulacaklarını zannetmeyesin. Herşey Allah'ındır ve onlar herşeye kadir olanın kabzası içindedirler.

O taktirde âyet-i kerime bîr önceki âyete atfedilmiş olur. Yani onlar Allah'ın azabından kurtulamazlar- Ne zaman dilerse onlan azab ile yakalar.

HAllah herşeye kadirdir" Mümkün olan her şeye gücü yetendir. Bu hu­susa dair açıklamalar da Bakara Sûresi'nde (2/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [383]

 

190.  Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında akü sahipleri için elbette âyetler vardır.

191. Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üstünde yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve derler ki); "Rabbiaooiz, Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pâk ve mü­nezzehsin. Bizi o ateş azabından koru.

192. "Rabbimlz! Sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hakir kıldın demektir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.

193- "Rabbimiz! Doğrusu biz: 'Kabbinize iman edin1 dîye imana çağıran bîr davete iyi işittik ve imana geldik. Rabbimiz! Günah­larımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Canımızı da iyilerle bera­ber al!

194- "Rabbimizl Bize peygamberlerinle va'dettîklerini ver ve Kıya­met günü rezil etme bizîl Şüphesiz Sen sözünden asla dönmez­sin."

195. Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi: "Gerek erkek ol­sun, gerek dişi olsun, her bir çalışanın hiçbir işini boşa çıkar­mam. Birbirİnizdensiniz. Hicret edenlerin, yurtlarından çıka­rılanların, Benim yolumda İşkenceye uğrayanların, savaşan­ların ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Allah ka­tından mükâfat olmak üzere onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım." Mükâfatın en güzeli Allah katımdadır.

196. Küfre sapanların diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatma­sın.

197. Az bir geçim. Sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü ya­taktır!

198. Fakat Rablerİnden korkanlar İçin altından ırmaklar akan cen­netler var. Orada ebedîyyen kalacaklar. Allah'tan bir ikram ol­mak üzere. Allah katından olanlar, iyiler için daha hayırlıdır.

199. Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah'a, size indi­rilene ve kendilerine indirilmiş olana, Allah'a huşu' duyarak1 ünan ederler. Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değişmezler. İş­te onların ecirleri Rableri kalındadır, Allah şüphesiz hesabı pek çabuk görendir.

200. Ey iman edenler! Sabredin, sebat gösterin, ribât yapın ve Al­lah'tan korkun ki, felah bulaşınız.

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmibeş başlık halinde sunacağız: [384]

 

1. Bu Âyetler Üzerinde Düşünmenin Önemi:

 

Yüce Allah'ın: "Göklerim ve yerin yaratılışda..." âyetinin anlamı Bakara Sûresi'nde (2/164, âyette) birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Şam yüce Al­lah bu sûreyi âyetleri üzerinde (varlığının, birliğinin belgeleri üzerinde) dü­şünmek ve bunları delil olarak değerlendirmeyi emretmekle sona erdir­mektedir, Çünkü bütün bunları ancak Havy, Kayyûm, Kadîr, Kuddûs, Selâm ve âlemlere muhtaç olmayan bir kimse yapabilir. Bunu düşünsünler ki; imanları taklide değil de yakîne dayanır olsun.

"Akü sahipleri" yani deliller üzerinde dikkatle düşünmek hususunda akıl­larını kullanan kimseler "İçin elbette âyetler vardır."

Âişe (r.anhâldan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu âyet-i kerime Pey­gamber (sav)a nazil olunca kalkıp namaz kıldı. Bilal gelip ona namaz vak­tini haber verdi. Ağlamakta olduğunu gördü, şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamışken yine ağlıyor mu­sun? Şöyle dedi: "Ey Bilal! Şükreden bir kul olmayayım mı? Bu gece bana yü­ce Allah: "Göklerin ve yerin yaratılışında gece 3le gündüzün değişip dur­masında akıl sahipleri İçin elbette âyetler vardır" âyetini indirdi Daha son­ra şöyle buyurdu: Bu âyeti okuyup da bunun üzerinde düşünmeyenin vay haline!"[385]

 

2. Geceleyin Uykusundan Uyananın Yapacağı İşler:

 

İlim adamları der ki: Uykudan uyanan bir kimsenin yüzünü (gözünü) sil­mesi ve kalkmakla birlikte -Peygamber (sav)a uyarak- bu on âyet-i kerime­yi okuması müstehabtır. Bu husus Buharı, Müslim ve başka hadis kitapların­da sabittir, ileride gelecektir. Bundan sonra da onun için takdir buyurulmuş kadar namaz kılar. Böylelikle tefekkürle ameli bir arada gerçekleştirmiş olur. Bu (tefekkür) da bu âyet-i kerimede biraz sonra geleceği üzere, amel­lerin en faziletlisîdir.

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (sav) her gece Âlî İm-rân Sûresi'nin sonundan on âyet-i kerime okurdu. Bunu hadis hafızı Ebu Na-sr el-Vâilî es-Sicistânî "el-İbâne" adlı eserinde. Süleyman b. Mûsâ, Müzahir b. Eşlem el-Mahzûmî'den o el-Makburîden o da Ebû Hureyre'den rivayet et­tiğine göre... diyerek rivayet etmektedir.

Sûrenin baş taraflarında (ikinci âyet, üçüncü başlıkta) Hz. Osman'dan şöy­le dediği nakledilmiştir: Kim her gece Âli İmrân Sûresi'nin sonunu okuyacak olur İse, ona bir gece boyunca namaz kılmış gibi (ecir) yazılır. [386]

 

3. Her Halde Allah'ı Zikretmek:

 

Yüce Allah: "Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üstünde yatarken Allah'ı anarlar" buyruğunda yüce Rabbimiz, Âdemoğlunun çoğunlukla uzak duramadığı üç ayrı durumunu sözkonusu etmektedir. Onun bütün zamanı adeta bu üç türlü durum ile kuşatılmış gibidir. İşte o bakımdan Âişe (r.anlıâ) şöyle buyurmaktadır; Rasûlullah (sav) bütün zamanlarında yüce Allah'ı zik­rederdi. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[387]

Helada olması ve başka haller de bunun kapsamına girmektedir. Fakat il­im adamlarının bu konuda farklı görüşleri vardır. Abdullah b. Amr, îbn Şi­rin ve en-Nehaî bunu caiz görürken, İbn Abbas, Ata ve eş-Şa'bî bunu mek­ruh görmüşlerdir. Ancak âyet ve hadisin umumî bir anlam ifade etmesi do­layısıyla birinci görüş daha sahihtir. en-Nahaî der ki; Helada yüce Allah'ı zik­retmekte bir mahzur yoktur, çünkü zikir yükselir. Yani melekler onu nezd-lerindeki amel sahifelerine yazarak yükseltirler. Buna delil ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: aO bir söz söylemeyiversin mutlak onun yanında görüp gö zetmeye hazır olan vardır." (Kaaf, 50/18); "Şüphesiz üzerinizde bekçiler çok şerefli yazıcılar vardır..." (el-İnfitâr, 82/10-11).

Ayrıca yüce Allah, herhangi bir istisnada bulunmaksızın her halde ve du­rumda kullarına zikr etmelerini emr ederek şöyle buyurmuştur: "Ve Allah'ı pek çok anımz" (el-Ahzab, 33/41); "Beni anın ki Ben de sizi anayım" (el-Ba-kara, 2/152); "Şüphesiz Biz iyi amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz" (el-Kehf, 18/30.).

Yüce Allah'ın bu buyrukları genel ve kapsamlı ifadelerdir. O halde, -yü­ce Allah'ın izni ile- durum ne olursa olsun, Allah'ı anmak sevaba ve ecir al­maya sebebtir.

Ebû Nuaym zikrederek der ki: Bize Ebu Bekr b. Malik anlattı, bize Abdul­lah b. Ahmed b. Hanbel anlattı, dedi ki: Bana babam an!attı: Dedi ki: Bize Vekî anlattı, dedi ki: Bize Süfyan, Ata b. Ebi Mervan'dan, o babasından o Ka'b el-Ahbar'dan naklederek dedi ki: Mûsâ (as) dedi kî: Rabbim, sen yakın mı­sın Sana sessizce dua edeyim, yoksa uzak mısın, Sana yüksek sesle yalvara-yım, Rabbİ buyurdu ki: Ey Mûsâ, Ben benî anan ile bîriikte oturan arkadaşı (gibi)yim. Hz. Mûsâ şöyle dedi: Rabbim, bizler bazan Seni anmayı Sana ta­zim ile Seni yüceltmek ile bağdaştıramadığımız bir halde de olabiliyoruz. O nedir? diye sorunca Hz. Mûsâ; Cünubken ve abdest bozarken deyince Allah şöyle,buyurdu: Ey Mûsâ! Her halde sen Beni zikret." Bunun mekruh gören kimseler ise, ya yüce Allah'ı uygun görülmeyen yerde Allah'ı anılmaktan ten­zih etmek için böyle söylemişlerdir. Hamamda Kur'ân okumanın mekruh ol­ması gibi; ya da zikredenin söylediği sözleri yazmak için kiramen katibini pis­lik ve necasetlerin bulunduğu yere gelme zorunda bırakmamak için bunu mekruh görmüşlerdir. Doğrusunu en İyi bilen Allah'dır.

"Ayakta, oturarak" hal olmak üzere nasb edilmiştir.

"Ve yanları üstünde yatarken™ de haî mahal Ündedir: Yani yanlan üzerin­de yatmış oldukları halde Allah'ı anarlar. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Yanı üzeri yatarken, otururken veya ayakta iken Bize dua eder." {.Yûnust 10/12) Bu buyrukta sıralama ise öncekinin aksinedir Yani o Bizi yanı üzere yatarken de dua edip çağırır.

Aralarında el-Hasen ve başkalarının da bulunduğu bir grup müfessir yü­ce Allah'ın: "Allah'ı anarlar..." buyruğunun namazı ifade ettiği görüşünde­dir. Yani bunlar namazı kılmamazhk etmezler. Özürlü oldukları halde otura­rak yahut yaniarı üzere yatarak kılarlar. Bu âyet-i kerime (bu yönüyle) yü­ce Allah'ın gu buyruğunu andırmaktadır; "Artık namazı bitirdiğinizde ayak­ta, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah'ı zikredin." Cert-Nisâ, 4/103) îbn Mes'ud'un görüşüne göre de -İleride geleceği gibi- böyledir. (Yani özürlü ol­dukları hallerde oturarak ve yanlan üzere yatarak namazı kılarlar demektir).

Eğer bu âyet-i kerime namaz hakkında ise fıkhı (anlaşılması) şu şekilde olur: İnsan ayakta namaz kılar, eğer ayakta duramıyor ise oturarak kılar, eğer buna da gücü yetmiyor ise yanı üzere yatarak namazını kılar. Nitekim Imran b. Rusayn'dan şöyle bilgi sakıt olmuştur: Benim basurum vardı. Peygamber (sav')a nasıl namaz kılacağıma dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Ayakta namazını kıl, gücün yetmiyor ise oturarak, ona da gücün yetmiyor ise yanın, üzere yatarak (kıl)." Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir.[388]

Müslim'in Sahihinde belirtildiğine göre[389] Peygamber (sav)da vefatın­dan bir yıl önce nafile namazı oturarak kılardı, Nesaî de Âişe (r.anhâ)dan şöy­le dediğini rivayet etmekdedir; Ben Rasûlullah'm bağdaş kurarak namaz kıl­dığını gördüm. Ebu Abdurrahman der ki: Ben bu hadisi Ebü Dâvûd el-lla-senî'den başka bir kimsenin rivayet ettiğini bilmiyorum; o ise sika (rivaye­tine güvenilir) bir ravidir. Bununla birlikte ben bu hadisin ancak hata oldu­ğunu zannediyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.[390]

 

4. Hasta Kimsenin ve Oturanın Namaz Kılma Keyfiyeti:

 

İlim adanılan hasta ve oturan kimsenin namaz ksîma keyfiyeti ve şeklî hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn AbdTl-Hakem Malik'den böyle bir kim­senin kıyam halinde bağdaş kuracağından söz etmektedir. el-Buveytî de Şa­fiî'den bunu rivayet etmektedir. Secde etmek istediği ?aman ise gücü yetti­ği kadarı ile secdeye hazırlanır. (Şafiî) dedi ki: Nafile kılan kişi de böyle ya­par. es-Sevrî'nin görüşü de buna yakındır, el-Leys, Ahmed, îshak, Ebû Yusuf ve Muhammed de böyle demiştir. Müzem yolu ile gelen rivayette ise Şafiî şöy­le demektedir Bütün namazında teşehhüd için oturduğu gibi oturur. Ayrıca bu Malik ve arkadaşlarından da rivayet edilmiştir. Ancak meşhur olan birin­ci rivayettir. "el-Müdevvene"mn zahirinden anlaşılan da odur.

Ebû Hanife ve Züfer ise der kî: Teşehhüd için oturduğu gibi oturur, rü­kû' ve sücudu da bu şekilde yapar. [391]

 

5.  Oturmaya Gücü Yetmeyenin Namaz Kılması:

 

Dedi kî: Eğer oturamıyor ise yanı üzere veya sırtı üzere namaz kılmakta, muhayyerdir. el-Mudevvene'deki görüş budur. Ayrıca îbn Habib, İbnu'l Ka-sım'dan sırtı üzere (yatarak) namaz kılacağım nakletmektedir. Eğer buna gü­cü yetmiyor ise, sağ yanı üzere, buna da gücü yetmiyor ise sol yanı üzere na­maz ktlar.

İbn Mevvaz'm Kitabında ise bunun aksi zikredilmektedir. (Önce) sağ yanı üzere namaz kılar aksi taktirde sol yanı üzere kılar, buna da gücü yet­mezse sırtı üzere (yatarak) namazı kılar.

Sulınûn ise der ki: Lahdine gömüleceği şekilde sağ yanı üzere namaz kı­lar. Aksi taktirde sim üzere namaz kılar, buna da gücü yetmezse sol yanı üze­re namaz kılar.

Malik ve Ebû Hanife ise der ki: Yanı üzere yatarak namaz kıldığı taktir­de ayakları kıble tarafında olur.

Şafiî ve es-Sevrî derler ki: Yanı üzere yüzünü kıbleye döndürmüş olarak namazı kılar. [392]

 

6. Hasta îyiieşirse; İyi Olan da Hastalanırsa Nasıl Namaz Kılar?

 

Şayet namazda iken hastalığı hafiflediğinden dolayı güç bulacak olursa, İbnu'l-KasınVın dediğine göre namazın geri kalan bölümünde ayağa kalkar ve kıldıklarını esas alarak namazını tamamlar. Aynı zamanda bu, Şafiî, Züfer ve Taberî'nin de görüşüdür.

Ebu Hanife, iki arkadaşı, Yakub (Ebu Yusuf) ve Muhammed ise bir rekâ­tı yanı üzere namaz kıldıktan sonra sağlığına kavuşan kimse hakkında şöy­le derler: Bu sefer namaza baştan başlar. Eğer oturarak rükû1 ve secde yapı­yorsa; sonra sağlığına kavuşacak olursa, Ebu Hanife'nin görüşüne göre na­mazının geri kalan kısmım tamamlar fakat Muhammed'in görüşüne göre na­mazın geri kalan kısmını tamamlamaz (yeniden başlar).

Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: Ayakta iken namaza başladıktan sonra namazını ima ile kılacak hale gelecek şekilde hastalanırsa, (ayakta kıl­dıklarını) esas alarak namazın geri kalan kısmını tamamlar. Bu görüş Ebu Yu­suf tan da rivayet edilmiştir, İmam Malik İse rüku da yapamayan sücud da ya­pamayan, bununla birlikte ayakta durup oturabilen hasla hakkında şöyle demistir: Böyle bir kişi ayakta namaz kılar ve rükua ima ile işarette bulunur. Sec­de etmek istediği vakit oturur ve secdeye ima ile işarette bulunur. Bu aynı zamanda Ebu Yusuf'un da görüşüdür. Kıyasa göre Şafiî'nin de görüşü böy­le olmalıdır. Ebû Hanife ve arkadaşları da böyle bir kimse oturarak namaz kılar, derler. [393]

 

7.  Sağlıklı Kimsenin Yatarak Namaz Kılması:

 

Sağlıklı kimsenin yatarak namaz klimasına gelince; İmran b. Husayn yo­lu ile gelen bir hadis-i şerifte başkalarında olmayan bir fazlalık vardır. Bu faz­lalık da şu şekildedir: "Yatarak namaz kılanın namazı ise oturarak namaz kı­lanın namazının yansı kadardır."[394]

Ebû Ömer {İbn Abdi'1-Berr.) der ki: İlim ehlinin çoğunluğu nafile namazın yatarak kılınmasını caiz kabul etmezler. Bu ise ancak Huseyn el-Muallim di­ye bilinen bir kimsenin rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Bu da Hüseyn b. Zek-vân'dtr. O, Abdullah b. Bureyde'den o da İmran b. Husayn yoluyla rivayet edil­miştir. Hadisin senedinde olsun, metninde olsun bu konuda karar vermeme­yi gerektirecek şekilde ihtilaflı rivayetleri gelmiştir. Eğer bu hadis sahih ise, bunun ne anlama geldiğini bilemiyorum. Şayet ilim ehlinden herhangi bir kim­se oturarak veya ayakta durmaya gücü yeten kimsenin yatarak nafile namaz kılmasını caiz kabul etmiş ise; o taktirde bu haberdeki bu fazlalık bunun açık­lamasıdır. Ve bu fazlalık bu görüşü kabul edenlerin lehine bir delildir. Şayet oturmaya yahut ayakta durmaya gücü yeten kimsenin yatarak nafile namaz kılmasının mekruh olduğunu icma ile kabul etmiş iseler; o taktirde Hü-seyn'in rivâyetiyie gelen bu hadis ya yanlıştır yahutta nesh edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-İ kerime ile göklerin ve yerin yaratılışını, de­ğişip duran bir varlığın mutlaka onu değiştiren bir varlığa ihtiyacı olduğuna ve bu değiştirenin de kemâl derecesinde kadir olması gerektiğine peygam­berler gönderebileceğine delil gösterenler kast edilmiştir. Bir Rasûl gönde­recek ve tek bir mucize ile olsa bile onun doğruluğuna dair delil konulacak olursa, hiçbir kimsenin (iman etmemeye dair) ileri sürebileceği bir mazere­ti olmaz. İşte her hallerinde Allah'ı anan kimseler bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. [395]

 

8.  Göklerin ve Yerin Yaratılışı Üzerinde Düşünmek:

 

Yüce Allah'ın: "Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" buyruğuna ge­lince; biz daha önce "anarlar" buyruğunun anlamına dair açıklamalarda bu­lunduk, Bu anıştan kasıt ya dille Allah'ı zikretmektir yahut farz ve nafilesi ile namaz kılmaktır. İşte yüce Allah bu iki anlamdan birisine bir diğer ibadeti attetmiş bulunmaktadır ki; bu da yüce Allah'ın kudreti ve yaratı klan, O'nun dört bir yana yaydığı ibretli hususlar üzerinde düşünmektir. Tâ ki bu, onların ba­siretini artırsın.

"Her bir şeyde O'nun bir ve tek olduğuna Delâlet eden bir âyet (alâmet, belge) vardır"

Buradaki "düşünürler" buyruğunun hal olmak üzere atf edildiği de söy­lenmiştir. Bunun münkatı olduğu da söylenmiştir. Ancak birincisi daha uy­gundur.

Düşünmek (fikre); kalbin bir şey hakkında düşünüp durmasıdır. Tefekkür çokça düşünmek demektir. Çokça düşünen bir adam hakkında; denilir.

Peygamber (sav) Allah'ın zats hakkında düşünen bir topluluğun yanından geçer ve onlara der ki: "Sizler yaratıklar hakkında düşününüz; fakat yaratı­cı hakkında düşünmeyiniz, sizler Onu hakkıyla takdir edemezsiniz."'[396]

Aslında tefekkür, ibret almak ve zihnin etraflı bir şekilde düşünceye dal­ması, yaînız mahlukat üzerinde olmalıdır. Nitekim yüce Allah: "Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" diye buyurmuştur. Nakledildiğine göre Süf-yan es-Sevrî (ra) Makamı İbrahim arkasında iki rekât namaz kıldıktan son­ra semâya doğru başını kaldırmış, yıldızları görünce baygın düşüvermiş. Uzun uzadıya kederlenip düşünmesinden dolayı küçük abdesti kan gibi gelirmiş.

Yine Ebû Hureyre (ra)dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiş: Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki: "Bir adam yatağında sırt üstü yatmış iken başını kaldı­rıp yıldızlara ve göğe bakmış ve demiş ki; şahitlik ederim ki senin bîr rab-bin ve yaratıcın vardtr. Allah'ım bana mağfiret buyur. Yüce Allah da ona na­zar etti ve mağfiret buyurdu,"[397]

Yine Wz. Peygamber (sav): "Tefekkür gibi bir ibadet yoktur" diye buyur­muştur.[398] Yine şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir; "Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırhdır."![399]

İbnü'l-Kasım da Malik'den şöyle dediğini rivayet etmektedir. Um ed-Derda.'ya şöyle denilmiş. Ebu'd-Derdâ'ntn en çok görünen hali ne idi? Um ed-Derda şöyle demiş: O en çok tefekkür edendi. Ona (L Mâuk'e) şöyle sorul­muş: Senin görüşüne göre tefekkür salih amellerden bir amel midir? O: Evet çünkü o yakînin kendisidir, diye cevap vermiş,

İbnü'l-Müseyyeb'e öğle ile İkindi arasında namaz kılmak hakkında soru sorulmuş o: Bu bir ibadet değildir, demiş. İbadet yüce Allah'ın haram kıldı­ğı şeylerden kaçınmak ve Allah'ın emri üzerinde tefekkür etmektir.

el-Hasen der ki: Bir anlık tefekkür bir gece boyunca namaz kılmaktan ha­yırlıdır. el-Hasen ayrıca şöyle der: Düşünmek mü'minin aynasıdır, o bu ay­naya bakarak iyilik ve kötülüklerini görür.

Üzerinde tefekkür edilecek hususlardan bir tanesi de haşr, neşr, cennet, cennetin nimetleri, cehennem ve azabı gibi âhîretin korkutucu halleridir.

Rivayet edildiğine göre Ebu Süleyman ed-Dârânî (ra) gece namazı kılmak üzere abdest almak için bir su kabı aldı. Yanında da bir misafir vardı. Bu mi­safir onun, kabı kulbundan tutmak üzere parmağını soktuğunu görmüş ve tan yeri ağarıncaya kadar bu halde tefekkür edip durmuş. Misafiri ona: Bu ne oluyor, ey Ebu Süleyman? deyince o şöyle demiş: Elimi bu kabın kulbu-na sokunca yüce Allah'ın şu buyruğu üzerinde düşündüm: KO zaman boyun­larında tasmalar ve zincirler bulunur... sürüklenecekler." (el-Mümin, 40/71.) İşte ben Kıyamet gününde boynuma tasma atılacağında ne yapabileceğimi ve durumumu düşündüm. Sabah oluncaya kadar da bu halim devam etti.

İbn Atiyye der ki: İşte bu, korkunun en ileri derecesidir. Fakat İşlerin en hayırlısı orta yollu olanlarıdır. Tutumları senet olan ümmetin ilim adamları bu yolu tutmamışlardır. Anlayıp faydalanması umulan kimseler için yüce Al­lah'ın Kitap ilmini ve Rasûlulah (sav)ın sünnetinin manalarını okumak böy­le bir işten daha faziletlidir.

İbnu'I-Arabi der ki: İnsanlar şu İki amelden hangisinin daha faziletli ol­duğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Tefekkür mü yoksa namaz mı? Su-filer tefekkürün daha faziletli olduğu görüşündedirler. Çünkü tefekkür ma­rifeti doğurur. Bu ise Şer'î makamların en faziletlisidir. Fukahâ'nın görüşü­ne göre ise namaz daha faziletlidir. Çünkü hadis-i şerifte namaz teşvik edil­miş, namaza çağırılmış (ezan) ve namaz özellikle (mükâfat vaadiyle) teşvik edilmiştir.

Buhârî ve Müslim'de İbn Abbas'dan teyzesi Meymune'nin yanında gece­yi geçirdiğine dair bir rivayet vardır ki; bunda şu ifadeler de yer almaktadır: Rasûlullah (sav) kalktı, yüzünden uykunun etkilerini sildi. Daha sonra Ba­kara Sûrf si'nin son on âyetini okudu. Duvarda asılı bir kırbaya doğru girip onu aldı. Oradan az su kullanarak bir abdest aldı. Daha sonra da onüç re­kât namaz kıldı...[400]

Şimdi, Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, siz Hz. Peygamber'in önce yara­tıklar üzerinde tefekkürü sonra da namaza yönelişini bir arada yaptığına bir bakınız. İşte kendisine güvenilecek sünnet uygulama budur. Sufiler şeyhin bir gün, bir gece yahutta bir ay aralıksız olarak düşünmesine gelince; bu in­sanlara yakışmayan ve doğruluktan uzak bir yoldur ve böyle bir uygulama­nın sünnete uygunluğu sözkonusu değildin

İbn Atiyye der ki: Babam da bana doğudaki ilim adamlarından birisinden şöyle dediğini nakletmektedir: Mısır'da el-Akdam mescidinde geceyi geçiri­yordum. Yatsı namazını kıldım, bir adamın sabah namazına kadar üzeri ör­tülü olduğu halde yattığım gördüm. Biz ise o gece namaz kıldık. Sabah na­mazı için kamet getirilince sözünü ettiğim o adam kalktı, kıbleye yönelip ce­maatle birlikte namaz kıldı. Ben onun abdestsiz bir şekilde namaz kılma cü­retini çok büyük bir iş olarak değerlendirdim. Namazı bitirdikten sonra çı­kıp gitti. Ben de ona öğüt vermek kastıyla arkasından gittim. Fakat ona yak-laşcığım sırada şöyle bir sür okumakta olduğunu gördüm:

"Bedenim örtülü gaip ve hazırım

Kalbi uyanık sessiz ve zâkirim

Gayblarda gizlenmiş (kabzolmuş) ve bast olmuşum.

işte hem arif hem aâkir olan böyle olur.

Gecesini düşünce ile geçirir de

Gece boyunca o hem uyuyandır, hem de uykusuz kalan."

Anladım ki bu kişi düşünerek İbadet eden kimselerden birisidir, o bakım­dan onunla konuşmaksızın bırakıp gittim. [401]

 

9. Yüce Allah Boşuna Bir Şey Yaratmamıştır:

 

"Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın" yani onlar şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları eğlence olsun, abes yere yaratmadın, aksine Sen bunla­rı kudret ve hikmetine delil olmak üzere yarattın.

Bâtıl (mealde: Boş) zail olan ve giden demektir. Lebîd'in şu mısraı da bu manadadır:

"Haberiniz olsun ki Allah'tan başka her şey batıldır."

Yani zeval bulucudur yok olucudur.

"Boşuna", bâtıl kelimesinin mansûb olması, hazf edilmiş bir mas­tarın sıfatı olduğundan dolayıdır. Yani sen bunu boş bir yaratma olsun diye yaratmadın, demektir. Cenine sebeb olan edatın kaldırılması dolayısıyla mansûb olduğu da söylenmiştir. Yani; Bâtıl olsun diye bunları yaratmadın, demektir. İkinci mefhum olarak nasb edildiği de söylen­miştir. O taktirde yarattı Gıalaka); kıldı, var etti, anlamında olur.

" Münezzehsin ifadesi ile ilgili olarak, en-Nahhas Mûsâ b. Talha'dan senedini kaydederek şöyle demiştir; Rasûlullah (sav)a "Subhanallah"ın ne demek olduğuna dair soru sorulmuş, o da şöyle buyurmuş: "Allah'ın kö­tü şeylerden uzak bilinmesi, tenzih edilmesi demektir."[402] Bu hususa dair açık-tamalar yeteri kadar Bakara Sûresi'nde (2/30. âyet 17- başhkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

"BİZİ o ateş azabından koru" yani bizi o ateş azabından himayene al. Bu­na dair açıklamalar da önceden (el Bakara, 2/201. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [403]

 

10- Ateşe Atılanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Rabbİmiz! Sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hakir kıldın demekti?" buyruğu zelil kıldın, küçük düşürdün demektir, anlamın­dadır. el-Mufaddal ise onu helak ettin, anlamına gelir demiş, ve şu beyiti bu­na örnek göstermiştir:

"Helak etsin Cahzâ) o ilâh ki, haça tapanları Ve rahiplerin şapkalarını giyenleri."

Bu kelimenin, rezil etmek ve uzaklaştırmak anlamına geldiği de söylen­miştir. "Ahzâhullah" denilir ki; Allah onu uzaklaştırsın ve ona gazab etsin ma­nasına gelir. Bu kelimenin ismi "hizy" gelir. îbn es-Sİkkît der ki: Bir belâ ve musibete duçar olmak anlamına da kullanılır.

Vaîd sahipleri (Mutezile) bu âyet-i kerimeye dayanarak şöyle derler: Ce­henneme girdirilen bir kimsenin mü'min olmaması gerekir, çünkü yüce Al­lah: "Şüphesiz onu hakir kıldın, demektir" diye buyurmaktadır. Başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: "O gün Allah Peygamberi ve onunla birlik­te olan iman edenleri hakir kılmayacaktır." (et-Tahrim, 66/8) Ancak onla­rın bu iddiaları red olunur; çünkü büyük günah işleyen kimsenin daha ön­ce geçtiği gibi ve ileride de geleceği üzere, iman adı zail olmamaktadır. Yü­ce Allah'ın: "Sen kimi ateşe sokarsan" buyruğundan kasıt, cehennemde ebe­di bırakırsan, demektir, ki bunu Enes bin Malik söylemiştir. Karade de der ki: Tudhil (sokarsan) kelimesi, tuhlıd (.ebedi bırakırsın) kelimesinin maklûbu-dur. (Yani harfleri yer değiştirilerek oluşmuş bir kelimedir.) Bununla birlik­te biz Harûrâlılann (Haricîlerin) dedikleri gibi demeyiz.

Saİd b, eİ-Müseyyeb de der ki: Bu âyet-i kerime ateşten çıkartılmayacak bir topluluk hakkında özeldir. Bundan dolayı yüce Allah: "Zalimlerin" ya­ni kâfirlerin "hiç yardımcıları yoktur" diye buyurmaktadır.

Mana bilginleri de derler ki: Hızy {hakirlik, horluklun haya anlamına gel­me ihtimali de vardır. Utanan bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Bir utanma kapladı; onu

Habl tarafından geldiği vakit; gazab ile karışmış."

Buna göre o günde mü'minlerin "hızy"inden kasıt, cehenneme girecek­leri için oradan çıkıncaya kadar diğer din sahiplerinden utanmaları demek­tir. Bunun kâfirler için ifade ettiği anlam ise, ölüm sözkonusu olmaksızın ora­da helak olmalarıdır. Müminlerin ise cehennemde kalmalarının bir nihayeti vardır. Böylelikle onlardan ayrılmış oluyorlar. Nitekim Müslim'in Sahih'inde rivayet ettiği Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen sahih sünnette de böylece sa­bit olmuştur[404]  ki; bu hadis-i şerif daha önceleri geçtiği gibi, İleride de gele­cektir. [405]

 

11. Çağırıcının Çağrısını Kabul Etmek:

 

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz! Doğrusu biz: Rabbinize iman edin, diye imana çağıran bir daVetçiyi işittik" buyruğunda davetçiden kasıt Muhammed (sav)dır. Bunu İbn Mes'ud, tbn Abbas ve mütessirlerin çoğu söylemiştir.

Katade ile Muhammed bin Ka'b el-Kurazî ise; o Kur'ârt-ı Kerîm'dir, der­ler. Çünkü onların hepsi Rasûlullah (sav)i işitmiş değildir. Yüce Allah'ın cinlerden iman edenlere dair vermiş olduğu haber onların bu görüşlerinin de delilidir. Çünkü cinler: "Gerçekten, biz hayrete düşüren bir Kurbân dinledik ki o rüşd'e (hakka ve doğruya) götürüyor" (el-Cin, 12/1-2) demişlerdi.

Birinci görüşün sahipleri şöyle cevap vermektedirler: Kur'ân-ı Kerîm'i işi­ten kimse Peygamber (sav)m kendisiyle karşılaşmış gibidir. Bu da mana İti­bari ile doğrudur.

"İman edin diye buyruğundaki Diye" kelimesi cer har­finin hazf edilmesi esası üzere nasb mahallindedir, Yani; İman edin diye, anlamındadır.

Bu ifadede taktım ve tehir vardır. Yani bizler bir münadi işittik ki, o ima­na çağırıyordu, demektir. Bu da Ebu Ubeyde'den nakledilmiştir.

" İmana" buyruğundaki "lâm"ın anlamına olduğu da söy­lenmiştir ki, imana çağıran... demektir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olctu-ğu gibi: "Sonra kendilerine yasak kılınan, şeylere dönen..." (el-Mücâdele, 58/8); "Çünkü Rabbin ona uahy etmiştir" (ez-Zilzâl, 99/5); "Bizi bu yola hi­dâyet eden Allah'a hamd olsun" (el-A1raf', 7/43) Buradaki bütün "lâm" harf­leri "ilâ" anlamındadır. Bunun benzerleri pek çoktur. Bir görüşe göre burada­ki "lam'ın ecl (için, dolayı) anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: Bizi iman için çağıran, anlamında olur. [406]

 

12. Allah'tan Mağfiret Dileyin:

 

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört" buy­ruğu yapılan duayı tekid ve duada mübalağadır Her iki ifadenin de anlamı aynıdır. Çünkü mağfiret de keffaret de (günahları) örtmek bağışlamak anla­mındadır.

"Canımızı da iyilerle birlikte al." Yani peygamberlerle birlikte olan iyi kimseler olarak al; yani bizi iyi kimseler arasında bulundur,

Ebrâr kelimesinin tekili "berr" ve "bârr" dır. Asıl anlamı genişlikten gel­mektedir. Birr, adeta yüce Allah'a itaatta bir genişlik ve Allah'ın rahmetinin de onu kuşatan bir genişlik gibidir. [407]

 

13- Peygamberlerle Vaadedilenler:

 

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz! Bize peygamberlerinle" yani peygamberlerin ara­cılığı ile; onların ifadeleri vasıtası ile "vaadettikleriniver." Bu buyruk da: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunu andırmaktadır.

el-Ameş ve ez-Zührî; Peygamberlerin" kelimesini "sin" harfini sakin olarak; diye okumuşlardır.

Burada peygamberler ve vaad olunan şeyden kasıt, pegamberlerin ve me­leklerin mü'minlere mağfiret dilemesi şeklinde sözü edilen hususlardır. Me­lekler de yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler. Ayrıca Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in mü'minlere yaptıkları zikr edilen duaları ile Peygamber (sav)ın ümmetine mağfiret dilemesi bu vaad olunan şeyler arasındadır

"Ve Kıyamet günü rezil etme bizi!" Bizi azaplandırma, helak etme, rüs-vay etme, küçük düşürme, rahmetinden uzaklaştırma, Kıyamet gününde bize gaz ab etme!

"Şüphesiz Sen sözünden asla dönmezsin.n "Rabbimiz bize peygam­berlerinle bize vaad ettiklerini ver" ifadesini onun sözünden asla dönme­yeceğini bilmelerine rağmen kullanmaları nasıl açıklanabilir? diye sorulursa bu soruya üç türlü cevap verilebilir:

a. Şanı yüce Allah iman edenlere cennet vaadinde bulunmuştur. Onlar da rezil edilmeden ve cezalandırılmaksın kendilerine bu vaadin yapıldığı kimselerden olmayı istediler.

b. Onlar bu duayı Allah Teâlâ'ya ibadet ve itaatle boyun eğmek niyeti ile yapmışlardır. Dua da ibâdetin beynidir. Bu da yüce Allah'ın: "De ki: Rabbim, hak ile hükmet" (el-Enbiyâ, 21/112') buyruğunu andırmaktadır. O haktan baş­kası ile hükmetmem eki e birlikte, böyle demesi emrolun muştur.

c. Onlar bu duaları ile düşmanlarına karşı kendilerine vaad olunan zafe­rin acilen verilmesini istediler. Çünkü bu dua, Peygamber (sav)ın ashabı ta­rafından yapıldığı nakledilen bir duadır. Onlar bu taleplerini dinin güçlen­mesi ve aziz kılınması için yapmışlardır. Doğrusunu en İyi bilen Allah'dır.

Enes bin Malik'in rivayetine göre Rasûlutlah şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah, her kime belli bir amel karşılığında bir sevap vereceği va­adinde bulunmuşsa, mutlaka o kendi katından bir rahmet olmak üzere ona verdiği bu sözünü yerine getirecektir, her kime de belli bir amele karşılık ola­rak bir ceza vaadinde bulunmuşsa bu hususda yüce Allah muhayyerdir. (Yani dilerse o cezayı verir, dilemezse vermez)."[408]

Araplar da sözde durmamayı yerer ve buna karşılık yapılan tehdidi ise ye­rine getirmemekten övgüyle söz ederler. O kadar ki şair (Âmir bin et-Tufayl) şöyle demiştir:

"Yaşadığım sürece korkmasın amcamın oğlu benim satvetimden; Ve ben tehdit edenden korkarak asla saklanmam. Ben onu her ne zaman tehdit ettim veya ona vaadde bulundu isem; Tehdidimi gerçekleştirmem, fakat verdiğim sözü yerine getiririm." [409]

 

14. Allah'ın Duaları Kabulü:

 

"Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi:..." Yani onların duala­rına şöylece cevap verdi.

el-Hasen der ki: Onlar Rableri dualarına karşılık verinceye kadar Rabbi-miz! Rabbimiz! deyip durdular.

Cafer es-Sâdık der ki: Her kim bir işten dolayı sıkıntıya düşecek olursa beş defa Rabbena (Rabbimiz)! diyecek olursa, Allah onu korktuğundan kurtarır ve dilediğini ona verir. Bu nasıl olur? diye sorulunca şu cevabı verir: Eğer arzu eder­seniz: ""Onlar ki ayakta, oturarak ve yanları üstünde yatarken... şüphesiz Sen sözünden asla dönmezsin" buyruklannı okuyoruz-, diye cevap verdi. [410]

 

15. Allah Amel Edenin Ecrini Boşa Çıkarmaz:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki Ben..." buyruğunu İsa b. Arat hemze'yi esreli olarak okumuştur. Yani: "Karşılık verdi ve buyurdu ki: Şüphesiz ki Ben" anlamında olur.

Hakim Ebû Abdullah Sahihimde Um Seleme'den şöyle dediğini naklet­mektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Allah'ın hicret hususunda kadınlardan her­hangi bir şekilde söz ettiğini duymadım, deyince yüce Allah: "Nihayet Rab-leri dualarına şöyle karşılık verdi: Gerek erkek olsun, gerek dişi olsun her bir çalışanın hiçbir işini boşa çıkarmam.." âyetini indirdi. Bu hadisi Tir-mizî de rivayet etmiştir.[411]

Burada in gelmesi, öncesinden nehy harfi olduğundan dolayı tekid içindir. Kûfeliler ise şöyle demişlerdir: Bu tefsir (açıklama) içindir. Hazf edilmesi de caiz değildir. Çünkü bu edat kendisi olmaksızın ifadenin düzgün olamayacağı bir anlam dolayısıyla gelmiştir. Ancak inkârı tekidi için geldi­ği taktirde hazfl söz konusu olur.

uBirblrlnizdensiniz buyruğu mübtedâ ve haberdir. Sizin dininiz birdir demektir. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sevap, hükümler, yardımcı olmak ve buna benzer hususlarda birbirinizdensiniz.

ed-Dahhak ise der ki: İtaat bakımından erkekleriniz kadınlarınız gibi, ka­dınlarınız da erkekleriniz gibidir, Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andır­maktadır: "Mümin erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir­ler." (et-Tevbe, 9/71.) Filan kişi benimle aynı kanaattedir ve benim gibi bir ah­laka saiıiptir, anlamında da: "Filân ktşi bendendir" denilir. [412]

 

16. Hicret ve Cihad Edenlerin Mükâfatı:

 

"Hicret edenlerin" buyruğu mübtedâ ve haberdir. On­lar yurtlarını terkedip Medine'ye gitmişlerdir, demektir

Aziz ve celil olan Allah'a itaat uğrunda "yurtlarından çıkarılanların, Be­nim yolumda" Benim düşmanlarıma karşı "savaşanların ve" Benim yo­lumda "Öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğini."

İbn Kesir ve İbn Âmir: "Öldürülenlerin1" buyruğunu çokluk an­lamını İfade etmek üzere: şeklinde okumuşlardır. el-A'meş ise (-ke­limelerin yerlerini değiştirerek: Öldürülenlerin ve savaşanların," diye okumuştur. Çünkü aradaki "vav: ve" ikincisinin birincisinden son­ra olduğuna delâlet etmemektedir.

Bu ifadede geçmişe delâlet eden mahzuf olduğu da söylenmiş­tir. Savaşıp da öldürülenlerin..., demek olur. Şairin şu mısraı da bu kabildendir;

"Çocukluğa özendi fakat yaşlılık üstüne çıkmış bulunuyor."

Bu buyruğun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Yani onlardan geri kalan­lar da savaşmıştır. Araplar da: Biz Temimoğullannı öldürdük, derken onların ancak bir kısmının öldürülmüş olacağı açıktır. îbn Kays da şöyle demiştir:

"Şayet siz bizi öldürürsemz biz de sizi daha çok öldürürüz

Ömer bin Abdülaziz de "elipsiz olarak; Öldürüp öldürenle­rin... diye okumuştur.

"Günahlarını elbette örteceğim." Âhirette onların bu günahlarının üstü­nü kapatacağım, günahları dolayısı ile azarlamayacağım ve onları cezalan­dırmayacağım.

"Allah katından mükâfat olmak üzere" buyruğundaki: Mükâfat" kelimesi Basralılara göre tekid edici bir mastar (mefulu mutlak)dır. Çünkü: "Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım" buyruğu, Ben on-lan mutlak olarak bir mükâfatla mükâfatlandı raca ğı m v demektir. el-Kisâî ise bunun kat[413] olmak üzere nasb olduğunu, el-Ferrâ ise tefsir edici (.temyiz) olmak üzere nasb edildiğini söylemektedir.

"Mükâfatın en güzeli Allah kalındadır." Güzel mükâfat O'nun nezdindedir. Bu ise amel edenlere amelleri dolayısıyla verilecek olana dairdir.

Sevab: Mükâfat kelimesi, Döndü, döner1 den gelmektedir. [414]

 

17. Kâfirlerin Diyar Diyar Dolaşmaları Seni Aldatmasın:

 

Yüce Allah'ın: "Küfre sapanların diyar diyar dolaşmaları sakın seni al­datmasın* buyruğunun Peygamber (sav)a hitab olmakla birlikte, maksadın üm­met olduğu söylendiği gibi; herkese yönelik bir hitap olduğu da söylenmiş­tir. Şöyle ki; müslümanlar şöyle demişlerdi: Şu kâfirleri kâr getiren ticaretle­ri, pek çok servetleri de vardır. Diyar diyar da dolaşıp durmaktadırlar. Bizse açlıktan ölüyofuz. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil oldu. Yani yolculuk­larında gidip gelirken esenlik içerisinde olmaları sakın sizleri aldatmasın.

"Az bir geçim" yani onların bu dolaşıp durmaları az bir geçimdir. Yakub; "Sakın seni aldatmasın" buyruğunu, "nün" harfi şeddesiz ve sakin olarak; diye okumuş ve bunu del i İlendirmek üzere şu beyiti ta­nık göstermiştir:

"Sakin bir akşam seni aldatmasın.

Çünkü aeher vakti baz an ölüm musibetini getirebilir."

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu âyet-i kerimenin bir benzeridir: "Onla­rın ülkelerde dolaşıp durmaları sakın seni aldatmasın. (el-Mümin, 40/4)

Geçim (el-metâ); acilen kendisi ile yararlanılan şeydir. Bunu az olmakla nitelendirmesinin sebebi ise, bü meta'nın fâni oluşudur Fâni olan bir şey ise çok oİsa dahi az demektir. Tirmizî'nin Sahih'inde el Müstevrid b. Şeddâd'dan şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Peygamber (sav)ı şöyle buyururken din­ledim: "Âhirete nisbetle dünya ancak sizden herhangi bir kimsenin parma­ğını denize daldırması gibidir. Artık o (elini daldırıp çıkardıktan sonra sudan) neyi döndürdüğüne bir baksın."[415]

"O, ne kötü yataktır!" Yani küfürleri sebebi ile kendileri için ne kötü bir yatak hazırlamışlardır. Allah'ın cehennemde onlar için hazırladığı yer ne kö­tü bir yataktır! demektir. [416]

 

18. Nimetin Mahiyeti:

 

Bu âyet-i kerime ve: "Kâfir olanlar kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar" (Âli İmrân, 3/Î78); "Ben on­lara mühlet veririm, muhakkak ki Benim yakalamam şiddetlidir" (el-A'raf, 7/183); "Acaba onlara mal ve evlat vermekle onlara hayırlarını acelece verdiğimizi mi sanıyorlar?" (el-Muminûn, 23/55); "Biz bilmedikleri cihetten onları derece derece helake yaklaştıracağız. (el-A'raf, 7/182) buyruklarda ve benzerlerinde kâfirlere dünyada nimet verilmediğine delildir. Çünkü nime­tin gerçek mahiyeti âdlen olsun, uzak vadede olsun, zarar şaibelerinden arın­mış olmaktır. Kâfirlerin nimetlerinde ise acı ve cezalandırılma şaibeleri var­dır. O bakımdan bu nimetler, bir kimsenin başkasına içinde zehir bulunan bir tatlı sunmasına benzer. Her ne kadar bu tatlıyı yiyen kişi lezzet alsa bi­le; ona nimet verildi, denilemez. Çünkü bu tatlıyı yemekle o ölecektir.

İlim adamlarından bir topluluk bu görüşü benimsemiştir. Bu, aynı zaman­da eş-Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'nin de görüşüdür. Aralarında sünnetin kılı­cı, ümmetin savunucu dili Kadı Ebû Bekr'in de bulunduğu bir topluluğun gö­rüşüne göre ise, Allah onlara yalnızca dünya hayatında nimet vermiş oldu­ğunu ileri sürmüş ve şöyle demişlerdir: ('Nûn" harfinin üstün okunuşu ile) na'met'in aslı rahat ve yumuşak geçim demektir.

Yüce Allah'ın: "Ve içinde alışageldikleri nice nimetlerden..." (ed-Duhân, 44/27).

Nitekim iyice öğütülüp alabildiğine ufaltılan un hakkında da: " înce un" denilir. Sahih olan da budur. Buna delil, yüce Allah'ın kâfirlere ve bütün mükelleflere kendisine şükretmelerini vacip kılmış olmasıdır. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın nimetlerini hatırlayınız" (el-A'raf, 7/74); "Ve Allah'a şükrediniz." (el-Bakara? 2/172) Şükür ise ancak bir nimete kar­şılık yapılır. Nitekim yüce Allah kafir olan Karun'a da şöyle denildiğini bil­dirmektedir: "Allak sana nasıl ihsanda bulunduysa sen de öylece ihsanda bulun" (el-Kasas, 28/77) Bu ise Karun'a bir hitaptır. Yine yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah korkudan yana emniyet ve huzur içerisinde bulunan bir ülkeyi (halkını size) örnek gösterdi..." (en-Nahl, 16/112)

Burada yüce Allah kendilerine dünyevi nimetler ihsan etmiş olduğuna ve onların da bu nimetleri inkâr ettiklerine dikkat çekmektedir. Bir başka yer­de de şöyle bu vurulmaktadır: "Onlar Allah'ın nimetini itiraf ettikten son­ra da O'nu inkâr ederler" (en-Nahl, 16/83). Bir başka yerde de şöyle buyur­maktadır: "Ey insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın" (Fâtır, 35/3)

İşte bu buyruklaf, kâfir olanlar hakkında da olmayanlar hakkında da umumîdir, tçine zehir katılmış bir yiyeceği başkasına sunan kimseye gelin­ce; bu kişi de aslında bu uygulaması ile karşısındaki şahsa halihazırda mer­hametli ve yumuşak davranmış olur. Çünkü ona katıksız zehir içirmek yolu­na gitmeyip aksine o zehiri tatlıya karıştırmıştır. O bakımdan böyle bir kim­se hakkında da: Ona nimette bulundu, demek uzak bir ihtimal değildir.

Bu, bu şekilde sabit kabul edildiğine göre; nimetler iki türlüdür: Fayda­lanma nimetleri ve önleme nimetleri. Faydalanma nimetleri kendilerine ula­şan, elde el tikleri çeşitli lezzetler ve zevklerdir. Önleme nimetleri ise onla­ra ulaşmaları engellenen çeşitli afet ve musibetlerdir. Buna göre yüce Allah -farklı bîr görüş söz konusu olmaksızın- kafirlere önleme nimetleri ile nimet­lerde bulunmuştur. Bu da onlardan uzak tutulan çeşitli acı ve hastalıklardır. Buna göre ilim adamları arasında kâfirlere dinî mahiyette nimet ihsan edil­mediği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Allah'a hamd olsun. [417]

 

19. En Büyük Nimete Mazhar Olanlar Takva Sahipleridir:

 

 Yüce Allah'ın: "Fakat Rablerinden korkanlar için... buyruğu nefy an­lamını İhtiva eden buyruklardan sonraki bir istidrâktir. Çünkü bundan önce­ki buyruğun anlamı şu ki: Onların ülkelerde gezip dolaşmalarından Fayda­lan yoktur. Fakat takva sahiplen için büyük çapta yararlanma ve ebedîlik söz-konusudur. Buna göre; "(Fakat" buyruğu mübtedâ olmak suretiyle reP mahallindedir. Yezid bin Ka'ka ise; "nûn"u şeddeli olarak okumuştur. [418]

 

20- Takva Sahiplerine Yapılacak ikramlar:

 

"Allah'tan bir İkram olmak üzere" buyruğundaki -ikram anlamı verilen-:  buyruğu, Basralılara göre "Mükâfat" (195. âyet) ke­limesi gibidir (Yani tekid için gelen bir mastardır). Kisâî'ye göre bu mastar­dır el-Ferrâ ise bu müfessîrdir (temyizdir), der.

el-Hasen ve en-Nahaî bu kelimeyi iki tane ötrenin yan yana gelmesini ağır bulduklarından dolayı, sakin olarak; şeklinde okumuşlardır. Diğerle­ri İse bunu ağır (ze harfi de ötreli olmak üzere) okumuşlardır.

Bu kelime yolculuktan gelip misafir olarak konaklayana hazırlanan şey­leri irade eder. Şair der ki:

"Bir kavmin nezîli (misafiri), aralarında hakları en büyük olandır. Allah'ın hakkı da misafirin hakkı içindedir."

Nezîl kelimesinin çoğulu ise "enzâT gelin Nezîl bir pay, bîr araya gelmiş, toplanmış demektir. Nüzul (en-nüzul) aynı şekilde; gelir ve mahsul anlamı­na da gelir. O bakımdan "nezl ve nüzulü çok (geliri fazla) yiyecek" tabiri kul­lanılır. [419]

 

21- Cennetliklere Verilecek ikram:

 

Derim ki: Burada sözü geçen ikramın -doğrusunu en iyi bilen Allah'dır ya-Müslim'in Sahih'inde sözü edilen ikram olma ihtimali vardır. Orada Rasûlul-lah (sav)'ın azadlısı Sevbân tarafından nakledilen Peygamber (sav.)'a bir ya-hudi aliminin sorular sorduğu olayı anlatırken şöyle denilmektedir:

Yahudi alimi sordu: Yerin başka bir yer semaların da başka sema olup de­ğiştirileceği gün insanlar nerede olacaktır" dedi, Rasûlullah"(say): "Onlar köp­rünün beri tarafında karanlık içerisinde olacaklardır. Peki insanlar arasında ilk köprüyü geçecekler kimlerdir? diye sorunca Hz. Peygamber: "Muhacirle­rin fakirleridir" diye buyurdu. Yahudi; Peki cennete girecekleri vakit onlara verilecek olan ikram ne olacaktır?" dedi. Hz. Peygamber: "Balığın (mın.) ci-ğerindeki parmağı andıran fazlalıktır" dedi. Yahudi: Bunun akabinde onla­ra verilecek olan yiyecek nedir?" dedi. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: Dört bir yanından yiyip durmuş bulunan cennetteki öküz onlar için boğazlanacak-tır." Yahudi: Peki bundan sonra ne İçeceklerdir, diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Orada Selsebil diye adlandırılan bir pınardan içeceklerdir." Daha sonra Sevbân, hadisin geri kalan kısmını nakletti.[420]

İşte buradaki açıklamalar ikrama dair açıklamalarımıza da uygun düşmek­tedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır.

el-Herevî der ki: "Allah'tan bir ikram olmak üzere" buyruğunun anlamı, bir sevap olmak üzere demektir, riiık olmak üzere diye de açıklanmıştın

'Allah katında olanlar, müminler için daha hayırlıdır." Kâfirlerin dün­yada içinde bulundukları nimetlerden daha hayırlıdır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [421]

 

22. Kitap Ehlinden Allah'a İman Edenler:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz kitap ehlinden öyleleri vardır ki Allah'a... iman ederler." Câbir bin Abdullah, Enes, İbn Abbas, Katâde ve el-Hasen der ki: Bu âyet-I kerime Necâşî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki Necâşî vefat et­tiğinde Hz. Cebrail bunu Rasûlullalı (sav)a bildirdi. Bunun üzerine Pey­gamber (sav) da ashabına: "Haydi kalkınız! Kardeşiniz Necâşî'nin namazını kılınız!" buyurdu.[422] Birbirlerine şöyle dediler: Bizlere Habeş gavurlarından bir gavurun namazını kılmayı emr mi ediyor? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüp­hesiz kitap ehlinden Öyleleri vardır ki Allah'a, si/o indirilene ve kendi­lerine indirilmiş olana... iman ederler" buyruğunu indirdi.

ed-Dahhâk der ki: "Size indirilene" Kur'ân-t Kerîm'e *ve kendilerine İn­dirilmiş olana" yani Tevrat ve İncil'e "... iman ederler."

Kur'ân-ı Kerîmde işte (böyleler! hakkında) şöyle buyuruîmaktadir: "İşte bunlara ecirleri iki defa verilir." (el-Kasas, 28/54)

Müslim'in Sahih'indeki bir hadiste de Hz. Peygamber: "Üç kişi vardır ki onlara ecirleri iki defa verilir" diye buyurduktan sonra şunu zikreder: Kitap ehlinden bir kimse; Peygamberine iman ettikten sonra Peygamber (sav)a ye­tişir, ona iman eder, ona tabi olur ve tastik ederse; "onun için de iki ecir var­dır." Daha sonra Müslim, hadisin geri kalan kısmını zikreder.[423]

Bakara Sûresi'nde de (2/115. âyet, 3- başlıkta) Necâşî'nin namazının kıl-dırılması ve ilim adamlarının hazır bulunmayan ölünün namazının kılınma­sı ile ilgili göîüş ayrılıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Tekrar etmenin anlamı yoktur.

Mücahidj İbn Cüreyc ve İbn Zeyd de der ki: Bu âyet-i kerime kitap eh­linden olup iman eden kimseler hakkında inmiştir. Bu görüş ise umumî bir görüştür, Necâşî de onlardan bir kimsedir. Necâşî'nin asıl adı Ashame'dir. Arapça karşılığı Atiyye (bağış) demektir.

"Huşu' duyarak"; zilletlerinin farkına vararak demektir. Bu kelime "iman ederler" deki 2amirden hal olmak üzere nasb edilmiştir. Bunun "kendileri­ne" yalıutta "size" buyruklarındaki zamirden hal olduğu da söylenmiştir Âyet-i kerimedeki diğer buyruklar da açıktır. Bu ifadelere benzer açıklama­lar da önceden geçmiş bulunmaktadır. [424]

 

23. îman Edenlere Sabır, Sebat ve Ribât Emri:

 

Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, sabredin... buyruğuna gelince; yüce Allah, bu sûreyi son on âyetin sonuncusu olan bu âyet-i kerime ile sona er­dirmektedir ki, bu on âyet-i kerimede dünya hayatında düşmanlara karşı mu­zaffer olmanın, âhiret nimetlerini elde ederek kurtulmanın yolunu ihtiva eden tavsiyeleri kapsamaktadır. Bu âyet-i kerime ile yüce Allah, itaatler üzere ve şehvetlere karşı sabrı teşvik etmektedir. Sabr ise alıkoymak, engellemek de­mektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/155. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Mûsâbere (sabır ve sebat göstermek) emrine gelince; bunun düşmanla­ra karşı sebat göstermek anlamında olduğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Zeyd bin Eşlem yapmıştır. el-Hasen ise, beş vakit namaza sebatla devam et­mek diye açıklamıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Musâbere, sürekli olarak nefsin arzularına muha­lefet etmektir. Nefis bir işe davet ederken kişinin o çağırdığı şeye gitmeme­si, ondan vazgeçmesi demekür.

Ata ve (İbn Ka'b) el Kurazî Ese der ki: Size veriten vaadi sabırla bekleyi­niz yani ümit kesmeyiniz ve zafer kazanacağınız vakti gözleyiniz. Hz. Pey­gamber de şöyle buyurmuştur: "Sabır ile kurtuluşu beklemek bir ibadettir"[425] Ebu Ömer (îbn Abdi'l-Berr'de) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu görüşü ter­cih etmiştir. Birincisi ise cumhurun görüşüdür. Antere'nin şu beyiti de bu ka­bildendir:

"Bizim sabrımız (zafer beklememiz) gibi aebât gösteren bir kabile görmedim; Bizim mücadele edip çarpıştığımız kimse gibileriyle de çarpışmadılar."

Antere'nin: "Bizim sabrettiğimiz gibi sebat gösterenler" sözü yani savaş es­nasında düşmana karşı sebat .gösterip herhangi bir korkaklık ve gevşeklik iz­har etmeyenler demektir.

Mücadele İse karşı karşıya yüz yüze gelip çarpışmak demektir.

İşte bundan dolayı tefsir alimleri: "Ribâtyapın" buyruğunun anlamı hak­kında farklı görüşlere sahiptirler. Ümmetin cumhuru der ki: Yani atlarınızla düşmanlarınıza karşı ribât yapın. Yani düşmanlarınız nasıl ki atları bağlayıp besliyor ise siz de öylece bağlayıp besleyiniz. Yüce Allah'ın: "Bağlanıp bes­lenen atlar (ribatu'l-hayl) (el-Enfal, 8/60) buyruğundakİ ribât ta bu anlam­dadır.

Muvatta'da Malik'in Zeyd b. Eşlem'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ebu Ubeyde b. el Cerrah, Ömer b. el-Hattaba mektup yazarak Bizans ordusunun büyük kalabalığından ve onlardan çekindiğinden söz etti. Hz. Ömer ona yaz­dığı mektubunda şöyle cevap verdi: İmdi, rnü'min herhangi bir kula herhan­gi bir sıkıntı gelip çatacak olursa, mutlaka Allah ondan sonra ona bir kurtu­luş yolu açar. Ve hiç şüphesiz tek bir zorluk iki kolaylığı yenemez. Çünkü yü­ce Allah Kitab-ı Kerîm'înde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler. Sabre­din, sebat gösterin, ribat yapın ve Allalrdan korkun ki felüh bulaşınız.[426]

Ebu Seleme b. Abdurrahman der ki: Bu âyet-i kerime bir namazı kıldık­tan sonra diğer namazı beklemek hakkındadır. Rasûlullah (sav)ın dönemin­de ise Ribat yapmayı gerektirecek bir gaza sözkonusu değildi. Bu açıklama­yı el-Hâkim Ebu Abdullah, SahilVinde nakletmektedir.[427]

Ebû Seleme bu hususta Hz. Peygamber'in şu buyruğunu delil göstermek­tedir: "Ben sizlere Allah'ın kendisi sebebi ile günahları sildiği ve dereceleri kendisi ile yükselttiği şeyi göstereyim mi? Bu, hoş olmayan şeylere rağmen abdesti iyice almak, mescitlere çokça adım atarak gitmek, namazdan sonra diğer namazı beklemek, işte ribat budur" dedi ve (son cümleyi) üç defa tek­rarladı. Bunu Malik rivayet etmiştir.[428]

İbn Atiyye der ki: Bu konuda doğru olan görüş şudur: Ribat Allah yolun­da (cihad)ı iltizâm etmektir (.sürdürmektir"). Bunun aslı atları rabtetmek (bağlamak)dan gelmektedir. Daha sonra İslam serhadlerinden herhangi bi­risinde kalıp orayı korumak üzere giren herkese "murâbıt" adı verildi. İster süvari olsun, ister piyade. Bu kelime "rabfdan alınmadır Peygamber (sav)ın: "İşte ribât budur" diye buyurması bunu Allah yolunda ribâta bir benzetme­dir. Ribat'ın sözlük anlamı ise birincisidir. Bu da Hz, Peygamber'in: "Güçlü kuvvetli olan kimse başkalarının sırtını yere getiren kimse değildir"[429] hadi­si ile; "Yoksul dediğiniz şu kapı kapı dolaşan kimse değildir"[430] hadisini ve benzerlerini andırmaktadır.

Derim ki: İbn Atiyye'nin: "Sözlük anlamı ile ribat birinci anlamdakidir" şek­lindeki ifadeleri kabul edilemez. Çünkü dilin önder bilginlerinden ve güve­nilir alimlerinden birisi olan el-Halil b. Ahmed şöyle demektedir: Ribat; ser-hadlerden ayrılmamaktır. Aynı şekilde namaza da ısrarla devam etmekdir, O halde şu sonuca ulaşılmaktadır: Namazı beklemek de -Peygamber (sav.)ın bu­yurduğu gibi- lügat manası ile hakikat anlamında bir ribâttır, Bundan daha ileri derecedeki açıklama da eş-Şeybanî!nin söylediği sözlerdir. Ona göre asla kesilmeyen devamlı akan suya "maun müterâbitun" denilir. Bunu da İbn Fâris nakletmiştir. Bu ise Ribat'ın sözlük anlamı itibari ile bizim sözünü et­tiğimin başka şeyleri de kapsamasını gerektirmektedir. Araplara göre murâ-bıt: Bir şey üzerinde çözülmeyecek şekilde yapılan düğümdür. Bu da mana İtibari İle sabır gösterilen şeye racidir. Böylelikle kalbinde güzel niyeti tutar, bedenini de İtaati işlemek durumunda bırakır Bunun en büyük ve en önem­li işlerinden birisi ise Kur'ân-ı Kerîm'de yüce Allah'ın: Ve bağlanıp beslenen atlar (el-Enfal, 8/60) buyruğunda açıkça belirtildiği gibi -ve ileride de ge­leceği üzere- Allah yolunda atları bağlayıp beslemektir. Peygamber (say)ın de ifade buyurduğu gibi namaz kılmak üzere kişinin kendisini bağlaması (na­maz vakitlerini gözetlemesi)dîr. Bu açıklamayı (ihtiva eden hadis-i şerifi) Ebu Hureyre, Cabir ve Ali rivayet etmiştir. Artık bundan öte bîr açıklama arama­ya da gerek yoktur. [431]

 

24- Hukukçulara Göre Allah Yolunda Ribat Yapan Kimse:

 

Fukahâya göre Allah yolunda ribat yapan kişi herhangi bir süre kadar ri­bat yapmak üzere serhatlerden birisine giden kimse demektir. Bunu Muham-med b. el-Mevvâz söylemiş ve rivayet etmiştir. Her zaman için orada yaşa­yan ve kazançlarını sağlayan, aileleri İle birlikte serhadlerde yaşayanlara ge­lince; bunlar her ne kadar koruyucu kimseler olsalar dahi murabut değiller­dir. Bunu da İbn Atiyye söylemiştir.

îbn Huveyzimendâd şöyle demektedir: Ribâtın iki durumu vardır. Birin­cisinde şerha d güvenilir, koruma altında bulunur; böylesi bir yerde hanım ve çocuklarla birlikte yerleşmek caizdir. Şayet güvenilir bir yer değil ise, eğer savaşabilecek kimselerdense bizzat orada ribat yapması caizdir. Ancak düş­man onlara üstünlük sağlayıp esir alıp köleleştirmesin diye böyle bir yere ai­le ve çocuklarını taşıması caiz olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır. [432]

 

25. Ribâtın Fazileti:

 

Ribâtın faziletine dair bir çok hadis-i şerif vârid olmuştur. Bunlardan bi­risini Buhârî Seni b. Sa'd es-Sâidî'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah yolunda bir gün ribât yapmak Allah nezdinde dün­yadan ve onun  içindeki her şeyden hayırlıdır. [433]

Müslim'in Sahih'inde de Selman'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra-sûluliah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Bir gün ve bir gece ribat yapmak, bir ay oruç tutmaktan ve o ay boyunca namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Ri­bât yapan kişi) bu durumda öldüğü taktirde daha önce yapmış olduğu ame­linin de sevabı yazıldığı gibi, ona rızkı da verilir ve kendisini haktan uzakiaştıracaklara karşı güvenlik altına alınır."[434]

Ebû Dâvûd da Sünen'inde Fedâle b. Ubeyd'den rivayet ettiğine göre Ra-sûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her ölenin ameli mühürlenir, murâbit müs­tesna. Onun ameli Kıyamet gününe kadar artınlıp durur ve o ayrıca kabrin fitnecisinden yana emniyet altında tutulur.[435]

Bu iki hadisi şerifte ribatın sevabı ölümden sonra kalıp devam edecek amellerin en faziletlisi olduğuna dair delil vardır. Ölümden sonra sevabı de­vam edecek amellere dair hadis-i şerif de el-Alâ bin Abdurrahman yoluyla bize gelmiştir. el-Alâ babasından o da Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine gö­re Peygamber (.sav) şöyle buyurmuştur: "İnsan ötdü mü ameli (nîn sevabı) ondan kesilir. Üç şey müstesna. Cari bir sadaka yahut kendisi ile faydalanı­lan bir ilim yahut kendisine dua edecek salih bir evlat."[436]

Bu, yalnızca Müslim'in rivayet ettiği sahih bir hadistir. Sadaka-i cariye, ken­disi ile yararlanılacak itim ve anne babasına dua edecek salih evlata gelin­ce; bunlar da sadakanın sona ermesi, ilmin ortadan kalkması ve çocuğun ölü­mü ile kesilirler. Ribatın ecri ise Kıyamet gününe kadar kat kat artırılıp du­rulur. Çünkü (burada) artışın tek manası, ecrin kat kat artırılmasıdır. Bu ise burada sona ermesi ile sona erebilecek sebebe bağlı birşey değildir. Aksine ribat yüce AJlah tarafından lütfuyla Kıyamet gününe kadar devam eden bir fazilettir. Çünkü bütün iyi amellerin yerine getirilebilmesi, dinin sınırlarının korunup İslâm şeâirinin uygulanması suretiyle düşmandan sakınıp korunmak­la mümkün olur. İşte Allah'ın kişiye sevabını akıtırcasına vereceği bu amel, onun daha önce yapageldiği salih amellerdir. Bu hadisi İbn Mâce'de sahih bir senet ile Ebû Hureyre'den şöylece rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: "Her ktm Allah yolunda ribat yaparken ölürse Allah onun daha ön­ce yaptığı salih amelinin ecri ile rızkını ona verir. Fitnecinin Gerin) fitnesin­den yana emniyette tutulur ve Allah, Kıyamet gününde onu korku ve deh­şetten yana güvenlik altında olmak üzere diriltir. "[437]

Hadis-i şerifte ikinci bir kayıt daha vardır ki o da. ribat halinde iken ölmek­tir. Doğrusunu en iyi bilen Allah "dır,

Osman bin Affan'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir. Ben Rasûlul­lah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim Allah yolunda bir gece ribat yapacak olursa bu onun için (gündüzünü) oruçlu ve geceleyin de namaz kı­larak geçirdiği bin gün gibi olur."[438]

Ubey bin Ka'b'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir; Allah İçin müs-lümanlann zayıf noktalarını arkadan korumak üzere Allah yolunda bir gün­lük ribatın, Ramazan ayı dışında yüz yıl boyunca oruç tutup nama?, kılarak ibadet yapmaktan daha büyük bir ecri vardır. Yine Müslümanların zayıf noktalarını arkadan korumak üzere ecrini Allah'tan umarak Allah yolunda Ra­mazan ayında bir gün ribat yapmanın, Allah nezdinde ecir itibari ile- zanne­derim şöyle demişti- bir senelik -orucu ite namazı ile- ibadetten daha fazi­letlidir. Eğer Allah onu aile halkına sağ salim geri döndürecek olursa, üze-rine bin yılın bir günahı dahi yazılmaz, buna karşılık iyilikleri yazılır ve Kı­yamet gününe kadar da ona ribat ecri kesintisiz olarak verilir."[439]

Bu hadis-i şerif Ramazan ayında bir günlük ribai ile ribat yaparken ölme-se dahi devamlı olarak sevabının kaydedileceğini göstermektedir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'dır.

Enes bin Malik'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Rasûhıllah'ı (sav) şöyle buyururken dinledim; "Allah yolunda bir gece koruyuculuk yapmak, bir adamın ailesi arasında bin yıl oruç tutup namaz kılmasından daha fazi­letlidir. Bir sene ise üçyüz altmış gündür, bin gün de bir sene gibidir. "[440]

Derim ki: Namazdan sonra bir diğer namazı beklemenin de ribat olduğu­na dair rivayetler gelmiştir. Bu şekilde namazları bekleyen kimse için de yü­ce Allah'ın izni ile bu fazilete ulaşacağı umulur. Hafız Ebu Nuaym rivayetle der ki: Bize Süleyman bin Ahnıed anlattı, dedi ki: Bize Ali bin Abdülaziz an­latarak dedi ki: Bize Hatcac bin el Minhal: Bize Ebu Bekr bin Malik de an­lattı, dedi kt: Bize Abdullah bin Ahmed bin Hanbel anlattı, dedi ki: Bana ba­bam anlatarak dedi ki: Bana el-Hasen bin Mûsâ anlatarak dedi ki: Bize Hammad bin Seleme, Sabit el Bunanî'den naklen dedi ki: Sabit, Ebu Eyyub el-Ezdî'den o Nevf el-Bikâlî'den o Abdullah bin Amr'dan naklederek dedi ki: Peygamber (sav) ile bir seferinde akşam namazı kıldık. Bazı kimseler namaz­dan sonra ayrılmayıp yerlerinde kaldılar, bazıları da geri döndüler, Rasûlul-lalı (sav) insanlar yatsı namazına geri dönmeden önce geldi. Hz. Peygamber insanlar huzuruna gelmiş olduğu ve bir parmağını kaldırmış ve yirmidoku-za işaret etmek üzere parmaklarını kapatmış olarak; şehadet parmağı ile de semaya işaret ederek elbiselerini dizkapaklan etrafında toplamış olduğu halde şöyle buyuruyordu: "Ey müslümanlar topluluğu! Müjdeler olsun sizet İşte Rabbimiz sema kapılarmdan bir kapıyı açmış sizinle meleklere karşı övü­nüyor ve diyor ki: Ey meleklerim şu kullanma bakınız! Bunlar bir farzı eda ettiler, şimdi de ötekini beklemektedirler."[441]

Bunu ayrıca Hammad bin Seleme, Ali bin Zeyd'den o Mutarrif bin Abdul­lah'tan rivayet ettiğine göre Nevf İle Abdullah bin Amr bir araya geldiler. Nevf, Tevrat'tan söz etti; Abdullah bin Amr da bu hadisi Peygamber (sav)dan riva­yetle nakletti.

"Ve Allah'tan korkun" yani sizlere takvaya bağlı kalmaksızın cihad em­ri verilmemiştir.

"Ki felah bulaşınız" yani felahı ümid edebilesiniz. Buradaki -ihtimal bil­diren ın; bulmanız için, anlamına geldiği de söylenmiştir.

Felah ise kalmak demektir Bütün bu hususlara dair açıklamalar daha ön­ce Bakara Sûresî'nde[442] yeterince geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.

"el-Camiu li Ahkâmi'l-Kur'ân veİ Mubeyyinu Limâ Tedammane mine’s Sünneti ve âyi'l-Furkân" adlı tefsirin Ali Imran Sûresi tefsiri Allah'ın lütfü ve yardımı ile burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun. [443]

 

 

 

 



[1] Burada açıklanmakta olan kelime ile ilgisi olmayan ve aslen âyette de bulunmayan "el-Haneb" kelimesinin anlamına dair bir satırlık açıklama, ilgili olmadığından tercüme edil­memiştir.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/304-305.

[3] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli>l-Kur'ânı s. 119-120. Suyutî, ed-Durr, II, 278-280. Ayrıca Ta-berfinî. ei-Mu'cemu's-Sağîr, İlıyâi't-Turâsi'l-Arabî, tnribsi^, s. 258'de benzer bir rivaye­ti Enes b. Mâlikten zikretjnekiedir.

[4] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli'lKar'ân, s. 120.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/305-306.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/306-308.

[6] Tercümemizi esas aldığurnz Kurtubî'nm ilik baskısında iki ayrı nüshada en-Nehhâs'ın bu­nu Abdullah b. Mçs'ud'a kadar ulaşan (mevkuf) bir rivayeti olduğu belirtildiği gibi; Da-ruTl-Fîkîr baskısında C.IV, 149, dn: l'de) de nüshaların birinde de ayın ifadelerin geçti­ği belirtilmektedir.

Ayrıca sözü geçen rivayeti: el-Hâkiın, el-Müstedreh, 31, 294'te; "Sahih olmakla birlikle Bu-hârî ve Müslim tarafından rivnyer edilmediğini belirtirken; el-Heysemî, Mecmau'z-Ze-vâid, VI, 326da Taberânî, tarafından bîri sahih diğeri zayıf olmak üzere iki ayrı sened-le rivayet edildiğini belirtmekte; Buhârrden söz etmemektedir.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/308-309.

[8] Ebû Dâvud Menâsik 68; Tirmizi, Hacc 57; Nesâi, Hacc 211; İbn Mace, Menâsik 57; Darimi, Menasik 54; Müsned, IV, 15.

[9] Dârimî, Fedâihri-Kıır'Sn 1, hadis no: 3330

[10] Müslim, FedSUu's-Sahabe 37.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/310-311.

[12] Hadisi Nasrel-Makdisî, el-Halîmî, ed-Deylemî gibileri zikretmişlerdir, Zayıftır. fel-Azî-zs, es-Sirûcti'l-Münir, I, 65; el-Adûni, Keşfu't-Hafâ, I, Ğ4>.

[13] Tirmizî, İman 18,  İman 18,

[14] Ebû Dâvûd, Sünne 1. Ümmetin bu kadar fırknyîi ayrılacağını beiinen diğer hadisler için Ebü Dâvûd, Sünne 1; Tlrmizl, İman 18; İbn Mâce, Fîlen 17ı Dârirnî, Sryer 75; Müsned, 11,332, Itt, 120, 145,

[15] İbn Mâce, Mukaddime 9. Kurnıbrnin kaydettiği bu sened hakkında İbn Müce'de belir­tilen yerde hadisin akabinde: "Senedi zayıftır* kaydı yerılar mazurdur.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/311-313.

[16] Müslim, Akdıye 10; Muvatta, Kelâm 20; Müsned, U, 327, 360, 367.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/313-319.

[18] Taberî, Câmtu'l-Beyan, IVf 38.

[19] Taberi, Camiu'l-Beyân IV, 38, Suyutî, ed-Durru'l Mensur, \\t 238.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/319-320.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/320.

[22] Bakınız: Buhârî, Tevhîd 24; Müslim, İman 302; Müsned, III, 16-17,

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/321.

[24] Hatîb (el-Bağdâdî) bunu, "Ruvâtn Mâlik" adit eserinde vt ed-Deyleıflî rivayet etmek­ledir. (Snyûtt zd-Durr, II, 291 >.

[25] Taberî, Câmiu'l-Beyân, IV, 40da; Suyûfi,ed-Durr, II, 292!de "EbO UmStne'cien'' diye ıııev-kûl" otarük zikretmektedir. Bundan sonraki rivdyet de bu kabilden olmalıdır.

[26] Tirmizi, Tefsir 3- sûre 8; İbn Mâca, Mukaddime 12 (az farkla >; Müsned, V, 253, 2%

[27] Buhâri, Rikaak 53, Fiten 1; Münlim, Fedâil 26; Müsned, V, 333, 339.

[28] Buhari, Rikaak 53.

[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/322-323.

[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/324.

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/324-325.

[32] Tirmizt, Tefsir 3. sûre 9i Müsned, V, 3, 5(de; âyeti Zîkretıneksîzin).

[33] Biraz sonra kaynağı zikredilecektir.

[34] Hakim. Müstedrek, II. 294.

[35] Bu son üyet-i kerimede: "Kâne" kökünden fiil kullanılmadığı halde, bu kökten gelen fi­ilin kullanıldığı âyet ile aynı anlamdadır, Bununla Kuıtııbî, bu fiilin gerektiğinde zâid olarak gelebileceğine Kur'3n!dîin delil göstermek İstemiştir.

[36] Buharı, Tefsir 3- sûre 7: "Siz insanbm en hayırlı insanlarsınız. Onları boyunlarında zin­cirlerle geıirirsinU. Nihayet onlar di İslama girerler."

[37] Buhârî, Şehüdât 9. Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 1, Rikaak 7, EyınSn 10, 27; Müslim, Feda-llu's-Sahâbc 210-315; Eb& DâvÛd, Sünne 9; Tirmizt, Fiten 45, ŞeMdaı 4V Menâkıb 56; İbnMâce, Ahkâm 27... Kimisinde: "İnsanların hayırlısı..." kimisinde: "Ümmetimin hayır­lısı..."; kimisinde de: "tnsanlanrt hayırlısı kim?..." sorusuna cevap olmak üzere...

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/325-327.

[39] Bir önceki başlığın sonlarında geçti.

[40] İbn Abdi l-Berr, el-İstizkâr, II, 175

[41] Buharı, Fedâilu Ashâbi'n-Nebiyy 5; Müslim, FedSilu's-Sahâbe 221, 222; Ebü Dûvûd, Sün-ne 10; Tirmizî, Menâkıb 58; Müsned, fil, 11.

[42] Bk. Müsned, IV, 89-

[43] Müsned, III, 155, V, 248, 257, 264, yakın lafızlnrla: III, 71

[44] Hâkim, Müstedrek, IV, 85-86-, İbn Abdi'1-Berr, el-îstizkâr, II, 172; el-Heyscmı, Mçcmau'z-Zeuâid, X, 65-

[45] İbn Abdi'1-BeiT, el-İstizkûr, II, 172; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâidj. X, 66.

[46] Ebû Dâoûd, Melihim 17; Tefsir 5. sûre 18 yakın lafızlarla.

[47] Müslim, İman 232; Tirmizî, İman 13; İbn Mûcef Filen 15; Dürimî, Rikaak 42; Müsned, I, 184 ("İslâm" yerine "-irosn" Ipfeı ile), 398, U, 3S9 ("islâm" yerine; "etin" lafzı ilet, 1VT 73.

[48] Tirmizl, Edeb 81; Taberânî, ei-Evsat, IV, 396.

[49] Müsned, III, 130t 143, IV, 319; el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, X, 68.

[50] Ömer b. Abriiilaziz'in bu mektubu ile Sâliın'ia cevabı için bk. Prof, Dr, Ahmed Ağırakça, İslâm'da İlk Tecdid Hareketi ve Ömer İbn Abdülaziz, İstanbul 1995, Burıic Yayın­ları, s. 214 v.d.

[51] Tirmizî, Zühd 21'de birinci bölümü, 22'de ikinci bölümü; Dârhnî, RikMk 30; Müsnde, V, AQ, 45-İ4, 47, 48, 49. 50.

[52] İbn Abdi'l-Berr. el-İstizkâr, 11. 175

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/327-331.

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/331-332.

[55] el-Vahidî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 122.

[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/333.

[57] Müsned, I, 396; ei-Vâhidî, Esbâbu Nüzttli'l-Kur'&n, s. 122-123. Benzer bir rivayet: Bu-kârî, Mevkâkiîuhs-5alâî 24; Müslim, Mesâcid 220r 221.

[58] Arapça'da fiil cümlesinde, failin tesniye ya da çoğu] olması halinde bile fiil, çoğunluk­la mufrcd olarak kullanılır. Fiile tesniye ya da çoğula alrânet zamirlerin bitişmesi nâdir­dir Ebû Ubeyde buna temas etmektedir. Mesela bk. İbn Hişpnı, Şerhti. Şuzâri'z-Zeheb, Mısır 1385/1965, s. 176 vd.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/333-336.

[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/337.

[61] Îbnu'1-Esîr. en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadis, III, 23.

[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/337-338.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/338-339.

[64] Ebû Dâvûd, Edeb, 16; Tirmizi, Zühd 45; Müsned, II, 303, 334.

[65] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, II, 300'de belirttiğine göre; Taberânî bunu ceyyid bir sened ile rivayet etmiştir.

[66] Buharı, Ahkâm 42; Nesâî, Bey'ai 32; Mümed, III, 39r 88, Ebû Hureyre'den yakın bir ri­vayet: II, 237, 289.

[67] Nesâî, Zinet 51; Müsned, III, 99.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/339-341.

[69] Ebû Dâvûd, Diyar 3; İbn Mâcet Diyar 3; Dârimt, Diyât 1.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/341-342.

[71] Hadisin geçtiği bazı yerler: Buhârî, Hacc 132, İhn 9, 37, Fiten 8, Tevhîd, 24; Müslim, Kat&me 29, 30; Tirmizt, Firen 2; Müsned, I, 230...

[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/342.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/342-343.

[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/343.

[75] İbâdiyye ve kanaatleri için bk, Ebu'l-Hasan el-Eş'nri, Mekaalâtu'l-îetûmiyyîjı, Beyrut 1411/1990,1, 183 vd.; eş-Şehrisrnnî, el-Milei ue'n-Nihat, Beyrut tarihsiz, ikinci baskı, 1, 134 vd.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/343-345.

[77] Kıraat Âlimleri anısında "el-Haremi" adını taşıyan üç kişiden söz edilmektedir. Bunlar 1) Haremi b. Abdullah b. Mekkî, 2) Haseınî h. Uınâre b. Ebû Hafsa ve 3) Haremî b. Yu­nus el-Mıtedrteb'tir (Şeınsuddin el-Cezerî, Ğâyetu'tt'Nihâye fi Tabakati't-Kurrâ, Mısır 1351/1932,1, 203) "Nesebler ve kıkablar" bölümünde de "el-Haremî Ahmed b. Muham-med"in adı verilmektedir. {el-Cezeri, a.g.e., I, 267).

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/346-347.

[79] Yakın İfadelerle: Buhari, Meğazî, 26; Müslim, Rtı'yâ 20: Dârimî, Ru'yâ 13.

[80] Buhari, İlm 38, Enbiya 50T Edeb 109v Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvûd, İlin 4: Tirmizı, Fiten 70; İbn Mâce, Mııkadduııe 4; Dârimî, Mukaddime 25. 46 vs...

[81] el-Hcysemî, Mecmau’z-Zevâid, VII, 130.

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/347-349.

[83] Buhârl, Tefsir 3. sûre 8; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 171.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/349-350.

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/350-353.

[86] "... kulunu ..." yerine; "... mirinin „." lafzıyla: Taberânî, el-Evsat, IX, 431; el-Heysemî, Mecmau'z-Zev&id, IV, 62.

[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/353-354.

[88] Müslim, Cihâd 14ö"da: "Rasûlullah ondokuz gazve yapmış ve bunların sekizinde fiilen çarpışmıştır"; Citıad 147'de: "Onplti gazve yapmış" denilmektedir. Buhârî, Meğâzî, 89'da da rivayet bu kadany ladır.

[89] Buhârî, Meğazî 1; Müslim, Cihâd 143; Tirmizı, Cihâd 6; Müsned, IV, 373.

[90] İbn Sa'd, Tabakat, II, 5, 6. Ancak orada; Gönderdiği seriyyelerin sayısı kırkyedidir" de­nilmektedir.

[91] İbn Sa'd. Tabakat, II, 7-9'da, Zırl-Uşeyre'den önce, sırasıyla: Ebvâ, Bııvat. Kürz b- Câbir el-Fihrryi rakib eniği gazvelerini saymaktadır.

[92] Müsned, IV, 263. Îbnu'l-Kayyım, Zâdu'l-Meâd, Beyrut 1405/1985, III, löTde buna kısaca değindikten sonra şunları söylemektedir; L... Ancak Peygamber (sav), Ali (ta İye Ebû Turâb künyesini Ffttıma (r.anhâ) ile evlendikten sonm vermiştir. Onunla evlenmesi ise Bedir'den sonra olmuştu.,." Nitekim Buh&rl, Sîilât 58, Menâkıb 9, Edeb 113, İstEziin 40; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 38'de de böyle geçmektedir. Ancak Peygamber Efendimiz'jn bu künye ile Ali (ra)'ye her iki yerde de hitap etmiş olması da mümkündür.

[93] Taberî, Câmiu'l-Beyân, IV, 77.

[94] Müslim, Cilıâd 58; Müsned, I, 30-31: aynen Ebû Dâuûd, Cihüd 121ı Ttrmizî, 8. sûre 13'te daha kısaca.

[95] Beyhakî, Delâitu'n-Nubuove, III, 57. (Kıırlubî. Dnnıl-Hadis baskısı, III, 204f dipnot: 41

[96] Beyhakî, a.g.e. III, 55. <A.g,, baskı, IIl, 205, dipnot: 1)

[97] Beyhakı, a.g.e,, III, 56, (.Aynı yer, dipnot 2)

[98] Buharı, Megâzî 18; Libâs 24, AoCak: "Bedir günü" yerine; "Uhud günü," Nîtekiın Arapçasını baskıya hazırlpypnljinn notuna göre ski nüshada da Uhud günü11 şeklindedir Doğ­rusu da bu olmalıdır

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/355-361.

[100] "Yetmez ini?" sorusuna; cevap olan "evet" anlamındaki "beln" lafzı ile iFadenin tamam olması; "evet, Rabbimizin bu kndîir melekle bize yardım etmesi yeıer!" anlamına gelir.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/361-362.

[102] Bu ve bundan sonraki "meleklerin nişanla rrna dair rivayetler için bk. Suyütî, ed-Durr, II, 309-310.

[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/362-363.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/363-364.

[105] Ebû Dâvûd, Libâs 5; Tirmizl, Sıfam'I-Kıyâme 38; îbn Mâce, libâs 4: Müsned, IV, 407, 419.

[106] Ebû Davud, Tahâre 00; İbn Mâcer Libâs 4. Kimi rivayetlerde: "Yünden bir cübbe"; kimisinde: "Şam ınîiınulü bir cübbe" gibi nitelemelerle benzer rivayetler: Bukâri, Libâs 10, 11, Meğazî 81; Müslim, T.ıh3re 77, 79, Saiat 105; Tirmisİ, Libâs 39; Nesâî, Tahâre 97; Muvatta, Tabire 41; Müsned, IV, 244, 247, 251, 254, 255.

[107] Müslim, İman 268, 269; ibn Mâce, Menâsîk 4; Müsned, I, 215-216.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/364.

[109] Ebû Davûd, Cihâd 41; Müsned, IV, 184.

[110] Buraya kadar: Ebû Dâvûd, Tıb 14, Libâs 13; Tirmizl, Cenâiz 18; îbn Mâce, Cenâiz 12, Libâs 5.

[111] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerkii'l-Câmü's-Sağir, II, 439; Şevkânî, el-Feoâidu'l-Mecmûa, 187 zayıf olduğu kaydıyla.

[112] Ebû Dâvûd, Libâs 21; Tirmizî, Libns 42. Bu hadis ite ilgili olarak Tirmizî 5u kaydı düşmüştür: "Bu hadis, hasen-g;ıriplir. İsnadı pek sağlam değildir. (Râvilerinden): Ebu'l-Hnsen el-Askalânî'yî de İbn Rııknne'yî ete tanımıyoruz."

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/364-365.

[114] İbnu’l-Esîr, an-Nihaye, IV, 138’de: Üzüntülü gördüğü kişinin Talha olduğu belirtilmektedir.

[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/365-367.

[116] Müslim, Cihâd 104; Tirmizî, Tefsir 3- sûre 10, 11; îbn Mace Fiten 23; Müsned, III, 99, 178-179. 201, 206, 253, 288.

[117] Tirmizî, Tefsir 3. sûre 13.

[118] Bundan hemen sonra zikredeceği hadîse işaret etmektedir.

[119] Buhârî, Enbiyâ 54, IsUtâbeiul-Murteddîn 5; Müslim, Cihad 105; İbn Mûce, Fiten 23; Miîsned, I, 3S0, 427, 432, 44l, 456,

[120] Müslim, Birr 87.

[121] Hz. Ömer'in bu sözleri Uhud Gazvesi dolayısı &e söylediğini tesbit edemedik. Ancak buna yakın ifadeleri Bedir esirlerinin dununu görüşülürken söylemişti. Meselâ bk. Müsn&d, I, 383-

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/367-369.

[123] Buhârt, Meğâzî 21, Tefsir 3. sûre 9. î'tisâm 17; Ne&ûl, Tatbik 31; Mtisned, II, 147.

[124] Buhârt, Tefsir 3. sûre 9\ Müslim, Mesâcid 294, 295; D&riml, Salât 216; Mü&ned, II, 255.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/369.

[126] Muvatta, Kasru's-Salat 48.

[127] Nesâî, Tatbik 32.

[128] Dârakutnî, II, 41.

[129] Dârakutnî, II, 41.

[130] Ebu Davûd, el-Merâsll, Beynıt 1408/1988, s, 118-119.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/370-371.

[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/371-373.

[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/373-374.

[133] îbn Kesîr, Tefsîru'l-Ku^âni'l-Asîm, f, 458; Suyütî, ed-Durr, II, 17.

[134] Buharî, Ezün 129, Riksak 52, Tevhîd 24, Müslim, İınan 299; Müsned, II, 27ü, 293-294, 534, III, 27.

[135] Müsned, 111,441.

[136] Suyûtî ed-Durr, II, 315.

[137] Arş'ın cennetlerin en yükseği olan Firdevs'in üstünde (tavan gibi) olduğunu belirten hadisler için bk. Buhârî, Tevhîd 22, Cihâd 4; Ebû Dâvûd, Sünne 18; Tirmizl, Sıfetu'i-Cenne 4; İbn Mâce, Zühd 39; Müsned, 11, 335.

[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/374-376.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/377.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/377-378.

[141] Kayrağını tçsbit edemedik.

[142] Buhari, Edeb 76; Müslim, Birr 107; Muvattu, Hıısmı'l-Huhık 12; Müsned, II 236, 268, 517.

[143] İbn Mace, Zühd 18; Müsned, II. 128.

[144] Hz. Peygamberden kendisine tavsiyede bulunmasını isteyip de ona: "Kızma!" diye emir verdiği hadisler için bk. Buhârî, Edeb 76; Tirmizî, Birr 73; el-Heysemî, Mecmuu'z-Zevâid, VIII, 69-70.

[145] Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tırmizl, Bî<r 74; İbn Mâce, Ztkhd 18.

[146] Ebû Nııayra, Hüye, Dâni'1-Fikr baskısı, III, 139. (Klimıbl, Beyrut 1415/1995 Danıi-Fikr baskısı, IV, Î97-198 dipnot: 5. senedinin gevşek olduğu kaydıyla).

[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/378-380.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/380-381.

[149] Ebü Dûvûd, Vîtr 26; Tirmizî, Tefsir 3, sûre 14; İbn Mâce, İkametu's-Salât 193.

[150] Ebû Dûvud, Vitr 26; Tirmizî, Deavat 117.

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/381-383.

[152] el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 364'de: "Israr ile işlenen (küçük günahj artık küçük günah olmaktan çıkar; istiğfar edilirse büyük günah kalmaz Caf edilir)1' nnlamında bîr rivayet kaydetmekte ve çeşitli kaynaklarda yer almakln birlikte; "zayıT olduğunu bildirmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/380-381.

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/384-385.

[154] Buhârî, Tevhîd 35; Müslim, Tevbe 29; Müsned, II, 296, 405, 492.

[155] Ifk (Hz. Aileye iftira) hadisinin bir bölümüdür. Buhârl, Tefsir 24. sûre 6, Meğâzî ?4; Müslim, Tevbe 56; Müsned, VI, 196.

[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/385-387.

[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/387.

[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/387-389.

[159] Buhâri, Diyat 2; Müslim, Fiten 14; Nesâi, Tahriınu'd-Dem 29; îbn Mâee, Fiten 11.

[160] Tirmizl, Zühd 17.

[161] Buhârî, Rikaak31; Müslim, îman 206, 207, 259; Dûrimt, Rîkaak 70; Müsned, I, 227, 279, 310, 361, IJV 234, III, 149. Aynı manada nisbeten farklı lafızlarla: Müslim, îınan 203-205; Tirmizî, Tefsir 6. sûre 10,

[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/389-390.

[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/390.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/391-392.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/392.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/392-393.

[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/394.

[168] "Yara" anlamındaki "kurna" veya; "karha" yerine; bir böceğin ısırması, sokmasj ya da çimdik anlamına gelen; 'karsa" lafzı ile: Tirmizî, Fadlıfl-Cihâd 26; Nesâi, Cihâd 35; îbn Mâce, Cibâd 16; Dârimi, Cihâd 17; Müsned, II, 297-

[169] Nesai, Cenaiz 112.

[170] Buhûri Meğazî 26.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/395-396.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/396.

[173] Tirmizî, Siyer 18.

[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/396.

[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/397.

[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/397-398.

[177] Buhârİ, Cihad 12. Meğâzî 17; Tirmizî, Tefsir 33. sure 2; Müsned, III, 201.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/398-399.

[179] İbnıfl-Münzir, Hz. Ömer'in irâd ettiği bir hutbede bu iîyetî sözkomısu ederek, Uhud hakkında inmiş olduğunu belirttikten sonra şunları söylediğini nakleimektedîr: "Uhud günü Ra sû İn İki hin etrafından dağıldık. Bir ya hu d in in: Muhammed öldürüldü, dediği­ni duydum. Ben de: Kimin Mubîunmed öldürüldü dediğini duyarsam, boynunu vuru­rum, dedim. Bu âyet bunun üzerine inmiştir. (Suyûtî, ed-Durrt II,

[180] Sııyuti ed-Durr, II, 336.

[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/400-401.

[182] Buharı, Ceniiiz 3. Fedâihı Ashâbi'n-Nebiyy 5, Meğâzî 83; Müstıed, VI, 220.

[183] İbn Mâce, Cenâiz 65.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/401-403.

[185] Aynı manada yakın lafızlarla; Buhâri, Cenâiz 52; Müslim, Cenaiz 50, 51; Tirmizî, Ce­naiz 30; îbn Mâce, Cenâiz 15.

[186] îbn Mâca, Cenâiz 65; Muvatta, Cenâiz 27; ayrıca bk, lbn Abdî'l-Berrv et-Temktd, XXIV, 394 v.d.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/403-404.

[188] İbn Mâce, Cenaiz 65, hadis no: 1628,

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/404.

[189] İbn Mâce, Cenâiz 65, hadis no: 1631

[190] İbn Mâce, Cenaiz 65, hadis no: 1632

[191] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/404-405.

[192] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/405-406.

[193] İbn Mâce, Cenâîz 65, hadis no: 1634.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/406-407.

[194] Böyle bağıranın, bir yahudi olduğuna dair Hz. Ömer'den gelen rivayete az önce 144, âyetin nüzul sebebine dair açıklamalar sırasında işaret etmiştik.

[195] İbn Sn'd, Tabakât, II, 46; İbnu'l-Kayyım, Zâda'l-Meâd, III, 199.

[196] Buna göre âyetin buraya kadarki bölümünün anlamı şöyle olur: "Nice öldürülmüş pey­gamberler vardır." Bundan sonrası da şöyle olur: "Onlarla biriikte pekçok Rabbfler de vardı."

[197] Müslim, Zikr ve Dua 70; Buhârî, Deavât 60.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/408-413.

[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/413-414.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/414.

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/415-416.

[202] el-Vâhidî Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân, s. 129.

[203] Buhârî, Megazî 17: ayrıca bk. Müsned, I. 287-288'de îbn Abbâs'ın; I, 463'te Abdullah b. Mes'ud'dan.

[204] Buhârl, Meğâzî T8, Libâs 24.

[205] Taberânî, el-Evsat, II, 237; el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 327-328.

[206] Müsned, I, 237-288; Hakim, el-Müstedrek, H, 296-297; el-Heysenıî, Mecmâu'z-Zev&id, VI, 110-111.

[207] İbn Sa'd, Tabakat, II, 46; İbnu'l-Kayyim, Zâdu'l-Meâd, III, 199.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/417-423.

[208] Buhâri, Tefsir 3. sûre 10, Meğazî 20.

[209] Suyutî, ed-Durr, II, 350.

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/424-427.

[211] Buhâri, Meğazî 19, Tefsir 3. sûre 11; Tirmizi, Tefsir 3. sûre 16.

[212] Suyütî, ed-Durr, II, 353

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/427-430.

[214] Abdurrcıhıınn b- Avf m bu hususlar dolayısıyla Hz. Osman'ı ;iyıplaıiKisı ve Hz. Osman'ın verdiği cevaplan ihtivS eden benzeri bir rivayet Müşned, 68'de yer almaktadır. Bu ri­vayete göre Abdurrnlunan b. Avf bu eleştirileri el-Velîd b. Ukbe'ye söylemiş; cevapla­rı d:ı Hz. Osman. el-Velîd'e verip: uGil, AbclurrahıiKin'a bııntnn bildir!" demiştir.

[215] Buhârî, Fedâilu Ashâbrn-Nebiyy 7, Meğâzî 19i Müsned, II, 101; benzer bir rivayet: Ta-berant, Evsat, IX, 224-225

[216] Buharı, Enbiyâ 31, Tefsir 20. sûre 1, 3. Kader 11; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvâd, Sün-ne 16: hadis no: 4701, 4702: Tirmizî, K;ider 2; İbn Mâce, Mukaddime 10: Muvatta, Ka­der 1.

[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/431-433.

[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/434-435.

[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/436.

[220] Aynı lafızlarla: Dâritnl, Mukaddime 2, hadis no: 6; sîgiilan nJsbeten farklı, ayaı dolam­daki İfadelerle: Tirmizl, Birrö9; Dârimt, Mukaddime 2, hadis no: 7, 8i Mtisned, II, 174.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/437-438.

[222] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/438-439.

[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/439.

[224] Müslim, Niküh 67.

[225] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/439-440.

[226] Ebû Dâvûd. Edeb 114; Tirmizî, Edeb 57; îbn Mûce, Edeb 37; Darimi, Siyer 13; Müsned V, 274.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/440-441.

[228] Taberâni, el-Evsat, VII, 329;es-Sağir. 407; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VTII, 96'dîi ha­disi kaydettikten sonrn, "senedinde oldukça zayıf ravi" bulunduğunu belirtmektedir.

[229] Bu hadisi yakın lafızlarla: Tirmizl, Kader 15; Müsned, I, 168'de rivayet etmektedir. TLr-rtiizî, Hadis İle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu garip bir hadistir. Ancak Muham-med b. Ebî Huıneyd yoluyla rivayet edildiğini biliyoruz... Hadis ehlince güçlü bir râvî olarak kabul edilmemiştir." 

[230] Buhari, İ’tisam 28. (mıuallak olarak); Müsned, III, 351.

[231] Yakın manada: İbnu'l-Cevzî, el-Mevzuât, I. 156-157, II, 284-285.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/441-442.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/442.

[233] İbn Sa'd, Tabakat, 31, 36; ibnu’l-Kayyim, Zâdu'l-Meâd, III, 192-193.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/442-444.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/444.

[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/445.

[236] Snyûtî. ed-Durr. II, 362.

[237] Ebû Dâvûd, eJ-Huruf ve'1-Kıraat 1: Tirmizî, Tefsir 3- sûre 17.

[238] Ebû Dâvûd, Cihâd 156; Dârimî, Siyer 50; Müsned, IV, 325.

[239] îbn Mace, Mukaddime I8f ıMcnfclk 76; Dâriml, Mukaddime 24; Müsned, III, 225, IV, 80, 82, V, 183.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/446-449.

[241] Buharı, Cihad 189; Müslim, İmare 24; Müsned, II, 426.

[242] Ebü Dûvâdr CiLıgd 134; Milsned, II, 213- AncıiK Semura b. Cundub'dan değil de, Ab­dullah b, Amr b. el-Âs'dan.

[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/449-451.

[244] Buhari, Eymân 33, Meğazî 38; Müslim, İman 183; Ebû Dâvûd, Cihad 133; Nesaî, Eyman 38; Muvatta, Cihâd 25.

[245] Ebû Dâvûd, Cihâd 121; Nesâi, Hibe 1; îbn Mâce Cîhad 34; Dârimi, Siyer 46; Muvatta, Cihâd 22; Müsned, II, 184, V, 316, 318, 326, 330.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/451-452.

[247] Ebû Dâvûd, Cihâd 133; Nesât, Cenâiz 6ü, îbn Mâce, Cîlıad 34; Muvatta, Cihüd 25: Müs-ned, IV, 114, V, 192.

[248] Ebû Dâvûd, Uhncl 135; Tirmizî, Kudııd 28;

[249] Ebû Dâvûd, CiJıüd 135.

[250] Ebû Dâvûd, Cİhad 135.

[251] Buhârl, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâoûd, Hudûd 15; Nesâî, Tahrimu'd-Dem 5, 11,14; Dârimî, Siyer 11; Müsned, I, 61, 63, 65...

[252] Ebû Dâvûd, Hudud 14; Tirmizî, Hudud 18; Nesâî, Kat’us-Sârik 13; İbn Mâce, Hudüd 2ö; Dâriml, Hudud 8.

[253] Nesâî, Zekât 36; Müsned, V, 2, 4.

[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/452-453.

[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/453-454.

[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/454.

[257] Sahibi buhınnmayan hıkîiUı'mn mülk edinilmesi, ya tta uygula mı tak diğer hükümler için bk. ez-ZuhnyJî, el-Fıkku'l-İslâmi, ve Edilletuhu, V, 781 vd.

[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/454-455.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/455.

[260] Buhâri, Ahkam 24, 41, Eyman 3, Hibe 17, Hîyel 15; Müslim, İmâre 26, 27; Ebû Dâvûd, Harac 11; Müsned, V. 423

[261] Ebu Dâvud, Harac 10.

[262] Ebû Dâvûd, Harac 12.

[263] Ebû Dâvûd, Harac 10.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/455-456.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/456.

[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/457.

[267] Müslim, İman 358.

[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/457-458.

[269] Suyutî, ed-Durr, II, 367.

[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/458-460.

[271] Tirmizl, Siyer 18. {140. âyet 3. başlıkta da geçmişti)

[272] Sabit b. Kays b. Şeınınüs (r.a.)ın Yemâme'de şehid düşenlerden olduğu kaynaklarca be­lirtilmekte (İbnul-Esîr. Usdu'l-Ğabe, I, 270: İbn Hacer, el-îsâbe. I, 511) ise de; kaçıncı olnrak şehid düştüğü belirtilmemektedir. Buhârî, Meğâzi 26'da: Enes b. Mâlik'in şöy­le dediği nakledilmektedir: Uhud günü yetmiş kişi, Bî'r-i Maûne günü yetmiş kişi ve Ye-mâme günü yetmiş kişi öldürülmüştür. Kurtubînin ifadesinden; Yemame'de Sabit (ra)in şebâdetiyle yetmişin tııınnjnhınmış olduğu gibi bir mana anlaşıhyorsa da; doğrusu, Ye-mâme'deki şehidlerin yetmişincisi olmalıdır.

[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/460-461.

[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/461-463.

[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/463-464.

[276] Ebu Davûd, Cihâd 25; Müsned, I, 266. Yakın ifadelerle ve Abdullah b. Mes'ud'dan: Müslim, İınare 121; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 19; İbn Mâce, Cihâd 16.

[277] Tlrmizî, Tefsir 3. sûre 18; İbn Mâce, Mukaddime 13, Cihâd 16.

[278] Başlığın baştarafında bu rivayetin kaynakları gösterilmiştir.

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/464-467.

[280] Buhari, Cenâiz 75.

[281] Buhari, Megazî 26.

[282] Ebû Dûvûd, Cenaiz 26: İbn Mâce, Cenâiz 28.

[283] Bıı ma tındaki hadisler için bk Buhârî, Cihnd iûl Müslim, İmâ re 105; Tirmizî, Fedailu’l-Cihâd 21; Muvatta, Cihâd 29.

[284] Bu hadis üçüncü başlıkta bir daha zikredilecektir. Kaynakları orada kaydedilecektir.

[285] Ebû Dâvûd, Cenaiz 26.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/467-469.

[286] Buhari, Meğazi 26; Cenaiz 76 (son cümle: ""Cenaze namazlarını da kılmadı ve onları yıka­madı" şeklinde); Ebû Davûd, Cenaiz 27 (namazlarının kılınmadıgı kaydı yok); Timizi, Cenâiz 28; Nesai Cenaiz 62.

[287] Ebu Davud el-Merasil, s, 306-307, Aynen belirtilen yerlerde muhakkikin notu.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/469.

[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/469-470.

[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/470.

[290] Müslim, İmnre 117. 120.

[291] Melik: Mutlak egemen; Deyyân; Hesaba çeken, sorgulayan, amellerin karşılığını veren.

[292] Müsned, III, 495; el-Heysemî, Mecmau'z-Zeuâid, L 133 (senedinde zayıf ravi bulunduğu kaydıyla), X, 345-346 (ricalinin sika kabul edildiği kaydıyla), 351 (senedinin hasen olduğu kaydıyla).

[293] Müslim, Birr 59; Tirmizi, Sıfatul-Kıyâme 2; Müsned, II, 303, 334, 372.

[294] Nesaî, Buyu' 98.

[295] Tirmizî, Cenaiz 76; îbn Mace, Sadakat 12; Dârimi, Buyu’ 52; Müaned, II, 440, 475, 508.

[296] Müsned, l 266.

[297] İbn Mace, Cihad 10.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/470-472.

[298] Bühâri, Tefsir 33- sûre el-İstikraz 11, Feraiz 15, Nafakaat 15; Müslim, Cumua 43, Feraiz 14,15; Ebû Davud, el-Harac vel-imâre 15; İbn Mâce, Mukaddime 7, Sadakat 13; Darimi, Buyu’ 54; Müsned, III, 338. 371. (Kimi Kurtubî ile aynı lafızlarla; kimi manayı değiştirmeyen farklı lafızlarla)

[299] İbn Mace, Cihad 10.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/472-473.

[300] İbn Mace, Cihad 10.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/473-474.

[301] Bu yedi hasletten İkisi olan: "Kabir azabından korunmak ve en büyük korkudan yana emin olmnk" bir haslet alamk sayılırsa, sin olur. Müsned, IV, 200'de Kays el-Cuzâmi'den ge]en rivnyette ise tıltı haslet şöylece sıralanmaktadır; 1, Kanıtım ilk damlası ile birlik­te bütün günahlarının affedilmesi, 2. Cennetteki yerinin ona gösterilmesi, 3. Hûru'1-İn ile evlendirilmesi, 4 ve 5. En büyük korkudan ve knbir azabından yana emin olması, 6. iman elbisesine büründürülmesi.

[302] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd 25; îbn Mâce, Cihad 16; Müsned, [V, 131.

[303] Hadisin yerini tesbiı edemedik. Kurmbî'nin kaynak ve râvi be lirime inekle birlikte' "m-viye: rivnyet edildi" diye  teıund" (yani hadisin güvenilir olmadığını bildiren) bir sîgn {kip) kullanması da; pek güvenilir bir rivfiyet olmadığım oicaya koymaktadır. -Muhte­va doğru olsa bile-

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/474-476.

[305] Buhâri Megazî 25; Muslim, Fedailu's-Sahabe 52.

[306] Buhâri Meğazi 25.

[307] Buharı, Meğazî 25.

[308] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII, 432.

[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/476-479.

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/479.

[311] Tirmizî, İmaın 7; Müsned, II, 379, 445.

[312] Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünne 14; Nesâî, İınan 16; İbn Mâce, Mukaddime 9.

[313] Buhari, Tevhid 24; Müslim, İman 302; Müsned, İl, 16-17.

[314] Buhâri, Tefsir 3. sûre 13.

[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/480-482.

[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/483.

[317] Burada merhum mufessirimizin sözlüklerde tesbir edilemeyen bir satırlık bir açıklaması bıı sebebren buraya tercüme edilmemiştir.

[318] Ancak, üyet-i kerime melekler hakkındadır Meleklerin de mü'm in oldukları söylenerek, ıııüfessirin istidlali yerinde görülebilir. Mn'ıninlerin Allah'tan korkmalarını tavsif eden âyetler ise; bilindiği gibi pek çoktur.

[319] İbn Mâce, Zühd 19.

[320] Tirmizi, Zühd 9. Müsned, V, 173'te hadisin kaydedilmesinden sonra bu sözierin Ebû Zer (m )e ait olduğu açıkça belirtilmektedir.

[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/483-485.

[322] Müslim, Birr 55; Tirmizî, Sıfatu'l-Kıyame 48. İbn Mâce, Zühd 30.

[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/485-487.

[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/487.

[325] Bundan sonra her Iki kıraatin nahv bakımından yorıımları ile ilgili açıklamalara dair yarım sahifelik bir bölüm, gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/488-489.

[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/489-491.

[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/492.

[329] Buhâri, Zekât 3, Tefsir 3 sûre 14; Nezâî, Zekât 20; Müsned, II, 355 (Ebû Hurey­re'den); Nesâî, Zekât 2; İbn Mâce, Zekâl 2; Müsned, I, 377 (Abdullah b. Mes'ûd'dan); Nesâî, Zekâl 20; Müsned, II, 98, 137, 156 (yakın lafızlarla: îbn Ömer'den)

[330] Bîr önceki nota bakınız,

[331] Yakın ifadelerle Beliz b. Hnkîm babasından, a dedesi -ki Muâvtye b. Hayde'dir- yoluy­la: Nesâî, Zekât 71: Müsned, V, 3, 4, 5; benzer başka rivayetler için bk. Suyüfî, ed-Durr, 11, 395.

[332] Delil gösterilen tîibir son beyitte yer aldığından, önceki beyitlerin Arapçaları buraya kay­dedilmemiştir.

[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/492-494.

[334] el-Heysemi. Mecmau'z-Zevâid, IX, 315. Senedinde ınetrûk bir râvi olduğu kaydıyla, çl-Cedd b. Kays, hfudeybjye de Rıdvan Bey'atfne kîitılınîimîik için sakininin kişidir. (Müs­lim, İmnre 69; Müsned, fil, 396). Ayrıca bk. İbnul-Esîr, Usdu'1-Ğabe, I, 327.

[335] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/489-491.

[336] Müslim, el-Birr 56.

[337] Nesâi, Cihad 8; Müsned, II, 256, 340, 542, 441. 505.

[338] Muvatta, Kelâm 19'dn şu anlamda bir rivayet yer almaktadır: Allah Rasûlü'ne,- Mümin korkak olur mu? diye soruldu, o: "Evet* buyurdu. On;ı: Mü'min cimri olur ınu? diye so­ruldu. Yine: "Evet" buyurdu. Onu: Mü'min yalancı olur ınu!' diye soruldu. "Hayır" bu­yurdu.

[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/495-496.

[340] Ebû Davûd, Melâhim 17.

[341] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/496-498.

[342] Bedel olarak kabul edildiği taktirde-, Önceki sözü söyleyenler aynı zamanda şu sözü de söyleyenlerdir, diye bir aninin ünde eder. Sıfat olarak kabul edildiği taktirde; Allah... di­yen kullarına zulmetmez, anlamına gelir.

[343] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/499-500.

[344] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/501.

[345] Ancak bundaki bu buyrukları Âsım'dan Hafs'ın rivayetine göre; "giderdler" anlamın­daki kelime tenvinsiz ötreli: "zarar; durr" kelimesi de esreli okunur.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/501-502.

[346] Tirmizi. Cenâiz 10; Nesâi, Cmâiz 6; İbn Mâce, Cenâiz 5; Müsned, V, 350, 357, 360.

[347] Müslim, Cenâiz 1, 2; Bbû Dâvud, Cenâiz 16; Tirmizl, Cenâiz 7; Nesâl, Cenâiz 4; İbn Mâce, Cenâiz 3; Müsned, III, 3-

[348] Ebû Dâvûd, Cenâiz 19; îbn Mâce, Cenâiz 4.

[349] Hadis Ebıı'd-Derda ve Ebu 2er yollarıyla rivayet edilmiştir, el-Arnavutî, Şerhu's-Sün-ne, V, 295'teii naklen: Kurnıbî, Daru'1-Fikr baskısı, IV, 279, dipnot: 4.

[350] Müslim, Cenaiz 7, 9.

[351] Bu manada bir hadis için bk. Ebû Dâvûd, Cenaiz 33. Ayrıca; Âl-i îınrân, 3/144. âyet 3. başlıklı hadis ile ilgili not.

[352] Buhârî, Cenâiz 52; Müslim, Cenâiz 50, 51; Ebû Dâvûd, Cenâiz 46; Neşâî, Cenâiz 44-, îbn Mâce, Cenüiz 15; Muvatta, Cenâiz 56; Müsned, II, 240, 280, 488.

[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/502-503

[354] Müslim, Cenâiz 40.

[355] Ebû Dâvud, Cenâiz 28 ancak Ebu Dâvûd adının: Um Külsûm olduğunu burada değil, Cenâiz 31'de geçen bîr hadiste belertmektedir); îbn Mâce, Cenaiz 8 (Uın Kulsûm); Buhârî. Cenâiz 8 ve Tirmizî, Cenaiz 15 (isim vermeden).

[356] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/503-504

[357] Buhârî, Cenâiz 27, Menâkıbu'I-Ensâr 45, Meğâzî, 17, 26, Rikaak 16; Müslim, Cenâiz 44; Tirmizî, Cenâiz 53; Nesâî, Cenaiz 40; Müsned, V, 109, 112, VI, 395.

[358] Ebû Dâvûd, Libâs 132, Tıb 14; Tirmizî, Cenâiz 18; Nesâî, Cenâiz 38; îbn Mâce, Libas 5, Cenaiz 12.

[359] Buhârî, Çeriniz 19, 24, 25; Müslim, Cenâlz 45-47; Nesâî, Cenaiz 39; İbn Mâce, Cenâiz 11; Muvatta, Cenâiz 5; Müsned, VI, 93, 118, 132, 165, 231.

[360] Müslim, Cenpiz 49; Nesâî, Ceniiiz 37.

[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/504-506.

[362] îkinci başbğın sonundaki hadislere ve kaynaklarını belirten notlara bakınız.

[363] Nesâî, Cenaiz 44; Ebû Dâvûd, Cenâiz 46; Müsned, V, 36, 38.

[364] Ebû Dâvûd, Cenâiz 46; Tirmizî, Cenaiz 27.

[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/506-507.

[366] Buharı, Cenâiz 6l( 65; Müslim, Cenâiz 63, 64, 66; Ebû Dûvûd, Cenâiz 58; Nesâî, Ce-nâız 72, 76. 103: Muvatta, Cenâiz 14; Müsned, II, 281, 439.

[367] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/507.

[368] Bukârt, Cemiz 97, Rıknnk 42, Nes&î, Cenniz 52; Dârimi, Siyer 68; Müsned, VI. 180.

[369] Nesât, Cenâiz 51.

[370] Müslim, İmâre 46; Nesâî, Bey'm 25; İbn Mâcet Filen 9; Müsned, II, 161, 191, 192.

[371] Tirmizî, Tefsir 3. süre 22, 56, sfıre 1; Dârimî, Rikaak 99; Müsned, II, 438.

[372] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/507-509.

[373] Buhâri, Tefsir 3- sûre 15, Merdâ 15. Edeb 115. ktrzan 20; Müslim, CEhâd 116: Müsned, V, 203.

[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/509-511.

[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/511.

[376] Benzer bir rivayet için bk. Buharı, İlin 42, Vudû 24, Hars 21.

[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/511-512.

[378] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/512.

[379] Buhârî, Tefsir 3. süre 16; Müslim, Sıfauı'l-Münâfıkîn 7.

[380] Buhârî, Tefsir 3. sûre 16; Müüim, Sjfntıı'UMünSfikîn S; Tirmizi, Tefsir 3- sûre 23; Müs ned, I, 298.

[381] Bundan sonra merhum müfessirimiz, bu görüşe uygun kullanımı bir beyit ile Örneklen­dirmekte; bu beyitteki kelimelerin hem anlamEarına hem de nahiv açısından konuları­na dair açıklamalarda bulunmaktadır. Bıı görüş, esasen zayıf olduğundan ayney bun­ları tercümeye gerek görmedik.

[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/513-516.

[383] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/516.

[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/518.

[385] Suyûtî, edDurr, II, 409.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/519.

[386] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/519.

[387] Bukârl, Hayz 7, Ezan 19; Müslim, Hayz 117; Ebû Dâvûd, T.ıhâre 9; İbn Mâce, Tahdre 11; Milned, VI, 70, 153.

[388] Buhârî, Taksîm's-5al:U 19; Tirmizî, Satüt 157; îbn Mâce, İk5mem's-Salât 139, Miisned, IV, 426.

[389] Müstim, Salatu'l-Müsâfîrîn 118; Buk&ri, Tnksînı's-SaliİL 20; Nesâî, Kıya mu'1-Leyi 19.

[390] Nesâî, Kıyamu'ly 22.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/519-521.

[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/521-522.

[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/522.

[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/522-523.

[394] Buhârî, Tiiksîru's-Salât 17, 18; Tirmizî, Salât 157; Nesâi, KLy.nmu'1-Leyl 21; ibn Mâce, İkamet u's-Salâ t 141.

[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/523.

[396] el-Azîzî, es-Sirâcu'i-Münlr, II, 158 zayıf olduğu kaydıyla.

[397] Kaynağını tespit edemedik.

[398] Îbraı'l-Cevzî, mevzu (uydurma) olduğunu söylemiştir. (KurUıbî, Dâru'1-Fikr baskısı, IV, 294, dipnoi: 2).

[399] Serrî es-Sakatrnin sözüdür. Bk, el-Aclûnî, Keçftırl-Hafâ, ÎIt 310.

[400] Buhâri, Vudû 36, Ezan 161, el-Amel fi's-Snlnh 1. Vitr 1, Tefsir 3. sûre 8, 19, 20; Müs­lim, Siüatu'l-Müsûfirîn 182; Ebû Dâvûd, Tauvvu' 26; îbn Mâcer İkametti's-Sala ti 181; Müs-nedr I, 242, 358.

[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/523-526.

[402] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, £4-95, -senedi zayıftır" kaydıyla.

[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/526-527.

[404] Müslim, İman 302. Gerek Ebii Sctid el-Hudrî yoluyla gelen bıı rivayetin, gerek başka iiihabelerclen aynı manadaki rivayetlerin pekçok olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

[405] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/527-528.

[406] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/528-529.

[407] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/529.

[408] Taberânî, el-Evsat, IX; 234-235; el-tfeysemî, Mecmau'z-2euâidf X, 2lVde-. "Süheyl za­yıf bir râvi olmakla birlikte sika [.güvenilir.) kabul edilmiştir. Diğer râvileri (rivayetleri) sahih Kivilerdir" kaydıyla.

[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/529-530.

[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/530.

[411] Hâkim, el-Müstedrek, II, 300; Tirmizİ, Tefsir 4. sûre 9.

[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/530-531.

[413] Kat': Vakf (.durak: yapmak) demek olup, konuşanın kelimenin sonunda konuşmasını kes­mesi demektir. el-Ferra buna; "hal" demektedir. "MCıttakiler için bir hidâyettir" (el-Bakara, 2/2) buyruğunu da böyle i'râb etmiştir, (Dr, Muhammed Seınîr, Mu'cemu'l-Mus-tttlahûti'n-Nahviyye ve's-Sarfîyye, s. 188).

[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/531-532.

[415] Müslim, Cennet 55 Tirmizi, Zühd 15; îbn Mûee, Zühd 3; Müsned, IV, 229, 230.

[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/532-533.

[417] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/533-534.

[418] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/534.

[419] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/535.

[420] Müslim, Hayz 34.

[421] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/535-536.

[422] Bu sûrenin 185. 3yet 6. başlıkta gösterilen yerler.

[423] Müslim, İman 241; Dârimî, Nikâh 46.

[424] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/536.

[425] el-Azîzî, es-Sirûcu'l-Munîr, II, 66, "zayıf" olduğu kaydıyla.

[426] Muvatta, Cilıâd 6; Hakim, Müstıdrek, II, 300-301'de ayrıca Ebû Ubeyde'nin cevabını da na ki etmektedir

[427] Hâkim, Müstedrek, II, 301.

[428] Muvatta, Kasrıı's-SalSı 55; Müslim, Tahâre 41; Tirmizl, Tahâre 39; Nesâî, Tahflre 107; Müsned, II, 277, 303.

[429] Buhâri, Edeb 76; Müslim, Birr 107; Muvatta, Husnu'l-Huhik 12; Müsned, II, 236, 268, 517.

[430] Buhari, Zekat 53; Müslim, Zekat 102; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 7; Müatıed, I. 384.

[431] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/537-539.

[432] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/539.

[433] Buhâri, Cihad 73; Tirmizî, Fedailu'l-Cihad 26; Müened, V, 339.

[434] Müslim, îmâre 163; Tirmizt, Fedâilu'l-Cihâd 26; Nesât, Cihâd 39; Müsned, V, 441.

[435] Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizl, Fedüllu'l-Clhad 2; Müaned, VI, 20.

[436] Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Dâvûd, Vesftya 14; Tirmizl, Ahkam 36; Nesâl Vesâyâ 8; ned, II, 372.

[437] ibnMâce, Cihad 7.

[438] İbn Mûcef Clhad 7; farklı lafızlarla; Tirmizt, FedÜitu'l-ClhÜd 2â; Nesâî. Cihâd 39.

[439] îbn. Mace, Cihad 7. el-Münziri: "uydurma olduğu açıkça görülmektedir..." demiştir, Hadis ile ilgili Zevâid notundan.

[440] îbn Mâce, Cihâd 8. Rüvilerinden Sairi b. Hâlid'in uydurma ve miinker hadisler rivayet ettiği belirtilmiştir- Hadis ile ilgili Zevâid notundan.

[441] îbn. Mace, Mesâcid 19; Müsned, I, 186, 208.

[442] Takva için bk. 2/2. âyet üçüncü başlık; felah için bk. 2/5. âyetin; İhtimal bildiren bu edat için bk. 2/21. âyetin tefsirleri.

[443] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 4/539-542.