Hayırlı İşleri Yapmak Ve Münkerleri Terk Etmek İçin Müminlere Bir Takım Emirler, İtaatkârların Mükâfatı Ve İsyankârların Görecekleri Ceza. 4

İ'râb: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Nüzul Sebebi 5

Ayetler Arası İlişki 5

Açıklaması 5

İnfak Emrinin İki Hedefi Vardır: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Günahların Türleri: 10

Yalancılarla Takva Sahiplerinin Akıbeti Ve Müminlerin Cihadla Aziz Olması 10

İ'râb: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi 11

Ayetler Arası İlişki 11

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 13

Cihadın Kutsallığı, İlkeler Üzerinde Sebat Gösterme Ve Ölümün Allah'ın İzniyle. 14

Gerçekleşen Bir İş Olduğu. 14

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Nüzul Sebebi 15

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Kâfirlere İtaatten Sakındırma. 20

İ'râb: 21

Belagat: 21

Kelime ve İbareler: 21

Nüzul Sebebi 21

Ayetler Arası İlişki 21

Açıklaması 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Uhud'da Müslümanların Bozguna Uğramalarının Sebepleri Ve Zafer Vaadinden Sonra Dağılmaları 23

İ'râb: 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Nüzul Sebebi 24

Açıklaması 24

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Müminlerin Münafıkların Sözlerini Söylemekten Sakındırılması, Cihada Teşvik Edilmesi Ve Faziletleri 27

İ'râb: 27

Kelime ve İbareler: 28

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Peygamber (S.A.)'İn Ashabına Yumuşaklıkla, Afla Davranması, Onlarla Danışması Ve Zafer Vaadi 29

İ'râb: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Ganimetlerin Paylaştırılmasında Peygamberin Adaleti Ve Ümmetini Islaha Dair Görevleri 32

İ'râb: 32

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 33

Nüzul Sebebi 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Uhud Gazasında Müminlerin Bir Takım Hataları İle Münafıkların Bazı Kabahatleri 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Nüzul Sebebi 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Allah Yolunda Cihad Eden Şehitlerin Mevkii 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Nüzul Sebebi 40

Hamrâu'1-Esed Gazası: 40

Küçük Bedir Gazası: 41

Ayetler Arası İlişki 41

Açıklaması 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 43

Uhud'dan Sonra Peygamber (S.A.)'İn Kalbinden Kederin Giderilmesi, Kâfir Ve Cimrilerle Münakaşa Ve İyilerin Kötülerden Ayırd Edilmesi 45

İ'râb: 45

Belagat: 46

Kelime ve İbareler: 46

Nüzul Sebebi 46

Ayetler Arası İlişki 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 49

Yahudilerin Yüce Allah'a Fakirlik Nispet Etmek, Peygamberi Yalanlamak Gibi Bir Takım Kabahatleri 50

İ'râb: 50

Belagat: 50

Kelime ve İbareler: 50

Nüzul Sebebi 51

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Ölüm Her Bir Nefsin Akıbetidir, Sevap Kıyamet Gününde, Sınav İse Dünyada Söz Konusudur. 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Nüzul Sebebi 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

İnsanlara Açıklamak Üzere Kitap Ehlimden Söz Alma Ve Onların Gereksiz Yere Övülmeyi Sevmeleri 56

Belagat: 56

Kelime ve İbareler: 56

Nüzul Sebebi 57

Ayetler Arası İlişki 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Göklerin Ve Yerin Yaratılışını Düşünme, Hayırlı İş Yapanların Mükâfatı 59

İ’râb: 59

Belagat: 59

Kelime ve İbareler: 59

Nüzul Sebebi 60

Ayetler Arası İlişki 60

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Muttakiler, Kâfirler Ve Kitap Ehli'nin Müminleri İle Her Birisinin Mükafat Ve Cezası 63

İ'râb: 63

Belagat: 63

Kelime ve İbareler: 63

Nüzul Sebebi 64

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65


Hayırlı İşleri Yapmak Ve Münkerleri Terk Etmek İçin Müminlere Bir Takım Emirler, İtaatkârların Mükâfatı Ve İsyankârların Görecekleri Ceza

 

130- Ey iman edenler! Ribayi kat kat yemeyin. Allah'tan korkan ki felah bu­laşınız.

131- Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının.

132- Bir de Allah'a ve Peygamber'e ita­at edin ki rahmete nail olasınız.

133- Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun.

134-  Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanla­rı affedenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.

135- Ve çirkin bir günah işledikleri ya­hut nefislerine zulmettikleri vakit Al­lah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesi için bağışlanma dileyenler­dir. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Bir de işledikleri üzerinde bi­lip dururlarken ısrar etmeyenlerdir.

136- İşte bunların mükâfatı rablerin-den bir mağfiret ve- altlarından ırmak­lar akan cennetlerdir ki orada ebediy-yen kalıcıdırlar. (Böyle) amel edenle­rin mükâfatı ne güzeldir!

 

İ'râb:

 

"Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar?" buyruğu nefiy anlamında sorudur. "Allah'tan başka günahları bağışlayacak kimse yoktur" takdirindedir. [1]

 

Belagat:

 

"Kat kat artırılmış olarak" anlamındaki kelimede iştikak bakımından ci­nas vardır.

"Ribayı... yemeyin", mürsel bir mecazdır. Faiz almaktan "yemek" diye söz edilmiştir. Çünkü neticede iş oraya varır.

"Eni göklerle yer kadar olan"; teşbih edatı hazfedilmiş belîğ bir teşbihtir. Yani göklerle yerin eni gibi eni bulunan demektir.

"Rabbinizin mağfiretine... koşuşun." Yani mağfireti gerektiren şeylere ko­şuşun. Burada "şey"e ona sebep olanın adı verilmiştir.

"Bolluk ve darlık" manalarında tıbâk vardır.

"TJaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar?" buyruğu ise nefiy maksa­dında sorudur. Yani başka kimse bağışlamaz demektir.

"İşte bunların mükâfatı... bir mağfiret..." Burada, mevkilerinin yüksekliği­ne delâlet etmek üzere uzak için kullanılan işaret edatı kullanılmıştır.

"Amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!" Burada özel olarak övülen şey haz-fedilmiştir. Amel edenlerin ecri olarak cennet ne güzeldir, demektir. [2]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ribayı kat kat fazlasıyla yemeyin..." Yani va'denin gelmesi esnasında ala­cağınızı artırarak, ödemeyi geciktirerek. Bir şeyin katı, onun bir misli fazlası demektir. Bu şekilde katlama ise ya sadece faiz olan fazlalıktır ya da üç yüz vermek karşılığında yüz borç almak gibi ana mala nispetle söz konusu olur.

"Allah'tan korkun." Kendiniz için Allah'ın azabına karşı koruyucu bir vası­ta edinmek suretiyle faizi terk ederek "felah bulaşınız" kurtulasınız.

"Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de" onunla azap görmemek için "sakının".

"Rabbinizin mağfiretine... koşuşun." Rabbinizin mağfiretine götüren, sada­ka ve hayırlı işler yapmak, faiz ve günahlardan tevbe etmek gibi salih ameller kabilinden olan şeyleri işleyerek mağfirete sebep olan işler yapmakta elinizi çabuk tutun.

"Eni göklerle yer kadar olan cennete" yani biri ötekine bitiştirilerek her ikisinin eni kadar geniş olan demektir. Burada maksat ise cennetin büyüklüğü­nü genişlikle nitelemektir.

"Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler" Aslında "es-serrâ", sevindiren durum, "ed-darrâ" ise zarar veren durumdur. İbni Abbas bunları bolluk ve darlık diye tefsir etmiştir, "öfkelerini yutanlar", gereğini yerine getirmeye güç yetirmekle birlikte öfkelerine mani olanlar ve gizleyenler. Öfke, kızgınlık tür­lerinin en şiddetli olanıdır. Mal ve çocuk gibi maddî bir hakka veya şeref, ırz ve haysiyet gibi manevî bir hakka saldırıda bulunulduğu vakit insan ruhun­da meydana gelen ileri derecedeki bir tepkiyi ifade eder. "ve insanları affe­dendir."

"Allah iyilik yapanları (ihsan edenler)..." İhsan, başkasına yermenin söz konusu olmayacağı bir şekilde lütufta bulunmak, nimetler bağışlamaktır. "sever"

"Çirkin bir günah (fahişe)"; fahişe kelimesi büyük günah ve zina, gıybet ve buna benzer başkalarına etki eden çirkin iş demektir. "Nefse zulmetmek" ise şarap içmek ve buna benzer etkisi yapana münhasır kalan günah demek­tir.

"Allah'ı hatırlayarak" O'nun vaadini, tehdidini, emir ve yasağını, azamet ve celâlini hatırlayarak.

"Bir de işledikleri üzerinde bilip dururlarken ısrar etmeyenler..." Yaptıkla­rının masiyet olduğunu bile bile ona devam etmeyenler. Günaha ısrarla devam etmekten şer'an maksat, çirkin olan işi yapmaya, ondan vazgeçmeyip, mağfiret dilemeden, tevbe de etmeden devam edip gitmek demektir. [3]

 

Nüzul Sebebi

 

130. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Firyâbî, Mücahit'ten şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Belli bir va'de ile (Cahiliye Arapları) alışveriş yapar­lardı. Va'de geldiğinde borçluların borcunu artırırlar, buna karşılık va'deyi de uzatırlardı. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat fazlasıyla yeme­yin" ayeti nazil oldu.

Yine (Firyâbî) Atâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sakîfliler Muğire oğullarına [4] borç verirlerdi. Va'de geldiğinde, "Biz size faiz verelim, buna kar­şılık borcumuzun ödemesini erteleyin" derlerdi. Bunun üzerine, "Ribayı kat kat fazlasıyla yemeyin" ayeti nazil oldu.

135. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas Atâ'dan gelen rivayete göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Nebhân et-Temmâr (hurma satıcısı) hakkında nazil olmuştur. Künyesi Ebu Mukbil idi. Yanma güzel bir kadın gelir, ondan hurma satın almak ister. O da kadını alıp kucaklar ve öper. Buna pişman olur, Peygamber (s.a.)'in yanına varıp olayı anlatır. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olur. [5]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müminleri Müslüman olmayanları sırdaş edinmekten sakındı­rıp, sabredip takvaya devam ettikleri takdirde, onların hilelerinin hiç bir şekil­de kendilerine zararlı olamayacağını açıkladıktan, Bedir ve Uhud gazvelerinde sabır ve takvaya dair bir misal ve müşriklerle Yahudilerin yaptıklarını söz ko­nusu ettikten sonra, burada da Müslümanları -müşriklerle Yahudilerin olduk­ça çirkin bir niteliği olan- faizden sakındırmaktadır. Bundan sonra da çeşitli teşvik ve korkutmalarla irşatlarda bulunmakta, hayır ve kötü işlerin sonuçla­rını açıklamaktadır. [6]

 

Açıklaması

 

Ey iman edenler! Cahiliye döneminde insanların yaptıkları gibi faiz yeme-yiniz. Bu, kat kat fazlasıyla faiz alıp vermenin müminlere yasak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Cahiliye döneminde borcun va'desi geldiğinde ala­caklılar borçluya, "Ya borcunu ödersin, yahut faiz ödersin" derlerdi. Vaktinde borcunu öderse mesele yok, aksi takdirde va'desini uzatır öbürü de ödeyeceği faiz miktarını artırırdı. Bu her sene böyle devam ederdi. Kimi zaman azıcık bir borç kat kat artarak büyük meblağlara ulaşırdı.

Faizin haram kılınışını tekit için Yüce Allah bu yasak ile birlikte dünyada da ahirette de felaha kavuşabilmeleri için müminlere takvayı da emretmekte­dir. Arkasından bu yasağı daha bir pekiştirmek için onları cehennem ile tehdit etmekte, cehennemden onları sakındırmakta, sonra da Allah'a ve Rasulüne ita­at emrini daha bir sıkı tutmaktadır. Arkasından da hayırlı işleri yapmak ve Al­lah'a yakınlaştırıcı amellere kavuşmak için eli çabuk tutmaya onları teşvik et­mektedir.

Faiz ayetlerini (Bakara, 275, 276, 278 ve 279. ayetler) üçüncü cüzde tefsir ettiğimizde sözünü ettiğimiz bu ayet-i kerimenin faizin haram kılınmasındaki tedricilikte üçüncü aşamada nazil olduğunu belirtmiştik. Yine orada faizin yüz­de bir gibi az bir oran olması ile çok olmasının değişmediğini ve hepsinin ha­ram olduğunu, son inen hükümlerden Bakara süresindeki ilgili ayetlerin her iki tür faizi de haram kıldığını açıklamıştık. Bu faiz türlerinden birisi va'de fa­izi (nesîe), diğeri ise peşin fazlalık faizi (ribâ ül-fadl)dir. Her iki türüyle faizin haram kılınmasının ümmetin menfaatine olduğu da açıklanmıştır. Çünkü faiz­de fert ve toplum aleyhine büyük tehlikeler vardır. Fazlalık faizinin haram kı­lınması ise şeddi zerâi' kabilindendir; yani bu faizin va'de faizine gitmesini en­gellemek içindir. Arkasından bir menfaat çeken her bir karz bir faizdir. Sözü geçen bu menfaat ister nakdî olsun ister aynî ve maddî olsun, ister az ister çok olsun fark etmez.

Cahiliye dönemi faizi yahut nesîe faizi, günümüzdeki bankalarda aşırı fa­iz yahut zaman geçmesi ile birlikte ortaya çıkan mürekkep kâr yahut mürek­kep diye bilinen faizdir. Bu da Kur'an-ı Kerim'in nassıyla kat'î olarak haram­dır. Ayet-i kerimede bunun "kat kat fazlası" diye kayıtlandırılması vakıanın beyanı ve cahiliye döneminde insanların durumunu tasvir etmek için gelmiş bir kayıttır. Ayrıca bu işlemlerde gayet açık bir zulüm, borç alanın ihtiyacının açıkça sömürüldüğünün ortaya konulması ve bunun çirkinliğinin sergilenmesi maksadı vardır. Bu kaydın bulunması, hiç bir zaman düşük orandaki faizin helâl olduğu, haram olanın sadece aşırı faiz olduğu anlamına gelmez. Bu, ayet-i kerimenin anlatmak istediği bir şey değildir. Faiz ister az ister çok ol­sun haramdır, büyük günahlardan birisidir. Bu kaydın aksine bir manası yok­tur. Aşırı zaruret içerisinde bulunan kimseler dışında hiç bir zaman faiz mu­bah olamaz. Tıpkı meyte (leş) yemeye kalkışmak gibidir. Eğer bir kimse kendi kanaatine göre açlıktan öleceğini biliyor ise yahut da barınacağı bir evi olma­dığından sokakta kalmaya maruz kalacak ve helak olacaksa bu yola baş vurabilir. Ticaretini, sanayi ya da ziraatini geliştirmek için faizli borç almak kesin­likle haramdır.

Şimdilerde görülen İslâmî uyanış gerçeği içerisinde müjdeler veren hayırlı gelişmeler arasında İslâmî finans kurumları ve sigorta şirketleri de vardır. Bunlar ise mudarebe, murabaha, teminat ve buna benzer fukahanın mubah gördüğü esaslar çevresinde çalışmayı hedeflemektedirler. Bunlarda haram olan faiz yahut şer'an haram görülen garar ve kumar da -İslâmî kayıdlara uyulduğu takdirde- söz konusu değildir.

Yüce Allah bize yasaklanan işler arasında Allah'tan korkmamızı emre­derek faiz yasağını bir daha pekiştirmektedir. Bu yasağı pekiştirmesinin amacı ise, sevgiye götüren, karşılıklı dayanışma ve merhamet ile kendimiz için felah ve kurtuluşu gerçekleştirelim diyedir. Sevgi ise mutluluğun esası­dır. Ahirette bu yolla Allah'ın rızası ve cennete nail olunur. Faiz yasağını, ce­henneme götüren şeylerden sakındırmak suretiyle daha da pekiştirmektedir. Cehenneme götüren şeylerden birisi de faizdir. Yüce Allah cehennemi kâfir­ler için hazırlamıştır. Bunlardan bir kısmı ise faizcilerdir. Eğer bunlar takva­ya sarılmaz ve masiyetlerden uzak durmazlarsa cehennem halkı arasında sayılırlar. Ebu Hanife'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şüphesiz bu, Kur"an-ı Kerim'de en korkutucu ayet-i kerimelerdendir. Çünkü Allah, ha­ramlarından sakınmak hususunda kendisinden korkmayacak olurlarsa mü­minleri de kâfirler için hazırlanmış cehennemle tehdit etmektedir. Bakara suresinde de Yüce Allah'ın faiz yiyenlere karşı Allah ve Rasulü tarafından savaş açılmış olduğunu, Allah'ın ve Rasulünün faizcilere düşman olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Daha sonra Yüce Allah bu yasağı oldukça beliğ bir şekilde daha da pekiş­tirmekte, faiz almaktan uzak durmak hususunda Allah ve Rasulüne itaati em­retmektedir. Ta ki Allah durumlarını düzelttikleri için dünyada insanlara mer­hamet etsin, ahirette de amellerine güzel bir mükâfat vermek suretiyle onlara rahmet buyursun.

Daha sonra Yüce Allah günahların bağışlanmasını, Allah'ın takva sahiple­ri için hazırlamış olduğu oldukça geniş cennetlere girmeyi gerektiren işlere ko­şuşmayı emretmektedir. Bu ise cennetin halihazırda yaratılmış olduğunun de­lilidir. İmam Ahmed Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Heraklius Peygam­ber (s.a.)'e şunu yazar: "Sen beni eni gökler ve yer kadar olan cennete çağırı­yorsun. Peki cehennem nerede?" Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Allah, Allah! Peki gündüz gelince gece nereye gidiyor!" Yani yörüngede dö­nüş olunca gündüz dünyanın bir tarafında gece öbür tarafındadır. İşte cennet de bu şekilde üst tarafta, cehennem de alt taraftadır. Dolayısıyla cennetin gök­lerle yerin eni kadar olması ile cehennemin varlığı arasında bir aykırılık yok­tur.

Mananın şöyle olma ihtimali de vardır: Gündüz geldiği zaman bizim gece­yi göremeyişimiz onun hiç bir yerde olmamasını -biz bu yeri bilmesek dahi- ge­rektirmez. Aynı şekilde cehennem de Yüce Allah'ın dilediği yerdedir. İbni Kesir der ki: Bu daha açıktır. Çünkü el-Bezzar tarafından rivayet edilen Ebu Hurey-re hadisinde o şöyle demiştir: Adamın birisi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Yüce Allah, "Eni göklerle yer kadar olan bir cennet" diye buyurmak­tadır. Peki cehennem nerede? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ne dersin, gecele­yin gelip her şeyi örtü gibi kuşattığı vakit gündüz nereye gidiyor?" Adam, "Nere­ye dilerse" deyince Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: "îşte cehennem de böyledir. Aziz ve Celîl olan Allah nerede dilerse oradadır."

İşte bunlar faizden uzaklaştırmak için arka arkaya gelmiş dört tane tekit edici ifadelerdir: Allah'tan korkunuz, cehennemden korkunuz, Allah'a itaat ediniz, Rasulüne itaat ediniz. Daha sonra Yüce Allah korkutmanın akabinde hayır fiil işlemeyi teşvik ederek, sadaka, akrabalık bağlarını gözetmek, süa-i rahim, karşılıklı merhamet, dayanışma, faiz ve benzeri günahlardan uzak durmak gibi itaat işlerine gecikmeden koşuşmayı da emretmektedir. İşte bu hayırlı işler, İslâm toplumunu merhameti, mutlu ve huzurlu bir toplum haline getirir. Kinlerin olmadığı, mücadelelerin olmadığı, kıskançlığın, buğzun, fakir­lerle zenginler arasında nefretleşmenin olmadığı bir toplum haline getirir. Da­ha sonra Yüce Allah cennetliklerin niteliklerini şöylece söz konusu etmekte­dir:

1- Darlıkta ve genişlikte, yani sıkıntılı ve rahat zamanlarında, hoşuna gi­den ve gitmeyen zamanlarda, sağlık ve hastalık hallerinde, Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi "Onlar ki mallarını gece ve gündüz gizli ve açık infak ederler..." (Bakara, 2/27'4). Yani bütün durumlarda infak ederler. Yüce Allah'a itaat, O'nun razı olduğu yollarda infak etmekten, yakın akrabalarına olsun, başkalarına olsun çeşitli iyiliklerde bulunmaktan hiç bir şey onları alıkoymaz. Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hâtim'den gelen rivayete göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler: "Bir hurmanın yarısı ile dahi olsa ce­hennemden korununuz." [7]

 

İnfak Emrinin İki Hedefi Vardır:

 

a) Sadaka ihtiyaç sahibi olan kimseye bir yardım, sıkıntılarını giderme yo­lunda elinden tutmaktır. Buna karşılık faiz ise zenginin, fakirin ihtiyacını is­tismar etmesidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artış göster­sin diye faiz gününden insanlara verdiğiniz Allah katında artmaz. Fakat Al­lah'ın rızasını elde etmek kasdıyla verdiğiniz zekât ise işte onlar kat kat artan­lardır." (Rûm, 30/39); "Allah faizin bereketini giderir, fakat sadakaları da artı­rır." (Bakara, 2/276).

b) Zenginlik yahut sıkıntı zamanlarında ve bunların dışında kalan hal­lerde infak etmek, takvanın en açık delili, tekerrür edip duran ihtiyaçları karşılamanın en iyi yoludur. Ve bu tedrici olarak ağır ağır gerçekleşir. Böyle bir yolla infak eden bir kimse sıkıntıya düşürülmez. Ayrıca muhtaç olan da ihtiyacı en alt seviyeye ininceye kadar ihmal edilmiş olmaz. İbretli bir sözde şöyle denilmektedir: "Sen az bir şeyler ver. Çünkü mahrumiyet ondan daha da azdır." Hayra duyulan sevgi ve ahireti hatırlamak insanda merhamet duy­gularını harekete getirir, az da olsa sürekli infaka teşvik eder. Devamlılığı olan az bir infak, aralıklarla verilen pek çok infaktan hayırlıdır. Az olan bir infak, fert ve toplumlardan bir araya getirilip toplandığı vakit arzuyu gerçek­leştiren fazla bir miktar olur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince infak etsin. Rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse ona verdi­ğinden başkasını yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık ihsan edecektir." (Talâk, 65/7).

2- Öfkelerini bastıranlar, yani öfkeleri kabarıp arttığı takdirde onu bastı­rıp gizleyenler. Gereğini yerine getirme ve uygulama imkânları bulunmakla birlikte -zaaf ve acizlikten dolayı değil- gereğini yerine getirmezler. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Güçlü kimse başkasının sırtını yere getirmekten do­layı güçlü değildir. Fakat güçlü kimse kızdığı zaman nefsine hâkim olabilen­dir." [8] Yine İmam Ahmed'in rivayetine göre Harise b. Kudâme es-Sa'dî, Ey Al­lah'ın Rasulü, bana vasiyette bulun, demiş, Resulullah (s.a.) ona, "Kızma" diye vasiyette bulunmuştur.

Kızgınlığın tedavi yolu Ahmed ve Ebu Davud'un Atıyye b. Sa'd es-Sa'dfden rivayetine göre şöyledir: Atıyye dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurdu: "Kızgınlık şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise an­cak su ile söndürülür. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kızdı mı ab-dest alsın." Abdürrezzâk'm Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gereğini yerine getirebilme gücüne sahip olduğu halde her kim bir öfkesini tutarsa Yüce Allah onun içini güvenlik ve iman ile doldurur."

Aişe (r. anhâ)'den nakledildiğine göre bir hizmetçisi onu öfkelendirmiş o da, "Allah takvayı ne güzel yaratmıştır, öfke sahibine intikam alma fırsatını vermez" demiştir.

3- İnsanları affedenler. Yapılan düşmanlığın karşılığını verebilme güçleri bulunmakla birlikte kendilerine kötülük yapanları hoşgörülü davranıp bağışla­yanlar demektir. Bu ise aklın genişliğine, fikrin üstünlüğüne, irade gücüne, ki­şiliğin metanetine açıkça delâlet eden, nefsin dizginlenmesi basamağıdır. Öfke­yi yenmekten daha üstün bir basamaktır. Çünkü kişi kimi zaman kin ve kötü duygularını muhafaza ederek öfkesini bastırabilir. Bu buyruk Yüce Allah'ın, "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/32) buyruğunu andırmakta­dır. Hâkim ve Taberânî, Übeyy b. Ka’b'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Her kim cennette köşklerinin yükseltilmesini, dere­celerinin yüceltilmesini arzu ediyor ise kendisine zulmedenleri affetsin, mah­rum edenlere versin, bağını koparanların bağlarını düzeltsin." [9] İbni Abbas (r. anhumâ)dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kıyamet günü olduğunda bir münadi şöyle seslenir: İnsanları affedenler nerede? Haydi Rabbinizin huzuruna geliniz, ecirlerinizi alınız. Affettiği takdirde cennete sokulması her Müslümanın bir hakkıdır."

İşte bunda Peygamber (s.a.)'in Uhud gazvesinde emrine aykırı davranan okçuları affettiğine ve Hz. Hamza'ya yaptıkları dolayısıyla müşrikleri cezalan­dırmadığına bir işaret vardır. Çünkü siret-i nebeviyede de belirtildiği gibi O, Hz. Hamza'ya müsle yapıldığını (ölünün azalarının parçalandığını) görünce, "Ve nefsim elinde olana yemin olsun ki, onlardan yetmiş kişiye müsle uygulaya­cağım" diye buyurmuştu.

4- Allah ihsan edenleri, iyilik yapanları, kötülüğe iyilikle karşılık verenle­ri sever. Bu ya kötülük yapana faydalı işler yapmakla olur yahut o kötülüğüne misliyle karşılık vermemek suretiyle dünyada ona gelebilecek zararı önlemek suretiyle; veya ahirette alacağı hakları affetmesiyle olur. Bu ise önceki merte­belerin en yükseği olan bir mertebedir. Beyhakî'nin rivayetine göre Hz. Hüse­yin'in oğlu Ali'nin (r.a.) bir cariyesi vardı. Namaza hazırlanmak üzere ona su döküyordu. Elindeki ibrik başını yaraladı. Başını kaldırınca cariye şöyle dedi: "Yüce Allah, "Öfkelerini yutanlar" diye buyurmaktadır. Ali ona, "Öfkemi yut­tum," dedi. Cariye, "Ve insanları affedenler" diye buyurmaktadır" deyince, "Al­lah seni affetmiştir" dedi. Yine cariye, "Allah ihsan edenleri sever" deyince Ali, "Git, Yüce Allah'ın rızası için hürsün" cevabını verdi.

5- Çirkin bir günah işledikleri vakit yani zina, faiz, hırsızlık, gıybet ve bu­na benzer zararı başkasına ulaşan bir günah işlediklerinde veya kendilerine zulmettiklerinde yani içki içmek ve buna benzer zararı yalnız kendilerine do­kunan bir günah işlediklerinde Allah'ın vaadini, tehdidini, azamet ve celâlini hatırlar, tevbe ederek, Rabbinin rahmetini umarak ona dönerler.

Şunu bilelim ki günahları Allah'tan başka bağışlayacak kimse yoktur. Kö­tülük yapanı bağışlaması -şirkin dışında olmak şartıyla- günahkârı, günahları ne kadar büyük olursa olsun affetmesi onun lütfunun, ihsan ve kereminin bir belirtisidir. Şirk ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendi­sine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bundan başka bunu (yani günahı) di­lediğine bağışlar." (Nisa, 4/48) Yine rahmetinin genişliği ile ilgili olarak şöyle buyurur: "Ve benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (A'râf, 7/156).

Tevbenin kabul edilmesinin şartı ise günah üzerinde ısrar etmemektir. İş­te Yüce Allah'ın, "Bir de işledikleri (günah) üzerinde bilip dururlarken ısrar et­meyenlerdir" buyruğu bunu ifade etmektedir. Yani günahlarından tevbe edip yakın bir süre sonra Allah'a dönen, masiyet üzere ısrar etmeyen, onu sürdür­meyen kimselerdir. Eğer günahı bir defada işleyecek olurlarsa ondan tevbe ederler. Nitekim Hafız Ebu Yala, Müsned'inde böyle demektedir. Aynı zamanda bu Ebu Davud, Tirmizî ve el-Bezzâr'ın Müsned'inde de yer almaktadır ki, bun­lar Ebu Bekir (r.a.)den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İstiğfar eden (günahında) ısrar etmiş olmaz. İsterse bir günde (aynı güna­ha) yetmiş defa dönsün." [10]

Bunlar yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilirler ve günahlarını hatırla­yarak onlardan dolayı Allah'a tevbe ederler. Esasen Allah tevbe edenin tevbesi-ni kabul eder. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Onlar şüphesiz Allah'ın kullarının tevbesini kabul ettiğini bilmezler mi?" (Tevbe, 9/104); "Her kim bir kötülük işler yahut kendisine zulmeder sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok mağfiret sahibi ve çok merhametli bulur." (Nisa, 4/110).

Sözü geçen niteliklerle Yüce Allah takva sahiplerini nitelendirdikten sonra şunu açıklamaktadır: Bu niteliklere sahip olan takva sahibi kimselerin mükâfatları günahlarının Rableri tarafından bağışlanması, cezadan yana gü­venlik içerisinde olmalarıdır. Bunlara Rableri nezdinde altından ırmaklar akan cennetlerde yani çeşitli içeceklerden nehirlerin aktığı cennetlerde bü­yük bir sevap vardır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte o salih amellere verilen bu karşılık -ki o da cennettir- ne güzeldir! Şanı yüce Allah cenneti öv­mektedir. Esasen cenneti övmek de O'nun hakkıdır. Cennet övülmeye lâyık­tır. Çünkü orada mutlak ve ebedî nimetler vardır. Orada hiç bir gözün görme­diği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın hatırından geçirmediği şey­ler vardır. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

130-132. ayet-i kerimeler dört yönden faizin haram kılındığını göstermek­tedir. Evvelâ, "Ribayı yemeyiniz" buyruğu ile faiz nehyedilmektedir. Diğer ta­raftan faiz malları hususunda Allah'tan korkulması emredilmektedir; o balam­dan siz bu gibi malları yemeyiniz. Faizi helâl kabul edenler cehennem ile teh­dit edilmektedir. Faizi helâl kabul eden kâfir olur. Ayrıca faizin haram kılınma­sı hususunda Allah/a ve Rasule itaati Allah onlara merhamet etsin diye emret­mektedir.

Mücahit der ki: İslâm'dan önce belli bir vadeye kadar bir mal satıyorlardı. Vadesi geldi mi ödemeyi geciktirme karşılığında sattıkları malın bedelinde ar­tış yapıyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat fazlasıyla yemeyin." ayetini indirdi.

Kurtübî der ki[12]: Burada diğer masiyetler arasından Özellikle faizi zikret­mesinin sebebi Yüce Allah'ın, "Şayet yapmaz iseniz, Allah ve Rasulü tarafın­dan size karşı savaş açıldığını bilin." (Bakara, 2/279) buyruğunda Allah'ın sa­vaş açmış olmasıdır. Savaş ise öldürülmeyi haber vermektedir. Adeta şöyle bu­yuruyor gibidir: Eğer faizden sakınmazsanız bozguna uğrar ve öldürülürsünüz. Böylelikle Allah onlara faizi terk etmeyi emretmektedir. Çünkü faiz onlar ara­sında yürürlükte idi.

"Kat kat fazlasıyla" şeklindeki tekit edilmiş ibare, yaptıkları işin kötülü­ğüne ve çirkinliğine delâlet etmektedir. İşte bundan dolayı özellikle kat kat fazlasıyla yenilmesi hali söz konusu edilmiştir. Onlar seneler geçtikçe bu kat kat fazla faizi de tekrarlayıp duruyorlardı.

"Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının." ayet-i kerimesi ce­hennemin yaratılmış olduğunu göstermektedir. Bu ise Cehmiyye'ye bir reddir. Çünkü olmayan bir şey hazırlanmaz.

Yüce Allah'ın, "Rabbinizin mağfiretine... koşuşun" ayet-i kerimesi mağfire­ti gerektiren ve bu konuda eli çabuk tutmanın vücubuna işaret eden bir buy­ruktur. Mağfireti gerektiren şey ise itaattir. Mağfiret cennetten önce söz konu­su edilmiştir. Çünkü öncelikle günahlardan annmamış bir kimse cennete gir­me hakkını elde edemez.

İlim adamları Yüce Allah'ın, "Eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun" buyruğunun tevili hususunda farklı görüşlere sahiptir. îbni Abbas der ki: Ku­maşların yayıldığı ve birbirine eklendiği gibi gökler ve yer de bir araya getirilir, işte bu cennetin enidir. Boyunu ise Allah'tan başka kimse bilemez. Cumhurun görüşü budur. Ayet-i kerime enini, sınırını tespit etmek maksadında değildir. Fakat bununla sizin insan olarak gördüklerinizin en genişi olduğunu anlatmak istemiştir. "Takva sahipleri için hazırlanmış" buyruğu da cehennem gibi cenne­tin de yaratılmış ve elan mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da genel olarak ilim adamlarının kabul ettiği bir görüştür. İsra hadisi ve bundan başka başka­larında da yer alan hadis-i şeriflerin nasları, ayrıca Ebu Zerr'in Resulullah (s.a.)'tan naklettiği şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir: "Yedi gök ile yedi yerin Kürsî'ye göre durumu ancak yeryüzünün geniş bir düzlüğünde bırakılmış bir kaç dirhemin durumuna benzer. Kürsî'nin Arş'a göre durumu ise ancak yer­yüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir halkaya benzer."

Mutezile der ki: Cennet ile cehennem şu anda yaratılmış değildir. Yüce Al­lah gökleri ve yeri katlayıp düreceği vakit dilediği zamanda cennet ve cehenne­mi yaratmaya başlayacaktır. Çünkü cennet ile cehennem sevap ve günahın karşılığının görüleceği bir yerdir. O bakımdan bunlar tekliften sonra amellerin karşılığının görüleceği bir vakitte yaratılmışlardır ki, dünyada aynı zamanda hem mükellefiyet yurdu, hem amellerin karşılık görme yurdu bir arada bulun­masın. Nitekim ahirette de bu iki yol bir arada olmayacaktır.

Dikkat edilecek olursa Yüce Allah pek çok ayet-i kerimede ahiret amelleri­ne koşuşmayı emretmektedir: "Bir mağfirete koşuşun." (Âl-i İmran, 3/33); "Bir mağfirete yarışın." (Hadîd, 52/21); "O halde hayırlarda yarışın." (Bakara, 2/148), "Allah'ın zikrine koşun." (Cuma, 63/9); "İşte yarışanlar bunda yarışsın­lar." (Mutaffifin, 83/26). Dünya için çalışıp durmaya gelince: Bu da Yüce Al­lah'ın şu ve benzeri buyruklarında görüldüğü gibi uygun bir şekilde hatırlatıl­mış bulunmaktadır: "Artık omuzlarında yürüyün..." (Mülk, 67/15); "Diğerleri ise yeryüzünde (ticaret kastıyla) yol teperler." (Müzzemmil, 73/20).

134. ayet-i kerimede ise iyi olan takva sahiplerinin nitelikleri yer almakta­dır: Bunlar bollukta ve sıkıntılı zamanlarda, sağlıkta ve hastalıkta infak, öfkeyi bastırıp gizlemek ve buna güçleri olmakla birlikte gereğini yerine getirmeksizin öfkeyi içinde saklamaktır. Öfke kızgınlığın temelini teşkil eder. Aralarındaki fark şudur: Kızgınlıktan farklı olarak öfkenin azalar üzerindeki etkisi görülmez. Kızgınlık herhangi bir davranış ile azalarda etkisini gösterir ve mutlaka ortaya çıkar. Bundan dolayı kızgınlık (gazap) Yüce Allah'a isnat edilmiştir. Zira gazap Allah'ın kendilerine gazap ettiği kimselere yaptığı işlerinden ibarettir. Kötülük işledikleri takdirde insanları affetmek de iyi kimselerin özellikleri arasındadır. Bir cezayı hak edip de bu cezanın kendisine bağışlandığı kişi affedilmiş demek­tir. Kötülükten sonra iyilik ise mertebelerin en üstünüdür. İyilik (ihsan) imkân olduğu vakit iyilikte bulunmaktır. Yoksa her vakit ihsanda bulunmaya imkân yoktur. Yüce Allah'ın, "Allah ihsan edenleri sever" buyruğunun anlamı "Onların iyiliklerine, ihsanlarına karşılık onlara sevap verir" şeklindedir.

İşte bunlar erdemin esası, üstün ahlâkî değerlerin temelleridir. Daha son­ra Yüce Allah, "Ve onlar ki çirkin bir günah işledikleri..." buyruğu ile birinci türden daha aşağı bir diğer kesimi söz konusu etmekte, bunları da kendi rah­met ve lütfunun kapsamına katmaktadır. Bunlar tevbe eden kimselerdir. Tir-mizî zikrettiği ve hasen olduğunu belirttiği bir hadis-i şerifte ayrıca Ebu Davud et-Tayalisî de Müsned'inde Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini nakletmektedir: Bana Ebu Bekir anlattı -ki Ebu Bekir doğru söylemiştir- Resulullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Herhangi bir kul bir günah işleyip de sonra abdest alır, iki rekât na­maz kılar, arkasından Allah'tan mağfiret dilerse mutlaka Allah ona mağfiret eder." Daha sonra şu ayet-i kerimeyi okur: "Ve onlar ki çirkin bir günah işledik­leri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak hemen günahları için bağışlanma dileyenlerdir." Bundan başka, "Her kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmederse..." (Nisa, 4/110) ayetini de okudu. Çirkin bir günah (el-fahi-şe) her bir masiyet hakkında kullanılır. Burada özellikle zina hakkında kulla­nılmıştır. O kadar ki Câbir b. Abdullah ile es-Süddî bu ayet-i kerimedeki bu ke­limeyi, zina diye açıklamıştır. Allah'ın anılması ise O'nun azabından korkmak, O'ndan utanmaktır. Allah'ın huzuruna çıkılacağını hatırlamak, Yüce Allah'ın her bir günahı sorgulayacağını düşünmektir.

Allah'tan mağfiret dilemek de güzel ve önemli bir ameldir. Bunun sevabı pek büyüktür. Vakti ise seher vakitleridir. Tirmizî Resulullah (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir:

"Her kim: (Estağfirullâhellezî lâ ilahe illâ hüvel-Hayyül-Kayyûm ve etûbu ileyhi) kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, Hayy ve Kayyûm olan Al­lah'tan mağfiret diler ve O'na tevbe ederim, diyecek olsa günahı -savaştan kaç­mış olsa dahi- mağfiret olunur." Mekhûl de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: "Ben Resulullah (s.a.)'tan daha çok mağfiret dileyen kimseyi görmedim." Mâliki mezhebi alimleri de der ki: İstenen istiğfar günah üzere ıs­rar kararım çözen, manası kalpte sebat bulandır. Yoksa dille söylenen değildir. Kalbi Allah'a masiyet üzerinde ısrar etmekle birlikte, sadece diliyle estağfirul-lah diyen kimsenin mağfiret edilmesi ayrıca istiğfarı gerektirir. Böyle bir kim­senin küçük günahı da büyük günahlara ulaşır. Hasan-ı Basrî de der ki: Bizim istiğfarımızın ayrıca bir istiğfara ihtiyacı vardır.

Masiyeti bağışlayabildi ve onun cezasını ortadan kaldırabilecek olan kişi yalnızca Yüce Allah'tır.

Tevbeye ve günah üzere ısrar kararını çözmeye iten, Azız ve Gaffar olan Allah'ın Kitabı üzerinde tefekkürü devam ettirmektir. Allah'ın cennetteki mü­kâfatlara dair sözünü ettiği tafsilat, itaatkârlara yaptığı vaadler, niteliklerini belirttiği cehennem azabı ve isyankârları bununla tehdit etmesi üzerinde uzun boylu düşünmektir. Kişi buna Allah'tan korkması için ve umudu güç kazanın-caya kadar devam etmelidir. Bunun sonucunda Yüce Allah'a korkarak dua eder. Ummak ve korkmak ise Allah'tan korkmanın ve O'nun rahmetini umma­nın sonucudur. Böyle bir kimse Allah'ın azabından korkar, sevabını umar. Doğ­ruya ulaşmak başarısı Allah'tandır.

Günaha tekrar dönmek suretiyle tevbe bozulduktan sonra yapılan tevbe de sahihtir. Çünkü birinci tevbe itaattir. Bu birinci tevbenin zamanı geçmiş ve sa­hih olmuştur. Artık ikinci günahı işledikten sonra yeniden bir başka tevbeye ih­tiyacı vardır. Günaha dönmek onu ilk işlemekten daha çirkin olmakla birlikte durum böyledir. Çünkü o ilk işlediği günaha bir de tevbesini bozmayı eklemiştir. O halde tevbeye dönüş, onu ilk olarak yapmaktan daha güzeldir. Çünkü o bu tev­beye kerim olan zatın kapısında tevbesinin kabulünü ısrarla istemeyi eklemiştir. Zaten O'ndan başka günahları bağışlayacak kimse de yoktur. Bunun delili ise Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Resulullah (s.a.) aziz ve celil olan Rabbinden şöyle dediğini nakletmektedir: "Bir kul bir günah iş­ledi ve dedi ki: Allahım, bana günahımı bağışla. Şam yüce ve mübarek olan Yüce Allah buyurdu ki: Kulum bir günah işledi. Günahı bağışlayan bir Rabbinin oldu­ğunu, günahtan dolayı sorumlu tutan bir Rabbinin olduğunu bildi. Sonra tekrar döndü, günah işledi ve dedi ki: Rabbim günahımı bana bağışla, -bunun bir ben­zerini iki defa söz konusu ettikten sonra- sonunda şöyle buyurdu: Dilediğini yap ben sana mağfiret ettim." Son ifadenin anlamı ise Allahü Teâlâ'nın ikramıdır. Bu da Yüce Allah'ın "Oraya esenlikle girin" sözü kabilinden olur.

Bu ayet-i kerime ile bu hadis-i şerif, günahı itiraf edip ondan dolayı Al­lah'tan mağfiret dilemenin faydasının büyüklüğünü göstermektedir. Buharî ile Müslim Sabitlerinde Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir­ler: "Şüphesiz kul günahını itiraf ettiği, sonra da Yüce Allah'a tevbe ettiği tak­dirde Allah da onun tevbesini kabul eder." Müslim'in Sahih'inde ise Ebu Hu­reyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Nef­sim elinde olana yemin ederim, şayet günah işlemeyecek olursanız Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip kendisinden mağfiret dileyen ve bunun üzeri­ne kendilerine mağfirette bulunacağı bir kavim getirir." İşte bu, Yüce Allah'ın Gaffar ve levvâb isimlerinin ifade ettiği manayı dile getirmektedir. [13]

 

Günahların Türleri:

 

Kendilerinden tevbe olunan günahlar ya küfür ya bir başka türlü günah­tır. Kâfirin tevbesi daha önceki küfrüne pişmanlık duymakla birlikte imana gelmesidir. Mücerred iman tek başına tevbe olamaz. Küfrün dışındaki günah­lar ise ya Allah'a ait bir haktır yahut başkasına ait bir haktır.

Yüce Allah'a ait haklardan dolayı tevbe için o günahı terk etmek yeterlidir. Bu­nunla birlikte namaz ve oruç gibi amellerin kaza edilmesi yahut da yapılan yemin bozulmuş veya zihar ve benzeri sözler sarf edilmişse kefarette bulunulması gerekir.

İnsanların haklarına gelince: Bunların hak sahiplerine ulaştırılması kaçı­nılmazdır. Şayet bu hak sahipleri bulunamayacak olur ise onlar adına tasad-duk edilir. Eğer maddî bakımdan gücü buna elverişli değil ise Allah'ın affı umulur, onun lütfü zaten herkesin önüne saçılmıştır.

Eğer insan günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise muayyen olarak o gü­nahtan tevbe etme yükümlülüğü yoktur. Fakat bir günah işlediğini hatırladığı takdirde ondan dolayı tevbe etmesi gerekir.

Yüce Allah'ın, "Bir de işledikleri üzerinde, bilip dururlarken ısrar etmeyen­ler" buyruğu insanın kalbiyle içten içe kendisini alıştırdığı şeylerden, kalbiyle kararlaştırdığı masiyetten sorguya çekileceğini göstermektedir. Bu da masiyeti içten içe kararlaştırmaktan dolayı eğer kendisini bu işe alıştıracak ve hazırlaya­cak olursa, bundan dolayı sorumlu tutulacağına delildir.[14] Hz. Peygamberin sa­hih hadiste geçen, "Her kim bir günah kararını verir fakat bunu işlemezse o aley­hine yazılmaz; şayet onu işleyecek olursa tek bir günah olarak yazılır." buyruğu­nun anlamı ise onu işlemeye karar kılmazsa demektir. Şayet bunu açığa vurur yahut işleyeceğine dair kesin karar verirse bundan dolayı cezalandırılır. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmaktadır: "Kim onda zulüm ve ilhadı isterse biz de ona acıklı azaptan tattırırız." (Hac, 22/25) İşte burada görüldüğü gibi sırf karar ver­meleri dolayısıyla onu işlemeden önce cezalandırıldıklarından söz edilmektedir.

Yüce Allah'ın, "İşte bunların mükâfatı Rablerinden bir mağfiret..." buyru­ğu ise burada tevbesini ihlâs ve samimiyetle yapıp günahı üzerinde ısrar etme­yenlerin günahlarının Allah'ın lütuf ve keremiyle bağışlanacağını ifade etmek­tedir. Bu ise Uhud gazasından kaçıp bunda ısrar etmeksizin sonradan tevbe edenleri de kapsar. Böyleleri için Allah'ın mağfireti vardır. [15]

 

Yalancılarla Takva Sahiplerinin Akıbeti Ve Müminlerin Cihadla Aziz Olması

 

137- Sizden evvel bir çok sünnetler ge­lip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların son­ları nice oldu, görün.

138- Bu, inananlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir bidayet ve bir öğüttür.

139- Gevşemeyin, üzülmeyin de. Siz eğer müminler iseniz, muhakkak üs­tünsünüz.

140,141- Eğer size bir yara isabet ettiy­se o topluluğa da öylece bir yara isabet etmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Al­lah müminleri ayırt etsin, içinizden şe­hitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de müminleri Allah temizlesin, kâ­firleri de helak etsin diye.

 

İ'râb:

 

"Ve muhakkak üstünsünüz" buyruğundaki "ve" ya atıf içindir veya hal ifa­de eder. O takdirde mana şöyle olur: Siz bu durumda bu halde iken zaaf göster­meyin, üzülmeyin.

"Ta ki Allah müminleri ayırt etsin" buyruğunda "vav" eğer mukadder bir fiile cümleyi atfetmekte ise cümlenin takdiri şöyle olur: Ta ki aldanmasinlar ve Allah da iman edenleri ayırt etsin diye. Buradaki "vav" harfi zait de olabilir. O takdirde, Allah ayırt etsin, demek olur. Birinci hal daha uygundur. [16]

 

Belagat:

 

"Allah ayırt etsin" buyruğunda "döndürür dururuz" buyruğunda yer alan birinci çoğul şahıstan gaibe iltifat vardır. Bundan kasıt ise Allah yolunda ciha­dın yüceliğini ortaya koymaktır. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden evvel bir çok sünnetler" yani önce kendilerine mühlet vermek, son­ra da onları azap ile yakalamak şeklinde kâfirler hakkında uygulanmış sunnetler "gelip geçmiştir." Sünnet kelimesi muteber olan yol, uyulan yaşayış ve gidişat anlamındadır.

"Takva sahipleri içinde bir hidayet" yani sapıklıktan hakka iletilme, dos­doğru din yolunun gösterilmesi, o yola yöneltilmesi "ve bir öğüttür" kalbi yumu­şatan, itaate sımsıkı sarılmaya çağıran bir öğüt.

"Gevşemeyin." Kâfirlerle savaşmaktan yana zaafa düşmeyin. Gevşemek (el-vehen) işte, görüşte veya herhangi bir hususta zaaf göstermek demektir. "Üzülmeyin de." Uhud'da size isabet edenlere yahut da diğer savaşlarda karşı­laştığınız bozgunlar dolayısıyla üzülmeyin.

"Siz eğer" gerçekten "müminler iseniz muhakkak" onlara karşı galip gel­mek suretiyle "üstünsünüz."

"O günleri" Üstün gelme ve zafer kazanma zamanlarını, dönemlerini, "biz insanlar arasında döndürür dururuz." İnsanlar arasında değiştirip dururuz. Bir gün bunların lehine bir diğer gün ötekilerin lehinedir. Bedir ve Uhud gü­nünde görüldüğü gibi; bu ise öğüt almaları içindir.

"Taki Allah müminleri" imanlarında ihlâs ve samimiyet gösterenleri diğer­lerinden "ayırt etsin" yani Allah bu konudaki ilminin gereğini ortaya çıkarsın "içinizden şehitler edinsin."

"Allah zalimleri sevmez." Kâfirleri cezalandırır. Dünya hayatında onlara verdiği nimetler ise onlar için bir istidraçtır.

"Bir de müminleri Allah temizlesin" Onlara isabet edenler ile onları gü­nahlarından arındırıp kusurlarından kurtarsın, "kafirleri de helak etsin" kâfir­leri de helak edip eksiltsin "diye." [18]

 

Nüzul Sebebi

 

"Gevşemeyin, üzülmeyin de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.)'ın ashabı Uhud günü bozguna uğradı. Hâlid b. Velid dağın tepesinden arkalarından dolaşarak müşriklerin atlılanyla birlikte üzer­lerine doğru geliyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) şöyle dua etti: "Alla-hım, bizim üstümüze çıkmasınlar, Allahım bizim gücümüz ancak seninledir. Al-lahım bu beldede bunlardan başka sana ibadet eden kimse yoktur." Bunun üze­rine Yüce Allah bu ayet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir grup okçu or­taya çıkarak tepeye tırmandı ve onları geri çekilmek zorunda bırakıncaya ka­dar müşriklerin adlılarına ok attılar. İşte Yüce Allah'ın, "Muhakkak üstünsü­nüz" buyruğu bunu anlatmaktadır.[19]

"Eğer size bir yara isabet ettiyse..." buyruğunun baş taraflarının nüzul se­bebi ile ilgili olarak Raşid b. Sa'd der ki: Resulullah (s.a.) Uhud günü kederli ve üzüntülü olarak dönünce kimi kadınlar -hafifçe üzüntü ve keder sesleri çıkararak* kocasını, oğlunu öldürülmüş olarak getiriyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.), "Allah'ın Rasulüne böyle mi yapılır?" dedi, Yüce Allah da, "Eğer size bir yara isabet ettiyse..." ayetini indirdi.[20]

140. ayet-i kerimede "... içinizden şehitler edinsin" buyruğunun nüzulüne gelince: İbni Ebi Hatim, Ikrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadın­lar, Uhud'dan bekledikleri haberlerin gecikmesi üzerine durumu öğrenmek üzere dışarı çıktılar. Deve üstünde gelen iki adam gördüler. Bir kadın, "Resulullah (s.a.) ne durumda?" diye sordu, "hayattadır, dediler. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Allah'ın kullarından bazılarını şehit yapması umurumda de­ğildir." Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in ayeti onun dediği şekilde, "İçinizden şehitler edinsin..." diye nazil oldu. [21]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bedir ve Uhud vakalarında meydana gelen müminlerle kâfirlerin karşılaş­tıkları durumlar, Allah'ın insanlar hakkında görülegelen sünnetidir. Bununla birlikte zafer ve yenilgiye uğramaktaki hikmet de açıklanmaktadır. Hakkın ba­tıla -varlığı üzerinden geçen süre ne kadar uzun olursa olsun- karşı muzaffer olması, kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim bu, geçmişteki ümmetlere tabi olanlar arasında da cereyan etmiştir. Sonuçta güzel akibet onların, musibet ve yenilgi kâfirlerin olmuştur. Nitekim Yüce Allah peygamberlerine şöyle bir vaadde bu­lunmuştur: "Andolsun ki peygamber olarak gönderilmiş kullarımıza şu sözü­müz vardır: Muhakkak ki onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir. Ve şüphesiz bizim ordumuz, elbette onlar galip olanlardır." (Sâffât, 37/171-173); "Andolsun ki biz Zikr'den (Tevrat'tan) sonra Zebur'da yazdık ki: Arz'a benim salih kulla­rım mirasçı olacaktır." (Enbiyâ, 21/105). [22]

 

Açıklaması

 

Gerçek şu ki Allah'ın meşieti (dilemesi), sabit bir takım düzenlemelere, sa­pasağlam, hikmeti sonsuz sünnetlere göre cereyan etmektedir. Bunda sebep ve sonuçlar arasında işin başlangıcındaki durumlar ile sonunda karşılaşılan du­rumlar arasında bir ilişki vardır. Şüphesiz bununla birlikte Allah her şeye ka­dirdir. Geçenler hakkında olsun, sonrakiler hakkında olsun onun sünneti şu­dur: İtaat eden, iman eden, kendilerine tevfik verilenlerin yolu üzere giden kimse mutluluğa, zafer ve kurtuluşa nail olur. İsyankâr ve yalanlayıcılann yo­lunu izleyenlerin akibeti ise helak olmaktır.

Barış hallerinde kişi ziraat, sanayi, ticaret ve buna benzer işler hakkında istenen usul ve ilmî esaslara, bilinen tecrübelere uygun olarak yol aldığı tak­dirde başarı kazanır, maksadına nail olur. İsterse inkarcı, putperest veya me-cusî olsun. Şayet makul olandan uzaklaşır, alışılmış olanın dışına çıkarsa -is­terse salih ve takva sahibi bir kimse olsun- zarar edenlerdendir.

Savaş hallerinde ise eğer komutan düşmanla savaşmak için her çağda uy­gun olan hazırlığı yapacak olursa, Yüce Allah'ın, "Onlara karşı gücünüz yetti­ğince hazırlık yapınız..." (Enfal, 8/60) buyruğunu yerine getirir, orduyu üstün ve sağlıklı bir şekilde savaş tekniklerine uygun olarak eğitirse zafer ve galibi­yet Allah'ın yardımıyla onlara ulaşır. Şayet gerekli hazırlıkları ve eğitimi ih­mal ederse bu sefer bozguna mahkûm olurlar.

Yeryüzünde yürüyüp de ümmetlerin durumlarını yalandan izleyen, tarihi düşünen, haberleri öğrenen bir kimse değişmez ilâhî sünnetin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Bu ise güzel davrananların arzularını elde edip zafere kavuş­ması, kötü davrananların da zarara uğramasıdır.

İşte bu, uygun hareket etmeyen, Uhud'da Resulullah (s.a.)'ın emrine aykı­rı davranan kimseler için bir uyarma; Bedir günü ise zaferin sebat, samimi ola­rak düşmana karşı koyma, Allah'a ve Rasulüne itaat edip Allah'a güzel bir şe­kilde tevekkülde bulunma, O'nun kudret, rahmet ve lütfuna duyulan güven se­bebiyle gerçekleştiğine dair bir hatırlatmadır.

Bütün bunlar Kur'an-ı Kerim'de tüm insanlara açık seçik bir beyanattır. Aralarından özellikle takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden yararlananlar onlardır, "İşte bu Kitap, onda hiç bir şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2); "İşte bunlar hakim olan Kitap'ın ayetleridir. İhsan edenler için hidayet ve bir rahmettir." (Lokman, 31/2-3). O herşeyi açık ve seçik bir şekilde açıklar. Öncekilerin düş­manlarına karşı ne durumda olduklarını beyan eder. Haramlara bulaşmaktan, emirlere aykırı davranmaktan alıkoyar, uyarır.

İşte bu, müşriklerin ve münafıkların, "Şayet Muhammed gerçek bir pey­gamber olsaydı, Uhud vakasında yenilgiye düşmezdi." şeklindeki sözlerini çü­rütmektedir. Çünkü şanı yüce Allah'ın sünnetinin peygamberler için de rasul-ler için de diğer insanlar için de geçerli olduğu bu olaydan açıkça anlaşılmak­tadır. Askerleri tarafından kendisine itaat edilmeyip emirlerine aykırı hareket edilen komutanın ordusu mutlaka bozguna maruz kalır.

Müminler bu gerçeği bildiklerine göre Uhud'da cereyan edenler ve kendi­lerine isabet eden yaralar dolayısıyla savaşta zaaf göstermemelidirler. Uhud'da aralarından isabet alıp şehit düşenlere üzülmemelidirler. Çünkü aralarından öldürülen kimseler kıyamet gününde Allah katında ikrama mazhar olacak şe­hitlerdir. Bu vakıa Müslümanlar için bir ders, bir eğitim olmuştur. Bundan do­layı Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Uhud günü eğer yenilgi ile zafer ka­zanmaktan birisini seçmek hususunda muhayyer bırakılsaydım, şüphesiz yenil­giyi seçerdim."

Ey müminler! Siz en üstün kimseler iken, güzel akibet ve zafer sizin iken zaaf göstermemeniz, üzülmemeniz gerekir. Sizin sonunda zafere kavuşmanız ise, Yüce Allah'ın güzel akibeti takva sahiplerine vermesi sünnetinin bir gere­ğidir. Müminler arasından öldürülenlerin cennette olması, kâfirlerin maktulle­rinin ise cehennemde olması da bu sünnetin bir gereğidir. Zaaf göstermenin ve üzülmenin yasaklanmasından kasıt, (düşmana) teslimiyet göstermenin yasak­lanması ve samimi bir kararlılık, güçlü bir irade, Allah'tan güzel şeyleri um­mak, ona gereği gibi tevekkül edip yardıma güvenmekle birlikte, gereken ha­zırlıkların da yapılmasına yeniden dönmektir.

Acılarınız, yaralarınız ve savaşta öldürülenleriniz sebebiyle nasıl olur da zaafa düşersiniz? Eğer Uhud'da size bir takım yaralar isabet etmiş, sizden bir grup öldürülmüş ise düşmanlarınıza da buna yalan bir musibet gelip çatmış, onlardan da bir takım kimseler öldürülmüş ve yaralanmıştı. Hatta Bedir'de onlar bundan da daha büyük bir acıya maruz kalmışlardı. Sizler Uhud'da ye­nilgiye uğradınız ise Bedir'de de muzafferdiniz. Günler döner dolaşır, savaşta da kimi zaman bu taraf, kimi zaman öbür taraf muzaffer olur. Kimi zaman le­hinize kimi zaman aleyhinizedir. Bütün bunlar ise bir hikmet sebebiyle böyle­dir. Bir gün batıl üstünlük kazanmışsa pek çok günde de hak galip gelir. So­nunda ise güzel akibet ihlâslı takva sahiplerinindir. Sirette yer aldığına göre Uhud günü Ebu Süfyan dağa çıkar, bir süre durduktan sonra şöyle der: Ebu Kebşe'nin oğlu -Muhammed (s.a.)'i kastediyor- nerede? -Ebu Kebşe Peygamber efendimizin süt annesi Halime'nin kocası olup Hz. Peygamberin süt baba­sıdır-. Nerde Ebu Kuhafe'nin oğlu -bununla da Hz. Ebu Bekir'i kastediyor-. Nerde Hattab'ıri oğlu? Hz. Ömer der ki: "İşte Resulullah (s.a.) burada, Ebu Be­kir bu ve işte ben de Ömer." Bunun üzerine Ebu Süfyan der ki: "Bir gününüze karşılık bizim bu günümüzdür. Günler döner dolaşır, savaşta da zaferi kimi zaman bu taraf kimi zaman öbür taraf kazanır." Hz. Ömer ona şöyle der: "Ama arada bir eşitlik yoktur. Çünkü bizden ölenler cennette, sizden ölenler cehen­nemdedir." Ebu Süfyan şöyle der: "Bunu siz iddia ediyorsunuz. Eğer durum dediğiniz gibiyse o zaman biz zarar etmiş, umduğumuzu elde edememişiz de­mektir." [23]

Şüphesiz devletler arası durumların değişip durması adaletin ortaya çık­ması, düzenin yerleşmesi, Allah'ın umumî sünnetlerine bakanların öğrenmesi, müminlerin imanının tahakkukuna dair Allah'ın ilmini ortaya çıkarması, düş­manlarla çarpışmaya sabredenlerin açığa çıkması içindir. Bu Yüce Allah'ın, "Allah murdar olanı temiz olandan ayırt etsin diye." (Enfal, 8/37) buyruğunu andırmaktadır. Yani insanlar bu ikisi arasındaki farkı bilsin, birbirinden ayrıl­sınlar diye bunlar böyle oluyor. Bundan dolayı Uhud vakasından sonra Resulullah (s.a.) müşrikleri kovalamak ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Bi­zimle savaşa -yani Hamrâul-Esed gazvesine- fiilen savaşanlardan başka kimse gelmesin." O bakımdan yorgunluklarına, sıkıntılarına rağmen samimi mümin­ler onunla birlikte gittiler. Yüce Allah'ın, "Allah ayırt etsin..." buyruğunu "Al­lah'ın bildiğini, bu şekilde insanların durumu öğrenmelerini sağlayacak suret­te açığa çıkarması" diye tefsir ettik. Çünkü Allah'ın eşya ve olaylara dair bilgi­si ezelden beri sabit olmuştur. Meydana gelen her bir olay daha önce Allah'ın ezeldeki bilgisine uygun olarak ortaya çıkar. Yoksa Allah'ın bilgisi cereyan eden vakıalara uygun bir hale gelmez. Şanı yüce Allah'ın bilmediği bir şey, hiç bir zaman sabit ve değişmez bir hakikat olamaz.

Bunun bir diğer sebebi de Allah'ın bir takım kimseleri Allah yolunda şehit olmak için hazırlamasıdır. Bu, O'nun yolunda öldürülsünler, rızası uğrunda canlarını feda etsinler diyedir. Bedir günü bazı kimseler şehadeti kaçırdılar. Bundan dolayı şehitlik mertebesine erebilmek için düşmanla karşılaşmayı te­menni ettiler. Yüce Allah şehitlere berzahta özel bir hayat ve peygamberlere yakın bir derece verme lütfunda bulunmuştur. Şöyle buyurmaktadır: "Allah yo­lunda öldürülenleri sakın ölü sanmayasın. Aksine onlar Rableri nezdinde diri­dirler, mıhlanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169); "İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler." (Nisa, 4/69). Sözün burasında ihlâslarına dikkat çekmek üzere şehitlerin zıddı olanlardan söz edilmektedir. Yüce Allah kendilerine zulmetmeleri, yeryüzünde fesat çı­kartmaları, insanlara haksızlık etmeleri dolayısıyla zalim ve kâfirleri cezalan­dıracağını, onların devlet ve sultalarının zevalini çabuklaştıracağını belirtmek­tedir. Çünkü zulmün kalıcılığı söz konusu değildir.

Daha sonra Yüce Allah savaş alanlarının bazı şeyleri ortaya çıkartıp açığa vurmak ve imanları arındırmak için uygun alanlar olduğunu pekiştirmektedir. Samimi müminler münafıklardan bu alanlarda ayırd edilir. İmanın doğruluğu, sarsılmaz bir kararlılık ve belâlara karşı sebat göstermek bununla ortaya çı­kar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz onunla karşı­laşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz." (Âl-i İmrân, 3/143). Uhud gazvesinde münafıklar geri dönmüş, çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Hatta savaş esnasında kimi müminler dahi kaçmıştı. Bazıları ise Resulullah (s.a.)'m etrafında sebat göstermişlerdi. Böylelikle düş­manla savaşma temennilerinin mücerred bir arzu olduğu, karar ve kalıcılığının olmadığı ortaya çıkmıştı. Buharî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan esenlik dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştınız mı da sabır gösteriniz ve şunu bili­niz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."

Yine savaşın faydalarından birisi de kâfirlerin durumunu açığa çıkarması­dır. Onlar Uhud'da olduğu gibi zafer elde edecek olurlarsa azgınlık eder, hak­sızlık eder, şımanrlar. Bu ise onların yok olmalarına, helak olmalarına, kökle­rinin kazınmalarına, mahvedilmelerine sebeptir. Onların kalıcılıkları, devamlı­lıkları olmaz. Samimi müminler karşısında bu halleri devam etmez. Şayet Be­diide olduğu gibi bozguna uğrayacak olurlarsa Allah da çabucak onları yok eder, darmadağın eder. Güzel akibet ise takva sahiplerinindir.

Bu ayetlerin muhtevasını dile getiren pek çok ayet-i kerime daha varit ol­muştur. Bunların bazıları şöyledir: "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin benzeri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki..." (Bakara, 2/214); "Elif, Lam, Mim. İnsanlar, "İman ettik" demeleriyle ve imtihan olunmadıkça bı-rakılıverileceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) Bundan sonra gelen, "Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girive­receğinizi mi sandınız?" (Âl-i İmran, 3/143) ayeti de bunlardan birisidir. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Çağımızın ifadesiyle bu ayet-i kerimelerin konusu müminlerin manevî ru­hunu (moral gücünü) güçlendirmek, bu gücü savaş ve çarpışma gibi olaylar do­layısıyla sarsıntıya uğramayan, onlardan etkilenmeyen üstün ve yüce bir güç haline getirmektir. Müfessirlerin kullandığı ifade ile de, bu, Yüce Allah'ın mü­minleri bir tesellisidir.

Bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın kâinattaki daimi sünnetini hatırlatmak­tadır. Aynı zamanda bu ebep ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi de ortaya koymak­tadır. Bununla birlikte dilediğini var etmek hususunda Allah'ın mutlak kudre­tine iman da dile getirilmektedir. Bu ayet-i kerimeler bizden önce Âd ve Semûd gibi peygamberlerini yalanlayanların helak edilmelerini ve işin sonunda güzel akibetin müminlerin olduğunu hatırlatmaktadır. Şayet müşrikler Uhud günü zafer kazandılarsa bu onlara bir süre tanımadır, bir istidraçtır. Nihaî zafer pey­gamberin ve müminlerin olacaktır. Onların kâfir düşmanları helak edilecektir.

Daha sonra Yüce Allah müminleri teselli etmekte, Uhud günü karşı karşı­ya kaldıkları öldürülme ve yaralamalardan dolayı gönüllerine su serpmekte, onları düşmanları ile yeniden savaşmaya teşvik etmekte, acze düşmelerini, da­ğılmalarını, düşmanlarla savaşı bırakıp oturmalarını yasaklamaktadır. Çünkü bozguna uğramak yahut musibet, hataları tashih etmenin zorunluluğunu ha­tırlatmakta, olayların geleceğini derinliğine etüde hazırlamakta, bir çok savaş için gereken plânlan yapmaya sevk etmektedir. Böylelikle geçmiş bu konuda en güzel bir ders ve ibrete kaynaklık eder. O vakit de sonuçta Allah'ın yardımı­na nail olmak, zafer kazanmak, -güzel bir şekilde hazırlık yapıp geçmişteki ha­talardan yararlandıkları takdirde- müminlerin olur.

Kendilerinin en üstün yani düşmanlara karşı galip gelenler olduklarına dair Allah'ın müminlere olan vaadi Uhud'dan sonra tahakkuk etmiştir. Resulullah (s.a.) döneminde olsun, ondan sonra ashab-ı kiram döneminde ol­sun, peşpeşe girişilen savaşlarda zafer müminlerin olmuştu. İşte bu, bu ümme­tin üstünlüğüne bir delildir. Çünkü Yüce Allah onlara daha önce peygamberle­rine hitap ettiği şekilde seslenmiştir. Hz. Musa'ya, "Şüphesiz ki sen, sen en üs­tünsün." (Tâ-Hâ, 20/68) diye buyurduğu gibi, bu ümmete de, "En üstün olanlar sizlersiniz" diye hitap etmiştir.

Savaşta insanlar arasında günlerin dolaşıp durması, Yüce Allah'ın mü­minlere yardımı dolayısıyla zaferin kimi zaman müminlere, müminler isyan et­tikleri veya gevşedikleri takdirde ise kimi zaman kâfirlere olması, mümini mü­nafıktan ayırt etmesi, onları biribirlerinden ayırması içindir. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın emriyle idi. Ve (Allah) müminleri ayırt etsin, münafıklık yapanları da açığa çı­karsın diye idi." (Âl-i İmran, 3/166, 167).

Günlerin bu şekilde dönüp dolaşmasının faydalarından birisi de bir takım kimselere şehitliği lutfetmesidir. Onlar bu savaşlarda öldürülür ve insanların işledikleri amelleri ile ilgili olarak insanlara şahitlik eder ve kendileri lehine de cennetlik olduklarına dair tanıklık edilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında ol­duğu gibi, şehitliğin fazileti pek büyüktür: "Şüphesiz Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında müminlerden canlarını da mallarını da satın almıştır." (Tevbe, 9/111); "Ey iman edenler! sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasulüne iman eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz... İşte en büyük kurtuluş budur." (Saff, 61/10-12).

el-Büstî'nin Sahih'inde ise Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği an­cak sizden herhangi birinizin küçük bir yaradan hissettiği kadardır."

Yüce Allah'ın, "İçinizden şehitler edinsin" buyruğu iradenin emirden ayrı bir şey olduğunu göstermektedir. Nitekim ehl-i sünnet de böyle demektedir. Yüce Allah kâfirlere müminleri öldürmeyi yasaklamıştır. Hz. Hamza ve arka­daşları gibi. Bununla birlikte onların öldürülmeleri de iradesi ile olmuştur. Yi­ne Hz. Adem'e ağaçtan yemeyi yasaklamış, fakat O'nun iradesiyle yemiştir. Ve Hz. Adem bu yasağı işlemiştir. Bunun aksi de İblis'e secde etmesini emretmiş fakat secde etmesini irade buyurmamıştır. O bakımdan İblis secdeden uzak durmuştur. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna işaret etmektedir: "Fakat Allah onların bu sefere çıkmalarını hoş görmedi." (Tevbe, 9/46). Yine Yüce Al­lah herkese cihad etme emrini vermiş, fakat yola çıkmayı engelleyen tenbelliği ve buna mani sebepleri de yaratmış, o bakımdan bazı kimseler de savaşa çık­mayıp oturmuşlardır.

Yüce Allah'ın, "Allah zalimleri sevmez" buyruğundan kasıt, müşriklerdir. Yüce Allah bazen kâfirleri müminlere muzaffer kılsa dahi, esasen onları sev­mez, onları cezalandırır. Müminlere bazı acıları tattırsa dahi o müminleri sever ve onları sevaba nail kılar.

Savaşlarda müminlerle kâfirler arasında günlerin dönüp durmasının so­nucunu şöylece özetleyebiliriz: Yüce Allah müminleri sınamak için onlara se­vap vermek ve günahlarından arındırmak için, buna karşılık kâfirleri de helak edip kökten onları mahvetmek için savaşmayı meşru kılmıştır.

Cennetin bir pahası ve ağır bir bedeli vardır. Ey Uhud günü bozguna uğra­yan kimseler, sizler öldürülen ve yaralanmalara, ölüm acılarına karşı sabreden kimselerin yollarını izlemeden, onların sabrettikleri gibi sabretmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? [25]

 

Cihadın Kutsallığı, İlkeler Üzerinde Sebat Gösterme Ve Ölümün Allah'ın İzniyle

Gerçekleşen Bir İş Olduğu

 

142- Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?

143- Andolsun ki siz, onunla karşılaş­madan önce ölümü temenni ediyordu­nuz. İşte ona bakıp dururken onu gör­dünüz.

144- Muhammed, ancak bir peygamber­dir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldü-rülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz? Kim iki ökçesi üstünde geriye dönerse elbette Allah'a zararı dokunmaz. Allah şükredenlere mükâ­fat verecektir.

145- Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya menfaatini dilerse ona ondan veririz. Kim de ahiret seva­bını dilerse ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

146- Nice peygamber vardır ki berabe­rinde bir çok topluluklar savaşmıştır. Fakat Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göstermedi­ler, zaafa uğramadılar, boyun da eğme­diler. Allah sabredenleri sever.

147- Onların sözleri yalnızca, "Rabbi-miz, günahlarımızı ve işimizdeki taş­kınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardim et!" demelerinden ibaretti.

148- Allah onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Al­lah iyilik edenleri sever.

 

Belagat:

 

"İşte ona bakıp dururken onu gördünüz." Yani ölümü müşahade ettiniz. Burada tahyîl (hayalen canlandırmak) adı verilen bir sanat vardır. Bu ise his­sedilmeyen bir şeyi adeta hissedilirmiş gibi müşahade etmektir. Koyun hakkın­da koçun arkadaşlığını, kurdun da düşmanlığını düşünmek gibi.

"Muhammed, ancak bir peygamberdir." Burada nitelenenin münhasıran bir niteliği zikredilmektedir.

"Ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz?" buyruğu bir istiaredir. Bura­da Yüce Allah şüpheler içerisinde dinden dönüşü, topuklar üzerinde gerisin ge­ri dönmeye benzetmektedir. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle" Cihad, zorluklara katlanmak, sıkıntılarla mücadele etmek demektir. Bu hem nefse karşı cihadı, hem de dini, din mensuplarını savunmak ve dini yükseltmek üzere canla başla düşmanlara karşı cihadı; aynı şekilde din ve ümmet için mal ile cihadı, batıla karşı müca­deleyi, hakkın zaferi için çalışmayı da kapsamaktadır, "sabredenleri belli etmeden" yani ortaya çıkarmadan "cennete girivereceğinizi mi sandınız."

"onunla karşılaşmadan önce", onun dehşetli hallerini görmeden, tehlikele­rine tanık olmadan önce... "ölümü" yani Allah yolunda şehit olmayı "temenni ediyordunuz."

"İşte ona bakıp dururken" yani durumun nasıl olduğu üzerinde düşünür­ken ve gözlerinizle de bunun görürken "onu gördünüz." kahramanlarla karşı­laşmak, atlıların hücumuna maruz kalmak gibi ölümün sebeplerini gördünüz. " Peki niye bozguna uğradınız? Peygamber (s.a.)'in öldürüldüğü şayiası yayılınca bozguna uğramaları hakkında bu hüküm nazil oldu. Münafıklar da onlara, "Eğer peygamberiniz öldürülmüş ise o halde dininize gerisin geri dönün" de­mişlerdi.

"Ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz?" Yâni gerisin geri mi dönecek­siniz? Burada kasıt "İmanınızdan sonra kâfirler olarak mı döneceksiniz?" şek­lindedir. Bu cümle inkâr ifade eden bir istifhamdır. Yani Muhammed kendisine ibadet edilen bir kimse değildi ki (öldü diye) küfre geri dönesiniz.

"Allah'ın izni" yani kaza ve hükmü "ile olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." Yani Allah bunu öne alınmayan, geri de kalma­yan belli bir vade ve ecel ile yazmıştır. Ecel, bir şey için tespit edilen süre de­mektir.

"Fakat Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göster­mediler, zaafa uğramadılar, boyun da eğmediler." Zaafa uğrayıp korkaklık gös­termediler. "Vehen" kalpte doğan zaaftır. Zaaf ise beden güçlerinin bozulması­dır. Boyun eğmek ise dilediğini yapsın diye düşmana teslim olmak demektir.

"Allah sabredenleri sever." Onlara ecir ve mükâfat verir. Sabır, sıkıntılara katlanmak ve hoşa gitmeyen şeylere tahammül göstermektir. "Günahlarımızı..." (Günah anlamı verilen) israf, her hususta sınırı aşmak demektir. Nitekim Yüce Allah, "Yiyiniz içiniz, israf etmeyiniz." (A'raf, 7/31) diye buyurmaktadır.

"Ayaklarımıza iyice sebat ver." Cihada karşı kalplerimize güç vermek ve içimizden vesveseleri izale etmek suretiyle. [27]

 

Nüzul Sebebi

 

134. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Ashab-ı kiramdan bazıları şöyle diyorlardı: "Keşke biz de Bedir ashabının öldürüldüğü gibi öldürülsek. Yahut da bizim de Bedir günü gibi bir günümüz olsaydı. O günde müşriklerle savaşır ve güzel bir sınav­dan geçerdik. Yahut da şehitliği ve cenneti ya da hayat ve rızkı arardık." Bu­nun üzerine Allah onların Uhud'da bulunmalarını takdir etti. Allah'ın arala­rından dilediği kimseler dışındakiler fazla isabet ve direnç gösteremediler. Yü­ce Allah da, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni edi­yordunuz" ayetini indirdi.

144. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir Hz. Ömer'den şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Uhud günü Resulullah (s.a.)'ın etrafından dağıldık. Ben tepeye çıktım. Yahudilerin "Muhammed öldürüldü" dediklerini işittim. Bu­nun üzerine ben de, "Kimin Muhammed öldü dediğini işitirsem boynunu uçu­rurum" dedim. Baktım ve Resulullah (s.a.)'ı gördüm; insanlar ise savaştan ka­çışıyordu. Bunun üzerine, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim, er-Rabî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü Müslümanların başına falâketler gelip çatınca ve Allah'ın peygamberi hakkın­da "Öldürüldü" diye çağrışınca, bazıları, "Eğer o bir peygamber olsaydı öldürül-mezdi" dediler. Diğer bazıları ise şu cevabı verdiler: "Peygamberiniz ne için sa­vaştıysa siz de Allah size zafer verinceye yahut ona kavuşuncaya kadar savaşı­nız." Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti­ni inzal buyurdu.

Atıyye el-Avfî dedi ki: Uhud gününde Müslümanlar bozguna uğrayınca ba­zıları, "Muhammed (s.a.) öldürüldü, o bakımdan onlarla (Kureyşlilerle) el ele veriniz; çünkü onlar ne de olsa kardeşlerinizdir" dediler. Bazıları da, "Eğer Mu­hammed öldürüldüyse niye ona kavuşuncaya kadar peygamberinizin takip edip gittiği yol üzerinden gitmiyorsunuz?" Bu sefer Yüce Allah da buna dair, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi.

İbni Râheveyh Müsned'inde ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Şeytan Uhud günü, "Muhammed öldürüldü" diye bağırdı. Kal) b. Mâlik der ki: "Resulullah (s.a.)'ın öldürülmediğini gören ilk kişi ben oldum. Miğferin al­tından onun gözlerini gördüm. Sesim çıkabildiği kadar "İşte Resulullah (s.a.) burada!" diye seslendim. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi. [28]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Uhud savaşına katılanlardan söz edilmeye devam ediliyor. Bundan önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah müminlerin üzülmemeleri yahut zaafa düşme­meleri gerektiğini, onlara isabet eden mihnet ve sıkıntıların Allah'ın insanlar arasındaki günlerin sınırlı olması şeklindeki değişmez sünnetine göre geldiği­ni, bununla hak ve iman ehli olanların arındırıldığını ifade etmekteydi. Bu buyruklarla Müslümanların manevî güçleri artırılıyor, müminler teselli edili­yordu. Ta ki cihad sevgisi ile beslensinler ve kendileri vasıtasıyla zafere nail olacakları nitelikleriyle bezensinler. İşte bu ayet-i kerimeler ahirette mutlulu­ğa kavuşmanın yolunun cihad ve sabır ile, dünyada da benimsenen ilkeler üze­rinde sebat göstermek, savaş esnasında peygamberin etrafında halkalanmak, fedakârlık ve ihsanda bulunmak, haktan, adaletten, insaftan ayrılmamakla gerçekleşeceğini beyan etmektedir. [29]

 

Açıklaması

 

Allah yolunda cihad etmeden, savaşta sabır göstermeden cennete gireceği­nizi mi sandınız? Sınanmadan, denenmeden ve Allah aranızdan kendi yolunda cihad edenleri, düşmanlara karşı direnişte sabır gösterenleri ortaya çıkarma­dan öyle bir hedefe ulaşamazsınız. Bu ise Yüce Allah'ın, "Elif, Lâm, Mim. İn­sanlar "İman ettik" demekle ve onlar sınanmaksızın bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) ayetine benzemektedir.

Dikkat edilecek olursa ayet-i kerimede geçen, "(em)= yoksa" kelimesi "(bel)= bilakis" anlamında munkatı'dır. Başındaki hemzenin ise inkâr (yani ka­naati red) anlamı vardır.

Cihadın bazı çeşitleri vardır: Nefse, hevaya, şeytana -özellikle gençlik dö­nemlerinde- karşı cihad, Allah'ın adını yüceltmek için, İslâm vatanını, toprağı­nı savunmak için can ile düşmana karşı cihad; din, ümmet, kamu maslahatı yolunda mal ile cihad, batıla karşı mücadele verip hakkı savunmak, hakka yar­dımcı olmak için verilen cihad.

İster daimî olsun, ister geçici olsun şer*î bütün mükellefiyetlerin eda edil­mesi halinde Allah'a ve Rasulüne itaat hususunda belâ, mihnet ve sıkıntı za­manlarında ve bir de düşmanlara karşı direnirken sabır, istenen bir husustur.

"Allah belli etmeden..." ifadesinden kasıt, sizin bu durumunuz ortaya çık­madan ve gerçekleşmeden demektir. Bu sizin cihad etmediğinizi, sabretmediği­nizi göstermektedir. Gerçekte ise Allah ezelden beri sizin bu durumunuzu bil­mektedir. Ancak bunun dünya hayatında ortaya çıkarılmasından kasıt, kendi­leri için cennete girmelerini ve mağfiret edilmelerini gerektirecek şeylerin orta­ya çıkması suretiyle insanlara karşı delil ortaya koymak, belgelendirmektir.

Daha sonra Yüce Allah, Bedir'de hazır bulunmayan bazı müminlere hitap etmektedir. Söz konusu bu müminler Bedir şehitlerinin nail olduğu şehadet şe­refine kendileri de nail olmak üzere Resulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta hazır olmayı temenni ediyorlardı. İşte müşriklerle Medine'nin dışına çıkıp karşı­laşmak üzere Resulullah (s.a.)'a ısrar edenler bunlardı. Hz. Peygamberin görü­şü ise Medine'de kalmak şeklinde idi. Yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Ey mü­minler! Sizler bu günden önce düşmanla karşılaşmayı temenni ediyor, bunun için yanıp tutuşuyordunuz. Onlarla karşı karşıya gelip çarpışmayı ve onlara karşı direnip sabır ve sebat göstermeyi arzuluyordunuz. İşte vaktiyle temenni ettiğiniz ve istediğiniz o şey gerçekleşmiş bulunmaktadır. Haydi savaşınız ve direncinizi ortaya koyunuz.

Ancak Uhud günü gelince onlardan bir topluluk geri döndü. Bundan dola­yı da Yüce Allah onlara serzenişte bulundu. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: Resulullah (s. a. )'in ashabından bazılarının, "Şayet Resulullah (s.a.) ile birlikte düşmanla karşılaşacak olursak şunu yaparız, bunu ederiz" dedikleri haberi bana ulaştı. Bununla imtihan olundular. Allah'a yemin ederim hepsi bu sözlerinde durmadı. İşte bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz." buyruğunu in­dirdi.

Ölümün temenni edilmesinin anlamı, Allah yolunda şehit olmayı temenni etmektir. Bedir'de hazır bulunmayan bir topluluk şehit olmayı temenni etmişti. Fakat Uhud'da düşmanlarla savaşa tutuşunca ve bunlar mızrakların birbirine girmesi, silahların ortaya çıkması, savaş maksadıyla askerlerin dizilmesi gibi ölümün sebeplerini görünce korktular, zaafa düştüler ve Resulullah (s.a.)'ı ok­ların karşısında, oklarla başbaşa bıraktılar. Kendisi ise onları yanında durma­ya, Allah'a ibadete, samimi bir şekilde düşmana karşı koyup sebat göstermeye çağırıyordu.

Yüce Allah'ın, "İşte ona bakıp dururken onu gördünüz." buyruğunun anla­mı "Ölümü gördünüz, yani onun sebeplerini gözlerinizle müşahade ettiniz" de­mektir. Bu ise sizin önünüzde kardeşleriniz, yakınlarınız öldürülüp bizzat sizin de ölümün kertesine yaklaştığınız vakit olmuştu. Bu, onların ölümü temenni etmeleri ve Resulullah (s.a.)'a ısrar edip Medine'nin dışına çıkmasına sebep ol­maları, arkasından da onu bırakıp kaçmaları ve onun yanında az sebat göster­meleri dolayısıyla onlara yapılan bir azardır.

Uhud günü Müslümanlar bozguna uğrayıp onlardan bir takım kimselerin öldürülmesinden sonra şeytan, "Şüphesiz Muhammed öldürüldü!" diye seslen­di. İbni Kamia müşriklere dönüp, "Muhammed'i öldürdüm" dedi. Resulullah (s.a.)'a bir darbe vurmuş ve başından yaralamıştı. Çoğu kimse Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğünü sanmıştı. Bunun üzerine de Yüce Allah, "Muhammed ancak bir peygamberdir; ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir." ayetini indirdi. Yani Peygamber (s.a.) öldürülmesinin mümkün obuası hususunda ol­sun diye insanlara benzer demektir. Hz. Musa ile Hz. İsa ecelleri gelince vefat ettiler. Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya öldürüldüler. Bununla birlikte onların getir­dikleri din olduğu gibi kaldı. Onlara uyanlar bu dine sıkı sıkıya sarıldılar. O halde size düşen de önceden olduğu gibi, Muhammed ölse yahut öldürülse dahi din ve ilkeleriniz üzerinde sebat göstermektir. Çünkü Peygamber de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onun da ecelinin sona ermesiyle birlikte sona ere­cek bir görevi vardır. Her kim Muhammed'e tapıyor idiyse şunu bilsin ki Mu-hammed ölmüştür. Her kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz ki Allah Hayy'dır, Bâki'dir, asla ölmez.

Daha sonra Yüce Allah dininden dönmek yahut Allah yolunda cihadı ve düşmanlara karşı direnişi bırakmak suretiyle zaafa uğrayan kimselerin bu tu­tumlarım inkâr ve reddetmektedir. Bu gibi kimselerin yaptıklarının Allah'a hiç bir zararı olmaz, böyle yapan ancak kendisine zarar verir. Allah, itaatini gereği gibi yerine getirerek, dini uğrunda savaşarak, hayatta iken de vefatından son­ra da Resulullah (s.a.)'a uyarak nimetine şükreden kimselere, onların şükürle­rine ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetiy-le bağışta bulunmak' suretiyle mükâfatlandıracaktır. Bu, Peygamber (s.a.)'in ölümüne bir hazırlıktı; Ömer (r.a.) benzeri kimselere de bir hatırlatmaydı. Bu­nun anlamı şudur: İnsanın başına gelen musibetlerin o insanın hak veya batıl üzere oluşuyla ilgisi yoktur.

Uhud'da Müslümanların sıkıntılarının artıp durduğu, herkesin arasında Peygamber (s.a.)'in öldürüldüğü şayiasının yayıldığı, müminlerden zaafa kapı­lan bir takım kimselerin, "Keşke Abdullah b. Ubeyy"e bir elçimiz gitse de o da Ebu Süfyan'dan bize «man alsa" dediği, buna karşılık kimi münafıkların, "Ar­tık Muhammed öldürüldü, siz de haydi ilk dininize dönün" dediği bir ortamda Enes b. Mâlik'in amcası Enes b, Nadr şöyle demişti: "Şayet Muhammed öldü-rüldüyse şüphesiz Muhammed'in Rabbi öldürülmedi. Resulullah (s.a.)'tan son­ra hayatı ne edeceksiniz? Bu bakımdan O ne için savaştıysa siz de onun için sa­vaşınız ve O ne için öldüyse o uğurda ölünüz." Daha sonra, "Allahım şunlann söyledikleri sözlerden dolayı sana özür beyan ediyorum. Ötekilerinin bu yap­tıklarından da beri olduğumu sana iletiyorum." dedikten sonra kılıcına sarıldı ve şehit edilinceye kadar savaştı. Allah ondan razı olsun.[30]

Buharî de der ki: Ebu Seleme'den rivayet edildiğine göre Aişe (r.anhâ) kendisine şunu bildirdi: Ebu Bekir (r.a) Sunh [31] denilen yerdeki evinden atı üzerinde geldi. Atından indi, mescide girdi. Aişe'nin yanma girinceye kadar kimse ile konuşmadı. Resulullah (s.a.)'a doğru yürüdü. O sırada Resulullah (s.a.)'m üzeri habira (bir Yemen kumaş çeşidi) ile örtülüydü. Yüzünü açtı, sonra üçerine eğildi, onu öptü, ağladı. Daha sonra şöyle dedi: "Anam babam sana fe­da olsun. Allah'a yemin ederim, Allah seni iki defa öldürmeyecektir. Senin hak­kında takdir edilmiş olan ölümü tatmış bulunuyorsun."

ez-Zührî der ki: Ebu Seleme bana İbni Abbas'tan naklederek dedi ki: Ebu Bekir çıktığında Ömer insanlarla konuşuyordu. Ebu Bekir, "Otur ey Ömer" de­di ve daha sonra şöyle deyam etti: "Şimdi şunu bilin ki, kim Muhammed'e tapı­yor idiyse şüphesiz Muhammed öldü. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz

Allah Hayadır, O ölmez." Yüce Allah da, "Muhammedi ancak bir peygamberdir, ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir... Allah şükredenlere mükâfat ve­recektir." diye buyurmaktadır. (İbni Abbas) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki in­sanlar adeta Ebu Bekir kendilerine bunu okuyuncaya kadar Yüce Allah'ın bu ayeti indirdiğini bilmiyor gibiydiler. Onun bu ayeti okuması üzerine herkes onunla birlikte bu ayeti okudu. Kimi gördümse bu ayeti okuduğunu işittim. İb­ni Mace Hz. Aişe'den de buna benzer bir rivayet nakletmektedir [32]

Yine ez-Zührî der ki: Bana el-Müseyyeb'in haber verdiğine göre Ömer (r.a.) şöyle demiş: Allah'a yemin ederim Ebu Bekir'in bu ayeti okuduğunu işitince, beni bir ter bastı. Öyle ki ayaklarım beni taşıyamaz hale geldi, sonunda yere yıkıldım.

Ebul-Kasım et-Taberî de -kendisine anlatılanlar ile ilgili olarak- senedini kaydederek İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Ali Resulullah (s.a.) hayatta iken, "Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geri mi döneceksiniz?" ayetini okur ve şöyle derdi: Allah'a yemin ederiz, Allah bize hi­dayet verdikten sonra ökçelerimiz üzerinde gerisin geri dönmeyiz. Allah'a ye­min olsun, o ölür veya öldürülürse ben de ölünceye kadar O ne için savaştıysa aynı yolda mutlaka savaşacağım. Allah'a yemin ederim, ben Onun kardeşiyim, onun velisiyim, amcasının oğluyum, O'nun mirasçısıyım. O'nun yolundan git­meye benden daha lâyık kim vardır [33]

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın kaderi ile olmadıkça ve Allah'ın kendisi için tespit ettiği süreyi tamamlamadıkça kimsenin ölmeyeceğini haber vermek­tedir. Bundan dolayı "O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." diye buyurdu. Yani Yü­ce Allah ölümü belli bir ecel ile birlikte ve öne alınmayan, geri de bırakılmaya­cak bir şekilde süresi belirlenmiş olarak tespit etmiştir. Savaşın türlü tehlikeli hallerine maruz kalmış bir kahraman hayatta kalabilir, bununla birlikte evin­de saklanıp gizlenen korkak ölebilir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını an­dırmaktadır: "Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir kitaptadır." (Fâtır, 35/11); "O sizi balçıktan yaratan, sonra da bir ecel belirleyendir. Bir de onun nezdinde belirli bir ecel (kıyamet saati) daha var­dır." (En'âm, 6/2); "Artık ecelleri geldiği zaman ne bir saat (an) geciktirilir ne de öne geçebilirler." (Nahl, 16/61).

Ömür sınırlıdır. Eceller kesindir. Allah'ın tayin ettiği kaderler hakimdir. Herşeyde biricik mutasarrıf yalnızca O'dur. Bu bakımdan herhangi bir gecik­tirme yahut öne alma söz konusu olmaksızın, ilmine uygun olarak her bir ca­nın alınmasına izin verir. Savaşta yahut barışta olması da insanın ecelini de­ğiştirmez.

Bu ayet-i kerime ile korkaklar yüreklendirilmekte, savaşa teşvik edilmek­tedir. İleri atılmak yahut geri durmak ne ömrü eksiltir, ne de ona bir şey katar. Ömür Allah'ın elinde, sona erip bitmesi Allah'ın iradesi ile olduğuna göre kor­kaklık ve zaaf göstermek nasıl uygun olabilir?!

Daha sonra Yüce Allah insanların gayelerine açıklık getirmektedir: Bu ise ya dünyayı yahut da ahireti istemektir. Her kim ameliyle yalnızca dünyayı el­de etmek, ona ulaşmak istiyor ise, Allah'ın kendisi için takdir ettiği kadarına nail olur. Bununla birlikte ahirette alacak bir payı kalmaz. Her kim ameliyle ahiret yurdunu gözetirse Allah ona da ahiretin sevabından verecektir, dünya­dan da onun için kısmet olarak ayırdığını ihsan edecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim ahiret ekinini (sevabını) isterse biz onun ekinini ar­tırırız. Kim de dünya ekinini isterse biz kendisine ondan (bir şeyler) veririz. Ahirette ise onun hiç bir payı yoktur." (Şûra, 42/20); "Kim bu çabucak geçeni (dünyayı) isterse biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonra da ona cehennemi veririz, o burayı kınanmış ve kovulmuş olarak boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi çalışır çabalarsa, işte çalışmaları şükür ile karşılanan (mükâfat verilen) kimseler bunlardır." (İs-ra, 17/18-19). Bu ayet-i kerimenin son bölümü tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin, "Allah şükredenlere mükâfat verecektir" buyruğuna uygundur. Yani biz onlara şükür ve amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetimizden vereceğiz. Bozguna uğrayıp geri kaçmadıkları için de onlara ebedî mükâfatı ihsan edeceğiz.

Size gelince ey dünyayı gözetip ganimetler toplamaya koşuşan, Uhud'daki komutanınızın ve peygamberinizin emrine muhalefet edenler! Bir miktar dün­yalık elde edebilirsiniz, fakat peygamberinizin davet ettiği dünya ve ahireti bir­likte elde etmeyi kaybettiniz. Ayet-i kerimede Uhud günü ganimetlerle uğraşan bu gibi kimseler, üstü kapalı ifadelerle tenkit edilmektedir. Ayrıca, "dilerse" ifa­desinde kişisel iradenin hayır yahut şer türünden olan amelin tabiatını belirle­yici olduğuna işaret vardır. Bu aynı zamanda Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri, Peygamber efendimizin"AmeZZer ancak niyetler iledir ve herkes için niyet ettiği ne ise o vardır." şeklindeki buyruğuna uygundur.

Daha sonra Yüce Allah Uhud günü başlarına gelenler dolayısıyla mümin­leri teselli etmek üzere, "Nice peygamber vardır ki beraberinde bir çok toplu­luklar savaşmıştır..." diye buyurmaktadır. Yani pek çok peygamber Allah yolun­da savaşmıştır. Onunla birlikte onlara iman eden ashabından bir çok kişi de Allah'ın adım yüceltmek için savaşmıştır. Bunlar hidayet önderleri ve öğretici­leriydiler. Kendilerinin öldürülmesinden sonra olsun, peygamberlerinin öldü­rülmesinden sonra olsun zaafa düşmediler. Böyle bir durum ortaya çıktıktan sonra cihaddaki kararlılıkları gevşemedi, düşmanlara boyun eğerek teslim ol­madılar. Dünyaya ve dünyanın metaına boyun eğmediler. Gerisin geri de dön­mediler. Aksine peygamberlerinin öldürülmesinden sonra da sebat ettiler, sab­rettiler; hayatta iken sabrettikleri gibi. Allah ise sabırda yarışan ve Allah'tan korkanları sever. Böylelerini doğruya iletir, hakkı gösterir ve en büyük mükâ­fatlarla onlara ecir verir. İşte bu onların övülmeye değer işlerinden bir nebze­dir. Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğüne dair yalan haber yayıldığı vakit Müslü­manların karşı karşıya kaldığı gevşeklik, zaaf ve bozgun üstü kapalı tenkit edilmektedir. Bu yalan haber dolayısıyla müşriklere karşı cihad hususunda zaaf göstermeleri ve Ebu Süfyan'dan eman almak istemekle boyun eğmeleri şek­lindeki tavırları böylece tenkit edilmektedir.

Peygamberlerle savaşan o toplulukların söyledikleri güzel sözlere gelince, onlar musibetin gelip çatması esnasında şöyle demişlerdi: "Rabbimiz bize gü­nahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört, senin emrine uymayan davranışlarımızı affet. Savaş esnasında düşmanlarla karşılaşırken ayaklarımıza sebat ver, kâ­firler topluluğuna karşı bize yardım et!*

Rabbani olmaları ile birlikte günahlarından ve diğer kusurlarından ötürü bağışlanma dilemeleri, kendi kendilerine kusurlu olduklarını hissettirmekte­dir. Savaş esnasında ayaklarına sebat verilmesini istemelerinden önce mağfi­ret isteyerek dua etmeleri ise, onların Rablerinden bu isteklerinin arındırılmış bir ruh ve tam bir teslimiyet ile yapılmasının dualarının kabul ihtimalini daha çok artırması kasdıyladır.

Yüce Allah da düşmanlara karşı zafer, üstünlük, güzel anılmak gibi ihsan­larla dünyanın sevabını, Allah'ın rızasını, rahmetini, lütuflar yurdunda ona ya­kın olmayı elde etmek suretiyle de ahiret sevabını, güzelliğini onlara vermiştir. Yüce Allah'ın bildirdiği şu durum da buna yakındır: "Onlar için o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatıcı neler gizlendiğini hiç bir kimse bile­mez." (Secde, 32/17). Hz. Peygamber de bu mükâfatı şöylece haber vermektedir: "Orada (cennette) hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir kimsenin kalbinden geçirmediği nimetler vardır."

Daha sonra Yüce Allah onları kendi rızasına uygun bir şekilde amellerini güzelleştirmekle nitelendirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın sünnetini uygulayan­lar bunlardır ve bu güzel işleri dolayısıyla Allah onları mükâfatlandıracaktır.

Allah'ın hem dünya hem ahiret mükâfatını onlara birlikte vermesinin se­bebi iman eden, salih amel işleyen, dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştir­mek isteyen kimseler olmalarından dolayıdır. Bu buyrukta sözü geçen salih mümin gibidir onlar. "Bazısı da, "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru" der." (Bakara, 2/201).

Ahiret sevabının özel olarak güzel olmakla nitelendirilmesi, onun üstünlüğü­ne, önceliğine ve Yüce Allah nezdinde asıl değer taşıyanın o olduğuna delâlettir.

Allah bu müminlerin niteliklerini önce ona itaat etmeye muvaffak olmala­rı, sonra bu itaat üzere kendilerine sebat verilmesi şeklinde sıralamıştır. Daha sonra da bütün bunların tümünün Allah'ın inayeti, lütfü, tevfiki ve ihsanı ile olduğuna kulun dikkatini çekmek üzere de bu gibi kimseleri ihsan edenler, iyi­lik yapanlar diye adlandırmaktadır.

Bu ayet-i kerime ile Muhammed (s.a.)'in ashabı eğitilmekte, bütün bunla­ra herkesten çok onların lâyık olduklarına dikkatleri çekilmektedir. İşte onlara düşen de bu Rabbanilerin hallerine bakıp ibret almak, onların sabretmeleri gi­bi düşmanlarına sabretmek, onların salih amellerine uyup söyledikleri sözler gibi söylemektir. Çünkü Allah'ın dini birdir, onun insanlara uyguladığı sünneti de tektir. [34]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler, -dosdoğru yol üzere yürümek, ebedî ve devamlı olup peygamberin hayat süresine bağlı ve peygamberin kişiliği ile ilgili olmadığın­dan- komutanın yahut peygamberin vefatından etkilenmemeyi gerektiren ima­nın asıl varlığına rağmen sebat göstermeye, cesarete, kahramanlığa, zaferi el­de etmek için bütün gayretiyle çalışmaya, küfür ve kâfirlerin yoluna tekrar dönmeyi yasaklamaya ve insanın ruhî yapısı ile hayat boyunca karşı karşıya kalabileceği korku, zaaf, tereddüt, geriye dönüş, bozguna uğramak ve düşünce­de yüzeysellik gibi konumlarını ilgilendiren bir çok hükme delâlet etmektedir.

1- Cennete girmek, öldürülen ve yaraların acılarına sabreden, Allah yo­lunda canlarını feda eden ihlâs sahibi mücahitlerin yolunu izlemeye bağlıdır.

2- Allah yolunda şehit olma şerefine ermek, kuruntu ve temennilerle değil, cihad yolunda sebat ve sabır ile olur.

Müslümanın ölümü temenni etmesi ise az önce geçen nitelikleriyle şehitli­ği temenni etmek ile ilgilidir. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesini temenni etmek değildir. Böyle bir temennide bulunmak masiyet ve kusurdur. İşte Müs­lümanların Yüce Allah'tan kendilerine şehitliği nasip etmesini dilemelerinden kasıt budur. Onlar ölüme götürecek dahi olsa cihad yolunda Allah'tan sabır di­lerler.

3- Peygamberler, kavmi arasında hiç bir zaman ebediyyen kalıcı değildir. O bakımdan peygamberlerin getirdiklerine sımsıkı yapışmak gerekir. İsterse ece­liyle Ölmüş yahut öldürülmüş olsun. İmanından sonra küfre dönüp irtidat etme yolunu seçen kimse ise Allah'a hiç bir şekilde zarar veremez. Aksine yalnız ken­disine zarar verir, kendisini Allah'ın buyruklarına muhalefet sebebiyle cezaya uğramaya maruz bırakır. Yüce Allah ise hiç bir şeye muhtaç olmadığından dola­yı ne itaatin O'na faydası, ne de masiyetin zararı vardır. Allah sabreden, cihad eden ve şehit olan, şükredenlerden olan herkesin mükâfatım verecektir.

İşte bütün bunlar Uhud günü bozguna uğrayan kimselere bir serzeniştir, benzerlerine bir derstir. Peygamber (s.a.)'in vefat ettiği gün Ebu Bekir es-Sıd-dık (r.a.)'in takındığı tavır, onun kahramanlık ve cesaretinin, Hz. Peygambere bağlılığının en açık bir delilidir. Çünkü kahramanlık ve cesaret musibetlerin gelip çatması esnasında kalbin sebatıdır. Peygamber (s.a.)'in vefatından daha büyük bir musibet ise olamaz. Onun gösterdiği sebat ile, "Muhammed ancak bir peygamberdir" ayetini delil göstermesi, ayrıca müminlerin de sebat bulma­sına, fitnenin arkasının kesilmesine, cahillerin bir takım vehim ve sözlerinin kökten kurutulmasına sebep olmuştur.

Sünnet-i seniyye ölünün defninde acele etmeyi gerektirmekle birlikte As-hab-ı kiramın Resulullah (s.a.)'ı defnetmeyi geciktirmesinin üç sebebi vardır: Vefat ettiği üzerinde ittifak etmemeleri, Hz. Ebu Bekir kendilerine Resulullah (s.a.)'ın, "Her bir peygamber mutlaka vefat ettiği yerde gömülür." [35] hadisini haber verinceye kadar onu nereye defnedeceklerini bilmemeyişleri ile biat husu­sunda Muhacirlerle Ensar arasındaki ayrılıkla uğraşmaları. Bu ayrılık işin ba­şında Hz. Ebu Bekir'e biati kararlaştırmakla sona ermiş, sonra da ertesi gün rızaları ile ve kapsamlı bir ittifak ile ona biat etmişlerdir.

Daha sonra Hz. Peygamberin defin işine baktılar, onu yıkadılar, kefenledi­ler. Sonra tek tek cenaze namazını kıldılar. İbni Mace hasen, sahih bir isnadla İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Salı günü Resulullah (s.a.)'ın teçhizi işi bitirildikten sonra evindeki kerevetinin üzerine konuldu. Sonra grup grup Resulullah (s.a.)'ın bulunduğu yere girdiler, üzerine namaz kıldılar. İşlerini bitirdikten sonra kadınları içeri aldılar. Kadınlar da bitirdikten sonra çocukları içeri soktular. Resulullah (s.a.)'ın cenaze namazını kıldırmak üzere kimse insanlara imam olmadı."

4- Şüphesiz Muhammed de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onlar da vefat etmişlerdir. Her bir peygamberin görevi gözetilen maksadın tahakkuku ile sona erer. Onların öbür dünyaya göç etmeleri risaletlerinin ortadan kalkma­sını gerektirmez. Bir kimsenin karşı karşıya kaldığı musibetlerin onun hak ya­hut batıl üzere olmasıyla bir ilişkisi yoktur. İtaat eden bir kimse çeşitli musi­betlerle sınandığı gibi isyan eden kimse de çeşitli nimet türleriyle sınanabilir.

5-  Ölüm kaçınılmaz bir akibettir. Belli bir sürede olacağına dair hüküm verilmiştir. O ne bir an ileri gider, ne de bir an geri kalır. İster öldürülsün ister öldürülmesin herkes tayin edilen vadesi gelince ölecektir. İşte Yüce Allah'ın, "O vadesi yazılmış bir yazıdır buyruğunun anlamı budur. "Allah'ın izni olmadık­ça..." buyruğu ise Allah'ın kaza ve kaderi ile olmadıkça demektir. Ölümün va­desi ise Yüce Allah'ın bildiği canlının ruhunun bedeninden ayrılma vaktidir. Kişi ne zaman öldürülürse onun ecelinin o olduğunu biliriz. O bakımdan, "Eğer öldürülmeseydi yaşayacaktı" demek doğru değildir. Çünkü Yüce Allah, "O va-desiyle yazılmış bir yazıdır" diye buyurduğu gibi, başka yerlerde de şöyle bu­yurmaktadır: "Onların ecelleri geldiğinde ne bir saat öne alınır ne de geri bıra­kılırlar." (Yunus, 10/49); "Şüphesiz Allah'ın eceli (tayin ettiği vade) gelicidir." (Ankebût, 29/5); "Her bir ecelin tayin edilmiş bir yazısı vardır." (Ra'd, 13/38).

Yüce Allah'ın, "Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez..." ayet-i keri­mesi cihada teşvike ve ölümün kaçınılmaz olduğuna, her insanın mutlaka eceli ile öldüğüne; öldürülenin de eceliyle öldüğüne delâlet etmektedir.

6- Her kim arzu ve emelini ahireti bir kenara bırakarak yalnızca dünyaya hasredecek olursa, Allah dünyadan onun için ayırdığını verir. Her kim de Al­lah'ın dilediği kimselere kat kat iyiliklerle kat kat mükâfatlandıracağını vaad ettiği ahirete rağbetini yöneltirse, Allah o kimseye ahireti de dünyayı da birlik­te verir.

7- Yüce Allah'ın, "Nice peygamber vardır ki..." ayeti hakkınJıer şeyden üs­tün tutulduğunuifade etmekte, tarafsızlığı ortaya koymakta, adaleti ve gerçek­lere karşı insaflı davranmayı gerektirmektedir. Salih amel, Allah yolunda ci-

 sehnt. crnst.f>rmfik Muhammed (s.a.Vin ashabına münhasır bir is de-ğildir. Önceki peygamberlere uyanlardan pek çok kimsenin oldukça göz kamaş­tırıcı güzel tavırları, fevkalade kahrawmanlıklan vardır. Bunlar da Allah yo­lunda sabrettiler, savaştılar, öldürüldüler, hiç bir şekilde yumuşamadüar, azim ve kararlılıkları gevşemedi. Cihadda kendilerine isabet edenler dolayısıyla zelil olmadılar, boyun eğmediler. Onların bu davranışları ise imanlarının gücüne, ruhlarının temizliğine, Allah'ın rızasını istemekteki ihlâslanna delâlet eden sözleriyle birlikte olmuştu. Sıkıntı, mihnet ve düşman ile karşılaşma vakitle­rinde Rablerine niyaz ettiler. O bakımdan Yüce Allah'ın dünyada düşmanları­na karşı zafer ve yardım nimetine mazhar olma hakkını, ahirette de cennete ulaşma hakkını elde ettiler. İhsan sahibi olmakla nitelendirildiler ve onlara bü­yük sevap ihsan edildi.

Onların oldukça çarpıcı bir tablo olan yalvarıp yakarma, dua ve mağfiret dileme şeklindeki tavırları, duanın kabul olunmasının ihlâsı, ruhun arılığı ve Yüce Allah'a huşu duymayı gerektirdiğini; günah ve masiyetlerin ise yenilgiye uğramanın, Allah'ın yardımına nail olamamanın; itaat, sebat ve dosdoğru yol üzere yürümenin ise zafer ve üstünlüğü elde etmenin sebeplerinden olduğunu göstermektedir.

8- Dualann faziletli olanı, bize rivayet yoluyla nakledilen dua ifadeleriyle yapılandır. Çünkü bu duaların sözlerinde belagat vardır. İnsanın farkına vara­mayacağı kadar pek çok anlamlar ihtiva etmektedir. Rabbanilerin sözü geçen şu dualarında olduğu gibi:

"Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla! Ayakları­mıza iyice sebat ver, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"

Müslim'in Sahih'inde de Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Peygam­ber (s.a.) şu duayı yapardı: "Allahım, günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki aşırılı­ğımı ve senin benden daha iyi bildiklerini bana bağışla!" [36]

 

Kâfirlere İtaatten Sakındırma

 

149- Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat edecek olursanız, sizi ökçelerini­zin üstüne gerisin geriye döndürürler. Siz de hüsrana uğrayanlar olarak geri dönersiniz.

150- Hayır! Allah sizin mevlânızdır, O yardım edenlerin en hayırhsıdır.

151- Allah'ın hakkında hiç bir delil in­dirmediği şeyleri ona ortak koştukla­rından dolayı o kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Zalimlerin dönüp va­racağı yer ne kötüdür!

 

İ'râb:

 

"Hayır! Allah sizin mevlânızdır." Başkasının yardımına ve dostluğuna ihti­yaç duymayacağınız şekilde sizin yardımcınızdır, anlamında müpteda ve ha­berdir. Burada "Allah" lafzı mahzuf bir fiil takdirine göre mansub okunmuştur. "Hayır! Mevlânız olan Allah'a itaat ediniz" şeklinde. [37]

 

Belagat:

 

"Sizi ökçelerinizin üstüne gerisin geriye döndürürler." Yani imandan küfre döndürürler. Burada geriye dönme küfre dönüşü ifade etmek üzere istiare yo­luyla kullanılmış ve ikincisi birincisine benzetilmiştir, "iman edenler" ile "kâfir­ler" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

"Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyruğunda onların varacağı yer denilmeyip zahir olan "zalimler" kelimesinin zamir yerine kullanılması, du­rumun dehşetini anlatmak içindir. Yerilen şey ise hazfedilmiştir. Yani barına­cakları o yer ne kötüdür! [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eğer kâfirlere" müşriklere, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına. Bunların Ya­hudi ve Hristiyanlar olduğu da söylenmiştir. Ali (r.a.) dedi ki: Burada, Uhud'da bozguna uğradıkları sırada münafıkların müminlere söyledikleri, "Atalarınızın dinine dönünüz" sözleri kastedilmektedir, "itaat edecek

olursanız," "sizi ökçelerinizin üstüne döndürürler." yani imandan sonra küfre döndürürler.

"Sizde hüsrana uğrayanlar olarak" yani, dünyada düşmanlara boyun eğ­mek, İslâm'ın izzetini küfre değişmek, ahirette de Allah'ın nimet ve sevabından mahrum edilmek suretiyle "geriye dönersiniz..."

"Hayır! Allah sizin mevlânızdır" yani yardımcınız ve destekçinizdir. "O yardım edenlerin en hayırhsıdır," O'na itaat ediniz.

"Allah'ın hakkında hiç bir delil indirmediği" Yüce Allah'ın kendilerine ibadet edilmesine dair herhangi bir delil indirmediği "şeyleri" putları " O'na ortak koştuklarından dolayı o kafirlerin kalplerine korku" (er-ru*b), kalbi saran ileri derecedeki korku demektir. Müşrikler Uhud'dan geri döndükten sonra Müslümanların kökünü kazımayı tasarladılar, fakat korkuya kapılıp geri döne­mediler, "salacağız." [39]

 

Nüzul Sebebi

 

149. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Ali (r.a.) şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime münafıkların, bozguna uğramaları üzerine müminlere, "Haydi kardeşlerinize geri dönünüz ve tekrar onların dinine giriniz" demeleri üzerine nazil olmuştur. Hasan-ı Basrî (r.a.)'den ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Eğer sizler Yahudi ve Hristiyanların öğütlerine kulak verir ve bu öğütlerini kabul edecek olursanız... demektir. Çünkü onlar sizin sapmanızı istiyorlar, dinde sizi şüpheye düşürmeye çalışıp şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed gerçek bir pey­gamber olsaydı mağlûp edilmez, O'na ve arkadaşlarına gelip çatan bu musibet­ler isabet etmezdi. O diğer insanlardan farkı olmayan bir kimsedir. Bir gün muzaffer olur, bir gün de bozguna uğrar.

es-Süddî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Eğer sizler Ebu Süfyan ve arkadaşlarına meyleder, onlardan eman isteyecek olursanız, sizleri eski di­ninize döndürürler.

151. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da es-Süddî şunları söyle­mektedir: Uhud günü Ebu Süfyan ve müşrikler Mekke'ye yönelip yola koyulun­ca yolun bir bölümüne geldikten sonra pişman olup şöyle dediler: Biz ne kötü iş yaptık! Onları öldürdük, nihayet geriye azıcık bir grup kalınca onları terk et­tik. Haydi geri dönün, onların kökünü kurutun. Fakat böyle bir karar verince Yüce Allah kalplerine korku saldı ve sonunda bu kararlarından vazgeçtiler. Yüce Allah da şu, "Allah'ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri ona ortak koştuklarından dolayı o kâfirlerin kalplerine korku salacağız" ayetini indirdi. [40]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler Uhud gazvesinden çıkartılacak öğütler ve elde edilecek dersleri açıklamaya devam etmektedir. Yüce Allah daha önceden geçmiş pey­gamberlere uyan yardımcılara tabi olmayı emrettikten sonra, kâfirlere itaatten sakındırdı. Bu kâfirler ise Arap müşrikleri, Yahudiler, Hristiyanlar ve mümin­lerin azimlerini kırmak üzere İslâm aleyhine komplolar kuran münafıklardır. [41]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah mümin kullarını kâfir ve münafıklara itaat etmekten sakındır-maktadır. Çünkü onlara itaat etmek dünya ve ahirette insanı geriletir. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler, eğer sizin dininizi inkâr eden, peygamberinizin peygamberliğini fcabu] ÇtlBÇyen jjbu Şüjyan ve arkadaşları İle münafıkların önderi olan Abdullah b. Ubeyy ile ona tabi olanlara, Yahudi ve Hıristiyanların elebaşılarına itaat edecek olursanız, imandan sonra bunlar sizi kâfirler olarak gerisin geri döndürürler. Sizler de İslâm'ın izzeti ile aziz olduk­tan sonra küfrün zilleti ile ve düşmanlarınızın sizlere tahakküm etmesi ile yer­yüzünde iktidar sahibi olma, devlet sahibi olmak imkânlarından mahrum kala­rak zarara uğrayanlar olursunuz. Halbuki bunlar samimi müminlere Yüce Al­lah'ın şu vaadinde söz konusu edilmektedir:

"Sizden iman edip salih amel işleyenleri Allah yeryüzünde mutlaka halife yapmayı vaad etti. Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi. Ta ki kendileri için razı olduğu dini onlar için tam anlamıyla iktidara getirsin ve korkulardan son­ra bu korkularını güvenliğe değiştirsin..." (Nûr, 24/55). Sizler işte bu kâfirlere itaat edecek olursanız, ahirette de Allah'ın nimet ve sevaplarından mahrum edilmek, cehennemde de Allah'ın azap ve cezasına maruz bırakılmak suretiyle ziyan edenlerden olursunuz.                                                            

O bakımdan sizler kâfirlerin yardım ve destek vermelerine, onların aldat­malarına aldırış etmeyin. Çünkü sizin yardımcınız, desteğiniz bir diğer ayet-i kerimede de buyurulduğu gibi, Yüce Allah'tır. "Biliniz ki Allah sizin mevlânız-dır, o ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!" (Enfâl, 8/40). Yüce Allah izzeti, Rasulüne ve müminlere takdir buyurmuştur. "İzzet Allah'ın, Rasulünün ve mü­minlerindir." (Münafikûn, 63/8). Yine salihleri veli edinmek, kâfirleri desteksiz ve yardımsız bırakmak şeklinde Yüce Allah'ın sünneti cereyan edegelmiştir: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden öcekilerin akibetlerinin nasıl ol­duğuna bakmadılar mı1? Allah onları terk etmiştir. Kâfirler için de onların ben­zerleri vardır. Bunun sebebi şudur: Allah iman edenlerin velisidir, kâfirlerin ise velisi yoktur." (Muhammed, 47/10-11).

Yüce Allah'ın müminlere yardım ve destek oluşunun tecellilerinden birisi de Allah'a şirk koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine korku salmasıdır. Bu­nun bir diğer sebebi ise kâfirlerin Allah'tan başka bir takım putları ve taşları mabut edinmeleridir. Bunların ibadete lâyık olduklarına, Allah ve yaratıkları arasında vasıta olduklarına dair aklî olsun maddî olsun en ufak bir delil yok­tur. Onların bu putlara tapınma hakkındaki biricik delilleri bunlara tapar bul­dukları atalarını taklit etmekten ibarettir: "Biz babalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izlerine uyanlarız." (Zuhruf, 43/23) Onlar hakikatte hayal, vehim ve vesvese içinde gelip geçen duyguların etkili olduğu­na güvenip dayanıyorlar. Bu ise onların akıl ve kalplerinin tutarsızlığı ve dü­şüncelerinin bozukluğu, ruh zaaflığı sonucunu verir. Onların sonunda ahirette yerleşecekleri yer ateştir. Bu ise zulüm, küfür, hakka ve hak ehline karşı inat­larından dolavıdır. Onların varm barınacakları ver ne kadar kötü bir verdir!

Onlar kötü davranışları sebebiyle hem kendilerine hem insanlara zulmetmiş kimselerdir. Onlar uygarlık ve medeniyetin esaslarını kaybetmişlerdir. Onlar müminleri dinlerine sımsıkı sardır halde görecek olurlarsa, ruhlarındaki şüp­heleri daha çok artar, içlerindeki korku, dehşet ve huzursuzluk devam edip gi­der. [42]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İtibar her zaman için lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değildir. Bu ayet-i kerimeler düşmanlıkları, kinleri, aldatmaları, öğüt ve güvenilirliklerine güven beslenemeyeceği için küfürlerinin çeşitliliğine rağmen bütün kâfirlere itaatten, müminleri her zaman için sakındırmaktadır.

Mümin imanın kuvveti, Rabbine kavuşacağına dair güveni, Yüce Allah'ın hakimiyetine, onun destek ve yardımına olan inancı ile daima kararlı, azimli ve sağlam irade sahibidir. Onda kâfirlerden korkunun alâmetleri görülecek olursa, o zaman o miras yoluyla Müslüman olmuş bîr kimsedir ve yalnızca za­hiren bîr Müslümandır, hakîkî bir mümin değildir.

Müşrik ve kâfir sürekli bir huzursuzluk, devamlı bir kararsızlık, kalbinde ve ruhunun derinliklerinde sapasağlam yer etmiş bir korku içerisindedir. Çün­kü küfür onun içine sağlıklı bîr huzur ve güvenin yerleşmesine engel olur. Küf­rün yerleştirebileceği tekrarlayıp durduğu bir takım alışkanlık ve gelenekler­den, kör bir tassuptan ibarettir. Bütün bunlar ise onun gerçekleri görmesine engeldir; Allah'ın vahdaniyeti, kapsamlı kudreti, dünya ve ahirette her şeye

mutlak egemenliği üzerinde sağlıklı bir şekilde düşünmekten onu alıkoymuş­tur.

Kâfirlerin kalplerine korkunun bırakılmasını söz konusu eden ayet-i keri­me şirkin aklen ve maddî delilleri itibariyle batıl olduğunun, ruhta kötü etki bıraktığının delilidir. Çünkü küfür insan ruhuna güven ve emanı, huzuru yer-leştiremez. Aksine küfür her zaman için korkuyu, huzursuzluğu ve tedirginliği ortaya çıkartır. Kur'an-ı Kerim'in kâfirleri kızgın ateşle uyarıp tehdit etmesi­nin etkisi ne kadar güçlü, ne kadar da ağırdır! Bunu görmezlikten gelseler dahi mutlaka bu uyarılan işitmişlerdir. Uzun süre cehennemde kalacaklarını bildi­ren, "Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyruğu ise kâfirlerin cehen­nemde ebediyyen kalacaklarını, azaplarının hafifletilmeyeceğim ve oradan çı-kartılamyacaklarını göstermektedir. Kısa süreli bir rahat için yahut hayatın tatlı, neşeli ve hoş lezzetini kendilerine iade edecek kısa bir süre için dahi, ra­hat bir nefes alamayacaklarını, havayı teneffüs edemeyeceklerini göstermekte­dir. [43]

 

Uhud'da Müslümanların Bozguna Uğramalarının Sebepleri Ve Zafer Vaadinden Sonra Dağılmaları

 

152- Muhakkak Allah size olan vaadinde sadıkkaldı. Hani O'nun izniyle o zaman onları öldürüyordunuz. Nihayet sevmekte olduğunuzu size gösterdik­ten sonra, yılgınlık gösterdiniz, iş hak­kında çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kimi­niz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah sınamak için si­zi onlardan geri çevirdi. Bununla bera­ber muhakkak sizi affetti. Allah mü­minlere lütufkârdır.

153- O vakit siz boyuna uzaklaşıyordu-nuz. Kimseye dönüp bakmıyordunuz bi­le. Peygamber de arkanızdan sizi çağı­rıyordu. Bunun üzerine sizi keder üstü­ne keder ile cezlandırdık, kaybettiğini­ze ve başınıza gelene üzülmeyesiniz di­ye. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

154- Sonra o kederin ardından üzerini­ze bir emniyet, bir uyuklama indirdi ki, o içinizden bir kısmını örtüp buru­yordu. Bir kısmı da canları sevdasına düşmüşlerdi. Allah'a karşı cahiliye zannı gibi halcfan d«yndw bir zan besli­yorlardı. "Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Al­lah'ındır." Onlar sana «yıltl«ın«Hı1rl«n şeyi içlerinde gizliyorlar. "Bizim bir payımız olsaydı burada Öldürülmez-dik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde ol­saydınız bile üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar yatacakları yere çıkıp giderlerdi. Allah göğüslerinizdekini yoklamak, kalplerinizdekini temizle­mek için böyle yaptı. Allah kalplerin içini çok iyi bilendir."

155- İ^i ordunun karşılaştığı gün içinizden yüz çevirenleri ancak işlediklerinin bir kısmı yüzünden şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Andolsun Al-l«n onları affetti. Çünkü Allah Ha- lîm'dir, Gafûr-dur.

 

İ'râb:

 

"Allah göğüslerinizdekiniyoklamak..." Bu ifadenin takdiri şöyledir: Göğüs-lerinizdekini yoklamak için size savaşmayı farz kıldı. "Kalplerinizdekini temiz­lemek için." buyruğu da "yoklamak" buyruğu üzerine atfedilmiştir. (Yani sava­şın üzerinize farz kılınışının sebepleri bunlardır.) [44]

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "açıklamadıkları" buyruğu ile "gizliyorlar" buyruğu arasın­da "kaybettiğinize" ile "başınıza gelene" buyrukları arasında tıbâk vardır.

"Allah müminlere lütufkârdır" buyruğunda "lütuf kelimesinin nekre (be­lirtisiz) gelmesi, bu lütfün büyüklüğünü açıklamak içindir. Buna karşılık "mü­minler" kelimesinin ise zamir olarak gelmesi gerekirken açıkça ifade edilmesi, onların şereflendirilmeleri içindir. "Cahiliye zannı gibi hakkın dışında zan" buyruğundaki "zan" kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas vardır. [45]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak Allah size olan" size zafer vereceğine dair "vaadinde sadık kal­dı. Hani onun izniyle o zaman onları öldürüyordunuz." Öldürüyor, onların kö­künü kazıyordunuz. "İzniyle" onun iradesi, emri, desteklemesi ve yardımıyla demektir.

"Nihayet sevmekte olduğunuzu..." yam arzuladığınız zaferimize gösterdikten sonra yılgınlık gösterdiniz" korktunuz, savaşmaya karşı zaaf gösterdiniz. "İş hakkında çekiştiniz." anlaşmazlığa düştünüz. Yani Resulullah (s.a.)'ın ok atmak için yerleştirdiği dağın eteğinde kalma hususunda anlaşmazlığa düştünüz. Ki­miniz, "Arkadaşlarımız zafere kavuştu haydi gidelim" derken diğeriniz ise, "Peygamber (s.a.)'in emrine muhalefet etmeyiz" dediniz, "isyan ettiniz." yani emrine karşı gelerek ganimet arzusuyla yerleştirildiğiniz yeri terk ettiniz.

"Kiminiz dünyayı" yani ganimeti "istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu." O bakımdan öldürülünceye kadar sebat gösterdi. Abdullah b. Cübeyr ve arkadaş­ları gibi. "Sonra Allah sizi sınamak için" imtihan etmek, denemek, böylelikle ihlâslı olanı olmayandan ayırt etmek için -bu da sınanan ve denenen kimseye yapılan muameleye benzer- bir muamelede bulunmak demektir, yoksa Yüce Al­lah zaten durumlarını bilendir. Ayrıca durumlarını bilmek için onları deneme­ye ihtiyacı yoktur. "Sizi onlardan" yani kâfirlerden "geri çevirdi" bozguna uğ­rattı. "Bununla beraber muhakkak sizi affetti." İşledikleriniz dolayısıyla yaptı­ğınız tevbeleri kabul etti. "Allah müminlere" affetmek suretiyle "lütufkârdır."

"O vakit siz boyuna uzaklaşıyordunuz." Yani yerde yahut vadide kaçarak uzaklaşıp gittiğiniz vakti hatırlayınız. "Kimseye dönüp bakmıyordunuz" iltifat etmiyordunuz "bile. Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu." O sizin arka­nızdan, "Allah'ın kulları, bana dönünüz! Allah'ın kulları bana dönünüz!" diyor­du. "Bunun üzerine sizi keder üstüne kederle cezalandırdı."'Yani ona muhalefet etmek suretiyle, Allah'ın Rasulünün canını sıktığınız ve O'na kedervermeniz dolayısıyla sizi bir diğer keder olan bozguna uğrattı. Keder (gam), can sıkıcı bir işten dolayı kalpteki acı ve darlık demektir. "Bir emniyet" korkunun zıddı olan güvenlik "içinizden bir kısmını buruyordu" örtüyor kapatıyordu. "Yatacakları yerlere" yani haklarında öldürülmeleri takdir olunan yerlere "çıkıp giderlerdi."

"Allah göğüslerinizdekini" kalplerinizdeki ihlâs ve münafıklığı "yoklamak" denemek "kalplerinizdekini temizlemek için" ayırt etmek için (böyle yaptı). "Al­lah kalplerin özünü" kalplerde bulunanı "çok iyi bilendir" hiç bir şey O'na gizli kalmaz; O sadece diğer insanlara durumu açığa çıkartmak için imtihan eder.

"İki ordunun karşılaştığı gün" yani Uhud'da müminler topluluğu ile müş­rikler topluluğunun karşılaştığı gün "yüz çevirenler" ise sebat gösterip yerinde duran on iki kişi dışında bozguna uğrayıp geri kaçan Müslümanlardır, "şeytan onları yoldan çıkarmak" vesvesesiyle ayaklarını kaydırmak "istemişti." Yani onları yanlışlığa, hataya düşürmüştü. "İşlediklerinin bir kısmı yüzünden" bir takım günahları sebebiyle. Bu ise Peygamberin emrine muhalefettir. O bakım­dan Rablerinin kendilerine vaad etmiş olduğu ilâhî zafer ve yardım alıkonuldu. [46]

 

Nüzul Sebebi

 

152. ayet olan, "Muhakkak Allah size olan vaadinde sadık kaldı..." ayeti ile ilgili olarak Muhammed b. Kal) el-Kurazî der ki: Resulullah (s.a.) Medine'ye Uhud günü karşı karşıya kaldıkları musibetten sonra döndüğünde ashabından bazıları şöyle dediler: "Bize Allah'ın zaferi vaad olunmuşken arkadaşlarımızın başına gelen bu musibet nedendir?" Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhakkak Al­lah size olan vaadinde sadık kaldı... Kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu." buyruğunu indirdi. Yani Uhud günü bilinen şekilde davranan okçu­ları kastediyor.[47]

154. ayet-i kerime olan, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyuklama indirdi..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Râheveyh, ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü oldukça korkmuş olduğumuzu ama üze­rimize uyku çöktüğünü gördük. Aramızdan sakalı göğsüne düşmeyen kimse yok­tu. Allah'a yemin ederim ben adeta bir rüya gibi Muattib b. Kuşeyr'in şu sözleri­ni işitiyordum: "Eğer bu işten bize ait bir şey olsaydı burada öldürülmezdik. Ben bunu iyice belledim." Yüce Allah buna dair, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyuklama indirdi... Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir." buy­ruğuna kadar inzal buyurdu. "Bizim bu işten bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik" buyruğunun anlamı da şudur: Eğer bu konuda tercih bize bırakılsay-dı biz dışarı çıkmaz ve öldürülmezdik. Fakat istemeyerek çıkarılmış bulunuyo­ruz. Yüce Allah da onlara, "De ki: Evlerinizde olsaydınız bile..." buyruğu ile ce­vap verdi. Yani hakkında ölüm takdir olunan kimseyi eceli belli bir yere çıkmaya iter ve takdir olunan o yerde canı alınır. Evinde oturması asla onu kurtaramaz. Çünkü Yüce Allah'ın takdir ettiği kaza kaçınılmaz olarak gerçekleşir. [48]

 

Açıklaması

 

Allah'a yemin olsun ki, Rabbiniz size vermiş olduğu düşmana karşı savaş vaadini yerine getirmiştir. Siz Allah'ın desteklemesi, yardımı, meşiet ve irade­siyle düşmanlarınızı öldürmeye koyulup onlara alabildiğine kayıp verdirdiğiniz sırada O, bu sözünü yerine getirmişti.

Evet, Allah sözünü yerine getirmişti. Nihayet sizler korkaklığa kapılıp sa­vaşta zaaf göstererek peygamberinizin okçuların bulundukları tepe üzerinde sebat gösterme emrini uygulama hususunda ayrılığa düşünce, kiminiz, "Bizler ne diye burada duruyoruz, müşrikler bozguna uğramış bulunuyor" derken, di­ğer kısmınız da, "Ebediyyen Resulullah (s.a.)'ın emrine muhalefet etmeyiz" de­miştiniz ve Abdullah b. Cübeyr bir grup arkadaşı ile birlikte sebat göstermiş, bunların dışında kimse sebat göstermemişti. İşte bu olay meydana gelince Al­lah'ın yardımı gecikti ve aranızda bozgun ve yenilgi baş gösterdi.

Diğer bir ifade ile: Sizler onlarla karşılaştığınız sırada işin başında zafer İslâmındı. Fakat sizler anlaşmazlığa düşüp okçuların emre uymamaları, bir ta­kım savaşçıların bozguna uğramaları söz konusu olunca sebat gösterme ve ita­at şartına bağlı olan Allah'ın vaadi gecikmiş oldu.[49]

Urve b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah sab­retmek ve takvalı olmak şartına bağlı olarak, işaretli beş bin melek ile onlara yardım etme vaadinde bulunmuştu. O bu vaadini yerine getirmişti. Fakat Ra-sulün emrine uymayarak saflarını terk eden okçuların da dünyalığa yönelmele­ri üzerine, onlara gelen meleklerin yardımı kaldırıldı. Yüce Allah da, "Muhak­kak Allah size olan vaadinde sadık kaldı. Hani onun izniyle o zaman onları öl­dürüyordunuz..." buyruğunu indirdi. Evet Allah vaadinde sadık kaldı. Onlara fethi gösterdi. Fakat isyana koyulmaları akabinde de onları belâlarla karşı karşıya getirdi.[50]

Ayet-i kerimenin lafızları onların azarlanmış olduğunu göstermektedir. Azarlanmalarına sebep de şudur: Onlar Allah'ın yardımının başlangıç alâmet­lerini gördüler. Onların görevi zaferin tamama ermesinin geri çekilmekte değil, sebat göstermekte olduğunu bilmeleriydi.

Daha sonra aralarındaki anlaşmazlığın sebebini açıklmakta ve şöyle bu­yurmaktadır: "Kiminiz dünyayı istiyor..." yani ganimeti. İbni Mes'ud der ki:

"Biz Uhud gününe kadar Resulullah (s.a.)'ın ashabından herhangi bir kimse­nin dünyayı ve dünyalığı istediğini fark etmemiştik." İşte bunlar ganimet arzu­suyla dağdaki yerlerini terk edip giden kimselerdir.

"Kiminiz de ahireti istiyordu." Bunlar ise yerleştirildikleri yerde sebat gös­teren, peygamberlerinin emrine aykırı hareket etmeyip Abdullah b. Cübeyr ile birlikte yerlerinde duran kimselerdir. O sırada müslüman olmayan Hâlid b. Velid ile Ebu Cehil'in oğlu Ikrime onun üzerine hamle yaptılar. Abdullah b. Cü-beyr'i geri kalanlarla birlikte şehit ettiler. Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun. Burada serzeniş, yerlerini terk edip geri çekilenler hakkındadır; sebat göste­renler için değildir. Çünkü sebat gösterenler sevaba nail oldular.

Daha sonra, sizler onlara üstünlük sağladıktan sonra bozguna uğrayarak düşmanınızdan geri çekilmenizi sağladı. O bunu imanınızı sınamak için yaptı. Andolsun ki O sizi affetti ve bu yaptığınızı bağışladı. İşlediğiniz kusur dolayı­sıyla pişman olmanız üzerine ruhunuzdaki günahın etkisini silip tevbenizi ka­bul edince, bu sınama ile sizin imanınızı imtihan etmiş oldu. Şüphesiz Allah müminlere lütufkârdır. Yani masiyet ve emre karşı geldikten sonra onları top­tan imha etmedi. Affa mazhar olmalarına sebebin, düşmanların sayıca, araç ve gereç bakımından çokluğu, Müslümanların sayılarının araç ve gereçlerinin azlığı olması da muhtemeldir.

Daha sonra Yüce Allah onlara şunu hatırlatarak buyurdu ki: Dağa tırma­nıp gittiğiniz yani bozguna uğrayarak kaçtığınız vakit, düşmana arkanızı dönüp gittiğinizi hatırlayın. O sırada dehşet ve korkudan dolayı sizler kimseyle ilgilen­miyordunuz. Allah'ın Rasulünü ise geride bırakmış idiniz; o da düşmanlardan kaçmamanız için sizleri şu sözleriyle çağırıyordu: "Bana dönün Allah'ın kulları, bana dönün. Ben Allah'ın rasulüyüm, her kim geri dönüp düşmana saldırırsa ona cennet vardır." İbni Abbas ve başkaları da der ki: Resulullah (s.a.)'ın çağrısı, "Ey Allah'ın kulları, geri dönün" şeklinde idi. Böylece Rasul onları arkalarından çağırmış oluyordu. el-Berâ b. Azib der ki: Uhud günü Resulullah (s.a.) piyadele­rin basma Abdullah b. Cübeyr'i tayin etmişti. Bunlar ise geri dönüp kaçtılar. İş­te Allah'ın rasulünün arkalarından onlara seslenmesinin sebebi budur. Resulullah (s.a.) ile birlikte 12 kişiden başka kimse kalmamıştı.

Buna karşılık keder üstüne kedere uğramak cezaları olmuştu. Birinci ke­der bozguna uğramak, ganimetten mahrum olmak ve ashab-ı kiramın öldürül­mesi idi. Birinci kedere sebep olan ikinci keder ise, sizin emrine karşı gelme­niz, görüşüne muhalefet etmeniz dolayısıyla peygamberin duyduğu acı ve sı­kıntıdır. İbni Cerîr et-Taberî'nin de belirttiği gibi, konu ile ilgili görüşler ara­sında en tercihe değer olanları budur.

Yüce Allah bütün bunları sıkıntılara ahşasınız, hoşunuza gitmeyen şeyle­re katlanma alışkanlığını elde edesiniz diye yaptı. Çünkü bunlar ümmetleri ve fertleri biler, böylelikle elde edemediğiniz menfaat ve ganimetlere diğer taraf­tan düşmanınızdan size isabet eden yaralama, öldürme gibi zaralara üzülme-yesiniz diyedir. Allah amellerinizden haberdardır. Amellerinize karşılık verir.

Çünkü amel başarı ve zafere sebeptir. İmanın kemale ermesinin, faziletlere be­zenmenin bedelidir. Bu buyrukla itaat teşvik edilmekte, masiyetten alıkonul­maktadır.

Daha sonra Yüce Allah onlara isabet eden kederden sonra kullarına verdi­ği lütfü hatırlatmaktadır. Bu ise onlara huzur ve sükûnun indirilmesidir. Bu da onları örtüp bürüyen ve etkisi altına alan uyuklamadır. Bu üzüntü ve keder hallerinde, silâhlarını kuşanmışken bunlar oldu. Böyle bir durumda uyukla­mak, duyulan güvenin delilidir. Ta ki yitirdikleri gücü tekrar elde edebilsinler. Baş gösteren zaaflarını telâfi edebilsinler. Nitekim Bedir savaşı söz konusu edi­lirken Enfal suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani o size güvenlik için kendi nezdinden bir uyku vermişti." (Enfal, 8/11). Ebu Talha der ki: "Ben Uhud günü uyuklamaya dalan kimseler arasında idim. O kadar ki kılıcım defa­larca elimden düştü. O düşüyor ben onu alıyor, o düşüyor ben onu alıyordum." [51] Yine Buharî tefsir bölümünde Ebu Talha'dan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: "Uyuklama bizi sardı. Bizler Uhud'da saflarımızda bulunuyorken kılıcım elimden düşüp duruyor, ben de onu alıyordum, o düşüyor ben de onu alıyor­dum." [52] Uyuklama insanlardan bir kısmını buruyordu. Burada kısım (taife), hem tek bir kimse hakkında, hem de topluluk hakkında kullanılır. Sözü geçen­ler ise muhacirler ve imanları hususunda basiret üzere bulunan genel olarak bütün Ensar idi. Nitekim İbni Abbas şöyle demektedir: Yahut da bunlar iman, yakîn, sebat ve Yüce Allah'a tevekkül ehli kimselerdir. Allah'ın, Rasulüne yar­dım edeceğine ve onun arzusunu gerçekleştireceğine kati olarak inanan kimse­lerdir. Diğer bir kesimin ise bütün dertleri kendileri idi. Yani kendi nefisleri kendilerini kedere itmişti. Korku kalplerini sarmıştı. Buna sebep ise Allah'ın yardımına güvenmemeleri, peygambere iman etmemeleri idi. Bunlar da Abdul­lah b. Ubeyy, Muatteb b. Kuşeyr gibi kimseler ile onlara uyan münafıklardan bir topluluk idi. Huzursuzlukları, tedirginlikleri, korkulan sebebiyle uyku on­ları bürümemişti. Bunlar Allah'ın Rasulünün ve dinin durumu ile ilgilenmiyor­lardı. Yüce Allah'ın haber verdiği şekilde, "Allah'a karşı cahiliye zannı gibi hakkın dışında bir zan besliyorlardı." Yani zannetmeleri gereken hak zannın dışında bir kanaate sahiptiler. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: "Eğer Muham-med gerçek bir peygamber olsaydı kâfirler ona musallat olamazdı." Bu ise Al­lah'a şirk koşanların söyleyecekleri bir sözdür.

İşte bu ikinci kesim, Allah'ın Rasulüne soruyorlardı: "İşten, zafer ve yar­dımdan bizim bir payımız var mıdır?" Yani bu konuda kendilerinin bir payının olmadığını kastediyorlardı. Çünkü onlar bunun hak olmadığına inanıyorlardı. İşte büyük hatalarına sebep bu idi. Çünkü hiç şüphesiz Allah'ın peygamberleri­ne yardımı savaşların kimi zaman zaferle kimi zaman yenilgi ile sonuçlanma­sına engel değildir. Önemli olan işin kemale ermesi, akibetin güzel bir şekilde sonuçlanmasıdır.

Yüce Allah onların bu sorularına şöyle cevap verdi: Meydana gelen her bir olay Yüce Allah'ın sünnetine göre cereyan eder. Bu ise, "Sebeplerle sonuçlar arasındaki bağlantı kurulduğunda iş ve yardım bütünüyle Allah'ındır" esası üzerinde kuruludur. Şu buyruğunda kendilerine vaad ettiği gibi mümin kulla­rının yardımcısı da O'dur; "Allah, mutlaka ben ve Rasullerim galip geleceğiz di­ye yazdı." (Mücadele, 58/1): "Ve şüphesiz bizim askerlerimiz galip gelecek olan­lardır." (Sâffât, 37/173).

İşte bu münafıklar kalplerinde düşmanlık ve kin gizlerler. Zahiren yol gös­terilmesini isteyen müminler gibi soru sorarlar. "Bu işten bize bir şey var mı?" derler. Fakat onlar inkârı, yalanlamayı ve münafıklığı gizliyorlar.

Senin kendilerine, "İş bütünüyle Allah'ındır" demeni inkâr ederek kendi içlerinde yahut biribirlerine, "Eğer Muhammed'in dediği gibi iş bütünüyle Al­lah'ın, onun gerçek dostlarının olsa ve gerçekten galip gelenler onlar olsa idi, hiç bir şekilde biz yenilgiye uğramazdık ve bu savaşta bunca kişi öldürülmezdi" diyorlardı. Onlar bu kanaatleri ile peygamberlik ve zafer arasında bir bağlantı kuruyorlar ve diyorlardı ki: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı bozguna uğramazdık." Fakat zaferin Allah'tan geldiğini ve O'nun yardımıyla olduğunu fark edemediler. Bozgunun da Müslümanların aykırı bir tutumları nedeniyle olduğunu anlayamadılar.

Allah onlara, "Eceller ve ömürler Allah'ın elindedir, zafer Allah'tandır ve hakkında ölümün yazıldığı kimsenin ölmesi kaçınılmazdır" diyerek cevap ver­miştir. Hakkında ölümün yazıldığı kimse eğer evinde olsa ve ecelinin sonu gel­se, şüphesiz ölüp düşeceği yere çıkıp giderdi. Tedbirin kadere karşı faydası yok­tur, iş bütünüyle Allah'ın elindedir.

Şanı yüce Allah, Uhud gazasının sonlarında Müslümanları bozguna uğrat­mayı, müminlerin kalplerinde bulunan ihlâsı sınamak, kalplerde bulunan has­talıkları ve şeytanî vesveseleri ayırt etmek için yapmıştı. Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir. Yani bütün sırları ve gizlilikleri bilir. Gökte olsun yerde olsun, gizli olan hiç bir şey O'nun için gizli değildir. O insanların durumu açığa çıksın, gerçekler ortada görülsün, sabreden müminlerle aldatıcı münafıkların konum­ları besbelli olsun diye bunları yaptı.

Uhud'da Müslümanlarla müşriklerden ibaret iki topluluğun karşı karşıya geldiği gün bozguna uğrayan yahut yerlerini terk eden müminleri şeytan ağına düşürerek yanıltmış ve yanlışlığa düşürmüştür, ayaklarını kaydırmıştır. Buna sebep ise kazandıkları bir takım günahlarıdır. Yani Uhud günü bozguna uğra­yanların geri dönüp kaçmalarına sebep, şeytana itaat etmeleri olmuştu. Buna bağlı olarak bir takım günahlar işlediler, bu işledikleri günahlar sebebiyle de Allah'ın desteği, yardımı, kalplerini pekiştirmesi önlendi ve sonunda geri dö­nüp kaçtılar. İşte bu da bir günahın bir diğer günaha ittiğinin delilidir. Nite­kim itaat de bir başka itaati arkasından getirir ve bu ise o itaatteki bir lütuf-tur. Nitekim Zemahşerî böyle demektedir: [53] "Musibetler, cezalar -ki bozguna uğrayışlar bunlardandır- kötü amellerin bir etkisidir, bir sonucudur. Bir gü­nahtan sonraki bir günah o günahın cezasından bir parçadır. Bir iyilikten son­raki bir iyilik de o iyiliğin sevabından bir parçadır."

Daha sonra Yüce Allah, "Andolsun, Allah da onları affetti" diye buyurmak­tadır. Yani o savaştan kalmalarını bağışladı, ahirette onları sorgulamadı, dün­yada onların cezasını bir ders, bir terbiye ve bir arındırma sebebi kıldı. İşte bu, onların önünde umut kapısını açık bırakmakta ve kederin ruhlarını kaplaması­na engel olmaktadır. Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır. Tevbe ve kusurunu itiraftan sonra küçüğüyle büyüğüyle bütün günahları bağışlar. Halîm'dir, günaha cezayı vermekte acele etmez. Hatalarını tashih etmek için kula bir fırsat bırakır. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Geçmişteki insanlar da şimdiki insanlar gibidir. Hayal ve rüyalar âlemin­de yaşarlar. Zaferi müminlere has ilâhî bir bağış olarak beklerler. Bu konuda görevlerinin düşmanla savaşmanın gereklerini yerine getirmeksizin isterler. Halbuki insanlar arasında cihad ile ilâhî emaneti taşımakla mükellef olanlar onlardır. Cihad edip sabır ve sebat gösterdikleri takdirde ilâhî inayet onları destekler ve zafere kavuşur, umduklarını elde ederler. Hak üzere sebat göster­dikleri sürece savaş meydanlarında sabırla, itaatle cihad edip dağılmaksızın bir bütün olarak çarpıştıkları takdirde, Allah müminlere verdiği vaadinde sa­dık kalır. Korkaklık, zaaf, dağınıklık, anlaşmazlık, dünyevî tamahkârlıklar ise yardımsız kalmanın ve görülmedik bozgunların sebebidir. Allah Uhud'da mü­minlere verdiği sözünü yerine getirmiştir. Müşriklerin sancaktarları ve onunla birlikte yedi kişinin öldürülmesi ile savaşın başlangıcında onlara zaferi göster­mişti. Fakat okçular isyan edip Resulullah (s.a.)'ın gösterdiği yerde sebat gös­terme emrine muhalefet ederek ganimet toplamakla meşgul olunca, hemen be­lâ gelip onlara çattı, yaralanmalarına, şehit düşmelerine sebep oldu. Komutan­ları olan o yüce Peygamberin etrafından insanların kaçışıp bozguna uğramala­rına sebep oldu.

Ve savaş zaferden hezimete dönüştü. Müslümanların müşriklere üstünlük sağladıktan sonra bozguna uğrayarak geri dönmelerine sebep oldu. Çünkü Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra Allah sınamak için sizi onlardan geri çe­virdi." Bu ise masiyetin Allah tarafından yaratılmış olduğunun delilidir.

Fakat bu sefer hata eden kullarını affedip bu masiyet ve emre aykırı hare­ketleri dolayısıyla onları toptan yok etmemesi, Allah'ın kullarına lütfü cümle-sindendir. Esasen Allah af ve mağfiret ile müminlere daima lütufta bulunmak­tadır. İbni Abbas der ki: Peygamber (s.a.) Uhud günü yardıma mazhar olduğu kadar mazhar olmuş değildir. Ashab-ı kiram bunu kabul etmeyince onlara şöy­le dedi: "Benimle benim bu iddiamı kabul etmeyenler arasında Azız ve Celîl olan Allah'ın Kitabı hakem olsun. Şüphesiz Allah Uhud hakkında şöyle buyur­maktadır: "Muhakkak Allah size olan vaadinde sadık kaldı. Hani onun izniyle onları öldürüyordunuz."

Müslümanların Uhud'da kaçışmaları makbul bir şey değildi. Çünkü ko­mutan olan Peygamber (s.a.) hâlâ sebatla yerinde duruyor, savaşın ortasında çarpışmayı sürdürüyordu. Kaçanları da geri dönmeye, tekrar hücuma çağırı­yordu. Onlar geri dönmeyince Allah da onları gam ve kederle cezalandırdı. Bu ise öldürülmek, yaralanmak ve ganimet elde edememektir. Buna sebep de ona muhalefet etmeleri sebebiyle Resuluüah (s.a.)'ın kalbini dolduran gam ve sıkın­tıdır. Günahın cezasını "zenb" diye adlandırdığı gibi ayet-i kerimede de "gam, keder" den de "sevap" diye söz edilmiştir.

Fakat bu gamdan sonra Yüce Allah'ın müminlere olan lütuf ve merhameti dolayısıyla bir uyuklama yahut uyku geldi ve onları bürüdü. Böylelikle güven­lik duysunlar, kararlılıklarım yenilesinler, bu bozgundan sonra ruhları, nefisle­ri rahat bulsun. Münafıklara gelince, onların huzursuzlukları, ızdıraplan de­vam etti. Uyuyamadılar. Güven ve huzur duyamadılar. Onlar, Bu işten bize bir pay var mıdır?" diye inkâr ve red anlamında soru sordular. Yani, "Bu çarpışmaya çıkma işinden bize ait bir şey yoktur. Biz istemeye istemeye çık­tık." dediler. Buna delil onların, "Bizim işten bir payımız olsaydı burada öldü-rülmezdik" demeleri idi. ez-Zübeyr der ki: "O gün üzerimize uyku salındı. Bana uyuklama çöktüğü bir sırada Muattib b. Kuşeyisin, "Bizim bu işten bir payımız olsaydı burada öldürülmezdik." sözünü duyuyordum." Bunun, "Muhammed'in bize vaad ettiği zaferden bize bir pay yoktur diyorlardı" anlamında olduğu da söylenmiştir.

Yüce Allah onlara, "De ki: Bütün iş Allah'ındır." buyruğu ile cevap verdi. Yani zafer, yardım bütünüyle O'nun elindedir, dilediğine yardım eder, dilediğini yardımsız bırakır. Ecel ve ömür de Allah'ın elindedir. Herkes mutlaka eceliyle ölür. İster savaşta ve savaş meydanında olsun, isterse de evlerde, yataklarda, odalarda, bahçelerde bulunsun. İşte, sona erdikten sonra Uhud gazvesine katı­lanlar böylece iki gruba ayrılmışlardı:

Bir kesim kendilerine isabet edeni hatırlayarak, bunun bazılarının işle­dikleri kusurlardan dolayı olduğunu bildiler ve Allah'ın zafer vaadini hatırladı­lar. Bunun sonucunda da günahları için mağfiret istediler, Rableri de onlara güvenlik verdi.

Bir başka kesim ise, korkudan dehşete düşmüştü. O bakımdan başka hiç bir şeyle uğraşamadılar. Çünkü Allah'ın vaadine güvenmediler, Allah'ın Rasu-lüne iman etmediler.

Uhud günü müminlerin bozguna uğramaları ise şeytanın etkisi, aldatması ve vesvesesi sebebiyle, bir de önceden işlemiş oldukları günahlardan ötürü ol­muştu. Geçmişte işledikleri bu hatalarını onlara anlattı. O bakımdan -öldürül­mesinler diye- sebat göstermekten hoşlanmadılar. Fakat Allah lütuf ve rahme-tiyle onları affetti ve onlara çabucak ceza vermedi. Kurtubî der ki: Yüce Al­lah'ın Hz. Adem'in tevbesini kabul etmesi ile Hz. Peygamberin, "Ve Adem Mu­sa'yı getirdiği delil ile yenik düşürdü." ifadesi buna benzemektedir. Çünkü Hz. Musa, kendisini ve soyundan gelenleri yasak ağaçtan yediği için cennetten çıkmaya maruz bıraktığından dolayı kınamak ve azarlamak istemişti. Hz. Adem ona şu cevabı vermişti: "Yüce Allah'ın ben yaratılmadan kırk sene önce hak­kımda takdir ettiği ve bundan dolayı da tevbemi kabul ettiği bir iş dolayısıyla mı beni kınıyorsun?" Kim tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder, onun günahı olmaz. Günahı olmayan kimse ise herhangi bir şekilde kınanmaz. İşte Allah'ın affettiği kimselerin durumu da böyledir. Bunun böyle olduğunu Yüce Allah bize bu şekilde bildirmektedir ve O'nun haberi zaten doğrudur. Bunların dışında kalan tevbe eden günahkârlara gelince, onlar Allah'ın rahmetini umar, azabından da korkarlar. Onlar tevbeleri kabul olunmaz diye korku içindedirler. Tövbeleri kabul edilmiş olsa bile yine korku onlarda daha ağır basar. Çünkü sonucu bilememektedirler.[55]

 

Müminlerin Münafıkların Sözlerini Söylemekten Sakındırılması, Cihada Teşvik Edilmesi Ve Faziletleri

 

156- Ey iman edenler! Siz kâfir olup da yeryüzünde yolculukta yahut gazada bulunan kardeşleri hakkında "Yanı­mızda olsalardı ölmezler ve öldürül-mezlerdi." diyen kimseler gibi olma­yın. Allah bunu kalplerinde bir hasret (gönül yarası) yaptı. Dirilten de öldü­ren de Allah'tır. Allah bütün yaptıkla­rınızı çok iyi görendir.

157- Andolsun ki Allah yolunda öldü­rülür yahut ölürseniz muhakkak Al­lah'tan bir mağfiret ve rahmet onların toplayacağı şeylerden elbette daha ha­yırlıdır.

158- Andolsun siz ölseniz veya öldürül-seniz de muhakkak Allah'ın huzurun­da toplanacaksınız.

 

İ'râb:

 

"Allah bunu kalplerinde bir hasret yaptı." buyruğu "Allah müminlerin ci­hadını, ganimet elde etmelerini yahut şehadete nail olmalarım, kâfirlerin kalp­lerinde hasret kılsın diye" anlamındadır. Bu yüce Allah'ın, "Sonunda kendileri­nin adavet ve hüzünlerine sebep olsun diye Firavun hanedanı onu aldılar." (Kasas, 28/8) buyruğuna benzemektedir. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfir olup da" Abdullah b. übeyy liderliğindeki münafıklar gibi "yeryü­zünde yolculukta" ticaret ve kazanç için yolculuk yapan "yahut gazada bulu­nan" savaşan "kardeşleri hakkında "Yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürül-mezlerdi" diyen kimseler gibi olmayın. Allah bunu kalplerinde bir hasret yaptı." Yani nihayette bu kalplerinde bir pişmanlık olarak ortaya çıktı. "Dirilten de öl­düren de Allah'tır." Bir yerde oturmak ölümü engellemez. [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimede Yüce Allah Uhud günü bozguna götüren şeytanların vesvesesinden sakmdırmıştı. Burada da şeytanların yardımcıları olan münafıkların vesveselerinden sakındırmaktadır. [58]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah mümin kullarını, yolculukta ve savaşta ölen kardeşleri hakkın­da, "Eğer onlar bu işe kalkışmasalardı başlarına bu işler gelmeyecekti" diyerek yanlış inançlarını açığa vuran kâfirlere benzemekten sakındırmaktadır.

Ey iman edenler! Sizler ticaret için ülkelerde yolculuğa çıkıp ölen yahut da savaşa çıkarak öldürülen kardeşleri hakkında, "Eğer onlar yanımızda kalsalar­dı ölmez ve öldürülmezlerdi'' diyen o münafıklar gibi olmayınız.

Çünkü böyle bir şey dini bilmemektir, bu iman bakımından bir sapıklıktır. Çünkü Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi hayat ve ölüm O'nun elinde­dir: "Allah'ın izni ile olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." (Âl-i İmrân, 3/145).

Kaza ve kader insanı fiillerinde mecbur kılmaz. Çünkü kazanın anlamı ilâhî bilginin belli bir şeye taallukudur. İlim ise bir şeyin açığa çıkması ve ku­şatılması olup zorlamayı gerektirmez. Kader ise o şeyin ilme uygun olarak meydana gelmesidir. Allah'ın ilmi ancak vakıaya uygundur. Aksi takdirde bu bilgisizlik olur. İnsan fiillerinde ihtiyar (irade) sahibidir. Şu kadar var ki kud­ret, irade ve bilgi itibariyle eksiktir. Onun aşamayacağı belli sınırları vardır. İnsan bazan bir şeyi kararlaştırır yahut belli bir işi yapmayı tercih edebilir. Fa­kat ölümün sebeplerini bilgisiyle kuşatamaz. Bir şey meydana geldi mi o işin meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğunu bilir. İnsan Allah'ın yardımına, des­teğine iman etse, onun mutluluğuna dair bilmediği sebeplere kendisini muvaf­fak kılacağına inansa ve bununla birlikte de sebeplere yapışsa, o daha bir gay­retle çalışır, tökezlemekten, başarısızlıktan uzak kalır.

İşte sizler ölen yahut öldürülen kimseler hakkında o bilinen sözleri söyle­yen kâfir kimseler gibi olmayınız. Ta ki bu sözün akıbeti kaybettikleri dolayı­sıyla kalplerinde bir hasret olarak ortaya çıksın ve bu onların zaafını daha bir artırsın, pişmanlıklarına pişmanlık katsın. Eğer sizler onlar gibi olursanız size de onlara isabet eden hasretin bir benzeri isabet eder ve onlar zaaf gösterdikle­ri gibi siz de savaşta zaaf gösterirsiniz.

Allah bu itikadı ölülerine ve aralarından öldürülenlere duydukları hasret­leri (acılan) daha bir artsın diye nefislerinde yaratmıştır. Daha sonra Yüce Al­lah onlara, "Dirilten de öldüren de Allah'tır" buyruğu ile cevap vermektedir. Ya­ni yaratmak O'nun elindedir. Emretmek, yok etmek, O'nun işidir. O'nun meşi-eti, onun kaderi ile olmadıkça kimse hayat bulmaz, kimse ölmez. O'nun kaza ve kaderi ile olmadıkça kimsenin ömründe artış olmaz ve ondan bir şey eksil­mez.

Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. Yani O'nun ilmi ve görmesi bütün mahlûkatına nüfuz etmiştir. Gizlisiyle, açığıyla onların işlerinden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. Ruhların gizlediklerini ve inandıklarını O bilir; isterse in­sanlar bunu ifade etmesinler. Bu bir taraftan müminler için bir teşvik, diğer taraftan kâfirler için bir tehdittir.

Allah yolunda öldürülmek ve aynı şekilde ölmek Allah'ın rahmetine, affı­na, rızasına nail olmanın yoludur. Bu ise dünyada kalmaktan hayırlıdır. Onla­rın toplayageldikleri bütün fani dünyalıklardan üstündür.

Günahları silen Allah'ın mağfiretini, dereceleri yükselten rahmetini, dün­yanın fani zevk ve lezzetlerine tercih etmek mümine ne kadar da yakışır! Çün­kü ebedî ve kalıcı olan bir şey elbette geçici ve fani bir şeyden hayırlıdır.

Daha sonra şanı yüce Allah, Allah yolunda çalışmaya teşvik etmektedir. Çünkü mal O'nundur. O, ölen yahut öldürülen herkesin dönüşünün varacağı yerin, Yüce Allah'ın huzuru olduğunu haber vermiştir. Ona ameliyle karşılık verecektir. Hayırsa hayır, şer ise şer. Hangi sebepten ötürü ölürseniz ölünüz, Allah'ın huzuruna döndürüleceksiniz, O'nun huzurunda toplanacaksınız.

Bu da aynı şekilde iyi amellerde bulunmaya bir teşviktir. Akide uğrunda İslâm sancağını yükseltmek, İslâm vatanını savunmak uğrunda cihad etmek ve fedakârlık ruhunu aşılamaktır. Allah yolunda öldürülen kimsenin hayatta olduğuna, Rabbi katında rızıklandığına kesin bir vaaddir. Böylesi, insanlar arasında en güzel şekilde söz konusu edilir ve güzel bir şekilde övülür. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur"an-ı Kerim Müslümanların şahsiyetlerinin ortaya çıkmasına, onların gereken şekilde gözetilip dikkat ve ihtimam gösterilmesine oldukça önem verir. İslâm davasının düşmanları karşısında onları başkalarından ayırt eden ko­numları ortaya çıkarmaya ehemmiyet verir. Bundan dolayı münafıklık yahut nesep itibariyle kardeşleri olup Resulullah (s.a.)'ın Bi'r-i Maune'ye göndermiş olduğu seriyyeler hakkında malum sözler söyleyen münafıkların sözleri gibi söz söylemekten onları sakındırmış, onlara bunu yasaklamıştır.

Hayat ve ölüm Allah'ın elindedir. Allah ise insanların amellerini, gizleyip sakladıklarını, bilgisiyle kuşatan ve derinliğine görendir. O bakımdan bir kim­se hakkında "Evinde kalsaydı yahut şehrinde bulunsaydı ölmez ve öldürülmez-di" demek hatadır. Zira cihada çıkmayıp oturmak hayatı muhafaza etmez. Aynı şekilde düşmanlarla savaşa çıkmak da hayatı sona erdirmez, ölümü erkene al­maz.

Onlar gibi olmayınız. Ta ki Allah bu sözleri onların kalbinde bir keder yap­sın. Çünkü onların münafıklıkları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Allah ise sa­vaşa çıkanları hayatta tutmaya, aile halkı arasında kalanların ise canını alma­ya kadirdir. Bu, söz ve fiillerinde kâfirlere benzemesinler diye müminlere bir tehdittir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah yolunda ölmenin bütün dünyadan hayırlı ol­duğunu bildirmektedir. Daha sonra "Allah'ın huzurunda toplanacaksınız." buy­ruğu ile müminlere öğüt vermektedir. Yani savaştan ve size verdiği emirlerden kaçmayınız. Aksine cezasından, can yakıcı azabından kaçınız. Sizin dönüp va­racağınız yer O'nun huzurudur. O'ndan başka kimse size bir zarar ya da bir fayda veremez.

Özetle, ayet-i kerimeler müminlere yönelik bir sakındırma ve bir tehdit ile birlikte hayırlı işlere ve cihada dair bir teşvik ve bir vaad ihtiva etmektedir. Sakındırma, söz ve fiilleriyle kâfirlere benzemek hakkındadır. Vaad ise Allah yolunda savaşan müminin beklediği, günahların mağfireti ve dereceyi yüksel­ten Allah'ın rahmetinin dünyadan ve dünyanın lezzet ve arzularından daha hayırlı olduğu şeklindedir.

Allah yolunda iyi amellere, fedakârlık ruhunu yerleştirmeye ve cihada teş­vik ise bütün insanları bekleyen akibetin güzelleşmesini sağlamak için yapıl­maktadır. Bu ise yalnızca Allah'ın huzuruna varıp toplanmaktır. O iyilikte bu­lunana iyiliği dolayısıyla mükâfat verecektir. Kötülük işlemiş olana da ceza ve­recektir. O'ndan başkasından bir fayda umulamaz, herhangi bir zarar veya ce­zayı da O'ndan başka kimse önleyemez. [60]

 

Peygamber (S.A.)'İn Ashabına Yumuşaklıkla, Afla Davranması, Onlarla Danışması Ve Zafer Vaadi

 

159- Allah'ın rahmeti sayesinde sen on­lara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı kalpli olsaydın, elbette onlar etra­fından dağılırlardı. Artık onları bağış­la, onlara mağfiret dile ve iş hususun­da onlarla müşavere et. Bir kere az­mettin mi artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri se­ver.

160- Allah size yardım ederse artık sizi yenecek yoktur. Şayet sizi yardımsız bırakırsa O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler Allah'a te­vekkül etmelidirler.

 

İ'râb:

 

"Allah'ın rahmeti sayesinde..." ifadesinin takdiri, Allah'tan bir rahmet do­layısıyla, şeklindedir. Çünkü daha sonrasıyla, Allah'tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın, takdirindedir.

"Ondan başka size yardım edecek kimdir?" buyruğundaki zamir ya Yüce Al­lah'a aittir yahut da yardımsız bırakmaya aittir, (ikinci takdire göre mana şöyle olur; Artık o sizi yardımsız bıraktıktan sonra size yardım edebilecek kimdir?) [61]

 

Belagat:

 

"size yardım ederse..." ile "sizi yardımsız bırakırsa" buyrukları arasında mukabele vardır. "Müminler Allah'a tevekkül etmelidirler." buyruğunda cer harfi mecrûru ile birlikte hasr ifade etmek üzere takdim edilmiştir (yani, mü­minler yalnız Allah'a tevekkül etmelidirler, demek olur). [62]

 

Kelime ve İbareler:

 

"...Sen onlara yumuşak davrandın." Yumuşaklık, davranışta yumuşak davranmak, kolaylık göstermek demektir. Yani onlar sana muhalefet ettikle­rinde sen onlara yumuşak huyla davrandın. "Kaba" kötü huylu, sert tabiatlı, "katı kalpli" kalbi hiç bir şeyden etkilenmeyen, kasvetli ve katı "olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı" ayrılıp giderlerdi. "Artık onları bağışla" yaptıklarını affet, "onlara mağfiret dile!" Günahlarının tarafımdan bağışlanmasını iste.

"İş hususunda onlarla müşavere et." Savaş, barış ve dünya hayatı ile ilgili hususlarda ümmetin yönetilmesine dair görüşlerini -hem onların kalplerini hoş tutmak hem de senin sünnetine uyulsun diye- öğrenmeye çalış. Hz. Pey­gamber onlarla pek çok danışırdı.

"Bir kere de azmettin mi", danışmadan sonra istediğini gerçekleştirmeyi kararlaştırdın mı "artık Allah'a tevekkül et." Danışmadan sonra O'na güven. Tevekkül, her işte gereklerini yaptıktan sonra Yüce Allah'a güvenip dayanmak demektir. [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetler arası ilişki gayet açıktır. Ayetler Uhud gazasından ve onun etkile­rinden söz etmeye devam etmektedir. Şanı yüce Allah Uhud'da Müslümanların yaptıklarını affedip münafıkların sözlerinin etkisi altında kalmaktan sakındır­dıktan sonra, takındıkları bu tavrın ve bunun sebep olduğu yara ve acılar dola­yısıyla üzülen komutan Hz. Muhammed Mustafa'nın affını söz konusu etti. O da onlara karşı yumuşaklıkla ve yumuşak kalplilikle muamele etti. Lütufla on­lara hitap etti, güzel bir şekilde onlarla geçindi. Hatta dünyevî maslahatlar hu­susunda onlarla danıştı. Çünkü onun ahlâkının yüceliği, komutanlığının son derece hikmetli oluşu bilinen bir husustur. Esasen o âlemlere bir rahmettir. Kur'an-ı Kerim de Yüce Allah'ın, "Ve şüphesiz ki sen çok büyük bir ahlâk üze­rindesin" (Kalem, 68/4) buyruğu ile onu nitelemiş bulunmaktadır. [64]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah müminlere hitap ettikten sonra peygamberine de hitap etmek­te, ona da müminlere de şu hususu hatırlatarak lütfunu belirtmektedir: Allah peygamberinin kalbini, emrine uyarak yasaklarını terk eden, ona uyan ümme­tine karşı yumuşatmıştır. Ya Muhammed, Allah'ın sana ve onlara olan rahmeti ve tevfiki dolayısıyla Allah senin onlara karşı yumuşak davranmanı, onlarla güzel bir şekilde geçinmeni takdir buyurmuştur. Onlara latif sözlerle hitap eder, güzel konuşursun. Onları irşat etmek ve Uhud gazasında kusurlarıyla il­gili özürlerini kabul hususunda onlara yumuşak söz söylersin.

İşte bu, önderliğin yüceliğini, başkanlığın hikmetini, peygamberliğin ahlâ­kını açıkça ortaya koymaktadır. Bu Yüce Allah'ın, "Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4) buyruğu ile, "Andolsun size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkündür, müminlere gerçekten şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe, 9/128) buy­ruklarını andırmaktadır.

Yine Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmamın (devlet başkanının) ge­niş kalpliliğinden, yumuşak davranmasından Yüce Allah'ın daha çok sevdiği bir şey yoktur. Yine bir imamın cahilliğinden ve ahmaklığından Allah'ın daha çok buğzettiği bir cahillik yoktur."

Ey Peygamber! Eğer sen kaba sözlü, onlarla muamelelerinde katı kalpli, sert tabiatlı birisi olsaydın etrafından şüphesiz dağılırlar, seni terk ederlerdi. Fakat Allah onları etrafında topladı, kalplerini ısındırmak için seni de onlara karşı yumuşak davranışlı kıldı. Nitekim Abdullah b. Amr şöyle demiştir: "Ben Allah Rasulünün niteliklerini önceki kitaplarda şöyle gördüm: O sert değildir, kaba değildir. Çarşılarda bağırıp çağırmaz. Kötülüğe karşı kötülükle ceza ver­mez; fakat affeder, bağışlar."

Muhammed b. İsmail et-Tirmizî de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet et­mektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah bana farzları uygula­mayı emrettiği gibi insanları da güzellikle idare etmeyi emretti." [65]

Ey Muhammed, sen bu ahlâka sahip olduğuna göre onları affet. Onlardan sadır olanları bağışla. Allah'tan onlara mağfiret dile ki onları bağışlasın. Genel siyaseti ilgilendiren hususlarda savaş ve barışa dair ümmetin maslahatları ko­nusunda ve bütün dünyevî maslahatlar ile ilgili olarak onlarla istişare et.

Gerçekten de Resulullah (s.a.) bütün işlerde bir taraftan onların kalplerini hoşnut etmek, diğer taraftan insanların onun fiilini sünnet bilip ardından gitmele­ri için istişarede bulunurdu. el-Hasen (r.a.) dedi ki: "Allah biliyordu ki peygambe­rinin onlara bir ihtiyacı yoktur fakat onlardan (Ashabdan) sonra gelenlerin onun sünnetine uymalarını dilemiştir." Peygamber (s.a.), el-Maverdî'nin naklettiğine gö­re şöyle buyurmuştur: "Bir topluluk müşavere etti mi mutlaka işleri hakkında en doğru olana iletilirler." Ebu Hureyre (r.a.) de Tirmizî'nin rivayetine göre şöyle de­miştir: "Resulullah (s.a.)'tan daha çok müşavere eden hiç bir kimse yoktu."

Bedir günü kervanın peşine gitmek hususunda Ashab-ı kiramla müşavere etti. Onlar şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü, eğer bizi alıp şu denize sokacak ol­san seninle birlikte oraya gideriz. Eğer bizi alıp Berk el-Gımad'a götürsen se­ninle beraber yola koyuluruz. Biz sana Musa kavminin Hz. Musa'ya dediği gi­bi, "Sen ve Rabbin gidiniz, çarpışınız, işte biz de buracıkta oturuyoruz" deme­yiz. Biz sana şöyle diyoruz: Haydi git, biz de seninle beraber önünde, sağında ve solunda çarpışmak üzere geliyoruz."

Yine Bedir savaşında nerede yerleşeceklerine dair onlarla müşavere etti. Hatta el-Münzir b. Amr ona kâfirlerin önüne doğru ilerlemesi teklifinde bulundu.

Uhud günü Medine'de kalmak yahut düşmana karşı çıkmaktan hangisi­nin yapılması gerektiği hususunda onlarla müşaverede bulundu. Onların ço­ğunluğu kâfirlerin karşısına şehrin dışına çıkma görüşünü açıklayınca, o da onların görüşüne uydu.

Hendek günü, o yılın Medine mahsullerinin 1/3'ünü verme karşılığında sa­vaşa katılan Ahzâb ile barışmaya dair Ashab-ı kiram ile danıştı, fakat Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubâde bunu kabul etmeyince, bu işten vazgeçti.

Hudeybiye günü müşriklerin çoluk çocuklarına hücum etmek hususunda Ashab-ı kiramla istişare etti; Ebu Bekr es-Sıddık ona şöyle dedi: "Bizler savaş­mak için gelmedik, bizler umre yapmak üzere geldik." Hz. Peygamber de onun dediğini kabul etti.

Yine Hz. Peygamber İfk olayında şöyle demişti: "Ey Müslümanlar toplulu­ğu, aile halkından kötü şekilde söz eden, onlara iftirada bulunan kimseler hak­kında bana görüş belirtiniz. Allah'a yemin ederim ben ailem hakkında kötü bir şey bilmiyorum. Aile halkıma kiminle iftirada bulundular. Allah'a yemin ede­rim, ben o kimse hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum."

Yine Hz. Aişe'den ayrılmak hususunda Hz. Ali ve Hz. Üsâme ile danıştı.[66]

Şûranın pek çok faydalan vardır. En önemlisi kendileriyle danışılanları takdir etmektir. Diğer taraftan değişik bakış açılarını değerlendirdikten sonra teklif edilen görüşler olgunlaştırılır. İnsanlar tek bir çalışma şekli üzerinde bir­leşir ve doğru olan görüş kabul edilir. Ebu Davud'un Musannefinde Ebu Hu-reyre'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kendisi ile istişare olunan kimse, güvenilen bir kimsedir."

Azmedip karar verdin mi Allah'a tevekkül et. Yani iş hususunda onlarla müşavere edip bir işe karar verdiğin takdirde Allah'a tevekkül et. Çünkü şüp­hesiz Allah kendisine tevekkül edenleri ve güvenenleri sever. Onlara yardımcı olur ve onları kendileri için hayırlı olana iletir. Tevekkülün manası, hazır yiyi­cilik ve sebepleri ihmal etmek değildir. Tevekkül Allah'a güzel bir şekilde da­yanmak, O'na güvenmek, sebepleri yerine getirdikten sonra sonuçlan O'na ha­vale etmektir.

Razî der ki: Ayet-i kerime, tevekkülün insanın bir takım bilgisizlerin söy­ledikleri gibi nefsini ihmal etme anlamına gelmediğinin delilidir. Aksi takdirde istişareyi emretmek tevekkülü emretmeye aykın düşer. Aksine ona tevekkül, insanın zahiri sebeplere gereken riayeti göstermesidir. Fakat mümin kalbiyle, her şeyi o sebeplere bağlamaz. Aksine bu işi ilâhî hikmetin kusursuzluğuna bağlar.

Kazanç ve maişet hususunda yeryüzünde çalışıp çabalamak kaçınılmaz­dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O yerin omuzlarında yürüyün, onun rızkından yiyin. Sonunda dönüşünüz yalnız O'na olacaktır." (Mülk, 67/15).

Siyaset ve savaşta uyanık ve dikkatli olmak, düşman güçlerine denk ha­zırlıklarda bulunmak gerekir: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerinizi alınız." (Nisa, 4/71); "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet... hazırlayın." (Enfal, 8/60).

Dünya ve ahiret için salâh, dosdoğru yolda yürümek ve takvayı azık edin­mek gereklidir: "Ve azık edininiz. Çünkü azığın hayırlısı takvadır." (Bakara, 2/197).

Her şeyde tevekkül sa'y ile (çalışmak ile) birlikte olmalıdır. Ahmed, Tirmi-zî, Nesaî ve İbni Mace şöyle bir hadis rivayet etmektedirler: "Şayet sizler Al­lah'a gereği gibi tevekkül ederseniz kuşları mıhlandırdığı gibi sizi rızıklandırır. (Kuşlar) Sabahleyin aç giderler akşamleyin tok dönerler." İbni Hibban da Sa-hîh'inde Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek devesini bırakmak isteyip de "Onu bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamaksızm mı tevekkül edeyim?" diyen kimseye Resulullah (s.a.)'m, "Hayır onu bağla ve öylece tevekkül et" dediğine dair hadis-i şerifi kaydetmektedir.

Daha sonra Yüce Allah zaferin gerçek kaynağını ilân etmekte ve şunu bil­dirmektedir: Eğer Allah'a itaate bağlı kalıp sebat göstererek Allah'ın tevfik ve yardımına güven duyduğunuz vakit, Bediide size yardım etmek istediği gibi, Uhud'da da size yardım etmek isteseydi, insanlardan kimse sizi mağlup ede­mezdi. Şayet Uhud'da cereyan ettiği şekilde ellerinizin kazandıkları şeyler olan bozguna uğramak, anlaşmazlığa düşmek, size verdiği emirlerde komutana kar­şı gelmek gibi sebepler dolayısıyla size yardımını göndermeyecek olursa ve sizi yardımsız bırakıp bozguna uğratmak isterse hiç bir zaman kimse sizi zafere kavuşturamaz. O bakımdan müminler Allah'a tevekkül etmelidirler. Sebepleri edindikten sonra O'na güvenmelidirler. Çünkü O'ndan başka onlara yardım edecek yoktur. İşte bu buyruk danıştıktan, hazırlıkta bulunduktan ve şer'an teşvik edilen bir işi yapmak üzere samimi karar verdikten sonra, Yüce Allah'a tevekkül etmeye bir teşviktir. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Resulullah (s.a.)'e bu gibi ahlâkî direktiflerin verilmesinden kasıt, mümin­lerin bu hususta ona uymalarını sağlamaktır. Çünkü müminler için güzel ör­nek O'dur. Söz, fiil ve nitelikleriyle onların komutanı, onları doğruya iletendir. "Allah'ın rahmeti sayesinde sen..." ayeti, Peygamber Efendimizin, ahlâkın üs­tün değerlerine özel olarak sahip olduğunu göstermektedir. O şeref, nesep, üs­tünlük, temiz ruhluluk, cömertlik, fasih ve açık sözlülük ve peygamberlerin so­nuncusu olmak gibi, üstünlüğün sebeplerine sahip olmakla birlikte, tam bir al­çakgönüllü idi. O kendi elbisesini yamar, ayakkabısını diker, çoluk çocuğu ile, mustazaflarla güzel geçinir, konuşurdu. İbni Atıyye der ki: Şûra şeriatın temel ilkelerinden, yönetim hükümlerinin kararlılıkla yerine getirilmesi gereken esaslarındandır. İlim ve din ehli ile danışmayan kimsenin azledilmesi icap eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Allah müminleri, "Ve onların işleri kendi aralarında şûra iledir." (Şûra, 42/38) buyruğu ile övmüş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın, "İş hususunda onlarla müşavere et." buyruğu bu gibi işlerde içtihadın ve zan ile amel etmenin -peygamber için vahyin o konuda gelmesi mümkün olmakla birlikte- caiz olduğunun delilidir. İşte Yüce Allah bu hususta Rasulüne izin vermiş bulunmaktadır. Acaba Peygamber (s.a.) için şûra bağlayı­cı ve vacip miydi, yoksa kalplerini hoş tutmak için teşvik kabilinden mi idi? Bu konuda fukahanın iki farklı görüşü vardır: Birincisi daha açıktır. Çünkü İmam Ahmed'in rivayetine göre Resulullah (s.a.) Hz. Ebu Bekir'e şöyle demiştir: "Eğer ikiniz (sen ve Ömer) bir istişare konusunda aynı görüşte birleşirseniz size muhalefet etmem." İbni Merdûveyh de Ali b. Ebi Talib'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a (ayet-i kerimede geçen) "azm" hakkında soru soruldu O da, "Görüş sahipleriyle müşavere etmek, sonra da onlara tabi olmak­tır" buyurdu.

İlim adamlarının söylediklerine göre kendisiyle danışılacak kişinin nite­liklerine gelince: Eğer konu hükümlere dair ise, danışılacak kimsenin âlim ve dindar olması gerekir. Böyle bir kimse de çoğunlukla aklı başında birisi demek­tir. Dünyayı ilgilendiren hususlarda kendisiyle danışılacak kimsenin nitelikle­rine gelince: Bu kişi akıllı, deneyimli ve kendisiyle danışana sevgi besleyen bi­risi olmalıdır. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizî ile hasen olduğunu belirterek Nesaî daha önce Ebu Hureyre'den naklettiğimiz, "Kendisi ile danışılan kimse güvenilir bir kimsedir." hadisini rivayet etmektedirler.

Ayet-i kerimede geçen azm, (açıklamış olduğumuz gibi) müşavereden son­ra emri yerine getirmek, uygulamaya koymaktır. Bu konuda Yüce Allah'a te­vekkül kaçınılmazdır. Tevekkül ise aczi açığa vurmakla birlikte Allah'a güven­mek demektir. Katade der ki: Yüce Allah peygamberine (s.a.) herhangi bir işe azmedip karar verdiği takdirde o işi yerine getirmeyi ve onlarla müşaveresine değil de Allah'a güvenip dayanmayı, tevekkül etmeyi emretmiştir.

Allah'ın yardımı emirleri uygulamaya, Allah'a ve komutana itaat etmeye bağlıdır. İlâhî yardımdan mahrum bırakılma demek olan "hizlân" ise isyan ve emre muhalefet halinde beklenilir. "Mahzur ise terk edilen ve kendisine önem verilmeyen kimse demektir. O balomdan siz Allah'a tevekkül ediniz. Çünkü O Yüce Allah size yardımcı olur, düşmanınızın size zararını önlerse asla yenilgiye uğramazsınız. Şayet o sizi yardımsız bırakır, size yardımcı olmaz ise, artık O'nun yardım ve desteksiz bırakmasından sonra kimse size yardımcı olamaz.

Yüce Allah'a tevekkül sonucu iki husus gerçekleşir:

1- Allah'ın kulunu sevmesi. "Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever."

2- Rahman olan Allah'ın insana kâfi gelmesi. "Kim Allah'a tevekkül ederse O ona yeter." [68]

 

Ganimetlerin Paylaştırılmasında Peygamberin Adaleti Ve Ümmetini Islaha Dair Görevleri

 

161- Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil. Kim hainlik ederse kıya­met günü o hainlik ettiği şey ile gelir. Sonra her nefise ne kazandıysa eksik­siz ödenir. Onlara zulmedilmez.

162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Al­lah'ın gazabına uğrayan ve barınağı cehennem olan kimse gibi midir? O ne kötü bir dönüş yeridir!

163- Onlar Allah katında derece dere­cedir. Allah yaptıklarını hakkıyla gö­rendir.

164- Andolsun ki müminlere Allah içle­rinde kendilerinden onlara ayetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygam­ber göndermekle büyük bir lütufta bu­lunmuştur. Halbuki daha önce hiç şüp­hesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler.

 

İ'râb:

 

"Onlar Allah katında derece derecedir." Bu ifade, "Onlar Allah katında de­recelere sahiptirler" takdirindedir. [69]

 

Belagat:

 

"Peygamber için hainlik etmek olur şey değil." Onun hainlik etmeyecek bir özellikte olduğunun belirtilmesi, fiilen böyle bir iş yapmayacağının belirtilme­sinden daha beliğ bir ifadedir.

"Allah'ın rızasına uyan kimse Allah'ın gazabına uğrayan... kimse gibi mi­dir?" buyruğunda istiare vardır. Allah indirdiği şeriatını rızasına ileten bir de­lil gibi değerlendirmiş, buna isyan edeni de bir şeye tabi olması emrolunup da bunu kabul etmeyen kimseye benzetmiştir.

"Allah'ın gazabına uğrayan"; burada "gazap" anlamını veren kelimenin nekre (belirtisiz) gelmesi durumun dehşetini belirtmek içindir. Yani onun gaza­bı herhangi bir şekilde nitelendirilemez.

"Onlar... derece derecedir." Yani onlar birbirinden farklı derecelerin sahibi­dirler. [70]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hainlik etmek" yani ganimete hainlik etmek "bir peygamber için olur şey değildir." hiç bir peygambere yakışmaz. O bakımdan onun hakkında öyle bir zanda bulunmayınız. Yani hiç bir peygamberin gizlice ganimetten bir şey alma­sı mümkün değildir. Çünkü Allah peygamberlerini bayağı işlerden korumuştur. Onlardan kendilerine yakışmayan hiç bir şey sadır olmaz.

"Kim hainlik ederse kıyamet günü o hainlik ettiği şey ile gelir." Hainlik et­tiği şeyi boynunda taşıyarak gelir.

"Allah'ın rızasına uyan" yani ona itaat edip hainlik etmeyen, "Allah'ın ga­zabına uğrayan" yani masiyet ve hainliği dolayısıyla Allah tarafından büyük bir gazap ile gelen "kimse gibi midir? O ne kötü bir dönüş yeridir." Orası ne kö­tü bir varılacak yerdir!

"Onlar Allah katında derece derecedirler." Mevkileri birbirinden farklı de­recelere sahip kimselerdir. Allah'ın rızasına tabi olana sevap vardır. O'nun ga­zabına uğrayana İse ceza vardır. "Allah yaptıklarını hakkıyla görendir." Yani O her şeye tanık olandır, her şeyi görür.

"Andolsun ki müminlere Allah içlerinde kendilerinden" yani onların cin­sinden "onları tertemiz eden" günahlardan, putperestliğin pisliklerinden, bo­zuk akideden arındırıp temizleyendir. "Kitabı" Kur"an-ı Kerim'i "ve hikmeti" peygamberi, sünneti "öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Nimet ihsan etmiş ve lütfetmiştir. "Halbuki daha önce" yani onun peygamber olarak gönderilmesinden önce ''hiç şüphesiz apaçık bir sa­pıklık içinde idiler." Açık seçik, besbelli ve şüphesi olmayan bir sapıklıktaydı­lar. [71]

 

Nüzul Sebebi

 

Ebu Davud ve hasen olduğunu belirterek Tirmizî İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet etmektedirler: Bu ayet-i kerime Bedir günü kaybedilen kırmızı bir kadife parçası hakkında nazil olmuştur. Bazıları, "Belki onu Resulullah (s.a.) almıştır" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil" buyruğunu indirdi.

el-Kelbî ve Mukâtil der ki: Bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'ın Uhud gü­nü kendilerini bıraktığı noktayı terk eden okçular hakkında nazil olmuştur. Onlar ganimet elde etmek arzusuyla yerlerini bırakmış ve şöyle demişlerdi: Resulullah (s.a.)'ın, "Her kim bir ganimet alırsa o onundur deyip de ganimetle­ri paylaştırmayacağından korkuyoruz. Nitekim Bedir günü de paylaştırmamış-ti. Resulullah (s.a.) ise onlara şöyle demişti: "Benim emrim size ulaşmadıkça yerleştirdiğim noktayı terk etmeyeceğinize dair size emir vermemiş miydim?" Onlar, "Diğer kardeşlerimizi orada bıraktık" deyince onlara, "Hayır, siz bizim hainlik edeceğimizi ve ganimetleri paylaştırmayacağımızı zannettiniz" diye ce­vap verdi .[72]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerimeler Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini ve ümmetini ıslah etmeye dair görevlerini beyan etmeye devam etmektedir. Hainlik ona yakışan bir iş de­ğildir. Hatta hiç bir peygambere hainlik yaraşmaz. Çünkü Yüce Allah peygam­berlerini makamlarına yakışmayan şeylerden korumuştur. Zira peygamberlik öyle yüksek bir mevkidir ki, o makama sahip olanı aşağılıktan ve bayağı olan işleri işlemekten alıkoyar. İşte bu münafıkların Resulullah (s.a.)'ı -öyle bir işten alabildiğine uzak olduğu halde- hainlikle ve ganimetten hırsızlıkta bulunmakla itham etmelerinin ve bu konudaki hatalarının ne kadar dehşetli olduğunu gös­termektedir. Hainlik edip de gizlice ganimetlerden bir şeyler çalan herkes, kıya­met gününde o çaldığı şeyi boynunda taşıyarak gelecektir. Yani öyle bir işi yap­manın sorumluluğunu, işlediği günahın vebalini yüklenmiş olarak gelecektir.

Bu öyle çetin, öyle kesin bir tehdittir ki sünnet-i nebeviyye de bunu des­teklemektedir. Buharî ve Müslim Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) kalkıp aramızda bir hutbe irad etti. Ganimetten çal­mayı, bunun ne kadar büyük bir iş olduğunu söz konusu etti, sonra da şöyle buyurdu:

"Dikkat edin, kıyamet günü sizden herhangi bir kimseyi boynunda böğüren bir deve taşıyarak geldiğini görmeyeyim. O kimse bana, "Ey Allah'ın Rasulü, imdadıma yetiş" diyecek. Ben ona, "Allah'ın azabına karşı yapabilecek bir şe­yim yoktur, ben sana tebliğ etmiştim" diyeceğim."

Dikkat edin kıyamet gününde sizden herhangi bir kimseyi boyununda kiş-neyen bir at taşıyarak geldiğini görmeyeyim. O kimse bana, "Ey Allah'ın Rasulü imdadıma yetiş" diyecek. Bense ona, "Allah'ın azabına karşı sana bir yardımım olamaz, sana tebliğ etmiştim" diyeceğim.

Sizden herhangi bir kimseyi kıyamet gününde boynu üzerinde hakların ya­zılı olduğu belgeler dolanmış olarak geldiğini görmeyeyim. O bana, "Ey Allah'ın Rasulü, imdadıma yetiş" diyecek ben ise ona, "Allah'ın azabına karşı sana bir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diyeceğim.

Kıyamet gününde herhangi birinizin boynunda altın ve gümüş bulunduğu halde geldiğini görmeyeyim. O kimse, "Ey Allah'ın Rasulü imdadıma koş" diye­cek. Ben ise ona, "Allah'ın azabına karşı sana bir faydam olamaz, sana tebliğ etmiştim" diyeceğim."

İşte bütün bunlar günahın, günahın ağırlığının, o günahı işleyenin rezil edileceğinin temsilî ifadesi kabilindendir. Böyle bir kimsenin kıyamet gününde bu işinin günahını yükleneceğini belirtmektedir. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ganalılarını sırtlarına yüklenerek... Vah hasret bize! diyecekler. Dikkat edin o yüklendikleri ne kötü bir şeydir!" (En'âm, 6/31)

Her ne olursa olsun haksız yere bir şey almak cezayı gerektirir. Nitekim Yüce Allah Hz. Lokman'm sözünü naklederek şöyle buyurmaktadır: "Ey oğul­cuğum! Eğer sen(in yaptığın iş) bir kaya içinde yahut göklerde veya yerde olup da bir hardal danesi ağırlığınca olsa dahi, Allah onu getirir. Şüphesiz Allah Latiftir, her şeyden haberdardır." (Lokman, 31/16).

Daha sonra ahirette her bir nefse hayır yahut şer türünden ne kazandıysa eksiksiz verilir. Hainlik eden de başkası da haksızlığa uğramaksızın yaptığı işin karşılığını görür ve ondan bir şey eksiltilmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Derken kitap konulmuş olacaktır. Günahkârları onun içindekilerden korkuya tutulmuş göreceksin. "Eyvah bize bu kitaba ne olmuş, küçük büyük hiç­bir şey bırakmayıp sayıp dökmüş!" derler. Onlar işlediklerini de hazır bulmuş olacaklar. Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).

Daha sonra Yüce Allah, iyilik yapan kötülük yapan arasında eşitlik olma­yacağını belirterek Allah'tan korkan, salih amel işleyen bir kimsenin, Allah'a karşı gelen ve kötü işler yapanla eşit olamayacağını haber vermektedir. Yani Allah'ın teşrî ettiği hususlarda rızasına uyan ve buna bağlı olarak Rabbinin rı­zasına, pek büyük sevabına hak kazanıp azabından emin olan kimse ile Al­lah'ın gazabını hak eden ve buna mahkûm olan, bundan kurtuluşu bulunma­yan, kıyamet gününde barınağı cehennem olan kimsenin eşit olamayacağını belirtmektedir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Mümin olan kimse hiç fasık kimse gibi olur mu? Onlar eşit olamazlar." (Secde, 32/18); "İman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar gibi mi kılarız? Yoksa takva sahiplerini facirler gibi mi kılarız?" (Sâd, 38/28).

Şüphesiz hayır sahiplerinin de şer sahiplerinin de birbirinden farklı dere­ce ve mevkileri vardır. Allah'a itaat eden takva sahiplerinin cennette dereceleri vardır, isyankârların ise cehennemde derekeleri (aşağı doğru inen basamakla­rı) vardır. Dünya hayatında amelleri birbirinden farklı olduğundan dolayı amellerinin karşılıkları açısından da biribirlerinden farklıdırlar.

Derecelerin en yükseği Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.)'ın derecesi­dir. En aşağı basamak ise münafıkların basamağıdır, "Şüphesiz münafıklar ce­hennemin en alt basamağındadırlar." (Nisa, 4/145). Yüce Allah kullarının yap­tığını çok iyi görendir. Kulların nefislerini arındırmasından ve en üstün derece­ye kadar nefislerini temizlemelerinden tutun da en alt basamağa kadar amel­lerinden hiç bir şey O'na gizli değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "O nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir; kötülüklerle örten ise zarara uğra­mıştır." (Şems, 91/9-10). Allah amellerinin karşılığını verecektir. Hayırlarını eksilterek veya kötülüklerinin karşılığını artırarak onlara zulmetmez. Aksine herkese amelinin karşılığını verecektir.

Daha sonra Yüce Allah insanlara verdiği lütuf ve nimetlerini beyan et­mektedir. Onlara peygamberi Muhammed (s.a.)'i bir takım niteliklere sahip ve bir takım görevlerle yükümlü olarak göndermiştir. Bunları şöylece sıralayabili­riz:

1- O kavminden Hz. İsmail'in soyundan gelen Arabî bir peygamberdir. Bu ise onları, onun vasıtasıyla hidayet bulmaya, onun risaletine güvenmeye sevk eder. Üstelik onunla şerefleri de artmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz ki o hem senin için, hem kavmin için büyük bir şereftir." (Zuhruf, 43/44). Özellikle onlar için şeref olması ondan daha çok faydalanmala­rını gerektirir. Bununla birlikte Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi o bü­tün insanlar için bir rahmettir: "Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olmak üze­re gönderdik." (Enbiya, 21/107).

2- O Yüce Allah'ın kudretine, ilmine, vahdaniyetine, sıfatlarının kemaline delâlet eden ayetlerini onlara okumaktadır. Nitekim bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah buna şöylece işaret etmektedir: "Muhakkak göklerin ve yerin yara­tılmasından gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde elbette olgun akıl sa­hipleri için ayetler (deliller) vardır." (Âl-i İmrân, 3/190).

3- Bu peygamber onları putların ve taşların etkili olacağına, kuşların yol göstericiliğine ve bunların dışında kalan benzeri bir takım vehim ve hurafelere inanmak gibi cahiliye döneminin kötü akidesinden, putperestliğin gülünçlü­ğünden arındırıp temizlemekte, onları sağlıklı aklın, olgun düşüncenin, uygar­lığın verilerine, devlet kurmaya, dünyaya karşı övünülecek nitelikteki politika ve idareye, mevcut devletler arasında toplumlarla yarışmaya yükseltmekte, on­lara marufu emredip münkerden alıkoymaktadır. Böylelikle şirk ve cahiliye hallerinde içice oldukları kirlilik ve pisliklerden ruhları arınıp temizlenebil-mektedir.

4- Onlara Kur'an'ı ve sünneti öğretmekteydi. Böylelikle aralarından ilim adamları, yazarlar, hikmet sahibi kimseler, komutanlar, bir çok ilim, bilgi ve türlü kültürel sahalarda üstadlar çıkmaktadır. Halbuki bu Rasulden önce, bir sapıklık ve apaçık bir bilgisizlik içindeydiler. Çünkü önceleri okuma-yazma bil­meyen bir ümmet iken İslâm'ın nuru, Kur*an-ı Kerim'in ilmi ile hayatı tanıya­rak diğer toplumlarla yanşan ve onları geride bırakan oldukça uygar bir top­lum haline geldiler.

İşte bu da Kur"an ve sünnet bilgisinin Araplar önünde aydınlığın, ilmin, üstün hayatın esaslarını öğrenmenin anahtarı olduğuna işaret etmektedir. [73]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Peygamberler yücelik ve ahlâkî bakımdan oldukça yüksek bir derecede­dirler. Herhangi bir peygamberin hainlik yahut paylaştırmada zalimlik yapma­sı ya da apaçık bir hak olmadığı halde ganimetlerden herhangi bir şey alması söz konusu değildir. O peygambere böyle bir iş yakışmaz. O bakımdan sizin de peygamberinize batıl bir ithamda bulunma hakkınız olamaz. Taberanî, Amr b. Avftan şöyle bir hadis-i şerif nakletmektedir: "Hainlik de yoktur, hırsızlık da yoktur."

Her kim hainlik ederse her şeyden önce Allah, kıyamet gününde herkesin gözü önünde onun hainliğini açığa çıkarmak suretiyle azarlar, günahından do­layı onu cezalandırır. Allah bu cezaları insanların alışageldiği ve kavrayabile­ceği bir şekilde ifade etmiştir.

Ganimetten hırsızlık büyük günahlardan birisidir. Buna delil ise bu ayet-i kerime ile daha önce geçen Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği, kişinin çaldığını boynu üzerinde taşıyacağını ifade eden hadis-i şeriftir.

Kişi ganimetlerden bir şeyler çalacak ve çaldığı şey yanında bulunacak olursa, ondan alınır ve tazir ile tedip edilip cezalandırılır.

Ahmed, Evzâî ve İshâk şöyle derler: Ganimetten çalanın silahı, üzerindeki elbisesi, hayvanın eğer takımları dışında bütün malı yakılır. Ancak atılandan alınmaz ve çalınan şey de yakılmaz. Bu ise Ebu Davud ve Tirmizî'nin Hz. Ömer'den rivayet ettikleri şu hadis-i şerif ile amel etmenin gereğidir: "Birisinin ganimetten çaldığını görecek olursanız onun eşyasını yakınız ve onu dövünüz." Şu kadar var ki hadisin senedinde Salih b. Muhammed b. Zaide vardır ki, bu da rivayeti delil gösterilemeyen zayıf bir ravidir.

Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife, onların arkadaşları ve el-Leys'in görüşüne göre ise bunun eşyaları yakılmaz. Çünkü böyle bir şey sünnet-i nebeviyede sabit ol­muş değildir.

Bununla birlikte malî bir ceza vermek caizdir. Buna delil ise Hz. Ömer'in su katılmış bir sütü dökmesidir. Zimmî bir kimse bir Müslümana şarap sata­cak olursa, Müslümanın aleyhine olmak üzere bu şarap dökülür ve o zimmîden de buna karşılık aldığı bedel ceza olarak alınır. Ta ki Müslümanlara şarap sat­masın.

İlim adamları, ganimetten hırsızlık yapanların buna bir yol buldukları takdirde insanlar dağılmadan önce ganimetleri paylaştıracak kimseye çaldığı­nın hepsini verebileceği üzerinde icma etmişlerdir. Böyle bir şey yaptığı takdir­de bunun o kimse için tevbe olacağını ve günahından kurtulmuş olacağını ka­bul ederler. Şayet asker dağılacak olursa onun beşte birini imama verir, geri kalanını da tasadduk eder. Bu, Mâlik ve Evzâî'nin görüşüdür.

Ganimetten çalmanın haram kılınması, ganimeti elde edenlerin ganimette ortak olduklarının delilidir. O bakımdan herhangi bir kimsenin ganimetten başkasını mahrum ederek herhangi bir şeyi yalnız kendisine alması helâl ola­maz. Ganimetten (paylaştırılmadan önce) bir şey gasbeden kimse ittifakla te­dip edilir.

Memurların yahut yöneticilerin aldıkları hediyeler de bir çeşit ganimet hırsızlığıdır. Ahiret gününde böylelerinin rezil edilmeleri ile, ganimet hırsızlığı­nın hükümleri arasında bu açıdan bir fark yoktur. Buna delil ise Müslim'in Sa-hih'in&e ve Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet ettikleri İbnül-Lütbiyye hadisidir. Orada Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse böyle bir şey yaptı mı mutlaka kıyamet gününde onu alıp getirir. Eğer çaldığı bu şey bir deve ise deve böğüre böğüre gelir. Şayet bir inek ise bu da bağırarak yahut koyun ise meleyerek gelir." Ebu Davud da Büreyde'den, onun da Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kimi belli bir işte görev­lendirir buna karşılık ona bir rızık (maaş) verirsek artık bundan sonra aldığı şey hırsızlıktır."

Kitapları sahiplerinden (onlardan yararlanabilecek kimselerden) alıkoy­mak da bir çeşit ganimet hırsızlığıdır. Başka işler de bunun kapsamına girer.

2- Ganimet hırsızlığını terk etmek ve cihada sabretmek suretiyle Allah'ın teşrî buyurduğu hükme uyan kimseye cennette üstün bir rütbe vardır. Bunun­la beraber itaat edenlerin dereceleri farklı farklıdır. Küfür ile yahut ganimet­ten çalmak suretiyle yahut da savaşta Resulullah (s.a.)'ı bırakıp gerisin geri kaçarak Allah'a isyan edenin ise cehennemde bir mertebesi vardır. Cehennem­de de isyan edenlerin derekeleri (aşağı doğru inen dereceleri) vardır.

3- Peygamber (s.a.)'in gönderilmiş olması Yüce Allah'ın lütfunun büyüklü­ğünü göstermektedir. Resulullah (s.a.)'m özellikleri ile onun görevleri de bil­hassa Arapların ve genel olarak insanların onun risaletine iman etmelerini, şe­riatına uymalarını gerektirmektedir. Çünkü o Hz. İsmail'in oğullarından, Arapların özündendir. O Kitabı ve hikmeti öğretendir. O ruhları, nefisleri cahi-liyenin söylediklerinden akide, ahlâk ve hayat sistemindeki cahiliye pislikle­rinden arındırıp temizleyendir. Onun üstünlüğüne, Arapların O'nun daveti sa­yesinde kapkaranlık bir cahiliyeden ilmin ve irfanın aydınlığına geçmelerinden daha büyük bir delil yoktur. [74]

 

Uhud Gazasında Müminlerin Bir Takım Hataları İle Münafıkların Bazı Kabahatleri

 

165- Böyle iken başlarına iki katını ge­tirdiğiniz bir musibet size gelip çatın­ca mı, "Bu bize nereden geldi?" dedi­niz? De ki: "O kendinizdendir. Şüphe­siz Allah her şeye kadirdir."

166- İki ordunun karşılaştığı gün başı­nıza gelen musibet Allah'ın emriyle idi. Ve bu müminleri ayırd etmesi içindi.

167- Bir de münafıklık edenleri açığa çıkarmak içindi. Onlara, "Gelin, Allah yolunda savaşın yahut müdafaa yapın" denildiği vakit "Eğer biz savaş olacağı­nı bilseydik, arkanızdan gelirdik" de­diler. Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar. Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah onların gizlediklerini çok iyi bi­lendir.

168-  Kendileri oturup da kardeşleri için, "Eğer bize itaat etselerdi öldürül-mezlerdi" diyenlere de ki: "Eğer doğru söyleyenlerden iseniz haydi kendiniz­den ölümü geri çevirin!"

 

Belagat:

 

"Bu bize nereden geldi?" İnkâr ifade eden bir istifhamdır. "İmandan" ile "küfre" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.

"Bir musibet size gelip çatınca (isabet edince)" buyruğunda da iştikak bakı­mından cinas vardır. [75]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Böyle iken..." bir musibet size gelip çatınca mı? Buradaki musibetten, Uhud'da müşriklerin onlara galip gelip Müslümanlardan yetmiş kişiyi öldür­meleri kastedilmektedir, "başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet size gelip çatınca mı" Bundan kasıt ise Bedir savaşında müşriklerden yetmiş kişiyi öldürmeleri ve yetmiş kişiyi de esir almalarıdır. "Bu bize nereden geldi?" Hayret ve şaşkınlık içinde, Bu da başımıza nereden geldi "dediniz." Bu şaşkınlık hay­ret ifade eden bir tabirdir. Yani Müslüman olduğumuz halde, Allah'ın Rasulü de aramızda iken nasıl olur da böyle yardımsız bırakılabiliriz? Böyle bir cümle ile inkârî istifhamın anlattığı anlatılmak istenir. Yani böyle bir şeyin olmadığı vurgulanır.

Onlara "De ki: "O, kendinizdendir."Yani sizin masiyetinizin uğursuzluğun-dandır. Çünkü sizler sizin için tespit edilen yeri terk ettiniz. O bakımdan size yardım yapılmadı.

"Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." Zafer ve yardım da O'ndandır. Resulullah (s.a.)'ın emrine muhalefet ettiğinizden dolayı sizi cezalandırdı.

"İki ordunun" yani müminler ordusu ile müşrikler ordusunun "karşılaştığı gün başımıza gelen musibet Allah'ın emriyle idi." Sebeplerin sonuçlarıyla ilişki­si esasına göre, O'nun ezelî iradesi ve eskiden beri kaza ve hükmü ile olmuştur.

Hoşa gitmeyen şeylerin tedbir ile önlenmesi ve savaşa gitmemenin ölüm­den koruduğu şeklindeki iddialarınızda, "Eğer doğru söyleyenlerden iseniz hay­di kendinizden ölümü geri çevirin." Ölümü kendinizden uzaklaştırın. [76]

 

Nüzul Sebebi

 

165. ayet-i kerime olan, "Böyle iken başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet...'' buyruğu ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Ömer b el-Hattab'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bedir günü yaptıkları sebebiyle Uhud günü ceza­landırıldılar. Çünkü onlar Bedir'de aldıkları esirler karşılığında fidye almışlar­dı. Bu bakımdan onlardan yetmiş kişi öldürülmüş, Resulullah (s.a.)'ın arkadaş­ları kaçmış, Hz. Peygamberin ön dişi kırılmış ve başındaki miğfer parçalan­mış, yüzüne kan akmıştı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Böyle iken başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet..." buyruğu, "De ki: O kendinizdendir" buyruğu­na kadar nazil oldu. (Hz. Ömer) der ki: "Kendinizden" ile kasıt, sizin fidye al­nı anızdır. [77]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler Uhud günü işlenen hataları açıklamaya devam etmekte­dir. Bundan önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah münafıkların Peygamber (s.a.)'i ganimetten çalmakla ve hainlikle itham ettiklerini açıkladı. Sonra da onun böyle bir hainlikten uzak olduğunu belirtti. Bu ayet-i kerimeler ise bu olaydan önce ve daha sonra gazilerin yanlışlıklarını, gerçeğe uymayan tasarruf ve sözleri ile yanlış fiillerini açıklamaktadır. [78]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerime daha önce Uhud savaşı ile ilgili olarak geçen Yüce Al­lah'ın, "Muhakkak Allah size olan vaadine sadık kaldı." (Âl-i İmrân, 3/152) ayetine atfedilmiştir. Bunun mahzûf bir buyruğa atfedilmiş olması da mümkün­dür. Sanki, "Siz bunu yapmış ve o vakit de, "Bu da nereden geldi demiştiniz?" gibidir. Bu da (bu bakımdan) Yüce Allah'ın, "Ey Meryem bu sana nereden geli­yor1?" (Al-i İmrân, 3/37) buyruğunu andırmaktadır.

Buyruğun anlamı şudur: Başınıza gelen musibete sebep sizsiniz. Çünkü sizler Medine'den çıkmayı tercih ettiniz yahut da okçular tepesindeki yerinizi bırakıp ayrıldınız. Hz. Ali'den nakledildiğine göre ise sebep; Bedir günü alınan esirlerden müminlerin izin verilmeden önce fidye almalarıdır.

Yüce Allah'ın, "Böyle iken... çatınca mı?" buyruğundaki soru, karşı tarafa cevabı söyletmek ve azarlamak içindir. Yani ey münafıklar ve gazaya katılan­lar! İtiraz etmemeli ve hayretle, "Bu olay başımıza nerden geldi yahut bu musi­bet nereden gelip bizi buldu?" dememelisiniz. Sözü geçen musibet ise Uhud gü­nü onlardan yetmiş kişinin öldürülmesidir. Adeta onlar Allah'ın emirlerine ne kadar muhalefet etseler, ne kadar isyan etseler zaferin her zaman için Müslü­manlar tarafında olması gerektiğini sanıyor gibidirler. Diğer taraftan Bedir gü­nü müşriklere kendilerinin gördüğü bu zararın iki katım vermişlerdi. Müşrik­lerden yetmiş kişiyi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı.

Daha sonra Yüce Allah onların bu şekilde soru sormalarına karşılık azar­layarak ve sitemle şöylece cevap vermektedir: Meydana gelen olay sizin masi-yetinizin uğursuzluğundandır. Allah'ın Rasulü size yerinizden ayrılmamanızı emredince sizin ona isyan etmeniz dolayısıyladır. Ey okçular! Siz ona itaat et­meyip karşı geldiniz.

Allah'ın Rasulüne isyan şekilleri pek çoktur: Peygamber (s.a.)'in görüşü Medine'de kalmak yönünde olduğu halde Medine'den çıkmanız, dağılmanız, gö­rüşünüzün zaafı, anlaşmazlığa düşmeniz, Resulullah (s.a.)'ın savaşanların ar­kasını korumak üzere durmanızı istediği yerden ayrılmak suretiyle emirlerine karşı gelmeniz... Bilindiği gibi cezalar davranışların kaçınılmaz sonuçlandır. Yüce Allah ise masiyeti terk etmek, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine bağlı ol­mak şartıyla size yardım vaadinde bulunmuştur, "Eğer Allah'a dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7).

Şüphesiz Allah her şeye kadir olandır. Yani o dilediği şeyi yapar, dilediği gibi hüküm koyar, kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz. O sabır ve sebat gös­termeniz şartıyla size yardımcı olmaya kadir olandır. Emrine aykırı davranıp isyan ettiğiniz takdirde de yardımını alıkoymaya gücü yetendir. Bütün bunlar ise sebeplerin sonuçlarla ilişkisini kuran kanuna bağlıdır. Bununla beraber ilâ­hî kudretin dışında hiç bir şey yoktur.

Daha sonra Yüce Allah teselli ederek şuna işaret etmektedir: Ey mümin­ler! İki ordunun, Müslümanların ordusu ile müşriklerin ordusunun Uhud'da karşılaştığı gün, başınıza gelen her türlü musibet, Allah'ın izni, iradesi, kaza ve kudreti ile olmuştur. O'nun bunda pek çok hikmeti vardır. Varlık aleminde O'nun irade ve hikmetine boyun eğmeyen hiç bir şey yoktur.

Hikmetin tecellilerinden bir kısmı da şöyledir: Şanı yüce Allah müminle­rin imanlarının kuvvet ve zaafını, sabır ve sebatlarını yahut tahammülsüzlük­lerini bildiğini açıkça ifade eder. O sabreden, sebat gösteren, sarsılmayan kim­seleri bildiği gibi, yoldan liderleriyle birlikte dönen Abdullah b. Ubeyy b. Se-lûl'un arkadaşlarını da bilir. Bunlar üç yüz kişi idiler.

İşte bu münafıklar Allah yolunda savaşmaya yahut da canlarını, aile ve vatanlarını savunmaya çağrıldıkları takdirde şöyle cevap verirler: Eğer biz si­zin bu gazanızda savaşacağınızı bilseydik mutlaka arkanızdan gelir, sizinle be­raber yola koyulurduk. Fakat biz sizin savaşmayacağınızı biliyoruz. İşte bu, münafıklığın kalplerinde oldukça kök saldığını, onların amaçlarının işleri ka­rıştırmak, kötülükleri saklamak, alay etmek, gerçekleri tanınmaz hale getir­mek olduğunu, bununla birlikte Uhud'da müşriklerin toplanıp Müslümanların da onlarla karşılaşmaya çıkışlarının, onlarla savaşmak istediklerinin açık bir karinesi olduğunu görüyoruz. Rivayet edildiğine göre ayet-i kerime Abdullah b. Ubeyy b. Selûl ile Medine-i Münevvere'den Resulullah (s.a.) ile birlikte çıkan bin kişi arasında bulunan arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Daha sonra bunlar yolun yansından geri dönmüştü. Sayıları üç yüz kişi idi. Amaçlan Müs-lümanlan zayıflatmak ve onlann bozulmalannı sağlamaktı.

İşte bu münafıkların, "Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelir­dik" şeklindeki sözleri o gün imandan daha çok küfre yakın olduklarını ortaya koymaktadır. Zira geri dönmeleri ve Müslümanların bozguna uğramalarını sağlamak kararını vermeleri ile bu konudaki karine ve belirtiler açıkça ortaya Çıkmış oluyordu. Allah yolunda cihaddan ve düşmanların saldınsı esnasında İslâm vatanını savunmaktan geri duran bir kimse müminlerden olamaz. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Müminler ancak Allah'a ve Rasulüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar doğru olanların ta kendileridir." (Hucurât, 49/15).

"Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar." ayet-i kerimesini, kişi­nin durumunun değişip duracağına ve bazı hallerde küfre daha yakın, bazı hal­lerde de imana daha yakın olacağına delil göstermişlerdir.

Onlar doğru olduğuna inanmadıkları bir söz söyledikleri gibi, kalplerinde olmayanı da ağızlanyla söylerler. İşte münafıklann durumu da budur. Onla­rın, "Biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik." şeklindeki sözleri de bu kabildendir. Onlar -önceden de açıkladığımız gibi- müşrikler ordusunun uzak şehirlerden Müslümanlara karşı intikam alevleriyle geldiklerini biliyor­lardı. Çünkü Bedir günü onlann ileri gelenleri ölmüştü. Uhud'a gelen müşrik­lerin sayısı Müslümanların bir kaç kat fazlasıydı ve münafıklar Müslümanlar­la müşrikler arasında kaçınılmaz bir savaşın olacağını biliyorlardı. Bu ise on­lann söylediklerinde yalancı olduklannın delilleri arasındadır. Bundan dolayı Yüce Allah, "Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir." diye buyurmaktadır: Onlann içlerinde gizledikleri küfrü, Müslümanlar hakkındaki hile ve tuzakla­rını çok iyi bilir, demektedir. İşte bu, onlara yapılan açık bir tehdittir. Açıkça onlar rezil edilmektedir. Münafıklığın kendilerine fayda vermeyeceği belirtil­mektedir. Münafıklık para etmez bir maldır. Çünkü Yüce Allah onların sırları­nı ve niyetlerini çok iyi bilir. Uhud'da savaştan sonra münafıkların söyledikle­ri sözlerden bir kısmı da Uhud vakasında öldürülen kardeşleri hakkındaki şu sözleridir; Eğer savaşa çıkmayıp oturmalarına dair bizim kendilerine verdiği­miz aklı kabul edip sözümüzü dinleselerdi onlarla birlikte öldürülmezlerdi. İş­te bu, onların bu kimselere geri dönmeyi öğütlediklerini ortaya koymaktadır. İbni Cerîr, es-Süddî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) bin kişi ile birlikte savaşa çıktı. Sabretmeleri şartıyla onlara zafer vaadinde bu­lundu. Medine'nin dışına çıktıktan sonra Abdullah b. Ubeyy b. Selûl üç yüz ki­şi ile birlikte geri döndü. Ebu Cabir es-Sülemî arkalarından gidip geri dönme­leri için seslendi. Şöyle dediler: Eğer biz savaş olacağını bilseydik elbette size uyardık, arkanızdan gelirdik. Eğer sen bize itaat edecek olursan mutlaka bi­zimle birlikte geri dönersin. İşte Allah onların bu şekildeki sözlerine, "Kendile­ri oturup da kardeşleri için..." sözleriyle cevap verdi ve onların kötü hallerini açığa çıkardı.

Yüce Allah onların sözlerini reddederek buyurdu ki: Ya Muhammed onlara de ki: Eğer kişi evinde oturmakla öldürülmekten yahut ölümden kurtulabilirse sizin ölmemeniz gerekirdi. Halbuki mutlaka öleceksiniz. İsterse yükseltilmiş burçlarda olunuz. Haydi doğru söyleyen kimseler iseniz kendi ölümünüzü önle-yiniz. Mücahid, Cabir b. Abdullah'tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i keri­me Abdullah b. Übeyy b. Selûl ile arkadaşları hakkında nazil olmuştur. [79]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

165. ayet-i kerime Bedir gazası ile Uhud gazası sonuçları arasında bir kar­şılaştırma yapmaktadır. Bunun ekseni şudur: Müslümanlar aralarından yet­miş kişinin öldürülmesiyle Uhud günü çok ağır bir musibetle karşı karşıya kal­dılar. Bununla birlikte Bedir günü onlar müşriklere bunun iki katı bir musibe­te sebep olmuşlardı. Onlardan yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişiyi de esir al­mışlardı. Esir de zaten öldürülmüş hükmündedir. Çünkü esir alan kişi, dilediği takdirde -zaruret halinde- esirini öldürebilir.

Müminlerin, "Bu bozgun ve bu şekilde öldürülme musibeti başımıza nere­den geldi? Halbuki biz Allah yolunda savaşıyoruz ve Müslümanız. Peygamber aramızdadır, vahiy inmektedir. Karşımızdakiler ise müşriktir" demeleri bir ha­tadır. Çünkü onların yenilgiye uğramalarının asıl sebebi kendileridir. Bu da okçuların emre uymamalarıdır. Bir savaşta peygamberlerine itaat eden bir ka­vim mutlaka muzaffer olur. Çünkü onlar itaat etmiş olurlar. O bakımdan Al­lah'ın hizbi onlardır, galip gelecek olanlar ise Allah'ın hizbidir.

Uhud günü onlara isabet eden öldürme ve yaralama Allah'ın ilmi, kazası ve kaderi ile olmuştur. Ve bu, bu konudaki Allah'ın hikmetinden ötürüdür. Bu hikmet ise onları terbiye etmek, emirlere aykırı hareket etmekten sakındırmak ve müminlerle münafıkları ayırd etmektir.

Yüce Allah'ın, "Münafıklık edenleri açığa çıkarmak içindi. Onlara... denil­diği vakit..." buyruğu ile de Abdullah b. Ubeyy ve onunla beraber Peygamber (s.a.)'in yardımından el çekip geri dönen arkadaşlarına işaret edilmektedir. Onlar üç yüz kişi idiler. Ensardan olan Abdullah b. Amr b. Haram, Ebu Cabir b. Abdullah arkalarından yürüyüp onlara şöyle demişti: "Allah'tan korkunuz, peygamberinizi bırakıp gitmeyiniz. Allah yolunda savaşınız yahut savunma ya­pınız." Onlara bu yahut buna yakın bir söz söylemişti. İbni Übeyy ise ona şu ce­vabı vermişti: "Ben savaş olacağı görüşünde değilim. Eğer bizler savaş olacağı­nı bilseydik mutlaka sizinle birlikte olurduk." Abdullah onlardan ümidini ke­since şöyle dedi: Gidiniz Allah'ın düşmanları! Allah, Rasulünü size muhtaç et­meyecektir. Daha sonra Abdullah Resulullah (s.a.) ile birlikte yola devam etti ve Uhud'da şehit düştü. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.

Yüce Allah'ın, "Yahut müdafaa yapın" buyruğu, İslâm vatanını savunma­nın Allah yolunda savaşmak gibi olduğunu, düşmanla savaşmayacak olsa bile Müslümanların sayısını çoğaltmanın onlara karşı bir savunma ve onları söküp atmak için faydalı olabileceğini göstermektedir. Çünkü kalabalık düşmanı defetmek için bir avantajdır.

Bunu pekiştiren bir diğer husus da şudur: İslâm vatanının bir serhaddin-de savaşa hazır bekleyen bir murabıt aynı zamanda bir savunmacıdır. Çünkü serhadlerde murabıtlar olmasaydı oralara düşman gelirdi.

Münafıkların takındıkları bu tavır iki hususun ortaya çıkmasına sebep ol­muştu:

1- Onların durumlarının açığa çıkması ve Müslüman olduklarını zanne­denlerin münafıklıklarını açık-seçik anlamaları. Böylelikle onlar hallerinin za­hirinde küfre daha yakın oldular: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakın­dılar."

2- Yalancılıklarının ve kelime oyunlarına sapmaktan utanmadıklarının or­taya çıkması. Çünkü onlar dıştan iman ettiklerini izhar etmiş, içten içe küfür­lerini saklı tutmuş kimselerdi: "Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylü­yorlardı."

Hazreclilerin şehit kardeşleri hakkında -ki bu kardeşlik, nesep ve himaye kardeşliği idi, din kardeşliği değildi- şu sözleri söylemeleri de iman sahibi ol­madıklarının delillerindendir: "Eğer onlar Medine'de otursalardı öldürülmez-lerdi." Kur'an-ı Kerim'in onlara verdiği cevap ise susturucu bir cevaptı: "Sizler Medine'de oturduğunuza göre, eğer bu sözlerinizde doğru söylüyor iseniz haydi kendinizden ölümü bertaraf ediniz." İşte bu, tedbirin takdiri engellemediğini göstermekte, maktulün eceli ile öldürüldüğünü ortaya koymaktadır. Allah'ın bilip haber verdiği şeyin kaçınılmaz olarak meydana geleceğini açıklamaktadır.

Ebu Leys es«Semerkandî der ki: Kimi müfessiri Semerkand'da şöyle derken

dinledim: "Kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin" ayet-i kerimesi nazil olun­ca münafıklardan yetmiş kişi öldü. [80]

 

Allah Yolunda Cihad Eden Şehitlerin Mevkii

 

169- Allah yolunda öldürülenleri sakın

ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri ka­tında diridirler, rızıklanırlar.

170- Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği ile sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılama­yanlara da, "Kendileri için hiç bir kor* ku yoktur, onlar üzülecek de değiller­dir" diye müjdelemek isterler.

171- Onlar Allah'tan bir nimet ve bir lütfü ve Allah'ın müminlerin ecrini za­yi etmeyeceği müjdesini de vermek is­terler.

172- Yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar, iç­lerinden iyilik yapanlar ve sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır.

173- Onlar öyle kimselerdir ki insanlar onlara, "İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler ve bu, onların imanını artırdı ve, "Allah bize yeter, O ne güzel vekil­dir" dediler.

174- Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler. Allah'ın rızasına da uydular. Allah pek büyük lütuf sa­hibidir.

175-  İşte bu şeytandır, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, benden korkun! Eğer ger­çek müminler iseniz.

 

Belagat:

 

"müjdelemek isterler" buyruğunda (tekrarlandığı için) itnâb vardır. "Onlar Allah'a asla hiçbir şekilde zarar veremezler." (176. ayet) buyruğunda Allah ism-i celâlinin birden çok tekrarlanmasında da itnâb vardır (ancak bu ayet-i kerime bundan sonraki başlıkta ele alınacaktır). "Ölüler" buyruğu ile, "bila­kis... diridirler" buyruğu arasında ise tıbâk sanatı vardır. [81]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah yolunda" O'nun dini uğrunda, "öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar" cennet meyvelerinden yerler. "Arkalarından henüz kendilerine katılamayanlara" Allah yolunda sava­şan mümin kardeşlerinden olup dünyada kalan kimselere "Kendileri için hiç bir korku yoktur." Yani kendilerine kavuşamamış kimseler hakkında korku yoktur ve "Onlar üzülecek de değillerdir, diye müjdelemek isterler." Ahirette üzülmeyeceklerdir. Yani kendilerine katılmayan mücahitlerin güvenlik içeri­sinde olmaları ve sevinmeleri söz konusu olacağından dolayı onlar da sevinir­ler. "Onlar Allah'tan bir nimet" sevap "ve bir lütfü" bundan da fazlasını "ve Al­lah'ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği" aksine onlara ecir vereceği "müjdesi­ni de vermek isterler."

"Yaralandıktan" Uhud gününde oldukça büyük acılar ve yaralardan "sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar," O'na itaat edenler yani O'nun savaşa çıkma çağrısını kabul edenler. Ebu Süfyan ve arkadaşları geri dönecekleri vakit Peygamber (s.a.) ve arkadaşlarıyla birlikte Uhud gü­nüne tesadüf eden bir sonraki yıl, Bedir panayırında buluşmak üzere sözleş­tiler, "onlardan" ona itaat etmek suretiyle "iyilik yapanlar." İhsan (iyilik yap­mak), ameli en mükemmel bir şekilde sapasağlam yapmaktır, "ve sakınan­lar" ona muhalefet etmekten çekinenler "için büyük bir mükâfat" olan cennet "vardır."

"Onlar öyle kimselerdir ki insanlar" Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud kendilerine: Ebu Süfyan ve arkadaşları "size karşı bir ordu hazırladılar" sizi yok etmek için kalabalık ordular topladılar; "o halde onlardan korkun" ve onların yanına var­mayın "dediler de bu" söylenen söz "onların imanlarını" Allah'a yakınlıklarını ve onu tasdiklerini "artırdı."

"Allah bize yeter." Onlara karşı Allah bize yeter. "O ne güzel vekildir." Ken­disine işlerin havale edildiği ne güzel ve yüce zattır O! Resulullah (s.a.) ile bir­likte çıktılar, Bedir panayırına vardılar. Buna karşılık Yüce Allah Ebu Süfyan ve arkadaşlarının kalbine korku saldı, onlar da gelmediler. Müslümanların be­raberinde pek çok ticaret malları vardı, onları sattılar ve kâr sağladılar.

"Kendilerine" öldürülmek yahut yaralanmak gibi "hiç bir zarar dokunmak-sızın Allah'tan bir nimet ve bollukla" esenlikle ve kâr sağlayarak Bedir*den hız­lıca, çabucak "döndüler."

"İşte bu, şeytandır." Yani size "insanlar size karşı bir ordu hazırladılar" di­yerek sizi savaşa çıkmaktan alıkoyan kimse şeytandır. Şeytandan kasıt ise Nu­aym b. Mes'ud ve Ebu Süfyan'dır. Muzafın hazfedilmesi takdirine göre şu an­lamda da olabilir: Böyle bir söz şeytanın sözüdür. Yani İblis'in sözüdür. Ancak kendi dostlarını korkutur." Müşriklerden kendisine yardımcı olanlar ile -Ebu Süfyan ve arkadaşları ile- sizi korkutur. Siz ise emirlerimi terk hususunda "benden korkun, eğer gerçek müminler iseniz." [82]

 

Nüzul Sebebi

 

196. ayet olan, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma" ayet-i ke­rimesinin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed, Davud ve Hâkim, İbni Abbas'tan şöy­le dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Uhud'da kardeş­leriniz isabet alınca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına yerleş­tirdi. Bu kuşlar cennet nehirlerine varır ve oranın meyvelerinden yerler. Arş'ın gölgesinde altından bir takım kandillere doğru gider, sığınırlar. Yediklerinin, iç­tiklerinin güzel, dinlendikleri yerin iyi olduğunu görünce şöyle dediler: Keşke kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptıklarını buseler. Ta ki cihad konusunda gevşek­lik göstermesinler, savaştan yüz çevirmesinler. Yüce Allah şöyle buyurdu: Sizin yerinize bunu onlara ben bildireceğim. Bunun üzerine, "Allah yolunda öldürü­lenleri sakın ölüler sanma..." ayeti ve ondan sonraki ayetler nazil oldu. Tirmizî de H2 CâDİr^en İMinâ yâkffl bİf MVâyet kaydetmektedir:

Yüce Allah'ın, "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar..." diye başlayan 172. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olark İbni Ce-rir et-Taberî İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Uhud günü meyda­na gelen olaylardan sonra Allah o gün Ebu Süfyan'ın kalbine korkuyu saldı; o da Mekke'ye geri döndü. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebu Süfyan size bir parça zarar verdi. Artık geri dönmüş bulunuyor, Allah onun kalbine korkuyu saldı." Uhud vakası Şevval ayında olmuştu. Tüccarlar Medine'ye Zilkade ayın­da gelir ve küçük Bedir'de konaklarlardı. Bu sırada da Uhud vakasından sonra gelmiş bulunuyorlardı. Müminler yara almışlardı. Bundan dolayı da şikayette bulundular. Resulullah (s.a.) ise kendisiyle birlikte ashabının savaşa çıkmala­rını teşvik etti. Şeytan geldi, kendi dostlarını korkuttu (onların dedikleri kor­kuyu salmaya çalıştı) ve dedi ki: "İnsanlar (müşrikler) sizin için ordu topladı­lar." Bunun üzerine Hz. Peygamberle birlikte gitmek istemediler. Resulullah (s.a.) da, "İsterse arkamdan hiç kimse gelmesin ben gidiyorum" diye buyuranca Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zübeyr, Saad, Talha, Abdurrahman b. Avf, Ab­dullah b. Mes'ud, Huzeyfe b. el-Yeman ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, yetmiş kişi ile birlikte (Allah hepsinden razı olsun) onunla birlikte yola çıktılar. Ebu Süf-yan'ı takip etmek üzere yola koyuldular. es-Safra denilen yere varıncaya kadar onu takip ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberinin çağrısına koşanlar..." ayetini indirdi.

Taberanî sahih bir senedle İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Müşrikler Uhud'dan geri dönünce şöyle dediler: "Ne Muhammed'i öldürdü­nüz, ne de arkanıza yıldızları taktınız, siz ne kötü iş yaptınız, haydi geri dönü­nüz." Resulullah (s.a.) bunu işitince Müslümanların savaşa çıkmalarını istedi. Onlar da onunla birlikte savaşa çıktılar ve Hamrâul-Esed'e yahut da Ebu Utbe kuyusuna varıncaya kadar yola devam ettiler. Yüce Allah da, "Yara aldıktan sonra bile yine Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına koşanlar..." ayetini indirdi. Ebu Süfyan Resulullah (s.a.)'a şöyle demişti: "Seninle sözleşme yerimiz arka­daşlarımızı öldürdüğünüz yer alan Bedir panayırıdır." Korkak kimseler geri döndü, kahraman ve yiğit kimseler ise savaş için gerekli hazırlığı yaptı, oraya

gittiler ve orada kimseyi göremediler. Alışverişte bulundular. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" ayetini indirdi.

İbni Merdûveyh, Ebu Râfi'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) Hz. Ali'yi beraberindeki bir grup ile birlikte Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere gönderdi. Huzaalılara mensup bir bedevi onlarla karşılaştı ve şöyle dedi: "Bunlar sizin için asker toplamış bulunuyorlar." Hz. Ali ve beraberindekiler, "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. [83]

 

Hamrâu'1-Esed Gazası:

 

Rivayet edildiğine göre Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan geri dönüp -Mekke ile Medine arasında bir yer olan- er-Ravhâ denilen yere ulaştıklarında pişman oldular, geri dönmek istediler. Maksatları geri kalan müminleri de öldür­mekti. Resulullah (s.a.) durumu haber alınca onları korkutmak, kendisinin ve arkadaşlarının gücünü onlara göstermek istedi. O bakımdan arkadaşlarını harbe çıkmaya çağırdı ve şöyle dedi: "Bizimle birlikte dün bizimle hazır bulunan­ların dışında kimse çıkmasın." Resulullah (s.a.) Ashabından bir grup ile yola ko­yuldu. -Medine'den 8 mil uzaklıkta bir yer olan- Hamrâul Esed diye bilinen yere ulaşıncaya kadar yola devam ettiler. Hz. Peygamberin arkadaşları yaralı idi. Bu sıkıntılara katlanmak için kendilerini zorladılar. Ta ki ecir ve mükâfattan mah­rum kalmasınlar. Yüce Allah da müşriklerin kalplerine korku yerleştirdi. Bunun üzerine süratle Mekke'ye gittiler. Buna dair bu ayet-i kerime nazil oldu.

Bu olay Hamrâul-Esed gazası adını alır. Uhud gazasının tamamlayıcısıdır. [84]

 

Küçük Bedir Gazası:

 

İbni Abbas, Mücahid ve Ikrime, "İnsanlar kendilerine ... dediler." ayetinin Küçük Bedir gazası hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir. Bu gaza kısa­ca şöyledir: Ebu Süfyan Uhud'dan ayrılmak istediğinde şöyle demişti: "Ey Mu-hammed, dilediğin takdirde seninle buluşma vaktimiz gelecek Bedir panayırı olsun." Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu, "İnşaallah bu bizimle sizin buluşma vaktimiz olsun." Ertesi sene Ebu Süfyan Mekkelilerle birlikte yola çıktı. Merr ez-Zahrân taraflarında Micenne denilen yerde konakladı. Allah kalbine korku saldı. Geri dönmek istedi. Bu sırada Umre yapıp geri dönmüş bulunan Nuaym b. Mes'ud ile karşılaştı.

Ebu Süfyan ona şöyle dedi: "Ben Muhammed ve arkadaşlarıyla Bedir pa­nayırında buluşmak üzere sözleşmiş idim. Bu yıl ise bir kıtlık yılıdır. Meraların bol olduğu ve bol bol süt içeceğimiz bir yıl dışında böyle bir işe kalkışmamız uy­gun değildir. Şimdiden geri dönmek kanaatine sahip oldum. Fakat Muhammed oraya gelirken benim gitmemem de hoşuma gitmez. Çünkü bu, onların cesaret­lerini artıracaktır. Haydi Medine'ye git, onların çıkmalarını önleyecek şekilde cesaretlerini kıracak sözler söyle. Buna karşılık sana Süheyl b. Amr'ın yanında emanet olarak bırakacağım on deve var."

Nuaym Medine'ye vardığında Müslümanların Ebu Süfyan'a verdikleri söz için hazırlık yaptıklarını gördü. Onlara şöyle dedi: "Bu uygun bir görüş değil­dir. Onlar yurtlarınızda kaldığınız yerde size geldiler. Kaçanlar dışında sizden kimse kurtulamadı. Şimdi de onların karşısına çıkmak mı istiyorsunuz? Bu pa­nayır yerinde size karşı pek çok asker toplamış bulunuyorlar. Allah'a yemin ederim, sizden kimse kurtulamayacaktır." Nuaym'ın söylediği bu sözlerin bazı­larının üzerinde büyük bir etkisi oldu.

Resulullah (s.a.) ise şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, yalnız başıma olsam dahi mutlaka çıkacağım." Hz. Peygamber beraberinde yetmiş süvari ile birlikte, "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" diyerek yola çık­tılar. Küçük Bedir'e, sözleştikleri yere ulaşıncaya kadar yollarına devam ettiler. Hz. Peygamber orada sekiz gün süre ile kaldı. Ebu Süfyan'ın gelmesini bekledi, kimse ile karşılaşmadı. Çünkü Ebu Süfyan ordusu ile birlikte Mekke'ye geri dönmüştü. Beraberinde bin kişi vardı. Mekkeliler bu orduya "Sevîk ordusu" adını verdi ve onlara "Sizler sevik içmek (yemek) için çıktınız" dediler.

Müslümanlar Bedir pazarına vardılar. Beraberlerinde para ve ticaret mal­ları vardı. Bunları sattılar, bunların yerine yiyecek ve kuru üzüm aldılar. Bir dirheme iki dirhem kâr ettiler. Medine'ye esenlikle ve kâr elde etmiş olarak ge­ri döndüler. [85]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler de kendilerinden önceki ayetlerle ilişkilidir. Yüce Al­lah münafıkların, cihada çıkma arzusunu taşıyanları engellemek istediklerini ve onların, "Medine'de oturmuş olsalardı öldürülmeyeceklerdi" şeklindeki söz­lerini; buna cevap olmak üzere de ölümün Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğunu açıkladıktan sonra, burada da şehitlerin yüksek makamını açıklamaktadır. Ta ki kimse münafıkların sözlerinden etkilenmesin ve bu, Allah yolunda cihada bir teşvik olsun. [86]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerime Uhud şehitleri hakkındadır.

Yüce Allah şehitler hakkında dünyada öldürülmüş olsalar dahi ahiret yur­dunda ruhlarının diri ve rızıklanır halde olduğunu haber vermektedir. Hitap Resulullah (s.a.)'a veya herkesedir. Anlamı şudur: Ey daha önce geçen müna­fıkların sözünü işiten kişi! Sen, Allah yolunda öldürülenleri, dünyada iken yap­mış oldukları amelleri karşılığında mükâfat görmeyen ölüler sanmayasın. Bila­kis onlar bir başka âlemde diridirler. Rableri katmda yakınlaştırümış mevki sahibidirler. Yüce Allah'ın, "Rabbinin yanında olanlar..." (Fussilet, 41/38) buy­ruğunda da işaret edildiği gibi. Sair canlılar nasıl nzıklanıyorlarsa onlar da öy­lece rızıklanırlar; yerler, içerler. Bu ise onların hayatta oluşlarını daha bir pe­kiştirmekte ve Allah'ın rızkı ile gelen nimetler içerisinde olduklarını ifade eden hallerini nitelendirmektedir.

Burada "Allah katında" olmakla kendilerinden söz edilmesi, onların üs­tünlüklerine, yüksek mevkilerine ve şereflerine bir işarettir. Oldukça yakın olmalarını gerektiren bir tabirdir. Yoksa burada "yanında olmak" mekân, mesafe, yakınlık ve sınır itibariyle değildir. Kur'an-ı Kerim'in şehitler hakkında tespit ettiği bu hayat, gaybî bir hayattır. Biz bunun hakikatini idrak edemeyiz. Ancak Kur'an-ı Kerim'in haber ettiği şekilde bu hayata iman ederiz. Yüce Allah'ın, "Rableri katında diridirler, rızıklanırlar" buyruğunda bir muzaf hazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: Rablerinin lütuflarmın yanındadırlar.

Bu şehitler ebedî nimetler, büyük lütuflar, şehitlik sebebiyle başkalarına üstün kılınmak gibi orada gördükleri şeylerle sevinç içerisindedirler. Aynı şe­kilde onlar henüz Allah yolunda öldürülmemiş mücahit kardeşlerinin duru­mundan dolayı da sevinirler. Bunlar henüz şehit olmamakla birlikte, aynı yol üzerinde gitmektedirler. Kendilerinden önce giden şehit kafilelerinin izine uy­maktadırlar. Bu şehitler Rablerinin kendileri için hazırlamış olduğu güzel mü­kâfatı gördüler. Hoşa gitmeyen şeylerden yana korkunun, kaybettiklerine üzül­menin bulandırmadığı ebedî hayattır bu mükâfat.

Bu şehitler aynı zamanda amelleri karşılığında kendilerine tekrarlanıp duracak şekilde verilen ecir ve sevaptan, Yüce Allah'ın cennetten ve cennetteki nimetlerden kendilerine verdiği ilâhî lütuftan dolayı da sevinirler. Bu ayet-i kerimede geçen lütuf, sözü geçen nimetlerdir. Allah onlara ecir verir. Yani onlar Allah'tan gelen nimetlerle sevinirler. Allah'ın müminlerin ecirlerini boşa çıkar­mamasından dolayı da sevinç içindedirler.

Bu cümle daha önce geçen, "Kendileri için hiç bir korku yoktur, onlar üzü­lecek de değillerdir" şeklindeki ifadenin bir açıklaması şeklindedir. Çünkü Al­lah'ın nimeti içinde olan bir kimse ebediyyen üzülmez. İşlediği amellerin sevabı kendisi için (ecri verilmek üzere) saklanılan kimsenin akibetinden korkulmaz.

İşte bunlar cihada bir teşvik olup şehadet arzusuna özlem duyuran ifade­lerdir. İmam Ahmed'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kardeşleriniz Uhud günü isabet alınca Allah onların ruhla­rını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi. Bunlar cennet ırmaklarına gidiyor, cennet meyvelerinden yiyor ve Arş'ın gölgesinde altından kandillerin altına sığı­nıyor..."

Daha sonra Yüce Allah sevaplarının artmasının sebebi olan güzel amel sahibi olmakla onları nitelendirmekte ve Resulullah (s.a.)'m Uhud Gazası aka­binde Hamrâu'1-Esed gazvesinde Ebu Süfyan ile karşılaşmak üzere gitmekle Peygamber (s.a.)'in çağrısını çabucak kabul eden bu mücahitler için cihad ve kahramanlıkları ile mütenasip büyük bir ecir sahibi olduklarını haber vermek­tedir. Bunlar Uhud günü aldıkları yaralara ve içinde bulundukları acılara rağ­men, bu çağrılara icabet ederek oralara gitmişlerdi.

Yüce Allah'ın, "Onlardan" ifadesi bu çağrıyı kabul eden kimselerin büyük lütuf ve ecre nail olduğuna işaret etmektedir. Geri kalanların ise kendileri ile ilgili yahut aileleri dolayısıyla kabul edilebilir mani ve özürleri vardı.

Daha sonra Yüce Allah Uhud Gazasının ertesi yılında Küçük Bedir gazası­na katılanların da şanını yüceltmektedir. Bunlar, insanlar kendilerine –yani halen müşrik olan Eşcalı Nuaym b. Mes'ud'un kendilerine- şu sözleri söyleme­sine rağmen gazaya çıkmışlardı:" İnsanlar yani Ebu Süfyan ve onun yardımcı­ları sizinle savaşmak üzere size karşı kalabalık ordular topladı. Onlardan kor­kun, çekinin, onlara karşı çıkmayın. "Bu sözler ise onların Allah'a olan imanla­rını, onun vaadine güvenlerini, dini üzere sebatlarını artırmıştı. Çünkü onlar Allah'ın desteğine, yardımına, zaferine güvendiler. Tüm bunlardan önce ise ni­yetleri samimi idi. Sonuçlar ne olursa olsun müşriklerle karşılaşmak kararlı­lıkları daha da arttı. Bu da Yüce Allah'ın Hendek (Ahzab) gazvesinde mümin­leri niteleyici şu buyruklarını andırmaktadır: "Müminler ahzabı gördüklerinde dediler ki: "Allah'ın ve Rasulünün bize vaad ettiği işte budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiştir. "O da onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı." (Ahzab, 33/22).

Müminler bu durumda Allah'a olan imanlarının doğruluk ve samimiyetini ifade ederek şöyle dediler: "Bu kalabalıklara karşı Allah bize yeter. İşlerimizi kendisine havale ettiğimiz Rabbimiz ne güzel vekildir! O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır!" Aynı şekilde bu ateşe atıldığı vakit İbrahim (a.s)'ın söyledi­ği sözdür.[87] Hz. Muhammed (s.a.) de bunu insanlardan birisi kendisine, "İn­sanlar (müşrikler) sizin için ordu topladılar, onlardan korkunuz" demeleri üze­rine söylemişti. Gam, musibet ve büyük sıkıntıların, belâların insanın etrafını kuşattığı şurada bu sözleri söylemek müstehaptır.

İbni Merdûveyh, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Büyük bir işe (sıkıntıya) düştüğünüz takdirde "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" deyiniz." [88]

İbni Ebi'd-Dünya'nın Hz. Aişe'den rivayetine göre, Hz. Peygamber kederi arttığında eliyle başını ve sakalını sıvazlar sonra da derin nefes alıp verir ve: (Hasbünallah ve ni'mel-vekil) = Allah bana yeter, o ne güzel vekildir, derdi.

Müslümanlar bu şekilde işlerini Allah'a havale edip ona tevekkül etme­leri üzerine dört türlü mükâfatı elde ettiler: Allah'tan bir nimet, Allah'ın lüt­fü, kötülüğün bertaraf edilmesi, Allah'ın razı olduğu şeye tabi olmaları sonu­cunda onun da onlardan razı olması. Yani onlar Allah'a tevekkül edip düş­manlarıyla karşılaşmak üzere çıktıkları vakit Allah da onların üzülüp endişe­sini duydukları şey hakkında onlara kâfi geldi. Onlara kötülük yapmak iste­yenlerin bu imkânlarını geri çevirdi, onları korudu, ticaretlerinde kâr sağla­dılar. Onlara herhangi bir öldürme ya da eziyet isabet etmedi. Kurtuluşun dünya ve ahirette mutluluğun temeli olan Rasullerine itaat ve Rablerinin rı­zasını elde etmek niteliğine sahip oldular. Allah'ın bunda onlar üzerindeki lütfü pek büyüktür. Çünkü onlara imanlarını artırmak, cihada muvaffak kılmak, düşmanlarının sakladığı kötülüklerden onları korumak suretiyle lütuf-ta bulunmuştur.

İşte bu geriye kalan ve oturanların (savaşa çıkmayanların) ziyanda olduk­larına bir işarettir. Çünkü bunlar başkalarının elde ettikleri nimetlerden mah­rum kaldılar. Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" buyru­ğunun anlamı işte budur.

Beyhakî, İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Nimet, onların esenliğe kavuşmaları, bolluk da o panayır günlerinde gelen bir kervanı Resulullah (s.a.)'ın satın alması ve bundan önemli bir kâr sağlayıp bu kârını da arkadaşları arasında paylaştırmağıdır.

Taberî, es-Süddfden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.), Küçük Bedir'e çılanca ashabma bir miktar gümüş para (dirhem) verdi. Onlar da bu panayırlarda alışveriş yaptılar ve pek çok kâr elde ettiler.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İşte bu şeytandır, ancak ken­di dostlarını korkutur. Yani sizi kendi dostlarıyla korkutmak ister. Onların bü­yük bir güç ve kuvvet sahibi oldukları vehmini size vermeye çalışır. Size söyle­nen, "İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun" sözle­ri, ancak müşriklerden olan yardımcıları ile sizleri korkutmaya çalışan, onların sayılarının çok olduğu, büyük bir güç kuvvet sahibi oldukları vehmini vermeye çalışan ve bu bakımdan sizlere, "Onlara karşı çıkmayın" diyen şeytandan gel­medir.

Fakat ey müminler size düşen şudur: Şeytan size bir işi güzel gösterip bu konuda size vehim verdiğinde yalnızca bana tevekkül ediniz, bana sığınınız. Ben size yeterim, size yardım edeceğim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Allah kuluna kâfi gelmez mi? Halbuki onlar seni ondan başkalarıyla korkuturlar... De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler yalnız O'na tevekkül ederler." (Zümer, 39/36-38); "Allah, elbette ben ve peygamberlerim galip gelece­ğim diye yazdı. Muhakkak Allah güçlüdür, azizdir." (Mücadele, 58/21); "Allah kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım edecektir." (Hac, 22/40); "Ey iman edenler, eğer sizler Allah'a (dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed, 47/7). Bir başka yerde de şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz bizler peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları günde yardım ederiz. O gün kâfirlerin özürleri fayda vermez. Hem lanet ve hem de kötü yurt onlarındır." (Mümin, 40/51-52). [89]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'ın, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma ..." ayeti ile ondan sonraki ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Düşman karşısında bozguna uğrayıp geri kaçmayan, sabır ve sebat gös­teren, öldürülünceye kadar çarpışanın Allah katında çok yüksek bir mevkisi vardır. Bu ise şehitlerin mevkisidir. Allah katında bu, üstünlük ve hayat de­mektir. Şehitler cennette diridirler, rızıklanırlar. Ruhları da sair müminlerin ruhları gibi hayattadır. Ölseler ve cesetleriyle toprağa gömülmüş olsalar bile bu böyledir. Öldürüldükleri zamandan itibaren cennette rızıklanmakla onlara üstünlük verilmiştir. Adeta onlar için dünya hayatı daimi gibidir.

Müfessirlerin büyük çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre şehitlerin ha­yatı muhakkaktır, fakat özel bir türdür. Ya kabirlerinde ruhları kendilerine ge­ri verilerek nimetlere gark olurlar ya da cennet nzıklaimdan kendilerine rızık verilmektedir. Yani onlar, cennetin içinde olmamakla birlikte onun kokusunu alırlar. Bunun bir mecaz olduğu da söylenmiştir. Yani onlar Allah'ın hükmü ge­reğince cennette nimete nail olmaya hak kazanmışlardır. Konu ile ilgili görüş­lerin sahih olanı ise ruhlarının yeşil kuşların kursağında olduğu, cennette rı-zıklandırıldıklan, yiyip nimet içerisinde olduklarıdır.

2- Şehitlerin yıkanması, kefenlenmesi ve namazlarının kılınması husu­sunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır:

Hanefîler der ki: Şehit elbiseleri ile kefenlenir, namazı kılınır. Eğer mükel­lef ve tahir ise ayrıca yıkanmaz. Cünüp, ay hali ve lohusa şehit düştüğü takdir­de ise Ebu Hanife'ye göre küçük çocuğun ve delinin yıkandığı şekilde yıkanır­lar. Ebu Yusuf ile Muhammed'e göre ise yıkanmazlar. Kefenlenmeyeceklerine ve yıkanmayacaklarına dair delil Buharî tarafından rivayet edilen Hz. Cabir yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: "Onları kanlarıyla defnediniz." Şafiî, Beyhakî, Ahmed ve Nesaî'nin rivayetinde ise şöyledir: Onları kanları ile sarıp gömdüler. Yani Uhud günü Hz. Peygamber yıkamaksızın gömülmelerini emretti. Peygam­ber Uhud şehitlerine 72 adet namaz kıldı.

Cumhur ise der ki: Şehit yıkanmaz, kefenlenmez ve namazı kılınmaz. Fa­kat kanın dışında meydana gelmiş necasetler varsa temizlenir. Çünkü bunlar şehitliğin bir etkisi değildir. Buna delil ise Buharî ile Müslim tarafından itti­fakla rivayet edilen Hz. Cabir yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir. Peygamber (s.a.) Uhud şehitlerinin kanlarıyla birlikte defnedilmelerini emretti. Onları yıkama­dı ve onların namazını kılmadı.

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer şehit canlı olarak taşı­nabilir ve savaşta ölmeyip yaşar ve daha sonra ölürse namazı kılınır. Nitekim Ömer (r.a.)'e bu şekilde uygulama yapılmıştır.

Haricîlerin, yol kesenlerin ve buna benzer kimselerin öldürdükleri kişiler gibi zulmen öldürülenler konusunda Ebu Hanife ile es-Sevrî şöyle derler: Zul-men öldürülen kimse yıkanmaz; fakat hem böyle bir kimsenin, hem de bütün şehitlerin namazı kılınır. Cumhur ise şöyle demektedir: Savaş ehli kimseler ta­rafından öldürülenler dışında bütün ölenler yıkanır.

Düşman sabahleyin bir topluluğa evlerinde baskın yapar da baskına uğra­yanlar haberdar olmadığı halde onların bir kısmını öldürecek olursa bu öldürülenler yıkanır, kefenlenir ve namazları kılınır. Çünkü bunlar iki saf ara­sında savaş halinde öldürülmüş değillerdir.

3- Allah yolunda öldürülüp O'nun yolunda şehit düşmenin Allah katında çok büyük bir sevabı vardır. O kadar ki bu Peygamber (s.a.)'in de buyurduğu gi­bi bütün günahlara kefarettir: "Allah yolunda öldürülmek borç dışında her şeye kefarettir." [90] İşte bu, borç hükmündeki gasp, batıl yolla mal almak, kasten öl­dürmek, kasten yaralamak ve buna bağlı kişinin zimmetine taalluk eden şahsî hakların önemine dikkat çeken bir ifadedir. Borcun dışında kalan sözünü ettiği­miz sair hakların cihad ile dahi bağışlanmaması borca nispetle öncelikle söz ko­nusudur. Çünkü bunlar daha ağır günahlardır. Bütün bu gibi haklarda kısas ise iyilikler ve kötülüklerle yapılır. Bu konuda sünnette varit olanlardan birisi de Müslim'in rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis-i şeriftir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müflisin kim olduğunu bilir misiniz?" On­lar, "Bizim aramızda müflis diye hiç bir dirhemi, malı olmayan kimseye denir" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis kimse şu­dur: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtı eda etmiş olarak gelir. Diğer taraftan buna sövmüş, ötekine iftira etmiş, berikinin malını yemiş, bir başkasının kanını dökmüş, daha bir diğerini dövmüş olarak gelir. Buna hasenatından ötekine de hasenatından verilir. Bu şekilde üzerindeki haklar ödenmeden önce hasenatı tü­kenecek olursa, ötekilerinin günahlarından alınır, ona bırakılır, sonra da o kim­se cehenneme atılır." Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettiği Ebu Hurey­re yoluyla gelen bir diğer hadiste de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Üzerinde borç bulunduğu sürece müminin nefsi muallaktadır."

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunlar, ya kişinin cennete girmesini en­gelleyen borç ödenebilecek kadar bir mal geriye bıraktığı halde ödenmesini va­siyet etmediği yahut ödeyebilecek imkânını bulduğu halde ödemediği yahut gü­nah veya bir ısrar uğrunda alıp da ödemeksizin vefat ettiği borçlardır. Fakirlik ve ihtiyacı dolayısıyla ödemek üzere borç alıp ödeyemeden ölen ve geriye de borcunu ödeyecek mal bırakamayan kimseye gelince inşaallah böyle bir kimse­yi Allah cennete girmekten alıkoymayacaktır. Çünkü böyle birisinin borcunu ödemek sultan (İslâm devlet yöneticisinin) üzerinde farzdır. Ve bu borç ya sada­kalar cümlesinden yahut da zekâttaki borçlular payından ya da Müslümanlara dağıtılan fe/den ödenir. Buharî ile Müslim tarafından ittifakla rivayet olunan hadis-i şerifte Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre şöyle denilmektedir: "Her kim ödenecek bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa, bunları kar­şılamak Allah'a ve Rasulüne aittir ve her kim de bir mal bırakırsa mirasçıları­na aittir."

4- Yüce Allah'ın, "Rableri katında diridirler, mıhlanırlar" buyruğunda sö­zü geçen "rızık" âdeten bilinen nzıktır. Bu da lafzın hakikî manasını ifade eder. "Burdaki rızık'tan kasıt anılmaları anlamında hayatta olmalarıdır" diyenlerin görüşüne göre bu, onlara güzel övgü rızık olarak ihsan edilir, diye açıklanır. Bu ise mecazî bir anlamdır.

5- es-Süddî, "Arkalarından henüz kendilerine katılamayanlara, "Müjdele­mek isterler" ayeti ile ilgili olarak şöyle der: Şehide kardeşlerinden yanına ge­lecek olanların belirtildiği bir kitap getirilir. O da dünyada gaip bir kimsenin gelişi ile yakınlarının sevindiği gibi sevinir. Katâde, İbni Cüreyc, er-Rabî' ve başkaları da der ki: Onların müjdeleri, sevinmeleri şu sözlerle olur: "Dünyada geride bıraktığımız kardeşler, peygamberleriyle birlikte Allah yolunda çarpışı­yorlar. Onlar da şehit düşecekler ve bizim içinde bulunduğumuz bu lütfün bir benzerine nail olacaklar." Onlar adına bu nimetlerle sevinirler, sevinç duyar­lar.

6- Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bir lütfü... müjdesini vermek ister­ler* buyruğundaki lütuf açıklamayı daha bir artırmak içindir. Esasen lütuf, ni­metin kapsamına dahildir. Bu verilecek nimetlerin genişliğinin ve bunların dünya nimetleri gibi olmadığının delilidir. Şöyle de denilmiştir: Nimetten sonra lütuf tekit için gelmiştir. Tirmizî, el-Mikdâm b. Madîkerib'den şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şehidin Allah nezdinde altı tane özelliği vardır: [91] Kanından akan ilk damla ile birlikte günahları bağışlanır, ona cennetteki yeri gösterilir, kabir azabından korunur, en büyük dehşetten ya­na güvenlik içerisinde kalır, başının üzerine vakar tacı konur: O tacın tek bir yakutu dahi dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. Ona hurul-în'den 72 tane zevce verilir, akrabalarından 72 kişiye şefaatçi kılınır." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir.

Bu hadis-i şerifin muhtevası ayet-i kerimede sözü geçen nimet ve lütfü açıklamaktadır.

7- "Yaralandıktan sonra Allah'ın ve Peygamberin çağrısına koşanlar..." ayet-i kerimesi savaşı sürdüren Ebu Süfyan ve onunla birlikte olanları korkut­mak kasdıyla Hamrâül-Esed'e kovalayan Ashab-ı kiramın -ki sayıları yetmiş kişi idi- şu iki sebep dolayısıyla Yüce Allah'ın methü senasını hak ettiklerine işaret etmektedir: Kendisi ile birlikte savaşa çıkma çağrılarını kabul ederek Allah'ın Rasulüne itaat etmeleri, Uhud vakasında isabet aldıkları oldukça ağır yaralara ve acılara rağmen bu zorluklara katlanmaları.

8- "Onlar öyle kimselerdir ki insanlar kendilerine..." ayet-i kerimesi sami­mi müminin korkak olmayacağını göstermektedir. Çünkü korkaklık iman ile birlikte bir arada bulunmaz. Zira korkaklığın illeti ölümden korkmak ve dünya hayatına hırsla bağlılıktır. Bu ikisi ise müminden uzak şeylerdir. Resulullah (s.a.) ile birlikte Uhud gazasının ertesi yılı Küçük Bedir*e giden Ashab-ı kiram Allah yolunda kahramanlığın, fedakârlığın ve cesaretin üstün örneklerini ver­mişlerdir

9- Bu ayet-i kerime aynı şekilde müminin korkuya sebep olan etkenlerden kurtulmasının mümkün olduğunu da göstermektedir. Mümin, "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" sözüyle korkunun hakkından gelebilir.

10- Yüce Allah'ın, "Bu, onların imanını artırdı" buyruğu "İnsanların sözle­ri imanlarını yani dinlerinde tasdik ve yakinlerini, güçlerini, cesaret ve istidat­larını artırdı" demektir. Aynı zamanda bu buyruk, imanın salih amellerle arttı­ğına da işaret etmektedir.

İmanın artıp eksilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşü şudur: İmanın aslı ve özü olan tasdik tek bir şeydir. Bu gerçekleştikten sonra bunda ziyade-artış söz konusu olmaz. Zail olduğu takdirde de ondan geriye bir şey kalmaz. Artma ve eksilme ise imanın bizatihi kendisinde değil, ona taalluk eden şeylerdedir. Cumhurun kabul ettiği görüş ise şudur: İman kendisinden sadır olan ameller itibariyle artar ve eksilir. Çünkü Müslim ve Tirmizî'de riva­yet edilen hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "îman yetmiş küsur bölümdür. Onun en üstünü lâ ilahe illallah sözüdür. En aşağısı ise yoldan eziyet verici şey­leri kaldırmaktır. Haya da imandan bir bölümdür." Bu son cümle yalnızca Müslim'in rivayetinde yer almaktadır.

11- "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" ayeti ile ilim adamlarının belirttikleri gibi şu anlatılmak istenmektedir: Onlar işlerini Allah'a havale edip kalpleriyle O'na güvendikleri için Allah şu dört hususu onlara mükâfat olarak verdi: Nimet, bolluk (lütuf), kötülüğün önlenmesi, rızaya uymak ve on­ları da Allah'ın mükâfatına razı edip kendilerinden razı olmak.

12- Yüce Allah'ın, "Siz onlardan korkmayın, benden korkun..." buyruğu korkunun yalnızca Allah'tan olması, düşmanlardan olmaması gerektiğine işa­ret etmektedir. Ayrıca şuna işarettir: Allah'ın velileri kendilerini korkuttuğu takdirde şeytandan korkmazlar. O olsa olsa müşrikler savaştan uzak kalıp oturmak için kendi dostları olan münafıkları korkutabilir.

Doğru ve samimi bir iman kişiyi yalnızca Allah'tan korkmaya mecbur eder. Yüce Allah kendisinden korkmakla müminleri övmekte ve şöyle buyur-maktdır: "Onlar üstlerindeki Rablerinden korkarlar." (Nahl, 16/50) İbni Ma-ce'nin Sünen'inde Ebu Zerr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Sema gıcır­dadı. Gıcırdaması da yerindedir. Çünkü orada Allah'a bir meleğin secde etmek için alnını koymadığı dört parmaklık bir yer yoktur. Allah'a yemin ederim, be­nim bildiğimi bilseydiniz pek az güler ve pek çok ağlardınız. Döşeklerde kadın­lardan zevk alamazdınız. Yüce Allah'a feryad ile niyaz ederek yollara dökülür­dünüz." Ebu Zerr der ki: Allah'a yemin ederim, dibinden kopartılıp sökülen bir ağaç olmayı çok arzu ederdim. [92]

 

Uhud'dan Sonra Peygamber (S.A.)'İn Kalbinden Kederin Giderilmesi, Kâfir Ve Cimrilerle Münakaşa Ve İyilerin Kötülerden Ayırd Edilmesi

 

176- Küfürde yarışan o kimseler seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah'a asla bir zarar veremezler. Allah onlara ahi-rette hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için büyük bir azap da vardır.

177-  Şüphe yok ki iman karşılığında küfrü satın alanlar Allah'a hiç bir za­rar veremezler. Onlar için çok acıklı bir azap vardır.

178- Sakın o inkâr edenler kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için horlayıcı bir azap da vardır.

179- Allah müminleri üzerinde bulun­duğunuz halde asla terk etmez. Niha­yet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer. O halde Allah'a ve rasul-lerine iman edin, eğer iman eder ve sa­kınırsanız sizin için pek büyük bir mü­kâfat vardır.

180- Allah'ın lütuf ve kereminden ken­dilerine verdiği şeylerden cimrilik gös­terenler zannetmesinler ki o hakların­da hayırlıdır. Bilakis o, onlar için bir serdir. Cimrilik etikleri şey kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak ge­çirilecektir. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan ha­berdardır.

 

İ'râb:

 

"Ve lâ yahsebennellezîne keferû= Sakın o inkâr edenler.... sanmasınlar" buyruğundaki "(ve lâ yahsebenne)= sanmasınlar" kelimesindeki "ye" harfi hem ye hem de te olarak okunmuştur. Birinci şekildeki okuyuşa göre ifadenin takdi­ri, "İnkâr edenler ... sanmasınlar" şeklindedir. Te ile okuyuşun takdiri ise şöyle­dir: "İnkâr edenlere... sanmayasın."

"(Ve lâ yahsebennellezîne yebhalûne)= Cimrilik gösterenler zannetmesin­ler" buyruğunda yer alan (yahsebenne) kelimesinin de ilk harfi ye ve te şekille­rinde okunmuştur. Bu durumda ifadenin takdiri (ye ile okuyuşa göre) şöyle olur: Allah'ın lütfundan kendilerine verdikleri şeylerden cimrilik gösterenler, cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. İkinci okuyuşa göre ise ifadenin takdiri şöyle olur: Cimrilik gösterenlerin cimriliklerinin kendileri için hayırlı olduğunu zannetmeyin. [93]

 

Belagat:

 

Yüce Allah'ın, "Şüphe yok ki iman karşılığında küfrü satın alanlar" buyru­ğunda, "küfürde yarışan o kimseler" ile "nihayet murdarı temizden ayırınca ..." buyruklarında istiare vardır. Çünkü murdar ve temiz ile kastedilen münafık ile mümindir. "Küfür ile iman" kelimeleri arasında da tıbâk sanatı vardır. [94]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Küfürde yarışan o kimseler" , küfre yardim için ellerini çabuk tutanlar ki bunlar Mekke halkı veya münafıklardır "seni üzmesin!" Seni kederlendirmesin, sana acı vermesin. Yani onların kâfir olmalarına önem verme! "Allah onlara ahirette" Cennette "hiçbir nasip bırakmamak ister." Onları herhangi bir pay sa­hibi kılmak istemez. Bundan dolayı onları yardımsız bırakmıştır.

"iman karşılığında küfrü satın alanlar" müşterinin mal karşılığında bedel verdiği gibi, imana karşılık küfrü alanlar "Allah'a hiç bir zarar veremezler."

Ömürlerini uzatmak suretiyle, onlara azabı ertelemekle "mühlet vermemi­zi haklarında hayırlı sanmasınlar." Onlara mühlet vermemiz ancak günahları­nı artırmaları içindir. Çok masiyet işlemek suretiyle yani sonunda günahları artıp dursun diyedir "Onlar için horlayıcı bir azap da vardır." Ahirette küçül­tücü bir azap vardır.

"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır" yani münafıkı müminden ayırd edecektir. Uhud gününde olduğu gibi ağır mükellefiyetlerle münafık ile mümin arasındaki apaçık farkı ortaya koymuştur, "Allah sizi gayba da muttali kılmaz" ki böyle bir ayırd etmeden önce münafıkı başkasından ayırd edip bilemezsiniz.

"Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer." Onu kendine has olan gaybına muttali kılar. Resulullah (s.a.)'ı münafıkların durumuna muttali kıldı­ğı gibi.

"Eğer iman eder ve sakınırsanız" münafıklıktan kendinizi korursanız "si­zin için pek büyük bir mükâfat vardır." "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeyde" mal ve benzeri şeylerde "cimrilik gösterenler zannetmesinler ki o ... hayırlıdır." "Cimrilik ettikleri şey kıyamet günü" bu cimrilik ettikleri şey boyun­larına bir yılan olarak dolanacaktır ve onu sokup duracaktır; hadis-i şerifte va­rit olduğu gibi "boyunlarına bir halka olarak geçirilecektir." Yaptıkları cimrilik­lerinin vebali gerdanlığın boyuna dolanması gibi, onların boyunlarında olacak­tır. Cimrilik gösterdikleri şeyden kasıt ise, mallarının zekâtını vermemeleridir.

"Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır." Her ikisindeki yaratıklar yok olduk­tan sonra ona miras kalacaklardır. Miras göklerde ve yerde bulunanların bir­birlerinden devraldıkları mal ve buna benzer şeylerdir. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Ona göre amellerinize karşılık verecektir. [95]

 

Nüzul Sebebi

 

"Allah müminleri üzerinde bulunduğunuz halde asla terk etmez." mealin­deki 179. ayetin nüzulü ile ilgili olarak es-Süddî şöyle demektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ümmetim suretleri ile bana -tıpkı Adem'e arzolunduğu gibi-arzolundu ve bana kimin iman edeceği, kimin de kâfir olacağı bildirildi." Mü­nafıklar bunu haber alınca alaya aldılar ve şöyle dediler: Muhammed kendisi­ne kimin iman ettiğini kimin kâfir olduğunu bildiğini iddia ediyor; biz de onun­la birlikteyiz ve bizi bilmiyor. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi in­dirdi.

el-Kelbî der ki: Kureyş şöyle dedi: "Ey Muhammed, sana muhalefet edenin cehennemde olacağını, Allah'ın ona gazap edeceğini söylüyorsun. Senin dinine uyup sana tabi olanların ise cennetlik olduğunu, Allah'ın da onlardan razı ola­cağını söylüyorsun. Peki sen bizlere sana kimin iman ettiğini, kimin de etmedi­ğini haber ver." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Ebul-Âliye der ki: Müminler, mümin ile kâfiri birbirlerinden ayırd edecek­leri bir alâmetin kendilerine verilmesini istediler. Bunun üzerine Yüce Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi.[96]

"Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik gösterenler zannetmesinler ki..." mealindeki 180. ayet, müfessirlerin çoğunluğuna göre ze­kât vermeyen kimseler hakkında inmiştir. Atıyye, İbni Abbas'tan Muhammed (s.a.)'in niteliklerini ve peygamberliğini gizleyen Yahudi hahamları hakkında indirildiğini rivayet etmektedir. Burada "cimrilikle de Yüce Allah'ın kendileri­ne vermiş olduğu bilgiyi kastettiğini ifade eder [97]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Uhud'da müşriklerin zafer kazanıp müminlerin büyük çapta eziyet görme­leri münafıkların bu sonucu istismar etmelerine sebep oldu. Şöyle demeye ko­yuldular: "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı (arkadaşlan) öldürülmez, kendisi de bozguna uğramazdı. Aksine o bir hükümdarlığın peşindedir. O bakundan kimi zaman galip gelmekte, kimi zaman yenik düşmektedir." Diğer ta­raftan kâfirlere yardım etmekte ellerini çabuk tuttular, müminleri de savaş­maktan uzak tutmaya gayret ettiler. Peygamber (s.a.) bundan üzüntü duydu, kederlendi. İşte bu ayet-i kerimeler onun sıkıntısını gidermek, içindeki kederi dağıtmak üzere nazil oldu. Nitekim kâfirler imandan yüz çevirip Kur*an-ı Ke-rim'e yahut onun şahsına dil uzattıkları için de Yüce Allah şu buyruklarında Hz. Peygamberi teselli etmiştir: "Onların söyledikleri sözler seni üzmesin. Şüp­hesiz izzet bütünüyle yalnız Allah'ındır." (Yunus, 10/65); "Belki sen bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6). [98]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah insanlara karşı aşıft derecedeki tutkunluğu sebebiyle peygam­berine şöylece hitap etmektedir: Ey peygamber, kâfirlerin sana ters düşmeye, sana karşı inatlaşmaya, ayrılığa düşmeye, küfre yardımcı olmaya koşuşmaları seni üzmesin! (Ebu Süfyan, onun dışında kalan Mekke halkı, Yahudiler ve mü­nafıklar gibileri)

Şüphesiz bunların Allah'ın dostlarına -ki bunlar Peygamber ve onun arka­daşlarıdır- hiç bir zararları olmaz. Onlar ancak kendilerine zarar verebilirler. Onlar Yüce Allah'a karşı savaşıyorlar. Kendi aleyhlerine hazırlıklarda bulunu­yorlar ve musibet, sonlarında başlarına çökecektir. Ahirette Allah'ın sevap ve ecrinden mahrum kalacaklardır. Miktarı bilinmeyecek ölçüde büyük azap onla­rındır. Yaptıklarına karşılık Allah onları cezalandıracak ve fakat onlara zul-metmeyecektir. Küfürleri, sapıklıkları, kâfirlere yardımcı olmaları, müminlere karşı direnmeleri sebebiyle bizzat kendilerine zulmedenler yine kendileridir. Nitekim, "Kötü hile ise ancak onu yapanları kuşatır." (Fâtır, 35/43). İşte bu, on­lara aldırış edilmeyeceğini ve tehlikelerinden korkulmayacağını göstermekte­dir.

Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ey Peygam­ber! Kalpleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de küfür için­de koşuşup duranlar seni kederlendirmesin." (Mâide, 5/41).

Bu ise onlara münhasır olmayıp genel bir hükümdür. Küfrü imana tercih eden herkesi kuşatır. Bundan dolayı şöyle buyurmuştur: İmanı küfre değişen­ler Allah'a asla zarar veremezler, fakat onlar bizzat kendilerine zarar verirler. Onlar için dünyada da ahirette de oldukça can yakıcı bir azap vardır.

Bu buyruk, şu ayet-i kerimeyi de andırmaktadır: "Onlara mal ve evlâttan verdiklerimizle kendilerine hayırları çabuklaştırdığımızı mı sanıyorlar? Bilakis onlar fark etmezler." (Müminun, 23/55-56); "Artık beni ve bu sözü yalanlayanla­rı başbaşa bırak! Biz onları bilemeyecekleri bir yerden derece derece azaba yak­laştıracağız." (Kalem, 68/4); "Onların malları da evlâtları da seni imrendirme­sin. Allah onları dünyada bunlarla bir azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde güçlükle çıkmasını ister." (Tövbe 9/85).

Daha sonra Yüce Allah, kâfirlerin derece derece azaba yaklaştırılmalarını ve belli bir süreye kadar onlara mühlet verilmesini beyan etmekte; kâfirlerin kendilerine mühlet verilmesini, ömürlerinin uzatılmasını kendileri için hayırlı bir şey sanmamaları gerektiğini bildirmektedir. Çünkü kâfirler ömrü hayırlı iş­lerde kullanmamaktadırlar; kötülükte kullanırlar. O bakımdan onların akıbeti günah üstüne günah katmak, batıl ve iftirada aşırıya gitmektir. Onlar için hor kılan bir azap vardır. Yani bu azap onları zelil kılar, hakir kılar. Onlar için böy­le bir azabın hazırlanmış olduğu anlamına gelir.

Kâfirler bizim kendilerine mühlet verişimizden maksadın, yaptıkları gibi günahlarının arttırılması olduğunu sakın sanmasınlar. Onlara mühlet verilme­si aslında tevbe etmeleri ve imana girmeleri içindir; günahlarının daha çok art­tırılması ve azap görmeleri için değil. Buna göre onlara mühlet verilmesi ken­dileri için hayırlıdır. Fakat Yüce Allah ezelden beri şunu bilmiştir: Onların bir kısmı hiçbir zaman hak, hayır ve doğruluk dairesine geri dönmeyecektir. İşte böyleleri için hor kılan bir azap söz konusudur.

Zemahşerî'ye göre, Yüce Allah'ın, "Onlara mühlet vermemiz ancak..." cüm­lesi yeni bir cümle olup bir önceki cümlenin gerekçesi durumundadır. Sanki, "Bunlar kendilerine mühlet verilmesini kendileri için hayır zannetmesinler" denilmiş de buna karşılık şöyle cevap verilmiş gibidir: "Onlara mühlet verme­miz ancak günahlarını artırmaları içindir."

Allah'ın kendilerine mühlet vermesinden kastın onların günahlarının art­ması olduğu nasıl mümkün olabilir? Böyle bir soruya şu cevabı veririz: Bu, mühlet vermenin sebebidir. Her bir sebep bir maksat değildir. "Ben âciz ve muhtaç olduğumdan dolayı gazaya çıkmadım. Aynı şekilde kötülük korkusuyla şehirden çıktım" diyecek olsa, bu açıklamalarından belli bir garezin olduğu an­lamı çıkmaz. Aksine bunlar bir takım sebep ve gerekçelerdir. Aynı şekilde bu­rada günahın artması, mühlet vermeye bir sebep ve gerekçe gibi arzedilmiştir.

Acizlik savaşa gitmemenin bir sebebi olduğu gibi günahın artışı, mühlet vermenin nasıl sebebi olabilir? Böyle bir soruya da şu cevabı veririz: Allah'ın her şeyi kttffttan bilgisinde onların günahlarının artacağı malum olduğundan dolayı sanki mühlet vermek -mecaz yoluyla- bundan dolayı olmuş gibi ifade edilmiştir. [99]

Özetle: Beyle bir mühlet verme ve erteleme Allah'ın onlara bir inayeti de­ğildir. O ancak Allah'ın yarattıklanndaki bir sünnetine göre cereyan etmiştir. Bu sünnet gengfi insana hayır yahut şer isabet eder. İsabet eden bu şey de onun davranışının bur neticesidir. Bu adaletli sünnetin bir gereği de, insanın kendisine verilen bu mfthlf te aldanması ve günahlara dalıp gitmesidir. Bu da insanın hakir kılan re küçük düşüren azap ile sonuçlanan günahlara düşmesi­ne sebep olur. [100]

Daha sonra Yüce Allah şunu açıklamaktadır: Mihnetler ve sıkıntılar ima­nın sadakatini açığa çıkartır. Allah'ın kendisi vasıtasıyla dostlarını ortaya çı­kartacağı, düşmanlarını da rezil edeceği belli bir takım mihnetleri yaratması da gerekli bir şeydir. O bakımdan insanları Uhud günü karşı karşıya kaldıkları durumların benzeri bir halde bırakmaz. Nihayet Allah mümini münafıktan ayırd eder, sabreden mümin ile günahkâr münafıkı ortaya çıkartır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz sizleri imti­han edeceğiz. Ta ki içinizden cihad edenleri de sabredenleri de açığa çıkartalım ve haberlerinizi açıklayalım." (Muhammed, 47/31).

Bundan kasıt şudur: Uhud günü, Yüce Allah'ın müminleri sınadığı bir im­tihan alanıydı. Bununla insanların imanları, sabırları, yiğitlikleri, Allah'a ve Rasulüne itaatleri ortaya çıktı. Yine bu yolla Yüce Allah münafıkların üzerin­deki Örtüleri kaldırdı, böylelikle münfıkların emirlere aykırı davranışları ve ci-haddan dönmeleri, Allah'a ve Rasulüne hainlikleri açık seçik ortaya çıktı.

Bazı kimseler şöyle düşünebilir: Samimi müminin münafıktan ayırd edil­mesi, vahiy ve Allah'ın müminleri gayba muttali kılması ile gerçekleşir. Yüce Allah buna böyle cevap vermektedir. Bütün insanları gayba muttali kılmak, Al­lah'ın yapacağı bir iş değildir. Allah insanı yarattı ve onun muradına ermesini kesbî ameline bağlı olarak takdir etti. Esasen fıtrat da insanı bu doğru yola ile­tir. Din bunu gösterir, peygamberlik buna delâlet eder. Yüce Allah da peygam­berlerinden dilediğini seçer ve onu gaybî bazı hususlara muttali kılar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27). Daha sonra peygamber bir takım kimselere kimisinin münafık olduğunu, bir diğerinin ihlâslı olduğunu haber verir. Böylelikle bu haberin kaynağını yine Yüce Allah'ın bir takım kimselerin küfrüne, bazılarının da imanlarına muttali kılması teşkil eder. Yoksa o kimseyi Allah'ın muttali olduğu şekilde kalplere muttali kılması anlamında değildir.

Daha sonra Yüce Allah mümin olanı münafık olandan ayırd eder. Bu ise bu ayrılığı açıkça ortaya çıkartan sebepler aracılığı ile olur. îşte bundan dolayı sizin Allah'a ve Muhammed (s.a.)'in onlardan birisi olduğu peygamberlere iman etme­niz, Allah'a ve Rasulüne itaat edip şeriata tabi olmanız gerekir. Peygamberlerin Allah'ın kendilerine haber verdiği gaybın dışındaki bir şeyi haber vereceğine inanmalısınız. İşte bu kâfirlere bir reddir. es-Süddî der ki: Kâfirler dediler ki: "Eğer Muhammed doğru sözlü ise haydi bizden kimin iman ettiğini, kimin de kâ­fir olduğunu bize haber versin." îşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Sizler peygamberlerin getirdikleri gayb haberlerine iman eder, onun emir­lerini yerine getirmek suretiyle yasaklarından da kaçınmakla Allah'tan kor-karsanız, sizin için çok büyük bir sevap vardır. Bu sevabın miktarını kimse tes­pit edemez, sınırlandıramaz.

Dikkat edilecek olursa Kur'an-ı Kerim daima iman ile takvayı birlikte zik­reder. Tıpkı namaz ve zekâtı birlikte zikrettiği gibi. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmaz şeylerdir. Ayrıca bunlar olmaksızın imanın kemal bulmayacağını ifade eder. Yine Kur'an-ı Kerim can ile cihadı mal ile cihadla birlikte zikreder.

Bundan önceki ayet-i kerimeler cihada ve canını feda etmeye teşvik mahi­yetinde olduğu için, bunun akabinde cihad yolunda malını feda etmeye de teş­vik etmektedir.

O bakımdan hiç bir kimse cimrilerin cimriliklerinin mal yığmak ve sakla­makla, biriktirmekle kendileri için hayırlı olduğunu, cömertliğin ve infakın da kendilerini hakir düşüreceğini zannetmesin. Cimrilik dünyada da ahirette de hem toplum için, hem fert için büyük bir kötülüğün kaynağıdır. Cimrilikten ka­sıt ise, farz olan zekâtı hak sahiplerine vermemek ve muhtaçların ihtiyacı gö­rüldüğü takdirde sadaka vermemektir.

Dünyada cimriliğin zararına gelince: Zenginin malı zayi olmaya, telef ol­maya, talan edilmeye, hırsızlığa maruz kalır; kafirlerde kine sebep teşkil eder. Çağımızda olsun başka dönemlerde olsun lüks içerisindeki zenginlere oldukça ağır saldırılar yapılmış ve kapitalizmin temellerini sarsmak için sosyalizm adı alfanda bir takım düşünceler, teoriler yaygınlık kazanabilmiştir.

Cimriliğin ahiretteki ve dindeki zararına gelince: Yüce Allah cimrilikleri­nin vebalini çekeceklerini, sıkı elli olmalarının akıbeti ile karşılaşacaklarını haber vermektedir. Bu vebal ve akıbet boyna dolanmış gerdanlık gibidir. Kı­nanmaktan, sorgulanmaktan ve bu işleri dolayısıyla ceza görmekten asla kur­tulamayacaklardır. Buharî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resuluüah (s.a.) buyurdu ki: "Allah her kime bir mal verir o da onun zekâtını ödemezse, malı ona gözünün üzerinde iki kara noktası bulunan büyük bir ejder­ha suretinde gösterilir. Bu ejderha kıyamet gününde boynuna dolanır. Onu iki çenesiyle yakalar ve şöyle der: "Ben senin malınım, ben senin hazinenim." Daha sonra şu, "Allah'ın lütuf ve keriminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik göste­renler zannetmesinler ki o haklarında hayırlıdır. Bilakis o onlar için bir ser­dir..." ayetini sonuna kadar okudu.

Gerçek şu ki, insanların birbirlerinden miras alıp durdukları mal ve ben­zeri göklerde ve yerde bulunan her bir şey Allah'ındır. Peki nasıl olur da bazı insanlar Allah'ın mülkünde Allah'a karşı cimrilik eder ve o malı Allah yolunda infak etmezler? İşte bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onun sizi üzerinde halife kıldığı şeyden (maldan) infak ediniz." (Hadid, 57/7). Bütün işler Yüce Allah'a döndürülür. O balamdan Allah'ın huzuruna gideceğiniz günde si­ze fayda verecek şekilde mallarınızın bir kısmını önden gönderiniz. Allah sizin niyetlerinizi, kalplerinizi, amellerinizi çok iyi bilir. Onlardan haberdardır. Bun­lardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O, hayır yahut kötülük olsun, herkese ka­zandığının karşılığını verecektir. [101]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Küfrün çeşitli kesimlerini temsil eden Yahudi, kâfir ve münafıkların bir­birlerine yardımcı olmaları dolayısıyla üzüntü ve kedere gerek yoktur. Çünkü onlar kıt akılları ve yanlış görüşleriyle çetin azaba maruz kalarak ancak kendi­lerine zarar verirler. Bunların, hiçbir şekilde peygambere zararları olmayacak­tır. Peygamberden istenen, tebliğ etmekten ibarettir. Onun yardımcısı, destek­leyicisi, koruyucusu, insanlara karşı muhafaza edecek olan Allah'tır.

Fakat el-Kuşeyrî şöyle der: Kâfirin küfrü dolayısıyla üzülmek bir itaattir. Fakat Resulullah (s.a.) kavminin kâfir olmasına aşın derecede üzülürdü, an­cak onun bu şekilde üzülmesi şu buyruklarda görüldüğü gibi ona yasak kılındı: "O halde onlar için üzülerek kendini helak etme." (Fâtır, 35/8); "Belki bu söze iman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin." (Kehf, 18/6).

Allah'a asla hiçbir zarar veremezler. Yani küfre girmekle Allah'ın mülkün­den, egemenliğinden bir şey eksütemezler. Yüce Allah bu hususu her iki ayette (176 ve 177. ayetlerde) de pekiştirmektedir. İster küfre yardım için ellerini ça­buk tutsunlar, ister iman karşılığında küfrü satın alsınlar, az ya da çok Allah'a hiçbir şekilde zarar veremezler. Onlar kendilerini acıklı azaba mahkûm ettikle­ri için ancak kendilerine zarar verebilirler.

İşlenen günah küfür gibi büyük bir günah olsa dahi Yüce Allah hiçbir gü­nahın cezasını vermekte aceleci değildir. O kişiye mühlet verir, ömrünü uzatır. Bolluk içerisinde rahat bir şekilde yaşatır. Ta ki tevbe etsin ve salih amel işle­me imkânını bulsun. Sanki mühlet vermek ve ömrünü uzatmak arzu edilen gü­zel etkiyi gerçekleştirecek bir şeymiş gibidir. Arzu edilen güzel şey ise iman, Allah'a ve Peygamberine itaat etmek ve iyilikleri daha bir artırmak, daha az günah işlemektir. Fakat çoğu insanlar tarafından bu mesele yanlış anlaşılmak­tadır. O bakımdan onlar sapıklıklarında, günahlarında devam edip giderler. Ömrün artmasını, rahat yaşayışı, azabın ertelenmesini kendileri için hayırlı sanırlar. Halbuki o, onlar için uğursuz bir kötülüktür. Günahın artışı için bir sebeptir. Buna uygun ceza olan acıklı azabı hak etmeye gerekçedir.

İşte imanın ve salih amelin fayda vereceği hususunda Müslümanları şüp­heye düşüren bu gibi kimseler, hayırlı bir iş yaptıklarını asla zannetmesinler. Şüphesiz Allah onları helak etmeye kadirdir. Uhud günü elde ettikleri zaferin de kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bu onların cezalarının artması­na bir sebap oldu. İbni Mes'ud der ki: İyi olsun kötü olsun ölümün kendisi için hayırlı olmadığı hiçbir kimse yoktur. Çünkü eğer kişi iyilerden ise Yüce Allah, "Allah'ın nezdindeki şeyler, iyiler için daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân, 3/198) diye buyurduğu gibi, eğer kişi günahkâr ise bu konuda da Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Onlara mühlet vermemiz, ancak günahlarını artırmaları içindir."

Sıkıntı ve mihnetlerde, imanın samimiyet derecesi denenmektedir. Bu sı­kıntı ve mihnetlerle mümin münafıktan ayırd edilir. İşte o vakit münafıkların durumu ortaya çıkar, Müslümanlar onlara karşı tedbir alır ve böylelikle kendi­leri için dayanak teşkil etmesi mümkün olan sağlıklı gücün boyutlarını tespit edebilirler. Hatta mihnet ve sıkıntı müminin imanının derecesine de açıklık ge­tirir. O bakımdan zahirî şeylere aldanmamak gerekir. Mihnet ve sıkıntı ile kişinin itikat itibariyle zayıflık durumuna, ahlâkının bozukluğuna, ruhundaki hastalığının gerçek mahiyetine vakıf olmak mümkün olur.

Gayba muttali olmak peygamber ve rasullere münhasırdır. Böyle bir şeye muttali olma yetkinliğini kazananlar üstün mertebe ve şeref sahibi olanlardır. İnsanlara düşen ise peygamberlerin getirdiği gayba dair haberlere iman et­mektir. Verilen emirleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak, onları terk et­mek suretiyle de Allah'tan gereği gibi korkmak ve takva sahibi olmaktır. Kâfir­ler kim mümindir kim kâfirdir gibi kendilerine fayda vermeyen şeylerle uğraş­masınlar. Onlar kendilerini ilgilendiren şeylerle uğraşmalıdır. Bu ise imandır yani tasdik ve yakîn sahibi olmaktır. Yoksa gayba muttali olmaya göz dikmek değildir. Eğer iman eder, takva sahibi olurlarsa onlar için cennet vardır.

Yüce Allah'ın, "Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyde cim­rilik gösterenler zannetmesinler ki o, haklarında hayırlıdır..." ayeti aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Cimrilik gösterenler cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu asla zan­netmesinler. Aksine bu kendileri için kötülüktür. Çünkü onlar cimrilik etmekle mallarını zayi olmak, telef olmak, çalınmak ve benzeri tehlikelere maruz bıra­kırlar. Kendileri için bir görev olan toplumsal dayanışma, fakirliği ortadan kal­dırmak için yardımlaşma gibi görevlerinde kusurlu olduklarından dolayı top­lumlarına zarar verirler. Esasen fakirlik toplumun tümüne zararlıdır. Toplu­mun hayatı ise kişinin canını ve malını feda etmesine bağlıdır.

Cimrilik ve el sıkılığı yani cimrilikle birlikte açgözlülük (buhl ve şuh) ara­sındaki farka gelince: Cimrilik, insanın sahip olduğu şeyi vermekten uzak dur­masıdır. El sıkılığı ise yanında bulunmayanı da elde etmeye tutkun olmaktır. Sahih olan ise el sıklığının açgözlülük ile birlikte cimrilik anlamını ifade ettiği­dir. Çünkü Müslim'in rivayetine ve Cabir b. Abdullah'ın naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm kıya­met gününde zulumâttır (karanlıklardır). Eli sıkılıktan sakınınız. Çünkü eli sı­kılık sizden öncekileri helak etti. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haram olan şeylerini helâl kılmaya itti."

2- "Göklerin ve yerin mirası da Allah'ındır" buyruğu da Yüce Allah'ın baki oluşuna, mülkünün devamına delildir. Onun ezelden olduğu gibi ebedde de âlemlere muhtaç olmadığını göstermektedir. Bütün mahlûkatı yok olduktan sonra, mülkleri sona erdikten sonra arza O mirasçı olacaktır. Mülkler ve mal­lar haklarında herhangi bir davacı olmaksızın geriye kalacaktır. İşte bu, insan­ların alışageldiklerine göre bir mirasçılık gibi ifade edilmiştir. Yoksa hakikatte bu bir miras değildir. Çünkü gerçek anlamda miras şudur: Bir şeye mirasçı olan daha önce o şeye malik değildir. Şanı yüce Allah ise her zaman için gökle­rin, yerin ve ikisi arasında olanların mutlak malikidir. Yüce Allah'ın şu buyru­ğu da bu ayet-i kerimeye benzemektedir, "Muhakkak yeryüzüne ve onun üstün-dekilere mirasçı olacak olanlar bizleriz." (Meryem, 19/40). Her iki ayetin anla­mı şudur: Şanı yüce Allah, ölmeden ve bunu Yüce Allah'a bir miras olarak terk etmeden önce infak etmelerini, cimrilik göstermemelerini emretmektedir. On­lara infak ettiklerinden başkasının faydası olmayacaktır.

3- Yüce Allah'ın ilmi geniştir; bütün incelikleri kuşatır. O her şeyin, bütün amellerin küçüğünü de büyüğünü de bilir. Alabildiğine gizli olanları hatta giz­liden de gizli olanı bilir. Herkese amelinin karşılığını verir. Niyetine göre mü­kâfat verir. Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen Hz. Ömer'den gelen meşhur hadiste olduğu gibi: "Ameller ancak niyetlere göredir ve herkes için ni­yet ettiği şey ne ise o vardır." [102]

 

Yahudilerin Yüce Allah'a Fakirlik Nispet Etmek, Peygamberi Yalanlamak Gibi Bir Takım Kabahatleri

 

181- Andolsun AUah, "Muhakkak AUah fakirdir ve biz zenginiz" diyenlerin sözlerini işitmiştir. Onların o sözlerini ve haksız yere peygamberi öldürmele­rini yazacağız ve, "O yakıcı azabı tadı­nız" diyeceğiz.

182- "Bu ellerinizin önden gönderdiği­nin karşılığıdır. Şüphesiz AUah kulla­rına zulmedici değildir."

183- "Bize ateşin yiyeceğini kurban ge­tirmedikçe hiçbir peygambere iman etmememizi AUah bize emretti" diyen­lere de ki: "Size benden önce nice pey­gamberler apaçık delilleri ve dediğini­zi de getirmişlerdi. Doğru söylüyorsa­nız onları niçin öldürdünüz?"

184- Eğer onlar seni yalanlarlarsa sen­den önce apaçık deliUerle, sahifelerle, aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice pey­gamberler de y alanlanmıştı.

 

İ'râb:

 

"Yazacağız" buyruğu meçhul olarak "yazılacaktır* şeklinde de okunmuştur. [103]

 

Belagat:

 

"Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz." Yahudiler fakirliği, mübalağa yoluyla ve pekiştiriri ifadelerle Yüce Allah'a nispet etmişler, buna karşılık pe­kiştiriri edat kullanmaksızın isim cümlesi ile kendilerini zengin olmakla nite­lendirmişlerdir. Böylelikle zenginliğin, ayrıca pekiştiriri edata gerek olmaksı­zın kendilerinin ayrılmaz bir niteliği olduğunu anlatmak istemişlerdir.

"Onların o sözlerini... yazacağız." Allah bizzat yazmaz. Yazmak üzere me­leklerine emir verir. Fiilin kendisine isnat edilmesi aklî mecaz kabilinden bir mecazdır.

"Ellerinizin önden gönderdiği" buyruğu bir parçanın (cüz'ün) zikredilip bü­tünün kastedilmesi türünden bir mecaz-ı mürseldir. Özellikle ellerin zikredil­mesi, amellerin çoklukla onlar vasıtasıyla yapılmasından dolayıdır.

"Ateşin yiyeceği bir kurban"; burada yemenin ateşe isnat edilmesi, istiare yoluyladır. Çünkü gerçekte yemek, insan ve hayvan hakkında söz konusudur.

Ayrıca "fakir" ile "zengin" kelimeleri arasında tıbâk ve "diyenlerin sözleri­ni" ifadesi ile "seni yalanlarlarsa... yalanlamıştı" ifadeleri arasında mugayir bir cinas vardır. "Allah kullarına zulmedici değildir" buyruğunda "zulmedici (anla­mına gelen: zallâm)" kelimesi mübalağa için değildir. Burada attâr ve neccâr (marangoz) kelimeleri gibi nispet içindir. [104]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onların o sözlerini... yazacağız." Yani cezasını görmek üzere söyledikleri­nin amel sahifelerine yazılmasını emredeceğiz. Anlatılmak istenen ise, "Biz bu sözleri dolayısıyla onları cezalandıracağız" şeklindedir.

"Yakıcı azap"; bu, yakarak acı ve ıstırap veren yakıcı (el-harîk'in tam kar­şılığı yangındır) ateşin alevlenen halinin adıdır. Ateş ise hem alevli olanı hem olmayanı kapsar. Burada anlatılmak istenen de yakıcı ve acı verici olan azaptır ki, bu da ateş azabıdır. "Yakıcı azap" tabiri ile bizzat yanmanın kendisi olan azap anlatılmak istenmektedir. Yani biz bu sözlerinden dolayı onlardan inti­kam alacağız, demektir.

"Allah bize emretti." Yani Tevrat'ta bize bu emri verdi ve bize bunu tavsiye etti.

"Bir kurban..." Kurban, kendisi ile Yüce Allah'a yaklaşılan hayvan, para ve buna benzer şeylerdir. Yani bizler sen bize böyle bir şey getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz. "Ateş" ile kastedilen ise semadan inen bir ateştir.

Azarlamak üzere onlara "De ki..."

"...senden önce apaçık deliller" açık-seçik mucizeler, "sahifeler (ez-zübur)" kitap anlamına gelen zebûr kelimesinin çoğuludur; Hz. İbrahim'in sahifeleri gi­bi, "aydınlatıcı" açık ve seçik "kitaplarla" Tevrat ve İncil'le, "gelmiş nice pey­gamberler de yalanlanmıştı." Yani eğer insanlar seni yalanlamış iseler şunu bil ki, peygamberlerin yalanlanması senden öncekiler arasında yaygın görülen bir husustur. O bakımdan önce peygamberler nasıl sabrettiyse sen de öylece sab­ret! [105]

 

Nüzul Sebebi

 

181. ayet olan "Andolsun ki Allah... işitmiştir" buyruğunun nüzulü ile ilgi­li olarak İbni İshâk ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Ebu Bekir (r.a.) Yahudilerin Tevrat'ı öğrendikleri yer olan Beytül-midrâs'ına girdi. Yahudilerin Finhas adında kendilerinden olan bir adam etra­fında toplanmış olduklarını gördü. Bu adam Hz. Ebu Bekir'e şöyle dedi: "Al­lah'a yemin ederiz ey Ebu Bekir, bizim, Allah'a ihtiyacımız yok, aksine onun bize ihtiyacı vardır. Eğer o bize muhtaç olmasaydı sizin arkadaşınızın ileri sür­düğü gibi bizden borç istemezdi." Hz. Ebu Bekir buna kızdı ve yüzüne bir tokat vurdu. Finhas Resulullah (s.a.)'ın yanına giderek şöyle dedi: "Ey Muhammed, arkadaşının bana yaptığına bak!" Hz. Peygamber sordu: "Ey Ebu Bekir bu işi niye yaptın?" Hz. Ebu Bekir şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulü, bu çok büyük bir söz söyledi. Allah'ın fakir, kendilerinin ise zengin olduklarını iddia etti" Finhas bu sözü inkâr etti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki Allah, "Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz sözlerini işitmiştir" buyruğunu indirdi.

İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah, "Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir..." (Bakara, 2/245) buyruğu­nu indirince Yahudiler, "Ya Muhammed Rabbin fakir düştü de kullarından di­lenmeye mi başladı?" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki Allah ... diyenlerin sözlerini işitmiştir" ayetini indirdi. [106]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimelerin Uhud savaşındaki olayları ve bu olaylar ile birlikte ortaya çıkan münafıkların bile ve tuzaklarını, desiselerini, Müslü­manların cihad etme kararlılıklarını kırmak için çabalarını ele aldığını gördük. Göreceğimiz ayet-i kerimeler ise Müslümanlara karşı savaşta Yahudilerin desi­selerini açıklayacaktır. Böylelikle Allah münafıklardan sakındırdığı gibi, Yahu­dilerin hile ve tuzaklarına karşı da Müslümanları uyarmak ve sakındırmak is­temiştir. Şu kadar var ki, Yahudilerin yaptıkları işler ihtimal verilemeyecek kadar büyük, oldukça bayağı ve rezilcedir. Yüce Allah'a fakirlik nispet etmele­ri, ahitleri bozmaları, peygamberleri öldürmeleri, emanetlere hainlik etmeleri gibi. [107]

 

Açıklaması[108]

 

Bu ayet-i kerimeler Yahudilerin bir takım suçlarını tescil etmektedir. Yüce Allah onların oldukça çirkin sözlerini işitmiştir. Bu sözlerine karşılık onları en ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Bu, onların bu sözlerine karşı bir tehdittir, bir korkutmadır. Onların sözleri ise Yüce Allah'a fakirliği, kendilerine de zen­ginliği nispet etmeleridir. Fakat Yüce Allah bu sözlerinin karşılığını onlara ve­recektir. Zira günahın yazılması ve gereken şekilde muhafaza edilmesi, buna karşılık cezanın verilmesini gerektirir.

Yahudilerin işledikleri çirkin ve ağır suçlar arasında eskiden beri haksız ve günahsız yere peygamberleri öldürmeleri de vardır. Peygamber (s.a.)'in dö­neminde yaşayan, ona çağdaş olan Yahudilere -asıl öldürenler onların ataları olmakla birlikte- bu öldürmenin nispet edilmesinin sebebi çağdaşlarının da bu işe razı olmaları ve atalarının suçlarını benimsemeleri, kendi soydaşlarına karşı samimi bir bağlılık hissetmeleridir. Bu ise bir ümmetin genel meselelerde kendi arasında dayanışma ve yardımlaşma içerisinde olduğunu, ümmetin fert­lerinin işledikleri suç ve günahlar dolayısıyla -onların fiillerini kabul edip red­detmiyor iseler- sorgulanacaklarını göstermektedir.

İşte bundan dolayı Yüce Allah, "Ve, o yakıcı azabı tadınız, diyeceğiz." Yani "ateş azabını tadınız, diyeceğiz" diye buyurmaktadır. Yani Yüce Allah bu du­rumlarına karşılık onları en kötü bir şekilde cezalandıracaktır. Dünyadaki bu işleriniz ile peygamberleri öldürmek gibi geçmiş günahlarınız, Allah'ı fakir ol­makla nitelemeniz, küfre yardımcı ve destek olmanız ve benzeri türden amelle­riniz sebebiyledir bu can yakıcı ateş azabı. Yapılan işlerin ellere izafe edilmesi­nin sebebi ise, amellerin çoğunlukla eller vasıtasıyla yapılması dolayısiyledir. Ayrıca bu, azabın gerçek manasıyla kendilerinden sadır olan amelleri ve öyle bir işi bizzat yapıp fiilen işlemeleri dolayısıyla olduğunu göstermektir. O kadar ki Medine'de üzerine duvarı yıkmak istemişler, HayberMe koyuna zehir kat­mak suretiyle Peygamber (s.a.)'i öldürmeye dahi kalkışmışlardı.

Onlar hakkındaki bu azap yersiz değildir. Böyle bir azap son derece ada­letli ve hikmetlidir. Çünkü Yüce Allah kimseye zulmetmez ve çünkü isyankâr ile itaatkârın, kâfir ile müminin birbirine eşit olması düşünülemez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa kötülükleri kazananlar kendilerini iman edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı ve hayatlarıyla ölümlerinin bir olacağını mı zannettiler? Hükmettikleri şey ne kadar da kötüdür?" (Câsiye, 45/21); "Biz o Müslümanları günahkârlar (müşrikler) gibi mi kılarız? Ne oldu size, nasıl da hüküm veriyorsunuz?" (Kalem, 68/35-36); "İman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahiplerini facirlergibi mi kılarız?" (Sâd, 38/28).

İşte böylelerine "O yakıcı azabı tadınız. Bu ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır. Şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir." şeklindeki sözler, on­lara azarlamak, sitemde bulunmak, tahkir etmek, küçültmek, suçlarının ağır ve çirkin olduğunu açıklamak için söylenecektir. Bu sözler onlara ya cehen­nemde ya ölüm esnasında veya hesap vaktinde söylenecektir. Bu sözleri söyle­yecek olan da ya Yüce Allah ya da melekleridir.

Daha sonra Yüce Allah, getireceği mucizeler arasında ümmetinden her­hangi bir kimse bir sadaka yani bir kurban verecek olur da, onun bu sadakası­nın kabul edildiğine dair gökten onu yiyip bitirecek bir ateşin de olacağı muci­zeler göstermedikçe, hiçbir peygambere iman etmemelerini, Allah'ın kitapla­rında emretmiş olduğunu söyleyen Yahudileri yalanlamaktadır.

Kurban, Yüce Allah'a yaklaşmak için gerçekleştirilen bir ibadettir. Bu bo­ğazlamak suretiyle davarların kanlarını akıtmak, sadaka veya salih bir amel­dir.

Onların böyle bir iddiada bulunmaktan kasıtları Allah'ın Rasulüne iman etmemektir. Çünkü Hz. Peygamber onların dedikleri bir şekilde mucize getir­medi. İddialarına göre böyle bir mucize getirse güya iman edeceklerdi.

İbni Abbas der ki: Bu ayet-i kerime Ka’b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf, Fin-hâs b. Âzurâ ile birlikte bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: "Ey Muhammed, sen Allah'ın Rasulü olduğunu, Yüce Allah'ın sana bir kitabı vahiy ile bildirdiğini iddia edi­yorsun. Allah ise Tevrat'ta bizlere ateşin yediği bir kurban getirmedikçe ve ge­len bu ateşin semadan nazil olacağı vakit hafif bir uğultusu işitilmedikçe, iman etmememizi emretmiştir. Şayet sen bize böyle bir mucize getirirsen senin doğ­ruluğunu kabul ederiz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Fakat böyle bir iddia onların iftiraları ve batıl kanaatleri cümlesindendir. Bundan dolayı Yüce Allah onları azarlayarak ve yalanlayarak, böyle bir ateşin inmesinin mucize olduğunu belirterek cevap vermektedir. Mucize ise risaleti desteklemek ve gönderilen peygamberin doğruluğunu ispat etmek içindir. Siz­lere ise Zekeriya gibi Yahya gibi ve başka peygamberler gibi pek çok peygam­berler mucizelerle veya peygamberliklerini açıkça ortaya koyan belgelerle gel­diler. Neden onları yalanladınız, neden onları tasdik etmediniz ve niçin onları öldürdünüz? Gerçekten siz peygamberlerin izinden itaatle gittiğiniz iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz, söyleyin.

Bu fiil Kur*an-ı Kerim'in nüzulü döneminde yaşayan Yahudilere nispet edilmektedir. Halbuki bu suçlan onların geçmişleri işlemişti. Buna sebep önce­den de açıkladığımız gibi, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü çağında yaşayanların da geçmişlerinin yaptıkları işlere razı olmaları ve bu hususta geçmişlerinin hak üzere olduklarına inanmalarıdır. Bir ümmet yahut bir kabile âdeten fertlerin­den bazılarının yaptıkları işlerden etkilenir. O ferdin işlediği suç ve sapma bağ­lı olduğu cemaatten dolayı o ümmet için bir ayıptır.

Daha sonra Yüce Allah Yahudilerin ve onlar gibi kavminin takındıkları kötü tavrı ve her iki kesimin de onu yalanlamasını hafifletmek, teselli etmek, gönlünü hoş etmek üzere şunu bildirmektedir: Sen kendilerine delilleri -ve mu­cizeleri getirdikten sonra- eğer seni yalanlayacak olurlarsa şunu bil ki, senden önceki pek çok peygamber de yalanlanmıştır. O peygamberler de senin getirdi­ğin apaçık delil ve mucizelerin benzerlerini getirdiler. Peygamberlere indirilen sahifeler gibi İlâhî menşeli kitaplar getirdiler. Apaydınlık ve net bir kitabı da getirdiler. Burada sözü geçen apaçık kitap Tevrat, İncil ve Zebur'dur. Buna rağ­men bu peygamberler kendilerine yapılan eziyetlere, kendileriyle alay edilme­sine, kendilerine muhalefet edilmesine, inatla karşı konulmasına sabrettiler. Böyle bir tutum her dönemdeki insanların tabiatı gereğidir. Onlardan kimisi hakka kulak verir, kimisi hakka karşı direnir, hak sahibi ile alay eder. O ba­kımdan senin davetine karşı konulmasına hayret etme. Onların ruhları hakka ulaşmayı arzu etmemekte, onlar hayırlı olanı aramamaktadır. [109]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Dünya tarihinde hiç bir toplum Yahudilerin yaptıkları gibi çirkin ve ağır suçlar işlemiş değildir. Onların işledikleri bu suçlar yalnızca insanlara karşı olmakla kalmayıp Allah'a ve peygamberlere karşı dahi suç işlemişler ve, "Şüphe­siz Allah fakirdir ve biz ise zenginiz" demişler, haksız ve günahsız yere pey­gamberleri öldürmüşlerdir. İşte bundan dolayı Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de onları azarlamakta, bu işleri karşılığında cehennem azabı ile onları tehdit et­mekte, korkutmaktadır.

Onlann geçmişleri de sonrakileri de işlenen bu suçlara karşı değildir. Bun­dan dolayı sonradan gelenlere böyle bir suçun nispet edilmesi, doğru ve yerin­dedir. Onlara böyle bir suçun izafe edilmesi uygundur. Daha önce kaydedilen sözü söyleyenler ile peygamberlerin öldürülmesi geçmiş ataları tarafından ya­pılmış olmakla ve aralarından yaklaşık yedi yüz yıl gibi bir zaman geçmiş ol­masına rağmen bu böyledir. İşte bu, masiyete razı olmanın da bir masiyet oldu­ğunu göstermektedir. Ebu Davud'un rivayetine göre Kindeli el-Urs b. Amîra Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yeryüzünde bir gü­nah işlendiği vakit onu görüp de ondan hoşlanmayan -bir defasında da, "Ona karşı çıkan" dedi- (o günah) kendisi huzurunda işlenmeyen kimse gibidir. Hu­zurunda istenmese de o günaha razı olan kimse ise bizzat onun işlendiğini gö­ren kimse gibidir."

Yahudilerin günahlarından bazısı da şöyledir: Allah'a karşı oldukça çirkin ve ileri derecede yalan ve iftira inadında bulunarak kendilerine şöyle bir emir verdiğini ve içinde şu hükümlerin bulunduğu bir kitap indirdiğini söylemeleri: Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini iddia eden bir kimse ateşin yiyeceği bir kurbanı kendilerine getirmedikçe hiçbir peygambere iman etmeyi­niz. Peygamberin getireceği böyle bir kurban ise onun doğruluğuna delâlet eden bir mucize kabilinden olacaktır.

Yüce Allah onlara şöylece cevap vermektedir: Peygamber (s.a.)'in mucize­leri sizin bu iddialarınızın batıl oluşunu kesinlikle ortaya koyan bir delildir. İsa'nın mucizeleri de böyledir. Doğru söylediği bilinen kimsenin ise doğrulan­ması icap eder.

Onların bütün meselesi ise muhalefet etmek ve inatla karşı çıkmaktan ibarettir. Yoksa kanaat sahibi olmak, delil ve belge görmek değildir. İş açıkça ortadadır, yol açık seçik bellidir. Geçmişte, günümüzde ve her zaman insanla­rın kimisi hakka kulak vermekte, hakkın çağrısını kabul etmektedir. İslâm ve Kur*an davetini iman ile karşılayan pek çok insanın ve bir takım Yahudilerin yaptığı gibi. Kimi insanlar ise hakka karşı olduğunu açıkça ortaya koymakta, açıktan açığa batıla yardım etmekte, insanlığın faydasını dünya ve ahiretteki mutluluğunu gerçekleştiren mutlak hayırlı Allah'ın çağrısından yüz çevirmek­tedir. [110]

 

Ölüm Her Bir Nefsin Akıbetidir, Sevap Kıyamet Gününde, Sınav İse Dünyada Söz Konusudur

 

185- Her can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verile­cektir. Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhakkak ki o kur­tulmuştur. Dünya hayatı aldanma me-taından başka bir şey değildir.

186- Andolsun ki siz mallarınız ve can­larınızla imtihan edileceksiniz. Muhak­kak sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan çok ezalar işiteceksi­niz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azmedümeye değer büyük işlerden-

 

Belagat:

 

"iîer cara ölümü tadıcıdır" buyruğu Yüce Allah'ın, "Ateşin yiyeceği bir kur­ban" buyruğu kabilinden bir istiaredir. Çünkü tatma gerçekte dil ile olur. Nite­kim gerçek anlamıyla yemek, insan ve hayvan hakkında söz konusudur.

"Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa..." Bu buyrukta bedî' il­minde mukabele diye adlandırılan sanat vardır.

"Aldanma metaı" buyruğu bir istiaredir. Burada dünya müşterinin kendisi ile aldatıldığı, sonra da çürüklüğü, bozukluğu ortaya çıkan bir mala benzetil­mektedir. Burada kusurları gözden saklayan ve aldatan kimse ise şeytandır. [111]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her can ölümü tadıcıdır." Yani ölüm her bir canın akıbeti ve her bir canlı­nın sonudur. Geriye anca kerim olan Yüce Allah'ın zatı kalacaktır.

"Ecirleriniz size eksiksiz verilecektir." Amellerinizin karşılığı tastamam, eksiksiz olarak verilecektir. Bu cümlenin kendisinden önceki buyrukla ilişkisi şudur: Hepiniz öleceksiniz. Ölüm sizin için kaçınılmazdır. Fakat ölümünüzün akabinde itaat ve masiyetlerinizin karşılığı hemen verilmeyecektir. Bu karşılıklar kabirlerinizden kalkacağınız gün verilecetir. Ödemek (vefa), ecirlerin tam ve eksiksiz verilmesidir. Daha önce kabirdeki cennet bahçesi yahut nimet ise ecrin bir kısmıdır.

"Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhakkak ki o kurtuluşa ermiştir." Yani istediğini elde etmiştir, amacına ulaşmıştır. Mutlu olmuş, kur­tulmuştur. Yani elde edilmesi umulan her şeye sahip olmuştur. Allah'ın azabın­dan kurtulmanın ebedî azaptan uzaklaştırılıp Yüce Rabbin rızasına ve ebedî nimetlere nail olmanın ötesinde ise kurtuluş düşünülemez.

"Dünya hayatı" yani orada yaşamak "aldanma metaından başka bir şey değildir." Meta, alınıp satılan şeylerden olup kendisinden faydalanılan şey de­mektir. Yani dünya aldatmak, kandırılmak yoluyla satın alınan, sonra da bo­zukluğu, bayağılığı ortaya çıkan bir mala benzer. Saîd b. Cübeyr'den şöyle dedi­ği rivayet edilmektedir: Bu, dünyayı ahirete tercih eden kimse için böyledir. Fakat dünya ile ahireti isteyen kimse için ise dünya maksada ulaşmanın meta­ldir.

"Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla"; mallarınızdan farz olan zekâtı vermekle Allah yolunda infak etmekle ve mallarınızın çeşitli afet ve musibetle­re maruz kılınmasıyla mallarınız hakkında; Allah yolunda esir düşmek, yara­lanmak, korkularla, musibetlerle karşı karşıya kalmak, farz ibadetler ve has­talıklar, sevilenleri ve akrabaları yitirmek suretiyle de canlarınızla "imtihan edileceksiniz." Yani gerçek şekli ile durumunuzun ortaya çıkması için imtihan olunan (sınanan) kişinin muamelesine tabi tutulacaksınız.

"Sizden önce kitap verilenlerden" yani Yahudi ve Hristiyanlardan "ve şirk koşanlardan" yani Arap müşriklerinden dininize, Allah'a ve Rasulünüze dil uzatılması, kadınlarınıza dil uzatılması gibi yollarla, "çok ezalar işiteceksiniz."

"Eğer" bunlara "sabrederseniz..." Sabır, hoşa gitmeyen şeylere karşı nefsi dizginlemek, öfkeyi yutmak, sabırsızlığa ve sıkıntılara karşı takva ve rıza ile direnç göstermektir, "ve sakınırsanız" emirlerine uymak, yasaklarından uzak durmak suretiyle Allah'tan korkarsanız, "işte bu, azmedilmeye değer büyük iş­lerdendir." Yani vacip olduklarından yerine getirilmeleri için kesin karar veri­len ve üzerlerinde sebat edilmesi gereken işlerdendir. Yani sabır ve takva, isa­betli bir davranış ve irade gücünden kaynaklanır. Olgun bir akıl ve tefekkü­rün semeresidir. Ayrıca gevşeklik gösterilmesi caiz olmayan kesin emirlerden­dir. [112]

 

Nüzul Sebebi

 

Yüce Allah'ın, "Çok ezalar işiteceksiniz" ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İb-ni Ebi Hatim ve İbnül-Münzir hasen bir sened ile İbni Abbas'tan rivayetlerine göre Hz. Ebu Bekir ile Finhas'ın daha önce sözü geçen, "Muhakkak Allah fakir­dir ve biz zenginiz" sözü dolayısıyla aralarında geçen tartışma hakkında nazil olmuştur.

Abdürrezzâk'm naklettiğine göre ise bu ayet-i kerime, şiiri ile Resulullah (s.a.)'ı hicveden ve yine şiiriyle ona karşı Kureyş kâfirlerini kışkırtan KaTb b. el-Eşref hakkında nazil olmuştur. [113]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimeler Resulullah (s.a.) için bir teselli ve gönlünü hoş etmek içindi. Bu ayet-i kerimeler de O'nu daha da teselli etmeye devam et­mektedir: Onların sana karşı inatla karşı koymaları, nihayet bir zaman gele­cek son bulacaktır. Gelecek olan her bir şey ise yakın demektir. O bakımdan kederlenme, üzülme! Şüphesiz kıyamet gününde yaptıklarının cezasını göre­ceklerdir. Dünyanın sonu yakındır. Kıyamet günü ise amellerin karşılığının gö­rüleceği gündür.

Bu ayet-i kerimeler, aynı şekilde müminlere de bir hitaptır. Karşı karşıya kalacakları eziyetlere ve sıkıntılara tahammül etmeye ve bunlara karşı sabret­meye kendilerini alıştırsınlar diye. Öyle ki bu gibi şeylerle ansızın karşılaşacak olurlarsa bunlara göğüs germeye hazır olsunlar. Bunlardan herhangi bir şey onları sıkıntıya düşürmesin. Mümin olmayan kimselerin sıkıntıya düşüp ruh­ları daralmadığı gibi, hayattan tiksinip nefret ettikleri gibi onlar da herhangi bir şekilde sıkıntıya düşmesinler. [114]

 

Açıklaması

 

Bu Yüce Allah tarafından verilen genel bir haberdir. Bütün yaratıkları kapsamaktadır: Her can ölümü tadacaktır; Yüce Allah'ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi: "Onun üzerindeki her canlı fanidir, celâl ve ikram sahibi Rabbinin vec-hi (zatı) ise baki kalır." (Rahman, 55/26-27). Bütün cinler, insanlar, melekler, Arşın yüklenicileri ölürler. Ölmeyen Hayy ve Kayyûm olan tek Allah'tır. Ebedî ve baki kalan yalnızca O'dur. Evvel O olduğu gibi ahir de O kalacaktır.

Ayet-i kerime bütün insanlara yönelik bir tesellidir. Yeryüzünde olsun gök­yüzünde olsun ölmedik kimsenin kalmayacağını, her bir nefsin ruhun beden­den aynlımasınm tadını duyacağını ifade etmektedir. Sonra kıyamet gününde her bir kişi yaptığının karşılığını -hayır ya da şer türünden- alacaktır. Güzel amellerinin karşılığı herkese tam ve eksiksiz olarak verilecektir. Kötülük işle­yen de en uygun ve eksiksiz bir şekilde cezasını görecektir. Hiç bir kimseye en ufak bir şekilde zulmedilmeyecektir. Zerre ağırlığı kadar dahi.

İtaat ve masiyetlere ecirlerinin eksiksiz verileceğinin söz konusu edilmesi, hayır veya şer kabilinden bir takım karşılıkların dünyada veya kabirde insan­lara verileceğine bir işarettir. Buna delil ise Tirmizî ve Taberanî'nin merftı ola­rak rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz kabir ya cen­net bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur."

Ateşten uzaklaştırılan ve cennete sokulan bir kimse en yüce maksada, en kâmil ve üstün amaca ulaşmış, nail olmuş demektir. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu varittir: "Her kim ateşten uzaklaştırılıp cennete koyulmayı arzuluy­or ise Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olarak ölüm gelip onu bulsun. Bir de kendisine yapılmasını istediği şeyi başkalarına yapsın."

İşte bu hem Yüce Allah'ın, hem de kulların haklarını korumayı kapsamak­tadır, îbni Ebî Hatim de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennette sizden herhangi birisinin kamçısı kadar bir yer, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden hayırlıdır. Arzu eder­seniz de Yüce Allah'ın, "Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhak­kak ki o kurtulmuştur" buyruğunu okuyunuz."

Allah'ım, kendisi sebebiyle cennete nail olacağımız, ateşten kurtulacağı­mız şeylere karşı bizleri muvaffak kıl!

İçinde yaşadığımız, yemek içmek gibi bedenî, makam, mevki, üstünlük gi­bi manevî lezzetleriyle yararlandığımız dünya hayatı, ancak aldanış ile ve kan­dırılarak satın alınan, sonra da bozukluğu, bayağılığı açıkça ortaya çıkan bir mala benzer. Çünkü dünyaya sahip olan bir kimse her zaman dünyaya karşı bir aldanış içerisindedir. Yahut da dünya hakir, terk edilmiş, fani ve zeval bulu­cu olduğu için böyledir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Alâ, 87/16-17); "Size verilen her şey dünya hayatının bir metaı ve bir süsüdür. Allah'ın yanında olan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Kasas, 28/60). Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Allah'a yemin ederim, ahiretegöre dünya an­cak sizden herhangi birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Bir baksın o (parmağını geri çekince) ne ile geri döner." [115]

Bu şekilde dünya hayatının basit gösterilmesi onu ahirete tercih eden kimse içindir. Saîd b. Cübeyr der ki: "Şüphesiz bu, dünyayı ahirete tercih eden kimse için böyledir. Dünya ile ahireti isteyene gelince dünya onun için maksa­dına ulaşmak için bir metadır." [116] Dünyayı ahirete üstün tutan bir kimse, satı­cının kendisini aldattığı ve kusurlarını gizlediği, daha sonra da aldığı malın bo­zukluğunu ve bayağılığını açıkça gören, zararlı bir alışverişte bulunan kimseye benzer.

Daha sonra Yüce Allah, Uhud gazvesi sonrası türlü sıkıntı, musibet ve zorluklara katlanmak için ruhu alıştırmak ve eğitmek istediğinden Muham-med Mustafa (s.a.) ve müminlere şu haberi vererek hitap etmektedir: Dünya canlarda ve mallarda bir imtihan ve bir sınav yurdudur. Öldürülmek, esir alın­mak, yaralanmak, türlü korku ve musibetlerle karşı karşıya kalmak suretiyle canlarda, hayır yollarında infak ve türlü afet ve musibetlere maruz kalmak su­retiyle de mallarda olan bir imtihan. Bu Yüce Allah'ın, "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edece­ğiz. Sabredenlere müjdele!" (Bakara, 2/155) buyruğunu andırmaktadır.

Müslümanlar ve peygamberleri Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Arap müşriklerinden kendilerine çokça rahatsızlık ve eziyet veren şeyler işitecekler­dir. Bu eziyet kimi zaman dini, Kur'anı ve Peygamberi dahi kapsayabilir. Fakat Yüce Allah, Bedir gazasından önce Medine'ye dönüşleri sırasında müminleri böylelerinden görecekleri eziyetlere karşı teselli ederek ve bu konuda fayda ve­recek ilaç ve tedaviyi belirterek, izlemeleri gereken yolu göstermiştir. Bu ise affetmek, sabretmek, bağışlamak, emrolunan şeyleri yerine getirmek, yasak­lardan kaçınmak suretiyle Allah'tan korkmaktır. Eğer onlar bunu yerine geti­recek olurlarsa, kendi rahmetinden onlara iki kat ecir verecektir. Çünkü sabır ve takva azmedilmeye değer olan işlerdendir. Yani herkesin azim ve kararlılık­la yerine getirmesi gereken işler arasındadır. [117]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki gerçekleri göstermektedir:

1- Dünya fanidir, ahiret bakidir. Şanı yüce Allah'ın kerim zatı dışında her şey yok olacaktır. Ahiret yurdu ise ceza ve hesap yeridir. Gerçek ve eksiksiz mutluluk cennete nail olmak ve cehennemden kurtulmakla gerçekleşir.

Kişinin ölümü yaklaştığı sırada rahatsız olmaması, sıkılmaması için şeha-det kelimesini telkin etmek sünnettir. Çünkü Resulullah (s.a.) Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayetlerine göre şöyle buyur­muştur: "Ölülerinize lâ ilahe illallah'ı telkin ediniz." Ta ki bu, onun söyleyeceği son söz olsun ve şehadet kelimesi getirerek amelleri mühürlensin. Yine böyle bir vakitte Yasin suresini okumak müstehaptır. Resulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Ölülerinize Yasin suresini okuyunuz."[118] Ümmü'd-Derdâ yoluyla gelen hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yanında Yasin suresi okunan ölümü yaklaşmış her bir kimse için ölüm mutlaka kolaylaştırılır."

Ölen kimse gasledilir (yıkanır) -şehit bundan müstesnadır-, kefenlenir, üzerine namaz kılınır ve toprağa gömülür. Cenazeyi çabucak götürmek sünnet­tir. Çünkü Kütüb-i Sitte sahiplerinin ve İmam Ahmed'in rivayet ettiklerine gö­re Ebu Hureyre Resulullah (8.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Cena­zeyi çabucak götürünüz. Eğer o cenaze salih ise siz de onu kendisine doğru gö­türdüğünüz bir hayra çabuklaştırırsınız. Eğer başka türlü ise boyunlarınızdan atacağınız bir kötülükten kurtulursunuz."

2- İtaatlere ecirlerin, günahlara karşı da cezanın eksiksiz verilmesi kıya­met gününde gerçekleşecektir. Müminin ecri sevaptır, kâfirin ecri ise cezadır.

3- Dünya çok aldatıcıdır. Mümini aldatır, kandırır. O da dünya fani olduğu halde, uzun süre kalacağını zanneder. Halbuki dünya daha çok kendisinden faydalanılan, kendinden yararlanılan basit bir mala benzer. Bir balta, bir tencere, bir kova gibi. Sonra bu faydalanılan eşya zeval bulur ve mülk olarak elde kalmaz. İşte bu, Yüce Allah'ın, "Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir" buyruğu ile ilgili müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş­tür.

4- Dünyanın nimetleri de, onun yüz çevirip elden çıkması da kalıcı ve da­imi, bağlanılacak bir şey değildir. İnsanlar orada sulanmaktadır. Türlü musi­bet ve olaylar ile, Allah'ın yolunda infak ve şer*î diğer mükellefiyetlerle malla­rında; ölüm, hastalık, sevilenleri kaybetmek gibi hallerde de canlan konusun­da sınanmaktadırlar.

Mümin kimi zaman Kur'an'a, dine ve peygamberine dil uzatılarak eziyet görebilir. Bu durumda ona düşen sabretmek, takvaya sımsıkı sarılmak, dil uza­tan kâfirlerden yüz çevirmek, akidesi üzere sebat göstermek, türlü sıkıntılara ve gerektiğinde Allah yolunda savaşmaya katlanmaktır. Yüce Allah kullarına sabrı ve takvayı teşvik etmektedir. Bunların büyük işlerden olduğunu haber vermektedir. Yani herkesin kararlılıkla yerine getirmesi gereken azmedilmeye değer işlerdendir. Bu ise iradenin kuvvetine, kararlılığa ve üstün gayrete delil­dir. Kurtubî der ki: Azmedilmeye değer iş, onların kararlı ve sarsılmaz bir ira­de ile yerine getirilmesi demektir.

Kurtubî'nin de belirttiği gibi bu ayet-i kerime, daha tercihe değer görüşe göre, neshedilmiş değildir. Çünkü en güzel şekilde tartışmak ve her zaman için karşı tarafı uygun sözlerle iknaya çalışarak idare etmek, teşvik edilmiş bir davranıştır. Hz. Peygamber de savaşla emrolunmakla birlikte, Yahudilerle ba­rış yapar, onları idare etme yoluna gider, münafıkları affederdi.[119]

 

İnsanlara Açıklamak Üzere Kitap Ehlimden Söz Alma Ve Onların Gereksiz Yere Övülmeyi Sevmeleri

 

187' Hani bir zamanlar Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu muhak­kak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz" diye temi­nat almıştı. Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar. Onu az bir bedele de­ğiştiler. O aldıkları bedel ne kötüdür!

188- Getirdikleriyle mağrur ve yapma-dıklanyla övülmekten hoşlanan kim­selerin azaptan kurtulacaklarını sakın sanmayasın, sanmayasm! Onlar için pek acıklı bir azap da vardır.

189- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ın­dır, Allah her şeye kadirdir.

 

Belagat:

 

"Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar ve onu az bir bedele değiştiler." Atmak ve değişmek kelimelerinde istiare vardır. Çünkü verilen söze gereği gibi bağlı kalmamak bir şeyin kenara atılıp bırakılmasına benzetilmiştir. Sözün yerine değiştikleri şeyle amel ise, Allah'ın ayetlerini gizleme karşlığında dünya mallarından az bir karşılık almaya benzetilmiştir.

Yüce Allah'ın, "Onu muhakkak açıklayıp... gizlemeyeceksiniz" kelimeleri arasında ise mukabele sanatı vardır. [120]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah, ... kitap verilenlerden" Yahudiler ve Hristiyanlardır. "Onu muhak­kak insanlara açıklayıp" içinde bulunan bütün hükümleri Peygamber Muham-med (s.a.)'in peygamberliği haberi de dahil olmak üzere, bütün haberleri insan­lar doğru tanısınlar diye mutlaka açıklayacaksınız "anlatacaksınız ve onu giz­lemeyeceksiniz" yani Kitap'ı saklamayacaksınız "diye teminat almıştı." Mîsâk (teminat), pekiştirilmiş söz demektir. Tevrat'ta peygamberler vasıtasıyla kendi­lerinden alınan sözdür. "Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar." Bu sözü bir kenara attılar ve ona aldırış etmediler. "Ve onu az bir bedele değiştiler." Onun yerine dünyadan oldukça değersiz bir karşılık aldılar. Buna sebep ise ilimdeki önderlikleriydi. Onlar bu bedeli alıp gizlediler. "O aldıkları bedel ne kötüdür!" Ne kötü bir alışveriş yaptılar!

"Getirdikleriyle" insanları saptırmalarıyla "mağrur ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanan" dalâlet üzere oldukları halde hakka sarılmak gibi yap­madıkları şeylerle insanların kendilerini övmesini isteyen "kimselerin azaptan kurtulacaklarını" yani ahirette herhangi bir şekilde azaptan kendilerini kurta­rabileceklerini sanma! Aksine onlar azap görecekleri bir yerde olacaklardır ki, bu da cehennemdir, "sanmayasın, sanmayasın!" İkinci "sanmayasın" tekit için­dir. "Onlar için çok acıklı bir azap da vardır." Yani o cehennemde onların canını yakacak bir azap vardır. [121]

 

Nüzul Sebebi

 

"Getirdikleriyle mağrur... sanmayasın" mealindeki 188. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Buharı, Müslim ve başkaları Humeyd b. Abdurrahman b. Avf yo­luyla şunu rivayet etmektedirler: Mervân kapıcısına dedi ki: Ey Râfi', İbni Ab-bas'ın yanına git ve de ki: "Yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları dolayısıyla da övülmeyi arzulayan her birimiz azaba uğratılacak isek şüphesiz hep birlikte azap göreceğiz." Bunun üzerine İbni Abbas dedi ki: "Sizin bununla ilginiz ne ki: Bu ayet-i kerime Kitap Ehli hakkında nazil oldu." Resulullah (s.a.) onlara belli bir şey hakkında soru sordu, onlar da o şeyi gizleyip ona açıklamadılar; başka türlü haber verdiler. Böylelikle kendilerine sorduğu şeye dair haber verdikleri hissini ona vererek yanından çıktılar ve bundan dolayı da ondan övülmeyi bek­lediler. Diğer taraftan kendilerine soru sorduğu şeyi gizlediklerinden dolayı da sevinip memnun oldular.

Buharî ve Müslim de Ebu Said el-Hudrfden şunu nakletmektedirler: Mü­nafıklardan bazı kimseler Resulullah (s.a.) gazaya çıktığında geri kalır, onunla savaşa çıkmazlardı. Resulullah (s.a.)'m kendilerini geride bıraktığından ve ev­lerinde oturduklarından dolayı sevinirlerdi. Hz. Peygamber geri döndüğünde ona özür beyan ederler ve yemin edip yapmadıkları işlerden dolayı övülmek is­terlerdi. İşte bunun üzerine şu, "Getirdikleriyle mağrur ... sanmayasın." ayet-i kerimesi nazil oldu.

Abdürrezzak da Tefsîr'inde Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet etmektedir: Râfi' b. Hadîc ile Zeyd b. Sabit Mervân'ın yanında bulunuyorlardı. Mervân dedi ki: Ey Râfi' şu, "Getirdikleriyle mağrur ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşla­nan kimselerin... sanmayasın." ayeti ne hakkında nazil oldu? Râfi' dedi ki: Bu ayet-i kerime bir grup münafik hakkında nazil oldu. Bunlar Resulullah (s.a.) (savaşa) çıktığı vakit özür beyan eder ve şöyle derlerdi: "Bizi sizinle birlikte çıkmaktan alıkoyan tek şey meşguliyet oldu. Sizinle beraber olmayı çok arzu ederdik." İşte Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi onlar hakkında indirdi. Mervân ise böyle bir şeyi kabul etmemiştir. Râfi' bundan dolayı sabırsızlanarak Zeyd b. Sâ-bit'e şöyle dedi: "Allah adına size and veriyorum, sizler de benim bu dediğimi bilmiyor musunuz?" Onlar, "Evet" diye cevap verdiler.

Hafız İbni Hacer der ki: 8u görüş ile İbni Abbas'ın açıklamalarının arasını şöylece bulmak mümkündür: Bu ayet-i kerime aynı şekilde her iki kesim hak­kında nazil olmuş olabilir. [122]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Âl-i İmran suresi Kitap Ehli'nden söz etmekte, Hristiyanlarla tartışmak­tadır. Yahudilerin oldukça garip bir takım davranışlarını Peygamber Muham-med (s.a.)'in nübüvvetine yönelttikleri tenkitlerini nakletmektedir. Bunun aka­binde ise Uhud ve bedir gazalarına dair açıklamalar yer almaktadır. Burada da ayet-i kerimeler Yahudilerle Hıristiyanların hayret verici durumlarından söz etmektedir. Bu da dine dil uzatıp tenkit etmeleridir. Halbuki onlar kitapları Tevrat ve İncil'de bulunan Muhammed (s.a.)'in nübüvvetinin ve risaletinin doğ­ruluğunu açıkça ortaya koyan delillerini açıklamakla emrolunmuşlardı. [123]

 

Açıklaması

 

Bu, Yüce Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla Muhammed (s.a.)'e iman et­melerine ve insanlar arasında ondan açıkça söz etmelerine dair kendilerinden söz aldığı Kitap Ehli'ne yönelttiği bir azar ve bir tehdittir. Bunların, kendile­rinden alınan söz gereği Hz. Peygamberin peygamberliğine imana hazır olma­ları gerekirdi. Fakat onlar bunu gizlediler. Buna karşılık da oldukça değersiz bir bedel aldılar. Bunun sonucu olarak dünya ve ahiret hayrından kendilerine vaad olunan mükâfatı da kaybettiler. Onların giriştikleri bu alışveriş, yaptıkla­rı bu ticaret ne kadar kötüdür!

Bu ise ilim adamlarını, onların izledikleri yolun aynısını izlemelerine kar­şı bir sakındırmadır. Onlar gibi davranırlarsa, onlara isabet eden, bu şekilde davranan ilim adamlarına da isabet edecektir. Bu nedenle ilim adamlarına dü­şen görev şudur: Sahip oldukları ve salih ameli gösteren faydalı bilgiyi cömert­çe öğretsinler. Ondan herhangi bir şeyi gizlemesinler. Çeşitli yollardan Resulullah (s.a.)'tan rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamberin şöyle bu­yurduğu varittir: "Her kime bir bilgiye dair bir soru sorulur, o da onu gizlerse kıyamet gününde ona ateşten bir gem vurulur." [124]

Ayeti kerimenin anlamını şöylece açıklayabiliriz: Ey Muhammed! Allah'ın peygamberleri aracılığıyla Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanlardan sağlam bir şekilde ahit alışını hatırla! Onlar kitaplarını insanlara açıklayacaklar, hiç­bir şeyini gizlemeksizin izhar edecekler, naslannda herhangi bir tahrif veya yanlış tevile sapmayacaklardı. Doğru yola iletilmeleri için müminlere, mümin­lerden başkalarına da bunu açıkça bildireceklerdi.

Fakat kendileri kitaplarını arkalarına attılar. Tevrat'ı ve İncil'i terk etti­ler. Aralarından bazıları ise onda yer alan buyrukları anlamadan, ezberliyorlardı. Bir başka kesim ise onu tahrif ettiler ve yanlış bir şekilde yorumladılar. Buna karşılık da çok basit bir dünyalık aldılar. Yani yalancı şöhret, zahirî bir başkanlık, gelip geçen bir mal gibi değersiz dünyevî faydalar karşılığında bu işi yaptılar. Gerçete onlar bu alışveriş veya bu değişimde aldanmış oldular. Çün­kü dünyada da ahirette de oldukça pahalı ve değerli olan kendilerine vaad olu­nan o büyük hayrı terk ettiler, buna karşılık hakir ve basit olan rüşvet, bağış, maddî hediyeler -konumlarını ve vaziyetlerini korumak üzere- basit ve önemsiz şeyler aldılar.

Onların bu satın aldıkları şey ne kadar kötüdür! Çünkü onlar fani şeyleri ebedî nimetler karşılığında aldılar.

İşte bu, ilmin yayılmasının ve insanlara öğretilmesinin vacip oluşuna de­lildir. Âli (k.v.) buyurur ki: "Yüce Allah ilim ehlinden öğreteceklerine dair söz almadıkça bilgisizlerden de öğreneceklerine dair söz almış değildir." Hasan-ı Basrî de der ki: "Yüce Allah'ın ilim ehlinden almış olduğu söz olmasaydı, hak­kında soru sorduğunuz pek çok şeye dair size açıklamalar yapmazdım."

Daha sonra Yüce Allah, Kitap Ehli ve münafıklar arasından vermedikleri şeyleri çok gibi gösterenlerin ve riyakârlık yapanların konumlarını açıklamak­tadır. Nitekim Buharî ile Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu riva­yet edilmektedir: "Her kim (malı) daha çoğalsın diye yalan bir iddiada bulu­nursa Allah onun noksanlığından başka bir şeyini artırmaz." Yine Buharî ile Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Kendisine verilmemiş şeyler ile (verilmiş gibi) tokluk izhar eden bir kimse, iki tane yalan elbise giyinmiş gibidir. *

İşte bu, Kitap Ehli'nin ve başkalarının durumlarından bir örnektir. Yüce Allah müminleri böyle bir halden sakındırmak için bunu bize zikretmektedir. O balamdan ya Muhammed, zannetme ki gerçekleri değiştirenler doğru bilgiyi ve sana karşı hakkı gizleyerek Kitab'ı olmadık şekilde tevil ve tahrif etmeleri­ne sevindiler ve bunu yaptıkları için de Kitab'ın belleyicileri ve yorumcuları olarak övülmeyi hak ettiler. Ve onların bundan dolayı kendilerinin bir şeref ve üstünlüğe sahip olduklarını görüşüne kapılan, gereksiz yere ve bir sebep ol­maksızın kendilerine teşekkür edilmesi gerektiğini yahut da kendilerine soru­lan şeye dair doğru haber verdiler diye teşekküre lâyık olduklarını ya da ciha­da çıkmayıp geri kalan ve ileri sürdükleri mazeretler dolayısıyla münafıkların yaptıklarının kendilerini azaptan kurtaracağını zannetmeyesin! Çünkü onların bütün yaptıkları hakkı, nuru ve hidayeti yöneticilerin ve genel olarak insanla­rın nevalarına uygun şekilde değiştirmekten ibarettir.

Sen hiç bir zaman böylelerinin azaptan kurtulacaklarını zannetme! Bila­kis onlar için dünyada yardımsız bırakılmak, yerin dibine geçirilmek, zelzelele­re uğratılmak, tufan ve buna benzer büyük afet ve musibetlere maruz kalmak şeklinde; ahirette ise iftiraları, Allah'ın kitabını tahrif edip değiştirmelerine ceza olarak cehennemde toplanmaları suretiyle oldukça acıklı ve çetin bir azap vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin zulmeden ülkeleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı ve pek çetindir." (Hûd, 11/102).

Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" buyru­ğu, "Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz." (Âl-i İmrân, 3/181) diyenlere karşı bir delil ve onları yalanlayıcı bir ifadedir. Müminlere şöyle buyurmakta­dır: Ey müminler! Kitap Ehli'nin bu yaptıkları ve sizin nail olamadığınız zafer sizi üzmesin, görevlerinizi yerine getirme hususunda size zaaf vermesin. Siz hakkı açıklayın, ondan hiç bir şey gizlemeyin. Allah'ın doğru hükümleri karşı­lığında hiçbir şey almayın, onları bir şeye değişmeyin. Çünkü alacağınız bu şey istediği kadar çok olsun, gerçekte azdır. Yapmadığınız şeylere sevinmeyin. Şüp­hesiz Allah sizin üzüntülerinizi gidermeye kadirdir, düşmanlarınıza karşı size yardımcı olur. Size hayır ve lütuflannı bol bol ihsan eder. Çünkü o Yüce Allah, her şeyin mutlak malikidir, her şeye gücü yetendir. Hiç bir şey O'nu acze düşü­remez. O'ndan korkun, O'nun emirlerine aykırı davranmayın. O'nun gazabın­dan, intikamından sakının. Çünkü bütün bu varlık âleminde herşeyden daha büyük ve daha muktedir olan O'dur. [125]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler azarlama, sakındırma, iddialara karşı delil getirme ve id­diaları yalanlamayı ihtiva etmektedir.

Bu ayet-i kerimeler Muhammed (s.a.)'e iman etmekle, onun gerçek duru­munu açıklamakla emrolunup da niteliklerini gizleyen Kitap Ehli için bir azar­dır. Bu ayet-i kerimede üç görevin söz konusu edildiği anlaşılmaktadır: İlim adamları Allah'ın kitabını açıklamalı, bunu insanlara anlatıp kavratmak, Ki-tap'ta bulunan öğütleri, genel ve özel hükümlerdeki sır ve incelikleri açıklama­lıdırlar. Din Müslümanlara gerçek olarak anlayacakları şekilde ve ümmetin ge­ri kalışından, zayıflığından ve bozuluşundan kurtulmanın biricik yolunun din olduğunu bilmelerini sağlayacak şekilde açık seçik anlatılmalıdır. Diğer taraf­tan dinin hükümleri, Müslüman olmayanlara da açıklanmalı, insanlar bu din vasıtasıyla hidayet buluncaya kadar doğru yola çağnlmahdır.

Bu ayet-i kerimeler aynı zamanda gerçekleri örtüp saklayan, Allah tara­fından indirilmiş kitapların manalarını değiştiren basit ve anlamsız özürlerle cihaddan geri kalan Kitap Ehli ve münafıkların fiillerinden de sakmdırmayı ihtiva etmektedir.

Yine bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'a fakirliği, kendilerine de zenginliği nispet eden Yahudilere karşı bir delil ve onları yalanlamadır. Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mutlak maliki olduğu, göz kamaştırıcı boyutlarda her şeye kadir olduğu, her şeyde kesin hakimiyetin O'nun olduğu belirtilerek iddialar kesinlikle reddedilmektedir. [126]

 

Göklerin Ve Yerin Yaratılışını Düşünme, Hayırlı İş Yapanların Mükâfatı

 

190- Muhakkak göklerin ve yerin yara­tılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, elbette olgun akıl sahipleri için deliller vardır.

191- Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Allah'ı anar, göklerin ve yerin yaratılışını dü­şünürler (ve derler ki): "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Artık bizi ateş azabın­dan koru.

192- "Rabbimiz, şüphe yok ki sen kimi ateşe sokarsan onu hakir kıldın de­mektir. Zulmedenlerin hiç bir yardım­cıları yoktur.

193- "Rabbimiz, biz, "Rabbinize iman edin" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz, günah­larımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu da iyilerle birlikte al.

194- "Rabbimiz, bize peygamberlerinle vaad ettiğini de ver. Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki sen vaadinden dönmezsin.

195-Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi: "İçinizden gerek erkek, gerek kadın olsun amel eden hiç bir

kimsenin amelini elbette boşa çıkar­mayacağımı Kiminiz kimiaizdesgisiz. Şimdi hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyet görenlerin, savaşıp da öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim. Andol-sun ki -Allah'tan güzel mükâfat olmak üzere- onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah nezdindedir."

 

İ’râb:

 

"Onlar ki..."; ya olgun akü sahiplerinin sıfatıdır ya da yeni bir müptedadır haberi ise "ve derler ki" takdiri ile "Rabbimiz..." kelimesidir. "Ruhumuzu da iyi­lerle birlikte al." buyruğu ise, iyilerle birlikte iyi kimseler olarak al, takdirinde­dir. "Peygamberlerinle" buyruğu ise peygamberlerin vasıtası ile, onların sözle­riyle... takdirindedir. [127]

 

Belagat:

 

"Rabbimiz" kelimesi itnâb kabilinden tazarru ve niyazda mübalağa ifade etmek üzere beş defa tekrarlanmıştır.

"Zulmedenlerin" kelimesi zamir gelecek yerde, açıkça zikredilmiştir. Bun­dan maksat ise hakirliğin onlara has olduğunu ifade etmektir. Diğer taraftan, "Göklerin ve yerin" ile "gece, gündüz", "ayakta iken, otururken", "gerek erkek ge­rek kadın" buyruklarında tıbâk vardır. Yine "peygamberlerinle" buyruğunda hazf ile yapılan îcaz vardır. Yani peygamberlerin vasıtasıyla, onların dilleriyle demektir. Yine "düşünürler... Rabbimiz" buyruğunda da aynı şekilde hazf ile yapılan îcaz vardır. Yani, düşünürler ve derler ki: Rabbimiz... takdirindedir.

Ayet-i kerimelerde Yüce Allah'ın şu buyruklarında da mugayir cinas var­dır: "İman edin... iman ettik" "Amel eden hiçbir kimsenin amelini imana çağı­ran bir davetçi" buyruklarında da mugayir cinas vardır. "Elbette ... deliller var­dır." buyruğunun başında "lam" harfinin "inne= muhakkak" in haberinin başı­na gelmesi, tekidi artırmak içindir. "Ayetler= deliller" kelimesinin belirtisiz (nekre) gelmesi ise, onların değerlerinin yüksekliğine işaret içindir. [128]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak ... yaratılışında" Yaratmak (halk), düzen ve sağlamlığa delâlet eden ölçü ve tertiptir.

"Gökler" yukarıda görülen üstümüzdeki her şeye "gök" denir. "Yer" üzerin­de yaşadığımız gezegendir. "Göklerin ve yerin yaratılışında"; daha önce onlara benzer bir örnek olmaksızın var edilmelerinde. Bu, aynı zamanda göklerde ve yerde hayret verici her bir şeyi kapsamaktadır, "gece ile gündüzün değişip dur­masında" birinin ötekinin ardından gelmesi ile birlikte mevsimlere ve yer kü­resinin coğrafî bölgelerine göre uzayıp kısalmasında "olgun akıl sahipleri için" akıllı kimseler için Allah'ın varlığına, kudretine, vahdaniyetine belge teşkil eden "deliller vardır."

"Yanları üstünde yatarken", yani her durumda "daima Allah'ı anar". İbni Abbas'tan nakledilen açıklamaya göre onlar, takatlerine göre bu şekilde dahi namaz kılarlar, demektir, "ve göklerin ve yerin yaratılışını"; bunu onları var edenin kudretine delil olarak görmek üzere "düşünürler (ve derler ki:) Rabbi­miz... boşuna" faydasız, boş yere "yaratmadın. Aksine sen bunları kutretine de­lil olmak üzere yarattın."

"Sen pak ve münezzehsin." Boş şey yaratmaktan, sana yakışmayan her şeyden yüce ve münezzehsin.

"Hakir kıldın" yani değersiz kıldın. "Zulmedenlerin" kâfirlerin "hiç bir yar­dımcıları yoktur." Burada "zulmedenler" kelimesi hakirliğin onlara tahsis edil­diğini hissettirmek üzere zamir yerine açıktan zikredilmiştir. "Hiç bir yardım­cıları yoktur" buyruğunun anlamı ise Yüce Allah'ın azabına karşı kendilerini koruyacak hiç bir destekçileri yoktur demektir.

"Günahlarımızı bağışla." Masiyetlerimizi ört. Günah (zenb), Şer*î emir ve yasaklara aykırı davranmak demektir.

"Kötülüklerimizi ört." Kötülük (seyyie), küçük günah ya da kul hakları ile ilgili olarak bazı kusur çeşitleridir. Bunlar dolayısıyla bizleri cezalandırarak bunları açığa çıkarma.

"Ruhumuzu iyilerle birlikte al!" Yani sen bizim canımızı, amellerini güzel bir şekilde yapmış bulunan peygamber ve salihler arasına kat. Onlarla birlikte bizleri öldür. "Peygamberlerinle vaad ettiğini de ver." Yani peygamberlerin vası­tasıyla bize vaad ettiğin rahmet ve lütfü ihsan et.

Burada dikkat edilecek olursa, insanların bu hususları istemeleri, bunlara hak kazanan kimselerden kılınmalarını istemek demektir. "Rabbimiz" buyru­ğunun tekrarlanması da Yüce Allah'a niyazda mübalağa içindir. "Miad = vaad" öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair vaaddir.

"Şöyle karşılık verdi." Yani onların dualarına şöylece karşılık verdi: "Amel eden hiç bir kimsenin amelini elbette boşa çıkarmayacağım." Yani onu sevapsız bırakmayacağım. "Kiminiz kiminizdensiniz."'Yani sizin bir bölümünüz bir bölü­münüzden olmuştur. Yani erkekler dişilerden ve dişiler erkeklerden var edil­miştir. Bu cümle önceki buyrukları tekit mahiyetindedir. Yani amellerin karşı­lıklarının verilmesinde de amellerin boşa çıkarılmamasında da aranızda fark yoktur. Bu ayet-i kerime Ümmü Seleme (r. anhâ)nin, "Ey Allah'ın rasulü ben hicret hususunda kadınlardan herhangi bir şekilde söz edildiğini duymadım" demesi üzerine nazil olmuştur.

"Şimdi hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların" İslâm'ın ilk dönemle­rinde Mekke'den Medine'ye göçenlerin, "benim yolumda" dinim, bana ibadet ve itaat sebebiyle "eziyet görenlerin elbette günahlarını örteceğim." Mağfiret ede­rek saklayacağım. "Allah'tan güzel mükâfat olmak üzere"; bu, "örteceğim" buy-ruğundaki anlamı tekit etmektedir. "Allah'tan" ifadesinde de mütekellimden gaibe iltifat vardır. "Mükâfatın" ecrin, karşılığın "en güzeli Allah nezdindedir." [129]

 

Nüzul Sebebi

 

"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.... "diye başlayan 190. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Taberanî ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Kureyşliler Yahudilere varıp şöyle dediler: "Musa siz­lere ne gibi ayetler (mucizeler) getirdi? Yahudiler şu cevabı verdiler: "Asası ve bakanlara bembeyaz görülen eli" dediler. Hristiyanlara gidip, "İsa nasıldı" diye sordular. Onlar da, "İsa anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirir, ölüyü diriltir-di" dediler. Bu sefer Peygamber (s.a.)'e varıp şöyle dediler: "Haydi bizim için

Rabbine dua et, şu Safa tepesini altın kılsın." O da Rabbine dua etti, bunun üzerine, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti nazil oldu. İşte bu­nun üzerinde düşünmelidirler. İbni Kesir der ki: Ancak bu rivayet müşkildir (açıklanması zordur). Çünkü bu ayet-i kerime Medine'de inmiştir. Onların Sa-fâ'nın altına dönüşmesini istemeleri ise Mekke'de olmuştur.[130]

Yüce Allah'ın, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi..." diye baş­layan 195. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da Saîd b. Mansûr, Tirmizî, Hâkim ve İbni Ebî Hatim, Ününü Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ey Al­lah'ın Rasulü, ben hicret hususunda kadınlardan söz edildiğini duymadım. Bu­nun üzerine Yüce Allah, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi..." buy­ruğunu indirdi. [131]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kâfir ve münafıklarla müminler arasından kusurlu hareket edenler ile tartışıldıktan ve konu ile ilgili şüpheler cevaplandırıldıktan sonra Âl-i İmran suresi bu ayet-i kerimelerle sona ermektedir. Bundan maksat ise dikkatleri Al­lah'ın varlığını, birliğini, azamet ve kibriyasını ispat eden şeylere yöneltmektir.

Bu ayet-i kerimelerin fazileti:

Bu ayetlerin faziletine dair bir çok hadis-i şerif varit olmuştur. Bunlardan bir kısmı şöyledir: İbni Merdûveyh ve Abd b. Humeyd, Atâ'dan şöyle dediğini rivayet ederler: Ben İbni Ömer ve İbni Ubeyd b. Ömer, Aişe (r. anhâ)nin yanına vardık. Bizimle onun arasında bir perde (hicâb) vardı. Ey Ubeyd dedi, seni zi­yaretimize gelmekten alıkoyan nedir? Şu cevabı verdi: Şairin, "Aralıklı ziyaret et sevgin artsın" sözüdür. İbni Ömer der ki: Sen bizimle bu şekilde konuşmayı bırak da Resulullah (s.a.)'m gördüğün en şaşırtıcı halini bizlere bildir. Hz. Aişe ağladı ve dedi ki: Onun her işi hayret verici ve şaşırtıcıydı. Benim yanımda ol­ması gereken gecede bana geldi. Teni tenime değdi, sonra şöyle buyurdu: "Bana izin ver de Azız ve Celîl olan Rabbime ibadet edeyim." Hz. Aişe dedi ki: Şöyle dedim: Allah'a yemin ederim, ben sana yakın olmayı çok severim. Bununla bir­likte Rabbine ibadet etmeni de severim. Bunun üzerine kalktı, kırbadan su al­dı. Fazlaca su dökmedi. Daha sonra kalkıp namaza durdu. Sakalları ıslanınca-ya kadar ağladı, ardından secdeye vardı. Yeri ıslatacak kadar ağladı. Sonra ya­nı üzere yattı yine ağladı. Nihayet Bilâl geldi, ona sabah namazının vaktinin girdiğini haber verdi. Ey Allah'ın Rasulü, dedi. Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde ne diye ağlıyorsun? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yazık sana ey Bilâl, bu gece bana Yüce Allah, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında elbette olgun akıl sa­hipleri için deliller vardır" ayetini indirmişken ne diye ağlamayayım." Daha sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti okuyup da üzerinde düşünmeyenlerin vay haline!" Evzaî'ye, "Peki bu ayetler üzerinde düşünmekten maksat nedir?" diye so­rulunca, O, "Bunları iyice belleyerek, anlayarak okumaktır" cevabını verdi.[132]

 

Açıklaması

 

Şüphesiz göklerin ve yerin yoktan var edilmesinde, göklerin yükseklik ve genişliğinde, yerin ise alçaltüıp kesafet kazanmasında, hayat için elverişli olu­şunda, göklerde bulunan harikulade düzen, belli yörüngelerde seyreden yıldız­lar, gezegenler, galaksiler, denizler, dağlar, nehirler, ekinler, bitkiler, meyveli ve meyvesiz ağaçlar ve madenlerde zenginlik kaynaklarında, mevsimlere ve böl­gelere göre sene boyunca uzayıp kısalarak bazen de eşitlenerek gece ile gündü­zün ardı arkasınca gelmesinde şüphesiz Allah'ın varlığına, kudretinin mükem­melliğine, azametine delâlet eden bir çok belgeler, ayetler vardır. Ancak bunla­rın farkına varabilmek, eşyayı gerçek şekilleri üzere idrak eden ve akılsız, sa­ğır ve dilsizler gibi olmayan olgun akıl sahiplerinden beklenen bir harekettir. Öbür türlü sağır ve dilsiz, akıl etmeyen kimseler hakkında ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, bunlardan yüz çevi­renler olarak üzerlerinden geçer, giderler. Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 12/105-106).

Daha sonra Yüce Allah olgun akıl sahiplerini şöylece nitelendirmektedir: Bunlar hem zikrederler, hem de düşünür ve ibret alırlar. Ayakta durarak, otu­rarak, yanlan üzerinde yatarak velhasıl her durumda Allah'ı anarlar. İçlerin­de, kalplerinde, dillerinde bütün halleriyle Allah'ı sürekli anarlar.

Göklerde ve yerde bulunan yaratıcının azametine, kudretine ve rahmetine delâlet eden sırlar, menfaat ve hikmetler üzerinde düşünür ve onları kavrama­ya çalışırlar.

Tefekkür yaratıcının yaptıkları ve yarattıkları üzerinde olur, yaratıcının kendisinde değil. Çünkü onun zat ve sıfatlarının hakikatine ulaşmak imkân­sızdır. el-Asbahânî, Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) tefekkür etmekte bulunan Ashabının yanına geldi, dedi ki: "Siz Allah'ın yarattıkları üzerinde düşünün. Yaratan hakkında düşünmeyin. Çünkü sizler Allah'ı hakkıyla takdir edemezsiniz." Hasan-ı Basrî de der ki: "Bir anlık tefekkür bir gece ibadetten hayırlıdır."

Tefekkür eden zikir ehli derler ki: Rabbimiz, sen bu mahlûkatı boşuna ya­ratmadın. Boş ve gereksiz yere bunları var etmedin. Sen batıl iş yapmaktan, boş iş yapmaktan münezzehsin. Senin bütün yaratman haktır, her türlü fayda­yı, hikmet ve kudreti ihtiva etmektedir. Yani tefekkür eden mümin dikkatle düşündükten, aklını kullanarak, tetkik edip inceledikten sonra Yüce Allah'a niyaz ile yönelir. Varlıkların yaratılışında Yüce Allah'ın sonsuz hikmetine ka­naatini açıkça ilân ederek der ki: Ey Allahım! Cehennem azabını bizden uzak­laştıracak bir engel kıl ve bizi cehennem azabından uzak tut. Salih amelde bulunmaya, kesin, sabit ve doğru itikada sahip olmaya bizleri muvaffak eyle! "Subhanallah" buyruğunun anlamı ise O'nun kötülüklerden tenzih edilmesidir. Nitekim Musa b. Talha yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.)'ın böyle açıkladığı sabit olmuştur.

Sen adaletin gereği, onun sapması, sapıklığı ve hatası dolayısıyla cehenne­me koyduğun kimseyi elbette ki küçük düşürmüş, hakir ve zelil kılmış olursun. Çünkü sana karşı gelip isyan edeni sen kahreder ve zelil edersin. Haksızlık ve zulümleri dolayısıyla kendilerine zulmeden kâfirlere yardımcı olacak, onları destekleyecek ve Allah'ın azabından kurtaracak kimse olamaz. Bu şekilde on­ları cezalandırmak zulüm ve hadleri aşmaları dolayısıyla adaletli bir cezadır. Ayrıca Yüce Allah'ın cehenneme koyacağı kimseye şefaat ve başka herhangi bir yolla yardımcı olacak kimsenin olmadığını bildirmektedir.

Rabbimiz, şüphesiz biz imana çağıran bir davetçinin nidasını duyduk. Bu kişi Allah'ın rasulüdür. O bizlere, "Rabbinize iman edin" diyordu. Onun çağrısı­nı kabul ettik, ona uyduk. Bunun anlamı şudur: Onlar Allah'a ve onun kudreti­ne iman etmekle birlikte, Resulullah (s.a.)'ın getirmiş olduğu bütün sert hü­kümlere, ahkâma, adab ve ahlâka da iman etmişlerdir.

Rabbimiz, artık sen büyük günahlarımızı ört, küçük günahlarımızı bağış­la. Hayırlı, salih kimselerin arkadaşlıklarını, onlardan birisi olmayı, onların amelleri gibi işler yapmayı bizlere lütfet. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler..." (Nisa, 4/69).

"Rabbimiz bize... ver." Dünyada zafer, ahirette cennet gibi peygamberleri­nin vasıtasıyla yahut iman ve peygamberlerini tasdik etmek karşılığında vaad ettiğin güzel mükâfatı bize ver. İşte bu ifade, onların kusurlu olduklarını kabul ettiklerini ve buna rağmen Allah'ın muvaffakiyet ve inayetine güven duydukla­rını açıklamaktadır. Kıyamet gününde -Rabbimiz!- insanların huzurunda bizi rezil etme! Şüphesiz ki sen iman ve salih amele karşılık sözünü yerine getiren, gerçekleştirensin. Bu, gerek Yüce Allah'ın, "Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere onları mutlaka yeryüzünde halifeler yapacağını vaad etti." (Nûr, 24/55) buyruğunda olduğu gibi dünyada ilerlemek, üstünlük sağlamak, ege­menlik kurmak şeklinde olsun, gerekse de ahirette şu buyruğunda ifade ettiği gibi cennete nail olmak suretiyle olsun, "Allah mümin erkek ve mümin kadınla­ra altından ırmaklar akan cennetleri vaad etmiştir." (Tevbe, 9/72).

Yüce Allah imanlarının samimiyeti dolayısıyla onların dualarını kabul bu­yurdu ve erkek veya dişi olsun her bir amel edene amelinin karşılığını verdi. Çünkü hak ve görevler bakımından erkekler ve dişiler birbirine eşittir. Salih amellere verilecek mükâfat bakımından da böyledirler. Bunda garip bir taraf

yoktur. Çünkü onlar aynı köktendirler. Bütün erkekler ve dişilerin biri ©tekin­dendir. Erkek dişiden, dişi de erkekten doğmaktadır.

Yüce Allah mükâfatın amele bağlı olduğunu söyledikten sonra, açığa çıkan bir takım amelleri açıklamaktadır. Bunlardan birisi İslâm'ın ilk dönemlerinde İslâm davasını desteklemek, Resulullah (s.a.)'a yardımcı olmak, gücüne güç katmak için Mekke'den Medine'ye hicret etmektir. Bir diğeri ise dini uğrunda yurdundan çıkartılmak, kovulmak; bir diğeri Allah yolunda işkence ve eziyet­ler görmek, savaşmak ve öldürülmektir.

İşte bu şekilde güzel amelde bulunanların Allah günahlarını örter, onları altında ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. Salih amelleri karşılığında onları Allah kendi katından bu şekilde mükâfatlandıracaktır. Esa­sen (böyleleri için) Allah nezdinde güzel sevap ve mükâfattan başkası da yok­tur. Bu da cennettir. [133]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara dikkat çekmektedir:

1- Göklerin ve yerin yaratüışındaki hayret verici hususları tetkik edip üze­rinde düşünmek ve bunları delil olarak görmek insanın görevidir. Çünkü bun­lar insanı sahih imana götürür. Zira bunları ancak Hayy, Kayyûm, Kadir ve âlemlere asla muhtaç olmayan bir zat var etmiş olabilir. Diğer taraftan imanın, tahakkuk ve varlığına delâlet eden yakînî bir delile dayalı olması gerekir.

2- İlim adamları der ki: Uykudan uyanan bir kimsenin yüzünden uykunun izlerini silip bu on ayet-i kerimeyi Peygamber (s.a.)'e uyarak okuması müstehap-tır. Nitekim Buhar! ile Müslim ve başka hadis kitaplarında Resulullah (s.a.)'m böyle yaptığı sabittir. Daha sonra sabah namazının sünnetini ve farzını kılar ya­hut kendisi için nasip kılınmış bulunan nafile ibadetleri yapar. Böylelikle tefek­kürü ve ameli bir arada yapmış olur. Bu ise amelin en faziletli olanıdır. Hafız Ebu Nasr el-Vâilî es-Sicistânf nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulul­lah (s.a) her gece Âl-i Imran suresinin sonundan on ayeti kerimeyi okurdu.

3- Mümin kimse ayakta iken, otururken, yanı üzere yatarken ve diğer bü­tün hallerinde Yüce Allah'ı anmaktan uzak durmaz. Böylelikle devamlı Rabbi ile ilişkili olur. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı çokça anınız." (Ahzab, 33/41); "Beni anınız, ben de sizi anayım." (Bakara, 2/152).

Buna şu da delildir: Namazı gücü yeten ayakta kılar. Gücü yetmezse otu­rarak kılar. Buna da gücü yetmezse yanı üzere kılar. Nitekim altı hadis imamı­nın rivayetlerine göre İmrân b. Husayn (r.a.) şöyle demiştir: Bende basur vardı. Resulullah (s.a.)'a nasıl namaz kılacağıma dair soru sordum, şöyle buyurdu: "Ayakta namaz kıl, ona gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse bir yanın üzere yatarak kıl."

Gücü yeten için farz namazda ayakta durmak farzdır. Nafile namazın otu­rarak kılınması sahihtir. Ayakta duranın ecrinin yarısını alır. Yanı üzere yata­rak kılanın namazı ise oturanın ecrinin yarısıdır. İmrân b. Husayn'ın hadisin­de naklettiğinde şu da varit olmuştur: "Yatarak namaz kılanın namazı otura­rak namaz kılanın yarısıdır." Zikir ise ya dil ile ya da farz ve nafile olsun na­maz kılarak olur.

4- Zikre bir diğer ibadet daha dahil edilir ki bu da Yüce Allah'ın kudreti ve yarattıkları hakkında basiretin artması ve imanın güçlenmesi kastıyla tefek­kür etmektir.

5- Bu ayetlerdeki dua şekilleri, Allah'a ve Rasulüne imana, Allah'ın vaadi­ne güven duymaya ve iyiliklerle birlikte olmanın faziletine delâlet etmektedir. Ayrıca günahların bağışlanması, kusurların örtülmesi, cehennemden uzak ka­lınması talebinin mükemmelliğine de delâlet etmektedir. Şanı yüce Allah -çün­kü- iman eden kimselere cenneti vaad etmiştir. Bunlar da hakir düşürülmeden ve ceza görmeksizin kendilerine bu vaadin verildiği kimselerden olmayı diledi­ler. Bu şekilde dua ibadet olmak üzere de yapılır. Dua -çünkü- ibadetin beyni­dir. Dinin üstünlüğü ve güçlenmesi için düşmanlara karşı acilen zafer talep et­mek de duada unutulmamalıdır. Enes b. Malik, Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah bir kimseye bir ameli karşılığında eğer bir sevap vaad etmiş ise ondan bir rahmet olmak üzere bu va­adini yerine getirecektir. Bir günah karşılığında kime bir ceza vaadinde bulun­muş ise bunu vermesi onun iradesine bağlıdır."

Allah'ın vaadinin gerçekleşmesini dua ile istemenin anlamı ise, verilen sö­zün gerçekleştirilmesi için gerekli sebeplere yapışmak yolunda muvaffakiyet vermesini istemektir. Ya da bu Yüce Allah'a sığınmak, O'na itaatle boyun eğ­mek kabilindendir. Nitekim Peygamberler günahlarının bağışlandığını bilmek­le birlikte Allah'tan mağfiret dilerlerdi. Bununla birlikte Rablerinin önünde zil­let arz etmeyi, O'na tazarru ve niyazda bulunmayı isterlerdi.

6- Yüce Allah'ın samimi imana ve salih amellere dair vaadi şu üç hususu ihtiva etmektedir:

a) Küçük günahların silinmesi, büyüklerinin de bağışlanması. Çünkü Yü­ce Allah, "Elbette günahlarını örteceğim." diye buyurmaktadır.

b) Ebedî cennetlere nail olmak. Çünkü Yüce Allah, "Andolsun ki... onları altında ırmaklar akan cennetlere sokacağım." diye buyurmaktadır.

c) Sevap ve ecirle birlikte Yüce Allah'ın lütuf ve ihsanı. Çünkü Yüce Allah, "Allah'tan güzel bir mükâfat olmak üzere." ve "Mükâfatın en güzeli Allah nez-dindedir." diye buyurmaktadır.

7- Amelin karşılığı amelin kendisine bağlıdır. Hayır ise hayır, şer ise şer olarak karşılık görür.

8- Amel ve sevap bakımından erkek ile dişi arasında bir fark yoktur. Onlar aynı cinstirler, aynı nefisten yaratılmışlardır. Teklif, ahkâm, itaat, yardım ve buna benzer hususlarda biri ötekiyle eşittir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ol­duğu gibi: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler." (Tev-be, 9/71).

9- "Rabbimiz" nidasının beş defa tekrarlanması, Yüce Allah'ın atıfetini cel-betmek ve onun terbiye, mülk, hakimiyet ve ıslahtaki lütfunu açıkça ifade et­mek içindir. [134]

 

Muttakiler, Kâfirler Ve Kitap Ehli'nin Müminleri İle Her Birisinin Mükafat Ve Cezası

 

196- Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.

197- Azıcık bir geçim; sonunda vara­cakları yer cehennemdir. O ne kötü ya­taktır!

198- Fakat Rablerinden korkanlara ge­lince, onlar için altında ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalıcı­dırlar. Allah katından hazırlanmış ni­ce ziyafetler de vardır. Allah'ın nez-dinde olanlar iyiler için daha hayırlı­dır.

199- Muhakkak Kitap Ehli'nden öylele­ri vardır ki, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah'a huşu duyarak iman ederler. Onlar Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların ecirleri Rableri katında-dır. Şüphesiz Allah hesabı çabucak gö­rendir.

200- Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışı yapın. Nöbet beklesin, Allah'tan korkun ki felah bulaşınız.

 

İ'râb:

 

"Azıcık bir geçim" ifadeleri hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Takdiri şöyledir: Onların dönüp dolaşmaları azıcık bir metadır. Bunun hazfedilmesi da­ha önce geçen, "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın" buy­ruğunun delâletinden dolayıdır. [135]

 

Belagat:

 

"... diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın..." buyruğunda istiare vardır. Burada "dolaşmak" yeryüzünde ticaret ve kazanç sağlamak kasdı ile yürümeyi ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmıştır. [136]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." Ülkede onla­rın türlü ticaretlerde bulunup kâr sağlamaları zahiren ve sınanmaksızın gör­düğün bu durumları seni asla aldatmasın.

"Azıcık bir geçim," yani bu, sahibinin dünyada kendisinden yararlandığı az ve basit bir şeydir. Daha sonra bu yok olur, gider. Azlık ile nitelendirilmesi sahibinin o şeye malik olma süresinin kısa ve o şeyin zeval bulucu oluşundan dolayıdır. Zaten zeval bulan her şey azdır.

"Sonunda varacakları" gidecekleri "yer cehennemdir." Cehennem ahirette kafirlerin cezalandırılacakları yerin adıdır. "O ne kötü bir yataktır!" Cehennem ne kötü bir döşektir. (Yatak anlamına gelen) el-mihâd, yatak gibi hazırlanmış bir yer demektir. Bununla cehennem kastedilmektedir. Ona yatak adının veril­mesi onlarla bir çeşit alay olsun diyedir.

"Allah katından hazırlanmış nice ziyafetler de vardır." Burada ziyafet an­lamına gelen "nüzul" kelimesi ziyafet için hazırlanan azık ve benzeri şeyler ifa­de eder.

"İyiler (ebrâr)", takva sahibi ve iyilikte ileri derecede olan kimseler demek­tir. Yani Allah nezdindeki ecir ve mükâfat salih kimseler için dünya metaından daha hayırlıdır.

"Allah'a huşu duyarak" O'na boyun eğerek, "iman ederler." "Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişmezler." Bildikleri Tevrat ve İncil'de yer alan Resulullah (s.a.)'ın gönderilişine dair bilgileri, dünyevî herhangi bir bedelle değişmezler.

"Sabredin" yani isabet eden ağır işlere karşı nefsinizi tahammülsüzlükten alıkoyun, dinî yükümlülükleri yerine getirmeye katlanın. "Sabır yarışı yapın." Savaşta karşılaştığınız sıkıntılara kâfirlerden daha çok sabırlı olun, sabırda onları geçin. Onlar sizden daha ileri derecede sabredenler olmasınlar. "Nöbet beklesin"; ribat yapın, yani cihad için serhadlerde düşmana karşı gaza yapmak için gözetleyiciler ve nöbetçiler olarak yer tutun. "Allah'tan korkun", kendinizi Allah'ın gazabından ve hiddetinden uzak tutun; "ki felah bulaşınız" felahı uma-bilesiniz. Felah, cennete nail olmak, cehennemden kurtulmak ve kastolunan amelleri yapabilmektir. [137]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın" mealindeki 196. ayet-i kerime, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Mekkeli müş­rikler bolluk ve rahat içindeydiler. Ticaret yapıyorlar ve nimetler içinde bulu­nuyorlardı. Kimi müminler şöyle dedi: "Allah'ın düşmanları gördüğümüz bu bolluk içerisinde iken bizler de açlık ve kıtlıktan helak olduk." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

"Muhakkak Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki..." mealindeki 199. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Nesaî, Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Necaşî'nin vefat haberi ulaşınca Resulullah (s.a.), "Onun namazını kılınız" buyurdu. Ashab "Ey Allah'ın Rasulü, biz Habeşli bir kulun namazını mı kılaca­ğız?" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhakkak Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki..." buyruğunu indirdi. Câbir b. Abdullah, İbni Abbas ve Katâde de bu ayet-i kerimenin Necaşî hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.

220. ayet-i kerime olan, "Ey iman edenler! Sabredin..." ayet-i kerimesinin nüzulü ile ilgili olarak da Hâkim Sahîh'inde şunu rivayet etmektedir: Ebu Sele­me b. Abdurrahman, -Davud b. Salih'e hitaben- "Kardeşimin oğlu, sen şu, "Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet beklesin..." ayetinin ne hak­kında nazil olduğunu biliyor musun?" dedi. Ben, "Hayır" dedim. Şöyle dedi: "Kardeşimin oğlu, Resulullah (s.a.)'m döneminde nöbet bekleşecek bir serhad ve bir sınır yoktu, fakat bu (ribat) namazdan sonra bir diğer namazı beklemekti." [138]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Dünya hayatında fakirlik içerisinde bulunan müminlere Yüce Allah büyük sevap ve mükâfatı vaad etti. Kâfirler ise türlü nimetler ve bolluk içerisinde bu­lunuyorlardı. İşte bu ayet-i kerimede Yüce Allah, müminlere teselli olacak ve bu sıkıntılara katlanmalarını sağlayacak şeylerden söz etmektedir. Bunu da dünya ve ahiret nimetleri arasında bir karşılaştırma yaparak söz konusu et­mektedir. Dünya nimetleri fanidir, geçicidir. Ahiret nimetleri ise ebedîdir, kalı­cıdır. [139]

 

Açıklaması

 

Kâfirlerin içinde bulundukları nimetlere ve sevinç haline göz dikme, bak­ma! Çünkü bu, fazla geçmeden ellerinden mutlaka çıkacaktır ve onlar artık kö­tü amelleri karşılığında bağlı tutulacaklardır. İçinde bulundukları bu hali bi­zim devam ettirmemizin sebebi onları derece derece azaba yaklaştırmaktır. Ka­zanç sağlamak ve ticaret için şehirlerde gezip dolaşmaları, azıcık bir faydadan ibarettir. Bundan bir süre yararlanacaklar. Daha sonra cehennem onların va­racakları yer ve barınacakları mekân olacaktır. Yer itibariyle cehennemdeki yerleri ne kötüdür!

Bu Yüce Allah'ın şu ayetlerini andırmaktadır: "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden başkası tartışmaz. Onların şehirlerde diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın." (Mümin, 40/4); "De ki: Muhakkak Allah'a karşı yalan iftira edenler felah bulamazlar. (O) dünyada azıcık bir metadır. Sonra dönüşleri bize olacaktır. Sonra da onlara kâfirlik etmeleri sebebiyle çetin azabı tattıracağız." (Yunus, 10/69/70); "Onları azıcık yararlandırırız. Sonra da onları oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz." (Lokman, 31/24).

"Acaba kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ardından ona ka­vuşan bir kimse dünya hayatı ile metalandırdığımız ve sonra da kıyamet gününde (azap için) hazır edilenlerden olacak kimse gibi midir?" (Kasas, 28/61).

Kâfirlerin dünyadaki halleri ile cehennemdeki akıbetlerini zikrettikten sonra takva sahibi müminlerin durumunu söz konusu etmektedir. O müminler itaat olan işleri yapmak, yasaklan terk etmek suretiyle Rablerinden sakınmış takva sahibi kimselerdir. Onlar için Naîm cennetleri vardır, onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, Yüce Allah'tan kendilerine bir lütuf olmak üzere verilecek­tir. Sözü geçenlerden ayrı olarak Allah katındaki lütuf ve ihsanlar kâfirlerin yararlandıkları fani ve azıcık metalardan daha üstündür. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Gerçekten iman edip de salih ameller işleyenle­rin ise konakları Firdevs cennetleridir. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar, ora­dan ayrılmak da istemezler." (Kehf, 18/107-108).

İbni Merdûveyh, Abdullah Amr b. el-As'ın Resulullah (s.a.)'tan şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Bunlara el-ebrâr (iyiler) adının veriliş sebebi, ba­balara ve evlâtlara iyilik yapmalarıdır. Senin anne babanın üzerinde bir hak­kın olduğu gibi çocuğunun da senin üzerinde bir hakkı vardır."

Daha sonra Yüce Allah kendi zamanlarındaki peygamberlerin tebliğiyle hidayet buldukları gibi Kur"an-ı Kerim'in hidayeti ile de hidayet bulan Kitap Ehli'nden -Abdullah b. Selâm, onun arkadaşları ve Necâşi gibi kimselerden- bi­ze haber vermektedir ki, Yüce Allah onları oldukça önemli bir takım nitelikler­le nitelendirmektedir:

1- Samimi ve tam bir iman ile Allah'a iman etmek.

2- Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur"an-ı Kerim'e etraflı ve kapsamlı bir şe­kilde imân etmek. Esasen Kur"an-ı Kerim tahriften kurtulmuş, olduğu gibi kal­mış biricik ilâhî kitaptır.

3-  Kendilerine indirilen Tevrat ve İncil'e de icmalî bir iman ile iman et­mek.

4- Sahih imanın meyvesi olan Yüce Allah'a huşu ve itaatle boyun eğmek. Kalp Yüce Allah'a huşu ile boyun eğdi mi, bütünüyle nefis de aynı şekilde bo­yun eğer.

5- Allah'ın ayetlerini dünya metaından azıcık bir bedele satmamak. Yani bunlar Muhammed (s.a.)'in geleceği müjdesini, niteliklerini, ümmetinin sıfatla­rını gizlemeden ve tahrif etmeden vahyi olduğu gibi korurlar. İşte bu nitelikle­re sahip olanlar için ister Yahudi ister Hristiyan olsunlar, nimetleriyle kendile­rini besleyip büyüten, hakka hidayet eden Rableri nezdinde amel ve itaatlanna karşılık eksiksiz ecir ve mükâfat vardır. Allah hesabı çabucak görendir, O her şeyi çabucak sayıp dökendir. Bütün insanları çok kısa bir sürede hesaba çeker. Bu hesapta en ufak bir yanlışlık olmayacaktır. Bundan kaçmak da söz konusu değildir. İşte bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Ondan önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar. Kendilerine okunduğun­da da dediler ki: Biz ona iman ettik. Çünkü o Rabbimiz katından (indirilmiş) haktır. Muhakkak biz ondan önce de Müslümanlardan idik. İşte bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilecektir." (Kasas, 28/52-54); "Musa'nın kavmin­den de kak ile hidayete çağıran ve onunla adalet uygulayan kimseler vardır." (A'râf, 7/159).

İşte bu nitelikler bir takım Yahudilerde bulunuyordu. Bunlar ise pek azdı. Abdullah b. Selâm ve benzeri Yahudi hahamları gibi ki, bunların sayısı on kişi­yi dahi bulmamıştı. Hristiyanlara gelince onlardan hidayet bulanlar ve hakka itaatle bağlananlar çoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların Yahudi ve müşrikler olduğunu bulacaksın. İman edenlere sevgi bakımından en yakınları da, "Biz Hristiyanlarız" diyenleri bulacaksın... İşte Allah onlara söylediklerinden dolayı altlarından ırmaklar akan cennetleri orada ebedî kalmak üzere mükafat olarak ihsan etti..." (Mâide, 5/83-85).

Daha sonra Yüce Allah bu sureyi duaları kabulüne, dünyada ilâhî yardım ve zafere, ahirette de sevaba kendilerini ehil kılacak müminlere genel bir vasi­yet ile sona erdirmektedir. Bu vasiyet aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir:

1- Bir kısmı beş vakit namaz olan dinî yükümlülüklere, hastalık, fakirlik ve korku gibi bir takım musibet ve sıkıntılara sabretmek.

2- Düşmanlarla sabır yansına girmek. Yani sıkıntılara, hoşa gitmeyen şey­lere katlanmak hususunda onları geçmek, nefse ve hevaya karşı direnmek.

3- Düşmanlarla karşılaşmaya hazırlıklı olmak üzere mescitlerde, düş­manlara yakın sınırlarda olunması gereken serhadlerde ribat yapmak, bunun için cihad etmek. Buharî, Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah yolunda bir gün ribat, dünyadan ve dünyadaki her şeyden hayırlıdır." Müslim'in Sahih 'inde de Hz. Selman'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinle­dim: "Bir gün ve bir gece ribat yapmak bir ay boyunca oruç tutup  namaz kıl­maktan hayırlıdır. Şayet vefat edecek olursa hayatta iken yaptığı amelinin ecri ona yazılır, rızkı ona yazılır ve çok fitnecinin fitnesinden (şeytandan) emin kılı­nır."

4- Biricik mutlak İlâha karşı muttaki olmak, O'ndan korkmak, azabından sakınmak, gizli ve açık bütün hallerinde O'nun gözetimi altında olduğunu bil­mek, emirleri yerine getirmek, yasaklardan da uzak durmak.

Şüphesiz bu vasiyetlere (emirlere) bağlı kalıp riayet eden felaha kavuşur, dünyada da ahirette de umduklarını elde eder, kurtulur. [140]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Gördüğümüz ayet-i kerimeler adeta Âl-i İmran suresinin muhtevasının özeti sayılabilecek bir takım vasiyetlere (buyruklara) dikkatimizi çekmektedir ki bunlar aşağıdaki hususlardır:

1- Kâfirlerin dünya hayatında bolluk, refah ve rahat içinde olmaları bizle­ri aldatmamalıdır. Bütün bunlar sonunda zail olacaktır. Cehennem ateşinde azaba uğratılmalan ise pek yakındır. Ebedî olan ahiret nimetleri ise bunlardan daha hayırlıdır. Küfür ve masiyetlerine devam ekmekle birlikte insana nimet­lerin verilmesi ondan razı olmak anlamında değildir; bu bir istidraçtır (derece derece azaba yaklaştırmaktır).

2- İtaat ve takva sahipleri için güzel bir mükâfat, eksiksiz bir ecir vardır. Bu ise Yüce Allah'ın uçsuz bucaksız cennetlerinde (takva sahiplerine bir ikram olmak üzere) ebedîliktir.

3- Kitap Ehli'nden bazılarının Kur"an-ı Kerim'e iman etmeleri, önceki ki­taplarına imanlarının bir devamıdır ve bu onlar için daha hayırlı ve daha kalı­cıdır.

4- İtaat üzere sabretmek, düşmanla sabır yarışına girmek, nefis ve hevaya karşı direnmek, İslâm ülkesi serhadlerini ribatlarla korumak, Allah'tan kork­mak, dünyada düşmanlara karşı muzaffer olmanın, üstünlük sağlamanın, ahi­re tte de Allah'ın azabından kurtulup ebedî nimetlere nail olmanın yoludur... [141]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/344.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/344-345.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/345-346.

[4] Metinde en-Nadir olan kelimenin doğru şekli el-Muğîre'dir. bkz. Süyutâ, er-Durru'l-Men-sûr, 11/314 (Çeviren).

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/346.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/346.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/347-349

[8] Hadisi İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet etmiştir.

[9] Hâkim dedi ki: Buharî ile Müslim'in şartına göre sahih olmakla birlikte, bunu rivayet et­memişlerdir.

[10] Hasen bir hadistir.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/349-352.

[12] Kurtubî, IV7202.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/352-355.

[14] Kurtubî, IV/215.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/355-356.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/357.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/357.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/357-358.

[19] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.

[20] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet hadis kaynaklarında tahric edilmemiş­tir; zayıf olduğu da görülmektedir.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/358-359.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/359.

[23] İbni Kesîr, 1/412; Kurtubî, IV 234.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/359-363.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/363-364.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/366.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/366-367.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/367.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/368.

[30] Kurtubî, IV/221; İbni Kesîr;.tt413.

[31] Medine'nin Avalî denilen semtinde bir yer. Burada da el-Hâris b. el-Hazrec'in oğullarının evleri vardı. Burası Peygamber (s.a.)'in evine bir millik bir mesafededir.

[32] Kurtubî, IV/222-223.

[33] İbni Kesir, 1/409-410.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/368-373.

[35] Bu hadisi İbni Mace Muvatta’ında ve başkaları rivayet etmiştir.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/374-376.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/377.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/377.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/377-378.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/378.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/378.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/379-380.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/380.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/382.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/382.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/382-383.

[47] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 72.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/383-384.

[49] İbni Kesir, 1/411-412.

[50] Kurtubî,IV7235.

[51] Buharî bunu el-Meğazî bölümünde bu şekilde muallak olarak rivayet etmiştir.

[52] Aynı şekilde bunu Tirmizî, Nesaî ve Hâkim de buna yakın bir lafızla rivayet etmiştir.

[53] Zemahşerî 1/356.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/384-388.

[55] Kurtubî, IV/254.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/388-390.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/391.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/391.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/392.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/392-393.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/393-394.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/395.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/395.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/395-396.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/396.

[65] "Garib" bir hadistir.

[66] İbni Kesir, 1/420.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/396-399.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/399-400.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/401.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/401-402.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/402.

[72] Vahidi, Esbabü'n- Nüzul, s. 72-73.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/402-403.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/403-405.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/405-407.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/408.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/408-409

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/409.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/409.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/409-412.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/412-413.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/414.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/415.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/416-417.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/417.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/417-418.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/418.

[87] Buharî İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "İbrahim (a.s.)'in ateşe atılırken söylediği son söz, "Hasbunallah ve ni'mel-vekil= Allah bize yeter, o ne güzel vekildir! sö­züdür."

[88] Bu, bu şekliyle garib bir hadistir. Ancak bunu destekleyen pek çok rivayet vardır. Bk. İb­ni Kesir, 1/430.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/418-421.

[90] Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Amr'dan, "Şehidin borç dışında her türlü günahı bağışla­nır" lafzıyla rivayet etmiştir.

[91] Tirmizî ve İbni Mace'de bu şekilde "altı özellik" diye geçmektedir. Sayıldığı takdirde ise bunların yedi tane olduğu görülür. es-Sindî'nin İbni Mace'ye yaptığı Haşiyesinde şöyle de­nilmektedir: Hadiste sözü geçen altı tane özellik aslında yedi tanedir. Ancak kabir aza­bından korunması ile en büyük korkudan güvenlik altında tutulması tek bir özellik sayı­lırsa, altı tane olur.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/421-425.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/427.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/427.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/427-428.

[96] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 75-76.

[97] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 75-76.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/428.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/428-429.

[99] Zimehşerî 1/364.

[100] el-Menâr, IV/205; el-Merâğî, IV/141.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/429-432.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/432-435.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/436.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/436-437.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/437.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/437-438.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/438.

[108] Bu başlık metinde konulmamıştır. Ancak müellifin anlaşılan üslûbu gereğince burada böy­le bir başlığın uygun olacağı açıkça görülmektedir (Çeviren).

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/438-440.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/440-441.

[111] Zemahşerî 1/366.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/442.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/442-443.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/443-444.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/444.

[115] Ahmed, Müslim ve İbni Mace el-Mustevrid'den rivayet etmişlerdir.

[116] Zemahşerî, 1/366.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/444-446.

[118] Ebu Davud rivayet etmiştir.

[119] Kurtubî, IV/304.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/446-447.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/448.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/448-449.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/449-450.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/450.

[124] Hadisi Ahmed, Sünen sahipleri ve Hâkim, Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/450-452.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/452.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/454.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/454.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/454-455.

[130] İbni Kesir, 1/438.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/455-456.

[132] İbni Kesir, 1/440 vd.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/456.-457.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/457-459.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/459-460.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/461.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/461.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/462.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/462-463.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/463.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/463-465.

[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/465-466.