130-
Ey iman edenler! Ribayi kat kat yemeyin. Allah'tan korkan ki felah bulaşınız.
131-
Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının.
132-
Bir de Allah'a ve Peygamber'e itaat edin ki rahmete nail olasınız.
133-
Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer
kadar olan cennete koşuşun.
134- Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler,
öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.
135-
Ve çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı
hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesi için bağışlanma dileyenlerdir.
Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Bir de işledikleri üzerinde bilip
dururlarken ısrar etmeyenlerdir.
136-
İşte bunların mükâfatı rablerin-den bir mağfiret ve- altlarından ırmaklar akan
cennetlerdir ki orada ebediy-yen kalıcıdırlar. (Böyle) amel edenlerin mükâfatı
ne güzeldir!
"Zaten günahları
Allah'tan başka kim bağışlar?" buyruğu nefiy anlamında sorudur.
"Allah'tan başka günahları bağışlayacak kimse yoktur" takdirindedir.
[1]
"Kat
kat artırılmış olarak" anlamındaki kelimede iştikak bakımından cinas
vardır.
"Ribayı...
yemeyin", mürsel bir mecazdır. Faiz almaktan "yemek" diye söz
edilmiştir. Çünkü neticede iş oraya varır.
"Eni
göklerle yer kadar olan"; teşbih edatı hazfedilmiş belîğ bir teşbihtir.
Yani göklerle yerin eni gibi eni bulunan demektir.
"Rabbinizin
mağfiretine... koşuşun." Yani mağfireti gerektiren şeylere koşuşun.
Burada "şey"e ona sebep olanın adı verilmiştir.
"Bolluk
ve darlık" manalarında tıbâk vardır.
"TJaten
günahları Allah'tan başka kim bağışlar?" buyruğu ise nefiy maksadında
sorudur. Yani başka kimse bağışlamaz demektir.
"İşte
bunların mükâfatı... bir mağfiret..." Burada, mevkilerinin yüksekliğine
delâlet etmek üzere uzak için kullanılan işaret edatı kullanılmıştır.
"Amel
edenlerin mükâfatı ne güzeldir!" Burada özel olarak övülen şey
haz-fedilmiştir. Amel edenlerin ecri olarak cennet ne güzeldir, demektir.
[2]
"Ribayı
kat kat fazlasıyla yemeyin..." Yani va'denin gelmesi esnasında alacağınızı
artırarak, ödemeyi geciktirerek. Bir şeyin katı, onun bir misli fazlası
demektir. Bu şekilde katlama ise ya sadece faiz olan fazlalıktır ya da üç yüz
vermek karşılığında yüz borç almak gibi ana mala nispetle söz konusu olur.
"Allah'tan
korkun." Kendiniz için Allah'ın azabına karşı koruyucu bir vasıta edinmek
suretiyle faizi terk ederek "felah bulaşınız" kurtulasınız.
"Kâfirler
için hazırlanmış olan o ateşten de" onunla azap görmemek için
"sakının".
"Rabbinizin
mağfiretine... koşuşun." Rabbinizin mağfiretine götüren, sadaka ve
hayırlı işler yapmak, faiz ve günahlardan tevbe etmek gibi salih ameller
kabilinden olan şeyleri işleyerek mağfirete sebep olan işler yapmakta elinizi
çabuk tutun.
"Eni
göklerle yer kadar olan cennete" yani biri ötekine bitiştirilerek her
ikisinin eni kadar geniş olan demektir. Burada maksat ise cennetin büyüklüğünü
genişlikle nitelemektir.
"Onlar
bolluk ve darlıkta infak edenler" Aslında "es-serrâ", sevindiren
durum, "ed-darrâ" ise zarar veren durumdur. İbni Abbas bunları bolluk
ve darlık diye tefsir etmiştir, "öfkelerini yutanlar", gereğini
yerine getirmeye güç yetirmekle birlikte öfkelerine mani olanlar ve
gizleyenler. Öfke, kızgınlık türlerinin en şiddetli olanıdır. Mal ve çocuk
gibi maddî bir hakka veya şeref, ırz ve haysiyet gibi manevî bir hakka
saldırıda bulunulduğu vakit insan ruhunda meydana gelen ileri derecedeki bir
tepkiyi ifade eder. "ve insanları affedendir."
"Allah
iyilik yapanları (ihsan edenler)..." İhsan, başkasına yermenin söz konusu
olmayacağı bir şekilde lütufta bulunmak, nimetler bağışlamaktır.
"sever"
"Çirkin
bir günah (fahişe)"; fahişe kelimesi büyük günah ve zina, gıybet ve buna
benzer başkalarına etki eden çirkin iş demektir. "Nefse zulmetmek"
ise şarap içmek ve buna benzer etkisi yapana münhasır kalan günah demektir.
"Allah'ı
hatırlayarak" O'nun vaadini, tehdidini, emir ve yasağını, azamet ve
celâlini hatırlayarak.
"Bir
de işledikleri üzerinde bilip dururlarken ısrar etmeyenler..." Yaptıklarının
masiyet olduğunu bile bile ona devam etmeyenler. Günaha ısrarla devam etmekten
şer'an maksat, çirkin olan işi yapmaya, ondan vazgeçmeyip, mağfiret dilemeden,
tevbe de etmeden devam edip gitmek demektir.
[3]
130.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Firyâbî, Mücahit'ten şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Belli bir va'de ile (Cahiliye Arapları) alışveriş yaparlardı.
Va'de geldiğinde borçluların borcunu artırırlar, buna karşılık va'deyi de
uzatırlardı. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat fazlasıyla
yemeyin" ayeti nazil oldu.
Yine
(Firyâbî) Atâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sakîfliler Muğire
oğullarına
[4] borç verirlerdi. Va'de
geldiğinde, "Biz size faiz verelim, buna karşılık borcumuzun ödemesini
erteleyin" derlerdi. Bunun üzerine, "Ribayı kat kat fazlasıyla
yemeyin" ayeti nazil oldu.
135.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas Atâ'dan gelen rivayete göre şöyle
demiştir: Bu ayet-i kerime Nebhân et-Temmâr (hurma satıcısı) hakkında nazil
olmuştur. Künyesi Ebu Mukbil idi. Yanma güzel bir kadın gelir, ondan hurma
satın almak ister. O da kadını alıp kucaklar ve öper. Buna pişman olur,
Peygamber (s.a.)'in yanına varıp olayı anlatır. Bunun üzerine bu ayet-i kerime
nazil olur.
[5]
Yüce
Allah müminleri Müslüman olmayanları sırdaş edinmekten sakındırıp, sabredip
takvaya devam ettikleri takdirde, onların hilelerinin hiç bir şekilde
kendilerine zararlı olamayacağını açıkladıktan, Bedir ve Uhud gazvelerinde
sabır ve takvaya dair bir misal ve müşriklerle Yahudilerin yaptıklarını söz konusu
ettikten sonra, burada da Müslümanları -müşriklerle Yahudilerin oldukça çirkin
bir niteliği olan- faizden sakındırmaktadır. Bundan sonra da çeşitli teşvik ve
korkutmalarla irşatlarda bulunmakta, hayır ve kötü işlerin sonuçlarını
açıklamaktadır.
[6]
Ey
iman edenler! Cahiliye döneminde insanların yaptıkları gibi faiz yeme-yiniz.
Bu, kat kat fazlasıyla faiz alıp vermenin müminlere yasak olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Cahiliye döneminde borcun va'desi geldiğinde alacaklılar
borçluya, "Ya borcunu ödersin, yahut faiz ödersin" derlerdi. Vaktinde
borcunu öderse mesele yok, aksi takdirde va'desini uzatır öbürü de ödeyeceği
faiz miktarını artırırdı. Bu her sene böyle devam ederdi. Kimi zaman azıcık bir
borç kat kat artarak büyük meblağlara ulaşırdı.
Faizin
haram kılınışını tekit için Yüce Allah bu yasak ile birlikte dünyada da ahirette
de felaha kavuşabilmeleri için müminlere takvayı da emretmektedir. Arkasından
bu yasağı daha bir pekiştirmek için onları cehennem ile tehdit etmekte,
cehennemden onları sakındırmakta, sonra da Allah'a ve Rasulüne itaat emrini
daha bir sıkı tutmaktadır. Arkasından da hayırlı işleri yapmak ve Allah'a
yakınlaştırıcı amellere kavuşmak için eli çabuk tutmaya onları teşvik etmektedir.
Faiz
ayetlerini (Bakara, 275, 276, 278 ve 279. ayetler) üçüncü cüzde tefsir
ettiğimizde sözünü ettiğimiz bu ayet-i kerimenin faizin haram kılınmasındaki
tedricilikte üçüncü aşamada nazil olduğunu belirtmiştik. Yine orada faizin yüzde
bir gibi az bir oran olması ile çok olmasının değişmediğini ve hepsinin haram
olduğunu, son inen hükümlerden Bakara süresindeki ilgili ayetlerin her iki tür
faizi de haram kıldığını açıklamıştık. Bu faiz türlerinden birisi va'de faizi
(nesîe), diğeri ise peşin fazlalık faizi (ribâ ül-fadl)dir. Her iki türüyle
faizin haram kılınmasının ümmetin menfaatine olduğu da açıklanmıştır. Çünkü
faizde fert ve toplum aleyhine büyük tehlikeler vardır. Fazlalık faizinin
haram kılınması ise şeddi zerâi' kabilindendir; yani bu faizin va'de faizine
gitmesini engellemek içindir. Arkasından bir menfaat çeken her bir karz bir
faizdir. Sözü geçen bu menfaat ister nakdî olsun ister aynî ve maddî olsun,
ister az ister çok olsun fark etmez.
Cahiliye
dönemi faizi yahut nesîe faizi, günümüzdeki bankalarda aşırı faiz yahut zaman
geçmesi ile birlikte ortaya çıkan mürekkep kâr yahut mürekkep diye bilinen
faizdir. Bu da Kur'an-ı Kerim'in nassıyla kat'î olarak haramdır. Ayet-i
kerimede bunun "kat kat fazlası" diye kayıtlandırılması vakıanın
beyanı ve cahiliye döneminde insanların durumunu tasvir etmek için gelmiş bir
kayıttır. Ayrıca bu işlemlerde gayet açık bir zulüm, borç alanın ihtiyacının
açıkça sömürüldüğünün ortaya konulması ve bunun çirkinliğinin sergilenmesi
maksadı vardır. Bu kaydın bulunması, hiç bir zaman düşük orandaki faizin helâl
olduğu, haram olanın sadece aşırı faiz olduğu anlamına gelmez. Bu, ayet-i kerimenin
anlatmak istediği bir şey değildir. Faiz ister az ister çok olsun haramdır,
büyük günahlardan birisidir. Bu kaydın aksine bir manası yoktur. Aşırı zaruret
içerisinde bulunan kimseler dışında hiç bir zaman faiz mubah olamaz. Tıpkı
meyte (leş) yemeye kalkışmak gibidir. Eğer bir kimse kendi kanaatine göre
açlıktan öleceğini biliyor ise yahut da barınacağı bir evi olmadığından
sokakta kalmaya maruz kalacak ve helak olacaksa bu yola baş vurabilir.
Ticaretini, sanayi ya da ziraatini geliştirmek için faizli borç almak kesinlikle
haramdır.
Şimdilerde
görülen İslâmî uyanış gerçeği içerisinde müjdeler veren hayırlı gelişmeler
arasında İslâmî finans kurumları ve sigorta şirketleri de vardır. Bunlar ise
mudarebe, murabaha, teminat ve buna benzer fukahanın mubah gördüğü esaslar
çevresinde çalışmayı hedeflemektedirler. Bunlarda haram olan faiz yahut şer'an
haram görülen garar ve kumar da -İslâmî kayıdlara uyulduğu takdirde- söz konusu
değildir.
Yüce
Allah bize yasaklanan işler arasında Allah'tan korkmamızı emrederek faiz
yasağını bir daha pekiştirmektedir. Bu yasağı pekiştirmesinin amacı ise,
sevgiye götüren, karşılıklı dayanışma ve merhamet ile kendimiz için felah ve
kurtuluşu gerçekleştirelim diyedir. Sevgi ise mutluluğun esasıdır. Ahirette bu
yolla Allah'ın rızası ve cennete nail olunur. Faiz yasağını, cehenneme götüren
şeylerden sakındırmak suretiyle daha da pekiştirmektedir. Cehenneme götüren
şeylerden birisi de faizdir. Yüce Allah cehennemi kâfirler için hazırlamıştır.
Bunlardan bir kısmı ise faizcilerdir. Eğer bunlar takvaya sarılmaz ve
masiyetlerden uzak durmazlarsa cehennem halkı arasında sayılırlar. Ebu
Hanife'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şüphesiz bu, Kur"an-ı
Kerim'de en korkutucu ayet-i kerimelerdendir. Çünkü Allah, haramlarından
sakınmak hususunda kendisinden korkmayacak olurlarsa müminleri de kâfirler
için hazırlanmış cehennemle tehdit etmektedir. Bakara suresinde de Yüce
Allah'ın faiz yiyenlere karşı Allah ve Rasulü tarafından savaş açılmış
olduğunu, Allah'ın ve Rasulünün faizcilere düşman olduğunu öğrenmiş
bulunuyoruz.
Daha
sonra Yüce Allah bu yasağı oldukça beliğ bir şekilde daha da pekiştirmekte,
faiz almaktan uzak durmak hususunda Allah ve Rasulüne itaati emretmektedir. Ta
ki Allah durumlarını düzelttikleri için dünyada insanlara merhamet etsin,
ahirette de amellerine güzel bir mükâfat vermek suretiyle onlara rahmet
buyursun.
Daha
sonra Yüce Allah günahların bağışlanmasını, Allah'ın takva sahipleri için
hazırlamış olduğu oldukça geniş cennetlere girmeyi gerektiren işlere koşuşmayı
emretmektedir. Bu ise cennetin halihazırda yaratılmış olduğunun delilidir.
İmam Ahmed Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Heraklius Peygamber (s.a.)'e
şunu yazar: "Sen beni eni gökler ve yer kadar olan cennete çağırıyorsun.
Peki cehennem nerede?" Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah, Allah! Peki gündüz gelince gece nereye gidiyor!" Yani
yörüngede dönüş olunca gündüz dünyanın bir tarafında gece öbür tarafındadır.
İşte cennet de bu şekilde üst tarafta, cehennem de alt taraftadır. Dolayısıyla
cennetin göklerle yerin eni kadar olması ile cehennemin varlığı arasında bir
aykırılık yoktur.
Mananın
şöyle olma ihtimali de vardır: Gündüz geldiği zaman bizim geceyi göremeyişimiz
onun hiç bir yerde olmamasını -biz bu yeri bilmesek dahi- gerektirmez. Aynı
şekilde cehennem de Yüce Allah'ın dilediği yerdedir. İbni Kesir der ki: Bu daha
açıktır. Çünkü el-Bezzar tarafından rivayet edilen Ebu Hurey-re hadisinde o
şöyle demiştir: Adamın birisi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dedi:
Yüce Allah, "Eni göklerle yer kadar olan bir cennet" diye buyurmaktadır.
Peki cehennem nerede? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ne dersin, geceleyin
gelip her şeyi örtü gibi kuşattığı vakit gündüz nereye gidiyor?" Adam,
"Nereye dilerse" deyince Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi:
"îşte cehennem de böyledir. Aziz ve Celîl olan Allah nerede dilerse
oradadır."
İşte
bunlar faizden uzaklaştırmak için arka arkaya gelmiş dört tane tekit edici
ifadelerdir: Allah'tan korkunuz, cehennemden korkunuz, Allah'a itaat ediniz, Rasulüne
itaat ediniz. Daha sonra Yüce Allah korkutmanın akabinde hayır fiil işlemeyi
teşvik ederek, sadaka, akrabalık bağlarını gözetmek, süa-i rahim, karşılıklı
merhamet, dayanışma, faiz ve benzeri günahlardan uzak durmak gibi itaat
işlerine gecikmeden koşuşmayı da emretmektedir. İşte bu hayırlı işler, İslâm
toplumunu merhameti, mutlu ve huzurlu bir toplum haline getirir. Kinlerin
olmadığı, mücadelelerin olmadığı, kıskançlığın, buğzun, fakirlerle zenginler
arasında nefretleşmenin olmadığı bir toplum haline getirir. Daha sonra Yüce
Allah cennetliklerin niteliklerini şöylece söz konusu etmektedir:
1- Darlıkta ve genişlikte, yani sıkıntılı ve rahat zamanlarında, hoşuna
giden ve gitmeyen zamanlarda, sağlık ve hastalık hallerinde, Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi "Onlar ki mallarını gece ve gündüz gizli ve açık
infak ederler..." (Bakara, 2/27'4). Yani bütün durumlarda infak ederler.
Yüce Allah'a itaat, O'nun razı olduğu yollarda infak etmekten, yakın
akrabalarına olsun, başkalarına olsun çeşitli iyiliklerde bulunmaktan hiç bir
şey onları alıkoymaz. Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hâtim'den gelen
rivayete göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler: "Bir
hurmanın yarısı ile dahi olsa cehennemden korununuz."
[7]
a) Sadaka ihtiyaç sahibi olan kimseye bir yardım, sıkıntılarını giderme
yolunda elinden tutmaktır. Buna karşılık faiz ise zenginin, fakirin ihtiyacını
istismar etmesidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artış
göstersin diye faiz gününden insanlara verdiğiniz Allah katında artmaz. Fakat
Allah'ın rızasını elde etmek kasdıyla verdiğiniz zekât ise işte onlar kat kat
artanlardır." (Rûm, 30/39); "Allah faizin bereketini giderir, fakat
sadakaları da artırır." (Bakara, 2/276).
b) Zenginlik yahut sıkıntı zamanlarında ve bunların dışında kalan hallerde
infak etmek, takvanın en açık delili, tekerrür edip duran ihtiyaçları
karşılamanın en iyi yoludur. Ve bu tedrici olarak ağır ağır gerçekleşir. Böyle
bir yolla infak eden bir kimse sıkıntıya düşürülmez. Ayrıca muhtaç olan da
ihtiyacı en alt seviyeye ininceye kadar ihmal edilmiş olmaz. İbretli bir sözde
şöyle denilmektedir: "Sen az bir şeyler ver. Çünkü mahrumiyet ondan daha
da azdır." Hayra duyulan sevgi ve ahireti hatırlamak insanda merhamet duygularını
harekete getirir, az da olsa sürekli infaka teşvik eder. Devamlılığı olan az
bir infak, aralıklarla verilen pek çok infaktan hayırlıdır. Az olan bir infak,
fert ve toplumlardan bir araya getirilip toplandığı vakit arzuyu gerçekleştiren
fazla bir miktar olur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Genişlik sahibi olan genişliğince infak etsin. Rızkı kendisine daraltılan
kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse ona
verdiğinden başkasını yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık ihsan
edecektir." (Talâk, 65/7).
2- Öfkelerini bastıranlar, yani öfkeleri kabarıp arttığı takdirde onu
bastırıp gizleyenler. Gereğini yerine getirme ve uygulama imkânları bulunmakla
birlikte -zaaf ve acizlikten dolayı değil- gereğini yerine getirmezler.
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Güçlü kimse başkasının sırtını yere
getirmekten dolayı güçlü değildir. Fakat güçlü kimse kızdığı zaman nefsine
hâkim olabilendir."
[8] Yine
İmam Ahmed'in rivayetine göre Harise b. Kudâme es-Sa'dî, Ey Allah'ın Rasulü,
bana vasiyette bulun, demiş, Resulullah (s.a.) ona, "Kızma" diye
vasiyette bulunmuştur.
Kızgınlığın
tedavi yolu Ahmed ve Ebu Davud'un Atıyye b. Sa'd es-Sa'dfden rivayetine göre
şöyledir: Atıyye dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kızgınlık
şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise ancak su ile
söndürülür. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kızdı mı ab-dest alsın."
Abdürrezzâk'm Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Gereğini yerine getirebilme gücüne sahip olduğu halde her
kim bir öfkesini tutarsa Yüce Allah onun içini güvenlik ve iman ile
doldurur."
Aişe
(r. anhâ)'den nakledildiğine göre bir hizmetçisi onu öfkelendirmiş o da,
"Allah takvayı ne güzel yaratmıştır, öfke sahibine intikam alma fırsatını
vermez" demiştir.
3- İnsanları affedenler. Yapılan düşmanlığın karşılığını verebilme
güçleri bulunmakla birlikte kendilerine kötülük yapanları hoşgörülü davranıp
bağışlayanlar demektir. Bu ise aklın genişliğine, fikrin üstünlüğüne, irade
gücüne, kişiliğin metanetine açıkça delâlet eden, nefsin dizginlenmesi
basamağıdır. Öfkeyi yenmekten daha üstün bir basamaktır. Çünkü kişi kimi zaman
kin ve kötü duygularını muhafaza ederek öfkesini bastırabilir. Bu buyruk Yüce
Allah'ın, "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/32)
buyruğunu andırmaktadır. Hâkim ve Taberânî, Übeyy b. Ka’b'dan Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Her kim cennette
köşklerinin yükseltilmesini, derecelerinin yüceltilmesini arzu ediyor ise
kendisine zulmedenleri affetsin, mahrum edenlere versin, bağını koparanların
bağlarını düzeltsin."
[9] İbni
Abbas (r. anhumâ)dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Kıyamet günü olduğunda bir münadi şöyle seslenir: İnsanları
affedenler nerede? Haydi Rabbinizin huzuruna geliniz, ecirlerinizi alınız.
Affettiği takdirde cennete sokulması her Müslümanın bir hakkıdır."
İşte
bunda Peygamber (s.a.)'in Uhud gazvesinde emrine aykırı davranan okçuları
affettiğine ve Hz. Hamza'ya yaptıkları dolayısıyla müşrikleri cezalandırmadığına
bir işaret vardır. Çünkü siret-i nebeviyede de belirtildiği gibi O, Hz.
Hamza'ya müsle yapıldığını (ölünün azalarının parçalandığını) görünce, "Ve
nefsim elinde olana yemin olsun ki, onlardan yetmiş kişiye müsle uygulayacağım"
diye buyurmuştu.
4- Allah ihsan edenleri, iyilik yapanları, kötülüğe iyilikle karşılık
verenleri sever. Bu ya kötülük yapana faydalı işler yapmakla olur yahut o
kötülüğüne misliyle karşılık vermemek suretiyle dünyada ona gelebilecek zararı
önlemek suretiyle; veya ahirette alacağı hakları affetmesiyle olur. Bu ise
önceki mertebelerin en yükseği olan bir mertebedir. Beyhakî'nin rivayetine
göre Hz. Hüseyin'in oğlu Ali'nin (r.a.) bir cariyesi vardı. Namaza hazırlanmak
üzere ona su döküyordu. Elindeki ibrik başını yaraladı. Başını kaldırınca
cariye şöyle dedi: "Yüce Allah, "Öfkelerini yutanlar" diye
buyurmaktadır. Ali ona, "Öfkemi yuttum," dedi. Cariye, "Ve
insanları affedenler" diye buyurmaktadır" deyince, "Allah seni
affetmiştir" dedi. Yine cariye, "Allah ihsan edenleri sever"
deyince Ali, "Git, Yüce Allah'ın rızası için hürsün" cevabını verdi.
5- Çirkin bir günah işledikleri vakit yani zina, faiz, hırsızlık, gıybet
ve buna benzer zararı başkasına ulaşan bir günah işlediklerinde veya
kendilerine zulmettiklerinde yani içki içmek ve buna benzer zararı yalnız
kendilerine dokunan bir günah işlediklerinde Allah'ın vaadini, tehdidini,
azamet ve celâlini hatırlar, tevbe ederek, Rabbinin rahmetini umarak ona
dönerler.
Şunu
bilelim ki günahları Allah'tan başka bağışlayacak kimse yoktur. Kötülük yapanı
bağışlaması -şirkin dışında olmak şartıyla- günahkârı, günahları ne kadar büyük
olursa olsun affetmesi onun lütfunun, ihsan ve kereminin bir belirtisidir. Şirk
ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz. Fakat bundan başka bunu (yani günahı) dilediğine
bağışlar." (Nisa, 4/48) Yine rahmetinin genişliği ile ilgili olarak şöyle
buyurur: "Ve benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (A'râf, 7/156).
Tevbenin
kabul edilmesinin şartı ise günah üzerinde ısrar etmemektir. İşte Yüce
Allah'ın, "Bir de işledikleri (günah) üzerinde bilip dururlarken ısrar etmeyenlerdir"
buyruğu bunu ifade etmektedir. Yani günahlarından tevbe edip yakın bir süre
sonra Allah'a dönen, masiyet üzere ısrar etmeyen, onu sürdürmeyen kimselerdir.
Eğer günahı bir defada işleyecek olurlarsa ondan tevbe ederler. Nitekim Hafız
Ebu Yala, Müsned'inde böyle demektedir. Aynı zamanda bu Ebu Davud, Tirmizî ve
el-Bezzâr'ın Müsned'inde de yer almaktadır ki, bunlar Ebu Bekir (r.a.)den
şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İstiğfar
eden (günahında) ısrar etmiş olmaz. İsterse bir günde (aynı günaha) yetmiş
defa dönsün."
[10]
Bunlar
yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilirler ve günahlarını hatırlayarak
onlardan dolayı Allah'a tevbe ederler. Esasen Allah tevbe edenin tevbesi-ni
kabul eder. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Onlar
şüphesiz Allah'ın kullarının tevbesini kabul ettiğini bilmezler mi?"
(Tevbe, 9/104); "Her kim bir kötülük işler yahut kendisine zulmeder sonra
da Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok mağfiret sahibi ve çok merhametli
bulur." (Nisa, 4/110).
Sözü
geçen niteliklerle Yüce Allah takva sahiplerini nitelendirdikten sonra şunu
açıklamaktadır: Bu niteliklere sahip olan takva sahibi kimselerin mükâfatları
günahlarının Rableri tarafından bağışlanması, cezadan yana güvenlik içerisinde
olmalarıdır. Bunlara Rableri nezdinde altından ırmaklar akan cennetlerde yani
çeşitli içeceklerden nehirlerin aktığı cennetlerde büyük bir sevap vardır.
Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte o salih amellere verilen bu karşılık
-ki o da cennettir- ne güzeldir! Şanı yüce Allah cenneti övmektedir. Esasen
cenneti övmek de O'nun hakkıdır. Cennet övülmeye lâyıktır. Çünkü orada mutlak
ve ebedî nimetler vardır. Orada hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın
işitmediği ve hiç bir insanın hatırından geçirmediği şeyler vardır.
[11]
130-132.
ayet-i kerimeler dört yönden faizin haram kılındığını göstermektedir. Evvelâ,
"Ribayı yemeyiniz" buyruğu ile faiz nehyedilmektedir. Diğer taraftan
faiz malları hususunda Allah'tan korkulması emredilmektedir; o balamdan siz bu
gibi malları yemeyiniz. Faizi helâl kabul edenler cehennem ile tehdit
edilmektedir. Faizi helâl kabul eden kâfir olur. Ayrıca faizin haram kılınması
hususunda Allah/a ve Rasule itaati Allah onlara merhamet etsin diye emretmektedir.
Mücahit
der ki: İslâm'dan önce belli bir vadeye kadar bir mal satıyorlardı. Vadesi geldi
mi ödemeyi geciktirme karşılığında sattıkları malın bedelinde artış
yapıyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat
fazlasıyla yemeyin." ayetini indirdi.
Kurtübî
der ki[12]:
Burada diğer masiyetler arasından Özellikle faizi zikretmesinin sebebi Yüce
Allah'ın, "Şayet yapmaz iseniz, Allah ve Rasulü tarafından size karşı
savaş açıldığını bilin." (Bakara, 2/279) buyruğunda Allah'ın savaş açmış
olmasıdır. Savaş ise öldürülmeyi haber vermektedir. Adeta şöyle buyuruyor
gibidir: Eğer faizden sakınmazsanız bozguna uğrar ve öldürülürsünüz. Böylelikle
Allah onlara faizi terk etmeyi emretmektedir. Çünkü faiz onlar arasında
yürürlükte idi.
"Kat
kat fazlasıyla" şeklindeki tekit edilmiş ibare, yaptıkları işin kötülüğüne
ve çirkinliğine delâlet etmektedir. İşte bundan dolayı özellikle kat kat fazlasıyla
yenilmesi hali söz konusu edilmiştir. Onlar seneler geçtikçe bu kat kat fazla
faizi de tekrarlayıp duruyorlardı.
"Kâfirler
için hazırlanmış olan o ateşten de sakının." ayet-i kerimesi cehennemin
yaratılmış olduğunu göstermektedir. Bu ise Cehmiyye'ye bir reddir. Çünkü
olmayan bir şey hazırlanmaz.
Yüce
Allah'ın, "Rabbinizin mağfiretine... koşuşun" ayet-i kerimesi mağfireti
gerektiren ve bu konuda eli çabuk tutmanın vücubuna işaret eden bir buyruktur.
Mağfireti gerektiren şey ise itaattir. Mağfiret cennetten önce söz konusu
edilmiştir. Çünkü öncelikle günahlardan annmamış bir kimse cennete girme
hakkını elde edemez.
İlim
adamları Yüce Allah'ın, "Eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun"
buyruğunun tevili hususunda farklı görüşlere sahiptir. îbni Abbas der ki: Kumaşların
yayıldığı ve birbirine eklendiği gibi gökler ve yer de bir araya getirilir,
işte bu cennetin enidir. Boyunu ise Allah'tan başka kimse bilemez. Cumhurun
görüşü budur. Ayet-i kerime enini, sınırını tespit etmek maksadında değildir.
Fakat bununla sizin insan olarak gördüklerinizin en genişi olduğunu anlatmak
istemiştir. "Takva sahipleri için hazırlanmış" buyruğu da cehennem
gibi cennetin de yaratılmış ve elan mevcut olduğunu göstermektedir. Bu da
genel olarak ilim adamlarının kabul ettiği bir görüştür. İsra hadisi ve bundan
başka başkalarında da yer alan hadis-i şeriflerin nasları, ayrıca Ebu Zerr'in
Resulullah (s.a.)'tan naklettiği şu hadis-i şerif de bunu desteklemektedir:
"Yedi gök ile yedi yerin Kürsî'ye göre durumu ancak yeryüzünün geniş bir
düzlüğünde bırakılmış bir kaç dirhemin durumuna benzer. Kürsî'nin Arş'a göre
durumu ise ancak yeryüzünün geniş bir düzlüğüne bırakılmış bir halkaya
benzer."
Mutezile
der ki: Cennet ile cehennem şu anda yaratılmış değildir. Yüce Allah gökleri ve
yeri katlayıp düreceği vakit dilediği zamanda cennet ve cehennemi yaratmaya
başlayacaktır. Çünkü cennet ile cehennem sevap ve günahın karşılığının
görüleceği bir yerdir. O bakımdan bunlar tekliften sonra amellerin karşılığının
görüleceği bir vakitte yaratılmışlardır ki, dünyada aynı zamanda hem
mükellefiyet yurdu, hem amellerin karşılık görme yurdu bir arada bulunmasın.
Nitekim ahirette de bu iki yol bir arada olmayacaktır.
Dikkat
edilecek olursa Yüce Allah pek çok ayet-i kerimede ahiret amellerine koşuşmayı
emretmektedir: "Bir mağfirete koşuşun." (Âl-i İmran, 3/33); "Bir
mağfirete yarışın." (Hadîd, 52/21); "O halde hayırlarda
yarışın." (Bakara, 2/148), "Allah'ın zikrine koşun." (Cuma,
63/9); "İşte yarışanlar bunda yarışsınlar." (Mutaffifin, 83/26).
Dünya için çalışıp durmaya gelince: Bu da Yüce Allah'ın şu ve benzeri
buyruklarında görüldüğü gibi uygun bir şekilde hatırlatılmış bulunmaktadır:
"Artık omuzlarında yürüyün..." (Mülk, 67/15); "Diğerleri ise
yeryüzünde (ticaret kastıyla) yol teperler." (Müzzemmil, 73/20).
134.
ayet-i kerimede ise iyi olan takva sahiplerinin nitelikleri yer almaktadır:
Bunlar bollukta ve sıkıntılı zamanlarda, sağlıkta ve hastalıkta infak, öfkeyi
bastırıp gizlemek ve buna güçleri olmakla birlikte gereğini yerine
getirmeksizin öfkeyi içinde saklamaktır. Öfke kızgınlığın temelini teşkil eder.
Aralarındaki fark şudur: Kızgınlıktan farklı olarak öfkenin azalar üzerindeki
etkisi görülmez. Kızgınlık herhangi bir davranış ile azalarda etkisini gösterir
ve mutlaka ortaya çıkar. Bundan dolayı kızgınlık (gazap) Yüce Allah'a isnat
edilmiştir. Zira gazap Allah'ın kendilerine gazap ettiği kimselere yaptığı
işlerinden ibarettir. Kötülük işledikleri takdirde insanları affetmek de iyi kimselerin
özellikleri arasındadır. Bir cezayı hak edip de bu cezanın kendisine
bağışlandığı kişi affedilmiş demektir. Kötülükten sonra iyilik ise
mertebelerin en üstünüdür. İyilik (ihsan) imkân olduğu vakit iyilikte
bulunmaktır. Yoksa her vakit ihsanda bulunmaya imkân yoktur. Yüce Allah'ın,
"Allah ihsan edenleri sever" buyruğunun anlamı "Onların
iyiliklerine, ihsanlarına karşılık onlara sevap verir" şeklindedir.
İşte
bunlar erdemin esası, üstün ahlâkî değerlerin temelleridir. Daha sonra Yüce
Allah, "Ve onlar ki çirkin bir günah işledikleri..." buyruğu ile
birinci türden daha aşağı bir diğer kesimi söz konusu etmekte, bunları da kendi
rahmet ve lütfunun kapsamına katmaktadır. Bunlar tevbe eden kimselerdir.
Tir-mizî zikrettiği ve hasen olduğunu belirttiği bir hadis-i şerifte ayrıca Ebu
Davud et-Tayalisî de Müsned'inde Ali b. Ebi Talib'in şöyle dediğini
nakletmektedir: Bana Ebu Bekir anlattı -ki Ebu Bekir doğru söylemiştir-
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Herhangi bir kul bir günah işleyip de
sonra abdest alır, iki rekât namaz kılar, arkasından Allah'tan mağfiret
dilerse mutlaka Allah ona mağfiret eder." Daha sonra şu ayet-i kerimeyi
okur: "Ve onlar ki çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine
zulmettikleri vakit Allah'ı hatırlayarak hemen günahları için bağışlanma
dileyenlerdir." Bundan başka, "Her kim bir kötülük işler yahut
nefsine zulmederse..." (Nisa, 4/110) ayetini de okudu. Çirkin bir günah
(el-fahi-şe) her bir masiyet hakkında kullanılır. Burada özellikle zina
hakkında kullanılmıştır. O kadar ki Câbir b. Abdullah ile es-Süddî bu ayet-i
kerimedeki bu kelimeyi, zina diye açıklamıştır. Allah'ın anılması ise O'nun
azabından korkmak, O'ndan utanmaktır. Allah'ın huzuruna çıkılacağını
hatırlamak, Yüce Allah'ın her bir günahı sorgulayacağını düşünmektir.
Allah'tan
mağfiret dilemek de güzel ve önemli bir ameldir. Bunun sevabı pek büyüktür.
Vakti ise seher vakitleridir. Tirmizî Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir:
"Her
kim: (Estağfirullâhellezî lâ ilahe illâ hüvel-Hayyül-Kayyûm ve etûbu ileyhi)
kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan
mağfiret diler ve O'na tevbe ederim, diyecek olsa günahı -savaştan kaçmış olsa
dahi- mağfiret olunur." Mekhûl de Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Ben Resulullah (s.a.)'tan daha çok mağfiret dileyen kimseyi
görmedim." Mâliki mezhebi alimleri de der ki: İstenen istiğfar günah üzere
ısrar kararım çözen, manası kalpte sebat bulandır. Yoksa dille söylenen
değildir. Kalbi Allah'a masiyet üzerinde ısrar etmekle birlikte, sadece diliyle
estağfirul-lah diyen kimsenin mağfiret edilmesi ayrıca istiğfarı gerektirir.
Böyle bir kimsenin küçük günahı da büyük günahlara ulaşır. Hasan-ı Basrî de
der ki: Bizim istiğfarımızın ayrıca bir istiğfara ihtiyacı vardır.
Masiyeti
bağışlayabildi ve onun cezasını ortadan kaldırabilecek olan kişi yalnızca Yüce
Allah'tır.
Tevbeye
ve günah üzere ısrar kararını çözmeye iten, Azız ve Gaffar olan Allah'ın Kitabı
üzerinde tefekkürü devam ettirmektir. Allah'ın cennetteki mükâfatlara dair
sözünü ettiği tafsilat, itaatkârlara yaptığı vaadler, niteliklerini belirttiği
cehennem azabı ve isyankârları bununla tehdit etmesi üzerinde uzun boylu
düşünmektir. Kişi buna Allah'tan korkması için ve umudu güç kazanın-caya kadar
devam etmelidir. Bunun sonucunda Yüce Allah'a korkarak dua eder. Ummak ve
korkmak ise Allah'tan korkmanın ve O'nun rahmetini ummanın sonucudur. Böyle
bir kimse Allah'ın azabından korkar, sevabını umar. Doğruya ulaşmak başarısı
Allah'tandır.
Günaha
tekrar dönmek suretiyle tevbe bozulduktan sonra yapılan tevbe de sahihtir.
Çünkü birinci tevbe itaattir. Bu birinci tevbenin zamanı geçmiş ve sahih
olmuştur. Artık ikinci günahı işledikten sonra yeniden bir başka tevbeye ihtiyacı
vardır. Günaha dönmek onu ilk işlemekten daha çirkin olmakla birlikte durum
böyledir. Çünkü o ilk işlediği günaha bir de tevbesini bozmayı eklemiştir. O
halde tevbeye dönüş, onu ilk olarak yapmaktan daha güzeldir. Çünkü o bu tevbeye
kerim olan zatın kapısında tevbesinin kabulünü ısrarla istemeyi eklemiştir.
Zaten O'ndan başka günahları bağışlayacak kimse de yoktur. Bunun delili ise
Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Resulullah (s.a.)
aziz ve celil olan Rabbinden şöyle dediğini nakletmektedir: "Bir kul bir
günah işledi ve dedi ki: Allahım, bana günahımı bağışla. Şam yüce ve mübarek
olan Yüce Allah buyurdu ki: Kulum bir günah işledi. Günahı bağışlayan bir
Rabbinin olduğunu, günahtan dolayı sorumlu tutan bir Rabbinin olduğunu bildi.
Sonra tekrar döndü, günah işledi ve dedi ki: Rabbim günahımı bana bağışla,
-bunun bir benzerini iki defa söz konusu ettikten sonra- sonunda şöyle
buyurdu: Dilediğini yap ben sana mağfiret ettim." Son ifadenin anlamı ise
Allahü Teâlâ'nın ikramıdır. Bu da Yüce Allah'ın "Oraya esenlikle
girin" sözü kabilinden olur.
Bu
ayet-i kerime ile bu hadis-i şerif, günahı itiraf edip ondan dolayı Allah'tan
mağfiret dilemenin faydasının büyüklüğünü göstermektedir. Buharî ile Müslim
Sabitlerinde Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:
"Şüphesiz kul günahını itiraf ettiği, sonra da Yüce Allah'a tevbe ettiği
takdirde Allah da onun tevbesini kabul eder." Müslim'in Sahih'inde ise
Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Nefsim elinde olana yemin ederim, şayet günah işlemeyecek olursanız
Allah sizi yok eder ve yerinize günah işleyip kendisinden mağfiret dileyen ve
bunun üzerine kendilerine mağfirette bulunacağı bir kavim getirir." İşte
bu, Yüce Allah'ın Gaffar ve levvâb isimlerinin ifade ettiği manayı dile
getirmektedir.
[13]
Kendilerinden
tevbe olunan günahlar ya küfür ya bir başka türlü günahtır. Kâfirin tevbesi
daha önceki küfrüne pişmanlık duymakla birlikte imana gelmesidir. Mücerred iman
tek başına tevbe olamaz. Küfrün dışındaki günahlar ise ya Allah'a ait bir
haktır yahut başkasına ait bir haktır.
Yüce
Allah'a ait haklardan dolayı tevbe için o günahı terk etmek yeterlidir. Bununla
birlikte namaz ve oruç gibi amellerin kaza edilmesi yahut da yapılan yemin
bozulmuş veya zihar ve benzeri sözler sarf edilmişse kefarette bulunulması
gerekir.
İnsanların
haklarına gelince: Bunların hak sahiplerine ulaştırılması kaçınılmazdır. Şayet
bu hak sahipleri bulunamayacak olur ise onlar adına tasad-duk edilir. Eğer
maddî bakımdan gücü buna elverişli değil ise Allah'ın affı umulur, onun lütfü
zaten herkesin önüne saçılmıştır.
Eğer
insan günahını hatırlamıyor ve bilmiyor ise muayyen olarak o günahtan tevbe
etme yükümlülüğü yoktur. Fakat bir günah işlediğini hatırladığı takdirde ondan
dolayı tevbe etmesi gerekir.
Yüce
Allah'ın, "Bir de işledikleri üzerinde, bilip dururlarken ısrar etmeyenler"
buyruğu insanın kalbiyle içten içe kendisini alıştırdığı şeylerden, kalbiyle
kararlaştırdığı masiyetten sorguya çekileceğini göstermektedir. Bu da masiyeti
içten içe kararlaştırmaktan dolayı eğer kendisini bu işe alıştıracak ve
hazırlayacak olursa, bundan dolayı sorumlu tutulacağına delildir.[14] Hz.
Peygamberin sahih hadiste geçen, "Her kim bir günah kararını verir fakat
bunu işlemezse o aleyhine yazılmaz; şayet onu işleyecek olursa tek bir günah
olarak yazılır." buyruğunun anlamı ise onu işlemeye karar kılmazsa
demektir. Şayet bunu açığa vurur yahut işleyeceğine dair kesin karar verirse
bundan dolayı cezalandırılır. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Kim onda zulüm ve ilhadı isterse biz de ona acıklı azaptan
tattırırız." (Hac, 22/25) İşte burada görüldüğü gibi sırf karar vermeleri
dolayısıyla onu işlemeden önce cezalandırıldıklarından söz edilmektedir.
Yüce
Allah'ın, "İşte bunların mükâfatı Rablerinden bir mağfiret..." buyruğu
ise burada tevbesini ihlâs ve samimiyetle yapıp günahı üzerinde ısrar etmeyenlerin
günahlarının Allah'ın lütuf ve keremiyle bağışlanacağını ifade etmektedir. Bu
ise Uhud gazasından kaçıp bunda ısrar etmeksizin sonradan tevbe edenleri de
kapsar. Böyleleri için Allah'ın mağfireti vardır.
[15]
137-
Sizden evvel bir çok sünnetler gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezip
dolaşın da yalanlayanların sonları nice oldu, görün.
138-
Bu, inananlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir bidayet ve bir
öğüttür.
139-
Gevşemeyin, üzülmeyin de. Siz eğer müminler iseniz, muhakkak üstünsünüz.
140,141-
Eğer size bir yara isabet ettiyse o topluluğa da öylece bir yara isabet
etmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah
müminleri ayırt etsin, içinizden şehitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir
de müminleri Allah temizlesin, kâfirleri de helak etsin diye.
"Ve
muhakkak üstünsünüz" buyruğundaki "ve" ya atıf içindir veya hal
ifade eder. O takdirde mana şöyle olur: Siz bu durumda bu halde iken zaaf
göstermeyin, üzülmeyin.
"Ta
ki Allah müminleri ayırt etsin" buyruğunda "vav" eğer mukadder
bir fiile cümleyi atfetmekte ise cümlenin takdiri şöyle olur: Ta ki
aldanmasinlar ve Allah da iman edenleri ayırt etsin diye. Buradaki
"vav" harfi zait de olabilir. O takdirde, Allah ayırt etsin, demek
olur. Birinci hal daha uygundur.
[16]
"Allah
ayırt etsin" buyruğunda "döndürür dururuz" buyruğunda yer alan
birinci çoğul şahıstan gaibe iltifat vardır. Bundan kasıt ise Allah yolunda
cihadın yüceliğini ortaya koymaktır.
[17]
"Sizden
evvel bir çok sünnetler" yani önce kendilerine mühlet vermek, sonra da
onları azap ile yakalamak şeklinde kâfirler hakkında uygulanmış sunnetler
"gelip geçmiştir." Sünnet kelimesi muteber olan yol, uyulan yaşayış
ve gidişat anlamındadır.
"Takva
sahipleri içinde bir hidayet" yani sapıklıktan hakka iletilme, dosdoğru
din yolunun gösterilmesi, o yola yöneltilmesi "ve bir öğüttür" kalbi
yumuşatan, itaate sımsıkı sarılmaya çağıran bir öğüt.
"Gevşemeyin."
Kâfirlerle savaşmaktan yana zaafa düşmeyin. Gevşemek (el-vehen) işte, görüşte
veya herhangi bir hususta zaaf göstermek demektir. "Üzülmeyin de."
Uhud'da size isabet edenlere yahut da diğer savaşlarda karşılaştığınız
bozgunlar dolayısıyla üzülmeyin.
"Siz
eğer" gerçekten "müminler iseniz muhakkak" onlara karşı galip
gelmek suretiyle "üstünsünüz."
"O
günleri" Üstün gelme ve zafer kazanma zamanlarını, dönemlerini, "biz
insanlar arasında döndürür dururuz." İnsanlar arasında değiştirip dururuz.
Bir gün bunların lehine bir diğer gün ötekilerin lehinedir. Bedir ve Uhud gününde
görüldüğü gibi; bu ise öğüt almaları içindir.
"Taki
Allah müminleri" imanlarında ihlâs ve samimiyet gösterenleri diğerlerinden
"ayırt etsin" yani Allah bu konudaki ilminin gereğini ortaya çıkarsın
"içinizden şehitler edinsin."
"Allah
zalimleri sevmez." Kâfirleri cezalandırır. Dünya hayatında onlara verdiği
nimetler ise onlar için bir istidraçtır.
"Bir
de müminleri Allah temizlesin" Onlara isabet edenler ile onları günahlarından
arındırıp kusurlarından kurtarsın, "kafirleri de helak etsin" kâfirleri
de helak edip eksiltsin "diye."
[18]
"Gevşemeyin,
üzülmeyin de..." buyruğunun inişi ile ilgili olarak İbni Abbas der ki:
Resulullah (s.a.)'ın ashabı Uhud günü bozguna uğradı. Hâlid b. Velid dağın
tepesinden arkalarından dolaşarak müşriklerin atlılanyla birlikte üzerlerine
doğru geliyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) şöyle dua etti: "Alla-hım,
bizim üstümüze çıkmasınlar, Allahım bizim gücümüz ancak seninledir. Al-lahım bu
beldede bunlardan başka sana ibadet eden kimse yoktur." Bunun üzerine
Yüce Allah bu ayet-i kerimeleri indirdi. Müslümanlardan bir grup okçu ortaya
çıkarak tepeye tırmandı ve onları geri çekilmek zorunda bırakıncaya kadar
müşriklerin adlılarına ok attılar. İşte Yüce Allah'ın, "Muhakkak üstünsünüz"
buyruğu bunu anlatmaktadır.[19]
"Eğer
size bir yara isabet ettiyse..." buyruğunun baş taraflarının nüzul sebebi
ile ilgili olarak Raşid b. Sa'd der ki: Resulullah (s.a.) Uhud günü kederli ve
üzüntülü olarak dönünce kimi kadınlar -hafifçe üzüntü ve keder sesleri çıkararak*
kocasını, oğlunu öldürülmüş olarak getiriyordu. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.), "Allah'ın Rasulüne böyle mi yapılır?" dedi, Yüce Allah da,
"Eğer size bir yara isabet ettiyse..." ayetini indirdi.[20]
140.
ayet-i kerimede "... içinizden şehitler edinsin" buyruğunun nüzulüne
gelince: İbni Ebi Hatim, Ikrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kadınlar,
Uhud'dan bekledikleri haberlerin gecikmesi üzerine durumu öğrenmek üzere dışarı
çıktılar. Deve üstünde gelen iki adam gördüler. Bir kadın, "Resulullah
(s.a.) ne durumda?" diye sordu, "hayattadır, dediler. Bunun üzerine
kadın şöyle dedi: "Allah'ın kullarından bazılarını şehit yapması umurumda
değildir." Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in ayeti onun dediği şekilde,
"İçinizden şehitler edinsin..." diye nazil oldu.
[21]
Bedir
ve Uhud vakalarında meydana gelen müminlerle kâfirlerin karşılaştıkları
durumlar, Allah'ın insanlar hakkında görülegelen sünnetidir. Bununla birlikte
zafer ve yenilgiye uğramaktaki hikmet de açıklanmaktadır. Hakkın batıla
-varlığı üzerinden geçen süre ne kadar uzun olursa olsun- karşı muzaffer
olması, kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim bu, geçmişteki ümmetlere tabi olanlar
arasında da cereyan etmiştir. Sonuçta güzel akibet onların, musibet ve yenilgi
kâfirlerin olmuştur. Nitekim Yüce Allah peygamberlerine şöyle bir vaadde bulunmuştur:
"Andolsun ki peygamber olarak gönderilmiş kullarımıza şu sözümüz vardır:
Muhakkak ki onlar, elbette onlar zafere erdirilenlerdir. Ve şüphesiz bizim
ordumuz, elbette onlar galip olanlardır." (Sâffât, 37/171-173);
"Andolsun ki biz Zikr'den (Tevrat'tan) sonra Zebur'da yazdık ki: Arz'a
benim salih kullarım mirasçı olacaktır." (Enbiyâ, 21/105).
[22]
Gerçek
şu ki Allah'ın meşieti (dilemesi), sabit bir takım düzenlemelere, sapasağlam,
hikmeti sonsuz sünnetlere göre cereyan etmektedir. Bunda sebep ve sonuçlar
arasında işin başlangıcındaki durumlar ile sonunda karşılaşılan durumlar
arasında bir ilişki vardır. Şüphesiz bununla birlikte Allah her şeye kadirdir.
Geçenler hakkında olsun, sonrakiler hakkında olsun onun sünneti şudur: İtaat
eden, iman eden, kendilerine tevfik verilenlerin yolu üzere giden kimse
mutluluğa, zafer ve kurtuluşa nail olur. İsyankâr ve yalanlayıcılann yolunu
izleyenlerin akibeti ise helak olmaktır.
Barış
hallerinde kişi ziraat, sanayi, ticaret ve buna benzer işler hakkında istenen
usul ve ilmî esaslara, bilinen tecrübelere uygun olarak yol aldığı takdirde
başarı kazanır, maksadına nail olur. İsterse inkarcı, putperest veya me-cusî
olsun. Şayet makul olandan uzaklaşır, alışılmış olanın dışına çıkarsa -isterse
salih ve takva sahibi bir kimse olsun- zarar edenlerdendir.
Savaş
hallerinde ise eğer komutan düşmanla savaşmak için her çağda uygun olan
hazırlığı yapacak olursa, Yüce Allah'ın, "Onlara karşı gücünüz yettiğince
hazırlık yapınız..." (Enfal, 8/60) buyruğunu yerine getirir, orduyu üstün
ve sağlıklı bir şekilde savaş tekniklerine uygun olarak eğitirse zafer ve
galibiyet Allah'ın yardımıyla onlara ulaşır. Şayet gerekli hazırlıkları ve
eğitimi ihmal ederse bu sefer bozguna mahkûm olurlar.
Yeryüzünde
yürüyüp de ümmetlerin durumlarını yalandan izleyen, tarihi düşünen, haberleri
öğrenen bir kimse değişmez ilâhî sünnetin sonuçlarıyla karşılaşacaktır. Bu ise
güzel davrananların arzularını elde edip zafere kavuşması, kötü davrananların
da zarara uğramasıdır.
İşte
bu, uygun hareket etmeyen, Uhud'da Resulullah (s.a.)'ın emrine aykırı davranan
kimseler için bir uyarma; Bedir günü ise zaferin sebat, samimi olarak düşmana
karşı koyma, Allah'a ve Rasulüne itaat edip Allah'a güzel bir şekilde
tevekkülde bulunma, O'nun kudret, rahmet ve lütfuna duyulan güven sebebiyle
gerçekleştiğine dair bir hatırlatmadır.
Bütün
bunlar Kur'an-ı Kerim'de tüm insanlara açık seçik bir beyanattır. Aralarından
özellikle takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür. Çünkü Kur'an-ı
Kerim'in hidayetinden yararlananlar onlardır, "İşte bu Kitap, onda hiç bir
şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2);
"İşte bunlar hakim olan Kitap'ın ayetleridir. İhsan edenler için hidayet
ve bir rahmettir." (Lokman, 31/2-3). O herşeyi açık ve seçik bir şekilde
açıklar. Öncekilerin düşmanlarına karşı ne durumda olduklarını beyan eder.
Haramlara bulaşmaktan, emirlere aykırı davranmaktan alıkoyar, uyarır.
İşte
bu, müşriklerin ve münafıkların, "Şayet Muhammed gerçek bir peygamber
olsaydı, Uhud vakasında yenilgiye düşmezdi." şeklindeki sözlerini çürütmektedir.
Çünkü şanı yüce Allah'ın sünnetinin peygamberler için de rasul-ler için de
diğer insanlar için de geçerli olduğu bu olaydan açıkça anlaşılmaktadır.
Askerleri tarafından kendisine itaat edilmeyip emirlerine aykırı hareket edilen
komutanın ordusu mutlaka bozguna maruz kalır.
Müminler
bu gerçeği bildiklerine göre Uhud'da cereyan edenler ve kendilerine isabet
eden yaralar dolayısıyla savaşta zaaf göstermemelidirler. Uhud'da aralarından
isabet alıp şehit düşenlere üzülmemelidirler. Çünkü aralarından öldürülen
kimseler kıyamet gününde Allah katında ikrama mazhar olacak şehitlerdir. Bu
vakıa Müslümanlar için bir ders, bir eğitim olmuştur. Bundan dolayı Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Uhud günü eğer yenilgi ile zafer kazanmaktan
birisini seçmek hususunda muhayyer bırakılsaydım, şüphesiz yenilgiyi
seçerdim."
Ey
müminler! Siz en üstün kimseler iken, güzel akibet ve zafer sizin iken zaaf
göstermemeniz, üzülmemeniz gerekir. Sizin sonunda zafere kavuşmanız ise, Yüce
Allah'ın güzel akibeti takva sahiplerine vermesi sünnetinin bir gereğidir.
Müminler arasından öldürülenlerin cennette olması, kâfirlerin maktullerinin
ise cehennemde olması da bu sünnetin bir gereğidir. Zaaf göstermenin ve üzülmenin
yasaklanmasından kasıt, (düşmana) teslimiyet göstermenin yasaklanması ve
samimi bir kararlılık, güçlü bir irade, Allah'tan güzel şeyleri ummak, ona
gereği gibi tevekkül edip yardıma güvenmekle birlikte, gereken hazırlıkların
da yapılmasına yeniden dönmektir.
Acılarınız,
yaralarınız ve savaşta öldürülenleriniz sebebiyle nasıl olur da zaafa
düşersiniz? Eğer Uhud'da size bir takım yaralar isabet etmiş, sizden bir grup
öldürülmüş ise düşmanlarınıza da buna yalan bir musibet gelip çatmış, onlardan
da bir takım kimseler öldürülmüş ve yaralanmıştı. Hatta Bedir'de onlar bundan
da daha büyük bir acıya maruz kalmışlardı. Sizler Uhud'da yenilgiye uğradınız
ise Bedir'de de muzafferdiniz. Günler döner dolaşır, savaşta da kimi zaman bu
taraf, kimi zaman öbür taraf muzaffer olur. Kimi zaman lehinize kimi zaman aleyhinizedir.
Bütün bunlar ise bir hikmet sebebiyle böyledir. Bir gün batıl üstünlük
kazanmışsa pek çok günde de hak galip gelir. Sonunda ise güzel akibet ihlâslı
takva sahiplerinindir. Sirette yer aldığına göre Uhud günü Ebu Süfyan dağa
çıkar, bir süre durduktan sonra şöyle der: Ebu Kebşe'nin oğlu -Muhammed
(s.a.)'i kastediyor- nerede? -Ebu Kebşe Peygamber efendimizin süt annesi
Halime'nin kocası olup Hz. Peygamberin süt babasıdır-. Nerde Ebu Kuhafe'nin
oğlu -bununla da Hz. Ebu Bekir'i kastediyor-. Nerde Hattab'ıri oğlu? Hz. Ömer
der ki: "İşte Resulullah (s.a.) burada, Ebu Bekir bu ve işte ben de
Ömer." Bunun üzerine Ebu Süfyan der ki: "Bir gününüze karşılık bizim
bu günümüzdür. Günler döner dolaşır, savaşta da zaferi kimi zaman bu taraf kimi
zaman öbür taraf kazanır." Hz. Ömer ona şöyle der: "Ama arada bir
eşitlik yoktur. Çünkü bizden ölenler cennette, sizden ölenler cehennemdedir."
Ebu Süfyan şöyle der: "Bunu siz iddia ediyorsunuz. Eğer durum dediğiniz
gibiyse o zaman biz zarar etmiş, umduğumuzu elde edememişiz demektir."
[23]
Şüphesiz
devletler arası durumların değişip durması adaletin ortaya çıkması, düzenin
yerleşmesi, Allah'ın umumî sünnetlerine bakanların öğrenmesi, müminlerin
imanının tahakkukuna dair Allah'ın ilmini ortaya çıkarması, düşmanlarla
çarpışmaya sabredenlerin açığa çıkması içindir. Bu Yüce Allah'ın, "Allah
murdar olanı temiz olandan ayırt etsin diye." (Enfal, 8/37) buyruğunu
andırmaktadır. Yani insanlar bu ikisi arasındaki farkı bilsin, birbirinden
ayrılsınlar diye bunlar böyle oluyor. Bundan dolayı Uhud vakasından sonra
Resulullah (s.a.) müşrikleri kovalamak ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Bizimle savaşa -yani Hamrâul-Esed gazvesine- fiilen savaşanlardan başka
kimse gelmesin." O bakımdan yorgunluklarına, sıkıntılarına rağmen samimi
müminler onunla birlikte gittiler. Yüce Allah'ın, "Allah ayırt
etsin..." buyruğunu "Allah'ın bildiğini, bu şekilde insanların
durumu öğrenmelerini sağlayacak surette açığa çıkarması" diye tefsir
ettik. Çünkü Allah'ın eşya ve olaylara dair bilgisi ezelden beri sabit
olmuştur. Meydana gelen her bir olay daha önce Allah'ın ezeldeki bilgisine
uygun olarak ortaya çıkar. Yoksa Allah'ın bilgisi cereyan eden vakıalara uygun
bir hale gelmez. Şanı yüce Allah'ın bilmediği bir şey, hiç bir zaman sabit ve
değişmez bir hakikat olamaz.
Bunun
bir diğer sebebi de Allah'ın bir takım kimseleri Allah yolunda şehit olmak için
hazırlamasıdır. Bu, O'nun yolunda öldürülsünler, rızası uğrunda canlarını feda
etsinler diyedir. Bedir günü bazı kimseler şehadeti kaçırdılar. Bundan dolayı
şehitlik mertebesine erebilmek için düşmanla karşılaşmayı temenni ettiler.
Yüce Allah şehitlere berzahta özel bir hayat ve peygamberlere yakın bir derece
verme lütfunda bulunmuştur. Şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölü sanmayasın. Aksine onlar Rableri nezdinde diridirler,
mıhlanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169); "İşte bunlar Allah'ın kendilerine
nimet ihsan ettiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle
birliktedirler." (Nisa, 4/69). Sözün burasında ihlâslarına dikkat çekmek üzere
şehitlerin zıddı olanlardan söz edilmektedir. Yüce Allah kendilerine
zulmetmeleri, yeryüzünde fesat çıkartmaları, insanlara haksızlık etmeleri
dolayısıyla zalim ve kâfirleri cezalandıracağını, onların devlet ve
sultalarının zevalini çabuklaştıracağını belirtmektedir. Çünkü zulmün
kalıcılığı söz konusu değildir.
Daha
sonra Yüce Allah savaş alanlarının bazı şeyleri ortaya çıkartıp açığa vurmak ve
imanları arındırmak için uygun alanlar olduğunu pekiştirmektedir. Samimi
müminler münafıklardan bu alanlarda ayırd edilir. İmanın doğruluğu, sarsılmaz
bir kararlılık ve belâlara karşı sebat göstermek bununla ortaya çıkar. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan
önce ölümü temenni ediyordunuz. İşte ona bakıp dururken onu gördünüz."
(Âl-i İmrân, 3/143). Uhud gazvesinde münafıklar geri dönmüş, çareyi kaçmakta
bulmuşlardı. Hatta savaş esnasında kimi müminler dahi kaçmıştı. Bazıları ise
Resulullah (s.a.)'m etrafında sebat göstermişlerdi. Böylelikle düşmanla
savaşma temennilerinin mücerred bir arzu olduğu, karar ve kalıcılığının
olmadığı ortaya çıkmıştı. Buharî ile Müslim'de sabit olduğuna göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz.
Allah'tan esenlik dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştınız mı da sabır gösteriniz
ve şunu biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."
Yine
savaşın faydalarından birisi de kâfirlerin durumunu açığa çıkarmasıdır. Onlar
Uhud'da olduğu gibi zafer elde edecek olurlarsa azgınlık eder, haksızlık eder,
şımanrlar. Bu ise onların yok olmalarına, helak olmalarına, köklerinin
kazınmalarına, mahvedilmelerine sebeptir. Onların kalıcılıkları, devamlılıkları
olmaz. Samimi müminler karşısında bu halleri devam etmez. Şayet Bediide olduğu
gibi bozguna uğrayacak olurlarsa Allah da çabucak onları yok eder, darmadağın
eder. Güzel akibet ise takva sahiplerinindir.
Bu
ayetlerin muhtevasını dile getiren pek çok ayet-i kerime daha varit olmuştur.
Bunların bazıları şöyledir: "Yoksa siz, sizden önce geçenlerin halinin
benzeri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle
yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki..." (Bakara,
2/214); "Elif, Lam, Mim. İnsanlar, "İman ettik" demeleriyle ve
imtihan olunmadıkça bı-rakılıverileceklerini mi sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) Bundan sonra gelen, "Yoksa siz
Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi
mi sandınız?" (Âl-i İmran, 3/143) ayeti de bunlardan birisidir.
[24]
Çağımızın
ifadesiyle bu ayet-i kerimelerin konusu müminlerin manevî ruhunu (moral
gücünü) güçlendirmek, bu gücü savaş ve çarpışma gibi olaylar dolayısıyla
sarsıntıya uğramayan, onlardan etkilenmeyen üstün ve yüce bir güç haline
getirmektir. Müfessirlerin kullandığı ifade ile de, bu, Yüce Allah'ın müminleri
bir tesellisidir.
Bu
ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın kâinattaki daimi sünnetini hatırlatmaktadır.
Aynı zamanda bu ebep ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi de ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte dilediğini var etmek hususunda Allah'ın mutlak kudretine iman
da dile getirilmektedir. Bu ayet-i kerimeler bizden önce Âd ve Semûd gibi
peygamberlerini yalanlayanların helak edilmelerini ve işin sonunda güzel
akibetin müminlerin olduğunu hatırlatmaktadır. Şayet müşrikler Uhud günü zafer
kazandılarsa bu onlara bir süre tanımadır, bir istidraçtır. Nihaî zafer peygamberin
ve müminlerin olacaktır. Onların kâfir düşmanları helak edilecektir.
Daha
sonra Yüce Allah müminleri teselli etmekte, Uhud günü karşı karşıya kaldıkları
öldürülme ve yaralamalardan dolayı gönüllerine su serpmekte, onları düşmanları
ile yeniden savaşmaya teşvik etmekte, acze düşmelerini, dağılmalarını,
düşmanlarla savaşı bırakıp oturmalarını yasaklamaktadır. Çünkü bozguna uğramak
yahut musibet, hataları tashih etmenin zorunluluğunu hatırlatmakta, olayların
geleceğini derinliğine etüde hazırlamakta, bir çok savaş için gereken plânlan
yapmaya sevk etmektedir. Böylelikle geçmiş bu konuda en güzel bir ders ve
ibrete kaynaklık eder. O vakit de sonuçta Allah'ın yardımına nail olmak, zafer
kazanmak, -güzel bir şekilde hazırlık yapıp geçmişteki hatalardan
yararlandıkları takdirde- müminlerin olur.
Kendilerinin
en üstün yani düşmanlara karşı galip gelenler olduklarına dair Allah'ın
müminlere olan vaadi Uhud'dan sonra tahakkuk etmiştir. Resulullah (s.a.)
döneminde olsun, ondan sonra ashab-ı kiram döneminde olsun, peşpeşe girişilen
savaşlarda zafer müminlerin olmuştu. İşte bu, bu ümmetin üstünlüğüne bir
delildir. Çünkü Yüce Allah onlara daha önce peygamberlerine hitap ettiği
şekilde seslenmiştir. Hz. Musa'ya, "Şüphesiz ki sen, sen en üstünsün."
(Tâ-Hâ, 20/68) diye buyurduğu gibi, bu ümmete de, "En üstün olanlar
sizlersiniz" diye hitap etmiştir.
Savaşta
insanlar arasında günlerin dolaşıp durması, Yüce Allah'ın müminlere yardımı
dolayısıyla zaferin kimi zaman müminlere, müminler isyan ettikleri veya
gevşedikleri takdirde ise kimi zaman kâfirlere olması, mümini münafıktan ayırt
etmesi, onları biribirlerinden ayırması içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın
emriyle idi. Ve (Allah) müminleri ayırt etsin, münafıklık yapanları da açığa çıkarsın
diye idi." (Âl-i İmran, 3/166, 167).
Günlerin
bu şekilde dönüp dolaşmasının faydalarından birisi de bir takım kimselere
şehitliği lutfetmesidir. Onlar bu savaşlarda öldürülür ve insanların
işledikleri amelleri ile ilgili olarak insanlara şahitlik eder ve kendileri
lehine de cennetlik olduklarına dair tanıklık edilir. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi, şehitliğin fazileti pek büyüktür: "Şüphesiz
Allah kendilerine cenneti vermek karşılığında müminlerden canlarını da
mallarını da satın almıştır." (Tevbe, 9/111); "Ey iman edenler! sizi
acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasulüne
iman eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz... İşte en
büyük kurtuluş budur." (Saff, 61/10-12).
el-Büstî'nin
Sahih'inde ise Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Şehidin öldürülmekten dolayı hissettiği ancak sizden
herhangi birinizin küçük bir yaradan hissettiği kadardır."
Yüce
Allah'ın, "İçinizden şehitler edinsin" buyruğu iradenin emirden ayrı
bir şey olduğunu göstermektedir. Nitekim ehl-i sünnet de böyle demektedir. Yüce
Allah kâfirlere müminleri öldürmeyi yasaklamıştır. Hz. Hamza ve arkadaşları
gibi. Bununla birlikte onların öldürülmeleri de iradesi ile olmuştur. Yine Hz.
Adem'e ağaçtan yemeyi yasaklamış, fakat O'nun iradesiyle yemiştir. Ve Hz. Adem
bu yasağı işlemiştir. Bunun aksi de İblis'e secde etmesini emretmiş fakat secde
etmesini irade buyurmamıştır. O bakımdan İblis secdeden uzak durmuştur. İşte
Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna işaret etmektedir: "Fakat Allah onların
bu sefere çıkmalarını hoş görmedi." (Tevbe, 9/46). Yine Yüce Allah
herkese cihad etme emrini vermiş, fakat yola çıkmayı engelleyen tenbelliği ve
buna mani sebepleri de yaratmış, o bakımdan bazı kimseler de savaşa çıkmayıp
oturmuşlardır.
Yüce
Allah'ın, "Allah zalimleri sevmez" buyruğundan kasıt, müşriklerdir. Yüce
Allah bazen kâfirleri müminlere muzaffer kılsa dahi, esasen onları sevmez,
onları cezalandırır. Müminlere bazı acıları tattırsa dahi o müminleri sever ve
onları sevaba nail kılar.
Savaşlarda
müminlerle kâfirler arasında günlerin dönüp durmasının sonucunu şöylece
özetleyebiliriz: Yüce Allah müminleri sınamak için onlara sevap vermek ve
günahlarından arındırmak için, buna karşılık kâfirleri de helak edip kökten
onları mahvetmek için savaşmayı meşru kılmıştır.
Cennetin
bir pahası ve ağır bir bedeli vardır. Ey Uhud günü bozguna uğrayan kimseler,
sizler öldürülen ve yaralanmalara, ölüm acılarına karşı sabreden kimselerin
yollarını izlemeden, onların sabrettikleri gibi sabretmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?
[25]
142-
Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete
girivereceğinizi mi sandınız?
143-
Andolsun ki siz, onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz. İşte
ona bakıp dururken onu gördünüz.
144-
Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip
geçmiştir. Eğer o ölür veya öldü-rülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi
döneceksiniz? Kim iki ökçesi üstünde geriye dönerse elbette Allah'a zararı
dokunmaz. Allah şükredenlere mükâfat verecektir.
145-
Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir yazıdır.
Kim dünya menfaatini dilerse ona ondan veririz. Kim de ahiret sevabını dilerse
ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
146-
Nice peygamber vardır ki beraberinde bir çok topluluklar savaşmıştır. Fakat
Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göstermediler, zaafa
uğramadılar, boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever.
147-
Onların sözleri yalnızca, "Rabbi-miz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı
bağışla. Ayaklarımıza sebat ver. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardim
et!" demelerinden ibaretti.
148-
Allah onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının güzelliğini verdi. Allah iyilik
edenleri sever.
"İşte
ona bakıp dururken onu gördünüz." Yani ölümü müşahade ettiniz. Burada
tahyîl (hayalen canlandırmak) adı verilen bir sanat vardır. Bu ise hissedilmeyen
bir şeyi adeta hissedilirmiş gibi müşahade etmektir. Koyun hakkında koçun
arkadaşlığını, kurdun da düşmanlığını düşünmek gibi.
"Muhammed,
ancak bir peygamberdir." Burada nitelenenin münhasıran bir niteliği
zikredilmektedir.
"Ökçeleriniz
üstünde geriye mi döneceksiniz?" buyruğu bir istiaredir. Burada Yüce
Allah şüpheler içerisinde dinden dönüşü, topuklar üzerinde gerisin geri
dönmeye benzetmektedir.
[26]
"Yoksa
siz Allah içinizden cihad edenlerle" Cihad, zorluklara katlanmak,
sıkıntılarla mücadele etmek demektir. Bu hem nefse karşı cihadı, hem de dini,
din mensuplarını savunmak ve dini yükseltmek üzere canla başla düşmanlara karşı
cihadı; aynı şekilde din ve ümmet için mal ile cihadı, batıla karşı mücadeleyi,
hakkın zaferi için çalışmayı da kapsamaktadır, "sabredenleri belli
etmeden" yani ortaya çıkarmadan "cennete girivereceğinizi mi
sandınız."
"onunla
karşılaşmadan önce", onun dehşetli hallerini görmeden, tehlikelerine
tanık olmadan önce... "ölümü" yani Allah yolunda şehit olmayı
"temenni ediyordunuz."
"İşte
ona bakıp dururken" yani durumun nasıl olduğu üzerinde düşünürken ve
gözlerinizle de bunun görürken "onu gördünüz." kahramanlarla karşılaşmak,
atlıların hücumuna maruz kalmak gibi ölümün sebeplerini gördünüz. " Peki
niye bozguna uğradınız? Peygamber (s.a.)'in öldürüldüğü şayiası yayılınca bozguna
uğramaları hakkında bu hüküm nazil oldu. Münafıklar da onlara, "Eğer
peygamberiniz öldürülmüş ise o halde dininize gerisin geri dönün" demişlerdi.
"Ökçeleriniz
üstünde geriye mi döneceksiniz?" Yâni gerisin geri mi döneceksiniz?
Burada kasıt "İmanınızdan sonra kâfirler olarak mı döneceksiniz?" şeklindedir.
Bu cümle inkâr ifade eden bir istifhamdır. Yani Muhammed kendisine ibadet
edilen bir kimse değildi ki (öldü diye) küfre geri dönesiniz.
"Allah'ın
izni" yani kaza ve hükmü "ile olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O
vadesiyle yazılmış bir yazıdır." Yani Allah bunu öne alınmayan, geri de
kalmayan belli bir vade ve ecel ile yazmıştır. Ecel, bir şey için tespit
edilen süre demektir.
"Fakat
Allah yolunda kendilerine isabet edenden dolayı gevşeklik göstermediler, zaafa
uğramadılar, boyun da eğmediler." Zaafa uğrayıp korkaklık göstermediler.
"Vehen" kalpte doğan zaaftır. Zaaf ise beden güçlerinin bozulmasıdır.
Boyun eğmek ise dilediğini yapsın diye düşmana teslim olmak demektir.
"Allah
sabredenleri sever." Onlara ecir ve mükâfat verir. Sabır, sıkıntılara
katlanmak ve hoşa gitmeyen şeylere tahammül göstermektir. "Günahlarımızı..."
(Günah anlamı verilen) israf, her hususta sınırı aşmak demektir. Nitekim Yüce
Allah, "Yiyiniz içiniz, israf etmeyiniz." (A'raf, 7/31) diye
buyurmaktadır.
"Ayaklarımıza
iyice sebat ver." Cihada karşı kalplerimize güç vermek ve içimizden
vesveseleri izale etmek suretiyle.
[27]
134.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Ashab-ı kiramdan bazıları şöyle diyorlardı: "Keşke biz
de Bedir ashabının öldürüldüğü gibi öldürülsek. Yahut da bizim de Bedir günü
gibi bir günümüz olsaydı. O günde müşriklerle savaşır ve güzel bir sınavdan
geçerdik. Yahut da şehitliği ve cenneti ya da hayat ve rızkı arardık." Bunun
üzerine Allah onların Uhud'da bulunmalarını takdir etti. Allah'ın aralarından
dilediği kimseler dışındakiler fazla isabet ve direnç gösteremediler. Yüce
Allah da, "Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni ediyordunuz"
ayetini indirdi.
144.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir Hz. Ömer'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Uhud günü Resulullah (s.a.)'ın etrafından dağıldık. Ben
tepeye çıktım. Yahudilerin "Muhammed öldürüldü" dediklerini işittim.
Bunun üzerine ben de, "Kimin Muhammed öldü dediğini işitirsem boynunu uçururum"
dedim. Baktım ve Resulullah (s.a.)'ı gördüm; insanlar ise savaştan kaçışıyordu.
Bunun üzerine, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayeti nazil oldu.
İbni
Ebî Hatim, er-Rabî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü
Müslümanların başına falâketler gelip çatınca ve Allah'ın peygamberi hakkında
"Öldürüldü" diye çağrışınca, bazıları, "Eğer o bir peygamber
olsaydı öldürül-mezdi" dediler. Diğer bazıları ise şu cevabı verdiler:
"Peygamberiniz ne için savaştıysa siz de Allah size zafer verinceye yahut
ona kavuşuncaya kadar savaşınız." Bunun üzerine Yüce Allah,
"Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini inzal buyurdu.
Atıyye
el-Avfî dedi ki: Uhud gününde Müslümanlar bozguna uğrayınca bazıları,
"Muhammed (s.a.) öldürüldü, o bakımdan onlarla (Kureyşlilerle) el ele
veriniz; çünkü onlar ne de olsa kardeşlerinizdir" dediler. Bazıları da,
"Eğer Muhammed öldürüldüyse niye ona kavuşuncaya kadar peygamberinizin
takip edip gittiği yol üzerinden gitmiyorsunuz?" Bu sefer Yüce Allah da
buna dair, "Muhammed ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi.
İbni
Râheveyh Müsned'inde ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şeytan
Uhud günü, "Muhammed öldürüldü" diye bağırdı. Kal) b. Mâlik der ki:
"Resulullah (s.a.)'ın öldürülmediğini gören ilk kişi ben oldum. Miğferin
altından onun gözlerini gördüm. Sesim çıkabildiği kadar "İşte Resulullah
(s.a.) burada!" diye seslendim. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhammed
ancak bir peygamberdir..." ayetini indirdi.
[28]
Uhud
savaşına katılanlardan söz edilmeye devam ediliyor. Bundan önceki ayet-i
kerimelerde Yüce Allah müminlerin üzülmemeleri yahut zaafa düşmemeleri
gerektiğini, onlara isabet eden mihnet ve sıkıntıların Allah'ın insanlar
arasındaki günlerin sınırlı olması şeklindeki değişmez sünnetine göre geldiğini,
bununla hak ve iman ehli olanların arındırıldığını ifade etmekteydi. Bu
buyruklarla Müslümanların manevî güçleri artırılıyor, müminler teselli ediliyordu.
Ta ki cihad sevgisi ile beslensinler ve kendileri vasıtasıyla zafere nail
olacakları nitelikleriyle bezensinler. İşte bu ayet-i kerimeler ahirette
mutluluğa kavuşmanın yolunun cihad ve sabır ile, dünyada da benimsenen ilkeler
üzerinde sebat göstermek, savaş esnasında peygamberin etrafında halkalanmak,
fedakârlık ve ihsanda bulunmak, haktan, adaletten, insaftan ayrılmamakla
gerçekleşeceğini beyan etmektedir.
[29]
Allah
yolunda cihad etmeden, savaşta sabır göstermeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Sınanmadan, denenmeden ve Allah aranızdan kendi yolunda cihad
edenleri, düşmanlara karşı direnişte sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan öyle
bir hedefe ulaşamazsınız. Bu ise Yüce Allah'ın, "Elif, Lâm, Mim. İnsanlar
"İman ettik" demekle ve onlar sınanmaksızın bırakılıvereceklerini mi
sandılar?" (Ankebût, 29/1-2) ayetine benzemektedir.
Dikkat
edilecek olursa ayet-i kerimede geçen, "(em)= yoksa" kelimesi
"(bel)= bilakis" anlamında munkatı'dır. Başındaki hemzenin ise inkâr
(yani kanaati red) anlamı vardır.
Cihadın
bazı çeşitleri vardır: Nefse, hevaya, şeytana -özellikle gençlik dönemlerinde-
karşı cihad, Allah'ın adını yüceltmek için, İslâm vatanını, toprağını savunmak
için can ile düşmana karşı cihad; din, ümmet, kamu maslahatı yolunda mal ile
cihad, batıla karşı mücadele verip hakkı savunmak, hakka yardımcı olmak için
verilen cihad.
İster
daimî olsun, ister geçici olsun şer*î bütün mükellefiyetlerin eda edilmesi
halinde Allah'a ve Rasulüne itaat hususunda belâ, mihnet ve sıkıntı zamanlarında
ve bir de düşmanlara karşı direnirken sabır, istenen bir husustur.
"Allah
belli etmeden..." ifadesinden kasıt, sizin bu durumunuz ortaya çıkmadan
ve gerçekleşmeden demektir. Bu sizin cihad etmediğinizi, sabretmediğinizi
göstermektedir. Gerçekte ise Allah ezelden beri sizin bu durumunuzu bilmektedir.
Ancak bunun dünya hayatında ortaya çıkarılmasından kasıt, kendileri için
cennete girmelerini ve mağfiret edilmelerini gerektirecek şeylerin ortaya
çıkması suretiyle insanlara karşı delil ortaya koymak, belgelendirmektir.
Daha
sonra Yüce Allah, Bedir'de hazır bulunmayan bazı müminlere hitap etmektedir.
Söz konusu bu müminler Bedir şehitlerinin nail olduğu şehadet şerefine
kendileri de nail olmak üzere Resulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta hazır
olmayı temenni ediyorlardı. İşte müşriklerle Medine'nin dışına çıkıp karşılaşmak
üzere Resulullah (s.a.)'a ısrar edenler bunlardı. Hz. Peygamberin görüşü ise
Medine'de kalmak şeklinde idi. Yüce Allah onlara şöyle buyurdu: Ey müminler!
Sizler bu günden önce düşmanla karşılaşmayı temenni ediyor, bunun için yanıp
tutuşuyordunuz. Onlarla karşı karşıya gelip çarpışmayı ve onlara karşı direnip
sabır ve sebat göstermeyi arzuluyordunuz. İşte vaktiyle temenni ettiğiniz ve
istediğiniz o şey gerçekleşmiş bulunmaktadır. Haydi savaşınız ve direncinizi
ortaya koyunuz.
Ancak
Uhud günü gelince onlardan bir topluluk geri döndü. Bundan dolayı da Yüce
Allah onlara serzenişte bulundu. Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Resulullah (s. a. )'in ashabından bazılarının, "Şayet Resulullah
(s.a.) ile birlikte düşmanla karşılaşacak olursak şunu yaparız, bunu
ederiz" dedikleri haberi bana ulaştı. Bununla imtihan olundular. Allah'a
yemin ederim hepsi bu sözlerinde durmadı. İşte bunun üzerine Yüce Allah,
"Andolsun ki siz onunla karşılaşmadan önce ölümü temenni
ediyordunuz." buyruğunu indirdi.
Ölümün
temenni edilmesinin anlamı, Allah yolunda şehit olmayı temenni etmektir.
Bedir'de hazır bulunmayan bir topluluk şehit olmayı temenni etmişti. Fakat
Uhud'da düşmanlarla savaşa tutuşunca ve bunlar mızrakların birbirine girmesi,
silahların ortaya çıkması, savaş maksadıyla askerlerin dizilmesi gibi ölümün
sebeplerini görünce korktular, zaafa düştüler ve Resulullah (s.a.)'ı okların
karşısında, oklarla başbaşa bıraktılar. Kendisi ise onları yanında durmaya,
Allah'a ibadete, samimi bir şekilde düşmana karşı koyup sebat göstermeye
çağırıyordu.
Yüce
Allah'ın, "İşte ona bakıp dururken onu gördünüz." buyruğunun anlamı
"Ölümü gördünüz, yani onun sebeplerini gözlerinizle müşahade ettiniz"
demektir. Bu ise sizin önünüzde kardeşleriniz, yakınlarınız öldürülüp bizzat
sizin de ölümün kertesine yaklaştığınız vakit olmuştu. Bu, onların ölümü
temenni etmeleri ve Resulullah (s.a.)'a ısrar edip Medine'nin dışına çıkmasına
sebep olmaları, arkasından da onu bırakıp kaçmaları ve onun yanında az sebat
göstermeleri dolayısıyla onlara yapılan bir azardır.
Uhud
günü Müslümanlar bozguna uğrayıp onlardan bir takım kimselerin öldürülmesinden
sonra şeytan, "Şüphesiz Muhammed öldürüldü!" diye seslendi. İbni
Kamia müşriklere dönüp, "Muhammed'i öldürdüm" dedi. Resulullah
(s.a.)'a bir darbe vurmuş ve başından yaralamıştı. Çoğu kimse Resulullah
(s.a.)'ın öldürüldüğünü sanmıştı. Bunun üzerine de Yüce Allah, "Muhammed
ancak bir peygamberdir; ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir."
ayetini indirdi. Yani Peygamber (s.a.) öldürülmesinin mümkün obuası hususunda
olsun diye insanlara benzer demektir. Hz. Musa ile Hz. İsa ecelleri gelince
vefat ettiler. Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya öldürüldüler. Bununla birlikte onların
getirdikleri din olduğu gibi kaldı. Onlara uyanlar bu dine sıkı sıkıya
sarıldılar. O halde size düşen de önceden olduğu gibi, Muhammed ölse yahut
öldürülse dahi din ve ilkeleriniz üzerinde sebat göstermektir. Çünkü Peygamber
de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onun da ecelinin sona ermesiyle
birlikte sona erecek bir görevi vardır. Her kim Muhammed'e tapıyor idiyse şunu
bilsin ki Mu-hammed ölmüştür. Her kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz ki
Allah Hayy'dır, Bâki'dir, asla ölmez.
Daha
sonra Yüce Allah dininden dönmek yahut Allah yolunda cihadı ve düşmanlara karşı
direnişi bırakmak suretiyle zaafa uğrayan kimselerin bu tutumlarım inkâr ve
reddetmektedir. Bu gibi kimselerin yaptıklarının Allah'a hiç bir zararı olmaz,
böyle yapan ancak kendisine zarar verir. Allah, itaatini gereği gibi yerine
getirerek, dini uğrunda savaşarak, hayatta iken de vefatından sonra da
Resulullah (s.a.)'a uyarak nimetine şükreden kimselere, onların şükürlerine ve
amellerine uygun bir şekilde dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetiy-le bağışta
bulunmak' suretiyle mükâfatlandıracaktır. Bu, Peygamber (s.a.)'in ölümüne bir
hazırlıktı; Ömer (r.a.) benzeri kimselere de bir hatırlatmaydı. Bunun anlamı
şudur: İnsanın başına gelen musibetlerin o insanın hak veya batıl üzere
oluşuyla ilgisi yoktur.
Uhud'da
Müslümanların sıkıntılarının artıp durduğu, herkesin arasında Peygamber
(s.a.)'in öldürüldüğü şayiasının yayıldığı, müminlerden zaafa kapılan bir
takım kimselerin, "Keşke Abdullah b. Ubeyy"e bir elçimiz gitse de o
da Ebu Süfyan'dan bize «man alsa" dediği, buna karşılık kimi münafıkların,
"Artık Muhammed öldürüldü, siz de haydi ilk dininize dönün" dediği
bir ortamda Enes b. Mâlik'in amcası Enes b, Nadr şöyle demişti: "Şayet
Muhammed öldü-rüldüyse şüphesiz Muhammed'in Rabbi öldürülmedi. Resulullah
(s.a.)'tan sonra hayatı ne edeceksiniz? Bu bakımdan O ne için savaştıysa siz
de onun için savaşınız ve O ne için öldüyse o uğurda ölünüz." Daha sonra,
"Allahım şunlann söyledikleri sözlerden dolayı sana özür beyan ediyorum.
Ötekilerinin bu yaptıklarından da beri olduğumu sana iletiyorum."
dedikten sonra kılıcına sarıldı ve şehit edilinceye kadar savaştı. Allah ondan
razı olsun.[30]
Buharî
de der ki: Ebu Seleme'den rivayet edildiğine göre Aişe (r.anhâ) kendisine şunu
bildirdi: Ebu Bekir (r.a) Sunh
[31]
denilen yerdeki evinden atı üzerinde geldi. Atından indi, mescide girdi.
Aişe'nin yanma girinceye kadar kimse ile konuşmadı. Resulullah (s.a.)'a doğru
yürüdü. O sırada Resulullah (s.a.)'m üzeri habira (bir Yemen kumaş çeşidi) ile
örtülüydü. Yüzünü açtı, sonra üçerine eğildi, onu öptü, ağladı. Daha sonra
şöyle dedi: "Anam babam sana feda olsun. Allah'a yemin ederim, Allah seni
iki defa öldürmeyecektir. Senin hakkında takdir edilmiş olan ölümü tatmış
bulunuyorsun."
ez-Zührî
der ki: Ebu Seleme bana İbni Abbas'tan naklederek dedi ki: Ebu Bekir çıktığında
Ömer insanlarla konuşuyordu. Ebu Bekir, "Otur ey Ömer" dedi ve daha
sonra şöyle deyam etti: "Şimdi şunu bilin ki, kim Muhammed'e tapıyor
idiyse şüphesiz Muhammed öldü. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa şüphesiz
Allah
Hayadır, O ölmez." Yüce Allah da, "Muhammedi ancak bir peygamberdir,
ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir... Allah şükredenlere mükâfat verecektir."
diye buyurmaktadır. (İbni Abbas) dedi ki: Allah'a yemin ederim ki insanlar
adeta Ebu Bekir kendilerine bunu okuyuncaya kadar Yüce Allah'ın bu ayeti
indirdiğini bilmiyor gibiydiler. Onun bu ayeti okuması üzerine herkes onunla
birlikte bu ayeti okudu. Kimi gördümse bu ayeti okuduğunu işittim. İbni Mace
Hz. Aişe'den de buna benzer bir rivayet nakletmektedir
[32]
Yine
ez-Zührî der ki: Bana el-Müseyyeb'in haber verdiğine göre Ömer (r.a.) şöyle
demiş: Allah'a yemin ederim Ebu Bekir'in bu ayeti okuduğunu işitince, beni bir
ter bastı. Öyle ki ayaklarım beni taşıyamaz hale geldi, sonunda yere yıkıldım.
Ebul-Kasım
et-Taberî de -kendisine anlatılanlar ile ilgili olarak- senedini kaydederek
İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Hz. Ali Resulullah (s.a.) hayatta
iken, "Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geri mi
döneceksiniz?" ayetini okur ve şöyle derdi: Allah'a yemin ederiz, Allah
bize hidayet verdikten sonra ökçelerimiz üzerinde gerisin geri dönmeyiz.
Allah'a yemin olsun, o ölür veya öldürülürse ben de ölünceye kadar O ne için
savaştıysa aynı yolda mutlaka savaşacağım. Allah'a yemin ederim, ben Onun
kardeşiyim, onun velisiyim, amcasının oğluyum, O'nun mirasçısıyım. O'nun
yolundan gitmeye benden daha lâyık kim vardır
[33]
Daha
sonra Yüce Allah, Allah'ın kaderi ile olmadıkça ve Allah'ın kendisi için tespit
ettiği süreyi tamamlamadıkça kimsenin ölmeyeceğini haber vermektedir. Bundan
dolayı "O vadesiyle yazılmış bir yazıdır." diye buyurdu. Yani Yüce
Allah ölümü belli bir ecel ile birlikte ve öne alınmayan, geri de bırakılmayacak
bir şekilde süresi belirlenmiş olarak tespit etmiştir. Savaşın türlü tehlikeli
hallerine maruz kalmış bir kahraman hayatta kalabilir, bununla birlikte evinde
saklanıp gizlenen korkak ölebilir. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır:
"Uzun ömürlünün ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de ancak bir
kitaptadır." (Fâtır, 35/11); "O sizi balçıktan yaratan, sonra da bir
ecel belirleyendir. Bir de onun nezdinde belirli bir ecel (kıyamet saati) daha
vardır." (En'âm, 6/2); "Artık ecelleri geldiği zaman ne bir saat
(an) geciktirilir ne de öne geçebilirler." (Nahl, 16/61).
Ömür
sınırlıdır. Eceller kesindir. Allah'ın tayin ettiği kaderler hakimdir. Herşeyde
biricik mutasarrıf yalnızca O'dur. Bu bakımdan herhangi bir geciktirme yahut
öne alma söz konusu olmaksızın, ilmine uygun olarak her bir canın alınmasına
izin verir. Savaşta yahut barışta olması da insanın ecelini değiştirmez.
Bu
ayet-i kerime ile korkaklar yüreklendirilmekte, savaşa teşvik edilmektedir.
İleri atılmak yahut geri durmak ne ömrü eksiltir, ne de ona bir şey katar. Ömür
Allah'ın elinde, sona erip bitmesi Allah'ın iradesi ile olduğuna göre korkaklık
ve zaaf göstermek nasıl uygun olabilir?!
Daha
sonra Yüce Allah insanların gayelerine açıklık getirmektedir: Bu ise ya dünyayı
yahut da ahireti istemektir. Her kim ameliyle yalnızca dünyayı elde etmek, ona
ulaşmak istiyor ise, Allah'ın kendisi için takdir ettiği kadarına nail olur.
Bununla birlikte ahirette alacak bir payı kalmaz. Her kim ameliyle ahiret
yurdunu gözetirse Allah ona da ahiretin sevabından verecektir, dünyadan da
onun için kısmet olarak ayırdığını ihsan edecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kim ahiret ekinini (sevabını) isterse biz onun ekinini artırırız.
Kim de dünya ekinini isterse biz kendisine ondan (bir şeyler) veririz. Ahirette
ise onun hiç bir payı yoktur." (Şûra, 42/20); "Kim bu çabucak geçeni
(dünyayı) isterse biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak
veririz. Sonra da ona cehennemi veririz, o burayı kınanmış ve kovulmuş olarak
boylar. Kim de mümin olarak ahireti diler ve bunun için gereği gibi çalışır çabalarsa,
işte çalışmaları şükür ile karşılanan (mükâfat verilen) kimseler
bunlardır." (İs-ra, 17/18-19). Bu ayet-i kerimenin son bölümü tefsirini
yapmakta olduğumuz ayetin, "Allah şükredenlere mükâfat verecektir"
buyruğuna uygundur. Yani biz onlara şükür ve amellerine uygun bir şekilde
dünyada da ahirette de lütuf ve rahmetimizden vereceğiz. Bozguna uğrayıp geri
kaçmadıkları için de onlara ebedî mükâfatı ihsan edeceğiz.
Size
gelince ey dünyayı gözetip ganimetler toplamaya koşuşan, Uhud'daki
komutanınızın ve peygamberinizin emrine muhalefet edenler! Bir miktar dünyalık
elde edebilirsiniz, fakat peygamberinizin davet ettiği dünya ve ahireti birlikte
elde etmeyi kaybettiniz. Ayet-i kerimede Uhud günü ganimetlerle uğraşan bu gibi
kimseler, üstü kapalı ifadelerle tenkit edilmektedir. Ayrıca,
"dilerse" ifadesinde kişisel iradenin hayır yahut şer türünden olan
amelin tabiatını belirleyici olduğuna işaret vardır. Bu aynı zamanda Buharî
ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri, Peygamber
efendimizin"AmeZZer ancak niyetler iledir ve herkes için niyet ettiği ne
ise o vardır." şeklindeki buyruğuna uygundur.
Daha
sonra Yüce Allah Uhud günü başlarına gelenler dolayısıyla müminleri teselli
etmek üzere, "Nice peygamber vardır ki beraberinde bir çok topluluklar
savaşmıştır..." diye buyurmaktadır. Yani pek çok peygamber Allah yolunda
savaşmıştır. Onunla birlikte onlara iman eden ashabından bir çok kişi de
Allah'ın adım yüceltmek için savaşmıştır. Bunlar hidayet önderleri ve öğreticileriydiler.
Kendilerinin öldürülmesinden sonra olsun, peygamberlerinin öldürülmesinden
sonra olsun zaafa düşmediler. Böyle bir durum ortaya çıktıktan sonra cihaddaki
kararlılıkları gevşemedi, düşmanlara boyun eğerek teslim olmadılar. Dünyaya ve
dünyanın metaına boyun eğmediler. Gerisin geri de dönmediler. Aksine
peygamberlerinin öldürülmesinden sonra da sebat ettiler, sabrettiler; hayatta
iken sabrettikleri gibi. Allah ise sabırda yarışan ve Allah'tan korkanları
sever. Böylelerini doğruya iletir, hakkı gösterir ve en büyük mükâfatlarla
onlara ecir verir. İşte bu onların övülmeye değer işlerinden bir nebzedir.
Resulullah (s.a.)'ın öldürüldüğüne dair yalan haber yayıldığı vakit Müslümanların
karşı karşıya kaldığı gevşeklik, zaaf ve bozgun üstü kapalı tenkit
edilmektedir. Bu yalan haber dolayısıyla müşriklere karşı cihad hususunda zaaf
göstermeleri ve Ebu Süfyan'dan eman almak istemekle boyun eğmeleri şeklindeki
tavırları böylece tenkit edilmektedir.
Peygamberlerle
savaşan o toplulukların söyledikleri güzel sözlere gelince, onlar musibetin
gelip çatması esnasında şöyle demişlerdi: "Rabbimiz bize günahlarımızı
bağışla, kusurlarımızı ört, senin emrine uymayan davranışlarımızı affet. Savaş
esnasında düşmanlarla karşılaşırken ayaklarımıza sebat ver, kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et!*
Rabbani
olmaları ile birlikte günahlarından ve diğer kusurlarından ötürü bağışlanma
dilemeleri, kendi kendilerine kusurlu olduklarını hissettirmektedir. Savaş
esnasında ayaklarına sebat verilmesini istemelerinden önce mağfiret isteyerek
dua etmeleri ise, onların Rablerinden bu isteklerinin arındırılmış bir ruh ve
tam bir teslimiyet ile yapılmasının dualarının kabul ihtimalini daha çok
artırması kasdıyladır.
Yüce
Allah da düşmanlara karşı zafer, üstünlük, güzel anılmak gibi ihsanlarla
dünyanın sevabını, Allah'ın rızasını, rahmetini, lütuflar yurdunda ona yakın
olmayı elde etmek suretiyle de ahiret sevabını, güzelliğini onlara vermiştir.
Yüce Allah'ın bildirdiği şu durum da buna yakındır: "Onlar için o
işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatıcı neler gizlendiğini hiç
bir kimse bilemez." (Secde, 32/17). Hz. Peygamber de bu mükâfatı şöylece
haber vermektedir: "Orada (cennette) hiç bir gözün görmediği, hiç bir
kulağın işitmediği ve hiç bir kimsenin kalbinden geçirmediği nimetler
vardır."
Daha
sonra Yüce Allah onları kendi rızasına uygun bir şekilde amellerini
güzelleştirmekle nitelendirmektedir. Yeryüzünde Allah'ın sünnetini uygulayanlar
bunlardır ve bu güzel işleri dolayısıyla Allah onları mükâfatlandıracaktır.
Allah'ın
hem dünya hem ahiret mükâfatını onlara birlikte vermesinin sebebi iman eden,
salih amel işleyen, dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştirmek isteyen
kimseler olmalarından dolayıdır. Bu buyrukta sözü geçen salih mümin gibidir
onlar. "Bazısı da, "Rabbimiz bize dünyada bir iyilik ver, ahirette de
bir iyilik ver ve bizi o ateş azabından koru" der." (Bakara, 2/201).
Ahiret
sevabının özel olarak güzel olmakla nitelendirilmesi, onun üstünlüğüne,
önceliğine ve Yüce Allah nezdinde asıl değer taşıyanın o olduğuna delâlettir.
Allah
bu müminlerin niteliklerini önce ona itaat etmeye muvaffak olmaları, sonra bu
itaat üzere kendilerine sebat verilmesi şeklinde sıralamıştır. Daha sonra da
bütün bunların tümünün Allah'ın inayeti, lütfü, tevfiki ve ihsanı ile olduğuna
kulun dikkatini çekmek üzere de bu gibi kimseleri ihsan edenler, iyilik
yapanlar diye adlandırmaktadır.
Bu
ayet-i kerime ile Muhammed (s.a.)'in ashabı eğitilmekte, bütün bunlara
herkesten çok onların lâyık olduklarına dikkatleri çekilmektedir. İşte onlara
düşen de bu Rabbanilerin hallerine bakıp ibret almak, onların sabretmeleri gibi
düşmanlarına sabretmek, onların salih amellerine uyup söyledikleri sözler gibi
söylemektir. Çünkü Allah'ın dini birdir, onun insanlara uyguladığı sünneti de
tektir.
[34]
Bu
ayet-i kerimeler, -dosdoğru yol üzere yürümek, ebedî ve devamlı olup
peygamberin hayat süresine bağlı ve peygamberin kişiliği ile ilgili olmadığından-
komutanın yahut peygamberin vefatından etkilenmemeyi gerektiren imanın asıl
varlığına rağmen sebat göstermeye, cesarete, kahramanlığa, zaferi elde etmek
için bütün gayretiyle çalışmaya, küfür ve kâfirlerin yoluna tekrar dönmeyi
yasaklamaya ve insanın ruhî yapısı ile hayat boyunca karşı karşıya kalabileceği
korku, zaaf, tereddüt, geriye dönüş, bozguna uğramak ve düşüncede yüzeysellik
gibi konumlarını ilgilendiren bir çok hükme delâlet etmektedir.
1- Cennete girmek, öldürülen ve yaraların acılarına sabreden, Allah yolunda
canlarını feda eden ihlâs sahibi mücahitlerin yolunu izlemeye bağlıdır.
2- Allah yolunda şehit olma şerefine ermek, kuruntu ve temennilerle
değil, cihad yolunda sebat ve sabır ile olur.
Müslümanın
ölümü temenni etmesi ise az önce geçen nitelikleriyle şehitliği temenni etmek
ile ilgilidir. Yoksa kâfirlerin kendilerini öldürmesini temenni etmek değildir.
Böyle bir temennide bulunmak masiyet ve kusurdur. İşte Müslümanların Yüce
Allah'tan kendilerine şehitliği nasip etmesini dilemelerinden kasıt budur.
Onlar ölüme götürecek dahi olsa cihad yolunda Allah'tan sabır dilerler.
3- Peygamberler, kavmi arasında hiç bir zaman ebediyyen kalıcı değildir.
O bakımdan peygamberlerin getirdiklerine sımsıkı yapışmak gerekir. İsterse eceliyle
Ölmüş yahut öldürülmüş olsun. İmanından sonra küfre dönüp irtidat etme yolunu
seçen kimse ise Allah'a hiç bir şekilde zarar veremez. Aksine yalnız kendisine
zarar verir, kendisini Allah'ın buyruklarına muhalefet sebebiyle cezaya
uğramaya maruz bırakır. Yüce Allah ise hiç bir şeye muhtaç olmadığından dolayı
ne itaatin O'na faydası, ne de masiyetin zararı vardır. Allah sabreden, cihad
eden ve şehit olan, şükredenlerden olan herkesin mükâfatım verecektir.
İşte
bütün bunlar Uhud günü bozguna uğrayan kimselere bir serzeniştir, benzerlerine
bir derstir. Peygamber (s.a.)'in vefat ettiği gün Ebu Bekir es-Sıd-dık (r.a.)'in
takındığı tavır, onun kahramanlık ve cesaretinin, Hz. Peygambere bağlılığının
en açık bir delilidir. Çünkü kahramanlık ve cesaret musibetlerin gelip çatması
esnasında kalbin sebatıdır. Peygamber (s.a.)'in vefatından daha büyük bir
musibet ise olamaz. Onun gösterdiği sebat ile, "Muhammed ancak bir
peygamberdir" ayetini delil göstermesi, ayrıca müminlerin de sebat bulmasına,
fitnenin arkasının kesilmesine, cahillerin bir takım vehim ve sözlerinin kökten
kurutulmasına sebep olmuştur.
Sünnet-i
seniyye ölünün defninde acele etmeyi gerektirmekle birlikte As-hab-ı kiramın
Resulullah (s.a.)'ı defnetmeyi geciktirmesinin üç sebebi vardır: Vefat ettiği
üzerinde ittifak etmemeleri, Hz. Ebu Bekir kendilerine Resulullah (s.a.)'ın,
"Her bir peygamber mutlaka vefat ettiği yerde gömülür."
[35]
hadisini haber verinceye kadar onu nereye defnedeceklerini bilmemeyişleri ile
biat hususunda Muhacirlerle Ensar arasındaki ayrılıkla uğraşmaları. Bu ayrılık
işin başında Hz. Ebu Bekir'e biati kararlaştırmakla sona ermiş, sonra da ertesi
gün rızaları ile ve kapsamlı bir ittifak ile ona biat etmişlerdir.
Daha
sonra Hz. Peygamberin defin işine baktılar, onu yıkadılar, kefenlediler. Sonra
tek tek cenaze namazını kıldılar. İbni Mace hasen, sahih bir isnadla İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Salı günü Resulullah
(s.a.)'ın teçhizi işi bitirildikten sonra evindeki kerevetinin üzerine konuldu.
Sonra grup grup Resulullah (s.a.)'ın bulunduğu yere girdiler, üzerine namaz
kıldılar. İşlerini bitirdikten sonra kadınları içeri aldılar. Kadınlar da
bitirdikten sonra çocukları içeri soktular. Resulullah (s.a.)'ın cenaze
namazını kıldırmak üzere kimse insanlara imam olmadı."
4- Şüphesiz Muhammed de diğer peygamberler gibi bir insandır. Onlar da
vefat etmişlerdir. Her bir peygamberin görevi gözetilen maksadın tahakkuku ile
sona erer. Onların öbür dünyaya göç etmeleri risaletlerinin ortadan kalkmasını
gerektirmez. Bir kimsenin karşı karşıya kaldığı musibetlerin onun hak yahut
batıl üzere olmasıyla bir ilişkisi yoktur. İtaat eden bir kimse çeşitli musibetlerle
sınandığı gibi isyan eden kimse de çeşitli nimet türleriyle sınanabilir.
5-
Ölüm kaçınılmaz bir akibettir.
Belli bir sürede olacağına dair hüküm verilmiştir. O ne bir an ileri gider, ne
de bir an geri kalır. İster öldürülsün ister öldürülmesin herkes tayin edilen
vadesi gelince ölecektir. İşte Yüce Allah'ın, "O vadesi yazılmış bir
yazıdır buyruğunun anlamı budur. "Allah'ın izni olmadıkça..."
buyruğu ise Allah'ın kaza ve kaderi ile olmadıkça demektir. Ölümün vadesi ise
Yüce Allah'ın bildiği canlının ruhunun bedeninden ayrılma vaktidir. Kişi ne
zaman öldürülürse onun ecelinin o olduğunu biliriz. O bakımdan, "Eğer
öldürülmeseydi yaşayacaktı" demek doğru değildir. Çünkü Yüce Allah,
"O va-desiyle yazılmış bir yazıdır" diye buyurduğu gibi, başka
yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "Onların ecelleri geldiğinde ne bir saat
öne alınır ne de geri bırakılırlar." (Yunus, 10/49); "Şüphesiz
Allah'ın eceli (tayin ettiği vade) gelicidir." (Ankebût, 29/5); "Her
bir ecelin tayin edilmiş bir yazısı vardır." (Ra'd, 13/38).
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimse ölmez..." ayet-i
kerimesi cihada teşvike ve ölümün kaçınılmaz olduğuna, her insanın mutlaka
eceli ile öldüğüne; öldürülenin de eceliyle öldüğüne delâlet etmektedir.
6- Her kim arzu ve emelini ahireti bir kenara bırakarak yalnızca dünyaya
hasredecek olursa, Allah dünyadan onun için ayırdığını verir. Her kim de Allah'ın
dilediği kimselere kat kat iyiliklerle kat kat mükâfatlandıracağını vaad ettiği
ahirete rağbetini yöneltirse, Allah o kimseye ahireti de dünyayı da birlikte
verir.
7- Yüce Allah'ın, "Nice peygamber vardır ki..." ayeti
hakkınJıer şeyden üstün tutulduğunuifade etmekte, tarafsızlığı ortaya
koymakta, adaleti ve gerçeklere karşı insaflı davranmayı gerektirmektedir.
Salih amel, Allah yolunda ci-
sehnt. crnst.f>rmfik Muhammed (s.a.Vin
ashabına münhasır bir is de-ğildir. Önceki peygamberlere uyanlardan pek çok
kimsenin oldukça göz kamaştırıcı güzel tavırları, fevkalade kahrawmanlıklan
vardır. Bunlar da Allah yolunda sabrettiler, savaştılar, öldürüldüler, hiç bir
şekilde yumuşamadüar, azim ve kararlılıkları gevşemedi. Cihadda kendilerine
isabet edenler dolayısıyla zelil olmadılar, boyun eğmediler. Onların bu
davranışları ise imanlarının gücüne, ruhlarının temizliğine, Allah'ın rızasını
istemekteki ihlâslanna delâlet eden sözleriyle birlikte olmuştu. Sıkıntı,
mihnet ve düşman ile karşılaşma vakitlerinde Rablerine niyaz ettiler. O
bakımdan Yüce Allah'ın dünyada düşmanlarına karşı zafer ve yardım nimetine
mazhar olma hakkını, ahirette de cennete ulaşma hakkını elde ettiler. İhsan
sahibi olmakla nitelendirildiler ve onlara büyük sevap ihsan edildi.
Onların
oldukça çarpıcı bir tablo olan yalvarıp yakarma, dua ve mağfiret dileme
şeklindeki tavırları, duanın kabul olunmasının ihlâsı, ruhun arılığı ve Yüce
Allah'a huşu duymayı gerektirdiğini; günah ve masiyetlerin ise yenilgiye
uğramanın, Allah'ın yardımına nail olamamanın; itaat, sebat ve dosdoğru yol
üzere yürümenin ise zafer ve üstünlüğü elde etmenin sebeplerinden olduğunu göstermektedir.
8- Dualann faziletli olanı, bize rivayet yoluyla nakledilen dua
ifadeleriyle yapılandır. Çünkü bu duaların sözlerinde belagat vardır. İnsanın
farkına varamayacağı kadar pek çok anlamlar ihtiva etmektedir. Rabbanilerin
sözü geçen şu dualarında olduğu gibi:
"Rabbimiz,
günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla! Ayaklarımıza iyice sebat
ver, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!"
Müslim'in
Sahih'inde de Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şu duayı
yapardı: "Allahım, günahımı, bilgisizliğimi, isimdeki aşırılığımı ve
senin benden daha iyi bildiklerini bana bağışla!"
[36]
149-
Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat edecek olursanız, sizi ökçelerinizin
üstüne gerisin geriye döndürürler. Siz de hüsrana uğrayanlar olarak geri
dönersiniz.
150-
Hayır! Allah sizin mevlânızdır, O yardım edenlerin en hayırhsıdır.
151-
Allah'ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri ona ortak koştuklarından
dolayı o kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Zalimlerin dönüp varacağı yer
ne kötüdür!
"Hayır!
Allah sizin mevlânızdır." Başkasının yardımına ve dostluğuna ihtiyaç
duymayacağınız şekilde sizin yardımcınızdır, anlamında müpteda ve haberdir.
Burada "Allah" lafzı mahzuf bir fiil takdirine göre mansub
okunmuştur. "Hayır! Mevlânız olan Allah'a itaat ediniz" şeklinde.
[37]
"Sizi
ökçelerinizin üstüne gerisin geriye döndürürler." Yani imandan küfre
döndürürler. Burada geriye dönme küfre dönüşü ifade etmek üzere istiare yoluyla
kullanılmış ve ikincisi birincisine benzetilmiştir, "iman edenler"
ile "kâfirler" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"Zalimlerin
dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyruğunda onların varacağı yer denilmeyip
zahir olan "zalimler" kelimesinin zamir yerine kullanılması, durumun
dehşetini anlatmak içindir. Yerilen şey ise hazfedilmiştir. Yani barınacakları
o yer ne kötüdür!
[38]
"Eğer
kâfirlere" müşriklere, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına. Bunların Yahudi ve
Hristiyanlar olduğu da söylenmiştir. Ali (r.a.) dedi ki: Burada, Uhud'da
bozguna uğradıkları sırada münafıkların müminlere söyledikleri,
"Atalarınızın dinine dönünüz" sözleri kastedilmektedir, "itaat
edecek
olursanız,"
"sizi ökçelerinizin üstüne döndürürler." yani imandan sonra küfre
döndürürler.
"Sizde
hüsrana uğrayanlar olarak" yani, dünyada düşmanlara boyun eğmek, İslâm'ın
izzetini küfre değişmek, ahirette de Allah'ın nimet ve sevabından mahrum
edilmek suretiyle "geriye dönersiniz..."
"Hayır!
Allah sizin mevlânızdır" yani yardımcınız ve destekçinizdir. "O
yardım edenlerin en hayırhsıdır," O'na itaat ediniz.
"Allah'ın
hakkında hiç bir delil indirmediği" Yüce Allah'ın kendilerine ibadet
edilmesine dair herhangi bir delil indirmediği "şeyleri" putları
" O'na ortak koştuklarından dolayı o kafirlerin kalplerine korku"
(er-ru*b), kalbi saran ileri derecedeki korku demektir. Müşrikler Uhud'dan geri
döndükten sonra Müslümanların kökünü kazımayı tasarladılar, fakat korkuya
kapılıp geri dönemediler, "salacağız."
[39]
149.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Ali (r.a.) şöyle demiştir: Bu ayet-i
kerime münafıkların, bozguna uğramaları üzerine müminlere, "Haydi
kardeşlerinize geri dönünüz ve tekrar onların dinine giriniz" demeleri
üzerine nazil olmuştur. Hasan-ı Basrî (r.a.)'den ise şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Eğer sizler Yahudi ve Hristiyanların öğütlerine kulak verir ve bu
öğütlerini kabul edecek olursanız... demektir. Çünkü onlar sizin sapmanızı
istiyorlar, dinde sizi şüpheye düşürmeye çalışıp şöyle diyorlardı: Eğer
Muhammed gerçek bir peygamber olsaydı mağlûp edilmez, O'na ve arkadaşlarına
gelip çatan bu musibetler isabet etmezdi. O diğer insanlardan farkı olmayan
bir kimsedir. Bir gün muzaffer olur, bir gün de bozguna uğrar.
es-Süddî'den
de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Eğer sizler Ebu Süfyan ve arkadaşlarına
meyleder, onlardan eman isteyecek olursanız, sizleri eski dininize
döndürürler.
151.
ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak da es-Süddî şunları söylemektedir:
Uhud günü Ebu Süfyan ve müşrikler Mekke'ye yönelip yola koyulunca yolun bir
bölümüne geldikten sonra pişman olup şöyle dediler: Biz ne kötü iş yaptık!
Onları öldürdük, nihayet geriye azıcık bir grup kalınca onları terk ettik.
Haydi geri dönün, onların kökünü kurutun. Fakat böyle bir karar verince Yüce
Allah kalplerine korku saldı ve sonunda bu kararlarından vazgeçtiler. Yüce
Allah da şu, "Allah'ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri ona
ortak koştuklarından dolayı o kâfirlerin kalplerine korku salacağız"
ayetini indirdi.
[40]
Ayet-i
kerimeler Uhud gazvesinden çıkartılacak öğütler ve elde edilecek dersleri
açıklamaya devam etmektedir. Yüce Allah daha önceden geçmiş peygamberlere uyan
yardımcılara tabi olmayı emrettikten sonra, kâfirlere itaatten sakındırdı. Bu
kâfirler ise Arap müşrikleri, Yahudiler, Hristiyanlar ve müminlerin azimlerini
kırmak üzere İslâm aleyhine komplolar kuran münafıklardır.
[41]
Yüce
Allah mümin kullarını kâfir ve münafıklara itaat etmekten sakındır-maktadır.
Çünkü onlara itaat etmek dünya ve ahirette insanı geriletir. Bundan dolayı
şöyle buyurmaktadır: Ey iman edenler, eğer sizin dininizi inkâr eden,
peygamberinizin peygamberliğini fcabu] ÇtlBÇyen jjbu Şüjyan ve arkadaşları İle
münafıkların önderi olan Abdullah b. Ubeyy ile ona tabi olanlara, Yahudi ve
Hıristiyanların elebaşılarına itaat edecek olursanız, imandan sonra bunlar sizi
kâfirler olarak gerisin geri döndürürler. Sizler de İslâm'ın izzeti ile aziz
olduktan sonra küfrün zilleti ile ve düşmanlarınızın sizlere tahakküm etmesi
ile yeryüzünde iktidar sahibi olma, devlet sahibi olmak imkânlarından mahrum
kalarak zarara uğrayanlar olursunuz. Halbuki bunlar samimi müminlere Yüce Allah'ın
şu vaadinde söz konusu edilmektedir:
"Sizden
iman edip salih amel işleyenleri Allah yeryüzünde mutlaka halife yapmayı vaad
etti. Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi. Ta ki kendileri için razı olduğu
dini onlar için tam anlamıyla iktidara getirsin ve korkulardan sonra bu
korkularını güvenliğe değiştirsin..." (Nûr, 24/55). Sizler işte bu
kâfirlere itaat edecek olursanız, ahirette de Allah'ın nimet ve sevaplarından
mahrum edilmek, cehennemde de Allah'ın azap ve cezasına maruz bırakılmak
suretiyle ziyan edenlerden olursunuz.
O
bakımdan sizler kâfirlerin yardım ve destek vermelerine, onların aldatmalarına
aldırış etmeyin. Çünkü sizin yardımcınız, desteğiniz bir diğer ayet-i kerimede
de buyurulduğu gibi, Yüce Allah'tır. "Biliniz ki Allah sizin mevlânız-dır,
o ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!" (Enfâl, 8/40). Yüce Allah
izzeti, Rasulüne ve müminlere takdir buyurmuştur. "İzzet Allah'ın,
Rasulünün ve müminlerindir." (Münafikûn, 63/8). Yine salihleri veli
edinmek, kâfirleri desteksiz ve yardımsız bırakmak şeklinde Yüce Allah'ın
sünneti cereyan edegelmiştir: "Acaba onlar yeryüzünde gezip kendilerinden
öcekilerin akibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı1? Allah onları terk
etmiştir. Kâfirler için de onların benzerleri vardır. Bunun sebebi şudur:
Allah iman edenlerin velisidir, kâfirlerin ise velisi yoktur." (Muhammed,
47/10-11).
Yüce
Allah'ın müminlere yardım ve destek oluşunun tecellilerinden birisi de Allah'a
şirk koşmaları sebebiyle kâfirlerin kalplerine korku salmasıdır. Bunun bir
diğer sebebi ise kâfirlerin Allah'tan başka bir takım putları ve taşları mabut
edinmeleridir. Bunların ibadete lâyık olduklarına, Allah ve yaratıkları
arasında vasıta olduklarına dair aklî olsun maddî olsun en ufak bir delil yoktur.
Onların bu putlara tapınma hakkındaki biricik delilleri bunlara tapar buldukları
atalarını taklit etmekten ibarettir: "Biz babalarımızı bir ümmet (din)
üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izlerine uyanlarız." (Zuhruf, 43/23)
Onlar hakikatte hayal, vehim ve vesvese içinde gelip geçen duyguların etkili
olduğuna güvenip dayanıyorlar. Bu ise onların akıl ve kalplerinin tutarsızlığı
ve düşüncelerinin bozukluğu, ruh zaaflığı sonucunu verir. Onların sonunda
ahirette yerleşecekleri yer ateştir. Bu ise zulüm, küfür, hakka ve hak ehline
karşı inatlarından dolavıdır. Onların varm barınacakları ver ne kadar kötü bir
verdir!
Onlar
kötü davranışları sebebiyle hem kendilerine hem insanlara zulmetmiş
kimselerdir. Onlar uygarlık ve medeniyetin esaslarını kaybetmişlerdir. Onlar
müminleri dinlerine sımsıkı sardır halde görecek olurlarsa, ruhlarındaki şüpheleri
daha çok artar, içlerindeki korku, dehşet ve huzursuzluk devam edip gider.
[42]
İtibar
her zaman için lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değildir. Bu ayet-i
kerimeler düşmanlıkları, kinleri, aldatmaları, öğüt ve güvenilirliklerine güven
beslenemeyeceği için küfürlerinin çeşitliliğine rağmen bütün kâfirlere
itaatten, müminleri her zaman için sakındırmaktadır.
Mümin
imanın kuvveti, Rabbine kavuşacağına dair güveni, Yüce Allah'ın hakimiyetine,
onun destek ve yardımına olan inancı ile daima kararlı, azimli ve sağlam irade
sahibidir. Onda kâfirlerden korkunun alâmetleri görülecek olursa, o zaman o
miras yoluyla Müslüman olmuş bîr kimsedir ve yalnızca zahiren bîr Müslümandır,
hakîkî bir mümin değildir.
Müşrik
ve kâfir sürekli bir huzursuzluk, devamlı bir kararsızlık, kalbinde ve ruhunun
derinliklerinde sapasağlam yer etmiş bir korku içerisindedir. Çünkü küfür onun
içine sağlıklı bîr huzur ve güvenin yerleşmesine engel olur. Küfrün
yerleştirebileceği tekrarlayıp durduğu bir takım alışkanlık ve geleneklerden,
kör bir tassuptan ibarettir. Bütün bunlar ise onun gerçekleri görmesine
engeldir; Allah'ın vahdaniyeti, kapsamlı kudreti, dünya ve ahirette her şeye
mutlak
egemenliği üzerinde sağlıklı bir şekilde düşünmekten onu alıkoymuştur.
Kâfirlerin
kalplerine korkunun bırakılmasını söz konusu eden ayet-i kerime şirkin aklen
ve maddî delilleri itibariyle batıl olduğunun, ruhta kötü etki bıraktığının
delilidir. Çünkü küfür insan ruhuna güven ve emanı, huzuru yer-leştiremez.
Aksine küfür her zaman için korkuyu, huzursuzluğu ve tedirginliği ortaya
çıkartır. Kur'an-ı Kerim'in kâfirleri kızgın ateşle uyarıp tehdit etmesinin
etkisi ne kadar güçlü, ne kadar da ağırdır! Bunu görmezlikten gelseler dahi
mutlaka bu uyarılan işitmişlerdir. Uzun süre cehennemde kalacaklarını bildiren,
"Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!" buyruğu ise kâfirlerin
cehennemde ebediyyen kalacaklarını, azaplarının hafifletilmeyeceğim ve oradan
çı-kartılamyacaklarını göstermektedir. Kısa süreli bir rahat için yahut hayatın
tatlı, neşeli ve hoş lezzetini kendilerine iade edecek kısa bir süre için dahi,
rahat bir nefes alamayacaklarını, havayı teneffüs edemeyeceklerini göstermektedir.
[43]
152-
Muhakkak Allah size olan vaadinde sadıkkaldı. Hani O'nun izniyle o zaman onları
öldürüyordunuz. Nihayet sevmekte olduğunuzu size gösterdikten sonra, yılgınlık
gösterdiniz, iş hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı
istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra Allah sınamak için sizi onlardan
geri çevirdi. Bununla beraber muhakkak sizi affetti. Allah müminlere
lütufkârdır.
153-
O vakit siz boyuna uzaklaşıyordu-nuz. Kimseye dönüp bakmıyordunuz bile.
Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu. Bunun üzerine sizi keder üstüne
keder ile cezlandırdık, kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye.
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
154-
Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyuklama indirdi ki, o
içinizden bir kısmını örtüp buruyordu. Bir kısmı da canları sevdasına
düşmüşlerdi. Allah'a karşı cahiliye zannı gibi halcfan d«yndw bir zan besliyorlardı.
"Bu işten bize bir şey var mı?" diyorlardı. De ki: "Bütün iş Allah'ındır."
Onlar sana «yıltl«ın«Hı1rl«n şeyi içlerinde gizliyorlar. "Bizim bir
payımız olsaydı burada Öldürülmez-dik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde
olsaydınız bile üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar yatacakları yere
çıkıp giderlerdi. Allah göğüslerinizdekini yoklamak, kalplerinizdekini temizlemek
için böyle yaptı. Allah kalplerin içini çok iyi bilendir."
155-
İ^i ordunun karşılaştığı gün içinizden yüz çevirenleri ancak işlediklerinin bir
kısmı yüzünden şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Andolsun Al-l«n onları
affetti. Çünkü Allah Ha- lîm'dir, Gafûr-dur.
"Allah
göğüslerinizdekiniyoklamak..." Bu ifadenin takdiri şöyledir:
Göğüs-lerinizdekini yoklamak için size savaşmayı farz kıldı.
"Kalplerinizdekini temizlemek için." buyruğu da "yoklamak"
buyruğu üzerine atfedilmiştir. (Yani savaşın üzerinize farz kılınışının
sebepleri bunlardır.)
[44]
Yüce
Allah'ın, "açıklamadıkları" buyruğu ile "gizliyorlar"
buyruğu arasında "kaybettiğinize" ile "başınıza gelene"
buyrukları arasında tıbâk vardır.
"Allah
müminlere lütufkârdır" buyruğunda "lütuf kelimesinin nekre (belirtisiz)
gelmesi, bu lütfün büyüklüğünü açıklamak içindir. Buna karşılık "müminler"
kelimesinin ise zamir olarak gelmesi gerekirken açıkça ifade edilmesi, onların
şereflendirilmeleri içindir. "Cahiliye zannı gibi hakkın dışında zan"
buyruğundaki "zan" kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas
vardır.
[45]
"Muhakkak
Allah size olan" size zafer vereceğine dair "vaadinde sadık kaldı.
Hani onun izniyle o zaman onları öldürüyordunuz." Öldürüyor, onların kökünü
kazıyordunuz. "İzniyle" onun iradesi, emri, desteklemesi ve
yardımıyla demektir.
"Nihayet
sevmekte olduğunuzu..." yam arzuladığınız zaferimize gösterdikten sonra
yılgınlık gösterdiniz" korktunuz, savaşmaya karşı zaaf gösterdiniz.
"İş hakkında çekiştiniz." anlaşmazlığa düştünüz. Yani Resulullah
(s.a.)'ın ok atmak için yerleştirdiği dağın eteğinde kalma hususunda
anlaşmazlığa düştünüz. Kiminiz, "Arkadaşlarımız zafere kavuştu haydi
gidelim" derken diğeriniz ise, "Peygamber (s.a.)'in emrine muhalefet
etmeyiz" dediniz, "isyan ettiniz." yani emrine karşı gelerek
ganimet arzusuyla yerleştirildiğiniz yeri terk ettiniz.
"Kiminiz
dünyayı" yani ganimeti "istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu."
O bakımdan öldürülünceye kadar sebat gösterdi. Abdullah b. Cübeyr ve arkadaşları
gibi. "Sonra Allah sizi sınamak için" imtihan etmek, denemek,
böylelikle ihlâslı olanı olmayandan ayırt etmek için -bu da sınanan ve denenen
kimseye yapılan muameleye benzer- bir muamelede bulunmak demektir, yoksa Yüce
Allah zaten durumlarını bilendir. Ayrıca durumlarını bilmek için onları denemeye
ihtiyacı yoktur. "Sizi onlardan" yani kâfirlerden "geri
çevirdi" bozguna uğrattı. "Bununla beraber muhakkak sizi
affetti." İşledikleriniz dolayısıyla yaptığınız tevbeleri kabul etti.
"Allah müminlere" affetmek suretiyle "lütufkârdır."
"O
vakit siz boyuna uzaklaşıyordunuz." Yani yerde yahut vadide kaçarak
uzaklaşıp gittiğiniz vakti hatırlayınız. "Kimseye dönüp
bakmıyordunuz" iltifat etmiyordunuz "bile. Peygamber de arkanızdan
sizi çağırıyordu." O sizin arkanızdan, "Allah'ın kulları, bana
dönünüz! Allah'ın kulları bana dönünüz!" diyordu. "Bunun üzerine
sizi keder üstüne kederle cezalandırdı."'Yani ona muhalefet etmek
suretiyle, Allah'ın Rasulünün canını sıktığınız ve O'na kedervermeniz
dolayısıyla sizi bir diğer keder olan bozguna uğrattı. Keder (gam), can sıkıcı
bir işten dolayı kalpteki acı ve darlık demektir. "Bir emniyet"
korkunun zıddı olan güvenlik "içinizden bir kısmını buruyordu"
örtüyor kapatıyordu. "Yatacakları yerlere" yani haklarında öldürülmeleri
takdir olunan yerlere "çıkıp giderlerdi."
"Allah
göğüslerinizdekini" kalplerinizdeki ihlâs ve münafıklığı
"yoklamak" denemek "kalplerinizdekini temizlemek için"
ayırt etmek için (böyle yaptı). "Allah kalplerin özünü" kalplerde
bulunanı "çok iyi bilendir" hiç bir şey O'na gizli kalmaz; O sadece
diğer insanlara durumu açığa çıkartmak için imtihan eder.
"İki
ordunun karşılaştığı gün" yani Uhud'da müminler topluluğu ile müşrikler
topluluğunun karşılaştığı gün "yüz çevirenler" ise sebat gösterip
yerinde duran on iki kişi dışında bozguna uğrayıp geri kaçan Müslümanlardır,
"şeytan onları yoldan çıkarmak" vesvesesiyle ayaklarını kaydırmak
"istemişti." Yani onları yanlışlığa, hataya düşürmüştü.
"İşlediklerinin bir kısmı yüzünden" bir takım günahları sebebiyle. Bu
ise Peygamberin emrine muhalefettir. O bakımdan Rablerinin kendilerine vaad
etmiş olduğu ilâhî zafer ve yardım alıkonuldu.
[46]
152.
ayet olan, "Muhakkak Allah size olan vaadinde sadık kaldı..." ayeti
ile ilgili olarak Muhammed b. Kal) el-Kurazî der ki: Resulullah (s.a.)
Medine'ye Uhud günü karşı karşıya kaldıkları musibetten sonra döndüğünde
ashabından bazıları şöyle dediler: "Bize Allah'ın zaferi vaad olunmuşken
arkadaşlarımızın başına gelen bu musibet nedendir?" Bunun üzerine Yüce Allah,
"Muhakkak Allah size olan vaadinde sadık kaldı... Kiminiz dünyayı
istiyor, kiminiz de ahireti istiyordu." buyruğunu indirdi. Yani Uhud günü
bilinen şekilde davranan okçuları kastediyor.[47]
154.
ayet-i kerime olan, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir
uyuklama indirdi..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Râheveyh,
ez-Zübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Uhud günü oldukça korkmuş
olduğumuzu ama üzerimize uyku çöktüğünü gördük. Aramızdan sakalı göğsüne
düşmeyen kimse yoktu. Allah'a yemin ederim ben adeta bir rüya gibi Muattib b.
Kuşeyr'in şu sözlerini işitiyordum: "Eğer bu işten bize ait bir şey
olsaydı burada öldürülmezdik. Ben bunu iyice belledim." Yüce Allah buna
dair, "Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, bir uyuklama
indirdi... Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir." buyruğuna kadar inzal
buyurdu. "Bizim bu işten bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik"
buyruğunun anlamı da şudur: Eğer bu konuda tercih bize bırakılsay-dı biz dışarı
çıkmaz ve öldürülmezdik. Fakat istemeyerek çıkarılmış bulunuyoruz. Yüce Allah
da onlara, "De ki: Evlerinizde olsaydınız bile..." buyruğu ile cevap
verdi. Yani hakkında ölüm takdir olunan kimseyi eceli belli bir yere çıkmaya
iter ve takdir olunan o yerde canı alınır. Evinde oturması asla onu kurtaramaz.
Çünkü Yüce Allah'ın takdir ettiği kaza kaçınılmaz olarak gerçekleşir.
[48]
Allah'a
yemin olsun ki, Rabbiniz size vermiş olduğu düşmana karşı savaş vaadini yerine
getirmiştir. Siz Allah'ın desteklemesi, yardımı, meşiet ve iradesiyle
düşmanlarınızı öldürmeye koyulup onlara alabildiğine kayıp verdirdiğiniz sırada
O, bu sözünü yerine getirmişti.
Evet,
Allah sözünü yerine getirmişti. Nihayet sizler korkaklığa kapılıp savaşta zaaf
göstererek peygamberinizin okçuların bulundukları tepe üzerinde sebat gösterme
emrini uygulama hususunda ayrılığa düşünce, kiminiz, "Bizler ne diye
burada duruyoruz, müşrikler bozguna uğramış bulunuyor" derken, diğer
kısmınız da, "Ebediyyen Resulullah (s.a.)'ın emrine muhalefet
etmeyiz" demiştiniz ve Abdullah b. Cübeyr bir grup arkadaşı ile birlikte
sebat göstermiş, bunların dışında kimse sebat göstermemişti. İşte bu olay
meydana gelince Allah'ın yardımı gecikti ve aranızda bozgun ve yenilgi baş
gösterdi.
Diğer
bir ifade ile: Sizler onlarla karşılaştığınız sırada işin başında zafer
İslâmındı. Fakat sizler anlaşmazlığa düşüp okçuların emre uymamaları, bir takım
savaşçıların bozguna uğramaları söz konusu olunca sebat gösterme ve itaat
şartına bağlı olan Allah'ın vaadi gecikmiş oldu.[49]
Urve
b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah sabretmek ve
takvalı olmak şartına bağlı olarak, işaretli beş bin melek ile onlara yardım
etme vaadinde bulunmuştu. O bu vaadini yerine getirmişti. Fakat Ra-sulün emrine
uymayarak saflarını terk eden okçuların da dünyalığa yönelmeleri üzerine,
onlara gelen meleklerin yardımı kaldırıldı. Yüce Allah da, "Muhakkak
Allah size olan vaadinde sadık kaldı. Hani onun izniyle o zaman onları öldürüyordunuz..."
buyruğunu indirdi. Evet Allah vaadinde sadık kaldı. Onlara fethi gösterdi.
Fakat isyana koyulmaları akabinde de onları belâlarla karşı karşıya getirdi.[50]
Ayet-i
kerimenin lafızları onların azarlanmış olduğunu göstermektedir. Azarlanmalarına
sebep de şudur: Onlar Allah'ın yardımının başlangıç alâmetlerini gördüler.
Onların görevi zaferin tamama ermesinin geri çekilmekte değil, sebat
göstermekte olduğunu bilmeleriydi.
Daha
sonra aralarındaki anlaşmazlığın sebebini açıklmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Kiminiz dünyayı istiyor..." yani ganimeti. İbni Mes'ud der ki:
"Biz
Uhud gününe kadar Resulullah (s.a.)'ın ashabından herhangi bir kimsenin
dünyayı ve dünyalığı istediğini fark etmemiştik." İşte bunlar ganimet arzusuyla
dağdaki yerlerini terk edip giden kimselerdir.
"Kiminiz
de ahireti istiyordu." Bunlar ise yerleştirildikleri yerde sebat gösteren,
peygamberlerinin emrine aykırı hareket etmeyip Abdullah b. Cübeyr ile birlikte
yerlerinde duran kimselerdir. O sırada müslüman olmayan Hâlid b. Velid ile Ebu
Cehil'in oğlu Ikrime onun üzerine hamle yaptılar. Abdullah b. Cü-beyr'i geri
kalanlarla birlikte şehit ettiler. Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun. Burada
serzeniş, yerlerini terk edip geri çekilenler hakkındadır; sebat gösterenler
için değildir. Çünkü sebat gösterenler sevaba nail oldular.
Daha
sonra, sizler onlara üstünlük sağladıktan sonra bozguna uğrayarak düşmanınızdan
geri çekilmenizi sağladı. O bunu imanınızı sınamak için yaptı. Andolsun ki O
sizi affetti ve bu yaptığınızı bağışladı. İşlediğiniz kusur dolayısıyla pişman
olmanız üzerine ruhunuzdaki günahın etkisini silip tevbenizi kabul edince, bu
sınama ile sizin imanınızı imtihan etmiş oldu. Şüphesiz Allah müminlere
lütufkârdır. Yani masiyet ve emre karşı geldikten sonra onları toptan imha
etmedi. Affa mazhar olmalarına sebebin, düşmanların sayıca, araç ve gereç
bakımından çokluğu, Müslümanların sayılarının araç ve gereçlerinin azlığı
olması da muhtemeldir.
Daha
sonra Yüce Allah onlara şunu hatırlatarak buyurdu ki: Dağa tırmanıp gittiğiniz
yani bozguna uğrayarak kaçtığınız vakit, düşmana arkanızı dönüp gittiğinizi
hatırlayın. O sırada dehşet ve korkudan dolayı sizler kimseyle ilgilenmiyordunuz.
Allah'ın Rasulünü ise geride bırakmış idiniz; o da düşmanlardan kaçmamanız için
sizleri şu sözleriyle çağırıyordu: "Bana dönün Allah'ın kulları, bana
dönün. Ben Allah'ın rasulüyüm, her kim geri dönüp düşmana saldırırsa ona cennet
vardır." İbni Abbas ve başkaları da der ki: Resulullah (s.a.)'ın çağrısı,
"Ey Allah'ın kulları, geri dönün" şeklinde idi. Böylece Rasul onları
arkalarından çağırmış oluyordu. el-Berâ b. Azib der ki: Uhud günü Resulullah
(s.a.) piyadelerin basma Abdullah b. Cübeyr'i tayin etmişti. Bunlar ise geri
dönüp kaçtılar. İşte Allah'ın rasulünün arkalarından onlara seslenmesinin
sebebi budur. Resulullah (s.a.) ile birlikte 12 kişiden başka kimse kalmamıştı.
Buna
karşılık keder üstüne kedere uğramak cezaları olmuştu. Birinci keder bozguna
uğramak, ganimetten mahrum olmak ve ashab-ı kiramın öldürülmesi idi. Birinci
kedere sebep olan ikinci keder ise, sizin emrine karşı gelmeniz, görüşüne
muhalefet etmeniz dolayısıyla peygamberin duyduğu acı ve sıkıntıdır. İbni
Cerîr et-Taberî'nin de belirttiği gibi, konu ile ilgili görüşler arasında en
tercihe değer olanları budur.
Yüce
Allah bütün bunları sıkıntılara ahşasınız, hoşunuza gitmeyen şeylere katlanma
alışkanlığını elde edesiniz diye yaptı. Çünkü bunlar ümmetleri ve fertleri
biler, böylelikle elde edemediğiniz menfaat ve ganimetlere diğer taraftan
düşmanınızdan size isabet eden yaralama, öldürme gibi zaralara üzülme-yesiniz
diyedir. Allah amellerinizden haberdardır. Amellerinize karşılık verir.
Çünkü
amel başarı ve zafere sebeptir. İmanın kemale ermesinin, faziletlere bezenmenin
bedelidir. Bu buyrukla itaat teşvik edilmekte, masiyetten alıkonulmaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah onlara isabet eden kederden sonra kullarına verdiği lütfü
hatırlatmaktadır. Bu ise onlara huzur ve sükûnun indirilmesidir. Bu da onları
örtüp bürüyen ve etkisi altına alan uyuklamadır. Bu üzüntü ve keder hallerinde,
silâhlarını kuşanmışken bunlar oldu. Böyle bir durumda uyuklamak, duyulan
güvenin delilidir. Ta ki yitirdikleri gücü tekrar elde edebilsinler. Baş
gösteren zaaflarını telâfi edebilsinler. Nitekim Bedir savaşı söz konusu edilirken
Enfal suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani o size güvenlik için
kendi nezdinden bir uyku vermişti." (Enfal, 8/11). Ebu Talha der ki:
"Ben Uhud günü uyuklamaya dalan kimseler arasında idim. O kadar ki kılıcım
defalarca elimden düştü. O düşüyor ben onu alıyor, o düşüyor ben onu
alıyordum."
[51] Yine
Buharî tefsir bölümünde Ebu Talha'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Uyuklama bizi sardı. Bizler Uhud'da saflarımızda bulunuyorken kılıcım
elimden düşüp duruyor, ben de onu alıyordum, o düşüyor ben de onu alıyordum."
[52]
Uyuklama insanlardan bir kısmını buruyordu. Burada kısım (taife), hem tek bir
kimse hakkında, hem de topluluk hakkında kullanılır. Sözü geçenler ise
muhacirler ve imanları hususunda basiret üzere bulunan genel olarak bütün Ensar
idi. Nitekim İbni Abbas şöyle demektedir: Yahut da bunlar iman, yakîn, sebat ve
Yüce Allah'a tevekkül ehli kimselerdir. Allah'ın, Rasulüne yardım edeceğine ve
onun arzusunu gerçekleştireceğine kati olarak inanan kimselerdir. Diğer bir
kesimin ise bütün dertleri kendileri idi. Yani kendi nefisleri kendilerini
kedere itmişti. Korku kalplerini sarmıştı. Buna sebep ise Allah'ın yardımına
güvenmemeleri, peygambere iman etmemeleri idi. Bunlar da Abdullah b. Ubeyy,
Muatteb b. Kuşeyr gibi kimseler ile onlara uyan münafıklardan bir topluluk idi.
Huzursuzlukları, tedirginlikleri, korkulan sebebiyle uyku onları bürümemişti.
Bunlar Allah'ın Rasulünün ve dinin durumu ile ilgilenmiyorlardı. Yüce Allah'ın
haber verdiği şekilde, "Allah'a karşı cahiliye zannı gibi hakkın dışında
bir zan besliyorlardı." Yani zannetmeleri gereken hak zannın dışında bir
kanaate sahiptiler. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: "Eğer Muham-med gerçek
bir peygamber olsaydı kâfirler ona musallat olamazdı." Bu ise Allah'a
şirk koşanların söyleyecekleri bir sözdür.
İşte
bu ikinci kesim, Allah'ın Rasulüne soruyorlardı: "İşten, zafer ve yardımdan
bizim bir payımız var mıdır?" Yani bu konuda kendilerinin bir payının
olmadığını kastediyorlardı. Çünkü onlar bunun hak olmadığına inanıyorlardı.
İşte büyük hatalarına sebep bu idi. Çünkü hiç şüphesiz Allah'ın peygamberlerine
yardımı savaşların kimi zaman zaferle kimi zaman yenilgi ile sonuçlanmasına
engel değildir. Önemli olan işin kemale ermesi, akibetin güzel bir şekilde
sonuçlanmasıdır.
Yüce
Allah onların bu sorularına şöyle cevap verdi: Meydana gelen her bir olay Yüce
Allah'ın sünnetine göre cereyan eder. Bu ise, "Sebeplerle sonuçlar
arasındaki bağlantı kurulduğunda iş ve yardım bütünüyle Allah'ındır" esası
üzerinde kuruludur. Şu buyruğunda kendilerine vaad ettiği gibi mümin kullarının
yardımcısı da O'dur; "Allah, mutlaka ben ve Rasullerim galip geleceğiz diye
yazdı." (Mücadele, 58/1): "Ve şüphesiz bizim askerlerimiz galip
gelecek olanlardır." (Sâffât, 37/173).
İşte
bu münafıklar kalplerinde düşmanlık ve kin gizlerler. Zahiren yol gösterilmesini
isteyen müminler gibi soru sorarlar. "Bu işten bize bir şey var mı?"
derler. Fakat onlar inkârı, yalanlamayı ve münafıklığı gizliyorlar.
Senin
kendilerine, "İş bütünüyle Allah'ındır" demeni inkâr ederek kendi
içlerinde yahut biribirlerine, "Eğer Muhammed'in dediği gibi iş bütünüyle
Allah'ın, onun gerçek dostlarının olsa ve gerçekten galip gelenler onlar olsa
idi, hiç bir şekilde biz yenilgiye uğramazdık ve bu savaşta bunca kişi
öldürülmezdi" diyorlardı. Onlar bu kanaatleri ile peygamberlik ve zafer
arasında bir bağlantı kuruyorlar ve diyorlardı ki: "Eğer Muhammed bir
peygamber olsaydı bozguna uğramazdık." Fakat zaferin Allah'tan geldiğini
ve O'nun yardımıyla olduğunu fark edemediler. Bozgunun da Müslümanların aykırı
bir tutumları nedeniyle olduğunu anlayamadılar.
Allah
onlara, "Eceller ve ömürler Allah'ın elindedir, zafer Allah'tandır ve
hakkında ölümün yazıldığı kimsenin ölmesi kaçınılmazdır" diyerek cevap vermiştir.
Hakkında ölümün yazıldığı kimse eğer evinde olsa ve ecelinin sonu gelse,
şüphesiz ölüp düşeceği yere çıkıp giderdi. Tedbirin kadere karşı faydası yoktur,
iş bütünüyle Allah'ın elindedir.
Şanı
yüce Allah, Uhud gazasının sonlarında Müslümanları bozguna uğratmayı,
müminlerin kalplerinde bulunan ihlâsı sınamak, kalplerde bulunan hastalıkları
ve şeytanî vesveseleri ayırt etmek için yapmıştı. Allah kalplerin özünü çok iyi
bilendir. Yani bütün sırları ve gizlilikleri bilir. Gökte olsun yerde olsun,
gizli olan hiç bir şey O'nun için gizli değildir. O insanların durumu açığa
çıksın, gerçekler ortada görülsün, sabreden müminlerle aldatıcı münafıkların
konumları besbelli olsun diye bunları yaptı.
Uhud'da
Müslümanlarla müşriklerden ibaret iki topluluğun karşı karşıya geldiği gün
bozguna uğrayan yahut yerlerini terk eden müminleri şeytan ağına düşürerek
yanıltmış ve yanlışlığa düşürmüştür, ayaklarını kaydırmıştır. Buna sebep ise
kazandıkları bir takım günahlarıdır. Yani Uhud günü bozguna uğrayanların geri
dönüp kaçmalarına sebep, şeytana itaat etmeleri olmuştu. Buna bağlı olarak bir
takım günahlar işlediler, bu işledikleri günahlar sebebiyle de Allah'ın desteği,
yardımı, kalplerini pekiştirmesi önlendi ve sonunda geri dönüp kaçtılar. İşte
bu da bir günahın bir diğer günaha ittiğinin delilidir. Nitekim itaat de bir
başka itaati arkasından getirir ve bu ise o itaatteki bir lütuf-tur. Nitekim
Zemahşerî böyle demektedir:
[53]
"Musibetler, cezalar -ki bozguna uğrayışlar bunlardandır- kötü amellerin
bir etkisidir, bir sonucudur. Bir günahtan sonraki bir günah o günahın
cezasından bir parçadır. Bir iyilikten sonraki bir iyilik de o iyiliğin
sevabından bir parçadır."
Daha
sonra Yüce Allah, "Andolsun, Allah da onları affetti" diye buyurmaktadır.
Yani o savaştan kalmalarını bağışladı, ahirette onları sorgulamadı, dünyada
onların cezasını bir ders, bir terbiye ve bir arındırma sebebi kıldı. İşte bu,
onların önünde umut kapısını açık bırakmakta ve kederin ruhlarını kaplamasına
engel olmaktadır. Şüphesiz Allah bağışlayıcıdır. Tevbe ve kusurunu itiraftan
sonra küçüğüyle büyüğüyle bütün günahları bağışlar. Halîm'dir, günaha cezayı
vermekte acele etmez. Hatalarını tashih etmek için kula bir fırsat bırakır.
[54]
Geçmişteki
insanlar da şimdiki insanlar gibidir. Hayal ve rüyalar âleminde yaşarlar.
Zaferi müminlere has ilâhî bir bağış olarak beklerler. Bu konuda görevlerinin
düşmanla savaşmanın gereklerini yerine getirmeksizin isterler. Halbuki insanlar
arasında cihad ile ilâhî emaneti taşımakla mükellef olanlar onlardır. Cihad
edip sabır ve sebat gösterdikleri takdirde ilâhî inayet onları destekler ve
zafere kavuşur, umduklarını elde ederler. Hak üzere sebat gösterdikleri sürece
savaş meydanlarında sabırla, itaatle cihad edip dağılmaksızın bir bütün olarak
çarpıştıkları takdirde, Allah müminlere verdiği vaadinde sadık kalır.
Korkaklık, zaaf, dağınıklık, anlaşmazlık, dünyevî tamahkârlıklar ise yardımsız
kalmanın ve görülmedik bozgunların sebebidir. Allah Uhud'da müminlere verdiği
sözünü yerine getirmiştir. Müşriklerin sancaktarları ve onunla birlikte yedi
kişinin öldürülmesi ile savaşın başlangıcında onlara zaferi göstermişti. Fakat
okçular isyan edip Resulullah (s.a.)'ın gösterdiği yerde sebat gösterme emrine
muhalefet ederek ganimet toplamakla meşgul olunca, hemen belâ gelip onlara
çattı, yaralanmalarına, şehit düşmelerine sebep oldu. Komutanları olan o yüce
Peygamberin etrafından insanların kaçışıp bozguna uğramalarına sebep oldu.
Ve
savaş zaferden hezimete dönüştü. Müslümanların müşriklere üstünlük sağladıktan
sonra bozguna uğrayarak geri dönmelerine sebep oldu. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sonra Allah sınamak için sizi onlardan geri çevirdi."
Bu ise masiyetin Allah tarafından yaratılmış olduğunun delilidir.
Fakat
bu sefer hata eden kullarını affedip bu masiyet ve emre aykırı hareketleri
dolayısıyla onları toptan yok etmemesi, Allah'ın kullarına lütfü
cümle-sindendir. Esasen Allah af ve mağfiret ile müminlere daima lütufta
bulunmaktadır. İbni Abbas der ki: Peygamber (s.a.) Uhud günü yardıma mazhar
olduğu kadar mazhar olmuş değildir. Ashab-ı kiram bunu kabul etmeyince onlara
şöyle dedi: "Benimle benim bu iddiamı kabul etmeyenler arasında Azız ve
Celîl olan Allah'ın Kitabı hakem olsun. Şüphesiz Allah Uhud hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak Allah size olan vaadinde sadık kaldı. Hani onun
izniyle onları öldürüyordunuz."
Müslümanların
Uhud'da kaçışmaları makbul bir şey değildi. Çünkü komutan olan Peygamber
(s.a.) hâlâ sebatla yerinde duruyor, savaşın ortasında çarpışmayı sürdürüyordu.
Kaçanları da geri dönmeye, tekrar hücuma çağırıyordu. Onlar geri dönmeyince
Allah da onları gam ve kederle cezalandırdı. Bu ise öldürülmek, yaralanmak ve
ganimet elde edememektir. Buna sebep de ona muhalefet etmeleri sebebiyle
Resuluüah (s.a.)'ın kalbini dolduran gam ve sıkıntıdır. Günahın cezasını
"zenb" diye adlandırdığı gibi ayet-i kerimede de "gam,
keder" den de "sevap" diye söz edilmiştir.
Fakat
bu gamdan sonra Yüce Allah'ın müminlere olan lütuf ve merhameti dolayısıyla bir
uyuklama yahut uyku geldi ve onları bürüdü. Böylelikle güvenlik duysunlar,
kararlılıklarım yenilesinler, bu bozgundan sonra ruhları, nefisleri rahat
bulsun. Münafıklara gelince, onların huzursuzlukları, ızdıraplan devam etti.
Uyuyamadılar. Güven ve huzur duyamadılar. Onlar, Bu işten bize bir pay var
mıdır?" diye inkâr ve red anlamında soru sordular. Yani, "Bu
çarpışmaya çıkma işinden bize ait bir şey yoktur. Biz istemeye istemeye çıktık."
dediler. Buna delil onların, "Bizim işten bir payımız olsaydı burada
öldü-rülmezdik" demeleri idi. ez-Zübeyr der ki: "O gün üzerimize uyku
salındı. Bana uyuklama çöktüğü bir sırada Muattib b. Kuşeyisin, "Bizim bu
işten bir payımız olsaydı burada öldürülmezdik." sözünü duyuyordum."
Bunun, "Muhammed'in bize vaad ettiği zaferden bize bir pay yoktur
diyorlardı" anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yüce
Allah onlara, "De ki: Bütün iş Allah'ındır." buyruğu ile cevap verdi.
Yani zafer, yardım bütünüyle O'nun elindedir, dilediğine yardım eder,
dilediğini yardımsız bırakır. Ecel ve ömür de Allah'ın elindedir. Herkes
mutlaka eceliyle ölür. İster savaşta ve savaş meydanında olsun, isterse de
evlerde, yataklarda, odalarda, bahçelerde bulunsun. İşte, sona erdikten sonra
Uhud gazvesine katılanlar böylece iki gruba ayrılmışlardı:
Bir
kesim kendilerine isabet edeni hatırlayarak, bunun bazılarının işledikleri
kusurlardan dolayı olduğunu bildiler ve Allah'ın zafer vaadini hatırladılar.
Bunun sonucunda da günahları için mağfiret istediler, Rableri de onlara
güvenlik verdi.
Bir
başka kesim ise, korkudan dehşete düşmüştü. O bakımdan başka hiç bir şeyle
uğraşamadılar. Çünkü Allah'ın vaadine güvenmediler, Allah'ın Rasu-lüne iman
etmediler.
Uhud
günü müminlerin bozguna uğramaları ise şeytanın etkisi, aldatması ve vesvesesi
sebebiyle, bir de önceden işlemiş oldukları günahlardan ötürü olmuştu.
Geçmişte işledikleri bu hatalarını onlara anlattı. O bakımdan -öldürülmesinler
diye- sebat göstermekten hoşlanmadılar. Fakat Allah lütuf ve rahme-tiyle onları
affetti ve onlara çabucak ceza vermedi. Kurtubî der ki: Yüce Allah'ın Hz.
Adem'in tevbesini kabul etmesi ile Hz. Peygamberin, "Ve Adem Musa'yı
getirdiği delil ile yenik düşürdü." ifadesi buna benzemektedir. Çünkü Hz.
Musa, kendisini ve soyundan gelenleri yasak ağaçtan yediği için cennetten çıkmaya
maruz bıraktığından dolayı kınamak ve azarlamak istemişti. Hz. Adem ona şu
cevabı vermişti: "Yüce Allah'ın ben yaratılmadan kırk sene önce hakkımda
takdir ettiği ve bundan dolayı da tevbemi kabul ettiği bir iş dolayısıyla mı
beni kınıyorsun?" Kim tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder, onun
günahı olmaz. Günahı olmayan kimse ise herhangi bir şekilde kınanmaz. İşte
Allah'ın affettiği kimselerin durumu da böyledir. Bunun böyle olduğunu Yüce
Allah bize bu şekilde bildirmektedir ve O'nun haberi zaten doğrudur. Bunların
dışında kalan tevbe eden günahkârlara gelince, onlar Allah'ın rahmetini umar,
azabından da korkarlar. Onlar tevbeleri kabul olunmaz diye korku içindedirler. Tövbeleri
kabul edilmiş olsa bile yine korku onlarda daha ağır basar. Çünkü sonucu
bilememektedirler.[55]
156-
Ey iman edenler! Siz kâfir olup da yeryüzünde yolculukta yahut gazada bulunan
kardeşleri hakkında "Yanımızda olsalardı ölmezler ve
öldürül-mezlerdi." diyen kimseler gibi olmayın. Allah bunu kalplerinde
bir hasret (gönül yarası) yaptı. Dirilten de öldüren de Allah'tır. Allah bütün
yaptıklarınızı çok iyi görendir.
157-
Andolsun ki Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz muhakkak Allah'tan bir
mağfiret ve rahmet onların toplayacağı şeylerden elbette daha hayırlıdır.
158-
Andolsun siz ölseniz veya öldürül-seniz de muhakkak Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
"Allah
bunu kalplerinde bir hasret yaptı." buyruğu "Allah müminlerin cihadını,
ganimet elde etmelerini yahut şehadete nail olmalarım, kâfirlerin kalplerinde
hasret kılsın diye" anlamındadır. Bu yüce Allah'ın, "Sonunda
kendilerinin adavet ve hüzünlerine sebep olsun diye Firavun hanedanı onu
aldılar." (Kasas, 28/8) buyruğuna benzemektedir.
[56]
"Kâfir
olup da" Abdullah b. übeyy liderliğindeki münafıklar gibi "yeryüzünde
yolculukta" ticaret ve kazanç için yolculuk yapan "yahut gazada bulunan"
savaşan "kardeşleri hakkında "Yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve
öldürül-mezlerdi" diyen kimseler gibi olmayın. Allah bunu kalplerinde bir
hasret yaptı." Yani nihayette bu kalplerinde bir pişmanlık olarak ortaya
çıktı. "Dirilten de öldüren de Allah'tır." Bir yerde oturmak ölümü
engellemez.
[57]
Bundan
önceki ayet-i kerimede Yüce Allah Uhud günü bozguna götüren şeytanların
vesvesesinden sakmdırmıştı. Burada da şeytanların yardımcıları olan
münafıkların vesveselerinden sakındırmaktadır.
[58]
Yüce
Allah mümin kullarını, yolculukta ve savaşta ölen kardeşleri hakkında,
"Eğer onlar bu işe kalkışmasalardı başlarına bu işler gelmeyecekti"
diyerek yanlış inançlarını açığa vuran kâfirlere benzemekten sakındırmaktadır.
Ey
iman edenler! Sizler ticaret için ülkelerde yolculuğa çıkıp ölen yahut da
savaşa çıkarak öldürülen kardeşleri hakkında, "Eğer onlar yanımızda
kalsalardı ölmez ve öldürülmezlerdi'' diyen o münafıklar gibi olmayınız.
Çünkü
böyle bir şey dini bilmemektir, bu iman bakımından bir sapıklıktır. Çünkü Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi hayat ve ölüm O'nun elindedir:
"Allah'ın izni ile olmadıkça hiç bir kimse ölmez. O vadesiyle yazılmış bir
yazıdır." (Âl-i İmrân, 3/145).
Kaza
ve kader insanı fiillerinde mecbur kılmaz. Çünkü kazanın anlamı ilâhî bilginin
belli bir şeye taallukudur. İlim ise bir şeyin açığa çıkması ve kuşatılması
olup zorlamayı gerektirmez. Kader ise o şeyin ilme uygun olarak meydana
gelmesidir. Allah'ın ilmi ancak vakıaya uygundur. Aksi takdirde bu bilgisizlik
olur. İnsan fiillerinde ihtiyar (irade) sahibidir. Şu kadar var ki kudret,
irade ve bilgi itibariyle eksiktir. Onun aşamayacağı belli sınırları vardır.
İnsan bazan bir şeyi kararlaştırır yahut belli bir işi yapmayı tercih edebilir.
Fakat ölümün sebeplerini bilgisiyle kuşatamaz. Bir şey meydana geldi mi o işin
meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğunu bilir. İnsan Allah'ın yardımına, desteğine
iman etse, onun mutluluğuna dair bilmediği sebeplere kendisini muvaffak
kılacağına inansa ve bununla birlikte de sebeplere yapışsa, o daha bir gayretle
çalışır, tökezlemekten, başarısızlıktan uzak kalır.
İşte
sizler ölen yahut öldürülen kimseler hakkında o bilinen sözleri söyleyen kâfir
kimseler gibi olmayınız. Ta ki bu sözün akıbeti kaybettikleri dolayısıyla
kalplerinde bir hasret olarak ortaya çıksın ve bu onların zaafını daha bir
artırsın, pişmanlıklarına pişmanlık katsın. Eğer sizler onlar gibi olursanız
size de onlara isabet eden hasretin bir benzeri isabet eder ve onlar zaaf
gösterdikleri gibi siz de savaşta zaaf gösterirsiniz.
Allah
bu itikadı ölülerine ve aralarından öldürülenlere duydukları hasretleri
(acılan) daha bir artsın diye nefislerinde yaratmıştır. Daha sonra Yüce Allah
onlara, "Dirilten de öldüren de Allah'tır" buyruğu ile cevap
vermektedir. Yani yaratmak O'nun elindedir. Emretmek, yok etmek, O'nun işidir.
O'nun meşi-eti, onun kaderi ile olmadıkça kimse hayat bulmaz, kimse ölmez.
O'nun kaza ve kaderi ile olmadıkça kimsenin ömründe artış olmaz ve ondan bir
şey eksilmez.
Allah
yaptıklarınızı çok iyi görendir. Yani O'nun ilmi ve görmesi bütün mahlûkatına
nüfuz etmiştir. Gizlisiyle, açığıyla onların işlerinden hiç bir şey O'na gizli
kalmaz. Ruhların gizlediklerini ve inandıklarını O bilir; isterse insanlar
bunu ifade etmesinler. Bu bir taraftan müminler için bir teşvik, diğer taraftan
kâfirler için bir tehdittir.
Allah
yolunda öldürülmek ve aynı şekilde ölmek Allah'ın rahmetine, affına, rızasına
nail olmanın yoludur. Bu ise dünyada kalmaktan hayırlıdır. Onların toplayageldikleri
bütün fani dünyalıklardan üstündür.
Günahları
silen Allah'ın mağfiretini, dereceleri yükselten rahmetini, dünyanın fani zevk
ve lezzetlerine tercih etmek mümine ne kadar da yakışır! Çünkü ebedî ve kalıcı
olan bir şey elbette geçici ve fani bir şeyden hayırlıdır.
Daha
sonra şanı yüce Allah, Allah yolunda çalışmaya teşvik etmektedir. Çünkü mal
O'nundur. O, ölen yahut öldürülen herkesin dönüşünün varacağı yerin, Yüce
Allah'ın huzuru olduğunu haber vermiştir. Ona ameliyle karşılık verecektir.
Hayırsa hayır, şer ise şer. Hangi sebepten ötürü ölürseniz ölünüz, Allah'ın
huzuruna döndürüleceksiniz, O'nun huzurunda toplanacaksınız.
Bu
da aynı şekilde iyi amellerde bulunmaya bir teşviktir. Akide uğrunda İslâm
sancağını yükseltmek, İslâm vatanını savunmak uğrunda cihad etmek ve fedakârlık
ruhunu aşılamaktır. Allah yolunda öldürülen kimsenin hayatta olduğuna, Rabbi
katında rızıklandığına kesin bir vaaddir. Böylesi, insanlar arasında en güzel
şekilde söz konusu edilir ve güzel bir şekilde övülür.
[59]
Kur"an-ı
Kerim Müslümanların şahsiyetlerinin ortaya çıkmasına, onların gereken şekilde
gözetilip dikkat ve ihtimam gösterilmesine oldukça önem verir. İslâm davasının
düşmanları karşısında onları başkalarından ayırt eden konumları ortaya
çıkarmaya ehemmiyet verir. Bundan dolayı münafıklık yahut nesep itibariyle
kardeşleri olup Resulullah (s.a.)'ın Bi'r-i Maune'ye göndermiş olduğu
seriyyeler hakkında malum sözler söyleyen münafıkların sözleri gibi söz
söylemekten onları sakındırmış, onlara bunu yasaklamıştır.
Hayat
ve ölüm Allah'ın elindedir. Allah ise insanların amellerini, gizleyip
sakladıklarını, bilgisiyle kuşatan ve derinliğine görendir. O bakımdan bir kimse
hakkında "Evinde kalsaydı yahut şehrinde bulunsaydı ölmez ve öldürülmez-di"
demek hatadır. Zira cihada çıkmayıp oturmak hayatı muhafaza etmez. Aynı şekilde
düşmanlarla savaşa çıkmak da hayatı sona erdirmez, ölümü erkene almaz.
Onlar
gibi olmayınız. Ta ki Allah bu sözleri onların kalbinde bir keder yapsın.
Çünkü onların münafıklıkları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Allah ise savaşa
çıkanları hayatta tutmaya, aile halkı arasında kalanların ise canını almaya
kadirdir. Bu, söz ve fiillerinde kâfirlere benzemesinler diye müminlere bir
tehdittir.
Daha
sonra Yüce Allah, Allah yolunda ölmenin bütün dünyadan hayırlı olduğunu
bildirmektedir. Daha sonra "Allah'ın huzurunda toplanacaksınız." buyruğu
ile müminlere öğüt vermektedir. Yani savaştan ve size verdiği emirlerden
kaçmayınız. Aksine cezasından, can yakıcı azabından kaçınız. Sizin dönüp varacağınız
yer O'nun huzurudur. O'ndan başka kimse size bir zarar ya da bir fayda veremez.
Özetle,
ayet-i kerimeler müminlere yönelik bir sakındırma ve bir tehdit ile birlikte
hayırlı işlere ve cihada dair bir teşvik ve bir vaad ihtiva etmektedir.
Sakındırma, söz ve fiilleriyle kâfirlere benzemek hakkındadır. Vaad ise Allah
yolunda savaşan müminin beklediği, günahların mağfireti ve dereceyi yükselten
Allah'ın rahmetinin dünyadan ve dünyanın lezzet ve arzularından daha hayırlı
olduğu şeklindedir.
Allah
yolunda iyi amellere, fedakârlık ruhunu yerleştirmeye ve cihada teşvik ise
bütün insanları bekleyen akibetin güzelleşmesini sağlamak için yapılmaktadır.
Bu ise yalnızca Allah'ın huzuruna varıp toplanmaktır. O iyilikte bulunana
iyiliği dolayısıyla mükâfat verecektir. Kötülük işlemiş olana da ceza verecektir.
O'ndan başkasından bir fayda umulamaz, herhangi bir zarar veya cezayı da
O'ndan başka kimse önleyemez.
[60]
159-
Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı
kalpli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı. Artık onları bağışla,
onlara mağfiret dile ve iş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere azmettin
mi artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever.
160-
Allah size yardım ederse artık sizi yenecek yoktur. Şayet sizi yardımsız
bırakırsa O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler Allah'a tevekkül
etmelidirler.
"Allah'ın
rahmeti sayesinde..." ifadesinin takdiri, Allah'tan bir rahmet dolayısıyla,
şeklindedir. Çünkü daha sonrasıyla, Allah'tan bir rahmet sayesinde sen onlara
yumuşak davrandın, takdirindedir.
"Ondan
başka size yardım edecek kimdir?" buyruğundaki zamir ya Yüce Allah'a
aittir yahut da yardımsız bırakmaya aittir, (ikinci takdire göre mana şöyle olur;
Artık o sizi yardımsız bıraktıktan sonra size yardım edebilecek kimdir?)
[61]
"size
yardım ederse..." ile "sizi yardımsız bırakırsa" buyrukları
arasında mukabele vardır. "Müminler Allah'a tevekkül etmelidirler."
buyruğunda cer harfi mecrûru ile birlikte hasr ifade etmek üzere takdim
edilmiştir (yani, müminler yalnız Allah'a tevekkül etmelidirler, demek olur).
[62]
"...Sen
onlara yumuşak davrandın." Yumuşaklık, davranışta yumuşak davranmak,
kolaylık göstermek demektir. Yani onlar sana muhalefet ettiklerinde sen onlara
yumuşak huyla davrandın. "Kaba" kötü huylu, sert tabiatlı, "katı
kalpli" kalbi hiç bir şeyden etkilenmeyen, kasvetli ve katı "olsaydın,
elbette etrafından dağılırlardı" ayrılıp giderlerdi. "Artık onları
bağışla" yaptıklarını affet, "onlara mağfiret dile!"
Günahlarının tarafımdan bağışlanmasını iste.
"İş
hususunda onlarla müşavere et." Savaş, barış ve dünya hayatı ile ilgili
hususlarda ümmetin yönetilmesine dair görüşlerini -hem onların kalplerini hoş
tutmak hem de senin sünnetine uyulsun diye- öğrenmeye çalış. Hz. Peygamber
onlarla pek çok danışırdı.
"Bir
kere de azmettin mi", danışmadan sonra istediğini gerçekleştirmeyi
kararlaştırdın mı "artık Allah'a tevekkül et." Danışmadan sonra O'na
güven. Tevekkül, her işte gereklerini yaptıktan sonra Yüce Allah'a güvenip
dayanmak demektir.
[63]
Ayetler
arası ilişki gayet açıktır. Ayetler Uhud gazasından ve onun etkilerinden söz
etmeye devam etmektedir. Şanı yüce Allah Uhud'da Müslümanların yaptıklarını
affedip münafıkların sözlerinin etkisi altında kalmaktan sakındırdıktan sonra,
takındıkları bu tavrın ve bunun sebep olduğu yara ve acılar dolayısıyla üzülen
komutan Hz. Muhammed Mustafa'nın affını söz konusu etti. O da onlara karşı
yumuşaklıkla ve yumuşak kalplilikle muamele etti. Lütufla onlara hitap etti,
güzel bir şekilde onlarla geçindi. Hatta dünyevî maslahatlar hususunda onlarla
danıştı. Çünkü onun ahlâkının yüceliği, komutanlığının son derece hikmetli
oluşu bilinen bir husustur. Esasen o âlemlere bir rahmettir. Kur'an-ı Kerim de
Yüce Allah'ın, "Ve şüphesiz ki sen çok büyük bir ahlâk üzerindesin"
(Kalem, 68/4) buyruğu ile onu nitelemiş bulunmaktadır.
[64]
Yüce
Allah müminlere hitap ettikten sonra peygamberine de hitap etmekte, ona da
müminlere de şu hususu hatırlatarak lütfunu belirtmektedir: Allah peygamberinin
kalbini, emrine uyarak yasaklarını terk eden, ona uyan ümmetine karşı
yumuşatmıştır. Ya Muhammed, Allah'ın sana ve onlara olan rahmeti ve tevfiki
dolayısıyla Allah senin onlara karşı yumuşak davranmanı, onlarla güzel bir
şekilde geçinmeni takdir buyurmuştur. Onlara latif sözlerle hitap eder, güzel
konuşursun. Onları irşat etmek ve Uhud gazasında kusurlarıyla ilgili
özürlerini kabul hususunda onlara yumuşak söz söylersin.
İşte
bu, önderliğin yüceliğini, başkanlığın hikmetini, peygamberliğin ahlâkını
açıkça ortaya koymaktadır. Bu Yüce Allah'ın, "Şüphesiz ki sen büyük bir
ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4) buyruğu ile, "Andolsun size
içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona pek
ağır gelir. O size çok düşkündür, müminlere gerçekten şefkatli ve
merhametlidir." (Tevbe, 9/128) buyruklarını andırmaktadır.
Yine
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmamın (devlet başkanının) geniş
kalpliliğinden, yumuşak davranmasından Yüce Allah'ın daha çok sevdiği bir şey
yoktur. Yine bir imamın cahilliğinden ve ahmaklığından Allah'ın daha çok
buğzettiği bir cahillik yoktur."
Ey
Peygamber! Eğer sen kaba sözlü, onlarla muamelelerinde katı kalpli, sert
tabiatlı birisi olsaydın etrafından şüphesiz dağılırlar, seni terk ederlerdi.
Fakat Allah onları etrafında topladı, kalplerini ısındırmak için seni de onlara
karşı yumuşak davranışlı kıldı. Nitekim Abdullah b. Amr şöyle demiştir:
"Ben Allah Rasulünün niteliklerini önceki kitaplarda şöyle gördüm: O sert
değildir, kaba değildir. Çarşılarda bağırıp çağırmaz. Kötülüğe karşı kötülükle
ceza vermez; fakat affeder, bağışlar."
Muhammed
b. İsmail et-Tirmizî de Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah bana farzları uygulamayı
emrettiği gibi insanları da güzellikle idare etmeyi emretti."
[65]
Ey
Muhammed, sen bu ahlâka sahip olduğuna göre onları affet. Onlardan sadır
olanları bağışla. Allah'tan onlara mağfiret dile ki onları bağışlasın. Genel
siyaseti ilgilendiren hususlarda savaş ve barışa dair ümmetin maslahatları konusunda
ve bütün dünyevî maslahatlar ile ilgili olarak onlarla istişare et.
Gerçekten
de Resulullah (s.a.) bütün işlerde bir taraftan onların kalplerini hoşnut
etmek, diğer taraftan insanların onun fiilini sünnet bilip ardından gitmeleri
için istişarede bulunurdu. el-Hasen (r.a.) dedi ki: "Allah biliyordu ki
peygamberinin onlara bir ihtiyacı yoktur fakat onlardan (Ashabdan) sonra
gelenlerin onun sünnetine uymalarını dilemiştir." Peygamber (s.a.),
el-Maverdî'nin naklettiğine göre şöyle buyurmuştur: "Bir topluluk
müşavere etti mi mutlaka işleri hakkında en doğru olana iletilirler." Ebu
Hureyre (r.a.) de Tirmizî'nin rivayetine göre şöyle demiştir: "Resulullah
(s.a.)'tan daha çok müşavere eden hiç bir kimse yoktu."
Bedir
günü kervanın peşine gitmek hususunda Ashab-ı kiramla müşavere etti. Onlar
şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasulü, eğer bizi alıp şu denize sokacak olsan
seninle birlikte oraya gideriz. Eğer bizi alıp Berk el-Gımad'a götürsen seninle
beraber yola koyuluruz. Biz sana Musa kavminin Hz. Musa'ya dediği gibi,
"Sen ve Rabbin gidiniz, çarpışınız, işte biz de buracıkta oturuyoruz"
demeyiz. Biz sana şöyle diyoruz: Haydi git, biz de seninle beraber önünde,
sağında ve solunda çarpışmak üzere geliyoruz."
Yine
Bedir savaşında nerede yerleşeceklerine dair onlarla müşavere etti. Hatta
el-Münzir b. Amr ona kâfirlerin önüne doğru ilerlemesi teklifinde bulundu.
Uhud
günü Medine'de kalmak yahut düşmana karşı çıkmaktan hangisinin yapılması
gerektiği hususunda onlarla müşaverede bulundu. Onların çoğunluğu kâfirlerin
karşısına şehrin dışına çıkma görüşünü açıklayınca, o da onların görüşüne uydu.
Hendek
günü, o yılın Medine mahsullerinin 1/3'ünü verme karşılığında savaşa katılan
Ahzâb ile barışmaya dair Ashab-ı kiram ile danıştı, fakat Sa'd b. Muaz ile Sa'd
b. Ubâde bunu kabul etmeyince, bu işten vazgeçti.
Hudeybiye
günü müşriklerin çoluk çocuklarına hücum etmek hususunda Ashab-ı kiramla
istişare etti; Ebu Bekr es-Sıddık ona şöyle dedi: "Bizler savaşmak için
gelmedik, bizler umre yapmak üzere geldik." Hz. Peygamber de onun dediğini
kabul etti.
Yine
Hz. Peygamber İfk olayında şöyle demişti: "Ey Müslümanlar topluluğu, aile
halkından kötü şekilde söz eden, onlara iftirada bulunan kimseler hakkında
bana görüş belirtiniz. Allah'a yemin ederim ben ailem hakkında kötü bir şey
bilmiyorum. Aile halkıma kiminle iftirada bulundular. Allah'a yemin ederim,
ben o kimse hakkında da hayırdan başka bir şey bilmiyorum."
Yine
Hz. Aişe'den ayrılmak hususunda Hz. Ali ve Hz. Üsâme ile danıştı.[66]
Şûranın
pek çok faydalan vardır. En önemlisi kendileriyle danışılanları takdir
etmektir. Diğer taraftan değişik bakış açılarını değerlendirdikten sonra teklif
edilen görüşler olgunlaştırılır. İnsanlar tek bir çalışma şekli üzerinde birleşir
ve doğru olan görüş kabul edilir. Ebu Davud'un Musannefinde Ebu Hu-reyre'den
şöyle dediği nakledilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kendisi ile
istişare olunan kimse, güvenilen bir kimsedir."
Azmedip
karar verdin mi Allah'a tevekkül et. Yani iş hususunda onlarla müşavere edip
bir işe karar verdiğin takdirde Allah'a tevekkül et. Çünkü şüphesiz Allah
kendisine tevekkül edenleri ve güvenenleri sever. Onlara yardımcı olur ve
onları kendileri için hayırlı olana iletir. Tevekkülün manası, hazır yiyicilik
ve sebepleri ihmal etmek değildir. Tevekkül Allah'a güzel bir şekilde dayanmak,
O'na güvenmek, sebepleri yerine getirdikten sonra sonuçlan O'na havale
etmektir.
Razî
der ki: Ayet-i kerime, tevekkülün insanın bir takım bilgisizlerin söyledikleri
gibi nefsini ihmal etme anlamına gelmediğinin delilidir. Aksi takdirde
istişareyi emretmek tevekkülü emretmeye aykın düşer. Aksine ona tevekkül,
insanın zahiri sebeplere gereken riayeti göstermesidir. Fakat mümin kalbiyle,
her şeyi o sebeplere bağlamaz. Aksine bu işi ilâhî hikmetin kusursuzluğuna
bağlar.
Kazanç
ve maişet hususunda yeryüzünde çalışıp çabalamak kaçınılmazdır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O yerin omuzlarında yürüyün, onun rızkından
yiyin. Sonunda dönüşünüz yalnız O'na olacaktır." (Mülk, 67/15).
Siyaset
ve savaşta uyanık ve dikkatli olmak, düşman güçlerine denk hazırlıklarda
bulunmak gerekir: "Ey iman edenler, korunma tedbirlerinizi alınız."
(Nisa, 4/71); "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet...
hazırlayın." (Enfal, 8/60).
Dünya
ve ahiret için salâh, dosdoğru yolda yürümek ve takvayı azık edinmek
gereklidir: "Ve azık edininiz. Çünkü azığın hayırlısı takvadır."
(Bakara, 2/197).
Her
şeyde tevekkül sa'y ile (çalışmak ile) birlikte olmalıdır. Ahmed, Tirmi-zî,
Nesaî ve İbni Mace şöyle bir hadis rivayet etmektedirler: "Şayet sizler Allah'a
gereği gibi tevekkül ederseniz kuşları mıhlandırdığı gibi sizi rızıklandırır.
(Kuşlar) Sabahleyin aç giderler akşamleyin tok dönerler." İbni Hibban da
Sa-hîh'inde Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek devesini bırakmak isteyip de
"Onu bağlayıp mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamaksızm mı tevekkül
edeyim?" diyen kimseye Resulullah (s.a.)'m, "Hayır onu bağla ve
öylece tevekkül et" dediğine dair hadis-i şerifi kaydetmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah zaferin gerçek kaynağını ilân etmekte ve şunu bildirmektedir:
Eğer Allah'a itaate bağlı kalıp sebat göstererek Allah'ın tevfik ve yardımına
güven duyduğunuz vakit, Bediide size yardım etmek istediği gibi, Uhud'da da
size yardım etmek isteseydi, insanlardan kimse sizi mağlup edemezdi. Şayet
Uhud'da cereyan ettiği şekilde ellerinizin kazandıkları şeyler olan bozguna
uğramak, anlaşmazlığa düşmek, size verdiği emirlerde komutana karşı gelmek
gibi sebepler dolayısıyla size yardımını göndermeyecek olursa ve sizi yardımsız
bırakıp bozguna uğratmak isterse hiç bir zaman kimse sizi zafere kavuşturamaz.
O bakımdan müminler Allah'a tevekkül etmelidirler. Sebepleri edindikten sonra
O'na güvenmelidirler. Çünkü O'ndan başka onlara yardım edecek yoktur. İşte bu
buyruk danıştıktan, hazırlıkta bulunduktan ve şer'an teşvik edilen bir işi
yapmak üzere samimi karar verdikten sonra, Yüce Allah'a tevekkül etmeye bir
teşviktir.
[67]
Resulullah
(s.a.)'e bu gibi ahlâkî direktiflerin verilmesinden kasıt, müminlerin bu
hususta ona uymalarını sağlamaktır. Çünkü müminler için güzel örnek O'dur.
Söz, fiil ve nitelikleriyle onların komutanı, onları doğruya iletendir.
"Allah'ın rahmeti sayesinde sen..." ayeti, Peygamber Efendimizin,
ahlâkın üstün değerlerine özel olarak sahip olduğunu göstermektedir. O şeref,
nesep, üstünlük, temiz ruhluluk, cömertlik, fasih ve açık sözlülük ve
peygamberlerin sonuncusu olmak gibi, üstünlüğün sebeplerine sahip olmakla
birlikte, tam bir alçakgönüllü idi. O kendi elbisesini yamar, ayakkabısını
diker, çoluk çocuğu ile, mustazaflarla güzel geçinir, konuşurdu. İbni Atıyye
der ki: Şûra şeriatın temel ilkelerinden, yönetim hükümlerinin kararlılıkla
yerine getirilmesi gereken esaslarındandır. İlim ve din ehli ile danışmayan
kimsenin azledilmesi icap eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Allah
müminleri, "Ve onların işleri kendi aralarında şûra iledir." (Şûra,
42/38) buyruğu ile övmüş bulunmaktadır.
Yüce
Allah'ın, "İş hususunda onlarla müşavere et." buyruğu bu gibi işlerde
içtihadın ve zan ile amel etmenin -peygamber için vahyin o konuda gelmesi
mümkün olmakla birlikte- caiz olduğunun delilidir. İşte Yüce Allah bu hususta
Rasulüne izin vermiş bulunmaktadır. Acaba Peygamber (s.a.) için şûra bağlayıcı
ve vacip miydi, yoksa kalplerini hoş tutmak için teşvik kabilinden mi idi? Bu
konuda fukahanın iki farklı görüşü vardır: Birincisi daha açıktır. Çünkü İmam Ahmed'in
rivayetine göre Resulullah (s.a.) Hz. Ebu Bekir'e şöyle demiştir: "Eğer
ikiniz (sen ve Ömer) bir istişare konusunda aynı görüşte birleşirseniz size
muhalefet etmem." İbni Merdûveyh de Ali b. Ebi Talib'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a (ayet-i kerimede geçen)
"azm" hakkında soru soruldu O da, "Görüş sahipleriyle müşavere
etmek, sonra da onlara tabi olmaktır" buyurdu.
İlim
adamlarının söylediklerine göre kendisiyle danışılacak kişinin niteliklerine
gelince: Eğer konu hükümlere dair ise, danışılacak kimsenin âlim ve dindar
olması gerekir. Böyle bir kimse de çoğunlukla aklı başında birisi demektir.
Dünyayı ilgilendiren hususlarda kendisiyle danışılacak kimsenin niteliklerine
gelince: Bu kişi akıllı, deneyimli ve kendisiyle danışana sevgi besleyen birisi
olmalıdır. Ebu Davud, İbni Mace ve Tirmizî ile hasen olduğunu belirterek Nesaî
daha önce Ebu Hureyre'den naklettiğimiz, "Kendisi ile danışılan kimse
güvenilir bir kimsedir." hadisini rivayet etmektedirler.
Ayet-i
kerimede geçen azm, (açıklamış olduğumuz gibi) müşavereden sonra emri yerine
getirmek, uygulamaya koymaktır. Bu konuda Yüce Allah'a tevekkül kaçınılmazdır.
Tevekkül ise aczi açığa vurmakla birlikte Allah'a güvenmek demektir. Katade
der ki: Yüce Allah peygamberine (s.a.) herhangi bir işe azmedip karar verdiği
takdirde o işi yerine getirmeyi ve onlarla müşaveresine değil de Allah'a
güvenip dayanmayı, tevekkül etmeyi emretmiştir.
Allah'ın
yardımı emirleri uygulamaya, Allah'a ve komutana itaat etmeye bağlıdır. İlâhî
yardımdan mahrum bırakılma demek olan "hizlân" ise isyan ve emre
muhalefet halinde beklenilir. "Mahzur ise terk edilen ve kendisine önem
verilmeyen kimse demektir. O balomdan siz Allah'a tevekkül ediniz. Çünkü O Yüce
Allah size yardımcı olur, düşmanınızın size zararını önlerse asla yenilgiye
uğramazsınız. Şayet o sizi yardımsız bırakır, size yardımcı olmaz ise, artık
O'nun yardım ve desteksiz bırakmasından sonra kimse size yardımcı olamaz.
Yüce
Allah'a tevekkül sonucu iki husus gerçekleşir:
1- Allah'ın kulunu sevmesi. "Muhakkak Allah tevekkül edenleri
sever."
2- Rahman olan Allah'ın insana kâfi gelmesi. "Kim Allah'a tevekkül
ederse O ona yeter."
[68]
161-
Bir peygamber için hainlik etmek olur şey değil. Kim hainlik ederse kıyamet
günü o hainlik ettiği şey ile gelir. Sonra her nefise ne kazandıysa eksiksiz
ödenir. Onlara zulmedilmez.
162-
Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan ve barınağı cehennem
olan kimse gibi midir? O ne kötü bir dönüş yeridir!
163-
Onlar Allah katında derece derecedir. Allah yaptıklarını hakkıyla görendir.
164-
Andolsun ki müminlere Allah içlerinde kendilerinden onlara ayetlerini okuyan,
onları tertemiz eden, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle
büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce hiç şüphesiz apaçık bir
sapıklık içinde idiler.
"Onlar
Allah katında derece derecedir." Bu ifade, "Onlar Allah katında derecelere
sahiptirler" takdirindedir.
[69]
"Peygamber
için hainlik etmek olur şey değil." Onun hainlik etmeyecek bir özellikte
olduğunun belirtilmesi, fiilen böyle bir iş yapmayacağının belirtilmesinden
daha beliğ bir ifadedir.
"Allah'ın
rızasına uyan kimse Allah'ın gazabına uğrayan... kimse gibi midir?" buyruğunda
istiare vardır. Allah indirdiği şeriatını rızasına ileten bir delil gibi
değerlendirmiş, buna isyan edeni de bir şeye tabi olması emrolunup da bunu
kabul etmeyen kimseye benzetmiştir.
"Allah'ın
gazabına uğrayan"; burada "gazap" anlamını veren kelimenin nekre
(belirtisiz) gelmesi durumun dehşetini belirtmek içindir. Yani onun gazabı
herhangi bir şekilde nitelendirilemez.
"Onlar...
derece derecedir." Yani onlar birbirinden farklı derecelerin sahibidirler.
[70]
"Hainlik
etmek" yani ganimete hainlik etmek "bir peygamber için olur şey
değildir." hiç bir peygambere yakışmaz. O bakımdan onun hakkında öyle bir
zanda bulunmayınız. Yani hiç bir peygamberin gizlice ganimetten bir şey alması
mümkün değildir. Çünkü Allah peygamberlerini bayağı işlerden korumuştur.
Onlardan kendilerine yakışmayan hiç bir şey sadır olmaz.
"Kim
hainlik ederse kıyamet günü o hainlik ettiği şey ile gelir." Hainlik ettiği
şeyi boynunda taşıyarak gelir.
"Allah'ın
rızasına uyan" yani ona itaat edip hainlik etmeyen, "Allah'ın gazabına
uğrayan" yani masiyet ve hainliği dolayısıyla Allah tarafından büyük bir
gazap ile gelen "kimse gibi midir? O ne kötü bir dönüş yeridir."
Orası ne kötü bir varılacak yerdir!
"Onlar
Allah katında derece derecedirler." Mevkileri birbirinden farklı derecelere
sahip kimselerdir. Allah'ın rızasına tabi olana sevap vardır. O'nun gazabına
uğrayana İse ceza vardır. "Allah yaptıklarını hakkıyla görendir."
Yani O her şeye tanık olandır, her şeyi görür.
"Andolsun
ki müminlere Allah içlerinde kendilerinden" yani onların cinsinden
"onları tertemiz eden" günahlardan, putperestliğin pisliklerinden, bozuk
akideden arındırıp temizleyendir. "Kitabı" Kur"an-ı Kerim'i
"ve hikmeti" peygamberi, sünneti "öğreten bir peygamber
göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." Nimet ihsan etmiş ve
lütfetmiştir. "Halbuki daha önce" yani onun peygamber olarak
gönderilmesinden önce ''hiç şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler."
Açık seçik, besbelli ve şüphesi olmayan bir sapıklıktaydılar.
[71]
Ebu
Davud ve hasen olduğunu belirterek Tirmizî İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Bu ayet-i kerime Bedir günü kaybedilen kırmızı bir
kadife parçası hakkında nazil olmuştur. Bazıları, "Belki onu Resulullah
(s.a.) almıştır" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Bir peygamber
için hainlik etmek olur şey değil" buyruğunu indirdi.
el-Kelbî
ve Mukâtil der ki: Bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'ın Uhud günü kendilerini
bıraktığı noktayı terk eden okçular hakkında nazil olmuştur. Onlar ganimet elde
etmek arzusuyla yerlerini bırakmış ve şöyle demişlerdi: Resulullah (s.a.)'ın,
"Her kim bir ganimet alırsa o onundur deyip de ganimetleri
paylaştırmayacağından korkuyoruz. Nitekim Bedir günü de paylaştırmamış-ti.
Resulullah (s.a.) ise onlara şöyle demişti: "Benim emrim size ulaşmadıkça
yerleştirdiğim noktayı terk etmeyeceğinize dair size emir vermemiş
miydim?" Onlar, "Diğer kardeşlerimizi orada bıraktık" deyince
onlara, "Hayır, siz bizim hainlik edeceğimizi ve ganimetleri
paylaştırmayacağımızı zannettiniz" diye cevap verdi .[72]
Ayet-i
kerimeler Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini ve ümmetini ıslah etmeye dair
görevlerini beyan etmeye devam etmektedir. Hainlik ona yakışan bir iş değildir.
Hatta hiç bir peygambere hainlik yaraşmaz. Çünkü Yüce Allah peygamberlerini
makamlarına yakışmayan şeylerden korumuştur. Zira peygamberlik öyle yüksek bir
mevkidir ki, o makama sahip olanı aşağılıktan ve bayağı olan işleri işlemekten
alıkoyar. İşte bu münafıkların Resulullah (s.a.)'ı -öyle bir işten alabildiğine
uzak olduğu halde- hainlikle ve ganimetten hırsızlıkta bulunmakla itham
etmelerinin ve bu konudaki hatalarının ne kadar dehşetli olduğunu göstermektedir.
Hainlik edip de gizlice ganimetlerden bir şeyler çalan herkes, kıyamet gününde
o çaldığı şeyi boynunda taşıyarak gelecektir. Yani öyle bir işi yapmanın
sorumluluğunu, işlediği günahın vebalini yüklenmiş olarak gelecektir.
Bu
öyle çetin, öyle kesin bir tehdittir ki sünnet-i nebeviyye de bunu desteklemektedir.
Buharî ve Müslim Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet ederler:
Resulullah (s.a.) kalkıp aramızda bir hutbe irad etti. Ganimetten çalmayı,
bunun ne kadar büyük bir iş olduğunu söz konusu etti, sonra da şöyle buyurdu:
"Dikkat
edin, kıyamet günü sizden herhangi bir kimseyi boynunda böğüren bir deve
taşıyarak geldiğini görmeyeyim. O kimse bana, "Ey Allah'ın Rasulü,
imdadıma yetiş" diyecek. Ben ona, "Allah'ın azabına karşı yapabilecek
bir şeyim yoktur, ben sana tebliğ etmiştim" diyeceğim."
Dikkat
edin kıyamet gününde sizden herhangi bir kimseyi boyununda kiş-neyen bir at
taşıyarak geldiğini görmeyeyim. O kimse bana, "Ey Allah'ın Rasulü imdadıma
yetiş" diyecek. Bense ona, "Allah'ın azabına karşı sana bir yardımım
olamaz, sana tebliğ etmiştim" diyeceğim.
Sizden
herhangi bir kimseyi kıyamet gününde boynu üzerinde hakların yazılı olduğu
belgeler dolanmış olarak geldiğini görmeyeyim. O bana, "Ey Allah'ın
Rasulü, imdadıma yetiş" diyecek ben ise ona, "Allah'ın azabına karşı
sana bir şey yapamam, ben sana tebliğ etmiştim" diyeceğim.
Kıyamet
gününde herhangi birinizin boynunda altın ve gümüş bulunduğu halde geldiğini
görmeyeyim. O kimse, "Ey Allah'ın Rasulü imdadıma koş" diyecek. Ben
ise ona, "Allah'ın azabına karşı sana bir faydam olamaz, sana tebliğ
etmiştim" diyeceğim."
İşte
bütün bunlar günahın, günahın ağırlığının, o günahı işleyenin rezil
edileceğinin temsilî ifadesi kabilindendir. Böyle bir kimsenin kıyamet gününde
bu işinin günahını yükleneceğini belirtmektedir. Nitekim bir başka ayet-i kerimede
şöyle buyurulmaktadır: "Ganalılarını sırtlarına yüklenerek... Vah hasret
bize! diyecekler. Dikkat edin o yüklendikleri ne kötü bir şeydir!" (En'âm,
6/31)
Her
ne olursa olsun haksız yere bir şey almak cezayı gerektirir. Nitekim Yüce Allah
Hz. Lokman'm sözünü naklederek şöyle buyurmaktadır: "Ey oğulcuğum! Eğer sen(in
yaptığın iş) bir kaya içinde yahut göklerde veya yerde olup da bir hardal
danesi ağırlığınca olsa dahi, Allah onu getirir. Şüphesiz Allah Latiftir, her
şeyden haberdardır." (Lokman, 31/16).
Daha
sonra ahirette her bir nefse hayır yahut şer türünden ne kazandıysa eksiksiz
verilir. Hainlik eden de başkası da haksızlığa uğramaksızın yaptığı işin
karşılığını görür ve ondan bir şey eksiltilmez. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurur: "Derken kitap konulmuş olacaktır. Günahkârları onun
içindekilerden korkuya tutulmuş göreceksin. "Eyvah bize bu kitaba ne
olmuş, küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp sayıp dökmüş!" derler. Onlar
işlediklerini de hazır bulmuş olacaklar. Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf,
18/49).
Daha
sonra Yüce Allah, iyilik yapan kötülük yapan arasında eşitlik olmayacağını
belirterek Allah'tan korkan, salih amel işleyen bir kimsenin, Allah'a karşı
gelen ve kötü işler yapanla eşit olamayacağını haber vermektedir. Yani Allah'ın
teşrî ettiği hususlarda rızasına uyan ve buna bağlı olarak Rabbinin rızasına, pek
büyük sevabına hak kazanıp azabından emin olan kimse ile Allah'ın gazabını hak
eden ve buna mahkûm olan, bundan kurtuluşu bulunmayan, kıyamet gününde
barınağı cehennem olan kimsenin eşit olamayacağını belirtmektedir. Bu da Yüce
Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Mümin olan kimse hiç fasık kimse
gibi olur mu? Onlar eşit olamazlar." (Secde, 32/18); "İman edip salih
amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkartanlar gibi mi kılarız? Yoksa takva
sahiplerini facirler gibi mi kılarız?" (Sâd, 38/28).
Şüphesiz
hayır sahiplerinin de şer sahiplerinin de birbirinden farklı derece ve
mevkileri vardır. Allah'a itaat eden takva sahiplerinin cennette dereceleri
vardır, isyankârların ise cehennemde derekeleri (aşağı doğru inen basamakları)
vardır. Dünya hayatında amelleri birbirinden farklı olduğundan dolayı
amellerinin karşılıkları açısından da biribirlerinden farklıdırlar.
Derecelerin
en yükseği Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.)'ın derecesidir. En aşağı basamak
ise münafıkların basamağıdır, "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt
basamağındadırlar." (Nisa, 4/145). Yüce Allah kullarının yaptığını çok
iyi görendir. Kulların nefislerini arındırmasından ve en üstün dereceye kadar
nefislerini temizlemelerinden tutun da en alt basamağa kadar amellerinden hiç
bir şey O'na gizli değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O
nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir; kötülüklerle örten ise zarara uğramıştır."
(Şems, 91/9-10). Allah amellerinin karşılığını verecektir. Hayırlarını
eksilterek veya kötülüklerinin karşılığını artırarak onlara zulmetmez. Aksine
herkese amelinin karşılığını verecektir.
Daha
sonra Yüce Allah insanlara verdiği lütuf ve nimetlerini beyan etmektedir.
Onlara peygamberi Muhammed (s.a.)'i bir takım niteliklere sahip ve bir takım
görevlerle yükümlü olarak göndermiştir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- O kavminden Hz. İsmail'in soyundan gelen Arabî bir peygamberdir. Bu
ise onları, onun vasıtasıyla hidayet bulmaya, onun risaletine güvenmeye sevk
eder. Üstelik onunla şerefleri de artmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki o hem senin için, hem kavmin için büyük bir şereftir."
(Zuhruf, 43/44). Özellikle onlar için şeref olması ondan daha çok faydalanmalarını
gerektirir. Bununla birlikte Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi o bütün
insanlar için bir rahmettir: "Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olmak üzere
gönderdik." (Enbiya, 21/107).
2- O Yüce Allah'ın kudretine, ilmine, vahdaniyetine, sıfatlarının
kemaline delâlet eden ayetlerini onlara okumaktadır. Nitekim bir başka ayet-i
kerimede Yüce Allah buna şöylece işaret etmektedir: "Muhakkak göklerin ve
yerin yaratılmasından gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde elbette
olgun akıl sahipleri için ayetler (deliller) vardır." (Âl-i İmrân,
3/190).
3- Bu peygamber onları putların ve taşların etkili olacağına, kuşların
yol göstericiliğine ve bunların dışında kalan benzeri bir takım vehim ve
hurafelere inanmak gibi cahiliye döneminin kötü akidesinden, putperestliğin
gülünçlüğünden arındırıp temizlemekte, onları sağlıklı aklın, olgun
düşüncenin, uygarlığın verilerine, devlet kurmaya, dünyaya karşı övünülecek
nitelikteki politika ve idareye, mevcut devletler arasında toplumlarla
yarışmaya yükseltmekte, onlara marufu emredip münkerden alıkoymaktadır.
Böylelikle şirk ve cahiliye hallerinde içice oldukları kirlilik ve pisliklerden
ruhları arınıp temizlenebil-mektedir.
4- Onlara Kur'an'ı ve sünneti öğretmekteydi. Böylelikle aralarından ilim
adamları, yazarlar, hikmet sahibi kimseler, komutanlar, bir çok ilim, bilgi ve
türlü kültürel sahalarda üstadlar çıkmaktadır. Halbuki bu Rasulden önce, bir
sapıklık ve apaçık bir bilgisizlik içindeydiler. Çünkü önceleri okuma-yazma bilmeyen
bir ümmet iken İslâm'ın nuru, Kur*an-ı Kerim'in ilmi ile hayatı tanıyarak
diğer toplumlarla yanşan ve onları geride bırakan oldukça uygar bir toplum
haline geldiler.
İşte
bu da Kur"an ve sünnet bilgisinin Araplar önünde aydınlığın, ilmin, üstün
hayatın esaslarını öğrenmenin anahtarı olduğuna işaret etmektedir.
[73]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Peygamberler yücelik ve ahlâkî bakımdan oldukça yüksek bir derecededirler.
Herhangi bir peygamberin hainlik yahut paylaştırmada zalimlik yapması ya da
apaçık bir hak olmadığı halde ganimetlerden herhangi bir şey alması söz konusu
değildir. O peygambere böyle bir iş yakışmaz. O bakımdan sizin de
peygamberinize batıl bir ithamda bulunma hakkınız olamaz. Taberanî, Amr b. Avftan
şöyle bir hadis-i şerif nakletmektedir: "Hainlik de yoktur, hırsızlık da
yoktur."
Her
kim hainlik ederse her şeyden önce Allah, kıyamet gününde herkesin gözü önünde
onun hainliğini açığa çıkarmak suretiyle azarlar, günahından dolayı onu
cezalandırır. Allah bu cezaları insanların alışageldiği ve kavrayabileceği bir
şekilde ifade etmiştir.
Ganimetten
hırsızlık büyük günahlardan birisidir. Buna delil ise bu ayet-i kerime ile daha
önce geçen Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği, kişinin çaldığını boynu üzerinde
taşıyacağını ifade eden hadis-i şeriftir.
Kişi
ganimetlerden bir şeyler çalacak ve çaldığı şey yanında bulunacak olursa, ondan
alınır ve tazir ile tedip edilip cezalandırılır.
Ahmed,
Evzâî ve İshâk şöyle derler: Ganimetten çalanın silahı, üzerindeki elbisesi,
hayvanın eğer takımları dışında bütün malı yakılır. Ancak atılandan alınmaz ve
çalınan şey de yakılmaz. Bu ise Ebu Davud ve Tirmizî'nin Hz. Ömer'den rivayet
ettikleri şu hadis-i şerif ile amel etmenin gereğidir: "Birisinin
ganimetten çaldığını görecek olursanız onun eşyasını yakınız ve onu
dövünüz." Şu kadar var ki hadisin senedinde Salih b. Muhammed b. Zaide
vardır ki, bu da rivayeti delil gösterilemeyen zayıf bir ravidir.
Mâlik,
Şafiî, Ebu Hanife, onların arkadaşları ve el-Leys'in görüşüne göre ise bunun
eşyaları yakılmaz. Çünkü böyle bir şey sünnet-i nebeviyede sabit olmuş
değildir.
Bununla
birlikte malî bir ceza vermek caizdir. Buna delil ise Hz. Ömer'in su katılmış
bir sütü dökmesidir. Zimmî bir kimse bir Müslümana şarap satacak olursa,
Müslümanın aleyhine olmak üzere bu şarap dökülür ve o zimmîden de buna karşılık
aldığı bedel ceza olarak alınır. Ta ki Müslümanlara şarap satmasın.
İlim
adamları, ganimetten hırsızlık yapanların buna bir yol buldukları takdirde
insanlar dağılmadan önce ganimetleri paylaştıracak kimseye çaldığının hepsini
verebileceği üzerinde icma etmişlerdir. Böyle bir şey yaptığı takdirde bunun o
kimse için tevbe olacağını ve günahından kurtulmuş olacağını kabul ederler.
Şayet asker dağılacak olursa onun beşte birini imama verir, geri kalanını da
tasadduk eder. Bu, Mâlik ve Evzâî'nin görüşüdür.
Ganimetten
çalmanın haram kılınması, ganimeti elde edenlerin ganimette ortak olduklarının
delilidir. O bakımdan herhangi bir kimsenin ganimetten başkasını mahrum ederek
herhangi bir şeyi yalnız kendisine alması helâl olamaz. Ganimetten
(paylaştırılmadan önce) bir şey gasbeden kimse ittifakla tedip edilir.
Memurların
yahut yöneticilerin aldıkları hediyeler de bir çeşit ganimet hırsızlığıdır.
Ahiret gününde böylelerinin rezil edilmeleri ile, ganimet hırsızlığının
hükümleri arasında bu açıdan bir fark yoktur. Buna delil ise Müslim'in
Sa-hih'in&e ve Ebu Davud'un Sünen'inde rivayet ettikleri İbnül-Lütbiyye
hadisidir. Orada Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse böyle bir şey yaptı mı mutlaka kıyamet gününde onu alıp getirir. Eğer
çaldığı bu şey bir deve ise deve böğüre böğüre gelir. Şayet bir inek ise bu da
bağırarak yahut koyun ise meleyerek gelir." Ebu Davud da Büreyde'den, onun
da Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kimi
belli bir işte görevlendirir buna karşılık ona bir rızık (maaş) verirsek artık
bundan sonra aldığı şey hırsızlıktır."
Kitapları
sahiplerinden (onlardan yararlanabilecek kimselerden) alıkoymak da bir çeşit
ganimet hırsızlığıdır. Başka işler de bunun kapsamına girer.
2- Ganimet hırsızlığını terk etmek ve cihada sabretmek suretiyle Allah'ın
teşrî buyurduğu hükme uyan kimseye cennette üstün bir rütbe vardır. Bununla beraber
itaat edenlerin dereceleri farklı farklıdır. Küfür ile yahut ganimetten çalmak
suretiyle yahut da savaşta Resulullah (s.a.)'ı bırakıp gerisin geri kaçarak
Allah'a isyan edenin ise cehennemde bir mertebesi vardır. Cehennemde de isyan
edenlerin derekeleri (aşağı doğru inen dereceleri) vardır.
3- Peygamber (s.a.)'in gönderilmiş olması Yüce Allah'ın lütfunun büyüklüğünü
göstermektedir. Resulullah (s.a.)'m özellikleri ile onun görevleri de bilhassa
Arapların ve genel olarak insanların onun risaletine iman etmelerini, şeriatına
uymalarını gerektirmektedir. Çünkü o Hz. İsmail'in oğullarından, Arapların
özündendir. O Kitabı ve hikmeti öğretendir. O ruhları, nefisleri cahi-liyenin
söylediklerinden akide, ahlâk ve hayat sistemindeki cahiliye pisliklerinden
arındırıp temizleyendir. Onun üstünlüğüne, Arapların O'nun daveti sayesinde
kapkaranlık bir cahiliyeden ilmin ve irfanın aydınlığına geçmelerinden daha
büyük bir delil yoktur.
[74]
165-
Böyle iken başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet size gelip çatınca
mı, "Bu bize nereden geldi?" dediniz? De ki: "O kendinizdendir.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir."
166-
İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah'ın emriyle idi. Ve
bu müminleri ayırd etmesi içindi.
167-
Bir de münafıklık edenleri açığa çıkarmak içindi. Onlara, "Gelin, Allah
yolunda savaşın yahut müdafaa yapın" denildiği vakit "Eğer biz savaş
olacağını bilseydik, arkanızdan gelirdik" dediler. Onlar o gün imandan
çok küfre daha yakındılar. Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı
söylüyorlardı. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir.
168- Kendileri oturup da kardeşleri için,
"Eğer bize itaat etselerdi öldürül-mezlerdi" diyenlere de ki:
"Eğer doğru söyleyenlerden iseniz haydi kendinizden ölümü geri
çevirin!"
"Bu
bize nereden geldi?" İnkâr ifade eden bir istifhamdır. "İmandan"
ile "küfre" kelimeleri arasında tıbâk sanatı vardır.
"Bir
musibet size gelip çatınca (isabet edince)" buyruğunda da iştikak bakımından
cinas vardır.
[75]
"Böyle
iken..." bir musibet size gelip çatınca mı? Buradaki musibetten, Uhud'da
müşriklerin onlara galip gelip Müslümanlardan yetmiş kişiyi öldürmeleri
kastedilmektedir, "başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet size
gelip çatınca mı" Bundan kasıt ise Bedir savaşında müşriklerden yetmiş
kişiyi öldürmeleri ve yetmiş kişiyi de esir almalarıdır. "Bu bize nereden
geldi?" Hayret ve şaşkınlık içinde, Bu da başımıza nereden geldi
"dediniz." Bu şaşkınlık hayret ifade eden bir tabirdir. Yani
Müslüman olduğumuz halde, Allah'ın Rasulü de aramızda iken nasıl olur da böyle
yardımsız bırakılabiliriz? Böyle bir cümle ile inkârî istifhamın anlattığı
anlatılmak istenir. Yani böyle bir şeyin olmadığı vurgulanır.
Onlara
"De ki: "O, kendinizdendir."Yani sizin masiyetinizin
uğursuzluğun-dandır. Çünkü sizler sizin için tespit edilen yeri terk ettiniz. O
bakımdan size yardım yapılmadı.
"Şüphesiz
Allah her şeye kadirdir." Zafer ve yardım da O'ndandır. Resulullah
(s.a.)'ın emrine muhalefet ettiğinizden dolayı sizi cezalandırdı.
"İki
ordunun" yani müminler ordusu ile müşrikler ordusunun "karşılaştığı
gün başımıza gelen musibet Allah'ın emriyle idi." Sebeplerin sonuçlarıyla
ilişkisi esasına göre, O'nun ezelî iradesi ve eskiden beri kaza ve hükmü ile
olmuştur.
Hoşa
gitmeyen şeylerin tedbir ile önlenmesi ve savaşa gitmemenin ölümden koruduğu
şeklindeki iddialarınızda, "Eğer doğru söyleyenlerden iseniz haydi
kendinizden ölümü geri çevirin." Ölümü kendinizden uzaklaştırın.
[76]
165.
ayet-i kerime olan, "Böyle iken başlarına iki katını getirdiğiniz bir
musibet...'' buyruğu ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Ömer b el-Hattab'dan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bedir günü yaptıkları sebebiyle Uhud günü
cezalandırıldılar. Çünkü onlar Bedir'de aldıkları esirler karşılığında fidye
almışlardı. Bu bakımdan onlardan yetmiş kişi öldürülmüş, Resulullah (s.a.)'ın
arkadaşları kaçmış, Hz. Peygamberin ön dişi kırılmış ve başındaki miğfer
parçalanmış, yüzüne kan akmıştı. Bunun üzerine Yüce Allah, "Böyle iken
başlarına iki katını getirdiğiniz bir musibet..." buyruğu, "De ki: O
kendinizdendir" buyruğuna kadar nazil oldu. (Hz. Ömer) der ki:
"Kendinizden" ile kasıt, sizin fidye alnı anızdır.
[77]
Ayet-i
kerimeler Uhud günü işlenen hataları açıklamaya devam etmektedir. Bundan
önceki ayet-i kerimelerde Yüce Allah münafıkların Peygamber (s.a.)'i ganimetten
çalmakla ve hainlikle itham ettiklerini açıkladı. Sonra da onun böyle bir
hainlikten uzak olduğunu belirtti. Bu ayet-i kerimeler ise bu olaydan önce ve
daha sonra gazilerin yanlışlıklarını, gerçeğe uymayan tasarruf ve sözleri ile
yanlış fiillerini açıklamaktadır.
[78]
Bu
ayet-i kerime daha önce Uhud savaşı ile ilgili olarak geçen Yüce Allah'ın,
"Muhakkak Allah size olan vaadine sadık kaldı." (Âl-i İmrân, 3/152)
ayetine atfedilmiştir. Bunun mahzûf bir buyruğa atfedilmiş olması da mümkündür.
Sanki, "Siz bunu yapmış ve o vakit de, "Bu da nereden geldi
demiştiniz?" gibidir. Bu da (bu bakımdan) Yüce Allah'ın, "Ey Meryem
bu sana nereden geliyor1?" (Al-i İmrân, 3/37) buyruğunu andırmaktadır.
Buyruğun
anlamı şudur: Başınıza gelen musibete sebep sizsiniz. Çünkü sizler Medine'den
çıkmayı tercih ettiniz yahut da okçular tepesindeki yerinizi bırakıp ayrıldınız.
Hz. Ali'den nakledildiğine göre ise sebep; Bedir günü alınan esirlerden
müminlerin izin verilmeden önce fidye almalarıdır.
Yüce
Allah'ın, "Böyle iken... çatınca mı?" buyruğundaki soru, karşı tarafa
cevabı söyletmek ve azarlamak içindir. Yani ey münafıklar ve gazaya katılanlar!
İtiraz etmemeli ve hayretle, "Bu olay başımıza nerden geldi yahut bu musibet
nereden gelip bizi buldu?" dememelisiniz. Sözü geçen musibet ise Uhud günü
onlardan yetmiş kişinin öldürülmesidir. Adeta onlar Allah'ın emirlerine ne
kadar muhalefet etseler, ne kadar isyan etseler zaferin her zaman için Müslümanlar
tarafında olması gerektiğini sanıyor gibidirler. Diğer taraftan Bedir günü
müşriklere kendilerinin gördüğü bu zararın iki katım vermişlerdi. Müşriklerden
yetmiş kişiyi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı.
Daha
sonra Yüce Allah onların bu şekilde soru sormalarına karşılık azarlayarak ve
sitemle şöylece cevap vermektedir: Meydana gelen olay sizin masi-yetinizin
uğursuzluğundandır. Allah'ın Rasulü size yerinizden ayrılmamanızı emredince
sizin ona isyan etmeniz dolayısıyladır. Ey okçular! Siz ona itaat etmeyip
karşı geldiniz.
Allah'ın
Rasulüne isyan şekilleri pek çoktur: Peygamber (s.a.)'in görüşü Medine'de
kalmak yönünde olduğu halde Medine'den çıkmanız, dağılmanız, görüşünüzün
zaafı, anlaşmazlığa düşmeniz, Resulullah (s.a.)'ın savaşanların arkasını
korumak üzere durmanızı istediği yerden ayrılmak suretiyle emirlerine karşı
gelmeniz... Bilindiği gibi cezalar davranışların kaçınılmaz sonuçlandır. Yüce
Allah ise masiyeti terk etmek, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine bağlı olmak
şartıyla size yardım vaadinde bulunmuştur, "Eğer Allah'a dinine yardım
ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir."
(Muhammed, 47/7).
Şüphesiz
Allah her şeye kadir olandır. Yani o dilediği şeyi yapar, dilediği gibi hüküm
koyar, kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz. O sabır ve sebat göstermeniz
şartıyla size yardımcı olmaya kadir olandır. Emrine aykırı davranıp isyan
ettiğiniz takdirde de yardımını alıkoymaya gücü yetendir. Bütün bunlar ise
sebeplerin sonuçlarla ilişkisini kuran kanuna bağlıdır. Bununla beraber ilâhî
kudretin dışında hiç bir şey yoktur.
Daha
sonra Yüce Allah teselli ederek şuna işaret etmektedir: Ey müminler! İki
ordunun, Müslümanların ordusu ile müşriklerin ordusunun Uhud'da karşılaştığı
gün, başınıza gelen her türlü musibet, Allah'ın izni, iradesi, kaza ve kudreti
ile olmuştur. O'nun bunda pek çok hikmeti vardır. Varlık aleminde O'nun irade
ve hikmetine boyun eğmeyen hiç bir şey yoktur.
Hikmetin
tecellilerinden bir kısmı da şöyledir: Şanı yüce Allah müminlerin imanlarının
kuvvet ve zaafını, sabır ve sebatlarını yahut tahammülsüzlüklerini bildiğini
açıkça ifade eder. O sabreden, sebat gösteren, sarsılmayan kimseleri bildiği
gibi, yoldan liderleriyle birlikte dönen Abdullah b. Ubeyy b. Se-lûl'un
arkadaşlarını da bilir. Bunlar üç yüz kişi idiler.
İşte
bu münafıklar Allah yolunda savaşmaya yahut da canlarını, aile ve vatanlarını
savunmaya çağrıldıkları takdirde şöyle cevap verirler: Eğer biz sizin bu
gazanızda savaşacağınızı bilseydik mutlaka arkanızdan gelir, sizinle beraber
yola koyulurduk. Fakat biz sizin savaşmayacağınızı biliyoruz. İşte bu,
münafıklığın kalplerinde oldukça kök saldığını, onların amaçlarının işleri karıştırmak,
kötülükleri saklamak, alay etmek, gerçekleri tanınmaz hale getirmek olduğunu,
bununla birlikte Uhud'da müşriklerin toplanıp Müslümanların da onlarla
karşılaşmaya çıkışlarının, onlarla savaşmak istediklerinin açık bir karinesi
olduğunu görüyoruz. Rivayet edildiğine göre ayet-i kerime Abdullah b. Ubeyy b.
Selûl ile Medine-i Münevvere'den Resulullah (s.a.) ile birlikte çıkan bin kişi
arasında bulunan arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Daha sonra bunlar yolun
yansından geri dönmüştü. Sayıları üç yüz kişi idi. Amaçlan Müs-lümanlan zayıflatmak
ve onlann bozulmalannı sağlamaktı.
İşte
bu münafıkların, "Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik"
şeklindeki sözleri o gün imandan daha çok küfre yakın olduklarını ortaya
koymaktadır. Zira geri dönmeleri ve Müslümanların bozguna uğramalarını sağlamak
kararını vermeleri ile bu konudaki karine ve belirtiler açıkça ortaya Çıkmış
oluyordu. Allah yolunda cihaddan ve düşmanların saldınsı esnasında İslâm
vatanını savunmaktan geri duran bir kimse müminlerden olamaz. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Müminler ancak Allah'a ve Rasulüne iman eden, sonra
da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden
kimselerdir. İşte onlar doğru olanların ta kendileridir." (Hucurât,
49/15).
"Onlar
o gün imandan çok küfre daha yakındılar." ayet-i kerimesini, kişinin
durumunun değişip duracağına ve bazı hallerde küfre daha yakın, bazı hallerde
de imana daha yakın olacağına delil göstermişlerdir.
Onlar
doğru olduğuna inanmadıkları bir söz söyledikleri gibi, kalplerinde olmayanı da
ağızlanyla söylerler. İşte münafıklann durumu da budur. Onların, "Biz
savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik." şeklindeki sözleri de bu
kabildendir. Onlar -önceden de açıkladığımız gibi- müşrikler ordusunun uzak
şehirlerden Müslümanlara karşı intikam alevleriyle geldiklerini biliyorlardı.
Çünkü Bedir günü onlann ileri gelenleri ölmüştü. Uhud'a gelen müşriklerin
sayısı Müslümanların bir kaç kat fazlasıydı ve münafıklar Müslümanlarla
müşrikler arasında kaçınılmaz bir savaşın olacağını biliyorlardı. Bu ise onlann
söylediklerinde yalancı olduklannın delilleri arasındadır. Bundan dolayı Yüce
Allah, "Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir." diye
buyurmaktadır: Onlann içlerinde gizledikleri küfrü, Müslümanlar hakkındaki hile
ve tuzaklarını çok iyi bilir, demektedir. İşte bu, onlara yapılan açık bir
tehdittir. Açıkça onlar rezil edilmektedir. Münafıklığın kendilerine fayda
vermeyeceği belirtilmektedir. Münafıklık para etmez bir maldır. Çünkü Yüce
Allah onların sırlarını ve niyetlerini çok iyi bilir. Uhud'da savaştan sonra
münafıkların söyledikleri sözlerden bir kısmı da Uhud vakasında öldürülen
kardeşleri hakkındaki şu sözleridir; Eğer savaşa çıkmayıp oturmalarına dair
bizim kendilerine verdiğimiz aklı kabul edip sözümüzü dinleselerdi onlarla birlikte
öldürülmezlerdi. İşte bu, onların bu kimselere geri dönmeyi öğütlediklerini
ortaya koymaktadır. İbni Cerîr, es-Süddî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) bin kişi ile birlikte savaşa çıktı. Sabretmeleri şartıyla
onlara zafer vaadinde bulundu. Medine'nin dışına çıktıktan sonra Abdullah b.
Ubeyy b. Selûl üç yüz kişi ile birlikte geri döndü. Ebu Cabir es-Sülemî
arkalarından gidip geri dönmeleri için seslendi. Şöyle dediler: Eğer biz savaş
olacağını bilseydik elbette size uyardık, arkanızdan gelirdik. Eğer sen bize
itaat edecek olursan mutlaka bizimle birlikte geri dönersin. İşte Allah
onların bu şekildeki sözlerine, "Kendileri oturup da kardeşleri
için..." sözleriyle cevap verdi ve onların kötü hallerini açığa çıkardı.
Yüce
Allah onların sözlerini reddederek buyurdu ki: Ya Muhammed onlara de ki: Eğer
kişi evinde oturmakla öldürülmekten yahut ölümden kurtulabilirse sizin
ölmemeniz gerekirdi. Halbuki mutlaka öleceksiniz. İsterse yükseltilmiş
burçlarda olunuz. Haydi doğru söyleyen kimseler iseniz kendi ölümünüzü
önle-yiniz. Mücahid, Cabir b. Abdullah'tan şunu rivayet etmektedir: Bu ayet-i
kerime Abdullah b. Übeyy b. Selûl ile arkadaşları hakkında nazil olmuştur.
[79]
165.
ayet-i kerime Bedir gazası ile Uhud gazası sonuçları arasında bir karşılaştırma
yapmaktadır. Bunun ekseni şudur: Müslümanlar aralarından yetmiş kişinin
öldürülmesiyle Uhud günü çok ağır bir musibetle karşı karşıya kaldılar.
Bununla birlikte Bedir günü onlar müşriklere bunun iki katı bir musibete sebep
olmuşlardı. Onlardan yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı.
Esir de zaten öldürülmüş hükmündedir. Çünkü esir alan kişi, dilediği takdirde
-zaruret halinde- esirini öldürebilir.
Müminlerin,
"Bu bozgun ve bu şekilde öldürülme musibeti başımıza nereden geldi?
Halbuki biz Allah yolunda savaşıyoruz ve Müslümanız. Peygamber aramızdadır,
vahiy inmektedir. Karşımızdakiler ise müşriktir" demeleri bir hatadır.
Çünkü onların yenilgiye uğramalarının asıl sebebi kendileridir. Bu da okçuların
emre uymamalarıdır. Bir savaşta peygamberlerine itaat eden bir kavim mutlaka
muzaffer olur. Çünkü onlar itaat etmiş olurlar. O bakımdan Allah'ın hizbi
onlardır, galip gelecek olanlar ise Allah'ın hizbidir.
Uhud
günü onlara isabet eden öldürme ve yaralama Allah'ın ilmi, kazası ve kaderi ile
olmuştur. Ve bu, bu konudaki Allah'ın hikmetinden ötürüdür. Bu hikmet ise
onları terbiye etmek, emirlere aykırı hareket etmekten sakındırmak ve
müminlerle münafıkları ayırd etmektir.
Yüce
Allah'ın, "Münafıklık edenleri açığa çıkarmak içindi. Onlara... denildiği
vakit..." buyruğu ile de Abdullah b. Ubeyy ve onunla beraber Peygamber
(s.a.)'in yardımından el çekip geri dönen arkadaşlarına işaret edilmektedir.
Onlar üç yüz kişi idiler. Ensardan olan Abdullah b. Amr b. Haram, Ebu Cabir b.
Abdullah arkalarından yürüyüp onlara şöyle demişti: "Allah'tan korkunuz,
peygamberinizi bırakıp gitmeyiniz. Allah yolunda savaşınız yahut savunma yapınız."
Onlara bu yahut buna yakın bir söz söylemişti. İbni Übeyy ise ona şu cevabı
vermişti: "Ben savaş olacağı görüşünde değilim. Eğer bizler savaş olacağını
bilseydik mutlaka sizinle birlikte olurduk." Abdullah onlardan ümidini kesince
şöyle dedi: Gidiniz Allah'ın düşmanları! Allah, Rasulünü size muhtaç etmeyecektir.
Daha sonra Abdullah Resulullah (s.a.) ile birlikte yola devam etti ve Uhud'da
şehit düştü. Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
Yüce
Allah'ın, "Yahut müdafaa yapın" buyruğu, İslâm vatanını savunmanın
Allah yolunda savaşmak gibi olduğunu, düşmanla savaşmayacak olsa bile
Müslümanların sayısını çoğaltmanın onlara karşı bir savunma ve onları söküp
atmak için faydalı olabileceğini göstermektedir. Çünkü kalabalık düşmanı
defetmek için bir avantajdır.
Bunu
pekiştiren bir diğer husus da şudur: İslâm vatanının bir serhaddin-de savaşa
hazır bekleyen bir murabıt aynı zamanda bir savunmacıdır. Çünkü serhadlerde
murabıtlar olmasaydı oralara düşman gelirdi.
Münafıkların
takındıkları bu tavır iki hususun ortaya çıkmasına sebep olmuştu:
1- Onların durumlarının açığa çıkması ve Müslüman olduklarını zannedenlerin
münafıklıklarını açık-seçik anlamaları. Böylelikle onlar hallerinin zahirinde
küfre daha yakın oldular: "Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar."
2- Yalancılıklarının ve kelime oyunlarına sapmaktan utanmadıklarının ortaya
çıkması. Çünkü onlar dıştan iman ettiklerini izhar etmiş, içten içe küfürlerini
saklı tutmuş kimselerdi: "Onlar ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı."
Hazreclilerin
şehit kardeşleri hakkında -ki bu kardeşlik, nesep ve himaye kardeşliği idi, din
kardeşliği değildi- şu sözleri söylemeleri de iman sahibi olmadıklarının
delillerindendir: "Eğer onlar Medine'de otursalardı
öldürülmez-lerdi." Kur'an-ı Kerim'in onlara verdiği cevap ise susturucu
bir cevaptı: "Sizler Medine'de oturduğunuza göre, eğer bu sözlerinizde
doğru söylüyor iseniz haydi kendinizden ölümü bertaraf ediniz." İşte bu,
tedbirin takdiri engellemediğini göstermekte, maktulün eceli ile öldürüldüğünü
ortaya koymaktadır. Allah'ın bilip haber verdiği şeyin kaçınılmaz olarak meydana
geleceğini açıklamaktadır.
Ebu
Leys es«Semerkandî der ki: Kimi müfessiri Semerkand'da şöyle derken
dinledim:
"Kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin" ayet-i kerimesi nazil olunca
münafıklardan yetmiş kişi öldü.
[80]
169-
Allah yolunda öldürülenleri sakın
ölüler
sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar.
170-
Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği ile sevinç içindedirler. Arkalarından
henüz kendilerine katılamayanlara da, "Kendileri için hiç bir kor* ku
yoktur, onlar üzülecek de değillerdir" diye müjdelemek isterler.
171-
Onlar Allah'tan bir nimet ve bir lütfü ve Allah'ın müminlerin ecrini zayi
etmeyeceği müjdesini de vermek isterler.
172-
Yaralandıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına koşanlar, içlerinden
iyilik yapanlar ve sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır.
173-
Onlar öyle kimselerdir ki insanlar onlara, "İnsanlar size karşı bir ordu
hazırladılar, o halde onlardan korkun" dediler ve bu, onların imanını
artırdı ve, "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler.
174-
Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmaksızın Allah'tan bir nimet ve bolluk
ile döndüler. Allah'ın rızasına da uydular. Allah pek büyük lütuf sahibidir.
175- İşte bu şeytandır, ancak kendi dostlarını
korkutur. Siz onlardan korkmayın, benden korkun! Eğer gerçek müminler iseniz.
"müjdelemek
isterler" buyruğunda (tekrarlandığı için) itnâb vardır. "Onlar
Allah'a asla hiçbir şekilde zarar veremezler." (176. ayet) buyruğunda
Allah ism-i celâlinin birden çok tekrarlanmasında da itnâb vardır (ancak bu
ayet-i kerime bundan sonraki başlıkta ele alınacaktır). "Ölüler"
buyruğu ile, "bilakis... diridirler" buyruğu arasında ise tıbâk
sanatı vardır.
[81]
"Allah
yolunda" O'nun dini uğrunda, "öldürülenleri sakın ölüler sanma.
Bilakis onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar" cennet
meyvelerinden yerler. "Arkalarından henüz kendilerine
katılamayanlara" Allah yolunda savaşan mümin kardeşlerinden olup dünyada
kalan kimselere "Kendileri için hiç bir korku yoktur." Yani
kendilerine kavuşamamış kimseler hakkında korku yoktur ve "Onlar üzülecek
de değillerdir, diye müjdelemek isterler." Ahirette üzülmeyeceklerdir.
Yani kendilerine katılmayan mücahitlerin güvenlik içerisinde olmaları ve sevinmeleri
söz konusu olacağından dolayı onlar da sevinirler. "Onlar Allah'tan bir
nimet" sevap "ve bir lütfü" bundan da fazlasını "ve Allah'ın
müminlerin ecrini zayi etmeyeceği" aksine onlara ecir vereceği
"müjdesini de vermek isterler."
"Yaralandıktan"
Uhud gününde oldukça büyük acılar ve yaralardan "sonra yine Allah'ın ve
peygamberin çağrısına koşanlar," O'na itaat edenler yani O'nun savaşa
çıkma çağrısını kabul edenler. Ebu Süfyan ve arkadaşları geri dönecekleri vakit
Peygamber (s.a.) ve arkadaşlarıyla birlikte Uhud gününe tesadüf eden bir
sonraki yıl, Bedir panayırında buluşmak üzere sözleştiler,
"onlardan" ona itaat etmek suretiyle "iyilik yapanlar."
İhsan (iyilik yapmak), ameli en mükemmel bir şekilde sapasağlam yapmaktır,
"ve sakınanlar" ona muhalefet etmekten çekinenler "için büyük
bir mükâfat" olan cennet "vardır."
"Onlar
öyle kimselerdir ki insanlar" Eşca'lı Nuaym b. Mes'ud kendilerine: Ebu
Süfyan ve arkadaşları "size karşı bir ordu hazırladılar" sizi yok
etmek için kalabalık ordular topladılar; "o halde onlardan korkun" ve
onların yanına varmayın "dediler de bu" söylenen söz "onların
imanlarını" Allah'a yakınlıklarını ve onu tasdiklerini
"artırdı."
"Allah
bize yeter." Onlara karşı Allah bize yeter. "O ne güzel
vekildir." Kendisine işlerin havale edildiği ne güzel ve yüce zattır O!
Resulullah (s.a.) ile birlikte çıktılar, Bedir panayırına vardılar. Buna
karşılık Yüce Allah Ebu Süfyan ve arkadaşlarının kalbine korku saldı, onlar da
gelmediler. Müslümanların beraberinde pek çok ticaret malları vardı, onları
sattılar ve kâr sağladılar.
"Kendilerine"
öldürülmek yahut yaralanmak gibi "hiç bir zarar dokunmak-sızın Allah'tan
bir nimet ve bollukla" esenlikle ve kâr sağlayarak Bedir*den hızlıca,
çabucak "döndüler."
"İşte
bu, şeytandır." Yani size "insanlar size karşı bir ordu
hazırladılar" diyerek sizi savaşa çıkmaktan alıkoyan kimse şeytandır.
Şeytandan kasıt ise Nuaym b. Mes'ud ve Ebu Süfyan'dır. Muzafın hazfedilmesi
takdirine göre şu anlamda da olabilir: Böyle bir söz şeytanın sözüdür. Yani İblis'in
sözüdür. Ancak kendi dostlarını korkutur." Müşriklerden kendisine yardımcı
olanlar ile -Ebu Süfyan ve arkadaşları ile- sizi korkutur. Siz ise emirlerimi
terk hususunda "benden korkun, eğer gerçek müminler iseniz."
[82]
196.
ayet olan, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma" ayet-i kerimesinin
nüzulü ile ilgili olarak Ahmed, Davud ve Hâkim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: Uhud'da kardeşleriniz
isabet alınca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların kursaklarına yerleştirdi.
Bu kuşlar cennet nehirlerine varır ve oranın meyvelerinden yerler. Arş'ın
gölgesinde altından bir takım kandillere doğru gider, sığınırlar. Yediklerinin,
içtiklerinin güzel, dinlendikleri yerin iyi olduğunu görünce şöyle dediler:
Keşke kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptıklarını buseler. Ta ki cihad konusunda
gevşeklik göstermesinler, savaştan yüz çevirmesinler. Yüce Allah şöyle
buyurdu: Sizin yerinize bunu onlara ben bildireceğim. Bunun üzerine,
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma..." ayeti ve ondan
sonraki ayetler nazil oldu. Tirmizî de H2 CâDİr^en İMinâ yâkffl bİf MVâyet
kaydetmektedir:
Yüce
Allah'ın, "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve peygamberin çağrısına
koşanlar..." diye başlayan 172. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olark
İbni Ce-rir et-Taberî İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Uhud günü
meydana gelen olaylardan sonra Allah o gün Ebu Süfyan'ın kalbine korkuyu
saldı; o da Mekke'ye geri döndü. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ebu
Süfyan size bir parça zarar verdi. Artık geri dönmüş bulunuyor, Allah onun
kalbine korkuyu saldı." Uhud vakası Şevval ayında olmuştu. Tüccarlar
Medine'ye Zilkade ayında gelir ve küçük Bedir'de konaklarlardı. Bu sırada da
Uhud vakasından sonra gelmiş bulunuyorlardı. Müminler yara almışlardı. Bundan
dolayı da şikayette bulundular. Resulullah (s.a.) ise kendisiyle birlikte
ashabının savaşa çıkmalarını teşvik etti. Şeytan geldi, kendi dostlarını
korkuttu (onların dedikleri korkuyu salmaya çalıştı) ve dedi ki:
"İnsanlar (müşrikler) sizin için ordu topladılar." Bunun üzerine Hz.
Peygamberle birlikte gitmek istemediler. Resulullah (s.a.) da, "İsterse
arkamdan hiç kimse gelmesin ben gidiyorum" diye buyuranca Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Ali, Zübeyr, Saad, Talha, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes'ud,
Huzeyfe b. el-Yeman ve Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, yetmiş kişi ile birlikte (Allah
hepsinden razı olsun) onunla birlikte yola çıktılar. Ebu Süf-yan'ı takip etmek
üzere yola koyuldular. es-Safra denilen yere varıncaya kadar onu takip ettiler.
Bunun üzerine Yüce Allah, "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve
peygamberinin çağrısına koşanlar..." ayetini indirdi.
Taberanî
sahih bir senedle İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müşrikler
Uhud'dan geri dönünce şöyle dediler: "Ne Muhammed'i öldürdünüz, ne de
arkanıza yıldızları taktınız, siz ne kötü iş yaptınız, haydi geri dönünüz."
Resulullah (s.a.) bunu işitince Müslümanların savaşa çıkmalarını istedi. Onlar
da onunla birlikte savaşa çıktılar ve Hamrâul-Esed'e yahut da Ebu Utbe kuyusuna
varıncaya kadar yola devam ettiler. Yüce Allah da, "Yara aldıktan sonra
bile yine Allah'ın ve Peygamberinin çağrısına koşanlar..." ayetini
indirdi. Ebu Süfyan Resulullah (s.a.)'a şöyle demişti: "Seninle sözleşme
yerimiz arkadaşlarımızı öldürdüğünüz yer alan Bedir panayırıdır." Korkak
kimseler geri döndü, kahraman ve yiğit kimseler ise savaş için gerekli
hazırlığı yaptı, oraya
gittiler
ve orada kimseyi göremediler. Alışverişte bulundular. Bunun üzerine Yüce Allah,
"Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" ayetini indirdi.
İbni
Merdûveyh, Ebu Râfi'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) Hz. Ali'yi
beraberindeki bir grup ile birlikte Ebu Süfyan'ı takip etmek üzere gönderdi.
Huzaalılara mensup bir bedevi onlarla karşılaştı ve şöyle dedi: "Bunlar
sizin için asker toplamış bulunuyorlar." Hz. Ali ve beraberindekiler,
"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" dediler. Bunun üzerine bu
ayet-i kerime nazil oldu.
[83]
Rivayet
edildiğine göre Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan geri dönüp -Mekke ile Medine
arasında bir yer olan- er-Ravhâ denilen yere ulaştıklarında pişman oldular,
geri dönmek istediler. Maksatları geri kalan müminleri de öldürmekti.
Resulullah (s.a.) durumu haber alınca onları korkutmak, kendisinin ve
arkadaşlarının gücünü onlara göstermek istedi. O bakımdan arkadaşlarını harbe
çıkmaya çağırdı ve şöyle dedi: "Bizimle birlikte dün bizimle hazır bulunanların
dışında kimse çıkmasın." Resulullah (s.a.) Ashabından bir grup ile yola koyuldu.
-Medine'den 8 mil uzaklıkta bir yer olan- Hamrâul Esed diye bilinen yere
ulaşıncaya kadar yola devam ettiler. Hz. Peygamberin arkadaşları yaralı idi. Bu
sıkıntılara katlanmak için kendilerini zorladılar. Ta ki ecir ve mükâfattan mahrum
kalmasınlar. Yüce Allah da müşriklerin kalplerine korku yerleştirdi. Bunun
üzerine süratle Mekke'ye gittiler. Buna dair bu ayet-i kerime nazil oldu.
Bu
olay Hamrâul-Esed gazası adını alır. Uhud gazasının tamamlayıcısıdır.
[84]
İbni
Abbas, Mücahid ve Ikrime, "İnsanlar kendilerine ... dediler."
ayetinin Küçük Bedir gazası hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir. Bu
gaza kısaca şöyledir: Ebu Süfyan Uhud'dan ayrılmak istediğinde şöyle demişti:
"Ey Mu-hammed, dilediğin takdirde seninle buluşma vaktimiz gelecek Bedir
panayırı olsun." Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu, "İnşaallah bu
bizimle sizin buluşma vaktimiz olsun." Ertesi sene Ebu Süfyan Mekkelilerle
birlikte yola çıktı. Merr ez-Zahrân taraflarında Micenne denilen yerde
konakladı. Allah kalbine korku saldı. Geri dönmek istedi. Bu sırada Umre yapıp
geri dönmüş bulunan Nuaym b. Mes'ud ile karşılaştı.
Ebu
Süfyan ona şöyle dedi: "Ben Muhammed ve arkadaşlarıyla Bedir panayırında
buluşmak üzere sözleşmiş idim. Bu yıl ise bir kıtlık yılıdır. Meraların bol
olduğu ve bol bol süt içeceğimiz bir yıl dışında böyle bir işe kalkışmamız uygun
değildir. Şimdiden geri dönmek kanaatine sahip oldum. Fakat Muhammed oraya
gelirken benim gitmemem de hoşuma gitmez. Çünkü bu, onların cesaretlerini
artıracaktır. Haydi Medine'ye git, onların çıkmalarını önleyecek şekilde
cesaretlerini kıracak sözler söyle. Buna karşılık sana Süheyl b. Amr'ın yanında
emanet olarak bırakacağım on deve var."
Nuaym
Medine'ye vardığında Müslümanların Ebu Süfyan'a verdikleri söz için hazırlık
yaptıklarını gördü. Onlara şöyle dedi: "Bu uygun bir görüş değildir.
Onlar yurtlarınızda kaldığınız yerde size geldiler. Kaçanlar dışında sizden kimse
kurtulamadı. Şimdi de onların karşısına çıkmak mı istiyorsunuz? Bu panayır
yerinde size karşı pek çok asker toplamış bulunuyorlar. Allah'a yemin ederim,
sizden kimse kurtulamayacaktır." Nuaym'ın söylediği bu sözlerin bazılarının
üzerinde büyük bir etkisi oldu.
Resulullah
(s.a.) ise şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki, yalnız
başıma olsam dahi mutlaka çıkacağım." Hz. Peygamber beraberinde yetmiş
süvari ile birlikte, "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" diyerek
yola çıktılar. Küçük Bedir'e, sözleştikleri yere ulaşıncaya kadar yollarına
devam ettiler. Hz. Peygamber orada sekiz gün süre ile kaldı. Ebu Süfyan'ın
gelmesini bekledi, kimse ile karşılaşmadı. Çünkü Ebu Süfyan ordusu ile birlikte
Mekke'ye geri dönmüştü. Beraberinde bin kişi vardı. Mekkeliler bu orduya
"Sevîk ordusu" adını verdi ve onlara "Sizler sevik içmek (yemek)
için çıktınız" dediler.
Müslümanlar
Bedir pazarına vardılar. Beraberlerinde para ve ticaret malları vardı. Bunları
sattılar, bunların yerine yiyecek ve kuru üzüm aldılar. Bir dirheme iki dirhem
kâr ettiler. Medine'ye esenlikle ve kâr elde etmiş olarak geri döndüler.
[85]
Bu
ayet-i kerimeler de kendilerinden önceki ayetlerle ilişkilidir. Yüce Allah
münafıkların, cihada çıkma arzusunu taşıyanları engellemek istediklerini ve
onların, "Medine'de oturmuş olsalardı öldürülmeyeceklerdi" şeklindeki
sözlerini; buna cevap olmak üzere de ölümün Allah'ın kaza ve kaderi ile
olduğunu açıkladıktan sonra, burada da şehitlerin yüksek makamını
açıklamaktadır. Ta ki kimse münafıkların sözlerinden etkilenmesin ve bu, Allah
yolunda cihada bir teşvik olsun.
[86]
Ayet-i
kerime Uhud şehitleri hakkındadır.
Yüce
Allah şehitler hakkında dünyada öldürülmüş olsalar dahi ahiret yurdunda
ruhlarının diri ve rızıklanır halde olduğunu haber vermektedir. Hitap
Resulullah (s.a.)'a veya herkesedir. Anlamı şudur: Ey daha önce geçen münafıkların
sözünü işiten kişi! Sen, Allah yolunda öldürülenleri, dünyada iken yapmış
oldukları amelleri karşılığında mükâfat görmeyen ölüler sanmayasın. Bilakis
onlar bir başka âlemde diridirler. Rableri katmda yakınlaştırümış mevki
sahibidirler. Yüce Allah'ın, "Rabbinin yanında olanlar..." (Fussilet,
41/38) buyruğunda da işaret edildiği gibi. Sair canlılar nasıl
nzıklanıyorlarsa onlar da öylece rızıklanırlar; yerler, içerler. Bu ise
onların hayatta oluşlarını daha bir pekiştirmekte ve Allah'ın rızkı ile gelen
nimetler içerisinde olduklarını ifade eden hallerini nitelendirmektedir.
Burada
"Allah katında" olmakla kendilerinden söz edilmesi, onların üstünlüklerine,
yüksek mevkilerine ve şereflerine bir işarettir. Oldukça yakın olmalarını
gerektiren bir tabirdir. Yoksa burada "yanında olmak" mekân, mesafe,
yakınlık ve sınır itibariyle değildir. Kur'an-ı Kerim'in şehitler hakkında
tespit ettiği bu hayat, gaybî bir hayattır. Biz bunun hakikatini idrak
edemeyiz. Ancak Kur'an-ı Kerim'in haber ettiği şekilde bu hayata iman ederiz. Yüce
Allah'ın, "Rableri katında diridirler, rızıklanırlar" buyruğunda bir
muzaf hazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: Rablerinin lütuflarmın
yanındadırlar.
Bu
şehitler ebedî nimetler, büyük lütuflar, şehitlik sebebiyle başkalarına üstün
kılınmak gibi orada gördükleri şeylerle sevinç içerisindedirler. Aynı şekilde
onlar henüz Allah yolunda öldürülmemiş mücahit kardeşlerinin durumundan dolayı
da sevinirler. Bunlar henüz şehit olmamakla birlikte, aynı yol üzerinde
gitmektedirler. Kendilerinden önce giden şehit kafilelerinin izine uymaktadırlar.
Bu şehitler Rablerinin kendileri için hazırlamış olduğu güzel mükâfatı
gördüler. Hoşa gitmeyen şeylerden yana korkunun, kaybettiklerine üzülmenin
bulandırmadığı ebedî hayattır bu mükâfat.
Bu
şehitler aynı zamanda amelleri karşılığında kendilerine tekrarlanıp duracak
şekilde verilen ecir ve sevaptan, Yüce Allah'ın cennetten ve cennetteki
nimetlerden kendilerine verdiği ilâhî lütuftan dolayı da sevinirler. Bu ayet-i
kerimede geçen lütuf, sözü geçen nimetlerdir. Allah onlara ecir verir. Yani
onlar Allah'tan gelen nimetlerle sevinirler. Allah'ın müminlerin ecirlerini
boşa çıkarmamasından dolayı da sevinç içindedirler.
Bu
cümle daha önce geçen, "Kendileri için hiç bir korku yoktur, onlar üzülecek
de değillerdir" şeklindeki ifadenin bir açıklaması şeklindedir. Çünkü Allah'ın
nimeti içinde olan bir kimse ebediyyen üzülmez. İşlediği amellerin sevabı
kendisi için (ecri verilmek üzere) saklanılan kimsenin akibetinden korkulmaz.
İşte
bunlar cihada bir teşvik olup şehadet arzusuna özlem duyuran ifadelerdir. İmam
Ahmed'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Kardeşleriniz Uhud günü isabet alınca Allah onların ruhlarını yeşil
kuşların kursaklarına yerleştirdi. Bunlar cennet ırmaklarına gidiyor, cennet
meyvelerinden yiyor ve Arş'ın gölgesinde altından kandillerin altına sığınıyor..."
Daha
sonra Yüce Allah sevaplarının artmasının sebebi olan güzel amel sahibi olmakla
onları nitelendirmekte ve Resulullah (s.a.)'m Uhud Gazası akabinde
Hamrâu'1-Esed gazvesinde Ebu Süfyan ile karşılaşmak üzere gitmekle Peygamber
(s.a.)'in çağrısını çabucak kabul eden bu mücahitler için cihad ve
kahramanlıkları ile mütenasip büyük bir ecir sahibi olduklarını haber vermektedir.
Bunlar Uhud günü aldıkları yaralara ve içinde bulundukları acılara rağmen, bu
çağrılara icabet ederek oralara gitmişlerdi.
Yüce
Allah'ın, "Onlardan" ifadesi bu çağrıyı kabul eden kimselerin büyük
lütuf ve ecre nail olduğuna işaret etmektedir. Geri kalanların ise kendileri
ile ilgili yahut aileleri dolayısıyla kabul edilebilir mani ve özürleri vardı.
Daha
sonra Yüce Allah Uhud Gazasının ertesi yılında Küçük Bedir gazasına
katılanların da şanını yüceltmektedir. Bunlar, insanlar kendilerine –yani halen
müşrik olan Eşcalı Nuaym b. Mes'ud'un kendilerine- şu sözleri söylemesine
rağmen gazaya çıkmışlardı:" İnsanlar yani Ebu Süfyan ve onun yardımcıları
sizinle savaşmak üzere size karşı kalabalık ordular topladı. Onlardan korkun,
çekinin, onlara karşı çıkmayın. "Bu sözler ise onların Allah'a olan imanlarını,
onun vaadine güvenlerini, dini üzere sebatlarını artırmıştı. Çünkü onlar
Allah'ın desteğine, yardımına, zaferine güvendiler. Tüm bunlardan önce ise niyetleri
samimi idi. Sonuçlar ne olursa olsun müşriklerle karşılaşmak kararlılıkları
daha da arttı. Bu da Yüce Allah'ın Hendek (Ahzab) gazvesinde müminleri
niteleyici şu buyruklarını andırmaktadır: "Müminler ahzabı gördüklerinde
dediler ki: "Allah'ın ve Rasulünün bize vaad ettiği işte budur. Allah ve
Rasulü doğru söylemiştir. "O da onların ancak imanlarını ve
teslimiyetlerini artırdı." (Ahzab, 33/22).
Müminler
bu durumda Allah'a olan imanlarının doğruluk ve samimiyetini ifade ederek şöyle
dediler: "Bu kalabalıklara karşı Allah bize yeter. İşlerimizi kendisine
havale ettiğimiz Rabbimiz ne güzel vekildir! O ne güzel dost ve ne güzel
yardımcıdır!" Aynı şekilde bu ateşe atıldığı vakit İbrahim (a.s)'ın
söylediği sözdür.[87] Hz.
Muhammed (s.a.) de bunu insanlardan birisi kendisine, "İnsanlar
(müşrikler) sizin için ordu topladılar, onlardan korkunuz" demeleri üzerine
söylemişti. Gam, musibet ve büyük sıkıntıların, belâların insanın etrafını
kuşattığı şurada bu sözleri söylemek müstehaptır.
İbni
Merdûveyh, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Büyük bir işe (sıkıntıya) düştüğünüz takdirde "Allah
bize yeter, o ne güzel vekildir" deyiniz."
[88]
İbni
Ebi'd-Dünya'nın Hz. Aişe'den rivayetine göre, Hz. Peygamber kederi arttığında
eliyle başını ve sakalını sıvazlar sonra da derin nefes alıp verir ve:
(Hasbünallah ve ni'mel-vekil) = Allah bana yeter, o ne güzel vekildir, derdi.
Müslümanlar
bu şekilde işlerini Allah'a havale edip ona tevekkül etmeleri üzerine dört
türlü mükâfatı elde ettiler: Allah'tan bir nimet, Allah'ın lütfü, kötülüğün
bertaraf edilmesi, Allah'ın razı olduğu şeye tabi olmaları sonucunda onun da
onlardan razı olması. Yani onlar Allah'a tevekkül edip düşmanlarıyla
karşılaşmak üzere çıktıkları vakit Allah da onların üzülüp endişesini
duydukları şey hakkında onlara kâfi geldi. Onlara kötülük yapmak isteyenlerin
bu imkânlarını geri çevirdi, onları korudu, ticaretlerinde kâr sağladılar.
Onlara herhangi bir öldürme ya da eziyet isabet etmedi. Kurtuluşun dünya ve
ahirette mutluluğun temeli olan Rasullerine itaat ve Rablerinin rızasını elde
etmek niteliğine sahip oldular. Allah'ın bunda onlar üzerindeki lütfü pek
büyüktür. Çünkü onlara imanlarını artırmak, cihada muvaffak kılmak,
düşmanlarının sakladığı kötülüklerden onları korumak suretiyle lütuf-ta
bulunmuştur.
İşte
bu geriye kalan ve oturanların (savaşa çıkmayanların) ziyanda olduklarına bir
işarettir. Çünkü bunlar başkalarının elde ettikleri nimetlerden mahrum
kaldılar. Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler"
buyruğunun anlamı işte budur.
Beyhakî,
İbni Abbas'tan Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile
döndüler" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Nimet,
onların esenliğe kavuşmaları, bolluk da o panayır günlerinde gelen bir kervanı
Resulullah (s.a.)'ın satın alması ve bundan önemli bir kâr sağlayıp bu kârını
da arkadaşları arasında paylaştırmağıdır.
Taberî,
es-Süddfden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.), Küçük Bedir'e
çılanca ashabma bir miktar gümüş para (dirhem) verdi. Onlar da bu panayırlarda
alışveriş yaptılar ve pek çok kâr elde ettiler.
Daha
sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İşte bu şeytandır, ancak kendi
dostlarını korkutur. Yani sizi kendi dostlarıyla korkutmak ister. Onların büyük
bir güç ve kuvvet sahibi oldukları vehmini size vermeye çalışır. Size söylenen,
"İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun"
sözleri, ancak müşriklerden olan yardımcıları ile sizleri korkutmaya çalışan,
onların sayılarının çok olduğu, büyük bir güç kuvvet sahibi oldukları vehmini
vermeye çalışan ve bu bakımdan sizlere, "Onlara karşı çıkmayın" diyen
şeytandan gelmedir.
Fakat
ey müminler size düşen şudur: Şeytan size bir işi güzel gösterip bu konuda size
vehim verdiğinde yalnızca bana tevekkül ediniz, bana sığınınız. Ben size
yeterim, size yardım edeceğim. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah kuluna kâfi gelmez mi? Halbuki onlar seni ondan başkalarıyla
korkuturlar... De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler yalnız O'na tevekkül
ederler." (Zümer, 39/36-38); "Allah, elbette ben ve peygamberlerim
galip geleceğim diye yazdı. Muhakkak Allah güçlüdür, azizdir." (Mücadele,
58/21); "Allah kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım edecektir."
(Hac, 22/40); "Ey iman edenler, eğer sizler Allah'a (dinine) yardım
ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir." (Muhammed,
47/7). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz bizler
peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin ayağa kalkacakları
günde yardım ederiz. O gün kâfirlerin özürleri fayda vermez. Hem lanet ve hem
de kötü yurt onlarındır." (Mümin, 40/51-52).
[89]
Yüce
Allah'ın, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma ..." ayeti
ile ondan sonraki ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Düşman karşısında bozguna uğrayıp geri kaçmayan, sabır ve sebat gösteren,
öldürülünceye kadar çarpışanın Allah katında çok yüksek bir mevkisi vardır. Bu
ise şehitlerin mevkisidir. Allah katında bu, üstünlük ve hayat demektir.
Şehitler cennette diridirler, rızıklanırlar. Ruhları da sair müminlerin ruhları
gibi hayattadır. Ölseler ve cesetleriyle toprağa gömülmüş olsalar bile bu
böyledir. Öldürüldükleri zamandan itibaren cennette rızıklanmakla onlara
üstünlük verilmiştir. Adeta onlar için dünya hayatı daimi gibidir.
Müfessirlerin
büyük çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre şehitlerin hayatı muhakkaktır,
fakat özel bir türdür. Ya kabirlerinde ruhları kendilerine geri verilerek
nimetlere gark olurlar ya da cennet nzıklaimdan kendilerine rızık
verilmektedir. Yani onlar, cennetin içinde olmamakla birlikte onun kokusunu
alırlar. Bunun bir mecaz olduğu da söylenmiştir. Yani onlar Allah'ın hükmü gereğince
cennette nimete nail olmaya hak kazanmışlardır. Konu ile ilgili görüşlerin
sahih olanı ise ruhlarının yeşil kuşların kursağında olduğu, cennette
rı-zıklandırıldıklan, yiyip nimet içerisinde olduklarıdır.
2- Şehitlerin yıkanması, kefenlenmesi ve namazlarının kılınması hususunda
ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır:
Hanefîler
der ki: Şehit elbiseleri ile kefenlenir, namazı kılınır. Eğer mükellef ve
tahir ise ayrıca yıkanmaz. Cünüp, ay hali ve lohusa şehit düştüğü takdirde ise
Ebu Hanife'ye göre küçük çocuğun ve delinin yıkandığı şekilde yıkanırlar. Ebu
Yusuf ile Muhammed'e göre ise yıkanmazlar. Kefenlenmeyeceklerine ve
yıkanmayacaklarına dair delil Buharî tarafından rivayet edilen Hz. Cabir
yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir: "Onları kanlarıyla defnediniz."
Şafiî, Beyhakî, Ahmed ve Nesaî'nin rivayetinde ise şöyledir: Onları kanları ile
sarıp gömdüler. Yani Uhud günü Hz. Peygamber yıkamaksızın gömülmelerini
emretti. Peygamber Uhud şehitlerine 72 adet namaz kıldı.
Cumhur
ise der ki: Şehit yıkanmaz, kefenlenmez ve namazı kılınmaz. Fakat kanın
dışında meydana gelmiş necasetler varsa temizlenir. Çünkü bunlar şehitliğin bir
etkisi değildir. Buna delil ise Buharî ile Müslim tarafından ittifakla rivayet
edilen Hz. Cabir yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir. Peygamber (s.a.) Uhud
şehitlerinin kanlarıyla birlikte defnedilmelerini emretti. Onları yıkamadı ve
onların namazını kılmadı.
İlim
adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer şehit canlı olarak taşınabilir
ve savaşta ölmeyip yaşar ve daha sonra ölürse namazı kılınır. Nitekim Ömer
(r.a.)'e bu şekilde uygulama yapılmıştır.
Haricîlerin,
yol kesenlerin ve buna benzer kimselerin öldürdükleri kişiler gibi zulmen
öldürülenler konusunda Ebu Hanife ile es-Sevrî şöyle derler: Zul-men öldürülen
kimse yıkanmaz; fakat hem böyle bir kimsenin, hem de bütün şehitlerin namazı
kılınır. Cumhur ise şöyle demektedir: Savaş ehli kimseler tarafından
öldürülenler dışında bütün ölenler yıkanır.
Düşman
sabahleyin bir topluluğa evlerinde baskın yapar da baskına uğrayanlar haberdar
olmadığı halde onların bir kısmını öldürecek olursa bu öldürülenler yıkanır,
kefenlenir ve namazları kılınır. Çünkü bunlar iki saf arasında savaş halinde
öldürülmüş değillerdir.
3- Allah yolunda öldürülüp O'nun yolunda şehit düşmenin Allah katında çok
büyük bir sevabı vardır. O kadar ki bu Peygamber (s.a.)'in de buyurduğu gibi
bütün günahlara kefarettir: "Allah yolunda öldürülmek borç dışında her
şeye kefarettir."
[90] İşte
bu, borç hükmündeki gasp, batıl yolla mal almak, kasten öldürmek, kasten
yaralamak ve buna bağlı kişinin zimmetine taalluk eden şahsî hakların önemine
dikkat çeken bir ifadedir. Borcun dışında kalan sözünü ettiğimiz sair hakların
cihad ile dahi bağışlanmaması borca nispetle öncelikle söz konusudur. Çünkü
bunlar daha ağır günahlardır. Bütün bu gibi haklarda kısas ise iyilikler ve
kötülüklerle yapılır. Bu konuda sünnette varit olanlardan birisi de Müslim'in
rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis-i şeriftir. Buna göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müflisin kim olduğunu bilir misiniz?" Onlar,
"Bizim aramızda müflis diye hiç bir dirhemi, malı olmayan kimseye
denir" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis
kimse şudur: Kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtı eda etmiş olarak gelir. Diğer
taraftan buna sövmüş, ötekine iftira etmiş, berikinin malını yemiş, bir
başkasının kanını dökmüş, daha bir diğerini dövmüş olarak gelir. Buna
hasenatından ötekine de hasenatından verilir. Bu şekilde üzerindeki haklar
ödenmeden önce hasenatı tükenecek olursa, ötekilerinin günahlarından alınır,
ona bırakılır, sonra da o kimse cehenneme atılır." Ahmed, Tirmizî ve İbni
Mace'nin rivayet ettiği Ebu Hureyre yoluyla gelen bir diğer hadiste de şöyle
denilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Üzerinde borç bulunduğu
sürece müminin nefsi muallaktadır."
Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. Bunlar, ya kişinin cennete girmesini engelleyen borç
ödenebilecek kadar bir mal geriye bıraktığı halde ödenmesini vasiyet etmediği
yahut ödeyebilecek imkânını bulduğu halde ödemediği yahut günah veya bir ısrar
uğrunda alıp da ödemeksizin vefat ettiği borçlardır. Fakirlik ve ihtiyacı
dolayısıyla ödemek üzere borç alıp ödeyemeden ölen ve geriye de borcunu
ödeyecek mal bırakamayan kimseye gelince inşaallah böyle bir kimseyi Allah
cennete girmekten alıkoymayacaktır. Çünkü böyle birisinin borcunu ödemek sultan
(İslâm devlet yöneticisinin) üzerinde farzdır. Ve bu borç ya sadakalar
cümlesinden yahut da zekâttaki borçlular payından ya da Müslümanlara dağıtılan
fe/den ödenir. Buharî ile Müslim tarafından ittifakla rivayet olunan hadis-i
şerifte Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre şöyle denilmektedir: "Her kim
ödenecek bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa, bunları karşılamak
Allah'a ve Rasulüne aittir ve her kim de bir mal bırakırsa mirasçılarına
aittir."
4- Yüce Allah'ın, "Rableri katında diridirler, mıhlanırlar"
buyruğunda sözü geçen "rızık" âdeten bilinen nzıktır. Bu da lafzın
hakikî manasını ifade eder. "Burdaki rızık'tan kasıt anılmaları anlamında
hayatta olmalarıdır" diyenlerin görüşüne göre bu, onlara güzel övgü rızık
olarak ihsan edilir, diye açıklanır. Bu ise mecazî bir anlamdır.
5- es-Süddî, "Arkalarından henüz kendilerine katılamayanlara,
"Müjdelemek isterler" ayeti ile ilgili olarak şöyle der: Şehide
kardeşlerinden yanına gelecek olanların belirtildiği bir kitap getirilir. O da
dünyada gaip bir kimsenin gelişi ile yakınlarının sevindiği gibi sevinir.
Katâde, İbni Cüreyc, er-Rabî' ve başkaları da der ki: Onların müjdeleri,
sevinmeleri şu sözlerle olur: "Dünyada geride bıraktığımız kardeşler,
peygamberleriyle birlikte Allah yolunda çarpışıyorlar. Onlar da şehit
düşecekler ve bizim içinde bulunduğumuz bu lütfün bir benzerine nail
olacaklar." Onlar adına bu nimetlerle sevinirler, sevinç duyarlar.
6- Yüce Allah'ın, "Allah'tan bir nimet ve bir lütfü... müjdesini
vermek isterler* buyruğundaki lütuf açıklamayı daha bir artırmak içindir.
Esasen lütuf, nimetin kapsamına dahildir. Bu verilecek nimetlerin genişliğinin
ve bunların dünya nimetleri gibi olmadığının delilidir. Şöyle de denilmiştir:
Nimetten sonra lütuf tekit için gelmiştir. Tirmizî, el-Mikdâm b. Madîkerib'den
şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şehidin
Allah nezdinde altı tane özelliği vardır:
[91]
Kanından akan ilk damla ile birlikte günahları bağışlanır, ona cennetteki yeri
gösterilir, kabir azabından korunur, en büyük dehşetten yana güvenlik
içerisinde kalır, başının üzerine vakar tacı konur: O tacın tek bir yakutu dahi
dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır. Ona hurul-în'den 72 tane
zevce verilir, akrabalarından 72 kişiye şefaatçi kılınır." Tirmizî der ki:
Bu hasen, sahih, garib bir hadistir.
Bu
hadis-i şerifin muhtevası ayet-i kerimede sözü geçen nimet ve lütfü
açıklamaktadır.
7- "Yaralandıktan sonra Allah'ın ve Peygamberin çağrısına
koşanlar..." ayet-i kerimesi savaşı sürdüren Ebu Süfyan ve onunla birlikte
olanları korkutmak kasdıyla Hamrâül-Esed'e kovalayan Ashab-ı kiramın -ki
sayıları yetmiş kişi idi- şu iki sebep dolayısıyla Yüce Allah'ın methü senasını
hak ettiklerine işaret etmektedir: Kendisi ile birlikte savaşa çıkma
çağrılarını kabul ederek Allah'ın Rasulüne itaat etmeleri, Uhud vakasında
isabet aldıkları oldukça ağır yaralara ve acılara rağmen bu zorluklara
katlanmaları.
8- "Onlar öyle kimselerdir ki insanlar kendilerine..." ayet-i
kerimesi samimi müminin korkak olmayacağını göstermektedir. Çünkü korkaklık
iman ile birlikte bir arada bulunmaz. Zira korkaklığın illeti ölümden korkmak
ve dünya hayatına hırsla bağlılıktır. Bu ikisi ise müminden uzak şeylerdir.
Resulullah (s.a.) ile birlikte Uhud gazasının ertesi yılı Küçük Bedir*e giden
Ashab-ı kiram Allah yolunda kahramanlığın, fedakârlığın ve cesaretin üstün
örneklerini vermişlerdir
9- Bu ayet-i kerime aynı şekilde müminin korkuya sebep olan etkenlerden
kurtulmasının mümkün olduğunu da göstermektedir. Mümin, "Allah bize yeter,
o ne güzel vekildir" sözüyle korkunun hakkından gelebilir.
10- Yüce Allah'ın, "Bu, onların imanını artırdı" buyruğu
"İnsanların sözleri imanlarını yani dinlerinde tasdik ve yakinlerini,
güçlerini, cesaret ve istidatlarını artırdı" demektir. Aynı zamanda bu
buyruk, imanın salih amellerle arttığına da işaret etmektedir.
İmanın
artıp eksilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşü şudur: İmanın aslı ve
özü olan tasdik tek bir şeydir. Bu gerçekleştikten sonra bunda ziyade-artış söz
konusu olmaz. Zail olduğu takdirde de ondan geriye bir şey kalmaz. Artma ve
eksilme ise imanın bizatihi kendisinde değil, ona taalluk eden şeylerdedir.
Cumhurun kabul ettiği görüş ise şudur: İman kendisinden sadır olan ameller
itibariyle artar ve eksilir. Çünkü Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilen hadis-i
şerifte şöyle denilmektedir: "îman yetmiş küsur bölümdür. Onun en üstünü
lâ ilahe illallah sözüdür. En aşağısı ise yoldan eziyet verici şeyleri
kaldırmaktır. Haya da imandan bir bölümdür." Bu son cümle yalnızca
Müslim'in rivayetinde yer almaktadır.
11- "Allah'tan bir nimet ve bolluk ile döndüler" ayeti ile ilim
adamlarının belirttikleri gibi şu anlatılmak istenmektedir: Onlar işlerini
Allah'a havale edip kalpleriyle O'na güvendikleri için Allah şu dört hususu
onlara mükâfat olarak verdi: Nimet, bolluk (lütuf), kötülüğün önlenmesi, rızaya
uymak ve onları da Allah'ın mükâfatına razı edip kendilerinden razı olmak.
12- Yüce Allah'ın, "Siz onlardan korkmayın, benden korkun..."
buyruğu korkunun yalnızca Allah'tan olması, düşmanlardan olmaması gerektiğine
işaret etmektedir. Ayrıca şuna işarettir: Allah'ın velileri kendilerini
korkuttuğu takdirde şeytandan korkmazlar. O olsa olsa müşrikler savaştan uzak
kalıp oturmak için kendi dostları olan münafıkları korkutabilir.
Doğru
ve samimi bir iman kişiyi yalnızca Allah'tan korkmaya mecbur eder. Yüce Allah
kendisinden korkmakla müminleri övmekte ve şöyle buyur-maktdır: "Onlar
üstlerindeki Rablerinden korkarlar." (Nahl, 16/50) İbni Ma-ce'nin
Sünen'inde Ebu Zerr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim. Sema
gıcırdadı. Gıcırdaması da yerindedir. Çünkü orada Allah'a bir meleğin secde
etmek için alnını koymadığı dört parmaklık bir yer yoktur. Allah'a yemin
ederim, benim bildiğimi bilseydiniz pek az güler ve pek çok ağlardınız.
Döşeklerde kadınlardan zevk alamazdınız. Yüce Allah'a feryad ile niyaz ederek
yollara dökülürdünüz." Ebu Zerr der ki: Allah'a yemin ederim, dibinden
kopartılıp sökülen bir ağaç olmayı çok arzu ederdim.
[92]
176-
Küfürde yarışan o kimseler seni üzmesin. Şüphesiz onlar, Allah'a asla bir zarar
veremezler. Allah onlara ahi-rette hiçbir nasip bırakmamak ister. Onlar için
büyük bir azap da vardır.
177- Şüphe yok ki iman karşılığında küfrü satın
alanlar Allah'a hiç bir zarar veremezler. Onlar için çok acıklı bir azap
vardır.
178-
Sakın o inkâr edenler kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı
sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir.
Onlar için horlayıcı bir azap da vardır.
179-
Allah müminleri üzerinde bulunduğunuz halde asla terk etmez. Nihayet murdarı
temizden ayıracaktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah
peygamberlerinden kimi dilerse seçer. O halde Allah'a ve rasul-lerine iman edin,
eğer iman eder ve sakınırsanız sizin için pek büyük bir mükâfat vardır.
180-
Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeylerden cimrilik gösterenler
zannetmesinler ki o haklarında hayırlıdır. Bilakis o, onlar için bir serdir.
Cimrilik etikleri şey kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak geçirilecektir.
Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
"Ve
lâ yahsebennellezîne keferû= Sakın o inkâr edenler.... sanmasınlar"
buyruğundaki "(ve lâ yahsebenne)= sanmasınlar" kelimesindeki
"ye" harfi hem ye hem de te olarak okunmuştur. Birinci şekildeki
okuyuşa göre ifadenin takdiri, "İnkâr edenler ... sanmasınlar"
şeklindedir. Te ile okuyuşun takdiri ise şöyledir: "İnkâr edenlere...
sanmayasın."
"(Ve
lâ yahsebennellezîne yebhalûne)= Cimrilik gösterenler zannetmesinler"
buyruğunda yer alan (yahsebenne) kelimesinin de ilk harfi ye ve te şekillerinde
okunmuştur. Bu durumda ifadenin takdiri (ye ile okuyuşa göre) şöyle olur:
Allah'ın lütfundan kendilerine verdikleri şeylerden cimrilik gösterenler,
cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. İkinci okuyuşa göre
ise ifadenin takdiri şöyle olur: Cimrilik gösterenlerin cimriliklerinin
kendileri için hayırlı olduğunu zannetmeyin.
[93]
Yüce
Allah'ın, "Şüphe yok ki iman karşılığında küfrü satın alanlar" buyruğunda,
"küfürde yarışan o kimseler" ile "nihayet murdarı temizden
ayırınca ..." buyruklarında istiare vardır. Çünkü murdar ve temiz ile
kastedilen münafık ile mümindir. "Küfür ile iman" kelimeleri arasında
da tıbâk sanatı vardır.
[94]
"Küfürde
yarışan o kimseler" , küfre yardim için ellerini çabuk tutanlar ki bunlar
Mekke halkı veya münafıklardır "seni üzmesin!" Seni kederlendirmesin,
sana acı vermesin. Yani onların kâfir olmalarına önem verme! "Allah onlara
ahirette" Cennette "hiçbir nasip bırakmamak ister." Onları
herhangi bir pay sahibi kılmak istemez. Bundan dolayı onları yardımsız
bırakmıştır.
"iman
karşılığında küfrü satın alanlar" müşterinin mal karşılığında bedel
verdiği gibi, imana karşılık küfrü alanlar "Allah'a hiç bir zarar
veremezler."
Ömürlerini
uzatmak suretiyle, onlara azabı ertelemekle "mühlet vermemizi haklarında
hayırlı sanmasınlar." Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını
artırmaları içindir. Çok masiyet işlemek suretiyle yani sonunda günahları artıp
dursun diyedir "Onlar için horlayıcı bir azap da vardır." Ahirette
küçültücü bir azap vardır.
"Nihayet
murdarı temizden ayıracaktır" yani münafıkı müminden ayırd edecektir. Uhud
gününde olduğu gibi ağır mükellefiyetlerle münafık ile mümin arasındaki apaçık
farkı ortaya koymuştur, "Allah sizi gayba da muttali kılmaz" ki böyle
bir ayırd etmeden önce münafıkı başkasından ayırd edip bilemezsiniz.
"Fakat
Allah peygamberlerinden kimi dilerse seçer." Onu kendine has olan gaybına
muttali kılar. Resulullah (s.a.)'ı münafıkların durumuna muttali kıldığı gibi.
"Eğer
iman eder ve sakınırsanız" münafıklıktan kendinizi korursanız "sizin
için pek büyük bir mükâfat vardır." "Allah'ın lütfundan kendilerine
verdiği şeyde" mal ve benzeri şeylerde "cimrilik gösterenler
zannetmesinler ki o ... hayırlıdır." "Cimrilik ettikleri şey kıyamet
günü" bu cimrilik ettikleri şey boyunlarına bir yılan olarak dolanacaktır
ve onu sokup duracaktır; hadis-i şerifte varit olduğu gibi "boyunlarına bir
halka olarak geçirilecektir." Yaptıkları cimriliklerinin vebali
gerdanlığın boyuna dolanması gibi, onların boyunlarında olacaktır. Cimrilik
gösterdikleri şeyden kasıt ise, mallarının zekâtını vermemeleridir.
"Göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır." Her ikisindeki yaratıklar yok olduktan
sonra ona miras kalacaklardır. Miras göklerde ve yerde bulunanların birbirlerinden
devraldıkları mal ve buna benzer şeylerdir. "Allah yaptıklarınızdan
haberdardır." Ona göre amellerinize karşılık verecektir.
[95]
"Allah
müminleri üzerinde bulunduğunuz halde asla terk etmez." mealindeki 179.
ayetin nüzulü ile ilgili olarak es-Süddî şöyle demektedir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Ümmetim suretleri ile bana -tıpkı Adem'e arzolunduğu
gibi-arzolundu ve bana kimin iman edeceği, kimin de kâfir olacağı
bildirildi." Münafıklar bunu haber alınca alaya aldılar ve şöyle dediler:
Muhammed kendisine kimin iman ettiğini kimin kâfir olduğunu bildiğini iddia
ediyor; biz de onunla birlikteyiz ve bizi bilmiyor. Bunun üzerine Yüce Allah
bu ayet-i kerimeyi indirdi.
el-Kelbî
der ki: Kureyş şöyle dedi: "Ey Muhammed, sana muhalefet edenin cehennemde
olacağını, Allah'ın ona gazap edeceğini söylüyorsun. Senin dinine uyup sana
tabi olanların ise cennetlik olduğunu, Allah'ın da onlardan razı olacağını
söylüyorsun. Peki sen bizlere sana kimin iman ettiğini, kimin de etmediğini
haber ver." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
Ebul-Âliye
der ki: Müminler, mümin ile kâfiri birbirlerinden ayırd edecekleri bir
alâmetin kendilerine verilmesini istediler. Bunun üzerine Yüce Allah da bu
ayet-i kerimeyi indirdi.[96]
"Allah'ın
lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik gösterenler
zannetmesinler ki..." mealindeki 180. ayet, müfessirlerin çoğunluğuna göre
zekât vermeyen kimseler hakkında inmiştir. Atıyye, İbni Abbas'tan Muhammed
(s.a.)'in niteliklerini ve peygamberliğini gizleyen Yahudi hahamları hakkında
indirildiğini rivayet etmektedir. Burada "cimrilikle de Yüce Allah'ın
kendilerine vermiş olduğu bilgiyi kastettiğini ifade eder
[97]
Uhud'da
müşriklerin zafer kazanıp müminlerin büyük çapta eziyet görmeleri münafıkların
bu sonucu istismar etmelerine sebep oldu. Şöyle demeye koyuldular: "Eğer
Muhammed bir peygamber olsaydı (arkadaşlan) öldürülmez, kendisi de bozguna
uğramazdı. Aksine o bir hükümdarlığın peşindedir. O bakundan kimi zaman galip
gelmekte, kimi zaman yenik düşmektedir." Diğer taraftan kâfirlere yardım
etmekte ellerini çabuk tuttular, müminleri de savaşmaktan uzak tutmaya gayret
ettiler. Peygamber (s.a.) bundan üzüntü duydu, kederlendi. İşte bu ayet-i
kerimeler onun sıkıntısını gidermek, içindeki kederi dağıtmak üzere nazil oldu.
Nitekim kâfirler imandan yüz çevirip Kur*an-ı Ke-rim'e yahut onun şahsına dil
uzattıkları için de Yüce Allah şu buyruklarında Hz. Peygamberi teselli
etmiştir: "Onların söyledikleri sözler seni üzmesin. Şüphesiz izzet
bütünüyle yalnız Allah'ındır." (Yunus, 10/65); "Belki sen bu söze
iman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."
(Kehf, 18/6).
[98]
Yüce
Allah insanlara karşı aşıft derecedeki tutkunluğu sebebiyle peygamberine
şöylece hitap etmektedir: Ey peygamber, kâfirlerin sana ters düşmeye, sana
karşı inatlaşmaya, ayrılığa düşmeye, küfre yardımcı olmaya koşuşmaları seni
üzmesin! (Ebu Süfyan, onun dışında kalan Mekke halkı, Yahudiler ve münafıklar
gibileri)
Şüphesiz
bunların Allah'ın dostlarına -ki bunlar Peygamber ve onun arkadaşlarıdır- hiç
bir zararları olmaz. Onlar ancak kendilerine zarar verebilirler. Onlar Yüce
Allah'a karşı savaşıyorlar. Kendi aleyhlerine hazırlıklarda bulunuyorlar ve
musibet, sonlarında başlarına çökecektir. Ahirette Allah'ın sevap ve ecrinden
mahrum kalacaklardır. Miktarı bilinmeyecek ölçüde büyük azap onlarındır.
Yaptıklarına karşılık Allah onları cezalandıracak ve fakat onlara
zul-metmeyecektir. Küfürleri, sapıklıkları, kâfirlere yardımcı olmaları,
müminlere karşı direnmeleri sebebiyle bizzat kendilerine zulmedenler yine
kendileridir. Nitekim, "Kötü hile ise ancak onu yapanları kuşatır."
(Fâtır, 35/43). İşte bu, onlara aldırış edilmeyeceğini ve tehlikelerinden
korkulmayacağını göstermektedir.
Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Ey Peygamber!
Kalpleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de küfür içinde
koşuşup duranlar seni kederlendirmesin." (Mâide, 5/41).
Bu
ise onlara münhasır olmayıp genel bir hükümdür. Küfrü imana tercih eden herkesi
kuşatır. Bundan dolayı şöyle buyurmuştur: İmanı küfre değişenler Allah'a asla
zarar veremezler, fakat onlar bizzat kendilerine zarar verirler. Onlar için
dünyada da ahirette de oldukça can yakıcı bir azap vardır.
Bu
buyruk, şu ayet-i kerimeyi de andırmaktadır: "Onlara mal ve evlâttan
verdiklerimizle kendilerine hayırları çabuklaştırdığımızı mı sanıyorlar?
Bilakis onlar fark etmezler." (Müminun, 23/55-56); "Artık beni ve bu
sözü yalanlayanları başbaşa bırak! Biz onları bilemeyecekleri bir yerden
derece derece azaba yaklaştıracağız." (Kalem, 68/4); "Onların
malları da evlâtları da seni imrendirmesin. Allah onları dünyada bunlarla bir
azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde güçlükle çıkmasını
ister." (Tövbe 9/85).
Daha
sonra Yüce Allah, kâfirlerin derece derece azaba yaklaştırılmalarını ve belli
bir süreye kadar onlara mühlet verilmesini beyan etmekte; kâfirlerin
kendilerine mühlet verilmesini, ömürlerinin uzatılmasını kendileri için hayırlı
bir şey sanmamaları gerektiğini bildirmektedir. Çünkü kâfirler ömrü hayırlı işlerde
kullanmamaktadırlar; kötülükte kullanırlar. O bakımdan onların akıbeti günah
üstüne günah katmak, batıl ve iftirada aşırıya gitmektir. Onlar için hor kılan
bir azap vardır. Yani bu azap onları zelil kılar, hakir kılar. Onlar için böyle
bir azabın hazırlanmış olduğu anlamına gelir.
Kâfirler
bizim kendilerine mühlet verişimizden maksadın, yaptıkları gibi günahlarının
arttırılması olduğunu sakın sanmasınlar. Onlara mühlet verilmesi aslında tevbe
etmeleri ve imana girmeleri içindir; günahlarının daha çok arttırılması ve
azap görmeleri için değil. Buna göre onlara mühlet verilmesi kendileri için
hayırlıdır. Fakat Yüce Allah ezelden beri şunu bilmiştir: Onların bir kısmı
hiçbir zaman hak, hayır ve doğruluk dairesine geri dönmeyecektir. İşte
böyleleri için hor kılan bir azap söz konusudur.
Zemahşerî'ye
göre, Yüce Allah'ın, "Onlara mühlet vermemiz ancak..." cümlesi yeni
bir cümle olup bir önceki cümlenin gerekçesi durumundadır. Sanki, "Bunlar
kendilerine mühlet verilmesini kendileri için hayır zannetmesinler"
denilmiş de buna karşılık şöyle cevap verilmiş gibidir: "Onlara mühlet
vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir."
Allah'ın
kendilerine mühlet vermesinden kastın onların günahlarının artması olduğu
nasıl mümkün olabilir? Böyle bir soruya şu cevabı veririz: Bu, mühlet vermenin
sebebidir. Her bir sebep bir maksat değildir. "Ben âciz ve muhtaç
olduğumdan dolayı gazaya çıkmadım. Aynı şekilde kötülük korkusuyla şehirden
çıktım" diyecek olsa, bu açıklamalarından belli bir garezin olduğu anlamı
çıkmaz. Aksine bunlar bir takım sebep ve gerekçelerdir. Aynı şekilde burada
günahın artması, mühlet vermeye bir sebep ve gerekçe gibi arzedilmiştir.
Acizlik
savaşa gitmemenin bir sebebi olduğu gibi günahın artışı, mühlet vermenin nasıl
sebebi olabilir? Böyle bir soruya da şu cevabı veririz: Allah'ın her şeyi
kttffttan bilgisinde onların günahlarının artacağı malum olduğundan dolayı
sanki mühlet vermek -mecaz yoluyla- bundan dolayı olmuş gibi ifade edilmiştir.
[99]
Özetle:
Beyle bir mühlet verme ve erteleme Allah'ın onlara bir inayeti değildir. O
ancak Allah'ın yarattıklanndaki bir sünnetine göre cereyan etmiştir. Bu sünnet
gengfi insana hayır yahut şer isabet eder. İsabet eden bu şey de onun
davranışının bur neticesidir. Bu adaletli sünnetin bir gereği de, insanın
kendisine verilen bu mfthlf te aldanması ve günahlara dalıp gitmesidir. Bu da
insanın hakir kılan re küçük düşüren azap ile sonuçlanan günahlara düşmesine
sebep olur.
[100]
Daha
sonra Yüce Allah şunu açıklamaktadır: Mihnetler ve sıkıntılar imanın
sadakatini açığa çıkartır. Allah'ın kendisi vasıtasıyla dostlarını ortaya çıkartacağı,
düşmanlarını da rezil edeceği belli bir takım mihnetleri yaratması da gerekli
bir şeydir. O bakımdan insanları Uhud günü karşı karşıya kaldıkları durumların
benzeri bir halde bırakmaz. Nihayet Allah mümini münafıktan ayırd eder,
sabreden mümin ile günahkâr münafıkı ortaya çıkartır. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz sizleri imtihan
edeceğiz. Ta ki içinizden cihad edenleri de sabredenleri de açığa çıkartalım ve
haberlerinizi açıklayalım." (Muhammed, 47/31).
Bundan
kasıt şudur: Uhud günü, Yüce Allah'ın müminleri sınadığı bir imtihan alanıydı.
Bununla insanların imanları, sabırları, yiğitlikleri, Allah'a ve Rasulüne
itaatleri ortaya çıktı. Yine bu yolla Yüce Allah münafıkların üzerindeki
Örtüleri kaldırdı, böylelikle münfıkların emirlere aykırı davranışları ve
ci-haddan dönmeleri, Allah'a ve Rasulüne hainlikleri açık seçik ortaya çıktı.
Bazı
kimseler şöyle düşünebilir: Samimi müminin münafıktan ayırd edilmesi, vahiy ve
Allah'ın müminleri gayba muttali kılması ile gerçekleşir. Yüce Allah buna böyle
cevap vermektedir. Bütün insanları gayba muttali kılmak, Allah'ın yapacağı bir
iş değildir. Allah insanı yarattı ve onun muradına ermesini kesbî ameline bağlı
olarak takdir etti. Esasen fıtrat da insanı bu doğru yola iletir. Din bunu
gösterir, peygamberlik buna delâlet eder. Yüce Allah da peygamberlerinden
dilediğini seçer ve onu gaybî bazı hususlara muttali kılar. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "O gaybı bilendir. Gaybına hiç bir kimseyi muttali
kılmaz. Meğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola." (Cin, 72/26-27). Daha
sonra peygamber bir takım kimselere kimisinin münafık olduğunu, bir diğerinin
ihlâslı olduğunu haber verir. Böylelikle bu haberin kaynağını yine Yüce
Allah'ın bir takım kimselerin küfrüne, bazılarının da imanlarına muttali
kılması teşkil eder. Yoksa o kimseyi Allah'ın muttali olduğu şekilde kalplere
muttali kılması anlamında değildir.
Daha
sonra Yüce Allah mümin olanı münafık olandan ayırd eder. Bu ise bu ayrılığı
açıkça ortaya çıkartan sebepler aracılığı ile olur. îşte bundan dolayı sizin
Allah'a ve Muhammed (s.a.)'in onlardan birisi olduğu peygamberlere iman etmeniz,
Allah'a ve Rasulüne itaat edip şeriata tabi olmanız gerekir. Peygamberlerin
Allah'ın kendilerine haber verdiği gaybın dışındaki bir şeyi haber vereceğine
inanmalısınız. İşte bu kâfirlere bir reddir. es-Süddî der ki: Kâfirler dediler
ki: "Eğer Muhammed doğru sözlü ise haydi bizden kimin iman ettiğini, kimin
de kâfir olduğunu bize haber versin." îşte bunun üzerine bu ayet-i kerime
nazil oldu.
Sizler
peygamberlerin getirdikleri gayb haberlerine iman eder, onun emirlerini yerine
getirmek suretiyle yasaklarından da kaçınmakla Allah'tan kor-karsanız, sizin
için çok büyük bir sevap vardır. Bu sevabın miktarını kimse tespit edemez,
sınırlandıramaz.
Dikkat
edilecek olursa Kur'an-ı Kerim daima iman ile takvayı birlikte zikreder. Tıpkı
namaz ve zekâtı birlikte zikrettiği gibi. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmaz
şeylerdir. Ayrıca bunlar olmaksızın imanın kemal bulmayacağını ifade eder. Yine
Kur'an-ı Kerim can ile cihadı mal ile cihadla birlikte zikreder.
Bundan
önceki ayet-i kerimeler cihada ve canını feda etmeye teşvik mahiyetinde olduğu
için, bunun akabinde cihad yolunda malını feda etmeye de teşvik etmektedir.
O
bakımdan hiç bir kimse cimrilerin cimriliklerinin mal yığmak ve saklamakla,
biriktirmekle kendileri için hayırlı olduğunu, cömertliğin ve infakın da
kendilerini hakir düşüreceğini zannetmesin. Cimrilik dünyada da ahirette de hem
toplum için, hem fert için büyük bir kötülüğün kaynağıdır. Cimrilikten kasıt ise,
farz olan zekâtı hak sahiplerine vermemek ve muhtaçların ihtiyacı görüldüğü
takdirde sadaka vermemektir.
Dünyada
cimriliğin zararına gelince: Zenginin malı zayi olmaya, telef olmaya, talan
edilmeye, hırsızlığa maruz kalır; kafirlerde kine sebep teşkil eder. Çağımızda
olsun başka dönemlerde olsun lüks içerisindeki zenginlere oldukça ağır
saldırılar yapılmış ve kapitalizmin temellerini sarsmak için sosyalizm adı
alfanda bir takım düşünceler, teoriler yaygınlık kazanabilmiştir.
Cimriliğin
ahiretteki ve dindeki zararına gelince: Yüce Allah cimriliklerinin vebalini
çekeceklerini, sıkı elli olmalarının akıbeti ile karşılaşacaklarını haber
vermektedir. Bu vebal ve akıbet boyna dolanmış gerdanlık gibidir. Kınanmaktan,
sorgulanmaktan ve bu işleri dolayısıyla ceza görmekten asla kurtulamayacaklardır.
Buharî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Resuluüah (s.a.) buyurdu
ki: "Allah her kime bir mal verir o da onun zekâtını ödemezse, malı ona
gözünün üzerinde iki kara noktası bulunan büyük bir ejderha suretinde
gösterilir. Bu ejderha kıyamet gününde boynuna dolanır. Onu iki çenesiyle
yakalar ve şöyle der: "Ben senin malınım, ben senin hazinenim." Daha
sonra şu, "Allah'ın lütuf ve keriminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik
gösterenler zannetmesinler ki o haklarında hayırlıdır. Bilakis o onlar için
bir serdir..." ayetini sonuna kadar okudu.
Gerçek
şu ki, insanların birbirlerinden miras alıp durdukları mal ve benzeri göklerde
ve yerde bulunan her bir şey Allah'ındır. Peki nasıl olur da bazı insanlar Allah'ın
mülkünde Allah'a karşı cimrilik eder ve o malı Allah yolunda infak etmezler?
İşte bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onun sizi üzerinde
halife kıldığı şeyden (maldan) infak ediniz." (Hadid, 57/7). Bütün işler
Yüce Allah'a döndürülür. O balamdan Allah'ın huzuruna gideceğiniz günde size
fayda verecek şekilde mallarınızın bir kısmını önden gönderiniz. Allah sizin
niyetlerinizi, kalplerinizi, amellerinizi çok iyi bilir. Onlardan haberdardır.
Bunlardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O, hayır yahut kötülük olsun, herkese
kazandığının karşılığını verecektir.
[101]
Küfrün
çeşitli kesimlerini temsil eden Yahudi, kâfir ve münafıkların birbirlerine
yardımcı olmaları dolayısıyla üzüntü ve kedere gerek yoktur. Çünkü onlar kıt
akılları ve yanlış görüşleriyle çetin azaba maruz kalarak ancak kendilerine
zarar verirler. Bunların, hiçbir şekilde peygambere zararları olmayacaktır.
Peygamberden istenen, tebliğ etmekten ibarettir. Onun yardımcısı, destekleyicisi,
koruyucusu, insanlara karşı muhafaza edecek olan Allah'tır.
Fakat
el-Kuşeyrî şöyle der: Kâfirin küfrü dolayısıyla üzülmek bir itaattir. Fakat
Resulullah (s.a.) kavminin kâfir olmasına aşın derecede üzülürdü, ancak onun
bu şekilde üzülmesi şu buyruklarda görüldüğü gibi ona yasak kılındı: "O
halde onlar için üzülerek kendini helak etme." (Fâtır, 35/8); "Belki
bu söze iman etmezler diye arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin."
(Kehf, 18/6).
Allah'a
asla hiçbir zarar veremezler. Yani küfre girmekle Allah'ın mülkünden,
egemenliğinden bir şey eksütemezler. Yüce Allah bu hususu her iki ayette (176
ve 177. ayetlerde) de pekiştirmektedir. İster küfre yardım için ellerini çabuk
tutsunlar, ister iman karşılığında küfrü satın alsınlar, az ya da çok Allah'a
hiçbir şekilde zarar veremezler. Onlar kendilerini acıklı azaba mahkûm ettikleri
için ancak kendilerine zarar verebilirler.
İşlenen
günah küfür gibi büyük bir günah olsa dahi Yüce Allah hiçbir günahın cezasını
vermekte aceleci değildir. O kişiye mühlet verir, ömrünü uzatır. Bolluk
içerisinde rahat bir şekilde yaşatır. Ta ki tevbe etsin ve salih amel işleme
imkânını bulsun. Sanki mühlet vermek ve ömrünü uzatmak arzu edilen güzel
etkiyi gerçekleştirecek bir şeymiş gibidir. Arzu edilen güzel şey ise iman,
Allah'a ve Peygamberine itaat etmek ve iyilikleri daha bir artırmak, daha az
günah işlemektir. Fakat çoğu insanlar tarafından bu mesele yanlış anlaşılmaktadır.
O bakımdan onlar sapıklıklarında, günahlarında devam edip giderler. Ömrün
artmasını, rahat yaşayışı, azabın ertelenmesini kendileri için hayırlı
sanırlar. Halbuki o, onlar için uğursuz bir kötülüktür. Günahın artışı için bir
sebeptir. Buna uygun ceza olan acıklı azabı hak etmeye gerekçedir.
İşte
imanın ve salih amelin fayda vereceği hususunda Müslümanları şüpheye düşüren
bu gibi kimseler, hayırlı bir iş yaptıklarını asla zannetmesinler. Şüphesiz
Allah onları helak etmeye kadirdir. Uhud günü elde ettikleri zaferin de
kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bu onların cezalarının artmasına
bir sebap oldu. İbni Mes'ud der ki: İyi olsun kötü olsun ölümün kendisi için
hayırlı olmadığı hiçbir kimse yoktur. Çünkü eğer kişi iyilerden ise Yüce Allah,
"Allah'ın nezdindeki şeyler, iyiler için daha hayırlıdır." (Âl-i
İmrân, 3/198) diye buyurduğu gibi, eğer kişi günahkâr ise bu konuda da Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlara mühlet vermemiz, ancak günahlarını
artırmaları içindir."
Sıkıntı
ve mihnetlerde, imanın samimiyet derecesi denenmektedir. Bu sıkıntı ve
mihnetlerle mümin münafıktan ayırd edilir. İşte o vakit münafıkların durumu
ortaya çıkar, Müslümanlar onlara karşı tedbir alır ve böylelikle kendileri
için dayanak teşkil etmesi mümkün olan sağlıklı gücün boyutlarını tespit
edebilirler. Hatta mihnet ve sıkıntı müminin imanının derecesine de açıklık getirir.
O bakımdan zahirî şeylere aldanmamak gerekir. Mihnet ve sıkıntı ile kişinin
itikat itibariyle zayıflık durumuna, ahlâkının bozukluğuna, ruhundaki
hastalığının gerçek mahiyetine vakıf olmak mümkün olur.
Gayba
muttali olmak peygamber ve rasullere münhasırdır. Böyle bir şeye muttali olma
yetkinliğini kazananlar üstün mertebe ve şeref sahibi olanlardır. İnsanlara
düşen ise peygamberlerin getirdiği gayba dair haberlere iman etmektir. Verilen
emirleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak, onları terk etmek suretiyle de
Allah'tan gereği gibi korkmak ve takva sahibi olmaktır. Kâfirler kim mümindir
kim kâfirdir gibi kendilerine fayda vermeyen şeylerle uğraşmasınlar. Onlar
kendilerini ilgilendiren şeylerle uğraşmalıdır. Bu ise imandır yani tasdik ve
yakîn sahibi olmaktır. Yoksa gayba muttali olmaya göz dikmek değildir. Eğer
iman eder, takva sahibi olurlarsa onlar için cennet vardır.
Yüce
Allah'ın, "Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik
gösterenler zannetmesinler ki o, haklarında hayırlıdır..." ayeti aşağıdaki
hususlara delâlet etmektedir:
1- Cimrilik gösterenler cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu asla
zannetmesinler. Aksine bu kendileri için kötülüktür. Çünkü onlar cimrilik
etmekle mallarını zayi olmak, telef olmak, çalınmak ve benzeri tehlikelere
maruz bırakırlar. Kendileri için bir görev olan toplumsal dayanışma, fakirliği
ortadan kaldırmak için yardımlaşma gibi görevlerinde kusurlu olduklarından
dolayı toplumlarına zarar verirler. Esasen fakirlik toplumun tümüne
zararlıdır. Toplumun hayatı ise kişinin canını ve malını feda etmesine
bağlıdır.
Cimrilik
ve el sıkılığı yani cimrilikle birlikte açgözlülük (buhl ve şuh) arasındaki
farka gelince: Cimrilik, insanın sahip olduğu şeyi vermekten uzak durmasıdır.
El sıkılığı ise yanında bulunmayanı da elde etmeye tutkun olmaktır. Sahih olan
ise el sıklığının açgözlülük ile birlikte cimrilik anlamını ifade ettiğidir.
Çünkü Müslim'in rivayetine ve Cabir b. Abdullah'ın naklettiğine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zulümden sakınınız. Çünkü zulüm kıyamet
gününde zulumâttır (karanlıklardır). Eli sıkılıktan sakınınız. Çünkü eli sıkılık
sizden öncekileri helak etti. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye, haram
olan şeylerini helâl kılmaya itti."
2- "Göklerin ve yerin mirası da Allah'ındır" buyruğu da Yüce
Allah'ın baki oluşuna, mülkünün devamına delildir. Onun ezelden olduğu gibi
ebedde de âlemlere muhtaç olmadığını göstermektedir. Bütün mahlûkatı yok
olduktan sonra, mülkleri sona erdikten sonra arza O mirasçı olacaktır. Mülkler
ve mallar haklarında herhangi bir davacı olmaksızın geriye kalacaktır. İşte
bu, insanların alışageldiklerine göre bir mirasçılık gibi ifade edilmiştir.
Yoksa hakikatte bu bir miras değildir. Çünkü gerçek anlamda miras şudur: Bir
şeye mirasçı olan daha önce o şeye malik değildir. Şanı yüce Allah ise her
zaman için göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların mutlak malikidir. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu ayet-i kerimeye benzemektedir, "Muhakkak
yeryüzüne ve onun üstün-dekilere mirasçı olacak olanlar bizleriz."
(Meryem, 19/40). Her iki ayetin anlamı şudur: Şanı yüce Allah, ölmeden ve bunu
Yüce Allah'a bir miras olarak terk etmeden önce infak etmelerini, cimrilik
göstermemelerini emretmektedir. Onlara infak ettiklerinden başkasının faydası
olmayacaktır.
3- Yüce Allah'ın ilmi geniştir; bütün incelikleri kuşatır. O her şeyin,
bütün amellerin küçüğünü de büyüğünü de bilir. Alabildiğine gizli olanları
hatta gizliden de gizli olanı bilir. Herkese amelinin karşılığını verir.
Niyetine göre mükâfat verir. Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen Hz.
Ömer'den gelen meşhur hadiste olduğu gibi: "Ameller ancak niyetlere
göredir ve herkes için niyet ettiği şey ne ise o vardır."
[102]
181-
Andolsun AUah, "Muhakkak AUah fakirdir ve biz zenginiz" diyenlerin
sözlerini işitmiştir. Onların o sözlerini ve haksız yere peygamberi öldürmelerini
yazacağız ve, "O yakıcı azabı tadınız" diyeceğiz.
182-
"Bu ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır. Şüphesiz AUah kullarına
zulmedici değildir."
183-
"Bize ateşin yiyeceğini kurban getirmedikçe hiçbir peygambere iman
etmememizi AUah bize emretti" diyenlere de ki: "Size benden önce
nice peygamberler apaçık delilleri ve dediğinizi de getirmişlerdi. Doğru
söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?"
184-
Eğer onlar seni yalanlarlarsa senden önce apaçık deliUerle, sahifelerle,
aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice peygamberler de y alanlanmıştı.
"Yazacağız"
buyruğu meçhul olarak "yazılacaktır* şeklinde de okunmuştur.
[103]
"Muhakkak
Allah fakirdir ve biz zenginiz." Yahudiler fakirliği, mübalağa yoluyla ve
pekiştiriri ifadelerle Yüce Allah'a nispet etmişler, buna karşılık pekiştiriri
edat kullanmaksızın isim cümlesi ile kendilerini zengin olmakla nitelendirmişlerdir.
Böylelikle zenginliğin, ayrıca pekiştiriri edata gerek olmaksızın kendilerinin
ayrılmaz bir niteliği olduğunu anlatmak istemişlerdir.
"Onların
o sözlerini... yazacağız." Allah bizzat yazmaz. Yazmak üzere meleklerine
emir verir. Fiilin kendisine isnat edilmesi aklî mecaz kabilinden bir mecazdır.
"Ellerinizin
önden gönderdiği" buyruğu bir parçanın (cüz'ün) zikredilip bütünün
kastedilmesi türünden bir mecaz-ı mürseldir. Özellikle ellerin zikredilmesi,
amellerin çoklukla onlar vasıtasıyla yapılmasından dolayıdır.
"Ateşin
yiyeceği bir kurban"; burada yemenin ateşe isnat edilmesi, istiare
yoluyladır. Çünkü gerçekte yemek, insan ve hayvan hakkında söz konusudur.
Ayrıca
"fakir" ile "zengin" kelimeleri arasında tıbâk ve "diyenlerin
sözlerini" ifadesi ile "seni yalanlarlarsa... yalanlamıştı"
ifadeleri arasında mugayir bir cinas vardır. "Allah kullarına zulmedici
değildir" buyruğunda "zulmedici (anlamına gelen: zallâm)"
kelimesi mübalağa için değildir. Burada attâr ve neccâr (marangoz) kelimeleri
gibi nispet içindir.
[104]
"Onların
o sözlerini... yazacağız." Yani cezasını görmek üzere söylediklerinin
amel sahifelerine yazılmasını emredeceğiz. Anlatılmak istenen ise, "Biz bu
sözleri dolayısıyla onları cezalandıracağız" şeklindedir.
"Yakıcı
azap"; bu, yakarak acı ve ıstırap veren yakıcı (el-harîk'in tam karşılığı
yangındır) ateşin alevlenen halinin adıdır. Ateş ise hem alevli olanı hem
olmayanı kapsar. Burada anlatılmak istenen de yakıcı ve acı verici olan azaptır
ki, bu da ateş azabıdır. "Yakıcı azap" tabiri ile bizzat yanmanın
kendisi olan azap anlatılmak istenmektedir. Yani biz bu sözlerinden dolayı
onlardan intikam alacağız, demektir.
"Allah
bize emretti." Yani Tevrat'ta bize bu emri verdi ve bize bunu tavsiye
etti.
"Bir
kurban..." Kurban, kendisi ile Yüce Allah'a yaklaşılan hayvan, para ve
buna benzer şeylerdir. Yani bizler sen bize böyle bir şey getirmedikçe sana
iman etmeyeceğiz. "Ateş" ile kastedilen ise semadan inen bir ateştir.
Azarlamak
üzere onlara "De ki..."
"...senden
önce apaçık deliller" açık-seçik mucizeler, "sahifeler
(ez-zübur)" kitap anlamına gelen zebûr kelimesinin çoğuludur; Hz.
İbrahim'in sahifeleri gibi, "aydınlatıcı" açık ve seçik
"kitaplarla" Tevrat ve İncil'le, "gelmiş nice peygamberler de
yalanlanmıştı." Yani eğer insanlar seni yalanlamış iseler şunu bil ki,
peygamberlerin yalanlanması senden öncekiler arasında yaygın görülen bir
husustur. O bakımdan önce peygamberler nasıl sabrettiyse sen de öylece sabret!
[105]
181.
ayet olan "Andolsun ki Allah... işitmiştir" buyruğunun nüzulü ile
ilgili olarak İbni İshâk ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Ebu Bekir (r.a.) Yahudilerin Tevrat'ı öğrendikleri yer
olan Beytül-midrâs'ına girdi. Yahudilerin Finhas adında kendilerinden olan bir
adam etrafında toplanmış olduklarını gördü. Bu adam Hz. Ebu Bekir'e şöyle
dedi: "Allah'a yemin ederiz ey Ebu Bekir, bizim, Allah'a ihtiyacımız yok,
aksine onun bize ihtiyacı vardır. Eğer o bize muhtaç olmasaydı sizin
arkadaşınızın ileri sürdüğü gibi bizden borç istemezdi." Hz. Ebu Bekir
buna kızdı ve yüzüne bir tokat vurdu. Finhas Resulullah (s.a.)'ın yanına
giderek şöyle dedi: "Ey Muhammed, arkadaşının bana yaptığına bak!"
Hz. Peygamber sordu: "Ey Ebu Bekir bu işi niye yaptın?" Hz. Ebu Bekir
şöyle dedi: "Ey Allah'ın rasulü, bu çok büyük bir söz söyledi. Allah'ın
fakir, kendilerinin ise zengin olduklarını iddia etti" Finhas bu sözü
inkâr etti. Bunun üzerine Yüce Allah, "Andolsun ki Allah, "Muhakkak
Allah fakirdir ve biz zenginiz sözlerini işitmiştir" buyruğunu indirdi.
İbni
Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah,
"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir..." (Bakara, 2/245)
buyruğunu indirince Yahudiler, "Ya Muhammed Rabbin fakir düştü de
kullarından dilenmeye mi başladı?" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah,
"Andolsun ki Allah ... diyenlerin sözlerini işitmiştir" ayetini
indirdi.
[106]
Bundan
önceki ayet-i kerimelerin Uhud savaşındaki olayları ve bu olaylar ile birlikte
ortaya çıkan münafıkların bile ve tuzaklarını, desiselerini, Müslümanların
cihad etme kararlılıklarını kırmak için çabalarını ele aldığını gördük.
Göreceğimiz ayet-i kerimeler ise Müslümanlara karşı savaşta Yahudilerin desiselerini
açıklayacaktır. Böylelikle Allah münafıklardan sakındırdığı gibi, Yahudilerin
hile ve tuzaklarına karşı da Müslümanları uyarmak ve sakındırmak istemiştir.
Şu kadar var ki, Yahudilerin yaptıkları işler ihtimal verilemeyecek kadar
büyük, oldukça bayağı ve rezilcedir. Yüce Allah'a fakirlik nispet etmeleri,
ahitleri bozmaları, peygamberleri öldürmeleri, emanetlere hainlik etmeleri
gibi.
[107]
Bu
ayet-i kerimeler Yahudilerin bir takım suçlarını tescil etmektedir. Yüce Allah
onların oldukça çirkin sözlerini işitmiştir. Bu sözlerine karşılık onları en
ağır bir şekilde cezalandıracaktır. Bu, onların bu sözlerine karşı bir
tehdittir, bir korkutmadır. Onların sözleri ise Yüce Allah'a fakirliği,
kendilerine de zenginliği nispet etmeleridir. Fakat Yüce Allah bu sözlerinin
karşılığını onlara verecektir. Zira günahın yazılması ve gereken şekilde
muhafaza edilmesi, buna karşılık cezanın verilmesini gerektirir.
Yahudilerin
işledikleri çirkin ve ağır suçlar arasında eskiden beri haksız ve günahsız yere
peygamberleri öldürmeleri de vardır. Peygamber (s.a.)'in döneminde yaşayan,
ona çağdaş olan Yahudilere -asıl öldürenler onların ataları olmakla birlikte-
bu öldürmenin nispet edilmesinin sebebi çağdaşlarının da bu işe razı olmaları
ve atalarının suçlarını benimsemeleri, kendi soydaşlarına karşı samimi bir
bağlılık hissetmeleridir. Bu ise bir ümmetin genel meselelerde kendi arasında
dayanışma ve yardımlaşma içerisinde olduğunu, ümmetin fertlerinin işledikleri
suç ve günahlar dolayısıyla -onların fiillerini kabul edip reddetmiyor iseler-
sorgulanacaklarını göstermektedir.
İşte
bundan dolayı Yüce Allah, "Ve, o yakıcı azabı tadınız, diyeceğiz."
Yani "ateş azabını tadınız, diyeceğiz" diye buyurmaktadır. Yani Yüce
Allah bu durumlarına karşılık onları en kötü bir şekilde cezalandıracaktır.
Dünyadaki bu işleriniz ile peygamberleri öldürmek gibi geçmiş günahlarınız,
Allah'ı fakir olmakla nitelemeniz, küfre yardımcı ve destek olmanız ve benzeri
türden amelleriniz sebebiyledir bu can yakıcı ateş azabı. Yapılan işlerin
ellere izafe edilmesinin sebebi ise, amellerin çoğunlukla eller vasıtasıyla
yapılması dolayısiyledir. Ayrıca bu, azabın gerçek manasıyla kendilerinden
sadır olan amelleri ve öyle bir işi bizzat yapıp fiilen işlemeleri dolayısıyla
olduğunu göstermektir. O kadar ki Medine'de üzerine duvarı yıkmak istemişler,
HayberMe koyuna zehir katmak suretiyle Peygamber (s.a.)'i öldürmeye dahi
kalkışmışlardı.
Onlar
hakkındaki bu azap yersiz değildir. Böyle bir azap son derece adaletli ve
hikmetlidir. Çünkü Yüce Allah kimseye zulmetmez ve çünkü isyankâr ile
itaatkârın, kâfir ile müminin birbirine eşit olması düşünülemez. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa kötülükleri kazananlar kendilerini iman
edip salih amel işleyenler gibi kılacağımızı ve hayatlarıyla ölümlerinin bir olacağını
mı zannettiler? Hükmettikleri şey ne kadar da kötüdür?" (Câsiye, 45/21);
"Biz o Müslümanları günahkârlar (müşrikler) gibi mi kılarız? Ne oldu size,
nasıl da hüküm veriyorsunuz?" (Kalem, 68/35-36); "İman edip salih
amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva
sahiplerini facirlergibi mi kılarız?" (Sâd, 38/28).
İşte
böylelerine "O yakıcı azabı tadınız. Bu ellerinizin önden gönderdiğinin
karşılığıdır. Şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir." şeklindeki
sözler, onlara azarlamak, sitemde bulunmak, tahkir etmek, küçültmek,
suçlarının ağır ve çirkin olduğunu açıklamak için söylenecektir. Bu sözler
onlara ya cehennemde ya ölüm esnasında veya hesap vaktinde söylenecektir. Bu
sözleri söyleyecek olan da ya Yüce Allah ya da melekleridir.
Daha
sonra Yüce Allah, getireceği mucizeler arasında ümmetinden herhangi bir kimse
bir sadaka yani bir kurban verecek olur da, onun bu sadakasının kabul
edildiğine dair gökten onu yiyip bitirecek bir ateşin de olacağı mucizeler
göstermedikçe, hiçbir peygambere iman etmemelerini, Allah'ın kitaplarında
emretmiş olduğunu söyleyen Yahudileri yalanlamaktadır.
Kurban,
Yüce Allah'a yaklaşmak için gerçekleştirilen bir ibadettir. Bu boğazlamak
suretiyle davarların kanlarını akıtmak, sadaka veya salih bir ameldir.
Onların
böyle bir iddiada bulunmaktan kasıtları Allah'ın Rasulüne iman etmemektir.
Çünkü Hz. Peygamber onların dedikleri bir şekilde mucize getirmedi.
İddialarına göre böyle bir mucize getirse güya iman edeceklerdi.
İbni
Abbas der ki: Bu ayet-i kerime Ka’b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf, Fin-hâs b.
Âzurâ ile birlikte bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah
(s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dediler: "Ey Muhammed, sen Allah'ın Rasulü
olduğunu, Yüce Allah'ın sana bir kitabı vahiy ile bildirdiğini iddia ediyorsun.
Allah ise Tevrat'ta bizlere ateşin yediği bir kurban getirmedikçe ve gelen bu
ateşin semadan nazil olacağı vakit hafif bir uğultusu işitilmedikçe, iman
etmememizi emretmiştir. Şayet sen bize böyle bir mucize getirirsen senin doğruluğunu
kabul ederiz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Fakat
böyle bir iddia onların iftiraları ve batıl kanaatleri cümlesindendir. Bundan
dolayı Yüce Allah onları azarlayarak ve yalanlayarak, böyle bir ateşin
inmesinin mucize olduğunu belirterek cevap vermektedir. Mucize ise risaleti
desteklemek ve gönderilen peygamberin doğruluğunu ispat etmek içindir. Sizlere
ise Zekeriya gibi Yahya gibi ve başka peygamberler gibi pek çok peygamberler
mucizelerle veya peygamberliklerini açıkça ortaya koyan belgelerle geldiler.
Neden onları yalanladınız, neden onları tasdik etmediniz ve niçin onları
öldürdünüz? Gerçekten siz peygamberlerin izinden itaatle gittiğiniz iddianızda
doğru söyleyen kimseler iseniz, söyleyin.
Bu
fiil Kur*an-ı Kerim'in nüzulü döneminde yaşayan Yahudilere nispet edilmektedir.
Halbuki bu suçlan onların geçmişleri işlemişti. Buna sebep önceden de
açıkladığımız gibi, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü çağında yaşayanların da
geçmişlerinin yaptıkları işlere razı olmaları ve bu hususta geçmişlerinin hak
üzere olduklarına inanmalarıdır. Bir ümmet yahut bir kabile âdeten fertlerinden
bazılarının yaptıkları işlerden etkilenir. O ferdin işlediği suç ve sapma bağlı
olduğu cemaatten dolayı o ümmet için bir ayıptır.
Daha
sonra Yüce Allah Yahudilerin ve onlar gibi kavminin takındıkları kötü tavrı ve
her iki kesimin de onu yalanlamasını hafifletmek, teselli etmek, gönlünü hoş
etmek üzere şunu bildirmektedir: Sen kendilerine delilleri -ve mucizeleri
getirdikten sonra- eğer seni yalanlayacak olurlarsa şunu bil ki, senden önceki
pek çok peygamber de yalanlanmıştır. O peygamberler de senin getirdiğin apaçık
delil ve mucizelerin benzerlerini getirdiler. Peygamberlere indirilen sahifeler
gibi İlâhî menşeli kitaplar getirdiler. Apaydınlık ve net bir kitabı da
getirdiler. Burada sözü geçen apaçık kitap Tevrat, İncil ve Zebur'dur. Buna rağmen
bu peygamberler kendilerine yapılan eziyetlere, kendileriyle alay edilmesine,
kendilerine muhalefet edilmesine, inatla karşı konulmasına sabrettiler. Böyle
bir tutum her dönemdeki insanların tabiatı gereğidir. Onlardan kimisi hakka
kulak verir, kimisi hakka karşı direnir, hak sahibi ile alay eder. O bakımdan
senin davetine karşı konulmasına hayret etme. Onların ruhları hakka ulaşmayı
arzu etmemekte, onlar hayırlı olanı aramamaktadır.
[109]
Dünya
tarihinde hiç bir toplum Yahudilerin yaptıkları gibi çirkin ve ağır suçlar
işlemiş değildir. Onların işledikleri bu suçlar yalnızca insanlara karşı olmakla
kalmayıp Allah'a ve peygamberlere karşı dahi suç işlemişler ve, "Şüphesiz
Allah fakirdir ve biz ise zenginiz" demişler, haksız ve günahsız yere peygamberleri
öldürmüşlerdir. İşte bundan dolayı Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de onları
azarlamakta, bu işleri karşılığında cehennem azabı ile onları tehdit etmekte,
korkutmaktadır.
Onlann
geçmişleri de sonrakileri de işlenen bu suçlara karşı değildir. Bundan dolayı
sonradan gelenlere böyle bir suçun nispet edilmesi, doğru ve yerindedir.
Onlara böyle bir suçun izafe edilmesi uygundur. Daha önce kaydedilen sözü
söyleyenler ile peygamberlerin öldürülmesi geçmiş ataları tarafından yapılmış
olmakla ve aralarından yaklaşık yedi yüz yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına
rağmen bu böyledir. İşte bu, masiyete razı olmanın da bir masiyet olduğunu
göstermektedir. Ebu Davud'un rivayetine göre Kindeli el-Urs b. Amîra Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Yeryüzünde bir günah
işlendiği vakit onu görüp de ondan hoşlanmayan -bir defasında da, "Ona
karşı çıkan" dedi- (o günah) kendisi huzurunda işlenmeyen kimse gibidir.
Huzurunda istenmese de o günaha razı olan kimse ise bizzat onun işlendiğini gören
kimse gibidir."
Yahudilerin
günahlarından bazısı da şöyledir: Allah'a karşı oldukça çirkin ve ileri
derecede yalan ve iftira inadında bulunarak kendilerine şöyle bir emir
verdiğini ve içinde şu hükümlerin bulunduğu bir kitap indirdiğini söylemeleri:
Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini iddia eden bir kimse ateşin
yiyeceği bir kurbanı kendilerine getirmedikçe hiçbir peygambere iman etmeyiniz.
Peygamberin getireceği böyle bir kurban ise onun doğruluğuna delâlet eden bir
mucize kabilinden olacaktır.
Yüce
Allah onlara şöylece cevap vermektedir: Peygamber (s.a.)'in mucizeleri sizin
bu iddialarınızın batıl oluşunu kesinlikle ortaya koyan bir delildir. İsa'nın
mucizeleri de böyledir. Doğru söylediği bilinen kimsenin ise doğrulanması icap
eder.
Onların
bütün meselesi ise muhalefet etmek ve inatla karşı çıkmaktan ibarettir. Yoksa
kanaat sahibi olmak, delil ve belge görmek değildir. İş açıkça ortadadır, yol
açık seçik bellidir. Geçmişte, günümüzde ve her zaman insanların kimisi hakka
kulak vermekte, hakkın çağrısını kabul etmektedir. İslâm ve Kur*an davetini
iman ile karşılayan pek çok insanın ve bir takım Yahudilerin yaptığı gibi. Kimi
insanlar ise hakka karşı olduğunu açıkça ortaya koymakta, açıktan açığa batıla
yardım etmekte, insanlığın faydasını dünya ve ahiretteki mutluluğunu
gerçekleştiren mutlak hayırlı Allah'ın çağrısından yüz çevirmektedir.
[110]
185-
Her can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz verilecektir.
Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhakkak ki o kurtulmuştur.
Dünya hayatı aldanma me-taından başka bir şey değildir.
186-
Andolsun ki siz mallarınız ve canlarınızla imtihan edileceksiniz. Muhakkak
sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan çok ezalar işiteceksiniz.
Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azmedümeye değer büyük işlerden-
"iîer
cara ölümü tadıcıdır" buyruğu Yüce Allah'ın, "Ateşin yiyeceği bir kurban"
buyruğu kabilinden bir istiaredir. Çünkü tatma gerçekte dil ile olur. Nitekim
gerçek anlamıyla yemek, insan ve hayvan hakkında söz konusudur.
"Kim
ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa..." Bu buyrukta bedî' ilminde
mukabele diye adlandırılan sanat vardır.
"Aldanma
metaı" buyruğu bir istiaredir. Burada dünya müşterinin kendisi ile
aldatıldığı, sonra da çürüklüğü, bozukluğu ortaya çıkan bir mala benzetilmektedir.
Burada kusurları gözden saklayan ve aldatan kimse ise şeytandır.
[111]
"Her
can ölümü tadıcıdır." Yani ölüm her bir canın akıbeti ve her bir canlının
sonudur. Geriye anca kerim olan Yüce Allah'ın zatı kalacaktır.
"Ecirleriniz
size eksiksiz verilecektir." Amellerinizin karşılığı tastamam, eksiksiz
olarak verilecektir. Bu cümlenin kendisinden önceki buyrukla ilişkisi şudur:
Hepiniz öleceksiniz. Ölüm sizin için kaçınılmazdır. Fakat ölümünüzün akabinde
itaat ve masiyetlerinizin karşılığı hemen verilmeyecektir. Bu karşılıklar
kabirlerinizden kalkacağınız gün verilecetir. Ödemek (vefa), ecirlerin tam ve
eksiksiz verilmesidir. Daha önce kabirdeki cennet bahçesi yahut nimet ise ecrin
bir kısmıdır.
"Kim
ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhakkak ki o kurtuluşa
ermiştir." Yani istediğini elde etmiştir, amacına ulaşmıştır. Mutlu olmuş,
kurtulmuştur. Yani elde edilmesi umulan her şeye sahip olmuştur. Allah'ın
azabından kurtulmanın ebedî azaptan uzaklaştırılıp Yüce Rabbin rızasına ve
ebedî nimetlere nail olmanın ötesinde ise kurtuluş düşünülemez.
"Dünya
hayatı" yani orada yaşamak "aldanma metaından başka bir şey
değildir." Meta, alınıp satılan şeylerden olup kendisinden faydalanılan
şey demektir. Yani dünya aldatmak, kandırılmak yoluyla satın alınan, sonra da
bozukluğu, bayağılığı ortaya çıkan bir mala benzer. Saîd b. Cübeyr'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Bu, dünyayı ahirete tercih eden kimse için
böyledir. Fakat dünya ile ahireti isteyen kimse için ise dünya maksada
ulaşmanın metaldir.
"Andolsun
ki mallarınız ve canlarınızla"; mallarınızdan farz olan zekâtı vermekle
Allah yolunda infak etmekle ve mallarınızın çeşitli afet ve musibetlere maruz
kılınmasıyla mallarınız hakkında; Allah yolunda esir düşmek, yaralanmak,
korkularla, musibetlerle karşı karşıya kalmak, farz ibadetler ve hastalıklar,
sevilenleri ve akrabaları yitirmek suretiyle de canlarınızla "imtihan
edileceksiniz." Yani gerçek şekli ile durumunuzun ortaya çıkması için
imtihan olunan (sınanan) kişinin muamelesine tabi tutulacaksınız.
"Sizden
önce kitap verilenlerden" yani Yahudi ve Hristiyanlardan "ve şirk
koşanlardan" yani Arap müşriklerinden dininize, Allah'a ve Rasulünüze dil
uzatılması, kadınlarınıza dil uzatılması gibi yollarla, "çok ezalar
işiteceksiniz."
"Eğer"
bunlara "sabrederseniz..." Sabır, hoşa gitmeyen şeylere karşı nefsi
dizginlemek, öfkeyi yutmak, sabırsızlığa ve sıkıntılara karşı takva ve rıza ile
direnç göstermektir, "ve sakınırsanız" emirlerine uymak,
yasaklarından uzak durmak suretiyle Allah'tan korkarsanız, "işte bu,
azmedilmeye değer büyük işlerdendir." Yani vacip olduklarından yerine
getirilmeleri için kesin karar verilen ve üzerlerinde sebat edilmesi gereken
işlerdendir. Yani sabır ve takva, isabetli bir davranış ve irade gücünden
kaynaklanır. Olgun bir akıl ve tefekkürün semeresidir. Ayrıca gevşeklik
gösterilmesi caiz olmayan kesin emirlerdendir.
[112]
Yüce
Allah'ın, "Çok ezalar işiteceksiniz" ayetinin nüzulü ile ilgili
olarak İb-ni Ebi Hatim ve İbnül-Münzir hasen bir sened ile İbni Abbas'tan rivayetlerine
göre Hz. Ebu Bekir ile Finhas'ın daha önce sözü geçen, "Muhakkak Allah
fakirdir ve biz zenginiz" sözü dolayısıyla aralarında geçen tartışma
hakkında nazil olmuştur.
Abdürrezzâk'm
naklettiğine göre ise bu ayet-i kerime, şiiri ile Resulullah (s.a.)'ı hicveden
ve yine şiiriyle ona karşı Kureyş kâfirlerini kışkırtan KaTb b. el-Eşref
hakkında nazil olmuştur.
[113]
Bundan
önceki ayet-i kerimeler Resulullah (s.a.) için bir teselli ve gönlünü hoş etmek
içindi. Bu ayet-i kerimeler de O'nu daha da teselli etmeye devam etmektedir:
Onların sana karşı inatla karşı koymaları, nihayet bir zaman gelecek son
bulacaktır. Gelecek olan her bir şey ise yakın demektir. O bakımdan kederlenme,
üzülme! Şüphesiz kıyamet gününde yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
Dünyanın sonu yakındır. Kıyamet günü ise amellerin karşılığının görüleceği
gündür.
Bu
ayet-i kerimeler, aynı şekilde müminlere de bir hitaptır. Karşı karşıya
kalacakları eziyetlere ve sıkıntılara tahammül etmeye ve bunlara karşı sabretmeye
kendilerini alıştırsınlar diye. Öyle ki bu gibi şeylerle ansızın karşılaşacak
olurlarsa bunlara göğüs germeye hazır olsunlar. Bunlardan herhangi bir şey
onları sıkıntıya düşürmesin. Mümin olmayan kimselerin sıkıntıya düşüp ruhları
daralmadığı gibi, hayattan tiksinip nefret ettikleri gibi onlar da herhangi bir
şekilde sıkıntıya düşmesinler.
[114]
Bu
Yüce Allah tarafından verilen genel bir haberdir. Bütün yaratıkları
kapsamaktadır: Her can ölümü tadacaktır; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Onun üzerindeki her canlı fanidir, celâl ve ikram sahibi Rabbinin
vec-hi (zatı) ise baki kalır." (Rahman, 55/26-27). Bütün cinler, insanlar,
melekler, Arşın yüklenicileri ölürler. Ölmeyen Hayy ve Kayyûm olan tek
Allah'tır. Ebedî ve baki kalan yalnızca O'dur. Evvel O olduğu gibi ahir de O
kalacaktır.
Ayet-i
kerime bütün insanlara yönelik bir tesellidir. Yeryüzünde olsun gökyüzünde
olsun ölmedik kimsenin kalmayacağını, her bir nefsin ruhun bedenden
aynlımasınm tadını duyacağını ifade etmektedir. Sonra kıyamet gününde her bir
kişi yaptığının karşılığını -hayır ya da şer türünden- alacaktır. Güzel
amellerinin karşılığı herkese tam ve eksiksiz olarak verilecektir. Kötülük işleyen
de en uygun ve eksiksiz bir şekilde cezasını görecektir. Hiç bir kimseye en ufak
bir şekilde zulmedilmeyecektir. Zerre ağırlığı kadar dahi.
İtaat
ve masiyetlere ecirlerinin eksiksiz verileceğinin söz konusu edilmesi, hayır
veya şer kabilinden bir takım karşılıkların dünyada veya kabirde insanlara
verileceğine bir işarettir. Buna delil ise Tirmizî ve Taberanî'nin merftı olarak
rivayet ettikleri Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz kabir ya
cennet bahçelerinden bir bahçe yahut cehennem çukurlarından bir
çukurdur."
Ateşten
uzaklaştırılan ve cennete sokulan bir kimse en yüce maksada, en kâmil ve üstün
amaca ulaşmış, nail olmuş demektir. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu
varittir: "Her kim ateşten uzaklaştırılıp cennete koyulmayı arzuluyor ise
Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olarak ölüm gelip onu bulsun. Bir de
kendisine yapılmasını istediği şeyi başkalarına yapsın."
İşte
bu hem Yüce Allah'ın, hem de kulların haklarını korumayı kapsamaktadır, îbni
Ebî Hatim de Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennette sizden herhangi birisinin kamçısı
kadar bir yer, dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden hayırlıdır. Arzu ederseniz
de Yüce Allah'ın, "Kim ateşten uzaklaştırılır da cennete sokulursa muhakkak
ki o kurtulmuştur" buyruğunu okuyunuz."
Allah'ım,
kendisi sebebiyle cennete nail olacağımız, ateşten kurtulacağımız şeylere
karşı bizleri muvaffak kıl!
İçinde
yaşadığımız, yemek içmek gibi bedenî, makam, mevki, üstünlük gibi manevî
lezzetleriyle yararlandığımız dünya hayatı, ancak aldanış ile ve kandırılarak
satın alınan, sonra da bozukluğu, bayağılığı açıkça ortaya çıkan bir mala
benzer. Çünkü dünyaya sahip olan bir kimse her zaman dünyaya karşı bir aldanış
içerisindedir. Yahut da dünya hakir, terk edilmiş, fani ve zeval bulucu olduğu
için böyledir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki siz dünya
hayatını tercih ediyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır."
(Alâ, 87/16-17); "Size verilen her şey dünya hayatının bir metaı ve bir
süsüdür. Allah'ın yanında olan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır."
(Kasas, 28/60). Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Allah'a yemin
ederim, ahiretegöre dünya ancak sizden herhangi birinizin parmağını denize
daldırması gibidir. Bir baksın o (parmağını geri çekince) ne ile geri
döner."
[115]
Bu
şekilde dünya hayatının basit gösterilmesi onu ahirete tercih eden kimse
içindir. Saîd b. Cübeyr der ki: "Şüphesiz bu, dünyayı ahirete tercih eden
kimse için böyledir. Dünya ile ahireti isteyene gelince dünya onun için maksadına
ulaşmak için bir metadır."
[116]
Dünyayı ahirete üstün tutan bir kimse, satıcının kendisini aldattığı ve
kusurlarını gizlediği, daha sonra da aldığı malın bozukluğunu ve bayağılığını
açıkça gören, zararlı bir alışverişte bulunan kimseye benzer.
Daha
sonra Yüce Allah, Uhud gazvesi sonrası türlü sıkıntı, musibet ve zorluklara
katlanmak için ruhu alıştırmak ve eğitmek istediğinden Muham-med Mustafa (s.a.)
ve müminlere şu haberi vererek hitap etmektedir: Dünya canlarda ve mallarda bir
imtihan ve bir sınav yurdudur. Öldürülmek, esir alınmak, yaralanmak, türlü
korku ve musibetlerle karşı karşıya kalmak suretiyle canlarda, hayır yollarında
infak ve türlü afet ve musibetlere maruz kalmak suretiyle de mallarda olan bir
imtihan. Bu Yüce Allah'ın, "Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan,
canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenlere
müjdele!" (Bakara, 2/155) buyruğunu andırmaktadır.
Müslümanlar
ve peygamberleri Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Arap müşriklerinden
kendilerine çokça rahatsızlık ve eziyet veren şeyler işiteceklerdir. Bu eziyet
kimi zaman dini, Kur'anı ve Peygamberi dahi kapsayabilir. Fakat Yüce Allah,
Bedir gazasından önce Medine'ye dönüşleri sırasında müminleri böylelerinden
görecekleri eziyetlere karşı teselli ederek ve bu konuda fayda verecek ilaç ve
tedaviyi belirterek, izlemeleri gereken yolu göstermiştir. Bu ise affetmek,
sabretmek, bağışlamak, emrolunan şeyleri yerine getirmek, yasaklardan kaçınmak
suretiyle Allah'tan korkmaktır. Eğer onlar bunu yerine getirecek olurlarsa,
kendi rahmetinden onlara iki kat ecir verecektir. Çünkü sabır ve takva
azmedilmeye değer olan işlerdendir. Yani herkesin azim ve kararlılıkla yerine
getirmesi gereken işler arasındadır.
[117]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki gerçekleri göstermektedir:
1- Dünya fanidir, ahiret bakidir. Şanı yüce Allah'ın kerim zatı dışında
her şey yok olacaktır. Ahiret yurdu ise ceza ve hesap yeridir. Gerçek ve
eksiksiz mutluluk cennete nail olmak ve cehennemden kurtulmakla gerçekleşir.
Kişinin
ölümü yaklaştığı sırada rahatsız olmaması, sıkılmaması için şeha-det kelimesini
telkin etmek sünnettir. Çünkü Resulullah (s.a.) Ahmed, Müslim ve Sünen
sahiplerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur:
"Ölülerinize lâ ilahe illallah'ı telkin ediniz." Ta ki bu, onun
söyleyeceği son söz olsun ve şehadet kelimesi getirerek amelleri mühürlensin.
Yine böyle bir vakitte Yasin suresini okumak müstehaptır. Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize Yasin suresini okuyunuz."[118]
Ümmü'd-Derdâ yoluyla gelen hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Yanında Yasin suresi okunan ölümü yaklaşmış her bir kimse
için ölüm mutlaka kolaylaştırılır."
Ölen
kimse gasledilir (yıkanır) -şehit bundan müstesnadır-, kefenlenir, üzerine
namaz kılınır ve toprağa gömülür. Cenazeyi çabucak götürmek sünnettir. Çünkü
Kütüb-i Sitte sahiplerinin ve İmam Ahmed'in rivayet ettiklerine göre Ebu
Hureyre Resulullah (8.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Cenazeyi
çabucak götürünüz. Eğer o cenaze salih ise siz de onu kendisine doğru götürdüğünüz
bir hayra çabuklaştırırsınız. Eğer başka türlü ise boyunlarınızdan atacağınız
bir kötülükten kurtulursunuz."
2- İtaatlere ecirlerin, günahlara karşı da cezanın eksiksiz verilmesi
kıyamet gününde gerçekleşecektir. Müminin ecri sevaptır, kâfirin ecri ise
cezadır.
3- Dünya çok aldatıcıdır. Mümini aldatır, kandırır. O da dünya fani
olduğu halde, uzun süre kalacağını zanneder. Halbuki dünya daha çok kendisinden
faydalanılan, kendinden yararlanılan basit bir mala benzer. Bir balta, bir tencere,
bir kova gibi. Sonra bu faydalanılan eşya zeval bulur ve mülk olarak elde
kalmaz. İşte bu, Yüce Allah'ın, "Dünya hayatı aldanma metaından başka bir
şey değildir" buyruğu ile ilgili müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği
görüştür.
4- Dünyanın nimetleri de, onun yüz çevirip elden çıkması da kalıcı ve daimi,
bağlanılacak bir şey değildir. İnsanlar orada sulanmaktadır. Türlü musibet ve
olaylar ile, Allah'ın yolunda infak ve şer*î diğer mükellefiyetlerle mallarında;
ölüm, hastalık, sevilenleri kaybetmek gibi hallerde de canlan konusunda
sınanmaktadırlar.
Mümin
kimi zaman Kur'an'a, dine ve peygamberine dil uzatılarak eziyet görebilir. Bu
durumda ona düşen sabretmek, takvaya sımsıkı sarılmak, dil uzatan kâfirlerden
yüz çevirmek, akidesi üzere sebat göstermek, türlü sıkıntılara ve gerektiğinde
Allah yolunda savaşmaya katlanmaktır. Yüce Allah kullarına sabrı ve takvayı
teşvik etmektedir. Bunların büyük işlerden olduğunu haber vermektedir. Yani
herkesin kararlılıkla yerine getirmesi gereken azmedilmeye değer işlerdendir.
Bu ise iradenin kuvvetine, kararlılığa ve üstün gayrete delildir. Kurtubî der
ki: Azmedilmeye değer iş, onların kararlı ve sarsılmaz bir irade ile yerine
getirilmesi demektir.
Kurtubî'nin
de belirttiği gibi bu ayet-i kerime, daha tercihe değer görüşe göre, neshedilmiş
değildir. Çünkü en güzel şekilde tartışmak ve her zaman için karşı tarafı uygun
sözlerle iknaya çalışarak idare etmek, teşvik edilmiş bir davranıştır. Hz.
Peygamber de savaşla emrolunmakla birlikte, Yahudilerle barış yapar, onları
idare etme yoluna gider, münafıkları affederdi.[119]
187'
Hani bir zamanlar Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu muhakkak
insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz" diye teminat
almıştı. Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar. Onu az bir bedele değiştiler.
O aldıkları bedel ne kötüdür!
188-
Getirdikleriyle mağrur ve yapma-dıklanyla övülmekten hoşlanan kimselerin
azaptan kurtulacaklarını sakın sanmayasın, sanmayasm! Onlar için pek acıklı bir
azap da vardır.
189-
Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, Allah her şeye kadirdir.
"Onlar
ise onu sırtlarının arkasına attılar ve onu az bir bedele değiştiler."
Atmak ve değişmek kelimelerinde istiare vardır. Çünkü verilen söze gereği gibi
bağlı kalmamak bir şeyin kenara atılıp bırakılmasına benzetilmiştir. Sözün
yerine değiştikleri şeyle amel ise, Allah'ın ayetlerini gizleme karşlığında
dünya mallarından az bir karşılık almaya benzetilmiştir.
Yüce
Allah'ın, "Onu muhakkak açıklayıp... gizlemeyeceksiniz" kelimeleri
arasında ise mukabele sanatı vardır.
[120]
"Allah,
... kitap verilenlerden" Yahudiler ve Hristiyanlardır. "Onu muhakkak
insanlara açıklayıp" içinde bulunan bütün hükümleri Peygamber Muham-med
(s.a.)'in peygamberliği haberi de dahil olmak üzere, bütün haberleri insanlar
doğru tanısınlar diye mutlaka açıklayacaksınız "anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz"
yani Kitap'ı saklamayacaksınız "diye teminat almıştı." Mîsâk
(teminat), pekiştirilmiş söz demektir. Tevrat'ta peygamberler vasıtasıyla kendilerinden
alınan sözdür. "Onlar ise onu sırtlarının arkasına attılar." Bu sözü
bir kenara attılar ve ona aldırış etmediler. "Ve onu az bir bedele
değiştiler." Onun yerine dünyadan oldukça değersiz bir karşılık aldılar.
Buna sebep ise ilimdeki önderlikleriydi. Onlar bu bedeli alıp gizlediler.
"O aldıkları bedel ne kötüdür!" Ne kötü bir alışveriş yaptılar!
"Getirdikleriyle"
insanları saptırmalarıyla "mağrur ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanan"
dalâlet üzere oldukları halde hakka sarılmak gibi yapmadıkları şeylerle
insanların kendilerini övmesini isteyen "kimselerin azaptan
kurtulacaklarını" yani ahirette herhangi bir şekilde azaptan kendilerini
kurtarabileceklerini sanma! Aksine onlar azap görecekleri bir yerde
olacaklardır ki, bu da cehennemdir, "sanmayasın, sanmayasın!" İkinci
"sanmayasın" tekit içindir. "Onlar için çok acıklı bir azap da
vardır." Yani o cehennemde onların canını yakacak bir azap vardır.
[121]
"Getirdikleriyle
mağrur... sanmayasın" mealindeki 188. ayetin nüzulü ile ilgili olarak
Buharı, Müslim ve başkaları Humeyd b. Abdurrahman b. Avf yoluyla şunu rivayet
etmektedirler: Mervân kapıcısına dedi ki: Ey Râfi', İbni Ab-bas'ın yanına git
ve de ki: "Yaptıkları ile sevinen ve yapmadıkları dolayısıyla da övülmeyi
arzulayan her birimiz azaba uğratılacak isek şüphesiz hep birlikte azap
göreceğiz." Bunun üzerine İbni Abbas dedi ki: "Sizin bununla ilginiz
ne ki: Bu ayet-i kerime Kitap Ehli hakkında nazil oldu." Resulullah (s.a.)
onlara belli bir şey hakkında soru sordu, onlar da o şeyi gizleyip ona
açıklamadılar; başka türlü haber verdiler. Böylelikle kendilerine sorduğu şeye
dair haber verdikleri hissini ona vererek yanından çıktılar ve bundan dolayı da
ondan övülmeyi beklediler. Diğer taraftan kendilerine soru sorduğu şeyi
gizlediklerinden dolayı da sevinip memnun oldular.
Buharî
ve Müslim de Ebu Said el-Hudrfden şunu nakletmektedirler: Münafıklardan bazı
kimseler Resulullah (s.a.) gazaya çıktığında geri kalır, onunla savaşa
çıkmazlardı. Resulullah (s.a.)'m kendilerini geride bıraktığından ve evlerinde
oturduklarından dolayı sevinirlerdi. Hz. Peygamber geri döndüğünde ona özür
beyan ederler ve yemin edip yapmadıkları işlerden dolayı övülmek isterlerdi.
İşte bunun üzerine şu, "Getirdikleriyle mağrur ... sanmayasın."
ayet-i kerimesi nazil oldu.
Abdürrezzak
da Tefsîr'inde Zeyd b. Eslem'den şunu rivayet etmektedir: Râfi' b. Hadîc ile
Zeyd b. Sabit Mervân'ın yanında bulunuyorlardı. Mervân dedi ki: Ey Râfi' şu,
"Getirdikleriyle mağrur ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanan
kimselerin... sanmayasın." ayeti ne hakkında nazil oldu? Râfi' dedi ki: Bu
ayet-i kerime bir grup münafik hakkında nazil oldu. Bunlar Resulullah (s.a.)
(savaşa) çıktığı vakit özür beyan eder ve şöyle derlerdi: "Bizi sizinle
birlikte çıkmaktan alıkoyan tek şey meşguliyet oldu. Sizinle beraber olmayı çok
arzu ederdik." İşte Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi onlar hakkında indirdi.
Mervân ise böyle bir şeyi kabul etmemiştir. Râfi' bundan dolayı sabırsızlanarak
Zeyd b. Sâ-bit'e şöyle dedi: "Allah adına size and veriyorum, sizler de
benim bu dediğimi bilmiyor musunuz?" Onlar, "Evet" diye cevap
verdiler.
Hafız
İbni Hacer der ki: 8u görüş ile İbni Abbas'ın açıklamalarının arasını şöylece
bulmak mümkündür: Bu ayet-i kerime aynı şekilde her iki kesim hakkında nazil
olmuş olabilir.
[122]
Âl-i
İmran suresi Kitap Ehli'nden söz etmekte, Hristiyanlarla tartışmaktadır.
Yahudilerin oldukça garip bir takım davranışlarını Peygamber Muham-med
(s.a.)'in nübüvvetine yönelttikleri tenkitlerini nakletmektedir. Bunun akabinde
ise Uhud ve bedir gazalarına dair açıklamalar yer almaktadır. Burada da ayet-i
kerimeler Yahudilerle Hıristiyanların hayret verici durumlarından söz
etmektedir. Bu da dine dil uzatıp tenkit etmeleridir. Halbuki onlar kitapları
Tevrat ve İncil'de bulunan Muhammed (s.a.)'in nübüvvetinin ve risaletinin doğruluğunu
açıkça ortaya koyan delillerini açıklamakla emrolunmuşlardı.
[123]
Bu,
Yüce Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla Muhammed (s.a.)'e iman etmelerine ve
insanlar arasında ondan açıkça söz etmelerine dair kendilerinden söz aldığı
Kitap Ehli'ne yönelttiği bir azar ve bir tehdittir. Bunların, kendilerinden
alınan söz gereği Hz. Peygamberin peygamberliğine imana hazır olmaları
gerekirdi. Fakat onlar bunu gizlediler. Buna karşılık da oldukça değersiz bir
bedel aldılar. Bunun sonucu olarak dünya ve ahiret hayrından kendilerine vaad
olunan mükâfatı da kaybettiler. Onların giriştikleri bu alışveriş, yaptıkları
bu ticaret ne kadar kötüdür!
Bu
ise ilim adamlarını, onların izledikleri yolun aynısını izlemelerine karşı bir
sakındırmadır. Onlar gibi davranırlarsa, onlara isabet eden, bu şekilde
davranan ilim adamlarına da isabet edecektir. Bu nedenle ilim adamlarına düşen
görev şudur: Sahip oldukları ve salih ameli gösteren faydalı bilgiyi cömertçe
öğretsinler. Ondan herhangi bir şeyi gizlemesinler. Çeşitli yollardan
Resulullah (s.a.)'tan rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu
varittir: "Her kime bir bilgiye dair bir soru sorulur, o da onu gizlerse
kıyamet gününde ona ateşten bir gem vurulur."
[124]
Ayeti
kerimenin anlamını şöylece açıklayabiliriz: Ey Muhammed! Allah'ın peygamberleri
aracılığıyla Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanlardan sağlam bir şekilde ahit
alışını hatırla! Onlar kitaplarını insanlara açıklayacaklar, hiçbir şeyini
gizlemeksizin izhar edecekler, naslannda herhangi bir tahrif veya yanlış tevile
sapmayacaklardı. Doğru yola iletilmeleri için müminlere, müminlerden
başkalarına da bunu açıkça bildireceklerdi.
Fakat
kendileri kitaplarını arkalarına attılar. Tevrat'ı ve İncil'i terk ettiler.
Aralarından bazıları ise onda yer alan buyrukları anlamadan, ezberliyorlardı.
Bir başka kesim ise onu tahrif ettiler ve yanlış bir şekilde yorumladılar. Buna
karşılık da çok basit bir dünyalık aldılar. Yani yalancı şöhret, zahirî bir
başkanlık, gelip geçen bir mal gibi değersiz dünyevî faydalar karşılığında bu
işi yaptılar. Gerçete onlar bu alışveriş veya bu değişimde aldanmış oldular.
Çünkü dünyada da ahirette de oldukça pahalı ve değerli olan kendilerine vaad
olunan o büyük hayrı terk ettiler, buna karşılık hakir ve basit olan rüşvet,
bağış, maddî hediyeler -konumlarını ve vaziyetlerini korumak üzere- basit ve
önemsiz şeyler aldılar.
Onların
bu satın aldıkları şey ne kadar kötüdür! Çünkü onlar fani şeyleri ebedî
nimetler karşılığında aldılar.
İşte
bu, ilmin yayılmasının ve insanlara öğretilmesinin vacip oluşuna delildir. Âli
(k.v.) buyurur ki: "Yüce Allah ilim ehlinden öğreteceklerine dair söz
almadıkça bilgisizlerden de öğreneceklerine dair söz almış değildir."
Hasan-ı Basrî de der ki: "Yüce Allah'ın ilim ehlinden almış olduğu söz
olmasaydı, hakkında soru sorduğunuz pek çok şeye dair size açıklamalar
yapmazdım."
Daha
sonra Yüce Allah, Kitap Ehli ve münafıklar arasından vermedikleri şeyleri çok
gibi gösterenlerin ve riyakârlık yapanların konumlarını açıklamaktadır.
Nitekim Buharî ile Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Her kim (malı) daha çoğalsın diye yalan bir iddiada bulunursa
Allah onun noksanlığından başka bir şeyini artırmaz." Yine Buharî ile
Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Kendisine verilmemiş şeyler ile (verilmiş gibi) tokluk izhar eden bir
kimse, iki tane yalan elbise giyinmiş gibidir. *
İşte
bu, Kitap Ehli'nin ve başkalarının durumlarından bir örnektir. Yüce Allah
müminleri böyle bir halden sakındırmak için bunu bize zikretmektedir. O
balamdan ya Muhammed, zannetme ki gerçekleri değiştirenler doğru bilgiyi ve
sana karşı hakkı gizleyerek Kitab'ı olmadık şekilde tevil ve tahrif etmelerine
sevindiler ve bunu yaptıkları için de Kitab'ın belleyicileri ve yorumcuları
olarak övülmeyi hak ettiler. Ve onların bundan dolayı kendilerinin bir şeref ve
üstünlüğe sahip olduklarını görüşüne kapılan, gereksiz yere ve bir sebep olmaksızın
kendilerine teşekkür edilmesi gerektiğini yahut da kendilerine sorulan şeye
dair doğru haber verdiler diye teşekküre lâyık olduklarını ya da cihada
çıkmayıp geri kalan ve ileri sürdükleri mazeretler dolayısıyla münafıkların
yaptıklarının kendilerini azaptan kurtaracağını zannetmeyesin! Çünkü onların
bütün yaptıkları hakkı, nuru ve hidayeti yöneticilerin ve genel olarak insanların
nevalarına uygun şekilde değiştirmekten ibarettir.
Sen
hiç bir zaman böylelerinin azaptan kurtulacaklarını zannetme! Bilakis onlar
için dünyada yardımsız bırakılmak, yerin dibine geçirilmek, zelzelelere
uğratılmak, tufan ve buna benzer büyük afet ve musibetlere maruz kalmak
şeklinde; ahirette ise iftiraları, Allah'ın kitabını tahrif edip
değiştirmelerine ceza olarak cehennemde toplanmaları suretiyle oldukça acıklı
ve çetin bir azap vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbin
zulmeden ülkeleri yakaladığı zaman, işte böyle yakalar. Şüphesiz O'nun
yakalayışı pek acıklı ve pek çetindir." (Hûd, 11/102).
Diğer
taraftan Yüce Allah'ın, "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" buyruğu,
"Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz." (Âl-i İmrân, 3/181)
diyenlere karşı bir delil ve onları yalanlayıcı bir ifadedir. Müminlere şöyle
buyurmaktadır: Ey müminler! Kitap Ehli'nin bu yaptıkları ve sizin nail
olamadığınız zafer sizi üzmesin, görevlerinizi yerine getirme hususunda size
zaaf vermesin. Siz hakkı açıklayın, ondan hiç bir şey gizlemeyin. Allah'ın
doğru hükümleri karşılığında hiçbir şey almayın, onları bir şeye değişmeyin.
Çünkü alacağınız bu şey istediği kadar çok olsun, gerçekte azdır. Yapmadığınız
şeylere sevinmeyin. Şüphesiz Allah sizin üzüntülerinizi gidermeye kadirdir,
düşmanlarınıza karşı size yardımcı olur. Size hayır ve lütuflannı bol bol ihsan
eder. Çünkü o Yüce Allah, her şeyin mutlak malikidir, her şeye gücü yetendir.
Hiç bir şey O'nu acze düşüremez. O'ndan korkun, O'nun emirlerine aykırı
davranmayın. O'nun gazabından, intikamından sakının. Çünkü bütün bu varlık
âleminde herşeyden daha büyük ve daha muktedir olan O'dur.
[125]
Ayet-i
kerimeler azarlama, sakındırma, iddialara karşı delil getirme ve iddiaları
yalanlamayı ihtiva etmektedir.
Bu
ayet-i kerimeler Muhammed (s.a.)'e iman etmekle, onun gerçek durumunu açıklamakla
emrolunup da niteliklerini gizleyen Kitap Ehli için bir azardır. Bu ayet-i
kerimede üç görevin söz konusu edildiği anlaşılmaktadır: İlim adamları Allah'ın
kitabını açıklamalı, bunu insanlara anlatıp kavratmak, Ki-tap'ta bulunan
öğütleri, genel ve özel hükümlerdeki sır ve incelikleri açıklamalıdırlar. Din
Müslümanlara gerçek olarak anlayacakları şekilde ve ümmetin geri kalışından,
zayıflığından ve bozuluşundan kurtulmanın biricik yolunun din olduğunu
bilmelerini sağlayacak şekilde açık seçik anlatılmalıdır. Diğer taraftan dinin
hükümleri, Müslüman olmayanlara da açıklanmalı, insanlar bu din vasıtasıyla
hidayet buluncaya kadar doğru yola çağnlmahdır.
Bu
ayet-i kerimeler aynı zamanda gerçekleri örtüp saklayan, Allah tarafından
indirilmiş kitapların manalarını değiştiren basit ve anlamsız özürlerle
cihaddan geri kalan Kitap Ehli ve münafıkların fiillerinden de sakmdırmayı
ihtiva etmektedir.
Yine
bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'a fakirliği, kendilerine de zenginliği nispet
eden Yahudilere karşı bir delil ve onları yalanlamadır. Göklerin, yerin ve her
ikisinde bulunanların mutlak maliki olduğu, göz kamaştırıcı boyutlarda her şeye
kadir olduğu, her şeyde kesin hakimiyetin O'nun olduğu belirtilerek iddialar
kesinlikle reddedilmektedir.
[126]
190-
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında,
elbette olgun akıl sahipleri için deliller vardır.
191-
Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Allah'ı anar,
göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve derler ki): "Rabbimiz, sen
bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Artık bizi ateş azabından
koru.
192-
"Rabbimiz, şüphe yok ki sen kimi ateşe sokarsan onu hakir kıldın demektir.
Zulmedenlerin hiç bir yardımcıları yoktur.
193-
"Rabbimiz, biz, "Rabbinize iman edin" diye imana çağıran bir
davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla,
kötülüklerimizi ört, ruhumuzu da iyilerle birlikte al.
194-
"Rabbimiz, bize peygamberlerinle vaad ettiğini de ver. Kıyamet gününde
bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki sen vaadinden dönmezsin.
195-Nihayet
Rableri dualarına şöyle karşılık verdi: "İçinizden gerek erkek, gerek
kadın olsun amel eden hiç bir
kimsenin
amelini elbette boşa çıkarmayacağımı Kiminiz kimiaizdesgisiz. Şimdi hicret
edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyet görenlerin,
savaşıp da öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim. Andol-sun ki
-Allah'tan güzel mükâfat olmak üzere- onları altından ırmaklar akan cennetlere
sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah nezdindedir."
"Onlar
ki..."; ya olgun akü sahiplerinin sıfatıdır ya da yeni bir müptedadır
haberi ise "ve derler ki" takdiri ile "Rabbimiz..."
kelimesidir. "Ruhumuzu da iyilerle birlikte al." buyruğu ise,
iyilerle birlikte iyi kimseler olarak al, takdirindedir.
"Peygamberlerinle" buyruğu ise peygamberlerin vasıtası ile, onların
sözleriyle... takdirindedir.
[127]
"Rabbimiz"
kelimesi itnâb kabilinden tazarru ve niyazda mübalağa ifade etmek üzere beş
defa tekrarlanmıştır.
"Zulmedenlerin"
kelimesi zamir gelecek yerde, açıkça zikredilmiştir. Bundan maksat ise
hakirliğin onlara has olduğunu ifade etmektir. Diğer taraftan, "Göklerin
ve yerin" ile "gece, gündüz", "ayakta iken,
otururken", "gerek erkek gerek kadın" buyruklarında tıbâk
vardır. Yine "peygamberlerinle" buyruğunda hazf ile yapılan îcaz
vardır. Yani peygamberlerin vasıtasıyla, onların dilleriyle demektir. Yine
"düşünürler... Rabbimiz" buyruğunda da aynı şekilde hazf ile yapılan
îcaz vardır. Yani, düşünürler ve derler ki: Rabbimiz... takdirindedir.
Ayet-i
kerimelerde Yüce Allah'ın şu buyruklarında da mugayir cinas vardır: "İman
edin... iman ettik" "Amel eden hiçbir kimsenin amelini imana çağıran
bir davetçi" buyruklarında da mugayir cinas vardır. "Elbette ...
deliller vardır." buyruğunun başında "lam" harfinin "inne=
muhakkak" in haberinin başına gelmesi, tekidi artırmak içindir.
"Ayetler= deliller" kelimesinin belirtisiz (nekre) gelmesi ise,
onların değerlerinin yüksekliğine işaret içindir.
[128]
"Muhakkak
... yaratılışında" Yaratmak (halk), düzen ve sağlamlığa delâlet eden ölçü
ve tertiptir.
"Gökler"
yukarıda görülen üstümüzdeki her şeye "gök" denir. "Yer"
üzerinde yaşadığımız gezegendir. "Göklerin ve yerin yaratılışında";
daha önce onlara benzer bir örnek olmaksızın var edilmelerinde. Bu, aynı
zamanda göklerde ve yerde hayret verici her bir şeyi kapsamaktadır, "gece
ile gündüzün değişip durmasında" birinin ötekinin ardından gelmesi ile
birlikte mevsimlere ve yer küresinin coğrafî bölgelerine göre uzayıp
kısalmasında "olgun akıl sahipleri için" akıllı kimseler için
Allah'ın varlığına, kudretine, vahdaniyetine belge teşkil eden "deliller
vardır."
"Yanları
üstünde yatarken", yani her durumda "daima Allah'ı anar". İbni
Abbas'tan nakledilen açıklamaya göre onlar, takatlerine göre bu şekilde dahi
namaz kılarlar, demektir, "ve göklerin ve yerin yaratılışını"; bunu
onları var edenin kudretine delil olarak görmek üzere "düşünürler (ve
derler ki:) Rabbimiz... boşuna" faydasız, boş yere "yaratmadın.
Aksine sen bunları kutretine delil olmak üzere yarattın."
"Sen
pak ve münezzehsin." Boş şey yaratmaktan, sana yakışmayan her şeyden yüce
ve münezzehsin.
"Hakir
kıldın" yani değersiz kıldın. "Zulmedenlerin" kâfirlerin
"hiç bir yardımcıları yoktur." Burada "zulmedenler"
kelimesi hakirliğin onlara tahsis edildiğini hissettirmek üzere zamir yerine
açıktan zikredilmiştir. "Hiç bir yardımcıları yoktur" buyruğunun
anlamı ise Yüce Allah'ın azabına karşı kendilerini koruyacak hiç bir
destekçileri yoktur demektir.
"Günahlarımızı
bağışla." Masiyetlerimizi ört. Günah (zenb), Şer*î emir ve yasaklara
aykırı davranmak demektir.
"Kötülüklerimizi
ört." Kötülük (seyyie), küçük günah ya da kul hakları ile ilgili olarak
bazı kusur çeşitleridir. Bunlar dolayısıyla bizleri cezalandırarak bunları
açığa çıkarma.
"Ruhumuzu
iyilerle birlikte al!" Yani sen bizim canımızı, amellerini güzel bir
şekilde yapmış bulunan peygamber ve salihler arasına kat. Onlarla birlikte
bizleri öldür. "Peygamberlerinle vaad ettiğini de ver." Yani
peygamberlerin vasıtasıyla bize vaad ettiğin rahmet ve lütfü ihsan et.
Burada
dikkat edilecek olursa, insanların bu hususları istemeleri, bunlara hak kazanan
kimselerden kılınmalarını istemek demektir. "Rabbimiz" buyruğunun
tekrarlanması da Yüce Allah'a niyazda mübalağa içindir. "Miad = vaad"
öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair vaaddir.
"Şöyle
karşılık verdi." Yani onların dualarına şöylece karşılık verdi: "Amel
eden hiç bir kimsenin amelini elbette boşa çıkarmayacağım." Yani onu
sevapsız bırakmayacağım. "Kiminiz kiminizdensiniz."'Yani sizin bir
bölümünüz bir bölümünüzden olmuştur. Yani erkekler dişilerden ve dişiler
erkeklerden var edilmiştir. Bu cümle önceki buyrukları tekit mahiyetindedir.
Yani amellerin karşılıklarının verilmesinde de amellerin boşa çıkarılmamasında
da aranızda fark yoktur. Bu ayet-i kerime Ümmü Seleme (r. anhâ)nin, "Ey
Allah'ın rasulü ben hicret hususunda kadınlardan herhangi bir şekilde söz
edildiğini duymadım" demesi üzerine nazil olmuştur.
"Şimdi
hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların" İslâm'ın ilk dönemlerinde
Mekke'den Medine'ye göçenlerin, "benim yolumda" dinim, bana ibadet ve
itaat sebebiyle "eziyet görenlerin elbette günahlarını örteceğim."
Mağfiret ederek saklayacağım. "Allah'tan güzel mükâfat olmak üzere";
bu, "örteceğim" buy-ruğundaki anlamı tekit etmektedir.
"Allah'tan" ifadesinde de mütekellimden gaibe iltifat vardır.
"Mükâfatın" ecrin, karşılığın "en güzeli Allah
nezdindedir."
[129]
"Muhakkak
göklerin ve yerin yaratılışında.... "diye başlayan 190. ayetin nüzulü ile
ilgili olarak Taberanî ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Kureyşliler Yahudilere varıp şöyle dediler: "Musa
sizlere ne gibi ayetler (mucizeler) getirdi? Yahudiler şu cevabı verdiler:
"Asası ve bakanlara bembeyaz görülen eli" dediler. Hristiyanlara
gidip, "İsa nasıldı" diye sordular. Onlar da, "İsa anadan doğma
körü, alacalıyı iyileştirir, ölüyü diriltir-di" dediler. Bu sefer
Peygamber (s.a.)'e varıp şöyle dediler: "Haydi bizim için
Rabbine
dua et, şu Safa tepesini altın kılsın." O da Rabbine dua etti, bunun
üzerine, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti nazil
oldu. İşte bunun üzerinde düşünmelidirler. İbni Kesir der ki: Ancak bu rivayet
müşkildir (açıklanması zordur). Çünkü bu ayet-i kerime Medine'de inmiştir.
Onların Sa-fâ'nın altına dönüşmesini istemeleri ise Mekke'de olmuştur.[130]
Yüce
Allah'ın, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi..." diye
başlayan 195. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da Saîd b. Mansûr, Tirmizî,
Hâkim ve İbni Ebî Hatim, Ününü Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Ey Allah'ın Rasulü, ben hicret hususunda kadınlardan söz edildiğini duymadım.
Bunun üzerine Yüce Allah, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık
verdi..." buyruğunu indirdi.
[131]
Kâfir
ve münafıklarla müminler arasından kusurlu hareket edenler ile tartışıldıktan
ve konu ile ilgili şüpheler cevaplandırıldıktan sonra Âl-i İmran suresi bu
ayet-i kerimelerle sona ermektedir. Bundan maksat ise dikkatleri Allah'ın
varlığını, birliğini, azamet ve kibriyasını ispat eden şeylere yöneltmektir.
Bu
ayet-i kerimelerin fazileti:
Bu
ayetlerin faziletine dair bir çok hadis-i şerif varit olmuştur. Bunlardan bir
kısmı şöyledir: İbni Merdûveyh ve Abd b. Humeyd, Atâ'dan şöyle dediğini rivayet
ederler: Ben İbni Ömer ve İbni Ubeyd b. Ömer, Aişe (r. anhâ)nin yanına vardık.
Bizimle onun arasında bir perde (hicâb) vardı. Ey Ubeyd dedi, seni ziyaretimize
gelmekten alıkoyan nedir? Şu cevabı verdi: Şairin, "Aralıklı ziyaret et
sevgin artsın" sözüdür. İbni Ömer der ki: Sen bizimle bu şekilde konuşmayı
bırak da Resulullah (s.a.)'m gördüğün en şaşırtıcı halini bizlere bildir. Hz.
Aişe ağladı ve dedi ki: Onun her işi hayret verici ve şaşırtıcıydı. Benim
yanımda olması gereken gecede bana geldi. Teni tenime değdi, sonra şöyle
buyurdu: "Bana izin ver de Azız ve Celîl olan Rabbime ibadet edeyim."
Hz. Aişe dedi ki: Şöyle dedim: Allah'a yemin ederim, ben sana yakın olmayı çok
severim. Bununla birlikte Rabbine ibadet etmeni de severim. Bunun üzerine
kalktı, kırbadan su aldı. Fazlaca su dökmedi. Daha sonra kalkıp namaza durdu.
Sakalları ıslanınca-ya kadar ağladı, ardından secdeye vardı. Yeri ıslatacak
kadar ağladı. Sonra yanı üzere yattı yine ağladı. Nihayet Bilâl geldi, ona
sabah namazının vaktinin girdiğini haber verdi. Ey Allah'ın Rasulü, dedi. Allah
senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde ne diye ağlıyorsun?
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yazık sana ey Bilâl, bu gece bana Yüce Allah,
"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip
durmasında elbette olgun akıl sahipleri için deliller vardır" ayetini
indirmişken ne diye ağlamayayım." Daha sonra şöyle buyurdu: "Bu ayeti
okuyup da üzerinde düşünmeyenlerin vay haline!" Evzaî'ye, "Peki bu
ayetler üzerinde düşünmekten maksat nedir?" diye sorulunca, O,
"Bunları iyice belleyerek, anlayarak okumaktır" cevabını verdi.[132]
Şüphesiz
göklerin ve yerin yoktan var edilmesinde, göklerin yükseklik ve genişliğinde, yerin
ise alçaltüıp kesafet kazanmasında, hayat için elverişli oluşunda, göklerde
bulunan harikulade düzen, belli yörüngelerde seyreden yıldızlar, gezegenler,
galaksiler, denizler, dağlar, nehirler, ekinler, bitkiler, meyveli ve meyvesiz
ağaçlar ve madenlerde zenginlik kaynaklarında, mevsimlere ve bölgelere göre
sene boyunca uzayıp kısalarak bazen de eşitlenerek gece ile gündüzün ardı
arkasınca gelmesinde şüphesiz Allah'ın varlığına, kudretinin mükemmelliğine,
azametine delâlet eden bir çok belgeler, ayetler vardır. Ancak bunların
farkına varabilmek, eşyayı gerçek şekilleri üzere idrak eden ve akılsız, sağır
ve dilsizler gibi olmayan olgun akıl sahiplerinden beklenen bir harekettir.
Öbür türlü sağır ve dilsiz, akıl etmeyen kimseler hakkında ise Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, bunlardan yüz
çevirenler olarak üzerlerinden geçer, giderler. Onların çoğu şirk koşmaksızın
(bir türlü) Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 12/105-106).
Daha
sonra Yüce Allah olgun akıl sahiplerini şöylece nitelendirmektedir: Bunlar hem
zikrederler, hem de düşünür ve ibret alırlar. Ayakta durarak, oturarak, yanlan
üzerinde yatarak velhasıl her durumda Allah'ı anarlar. İçlerinde, kalplerinde,
dillerinde bütün halleriyle Allah'ı sürekli anarlar.
Göklerde
ve yerde bulunan yaratıcının azametine, kudretine ve rahmetine delâlet eden
sırlar, menfaat ve hikmetler üzerinde düşünür ve onları kavramaya çalışırlar.
Tefekkür
yaratıcının yaptıkları ve yarattıkları üzerinde olur, yaratıcının kendisinde değil.
Çünkü onun zat ve sıfatlarının hakikatine ulaşmak imkânsızdır. el-Asbahânî,
Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
tefekkür etmekte bulunan Ashabının yanına geldi, dedi ki: "Siz Allah'ın
yarattıkları üzerinde düşünün. Yaratan hakkında düşünmeyin. Çünkü sizler
Allah'ı hakkıyla takdir edemezsiniz." Hasan-ı Basrî de der ki: "Bir
anlık tefekkür bir gece ibadetten hayırlıdır."
Tefekkür
eden zikir ehli derler ki: Rabbimiz, sen bu mahlûkatı boşuna yaratmadın. Boş
ve gereksiz yere bunları var etmedin. Sen batıl iş yapmaktan, boş iş yapmaktan
münezzehsin. Senin bütün yaratman haktır, her türlü faydayı, hikmet ve kudreti
ihtiva etmektedir. Yani tefekkür eden mümin dikkatle düşündükten, aklını
kullanarak, tetkik edip inceledikten sonra Yüce Allah'a niyaz ile yönelir.
Varlıkların yaratılışında Yüce Allah'ın sonsuz hikmetine kanaatini açıkça ilân
ederek der ki: Ey Allahım! Cehennem azabını bizden uzaklaştıracak bir engel
kıl ve bizi cehennem azabından uzak tut. Salih amelde bulunmaya, kesin, sabit
ve doğru itikada sahip olmaya bizleri muvaffak eyle! "Subhanallah"
buyruğunun anlamı ise O'nun kötülüklerden tenzih edilmesidir. Nitekim Musa b.
Talha yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.)'ın böyle açıkladığı sabit
olmuştur.
Sen
adaletin gereği, onun sapması, sapıklığı ve hatası dolayısıyla cehenneme
koyduğun kimseyi elbette ki küçük düşürmüş, hakir ve zelil kılmış olursun.
Çünkü sana karşı gelip isyan edeni sen kahreder ve zelil edersin. Haksızlık ve
zulümleri dolayısıyla kendilerine zulmeden kâfirlere yardımcı olacak, onları
destekleyecek ve Allah'ın azabından kurtaracak kimse olamaz. Bu şekilde onları
cezalandırmak zulüm ve hadleri aşmaları dolayısıyla adaletli bir cezadır.
Ayrıca Yüce Allah'ın cehenneme koyacağı kimseye şefaat ve başka herhangi bir
yolla yardımcı olacak kimsenin olmadığını bildirmektedir.
Rabbimiz,
şüphesiz biz imana çağıran bir davetçinin nidasını duyduk. Bu kişi Allah'ın
rasulüdür. O bizlere, "Rabbinize iman edin" diyordu. Onun çağrısını
kabul ettik, ona uyduk. Bunun anlamı şudur: Onlar Allah'a ve onun kudretine
iman etmekle birlikte, Resulullah (s.a.)'ın getirmiş olduğu bütün sert hükümlere,
ahkâma, adab ve ahlâka da iman etmişlerdir.
Rabbimiz,
artık sen büyük günahlarımızı ört, küçük günahlarımızı bağışla. Hayırlı, salih
kimselerin arkadaşlıklarını, onlardan birisi olmayı, onların amelleri gibi
işler yapmayı bizlere lütfet. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle,
sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler..." (Nisa, 4/69).
"Rabbimiz
bize... ver." Dünyada zafer, ahirette cennet gibi peygamberlerinin
vasıtasıyla yahut iman ve peygamberlerini tasdik etmek karşılığında vaad
ettiğin güzel mükâfatı bize ver. İşte bu ifade, onların kusurlu olduklarını
kabul ettiklerini ve buna rağmen Allah'ın muvaffakiyet ve inayetine güven
duyduklarını açıklamaktadır. Kıyamet gününde -Rabbimiz!- insanların huzurunda
bizi rezil etme! Şüphesiz ki sen iman ve salih amele karşılık sözünü yerine
getiren, gerçekleştirensin. Bu, gerek Yüce Allah'ın, "Allah sizden iman
edip salih amel işleyenlere onları mutlaka yeryüzünde halifeler yapacağını vaad
etti." (Nûr, 24/55) buyruğunda olduğu gibi dünyada ilerlemek, üstünlük
sağlamak, egemenlik kurmak şeklinde olsun, gerekse de ahirette şu buyruğunda
ifade ettiği gibi cennete nail olmak suretiyle olsun, "Allah mümin erkek
ve mümin kadınlara altından ırmaklar akan cennetleri vaad etmiştir."
(Tevbe, 9/72).
Yüce
Allah imanlarının samimiyeti dolayısıyla onların dualarını kabul buyurdu ve
erkek veya dişi olsun her bir amel edene amelinin karşılığını verdi. Çünkü hak
ve görevler bakımından erkekler ve dişiler birbirine eşittir. Salih amellere
verilecek mükâfat bakımından da böyledirler. Bunda garip bir taraf
yoktur.
Çünkü onlar aynı köktendirler. Bütün erkekler ve dişilerin biri ©tekindendir.
Erkek dişiden, dişi de erkekten doğmaktadır.
Yüce
Allah mükâfatın amele bağlı olduğunu söyledikten sonra, açığa çıkan bir takım
amelleri açıklamaktadır. Bunlardan birisi İslâm'ın ilk dönemlerinde İslâm
davasını desteklemek, Resulullah (s.a.)'a yardımcı olmak, gücüne güç katmak
için Mekke'den Medine'ye hicret etmektir. Bir diğeri ise dini uğrunda yurdundan
çıkartılmak, kovulmak; bir diğeri Allah yolunda işkence ve eziyetler görmek,
savaşmak ve öldürülmektir.
İşte
bu şekilde güzel amelde bulunanların Allah günahlarını örter, onları altında
ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. Salih amelleri
karşılığında onları Allah kendi katından bu şekilde mükâfatlandıracaktır. Esasen
(böyleleri için) Allah nezdinde güzel sevap ve mükâfattan başkası da yoktur.
Bu da cennettir.
[133]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara dikkat çekmektedir:
1- Göklerin ve yerin yaratüışındaki hayret verici hususları tetkik edip
üzerinde düşünmek ve bunları delil olarak görmek insanın görevidir. Çünkü bunlar
insanı sahih imana götürür. Zira bunları ancak Hayy, Kayyûm, Kadir ve âlemlere
asla muhtaç olmayan bir zat var etmiş olabilir. Diğer taraftan imanın, tahakkuk
ve varlığına delâlet eden yakînî bir delile dayalı olması gerekir.
2- İlim adamları der ki: Uykudan uyanan bir kimsenin yüzünden uykunun
izlerini silip bu on ayet-i kerimeyi Peygamber (s.a.)'e uyarak okuması
müstehap-tır. Nitekim Buhar! ile Müslim ve başka hadis kitaplarında Resulullah
(s.a.)'m böyle yaptığı sabittir. Daha sonra sabah namazının sünnetini ve
farzını kılar yahut kendisi için nasip kılınmış bulunan nafile ibadetleri
yapar. Böylelikle tefekkürü ve ameli bir arada yapmış olur. Bu ise amelin en
faziletli olanıdır. Hafız Ebu Nasr el-Vâilî es-Sicistânf nin Ebu Hureyre'den
rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a) her gece Âl-i Imran suresinin sonundan
on ayeti kerimeyi okurdu.
3- Mümin kimse ayakta iken, otururken, yanı üzere yatarken ve diğer bütün
hallerinde Yüce Allah'ı anmaktan uzak durmaz. Böylelikle devamlı Rabbi ile
ilişkili olur. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı çokça
anınız." (Ahzab, 33/41); "Beni anınız, ben de sizi anayım."
(Bakara, 2/152).
Buna
şu da delildir: Namazı gücü yeten ayakta kılar. Gücü yetmezse oturarak kılar.
Buna da gücü yetmezse yanı üzere kılar. Nitekim altı hadis imamının
rivayetlerine göre İmrân b. Husayn (r.a.) şöyle demiştir: Bende basur vardı.
Resulullah (s.a.)'a nasıl namaz kılacağıma dair soru sordum, şöyle buyurdu:
"Ayakta namaz kıl, ona gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse bir
yanın üzere yatarak kıl."
Gücü
yeten için farz namazda ayakta durmak farzdır. Nafile namazın oturarak
kılınması sahihtir. Ayakta duranın ecrinin yarısını alır. Yanı üzere yatarak
kılanın namazı ise oturanın ecrinin yarısıdır. İmrân b. Husayn'ın hadisinde
naklettiğinde şu da varit olmuştur: "Yatarak namaz kılanın namazı oturarak
namaz kılanın yarısıdır." Zikir ise ya dil ile ya da farz ve nafile olsun
namaz kılarak olur.
4- Zikre bir diğer ibadet daha dahil edilir ki bu da Yüce Allah'ın
kudreti ve yarattıkları hakkında basiretin artması ve imanın güçlenmesi
kastıyla tefekkür etmektir.
5- Bu ayetlerdeki dua şekilleri, Allah'a ve Rasulüne imana, Allah'ın
vaadine güven duymaya ve iyiliklerle birlikte olmanın faziletine delâlet
etmektedir. Ayrıca günahların bağışlanması, kusurların örtülmesi, cehennemden
uzak kalınması talebinin mükemmelliğine de delâlet etmektedir. Şanı yüce Allah
-çünkü- iman eden kimselere cenneti vaad etmiştir. Bunlar da hakir
düşürülmeden ve ceza görmeksizin kendilerine bu vaadin verildiği kimselerden
olmayı dilediler. Bu şekilde dua ibadet olmak üzere de yapılır. Dua -çünkü-
ibadetin beynidir. Dinin üstünlüğü ve güçlenmesi için düşmanlara karşı acilen
zafer talep etmek de duada unutulmamalıdır. Enes b. Malik, Resulullah
(s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah
bir kimseye bir ameli karşılığında eğer bir sevap vaad etmiş ise ondan bir
rahmet olmak üzere bu vaadini yerine getirecektir. Bir günah karşılığında kime
bir ceza vaadinde bulunmuş ise bunu vermesi onun iradesine bağlıdır."
Allah'ın
vaadinin gerçekleşmesini dua ile istemenin anlamı ise, verilen sözün
gerçekleştirilmesi için gerekli sebeplere yapışmak yolunda muvaffakiyet
vermesini istemektir. Ya da bu Yüce Allah'a sığınmak, O'na itaatle boyun eğmek
kabilindendir. Nitekim Peygamberler günahlarının bağışlandığını bilmekle
birlikte Allah'tan mağfiret dilerlerdi. Bununla birlikte Rablerinin önünde zillet
arz etmeyi, O'na tazarru ve niyazda bulunmayı isterlerdi.
6- Yüce Allah'ın samimi imana ve salih amellere dair vaadi şu üç hususu
ihtiva etmektedir:
a) Küçük günahların silinmesi, büyüklerinin de bağışlanması. Çünkü Yüce
Allah, "Elbette günahlarını örteceğim." diye buyurmaktadır.
b) Ebedî cennetlere nail olmak. Çünkü Yüce Allah, "Andolsun ki...
onları altında ırmaklar akan cennetlere sokacağım." diye buyurmaktadır.
c) Sevap ve ecirle birlikte Yüce Allah'ın lütuf ve ihsanı. Çünkü Yüce
Allah, "Allah'tan güzel bir mükâfat olmak üzere." ve "Mükâfatın
en güzeli Allah nez-dindedir." diye buyurmaktadır.
7- Amelin karşılığı amelin kendisine bağlıdır. Hayır ise hayır, şer ise
şer olarak karşılık görür.
8- Amel ve sevap bakımından erkek ile dişi arasında bir fark yoktur.
Onlar aynı cinstirler, aynı nefisten yaratılmışlardır. Teklif, ahkâm, itaat,
yardım ve buna benzer hususlarda biri ötekiyle eşittir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin
velisidirler." (Tev-be, 9/71).
9- "Rabbimiz" nidasının beş defa tekrarlanması, Yüce Allah'ın
atıfetini cel-betmek ve onun terbiye, mülk, hakimiyet ve ıslahtaki lütfunu
açıkça ifade etmek içindir.
[134]
196-
Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın.
197-
Azıcık bir geçim; sonunda varacakları yer cehennemdir. O ne kötü yataktır!
198-
Fakat Rablerinden korkanlara gelince, onlar için altında ırmaklar akan
cennetler vardır. Orada ebedî kalıcıdırlar. Allah katından hazırlanmış nice
ziyafetler de vardır. Allah'ın nez-dinde olanlar iyiler için daha hayırlıdır.
199-
Muhakkak Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki, Allah'a, size indirilene ve
kendilerine indirilene, Allah'a huşu duyarak iman ederler. Onlar Allah'ın
ayetlerini az bir pahaya değişmezler. İşte onların ecirleri Rableri
katında-dır. Şüphesiz Allah hesabı çabucak görendir.
200-
Ey iman edenler! Sabredin. Sabır yarışı yapın. Nöbet beklesin, Allah'tan korkun
ki felah bulaşınız.
"Azıcık
bir geçim" ifadeleri hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Takdiri
şöyledir: Onların dönüp dolaşmaları azıcık bir metadır. Bunun hazfedilmesi daha
önce geçen, "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni
aldatmasın" buyruğunun delâletinden dolayıdır.
[135]
"...
diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın..." buyruğunda istiare vardır.
Burada "dolaşmak" yeryüzünde ticaret ve kazanç sağlamak kasdı ile
yürümeyi ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmıştır.
[136]
"Kâfirlerin
diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." Ülkede onların türlü
ticaretlerde bulunup kâr sağlamaları zahiren ve sınanmaksızın gördüğün bu
durumları seni asla aldatmasın.
"Azıcık
bir geçim," yani bu, sahibinin dünyada kendisinden yararlandığı az ve
basit bir şeydir. Daha sonra bu yok olur, gider. Azlık ile nitelendirilmesi
sahibinin o şeye malik olma süresinin kısa ve o şeyin zeval bulucu oluşundan
dolayıdır. Zaten zeval bulan her şey azdır.
"Sonunda
varacakları" gidecekleri "yer cehennemdir." Cehennem ahirette
kafirlerin cezalandırılacakları yerin adıdır. "O ne kötü bir
yataktır!" Cehennem ne kötü bir döşektir. (Yatak anlamına gelen) el-mihâd,
yatak gibi hazırlanmış bir yer demektir. Bununla cehennem kastedilmektedir. Ona
yatak adının verilmesi onlarla bir çeşit alay olsun diyedir.
"Allah
katından hazırlanmış nice ziyafetler de vardır." Burada ziyafet anlamına
gelen "nüzul" kelimesi ziyafet için hazırlanan azık ve benzeri şeyler
ifade eder.
"İyiler
(ebrâr)", takva sahibi ve iyilikte ileri derecede olan kimseler demektir.
Yani Allah nezdindeki ecir ve mükâfat salih kimseler için dünya metaından daha
hayırlıdır.
"Allah'a
huşu duyarak" O'na boyun eğerek, "iman ederler." "Allah'ın
ayetlerini az bir pahaya değişmezler." Bildikleri Tevrat ve İncil'de yer
alan Resulullah (s.a.)'ın gönderilişine dair bilgileri, dünyevî herhangi bir
bedelle değişmezler.
"Sabredin"
yani isabet eden ağır işlere karşı nefsinizi tahammülsüzlükten alıkoyun, dinî
yükümlülükleri yerine getirmeye katlanın. "Sabır yarışı yapın."
Savaşta karşılaştığınız sıkıntılara kâfirlerden daha çok sabırlı olun, sabırda
onları geçin. Onlar sizden daha ileri derecede sabredenler olmasınlar.
"Nöbet beklesin"; ribat yapın, yani cihad için serhadlerde düşmana
karşı gaza yapmak için gözetleyiciler ve nöbetçiler olarak yer tutun.
"Allah'tan korkun", kendinizi Allah'ın gazabından ve hiddetinden uzak
tutun; "ki felah bulaşınız" felahı uma-bilesiniz. Felah, cennete nail
olmak, cehennemden kurtulmak ve kastolunan amelleri yapabilmektir.
[137]
"Kâfirlerin
diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın" mealindeki 196. ayet-i
kerime, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Mekkeli müşrikler bolluk ve
rahat içindeydiler. Ticaret yapıyorlar ve nimetler içinde bulunuyorlardı. Kimi
müminler şöyle dedi: "Allah'ın düşmanları gördüğümüz bu bolluk içerisinde
iken bizler de açlık ve kıtlıktan helak olduk." Bunun üzerine bu ayet-i
kerime nazil oldu.
"Muhakkak
Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki..." mealindeki 199. ayet-i kerimenin
nüzulü ile ilgili olarak Nesaî, Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Necaşî'nin vefat haberi ulaşınca Resulullah (s.a.), "Onun namazını
kılınız" buyurdu. Ashab "Ey Allah'ın Rasulü, biz Habeşli bir kulun
namazını mı kılacağız?" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhakkak
Kitap Ehli'nden öyleleri vardır ki..." buyruğunu indirdi. Câbir b.
Abdullah, İbni Abbas ve Katâde de bu ayet-i kerimenin Necaşî hakkında nazil
olduğunu söylemişlerdir.
220.
ayet-i kerime olan, "Ey iman edenler! Sabredin..." ayet-i kerimesinin
nüzulü ile ilgili olarak da Hâkim Sahîh'inde şunu rivayet etmektedir: Ebu Seleme
b. Abdurrahman, -Davud b. Salih'e hitaben- "Kardeşimin oğlu, sen şu,
"Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet beklesin..."
ayetinin ne hakkında nazil olduğunu biliyor musun?" dedi. Ben, "Hayır"
dedim. Şöyle dedi: "Kardeşimin oğlu, Resulullah (s.a.)'m döneminde nöbet
bekleşecek bir serhad ve bir sınır yoktu, fakat bu (ribat) namazdan sonra bir
diğer namazı beklemekti."
[138]
Dünya
hayatında fakirlik içerisinde bulunan müminlere Yüce Allah büyük sevap ve
mükâfatı vaad etti. Kâfirler ise türlü nimetler ve bolluk içerisinde bulunuyorlardı.
İşte bu ayet-i kerimede Yüce Allah, müminlere teselli olacak ve bu sıkıntılara
katlanmalarını sağlayacak şeylerden söz etmektedir. Bunu da dünya ve ahiret
nimetleri arasında bir karşılaştırma yaparak söz konusu etmektedir. Dünya
nimetleri fanidir, geçicidir. Ahiret nimetleri ise ebedîdir, kalıcıdır.
[139]
Kâfirlerin
içinde bulundukları nimetlere ve sevinç haline göz dikme, bakma! Çünkü bu,
fazla geçmeden ellerinden mutlaka çıkacaktır ve onlar artık kötü amelleri
karşılığında bağlı tutulacaklardır. İçinde bulundukları bu hali bizim devam
ettirmemizin sebebi onları derece derece azaba yaklaştırmaktır. Kazanç
sağlamak ve ticaret için şehirlerde gezip dolaşmaları, azıcık bir faydadan
ibarettir. Bundan bir süre yararlanacaklar. Daha sonra cehennem onların varacakları
yer ve barınacakları mekân olacaktır. Yer itibariyle cehennemdeki yerleri ne
kötüdür!
Bu
Yüce Allah'ın şu ayetlerini andırmaktadır: "Allah'ın ayetleri hakkında
inkâr edenlerden başkası tartışmaz. Onların şehirlerde diyar diyar dolaşmaları
seni aldatmasın." (Mümin, 40/4); "De ki: Muhakkak Allah'a karşı yalan
iftira edenler felah bulamazlar. (O) dünyada azıcık bir metadır. Sonra
dönüşleri bize olacaktır. Sonra da onlara kâfirlik etmeleri sebebiyle çetin
azabı tattıracağız." (Yunus, 10/69/70); "Onları azıcık
yararlandırırız. Sonra da onları oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz."
(Lokman, 31/24).
"Acaba
kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ardından ona kavuşan bir kimse
dünya hayatı ile metalandırdığımız ve sonra da kıyamet gününde (azap için)
hazır edilenlerden olacak kimse gibi midir?" (Kasas, 28/61).
Kâfirlerin
dünyadaki halleri ile cehennemdeki akıbetlerini zikrettikten sonra takva sahibi
müminlerin durumunu söz konusu etmektedir. O müminler itaat olan işleri yapmak,
yasaklan terk etmek suretiyle Rablerinden sakınmış takva sahibi kimselerdir.
Onlar için Naîm cennetleri vardır, onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, Yüce
Allah'tan kendilerine bir lütuf olmak üzere verilecektir. Sözü geçenlerden
ayrı olarak Allah katındaki lütuf ve ihsanlar kâfirlerin yararlandıkları fani
ve azıcık metalardan daha üstündür. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Gerçekten iman edip de salih ameller işleyenlerin ise
konakları Firdevs cennetleridir. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar, oradan
ayrılmak da istemezler." (Kehf, 18/107-108).
İbni
Merdûveyh, Abdullah Amr b. el-As'ın Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Bunlara el-ebrâr (iyiler) adının veriliş sebebi, babalara
ve evlâtlara iyilik yapmalarıdır. Senin anne babanın üzerinde bir hakkın
olduğu gibi çocuğunun da senin üzerinde bir hakkı vardır."
Daha
sonra Yüce Allah kendi zamanlarındaki peygamberlerin tebliğiyle hidayet
buldukları gibi Kur"an-ı Kerim'in hidayeti ile de hidayet bulan Kitap
Ehli'nden -Abdullah b. Selâm, onun arkadaşları ve Necâşi gibi kimselerden- bize
haber vermektedir ki, Yüce Allah onları oldukça önemli bir takım niteliklerle
nitelendirmektedir:
1- Samimi ve tam bir iman ile Allah'a iman etmek.
2- Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur"an-ı Kerim'e etraflı ve kapsamlı
bir şekilde imân etmek. Esasen Kur"an-ı Kerim tahriften kurtulmuş, olduğu
gibi kalmış biricik ilâhî kitaptır.
3-
Kendilerine indirilen Tevrat ve
İncil'e de icmalî bir iman ile iman etmek.
4- Sahih imanın meyvesi olan Yüce Allah'a huşu ve itaatle boyun eğmek.
Kalp Yüce Allah'a huşu ile boyun eğdi mi, bütünüyle nefis de aynı şekilde boyun
eğer.
5- Allah'ın ayetlerini dünya metaından azıcık bir bedele satmamak. Yani
bunlar Muhammed (s.a.)'in geleceği müjdesini, niteliklerini, ümmetinin sıfatlarını
gizlemeden ve tahrif etmeden vahyi olduğu gibi korurlar. İşte bu niteliklere
sahip olanlar için ister Yahudi ister Hristiyan olsunlar, nimetleriyle kendilerini
besleyip büyüten, hakka hidayet eden Rableri nezdinde amel ve itaatlanna
karşılık eksiksiz ecir ve mükâfat vardır. Allah hesabı çabucak görendir, O her
şeyi çabucak sayıp dökendir. Bütün insanları çok kısa bir sürede hesaba çeker.
Bu hesapta en ufak bir yanlışlık olmayacaktır. Bundan kaçmak da söz konusu
değildir. İşte bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır: "Ondan
önce kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar. Kendilerine
okunduğunda da dediler ki: Biz ona iman ettik. Çünkü o Rabbimiz katından
(indirilmiş) haktır. Muhakkak biz ondan önce de Müslümanlardan idik. İşte
bunlara sabrettikleri için ecirleri iki kere verilecektir." (Kasas,
28/52-54); "Musa'nın kavminden de kak ile hidayete çağıran ve onunla adalet
uygulayan kimseler vardır." (A'râf, 7/159).
İşte
bu nitelikler bir takım Yahudilerde bulunuyordu. Bunlar ise pek azdı. Abdullah
b. Selâm ve benzeri Yahudi hahamları gibi ki, bunların sayısı on kişiyi dahi
bulmamıştı. Hristiyanlara gelince onlardan hidayet bulanlar ve hakka itaatle
bağlananlar çoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar
arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların Yahudi ve müşrikler
olduğunu bulacaksın. İman edenlere sevgi bakımından en yakınları da, "Biz
Hristiyanlarız" diyenleri bulacaksın... İşte Allah onlara söylediklerinden
dolayı altlarından ırmaklar akan cennetleri orada ebedî kalmak üzere mükafat
olarak ihsan etti..." (Mâide, 5/83-85).
Daha
sonra Yüce Allah bu sureyi duaları kabulüne, dünyada ilâhî yardım ve zafere,
ahirette de sevaba kendilerini ehil kılacak müminlere genel bir vasiyet ile
sona erdirmektedir. Bu vasiyet aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir:
1- Bir kısmı beş vakit namaz olan dinî yükümlülüklere, hastalık, fakirlik
ve korku gibi bir takım musibet ve sıkıntılara sabretmek.
2- Düşmanlarla sabır yansına girmek. Yani sıkıntılara, hoşa gitmeyen şeylere
katlanmak hususunda onları geçmek, nefse ve hevaya karşı direnmek.
3- Düşmanlarla karşılaşmaya hazırlıklı olmak üzere mescitlerde, düşmanlara
yakın sınırlarda olunması gereken serhadlerde ribat yapmak, bunun için cihad
etmek. Buharî, Sehl b. Sa'd es-Sâidî'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Allah yolunda bir gün ribat, dünyadan ve dünyadaki
her şeyden hayırlıdır." Müslim'in Sahih 'inde de Hz. Selman'dan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Bir gün ve bir gece ribat yapmak bir ay boyunca oruç tutup namaz kılmaktan hayırlıdır. Şayet vefat
edecek olursa hayatta iken yaptığı amelinin ecri ona yazılır, rızkı ona yazılır
ve çok fitnecinin fitnesinden (şeytandan) emin kılınır."
4- Biricik mutlak İlâha karşı muttaki olmak, O'ndan korkmak, azabından
sakınmak, gizli ve açık bütün hallerinde O'nun gözetimi altında olduğunu bilmek,
emirleri yerine getirmek, yasaklardan da uzak durmak.
Şüphesiz
bu vasiyetlere (emirlere) bağlı kalıp riayet eden felaha kavuşur, dünyada da
ahirette de umduklarını elde eder, kurtulur.
[140]
Gördüğümüz
ayet-i kerimeler adeta Âl-i İmran suresinin muhtevasının özeti sayılabilecek
bir takım vasiyetlere (buyruklara) dikkatimizi çekmektedir ki bunlar aşağıdaki
hususlardır:
1- Kâfirlerin dünya hayatında bolluk, refah ve rahat içinde olmaları
bizleri aldatmamalıdır. Bütün bunlar sonunda zail olacaktır. Cehennem ateşinde
azaba uğratılmalan ise pek yakındır. Ebedî olan ahiret nimetleri ise bunlardan
daha hayırlıdır. Küfür ve masiyetlerine devam ekmekle birlikte insana nimetlerin
verilmesi ondan razı olmak anlamında değildir; bu bir istidraçtır (derece
derece azaba yaklaştırmaktır).
2- İtaat ve takva sahipleri için güzel bir mükâfat, eksiksiz bir ecir
vardır. Bu ise Yüce Allah'ın uçsuz bucaksız cennetlerinde (takva sahiplerine
bir ikram olmak üzere) ebedîliktir.
3- Kitap Ehli'nden bazılarının Kur"an-ı Kerim'e iman etmeleri,
önceki kitaplarına imanlarının bir devamıdır ve bu onlar için daha hayırlı ve
daha kalıcıdır.
4- İtaat üzere sabretmek, düşmanla sabır yarışına girmek, nefis ve hevaya
karşı direnmek, İslâm ülkesi serhadlerini ribatlarla korumak, Allah'tan korkmak,
dünyada düşmanlara karşı muzaffer olmanın, üstünlük sağlamanın, ahire tte de
Allah'ın azabından kurtulup ebedî nimetlere nail olmanın yoludur...
[141]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/344.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/344-345.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/345-346.
[4] Metinde en-Nadir olan kelimenin doğru şekli
el-Muğîre'dir. bkz. Süyutâ, er-Durru'l-Men-sûr, 11/314 (Çeviren).
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/346.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/346.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/347-349
[8] Hadisi İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet
etmiştir.
[9] Hâkim dedi ki: Buharî ile Müslim'in şartına göre sahih
olmakla birlikte, bunu rivayet etmemişlerdir.
[10] Hasen bir hadistir.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/349-352.
[12] Kurtubî, IV7202.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/352-355.
[14] Kurtubî, IV/215.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/355-356.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/357.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/357.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/357-358.
[19] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet
hadis kaynaklarında tahric edilmemiştir; zayıf olduğu da görülmektedir.
[20] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 71. Ancak bu rivayet
hadis kaynaklarında tahric edilmemiştir; zayıf olduğu da görülmektedir.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/358-359.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/359.
[23] İbni Kesîr, 1/412; Kurtubî, IV 234.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/359-363.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/363-364.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/366.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/366-367.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/367.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/368.
[30] Kurtubî, IV/221; İbni Kesîr;.tt413.
[31] Medine'nin Avalî denilen semtinde bir yer. Burada da
el-Hâris b. el-Hazrec'in oğullarının evleri vardı. Burası Peygamber (s.a.)'in
evine bir millik bir mesafededir.
[32] Kurtubî, IV/222-223.
[33] İbni Kesir, 1/409-410.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/368-373.
[35] Bu hadisi İbni Mace Muvatta’ında ve başkaları rivayet
etmiştir.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/374-376.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/377.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/377.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/377-378.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/378.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/378.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/379-380.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/380.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/382.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/382.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/382-383.
[47] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 72.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/383-384.
[49] İbni Kesir, 1/411-412.
[50] Kurtubî,IV7235.
[51] Buharî bunu el-Meğazî bölümünde bu şekilde muallak
olarak rivayet etmiştir.
[52] Aynı şekilde bunu Tirmizî, Nesaî ve Hâkim de buna
yakın bir lafızla rivayet etmiştir.
[53] Zemahşerî 1/356.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/384-388.
[55] Kurtubî, IV/254.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/388-390.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/391.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/391.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/392.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/392-393.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/393-394.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/395.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/395.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/395-396.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/396.
[65] "Garib" bir hadistir.
[66] İbni Kesir, 1/420.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/396-399.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/399-400.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/401.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/401-402.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/402.
[72] Vahidi, Esbabü'n- Nüzul, s. 72-73.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/402-403.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/403-405.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/405-407.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/408.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/408-409
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/409.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/409.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/409-412.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/412-413.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/414.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/415.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/416-417.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/417.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/417-418.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/418.
[87] Buharî İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "İbrahim (a.s.)'in ateşe atılırken söylediği son söz,
"Hasbunallah ve ni'mel-vekil= Allah bize yeter, o ne güzel vekildir! sözüdür."
[88] Bu, bu şekliyle garib bir hadistir. Ancak bunu
destekleyen pek çok rivayet vardır. Bk. İbni Kesir, 1/430.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/418-421.
[90] Bu hadisi Müslim, Abdullah b. Amr'dan, "Şehidin
borç dışında her türlü günahı bağışlanır" lafzıyla rivayet etmiştir.
[91] Tirmizî ve İbni Mace'de bu şekilde "altı
özellik" diye geçmektedir. Sayıldığı takdirde ise bunların yedi tane
olduğu görülür. es-Sindî'nin İbni Mace'ye yaptığı Haşiyesinde şöyle denilmektedir:
Hadiste sözü geçen altı tane özellik aslında yedi tanedir. Ancak kabir azabından
korunması ile en büyük korkudan güvenlik altında tutulması tek bir özellik sayılırsa,
altı tane olur.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/421-425.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/427.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/427.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/427-428.
[96] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 75-76.
[97] el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzul, s. 75-76.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/428.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/428-429.
[99] Zimehşerî 1/364.
[100] el-Menâr, IV/205; el-Merâğî, IV/141.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/429-432.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/432-435.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/436.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/436-437.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/437.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/437-438.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/438.
[108] Bu başlık metinde konulmamıştır. Ancak müellifin
anlaşılan üslûbu gereğince burada böyle bir başlığın uygun olacağı açıkça
görülmektedir (Çeviren).
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/438-440.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/440-441.
[111] Zemahşerî 1/366.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/442.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/442-443.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/443-444.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/444.
[115] Ahmed, Müslim ve İbni Mace el-Mustevrid'den rivayet
etmişlerdir.
[116] Zemahşerî, 1/366.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/444-446.
[118] Ebu Davud rivayet etmiştir.
[119] Kurtubî, IV/304.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/446-447.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/448.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/448-449.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/449-450.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/450.
[124] Hadisi Ahmed, Sünen sahipleri ve Hâkim, Ebu
Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/450-452.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/452.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/454.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/454.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/454-455.
[130] İbni Kesir, 1/438.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/455-456.
[132] İbni Kesir, 1/440 vd.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/456.-457.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/457-459.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/459-460.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/461.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/461.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/462.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/462-463.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/463.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/463-465.
[141] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
2/465-466.