Cenâb-ı
Hakk'ın"İşaretleşmenin dışında..." buyruğuna gelince bunda iki mesele
vardır:
[1]
kelimesinin aslı,
hareket etmektir. Bir şey hareket ettiği zaman, denilir. Bu anlamda olmak
üzere, denize dedenilir.
Sonra âlimler,
buradaki remz hususunda, çeşitli görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir:
a) Bu, nasıl
olursa olsun et, baş, kaş, göz veya dudaklarla yapılan işaretten
ibarettir.
b) Remz,
konuşma veya ses olmaksızın, kelimeyi dudak hareketleriyle göstermekten
ibarettir. Alimler, "Remz kelimesini bu mânaya hamletmek daha uygundur;
çünkü remz ile konuşma sırasındaki dudakların hareketi, sesli konuşma
sırasındaki dudak hareketlerine uygun olacağı için, işaretle anlatım, mümkün
bir şeydir. Buna göre bu hareketlerle, kişinin zihnindeki mânaları anlamak daha
kolay olmuş olur.
c)
Zekeriyya (a.s)'nın gizli ve
alçak bir sesle
konuşmuş olması mümkündür. Buna göre, sadece yüksek sesle konuşması
yasaklanmıştı...
Eğer, "Remz, bir
söz çeşidi değildir; o halde niçin insanlarla konuşmamandır" ifâdesinden
istisna edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Remz, konuşmadan
kastedilen amacı yerine getirdiği için, "söz" olarak
isimlendirilmiştir. Ve yine bu istisnanın, "istisna-yı munkatî"
olması da mümkündür. Ama biz "remz" kelimesini alçak sesle konuşma
manasına alırsak, buradaki problem kendiliğinden ortadan kalkar.
[2]
Yahya İbn Vessâb,
buradaki lyj kelimesini, (rumuz, işaret)
kelimesinin çoğulu olarak şeklinde iki ötre ile okumuştur.. Nitekim{peygamber,
elçi) kelimesinin çoğulu da, bunun gibi gelmektedir... Bu kelime
yineharflerinin fethasıylaşeklinde de okunmuştur. Bu durumdakelimesi, Zekeriyya
(a.s) ve diğerjnsanlardan hâl.olmuş olur. Buna göre ifâdesinin
mânası"Nasıl ki insanlar bir dilsizle işaretlerle konuşuyor, dilsizler de
onlara işaretlerle cevaperiyorsa, bunun gibi, sen de insanlarla karşılıklı
olarak remz ve işaretlerle konuşacaksın" şeklinde olur.
[3]
Hak Teâlâ sonra,
"Sen, Rabb'ini çok zikret" buyurmuştur. Bunun iki izahı
bulunmaktadır:
a) Allahu
Teâlâ onun dilini, işaret ile konuşmanın dışında, dünya meselelerini
konuşmaktan alıkoydu. Ama, zikir ve tesbihat konusundaysa, dili normal işini
icra ediyordu.. İşte bu da, apaçık mu'cizeler cümlesindendir.
b) Buradaki
zikir'den murad, kalb ile zikirdir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ'nın marifet
denizine gark olmuş olanların âdeti, başlangıçta bir süre lisân ile zikre devam
etmektir. Kalb, Allah'ın zikrinin nurlarıyla dolduğundaysa, dil susar, zikir
kalbte devam eder. İşte bundan dolayı arif kimseler, "Allah'ı tanıyanın,
dili tutulur" demişlerdir. Buna göre Zekeriyyâ (a.s) sanki, susmak ve
zikir ile marifetin mânalarını kalbinde hatırlayıp tutarak, onları devam
ettirmekle ernrolunmuştur.
[4]
"Ve akşam sabah O'nu teşbih et"
sözün e iki mesele vardır:
[5]
kelimesi, güneşin ufka
doğru inmeye başladığı zamandan ufukta kayboluncaya kadar geçen zamanı ifâde
etmektedir. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Ne, kuşluk
serinliğinin katlanabileceğin gölgesi vardır. Ne de akşam serinliğinin
tadacağın gölgesi..."
kelimesi, güneşin
zeval vaktinden, tamamiyle battığı süreye kadar geçen zaman içerisindeki
gölgedir.
kelimesi ise, bir kimse sabah erkenden bir iş
için yola çıktığı zaman söylenilen, kelimesinin masdarıdır. kelimeleri de aynı
mânaya gelmektedir. İlk çıkan mahsûle ve meyvelere adının verilmesi de
bundandır. İşte kelimenin kök mânası budur. Daha sonra, fecrin doğuşu ile
kuşluk vaktine kadar olan zamana, ' adı verildiği gibi, adı verilmiştir.
Bazı âlimler ise bu
kelimeyi, hemzenin fethasıyta jlxftH şeklinde okumuşlardır. Bu,(seher vakti)
kelimesinin çoğulunun oluşu gibi, kelimesinin
çoğuludur. Nitekim, bâ ve kâf harflerinin fethasıyla(Ona sabah erkenden geldim)
denilir.
[6]
Âyetteki ifâdesi
hakkında şu iki görüş zikredilmiştir:
1- Bundan
murad, "namaz kıl" demektir. Çünkü namaz da "Teşbih" diye
adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haydi akşama girerken ve sabaha
ererken Allah'ı "teşbih edin" (Yani namaz küm)" (Rum, 17)
buyurmuştur. Namaz içinde teşbih de yapıldığından ötürü, namazın "Teşbih"
diye adlandırılması caiz olmuştur. İşte burada delil, şu iki bakımdan bu
ihtimalin olabileceğini göstermektedir:
a) Şayet biz
bu ifâdeyi "teşbih" ve "tehlîl" etme manasına alır isek, bu
âyet ile bundan önceki "Babb'ini çok zikret" âyeti arasında bir fark
olmazdı. Binâenaleyh bu bâtıl olmuş olur. Çünkü birşeyin yine kendisine,
(aynısına) atfedilmesi caiz değildir.
b)
Bu, Hak Teâlâ'nın, "Gündüzün iki tarafinda namaz kıl"
(Hûd, 114) âyetine son derece uygundur.
2- Hak
Teâlâ'nın "Rabb'Sni çok zikret" ifadesi lisân ile zikretme mânâsına
hamledilir.
[7]
"Hani melekler:
"Ey Meryem, şüphesiz ki Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni
tertemiz (büyüttü), seni dünyadaki bütün kadınlar üzerinde mümtaz kıldı. Ey
Meryem huşu ile Rabb'inln divanına dur, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber
rükû et" demişlerdi" (Al-i İmran, 42-43).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[8]
Buradaki kelimesinin
i'rabtaki âmili, bu sûrenin âyetinin (35. âyet) başındaki fadesidir. Sonra bu
âyet, 35. âyete atfedimiştir. Bunun takdirinil (Meleklerin şöyle şöyle dediği
zamanı hatırla) şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[9]
Âlimler, buradaki
"Melekler" den maksadın, sadece Cebrail (as) olduğunu ve bunun aynen,
"O (Allah), kendi emri ile meleklerle ruhu (vahyi) gönderir" (Nam,
2). (Yani, Cebrail (a.s) ile...) âyeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Her
nekadar bu mânâ, âyetin zahirini bırakma gibi görünüyor ise de, verilmesi
gereken bir mânâdır. Çünkü Meryem Süresindeki bir âyet, Hz. Meryem ile
konuşanın Cebrail (a.s) olduğunu göstermektedir. O da, şu âyettir: "Derken
biz ona ruhumuz (Cebrail'i) göndermiştik de o kendisine yaratılışça tam bir
beşer şeklinde görünmüştü" (Meryem.18).
[10]
Bil ki, Meryem (a.s),
bir peygamber değildi. Çünkü Allah Teâlâ, "Biz senden evvel de kendilerine
vah-yettfğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik"
(Enbiya, n (ve Yusuf, 109) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Cibril (a.s)'i ona
göndermek, ya onun için bir keramettir, ki bu velilerin kerametini mümkin gören
kimselerin görüşüdür; ya da Hz. İsa (a.s) için bir irhâstır, ki bu da hem bize,
hem de Mu'tezile'den Ka'bî'ye göre caizdir; Yahut da Hz. Zekeriyya (a.s) için
bir mu'cizedir, ki bu da Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bazı âlimler
bunun, Cenâb-ı Hakk'ın da "Musa'nın anasına da... diye vahyettik"
(Kasas.7)âyetinde belirttiği gibi, Hz. Musa (a.s)'ın annesine olduğu gibi, ruha
bir mana üfleme, kalbe ilkâ ve ilham kabilinden bir şey olduğunu
söylemişlerdir.
[11]
Bil ki bu âyette ilk
önce "istifa" (seçme, seçkinkılma), sonra ikinci olarak temizleme,
üçüncü olarak da, âlemlerin kadınları üzerine mümtaz kılma (ıstıfâ) zikredilmiştir.
Birinci istifa1 nm, ikinci "ıstrta" iie aynı mânada olması caiz
değildir. Çünkü birşeyi aynen tekrar etmek uygun düşmez. Binâenaleyh birinci
"tstıfa"yı. Hz. Meryem'in ömrünün ilk yıllarında başına gelen güzel
işlere, ikinci "ıstıfa"yı ise ömrünün son yıllarında karşılaştığı
güzel şeylere hamletmek gerekir.
Birinci istifa
şunlarla alakalıdır:
1- Allah
Teâlâ, ondan başka hiçbir kadına böyle olmayı nasip etmemiş iken, kadın
olmasına rağmen onun Beyt-i Makdis'in hizmeti için verilmesini kabul
buyurmuştur.
2- Hasan
el-Basri şöyle demiştir: "Hz. Meryem'i annesi doğrurur doğurmaz ona
hiçbirşey yedirip emzirmeden onu Hz. Zekeriyya (a.s)'ya teslim etmiş ve onun
rızkı cennetten gelmeye başlamıştır."
3- Allah
Teâlâ, onu kendisine ibâdet etsin diye başka meşgalelerden uzaklaştırmtş ve bu
mânada çeşitli lütuf, hidayet ve ismetlerini ona has kılmıştır.
4- Hak
Teâlâ, onun iaşesini, kendi uhdesine almış, böylece "(Zekerfyya),
"Meryem bu sana nereden (geliyor?) dedi. O da, "Bu, Allah
tarafindandır" (âı-i imran. 37) âyetinde de belirtildiği gibi, onun rızkı
Allah tarafından gelmiştir.
5- Cenâb-ı
Allah, ona meleklerin sözünü açıkça duyurmuştur. Bu, ondan başka hiçbir kadına
nasib olmamıştır. İşte birinci "ıstıfa"dan maksad bunlardır.
Âyetteki temizleme
(tertemiz büyütme)nin manaları da şunlardır:
1- Allah
Teâlâ onu inkâr ve günahtan tertemiz kılmıştır. Bu, tıpkı Allah Teâlâ'nın
Hz.Peygamber (s.a.s)'in hanımları hakkında buyurduğu, "(Allah) sizi
tertemiz yapmak diler" (Ahzâb. 33) âyeti gibidir.
2- Allah
Teâlâ, onu erkeklerin dokunmasından uzak tutup temizlemiştir.
3- Onu, hayızdan temiz ve uzak kılmıştır. Âlimler
onun hiç hayız görmediğini söylemişlerdir.
4- Allah,
onu kötü işlerden ve çirkin âdetlerden uzak tutarak temizlemiştir.
5- O, Meryem'i
yahudilerin katilliğinden, töhmet ve yalanlarından muhafaza ederek temiz
kılmıştır.
İkinci "ıstıfâ"dan
murad ise şudur: Allah Teâlâ, Hz. İsa'yı ona babasız olarak vermiş, İsâ
(a.s)'yı, annesinden doğarken konuşturmuş ve böylece o da, annesinin ileri
sürülen töhmetlerden temiz olduğunu gösterecek şeylerle şehâdette bulunmuş ve
Cenâb-ı Hak hem onu, hem de oğlunu bütün insanlar için bir mu'cize kılmıştır.
İşte bu üç lafızdan kastedilen manalar bunlardır.
[12]
Hz. Peygamber (s.a.s)
"(örnek olarak) âlemin kadınlarından şu dördü saha yeter: Meryem,
Ftravun'un kansı Asiye, Hatice ve Fatma" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu
hadisin, sayılan dört kadının, bütün kadınlardan efdal olduğuna delâlet ettiği;
âyetin de Meryem (a.s)'ın bunların hepsinden efdal olduğuna delâlet ettiği ve
buna göre bundan muradın, Hz. Meryem'in kendi zamanındaki kadınlar üzerine
seçilip mümtaz kılındığını söylemenin, zahiri manayı bırakmak olduğu ileri
sürülmüştür.
Sonra Hak TeâlâEy
Meryem huşu Rabb'-inin divanına dur, secdeye kapan" buyurmuştur. Âyette
geçen "Kunût" kelimesinin ne manaya geldiği, (Bahara, 238) âyetinin
tefsirinde geçti. Hülâsa olarak diyebilirz ki, Allah Teâlâ kendisinden olan bu
büyük bağış ve lütuflannı Hz. Meryem'e has kıldığını beyân buyurunca o güzel
nimetlere şükretmesi için daha fazla taatta bulunmasını gerekli kılmıştır. Bu
âyetle ilgili şu sorular vardır:
[13]
Birinci soru:
Allahu Teâlâ niçin bu âyette secdeyi rükûdan önce zikretmiştir?
Cevap:
a) Bunların
başındaki atıf vâvı, tertibi değil, beraberliği ifâde eder.
b) Kulun,
Allah'a en yakın olduğu zaman, secde ettiği zamandır. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s)"Kulun, Rabb'ineen yakın olduğu zaman, secde esnasındaki
hâlidir"[14] buyurmuştur. Secde bu
derece faziletli ve şerefli olduğu için, Cenâb-ı Hak onu diğer ibâdet
şekillerinden önce zikretmiştir.
Sonra Cenâb-ı Allah
"ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur. Bu, Allah'ın ona
namaz kılmayı emrettiğinin bir işaretidir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak ona,
çoğu zaman secdeye devam etmesini emretmiştir. Fakat o, namazı belli vakitlerde
kılıyordu.
c) Ibnu'l-Enbârî,
âyetteki tabirinin genel olarak, ibâdeti emir, bundan
sonrakitabirinin ise,
uygun vakitlerde secde ve rükûyu emir manasında olduğunu; yoksa bundan muradın,
hem secdeyi hem de rükûyu beraber yapıp, secdeyi rükûdan önce yapması manasında
olmadığını belirtmiştir. Allah en iyi bilendir.
d)
Namaz, "secde" diye de
adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı
Hakk'ın, "Secdelerin arkasından da O'nu teşbih et" (Kâf, âyetinde
de "secde" namaz manasına alınmıştır. Hadiste "Sizden biri
mescide girdiği zaman iki secde yapsın, yani iki rekat namaz kılsın" buyurmuştur.
Yine "mescid" lafzı
da, "sücûd" (secde etme) masdarından bir isimdir ki,
bundan maksat, secde edilecek değil, namaz kılınacak yer demektir. Bir de
namazın en şerefli parçası secdedir. Bir şeyi en şerefli parçasının ismi ile
adlandırmak, meşhur bir mecâz çeşididir.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca biz deriz ki Hak Teâlâ'nın, emrinin mânası, "Ey Meryem
kalk"emrinin mânası ise "namaz kıl" demektir. Binâenaleyh
"secde" ile namaz kastedilmiş olur. Bunun peşine "ve rükû
edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur ki bu ya ona cemaatla namaz
kılmasını emir olur; bu durumda 'Secdeye kapan" buyruğu, tek başına namaz
kılmayı, "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyruğu da cemaatla
namaz kılmasını emir olur. Veyahut da rükûdan maksat tevâzûdur. Bu durumda da
"secdeye kapan" sözü, açıkça namazı emir, "rükû edenlerle
beraber rükû et" sözü ise namazda kalben huşu ve huzur içinde olmasını
emretmek olur.
e)
Belki de onların şeriatına göre, secde
rükûdan önce idi.
İkinci soru:
Âyetteki "Rükû edenlerle beraber rükû et" emrinden murad nedir?
Cevap: Bunun
manasının, "Onların yaptığı gibi yap" şeklinde olduğu, ve yine bu
emirden muradın, her nekadar Meryem, insanların içine karışmasa dahi, Beyt-i
Makdis'in etrafında yaşayan kimselerle birlikte Beyt-i Makdis'te cemaat halinde
namaz kılmasının emredilmesi olduğu da söylenmiştir.
Üçüncü soru:
Cenâb-ı Hak niçin "Rükû eden kadınlarla birlikte rükû et" dememiştir?
Cevap: Çünkü
erkeklerin içine karışmadan uygun bir yerde erkeklere uymak, kadınlara uymaktan
daha efdaldır.
Bil ki müfessirler
şöyle demişlerdir: "Melekler bu sözleri açıkça bizzat Hz. Meryem'e
söyleyince o kalkıp namaz kılmaya başlamış ve ayakları şişip, ayaklarından
kanlar akıncaya kadar namaz kılmıştır.
[15]
"Bunlar, sana
vahyetmekte ğumuzgayb haberierindendir. Meryem'ionlardan hangisi himayesine
alacak diye kalemlerini atarlarken senyanlarında eğildin. Çekişirlerken de yine
yanlarında yoktun" (Âl-i İmran, 44).
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktardır:
[16]
(Bunlar) lafzı,
yukarıda geçen şeylere işarettir. Buna
göre mânası, "yukarıda geçen
Hanne, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'nın kıssaları gayb
haberlerindendir. Binâenaleyh sen bunları ancak vahy ile bilebilirsin"
şeklindedir.
İmdi, eğer: "Hz.
Peygamberin, o hâdiseleri görmediği bildiriliyor. Bu zaten belli olup şüphe
konusu değildir. Halbuki onları, o kıssaları bilenlerden nakletmesi zannı
bulunduğu halde böyle bir nakil şüphesi reddedilmiyor?" denilirse cevaben
deriz ki: Bu yahudilerce yakînen bilinen bir şeydi. Çünkü Hz. Peygamberi(s.a.s)
okuyup yazan birisi değildi ve onlar da vahyi inkâr ediyorlardı. Bu durumda
geriye sadece müşahede kalmıştı. Bu müşahedede, olmayacak bir şey görülse de,
okuyup yazmasını bilmediğini bildikleri halde, vahyi inkâr edenlere hakaret
olsun diye, nefyedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Musa'ya o emri
vahyettiğimiz zaman sen batı tarafında (hazır) değildin, görenlerden de değildin
" (Kasas. 4); "Nfdâ ettiğimiz vakit de sen Tûr dağının yanında
değildin" {Kasas. 46); "(Yusufun kardeşleri) işleyecekleri işi
kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102} ve "Onları
bundan evvel ne sen biliyordun ne kavmin" (Hüd, 49) âyetleridir.
[17]
gaybtan haber
vermektir.ise, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bu manaları,
"Vahy, vahyolunana işaret etme, yazma ve bunlar gibi başka gizli yollarla
birşeyi bildirmektir" şeklindeki tarif toplar. Bu tarife göre, ilham da
vahiy sayılır. Nitekim Hak Teâlâ, "Rabb'İn bal arısına vahyetti..."
(Nam,68);Şeytanlar hakkında, "Onlardostlarına vahyederler" (Enam,
121), ve "(Zekeriyya) onlara "sabah akşam teşbihte bulunun" dîye
vahyetti" (Meryem, 12) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu şeyleri
Cebrail (a.s) vasıtası ile, başka insanlara gizli ve kapalı olacak bir biçimde
Hz. Peygamber (a.s)'e ulaştırınca, bunu "vahiy" olarak isimlendirdi.
Cenâb-t Allah'ın,
"Meryem'/ onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken
(sen yanlarında değildin)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:
[18]
Âlimler, o kalemlerin
ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
a)
"Kalemler"den murad, onların Tevrat ve diğer kitapları yazdıkları
kalemlerdir. Bu kalemler ile şu
şekilde kura
çekmişlerdir: Kalemi, suyun akış istikâmetinin ters yönüne doğru giden, bu
kefalete hak kazanacaktı. Onlar bunu yaptıklarında, Zekeriyya (a.s)'nın kalemi
sadece bu şekilde suyun aksi istikametine gitti. İşte böylece ontar, Hz.
Meryem'i onun himayesine almasını kabul ettiler. Bu, âlimlerin çoğunun
görüşüdür.
b) Onlar
değneklerini akan suya attılar, sadece Zekeriyya (a.s)'mn değneği suyun akış
istikâmetinin tersine gitti. Böylece kurayı o kazandı. Bu, Rebî'in görüşüdür.
c) Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Onların kalemlerini atmaları, ümmetlerin ihtilâf
esnasında kur'a çekmeleri manasındadır. Onlar böylece, üzerlerinde isimleri
yazılı olan şeyleri kur'a için çekiyorlar, kimin ismi çtkar ise, onu ona
veriyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken onlar kur'a çekmişlerdi de
(Yunus) yenilenlerden olmuştu" (Satfat, i4i> buyurmuştur. Bu, Arapların
kumarda kazanılan devenin etini paylaşmak için çektikleri fal oklarına
benziyor. Bu hisseler, kesilip parçalandığı için, "kalemler" diye
adlandırılmıştır. Birşeyi parça parça edersen iîU* dersin. İşte bu sebepten
dolayı, yazı yazılan şeye de "kalem" denmiştir.
Kâdî şöyle demiştir:
"Bu şeylere kalem denilmesi, aslî iştikak bakımından doğru ise de, örf,
"kalem" kelimesini yazı yazılan şey mânasına tahsis etmiştir.
Binâenaleyh bu lafzı bu mânâya almak gerekir.
[19]
Âyetin zahiri onların,
o istedikleri şeyi elde etme hususunda kalemlerini, bazısının bazısından imtiyazlı
olduğunu ortaya koyacak bir biçimde bir şeye attıklarına delâlet etmektedir.
Fakat bu atmanın nasıl olduğuna dâir bir işaret yoktur. Ancak ne var ki
haberde, onların kalemlerinin suyun akış yönünün ters istikametinde hareket
etmesi şartıyla kalemlerini suya attıkları ve böylece de ona mâlik oldukları
rivayet edilmiştir. Sonra bu iş, Hz. Zekeriyya (a.s) için tahakkuk etmiştir.
İşte bu sebeple de O, Hz. Meryem'e kefalet etmeye hak kazanmıştır. Allah en
iyisini bilendir.
[20]
Âlimler, neticede
onları münakaşaya götüren Hz. Meryem'e
kefil olma arzularının sebebinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İşte
bundan dolay bazıları, Hz. Meryem'in babası İmran'ın onların başkanı ve ileri
gelenleri olduğunu, babasının bu hakkından dolayı Hz. Meryem'e kefil olma
hususunda istekli olduklarını; bazıları da annesinin onu Allah'a ibâdete ve
Beyt-i Makdis'in hizmetine adamış olması, bu sebeple onların ona kefalet etmede
arzulu olduklarını söylemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir:
"Hayır, önceki ilâhî kitaplarda Hz. Meryem'in ve Hz, İsa'nın halleri haber
verildiği için, bu sebepten dolayı onu ibâdet olsun diye himaye etmek
istemişler ve bundan ötürü çekişmişlerdir.
[21]
Bu münakaşa edip
çekişenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, onların
Beyt-i Makdis'e hizmet edenler; bazıları da bunların, onların âlimleri, din
adamları ve vahiy kâtipleri olduğunu söylemişlerdir. Onların, dinî bakımdan
faziletli ve bu yolda istekli havas kişiler olduklarında şüphe yoktur.
Hak
Teâlâ'nın"Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak" sözünde bir
hazif vardır. Takdiri ise, Meryem'i hangisinin himayesine alacağını görsünler
diye kalemler,ni atıyorlardı" şeklindedir. Bu husus zaten malum olduğu
için, hazfedilmesi daha güzel olmuştur.
Hak Teâlâ'nın
"Çekişirlerken de yanlarında yoktun" buyruğunun mânası, "Onlar
Hz. Meryem'i kimin himaye edeceğini belirlemek için kur'a atarlar ve münakaşa
ederlerken orada bulunmuyordun"
şeklindedir. Bu
çekişmeden muradın, kur'adan önceki durum olması muhtemel olduğu gibi, kur'adan
sonra meydana gelen bir başka çekişme olması da muhtemeldir. Netice olarak
diyebiliriz ki bu âyetten maksat, onların Hz. Meryem'i himaye hususunda çok
arzulu olduklarını göstermektir. Bu da ancak annesi Hanne'nin duası sebebiyle
olmuştur. Çünkü o, "Benden olanbu(adağı) kabul et. Şüphesiz hakkıyla
işiten, kemaliyle bilen sensin sen" (Ali İmran, 35) ve ' Ben onu da,
zürriyetini de o taşlanmış şey tandan sana sığındırırım'' (An imran, 36) demiş
idi.
[22]
"Hani melekler
şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana
müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsâ Mesîh. Dünyada da âhirette de itibarlıdır.
(Allah'a) çok yakın olanlardandır. Beşiğinde de
yetişkinlik hâlinde de
insanlara söz söyleyecektir. O, sâlthlerdendir" dediği zaman (da sen
yanlarında değildin)"
(Âi-i İmran, 45-46).
Bil ki, Allah Teâlâ,
Hz. Meryem'in işinin başındaki ve sonraki hallerini iyice açıklayınca, Hz. İsa
(a.s)'yı nasıl doğurduğunu da açıklayarak"Melekler, "Ey Meryem, Allah
seni müjdeliyor dediği zaman..." demiştir. Bu ifâde hususunda iki mesele
vardır:
[23]
Âlimler buradaki,
edatının amitinin ne olduğu susunda ihtilaf etmişlerdir.
1- Bunun
âmilinin, bir önceki âyetteki son "Sen yanlarında değildin" sözü,
2- Veya,
"çekişiyorlar" sözü olduğu söylendiği gibi;
3- (35.
âyetin başındaki) jl kavline atfedilmiş olduğu da söylenmiştir.
4- Keza,
kelamınt takdiri şöyleyapılmıştır: "(sana anlattığım işbu Zekeriyya'ya ait
meseleler ve Allah'ın ona Yahya'yı ihsan etmesi, meleklerin Meryem'e: "Ey
Meryem, Allah seni müjdeliyor" dedikleri sırada olmuştu."
5- Ebû
Ubeyde ise bu konuda bilinen mezhebini sürdürür ki, o da, bu gibi âyetlerdeki
lafızlarının zâid sayılmasıdır. Bil ki ilk iki görüşte bazı zayıflıklar vardır.
Çünkü Hz. Meryem, onlar kalemlerini atarlar ve bu hususta münakaşa ederlerken,
Hz. İsa ile müjdelenecek yaşta değildi. Fakat Hasan el-Basrî'nin şu sözü bu
konuda istisna edilebilir: "Hz. Meryem, küçük yaşta iken de akıllı idi.
Çünkü bu ona yapılan bir ikramdı." Eğer bu doğru ise, o yaşta iken ona
meleklerin Hz. İsa'yı müjdelemeleri caiz olur. Aksi halde bu müjdenin, onun
bunları akledebileceği bir zamana kadar tehir edilmesi gerekir. Baz; âlimler
buna cevap hususunda zorlanarak şöyle demişlerdir: "Bu çekişme ve müjdenin
uzun bir zaman içinde meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Nitekim sen,
"Ben onunla falan sene karşılaşmıştım" dersin." Bu, son derece
uzak bir ihtimaldir. Bu hususta doğru olan üçüncü ve dördüncü izahlardır. Ebu
Ubeyde'nin görüşünün zayıflığını ise, size izah etmiştik. Allah en iyi
bilendir.
[24]
Hak Teâlâ'nın,
"Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dediği zaman"
sözünün zahiri, meleklerin birden fazia olduğunu gösterir. Fakat bu hususta
meşhur olan görüş, bu nida edip müjdeyi verenin Cibril (a.s) olduğudur. Bu
hususu daha önce izah etmiştik. "Müjdeleme" (beşâret)tn ne olduğunu
da, Ay (Bakara,25)âyetinin tefsirini yaparken söylemiştik.
[25]
Cenâb-ı
Hakk'ın,"Kendinden bir kelime" ifâdesindeki "keli-me"nin ne
olduğunu birçok mânâ ile izah etmiştik. Fakat buraya en uygunolanı şu iki
izahtır:
a) Her
çocuk, Cenâb-ı Hakk'ın (ol) "kelimesi" vasıtası ile yaratılmış ise
de, Hz. İsa (a.s) hakkında âdeten ve örfen doğum için, bilinen sebep olan baba
yoktur. Bu sebeple, onun meydana gelmesinin bu kelimeye nisbeti daha mükemmel
ve tam olmuştur. Böylece bu açıklamaya göre, Hz. İsa (a.s) sanki
"kelime"nin kendisi gibi kabul edilmiştir. Nitekim çok cömert ve
ikbâl sahibi olanlara, mübalağa yoluyla, mertliğin bizzat kendisidir, mahza
keremdir ve ikbali açık olandır" denilir. Burada da böyledir.
b) Âdil
hükümdar bazan, adaletin gölgesinin ve ihsanın nurunun meydana çıkmasına sebep
olduğu için, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllultah) ve O'nun nuru (Nurullah)"
diye vasıflandırılır. Hz. İsa (a.s) da, açıklamalarının çokluğu, Allah'ın
kelamı hususundaki şüphe ve tahrifatı gidermesi sebebi ile, Allah'ın kelâmının
ortaya çıkmasına vesile olduğu için "Kelimetullah" diye
isimlendirilmesi yadırganacak birşey değildir.
[26]
Eğer, "Niçin bir
babanın tohumu olmadan, bir çocuğun doğması mümkündür" dediniz?"
denilir ise, biz deriz ki: Müslümanların usul ve kaidelerine göre, bu açıktır.
Buna, şu iki şey delâlet eder:
1- Cisimlerin,
hayat, anlayış, konuşma meydana gelecek bir şekilde terkib edilip birleşmeleri,
"mümkin" olan bir iştir. Allah Teâlâ'nın bütün mümkinata kadir olduğu
sabittir. O halde, Allah Teâlâ bir şahsı, baba nutfesi olmadan da yaratabilir. Bu hususun "mümkin" olduğu sabit
olup, peygamberin de doğruluğuna mucizeler delâlet edince, bunun doğru olması
gerekir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s), mümkin olan bu işin vuku bulmuş olduğunu
haber vermiştir. Sâdık olan birisi, bir mümkinin meydana geldiğini haber
verince, onun bu şekilde olduğuna kesin hüküm vermek ve inanmak gerekir.
Böylece bizim söylediğimiz şeyin doğruluğu sabit olmuş olur.
2- Hak
Teâlâ'nın, "Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah indinde Âdem'in hâli
gibidir" (Âi-ıimran, 59) âyetidir. Buna göre Allah'ın Hz. Adem'i babasız
olarak yaratması imkansız görülmediğine göre, Hz. İsa'yı babasız yaratması hiç
imkansız görülemez. İşte bu açık bir hüccettir.
Felsefecilerin
prensiplerine göre de, bunun mümkün olduğu açıktır. Bunun böyle olduğuna şu
hususlar delalet eder:
a) Felsefeciler,
doğurtma suretiyle olmayan bir üreme yoluyla insanların meydana gelmelerinin
imkansız olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir:
"Çünkü insanın bedeni, bu bedendeki hususî mizacın meydana gelmesi ile o
bedeni yöneten nefs-i natıkayı kabule kabiliyetlidir. Bu mizaç ise ancak, dört
unsurun (ateş, su, hava, toprak) belli bir süre içinde ve belli miktarlarda
karışımı ile meydana gelir. Bu sebeple, bu unsurların parçalarının insanın
bedenine uygun miktarlarda bir araya gelip imtizaç etmeleri imkansız değildir.
İşte, mizaç ite ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin bir araya gelmesi esnasında
bu unsurların imtizacı vâcib olur. Mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin
meydana gelmesi esnasında, o bedene ruhun girmesi vâcib olur.
Böylece insanın üreme
yoluyla meydana gelmesinin mâkûl ve mümkin olduğu sabit olur. Durum böyle
olunca insanın, bir baba olmaksızın meydana gelmesi öncelikle caiz ve mümkin
olur.
b) Biz,
meselâ farenin balçıktan, yılanların bitkilerden ve akreplerin de güzel kokulu
bir tür nebattan meydana gelmesi gibi tevellüt yolu ile birçok canlının (normal
olmayan bir üreme ile) meydana geldiklerini müşahede etmekteyiz. Bu durum böyle
olunca, bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansız olmaması, haydi
haydi mümkündür.
c) Zihindeki
tahayyüller çoğu zaman, bir çok hadisenin
meydana gelmesine sebep olmaktadır. Çünkü olumsuz bazı şeyleri düşünmek,
gazabın ortaya çıkmasına ve bedende ısının yükselmesine sebep olur. Uzun bir
tahta, yere konulduğunda insan onun üzerinde yürüyemez mi? Tabiî ki yürür.
Fakat bu tahta köprü gibi derin bir çukurun üzerine uzatıldığında, insan onun
üzerinde yürüyemez. Aksine her yürüdüğünde düşer. Bu ise, sırf o insanın
düşeceğini tasavvur etmesinin bu düşmeye sebep olmasından dolayıdır. Felsefeciler,
kitaplarında bu konuyla ilgili pek çok misaller zikretmişler ve bunları,
mu'cize ile kerametlerin olabileceğini beyân için bir asıl ve düstur
saymışlardır. Buna göre, Hz. Meryem'in de, Hz. İsa'nın suretini zihninde hayal
ettiğinde bunun, o çocuğun kendisinin rahmine yapışmasına kâfi geldiğinin
söylenmesine hangi mâni vardır? Bütün bu hususlar mümkün ve muhtemel olunca,
Hz. İsa (a.s)'nın babasız olarak meydana geldiğini söylemek, imkansız olmayan
bir söz olur. Şayet sen gelmiş geçmiş bütün tabiî ilimler, tıp ve felsefe
bilginlerinden bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansızlığını
gösterecek ikna edici bir delil getirmelerini istesen, onlar, örf ve âdetin
istikrasına (yani taranmasına) başvurmaktan başka bir yol bulamazlar. Halbuki filozoflar,
bu gibi tarama ile elde edilen neticelerin ilim şöyle dursun, zann-ı galip bile
ifâde edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz, bunun mümkün bir
iş olduğunu anlamış olduk. Binâenaleyh Allah, insanlara bunu bildirdiğine göre,
bunun böyle olduğuna kesin inanmak gerekir.
Hak
Teâlâ'nın,ifâdesindeki harf-i cerri, teb'îz (bazısı, kısmen) manasını ifâde
etmez. Çünkü eğer böyle olsaydı, Allah Teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan
meydana gelmiş olması ve o zaman toplanabilen, ayrılabilen bir varlık olması
gerekirdi. Böyle olan her varlık ise muhdes (sonradan meydana ge!me)dir. Allah,
böyle olmaktan münezzehtir. Aksine buradaki lafzının manası, "ibtida-i
gâye"dir. Çünkü Hz. İsa'nın babası olmadığı için, yaratılıp meydana
getirilmesinde, Cenâb-ı Hakk'ın "ol" kelimesinin tesiri, daha
mükemmel ve açık olmuştur. Buna göre, Allah'ın kelimesinin, Hz. İsa'nın. meydana
gelmesinin başlangıcı olması daha mükemmel olmuş olur. Binâenaleyh mana,
hristiyanların ve hulûliyye[27] nin
vehmettiği şey değil, bizim zikrettiğimiz şey olur.
[28]
Hak Teâlâ'nın'.
"Adı, İsa Mesih, Meryem'in oğlu" tabiri ile ilgili birkaç sual
vardır:
Birinci sual:
"Mesih" lafzı, müştak (türemiş) bir isim midir, yoksa bu mânaya
verilmiş bir özel isim midir?
Cevap: Bu
hususta iki görüş vardır:
1- Ebü
Ubeyde ve Leys şöyle demişlerdir: "Bunun İbrancada aslı
"Meşîhâ"dır. Araplar bu kelimeyi arapçalaştırmış ve lafzını
değiştirmişlerdir. "İsa" kelimesinin aslı da, îşû" idi. Niketim
onlar, "Musa" lafzının aslının İbrancada "Muşa" veya
"Mîşâ" olduğunu da söylemişlerdir. Bu görüşe göre, bu kelime müştak
değildir.
2- "Bu,
müştak bir kelimedir." Âlimlerin çoğu bu görüştedirler ve bu hususta şu
izahları yapmışlardır:
a) İbn Abbas
(r.a) şöyle der: "Hz. İsa, Mesih diye adlandırılmıştır. Çünkü onun
meshedip dokunduğu her hasta iyileşirdi."
b) Ahmed b.
Yahya şöyle der: "Çünkü o, yeryüzünü mesheder, yani dolaşıp gezerdi.
Yüzölçümü "mesaha" da bu köktendir. Bu manaya göre, çok fasık ve
içkici adama denildiği gibi, mübalağa
ifade etsin diye Hz. İsa (a.s)'ya da "Mesih" (çokça gezen)
denilmiştir.
c) O, mesih
idi. Çünkü Atlah rızası için yetimlerin başını meshederdi. Bütün bu görüşlere
göre "fa'îl" vezninde olan bu kelime, "râhîm" manasında
olan "rahîm" kelimesi gibi, ism-i fail manastndadır.
d) O,
günahları ve kötülükleri meshedip silerdi.
e) O,
"Mesih" diye adlandırılmıştır, çünkü ayağında çukur yok idi, yani
düztaban idi.
f) O,
"Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ona, ancak peygamberlere
sürülen temiz ve mübarek bir koku sürülmüştür. Sonra bu görüştekiler şöyle demişlerdir:
"Cenâb-ı Hakk'ın, bu kokuyu, doğduğu zaman kendisine bu koku sürülen
herkesin peygamber olacağını melekler bilsin diye, bir alâmet kılmış olması
mümkündür."
g) O,
"Mesih" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü o doğduğu zaman, Cebrail
(a.s), onu şeytanın dokunmasından korumak için, kanadıyla onu meshedip
sarmıştır.
h) O,
"Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ana karnından ilahi bir koku
sürülmüş olarak doğmuştur.
Bu görüşlere göre ise,
"mesîh" kelimesi, ism-i mef'ul manasında olarak "memsûh"
(meshedilmiş) yerine olmuş olur. Böylece fa'îl vezni mef'ûl manasına gelmiş
olur.
Ebû Amr b. Alâ,
Mesih'in "melik, hükümdar"; Nehaî ise, "siddîk, sözü özü
doğru" manasına geldiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Belki
de bu ikisi bunu, kelimenin kendisine delâlet etmesi sebebiyle değil de, Hz.
İsa'yı medhetme cihetinden söylemişlerdir.
Ama, Deccâl'in Mesih
diye adlandırılmasına gelince, o şu iki sebepten dolayı bu adı almıştır:
a) Onun iki
gözünden birisi, silme ve dümdüz ve kör olduğu için...
b) Kısa bir
zamanda, yeryüzünü dolaşıp katettiği için.. Âlimler sözlerini şöyle
sürdürmüşlerdir: Yeryüzünde dolaştığı ve onun her tarafını katetmiş olduğu
için, ona Deccâl adı verilmiştir. Nitekim, Deccâl bu işi yaptığında, denilir.
Deccâl'in, Deccâl diye isimtendirilmesinin sebebinin, "Bir kimse göz
boyayıp da, işi karmakarışık ettiği" zaman söylenilen tabirinden alındığı
ileri sürülmüştür.
[29]
İkinci sual:
"Mesîh, Onun lakabı, İsa da O'nun ismi gibidir... O halde, niçin lakab
isimden önce getirilmiştir?"
Cevap:
Mesih, Siddîk ve Faruk lakapları gibi, O'nun çok şerefli olduğunu ve
mertebesinin de çok kıymetli olduğunu ifâde eden bir lâkap gibidir. Böylece
Allahu Teâlâ O'nu, derecesinin yüksekliğini ifâde etsin diye, önce lakabıyla,
sonra da kendi özel ismiyle zikretmiştir.
Üçüncü sual:
Hitâb, zaten Meryem (a.s)'e yapılmışken, daha niçin "Meryem oğlu İsa"
denilmiştir?
Cevap: Çünkü
peygamberler, annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Cenâb-ı Hak Hz.
İsa'yı babaya değil, annesine nisbet edince, bu Hz. Meryem'e, Hz. İsa'nın
babasız olarak dünyaya geleceğini bir bildirme olmuştur. Böylece de bu,
faziletinin artmasına ve derecesinin yücelmesine sebep olmuş olur.
Dördüncü sual:
HakTeâlâ'nın, "Onun ismi" sözündeki zamir, lafzına racidir. Halbuki,
"kelime" lafzı ise, müennestir. O halde niçin zamir müzekker olarak
getirilmiştir?
Cevap:
"Kelime" lafzı her ne kadar müennes ise de, onunla isimlenen
şey müzekkerdir.
Beşinci sual:
Cenâb-ı Hak niçin demiştir? Halbuki bu ifâdede isim olan, sadece
"İsa" lafzıdır? Mesih ise lakab,
"Meryem'in
oğlu" kısmı ise sıfattır...
Cevap: İsim,
müsemmânın alâmeti ve onu bildiren şeydir. Buna göre sanki, "O'nun
kendisiyle tanıtılıp ortaya konulduğu şey, bu üç şeyin toplamıdır" denilmiştir.
[30]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Dünyada da ahirette de itibarlıdır" tavsîfine gelince, bunda iki
mesele vardır:
[31]
Vecîh kelimesinin
mânası, makam, şeref ve kadr ü kıymet sahibi, itibarlı demektir. Bir kimsenin
hem halk hem de idare nezdinde makam ve rütbesi yüksek olduğu zaman denilir.
Bazı dilciler de şöyle demişlerdir: Vecîh, kerîm anlamına gelir. Çünkü insanın
uzuvlarının en şereflisi, onun yüzüdür.. Böylece yüz, kerem ve kemâlden bir
istiare olmuş olur. Bil ki, Cenâb-ı Hak Hz. Musa (a.s)'yı da,
"itabarlıdır" diye vasfetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman
edenler, siz de Musa 'yi incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri
şeyden temize çıkardı. O, Allah katında itibarlı idi" (Ahzâtı. 69)
buyurmuştur. Sonra müfesstrler bu tabirin tefsiri hakkında şu görüşleri ileri
sürmüşlerdir:
a) Hasan
el-Basrî şöyle der: "O, peygamber olması sebebiyle dünyada, Allah katında
derecesinin yüce olması sebebiyle de ahirette itibarlıdır."
b) Musa
(a.s), Allah katında itibarlıdır. İsa (a.s)'ya gelince, duası müstecâb olması,
ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi
sebebiyle dünyada; Cenâb-ı Hakk'ın onu, kendisine inanan ümmetine şefaatçi
kılıp, ulüj'l-azm peygamberlerin
şefaatini kabul ettiği gibi, ümmeti hakkındaki O'nun şefaatini kabul ettiği
için, âhirette itibarlıdır, O, vecîhtir...
c) Ailahu
Teâlâ O'nu, yahudilerin kendisini vasfetmiş olduğu kusur ve ayıplardan temiz
kılmış olması sebebiyle dünyada; sevabının çokluğu ve Allah katındaki
derecesinin yüksekliği sebebiyle âhirette itibarlı, makam ve mertebe sahibi
kılmıştır.
İmdi şayet,
"Yahudiler, O'na hertürlü kötü muameleyi reva görmüşken, o bu dünyada
nasıl makam ve mevki sahibi, itibarlı olabilir?" denilirse biz deriz ki,
Ailahu Teâlâ Hz. Musa'yı, yahudilerin O'nu kınamış olmalarına ve Cenâb-ı
Hakk'in O'nu, onların dediklerinden temiz ve berî kılıncaya kadar O'na eziyyet
etmiş olmalarına rağmen, "vecîh", (gözde, itibarlı) diye
isimlendirmiş olduğunu söyledik. Bu da, Hz. Musa'nın itibarlı, makam ve mertebe
sahibi olmasına bir zarar vermez... İşte burada da böyledir.
[32]
Zecj kelimesi, hal
olduğu için mansûbtur" demiştir. Buna göre mâna ise, "Allah seni,
dünya ve âhirette itibarlı olan şu evlatla müjdeler" şeklinde olur. Ferrâ
ise, bu kelimenin harf-i tariften tecerrüd ettiği içij şeklini aldığını
söylemiştir. Buna göre sanki o, bu tabirin aslının,"Meryem'in itibarlı ve
gözde olan oğlu İsa..." şeklinde olduğunu söylemiş, böylece de bu kelimeden
harf-i tarifin tecrid edilmiş olduğunu ifâde etmiştir.
Hak Teâlâ'nın,
"(Allah'a) çok yakın olanlardandır" buyruğuna gelince, bu hususta şu
görüşler belirtilmiştir:
a) Allahu
Teâlâ bu tabiri ile meleklere büyük bir medihde bulunmuş, bu sıfat vasıtasıyla onu
da meleklere ilhak etmiş, onların derecesine çıkarmıştır.
b) Bu vasıf,
Hz. İsa (a.s)'nın göklere yükseleceğine ve meleklerle arkadaş olacağına, âdeta
dikkat çekmektedir.
c) Âhirette
her İtibarlı kimsenin, mukarreb ve Allah'a yakın olması söz konusu değildir.
Çünkü cennetlikler de kendi aralarında derece derecedirler. İşte bu sebepten
dolayı Cenâb-ı Hak, "Siz de üç sınıf olmuşsunuzdur: Sağ ehli... O sağ ehli
ne mutludurlar! Sol ehli. ..O sol ehil ne bedbahttır! Hayır yarışlarında ta öne
geçip kazananlara gelince: Onlar öncüdürler.. İşte onlar, (Allah'a) en çok
yaklaştırılmış olanlardır" (vakıa, 7-11) buyurmuştur.
[33]
Hak Teâlâ'nın,
"Beşiğinde de, yetişkinlik halinde de insanlara söz söyleyecektir"
buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:
[34]
Bu sözün başındaki vâv
harfi, atıf vâvı olup, bu ifâdeyi kendinden önce geçmiş olan kelimesine atfetmektedir. Buna göre kelamın
takdiri, şöyledir: Cenâb-ı Allah sanki, "itibarlı ve insanlara söz söyleyen..."
demiştir. Bana göre, yapılmış olan bu takdir zayıftır; çünkü bir zaruret ve
elde edilecek bir fayda olmadığı sürece, fiil cümlesini isim cümlesine atfetmek
caiz değildir. Evlâ olanı ise, âyetin takdirinin, "Allahu Teâlâ seni,
dünya ve âhirette itibarlı; Allah'a yakın kullardan, mukarreblerden sayılmış;
ismi, Meryem oğlu İsa Mestti olan bir kelime ile müjdeler..." şeklinde
olmasıdır. İşte bu kelamın tamamı, tek bir cümledir. Sonra Cenâb-ı Hak,
"... Ve insanlara söz söylemektedir" buyurmuştur ki, böylece bu kelam
Cenâb-ıifâdesine atfedilmiş olur.
[35]
Âyette geçen
kelimesiyle ilgili, iki görüş bulunmaktadır:
a) Bunun
mânası, "annesinin kucağı" demektir.
b) Süt
döneminde çocuğun yattığı yer olarak bilinen maruf şey, yani beşiktir. Bu
ifâdeden murad, "o insanlara, çocukların beşiğe muhtaç oldukları bir
durumda iken konuşmuş olması..." olduğu halde, bu nasıl olmuştur?..
Halbuki maksat, ister annesinin kucağında isterse beşikte olsun değişmez.
[36]
Âyetteki"ve
yetişkinlik halinde" kelimesi "beşiğinde" ifâdesine
atfedilmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "O, insanlarla
küçük iken de, yetişkin iken de konuşur." Burada birkaç sual vardır:
Birinci sual: "Kehl", ne mânaya gelir?
Cevap:
Arapça'da bu kelime, insanın güçlü kuvvetli olup, delikanlılığının kemâle
ermesi durumuna denir. Bu ifâde, bitkiler büyüyüp kemâle erdikleri zaman
Arapların kullandıklarsözünden alınmıştır. Nitekim A'şa, şu şiiri söylemiştir:
"Birbirine giren
ve çok da güzel olan bitkilerle bürünmüş; olgunluğunun
zirvesine ulaşmış,
suya da iyice kanmış bitkinin büyük bir kısmı güneşle beraber döner..."
O, buradaki
"Müktehil" kelimesi ile, son derece güzel ve mükemmel oluş manasını
kastetmiştir.
İkinci sual: Hz.
İsa'nın beşikte iken konuşması bir mû'cizedir. Fakat yetişkin iken konuşması,
bir mu'cize değildir. O halde bunu söylemenin faydası nedir?
Cevap: Buna,
birkaç bakımdan cevap verilebilir:
1- Bu sözden
murad, Hz. İsa'nın çocukluktan yetişkin oluncaya kadar birçok değişik haller
geçirmiş olduğunu açıklamaktır. Halbuki yüce İlah hakkında böyle değişiklikler
imkânsızdır. Bu ifâdeden maksad ise, İsâ (a.s)'nın bir ilah olduğunu söyleyen
Necran heyetinin sözünü reddetmektir.
2- Bundan
murad, onun insanlarla, annesinin temizliğini ve iffetini göstermek için
beşikte iken bir defa, yetişkinliğinde ise vahyi ve nübüvveti açıklamak için
çokça konuştuğunu göstermektir.
3- Ebu
Müslim şunu söylemiştir: "Bu ifâdenin mânası şöyledir:'O, hem beşikte
iken, hem de yetişkinlik döneminde insanlarla aynı şekilde ve aynı biçimde
konuşmuştur." Bu, şüphe yok ki son derece tesirli bir mû'cizedir."
4- Esamm
şöyle demiştir: "Bundan murad, "O yetişkinlik çağına ulaşır"
demektir.
[37]
Üçüncü sual:
Hz. İsa'nın göğe yükseltilinceye kadarki ömrünün otuzüç yıl altı ay olduğu
nakledilmiştir. Bu duruma göre o, yetişkinlik çağına varmamıştır.
Cevap: Buna
iki yönden cevap verilebilir:
a) Biz,
kelimesinin Arapça'da tam ve kâmil olmaktan ibaret olduğunu beyân etmiştik.
İnsanın en mükemmel hali ise, o otuz ilâ kırk yaşı arasında bulunduğu zaman
olur. Binâenaleyh, Hz. İsa'nın bu yaşta iken, diye vasfedilmiş olması doğru
olmuş olur.
b) Bu,
Hüseyn İbn Fadl el-Becelî'nin görüşüdür. Buna göre, Hak Teâlâ'-nı tabirinden
maksat, Hz. İsa'nın âhir zamanda semâdan inerek insanlarla konuşup, Deccâl'i
de öldürmesinden sonra, böyle yeryüzüne ineceğine dair bir nass
bulunmaktadır" demiştir.
[38]
Hristiyanlar,
Hz. İsa'nın beşikte konuşmasını kabul etmemişler ve kendi görüşlerinin
doğruluğuna da, şöyle istidlal etmişlerdir: Onun beşikteyken konuşması, en
garip ve en şaşırtıcı bir durumdur. Bu gibi vakıaların meydana gelmesi
durumunda hiç şüphesiz ki, eğer bu hâdise meydana gelmişse, bu hâdisenin
mutlaka sözlerine itibar edilecek ve hükme medar olacak çok kalabalık bir
topluluğun huzurunda meydana gelmiş olması gerekirdi... Çünkü bu gibi
mu'cizelerin bir iki kişiye mahsus olması mümkün değildir. Gerçekten son derece
hayret verici bir vakıa, kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelirse,
muhakkak ki bunu rivayet etmenin sebep ve yolları da fazlalaşır. Böylece de bu,
tevatür derecesine ulaşmış olur. Tevatür derecesine ulaşmış olan bir şeyi
gizlemek ise, imkânsızdır. Ve yine, eğer böyle bir şey meydana gelmiş olsaydı,
bunu gizlemek imkânsız olurdu. Çünkü hristiyanlar, Hz. İsa'yı sevme konusunda
çok aşırı davranarak, onun bir iiâh olduğunu dahi söylemişlerdir.. Böyle olan
kimselerin, Hz. İsa'nın menkîbe ve faziletlerini gizleme hususunda çaba
sarfetmeleri imkânsız olur; bilakis, onun hakkındaki bir menkîbeyi bin yapar...
Böylece, böyle bir vakıa şayet meydana gelmiş olsaydı, bunu en iyi bilen
kimselerin hristiyaniar olması gerekirdi. Onlar bunu inkâr etme hususunda
mutabık olunca, bu işin kesinlikle meydana gelmemiş olduğunu anlamış oluruz.
Kelâmcılar bu şüpheye
şu şekilde cevap vermişler ve şöyle demişlerdir: Hz. İsa'nın beşikte konuşması,
ancak Hz. Meryem'in fuhuş ve zinadan beri ve masum olduğuna bir detil olsun
diye meydana gelmiştir... Orada bulunanlar ise, az bir topluluk idi.. Böylece
bu sözü duyanlar pek az bir topluluk olmuştur. Böylesi az sayıdaki topluluk
içinde, hakikatlerin gizlenmesi hususunda bir ittifakın meydana gelmesi uzak
bir ihtimal değildir. Bunun şöyle olması muhtemeldir: O az sayıdaki topluluk,
bunu anlatmıştır, amma o yahudiler onları bu konuda yalanlayarak, iftirada
bulunmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine onlar da bu sebepten dolayı susmuşlar,
bu sebeplerden ötürü mesele, Allahu Teâlâ onu Hz. Muhammed'e bildirmesine kadar
gizli ve saklı kalmıştır. Kaldı ki bütün hristiyanlar bunu inkâr etmemektedir.
Çünkü, meselâ Ca'fer İbn Ebî Tâlib'den şu rivayet edilmiştir: Necaşî'ye Meryem
sûresi okunduğu zaman Necaşî, "İsa (a.s)'nın hadisesiyle, bu sözde
zikredilen hadise arasında zerrece fark bulunmamaktadır" demiştir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra"O, salihlerdendir" buyurmuştur. Eğer, "Hz. İsa'nın Allahu
Teâlâ'dan bir kelime olması; dünyada ve âhirette itibarlı olması, Allah katında
O'na çok yakın olanlardan olması, insanlarla beşikte ve yetişkinlik çağtnda konuşması...
Evet, bu sıfatlardan her biri, onun salih kimselerden olması sıfatından daha
yüce ve daha şereflidir.. O hâlde Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'nın sıfatlarını niçin,
"Ve, sahillerdendir" vasfı ile bitirmiştir?" denilirse, deriz
ki: Kişinin sâlih olmasından daha büyük bir rütbe yoktur. Çünkü kişi böyle
olduğu zaman, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde en güzel yola ve en mükemmel
usûle uyar, devamlı ona tâbi olur. Bunun, gerek dünyevî, gerek dinî hususlarda,
kalbî ve uzvî fiillerin bütününe dair makamları içine aldığı, herkesçe
malumdur. Binâenaleyh, Allahu Teâlâ, bazı tafsilatları zikredince, bunun
peşinden derecelerin en yükseğine delâlet eden bu sözü getirmiştir...
[39]
"Dedi ki:
"Rabb'im, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum
olabilir?" (Allah), "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe
hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir.." dedi. Allah ona yazmayı,
hikmeti, Tevrâti ve İncil'i öğretecek.. Onu İsrailoğullanna peygamber
gönderecek... (Onlara o), "Muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize
getirdim. Gerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de
Allah'ın izniyle o, derhal bir kuş olur. Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve
alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor, ne
biriktiriyorsunuz, onları size haber veririm. Muhakkak ki bunlarda, sizin için,
eğer iman ediciler iseniz, bir ibret vardır" deyecek" (Âli imran.
47-49).
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Hz. Meryem, böyle demiştir. Çünkü, bir şey ile müjdelemek, âdetin
hilafına vaki olan şeyden teaccüb etmeyi gerektirir. Biz bunun aynısını Hz.
Zekeriyya'nın kıssasında açıklamıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir işe
hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir" tabirinin tefsiri
Bakara, 117. âyetin tefsirinde geçmişti.
Hak Teâlâ'nın 'Allah
ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i Öğretecek" buyruğuna gelince,
bunda iki mesele vardır:
[40]
Nâfî ve Âsim, yâ
harfiyle diğer kıraat imamları da nün ile şeklinde okumuşlardır. Yâ harfiyle okunması
halinde, bu cümle "(Fakat) Allah dilediğini yaratır" cümlesine
atfedil mistir. Müberred, "bu ifâdenin "Seni bir kelimeyle müjdel'
(âh imran, 45) âyetine atfedildiğini" söylemiştir. Nûn ile okuyanlar,
âyetin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Meryem, "Ya Eabbi,
benim nasıl çocuğum olabilir?" demişti... Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak
ona, "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmetiği zaman,
ona sadece ol! der, o da oluverir" demişti. Bu, her ne kadar gaib
sîgasıyla bir haber verme ise de bu, Allahu Teâlâ'nın kendisinden bir haber
vermesidir. Bu sebeple hiç şüphesiz, bu ifâdeye, gayb sîgasıyla olmayan haber
vermeyi birleştirmesi güzel olmuş, bundan ötürü de "ve, ona öğreteceğiz..."
buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun mânası, 'İşte böylece biz,
dilediğimizi yaratıyor, kitabı ve hikmeti Öğretiyoruz" şeklindedir. Allah
en iyisini bilendir.
[41]
Bu âyette, atıf
vâvıyla birbirine atfedilmiş olan dört mevzu bulunmaktadır. Bana göre doğruya
en yakın olanı şöyle denilmesidir; Kitap kelimesinden murad, yazı ve kitabet
sanatını öğretmektir. Hikmet'den murad, ilimleri öğretip, ahlâkı
güzelleştirmektir. Çünkü insanın kemâli ve mükemmelliği, hakkı zâtı gereği,
hayrı da, onunla amel etmek için bilip tanımasındadır. Bu ikisinin toplamı
"hikmet" diye adlandırılmıştır. Sonra Hz. İsa, hat ve yazı sanatını
öğrenip, aklî ve şer'İ ilimleri de kavrayınca, Cenâb-ı Hak ona Tevrat'ı
öğretmiştir. Hak yazının öğretilmesinden
sonra öğretmişti; çünkü Tevrat ilahî bir kitab olup, içinde de büyük sırlar
bulunmakta idi. İnsanın, birçok ilimleri öğrenmedikçe, ilahî kitapların
sırlarından bahsetmeye girişmesi mümkün değildir. Sonra Cenâb-ı Hak, dördüncü
olarak İncil'i zikretmiştir. O, İncil'i Tevrat'tan sonra getirmiştir. Çünkü
önce yazıyı öğrenip, sonra hak ilimlerini elde edip, daha sonra da, Hak
Teâlâ'nın ondan önceki peygamberlere göndermiş olduğu kitapların sırlarını iyice
ihata edip anlayınca, O'nun böylece ilimdeki derecesi yükselmiş olur. Buna göre
Cenâb-ı Hak o kimseye, bundan sonra başka bir kitap indirip, onu o kitabın
sırlarına vakıf kılınca işte bu; ilimde, anlayışta, aklî-şer'î sırlan
kavrayışta ve ulvî ve süflî hikmetlere muttali olmada en yüksek nokta ve en
yüce payedir. İşte, bu dört lafzın tertibi hususunda söyleyebileceklerim bundan
ibarettir.
[42]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Onu İsraîIoğullarına bir peygamber gönderecek.. (Onlara O),
"muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cfze getirdim(diyecek)"
buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır:
[43]
Bu âyetle ilgili şu
izahlar bulunmaktadır:
a) Âyetin
takdiri, "Biz ona yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğiz;
onu, İsrailoğullarına, "Ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim,."
diyen bir peygamber olarak yollayacağız.. şeklindedir. Herhangi bir karışıklığa
sebebiyet vermediği sürece hazfler yapmak "güzeldir.
b) Zeccâc,
şöyle demiştir: "Bana göre kelamın takdirinde tercih edilmesi gereken
durum, "O, insanlarla bir resul olarak konuşuyordu" şeklinde
olmasıdır. Biz bu
takdiri, Hz. İsa'nın,
"Ben size... getirdim" ifâdesi münasebetiyle yaptık.. Buna göre
mana, "Hz. İsa onlarla, "Ben size bir mû'cize getirdim" diyen
bir resul olarak konuşuyordu, şeklinde olur" demiştir.
c) Ahfeş,
"İstersen, vâv harfini zâid kabul edebilirsin; buna göre takdir de, "Allah ona yazı yazmayı, hikmeti,
Tevrat'ı ve onu İsrailoğullarına, kendilerine "Ben size bir mu'cize
getirdim diyen bir peygamber olarak İncil'i de öğretecektir" şeklindedir.
[44]
Bu âyet, bazı
yahudilerin görüşlerinin hilâfına olarak, Hz. İsa'nın bütün İsrailoğullanna bir
peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder. Bazı yahudiler ise Hz. İsa'nın, içlerinden
hususi bir topluluğa peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylemişlerdir.
[45]
Âyet-i kerimede geçen
hl kelimesiyle, müfred bir mana, cins mânası kastedilmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ
burada, tek bir tane değil, birçok mu'cizeyi sayıp tâdâd etmiştir. Ki, bunlar
da ölüleri diriltmek, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmek,
gayblardan haber vermektir.. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın,"Muhakkak ki ben
size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim" buyruğundaki "mu'cize"
kelimesinden murad müfred, tek birşey olmayıp cinstir...
Çenâb-ı Hak, daha
sonraGerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de
Allah'ın izniyle derhal bir kuş olur" buyurmuştur.
Bil ki, Allahu Teâlâ
burada Hz. İsa'nın mu'cizesi olarak beş çeşit mu'cizeden bahsetmiştir.
[46]
Burada, bu âyette
zikretmiş olduğu mu'cize olup bunda birkaç mesele vardır:
[47]
Hamza, hemzenin
fethasıyla; Nâfl ise, hemzenin kesresiylşeklinde okumuşlardır. Buna göre, meftuh
okuyanlar, bu kısmsözünden bedel yapmışlardır. Buna Cenâb-ı Hak sanki,
"Ben size, çamurdan kuşa benzer bir şey yapma (mu'cizesini)
getirdim..." demiştir. Kesre ile okuyanların kıraatinin ise iki izahı bulunmaktadır:
a) Bu,
müste'nef (yeni başlayan) bir sözdür ve bu ifâdenin mâkabliyle de bir
münasebeti kalmamıştır.
b) Hz. İsa,
"mu'cize, âyet "Muhakkak ki ben, size çamurdan kuşa benzer birşey
yaparım..." sözüyle açıklamıştır. Önceki cümlenin, mübtedâ olacak bir
biçimde gelen daha sonraki bir cümleyle tefsir edilmesi caizdir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, iman ed/p de güzei ameller işleyenlere vaadetmiştir" (Maide,
9) buyurmuş, daha sonra da va'adedilen şeyi"Onlar için bir mağfiret
vardır" şeklinde açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak "Muhakkak ki İsâ'nm
hâli, Allah katında, Âdem'in hâli gibidir" (ali imran, 59) buyurmuş, daha
sonra "gibi.." kelimesin"Onu topraktan yarattı" sözüyle
açıklamıştır. Bu izah çok güzeldir. Çünkü bu, mânâ bakımından "Muhakkak ki
ben yaratırım" ifâdesini
kelimesinden bedel kılarak fetha ile okuyan kimsenin kıraati gibidir.
[48]
cümlesinin mânası, Yani, "Ben onu takdir
eder, Ölçüp biçer, şekil verir; bu şekilde mey-. Biz Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara,
21) âyetinin tefsirinde, "halk" (yaratma) kelimesinin "takdir
etmek, ölçüp değerlendirmek" mânasına geldiğini açıklamıştık. Bunu, burada
da zikretmemizde bir mahzur yoktur. Biz deriz ki, bunun bu manaya geldiğine
Kur'ân, şiir ve istişhâd delâlet etmektedir.
Kur'ân'a gelince,
bunlar şu âyetlerdir:
a) AllahuTeâlâ'nın,'yaratıp,
takdir edenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (Mü'minûn, 14»
âyeti.. Bu böyledir, çünkü kulun, yaratma ve îcât etme mânasında "hâlık,
yaratıcı" olamayacağı sabittir. Binâenaleyh onun "hâlık" olması,
"takdir etmek, ölçüp biçmek ve inceden inceye düzenlemek, tesviye
etmek" mânasına alınması gerekir.
b) "Halk"
(yaratma) fafzı, yalana da ad olarak verilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Şuarâ
sûresi 137. âyetinde, "Bu, evvelkilerin yalan ve düzmecelerinden başka
birşey değildir"; Ankebût sûresi
17. âyetinde, "Yalan uydurup düzüyorsunuz" ve
Sâd sûresi 7. âyetinde de, "Bu, ancak bir uydurmadır" buyurmuştur.
Buna göre yalan söyleyen kimse, hâlık diye adlandırılmıştır. Çünkü o kimse, kafasında
yalan takdir edip, sonra ona şekil vererek gerçekleştirir.
c) Tefsirini
yapmakta olduğumuz, "Gerçekte, ben size çamurdan kuş biçimi gibi bir şey
yapar, yani onu düzenler ve tesviye ederim..." âyetiyle, Mâide
süresindeki, "Hanı, çamurdan kuşa benzer bir şey yapıyordun.."
(Mâide, no) âyeti, "halk" kelimesinin takdir ve tasvir etme, suret
verme manalarına geldiğine delâlet eder.
Hak Teâlâ'nın,
"Yerde olan her şeyi sizin için yaratan... Odur..." (Bakara,29)
âyetidir. Bu ifâdedeki lafzı, maziye, yani geçmiş zamana işarettir. Biz bu
ifâdeyi icâd ve ibda mânasına alırsak, mâna, "Yeryüzünde olan herşeyi Hak
Teâlâ geçmiş zamanda icâd etmiştir" şeklinde olur ki, bu da ittifakla
yanlıştır. O halde, sözün doğru olabilmesi için "halk" (yaratmak)
kelimesini, takdir etmek manasına hamletmek gerekir. Bu hususta doğru olan mâna
da, "Allahu Teâlâ, geçmişte, yeryüzünde şu anda meydana gelen her şeyi
takdir etmişti..." şeklinde olan mânâdır.
Şiirden delile
gelince, bu, şairin şu beytidir:
' yemin olsun ki sen,
kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları iser
kafalarından birşeyter tasarlıyorlar ama başkasına iftira olarak söylemiyorlar."
Yine başka bir şairin,
şu beytidir:[49]
"Deriyi ölçüp biçen kadın ve erkek
işçilerin elinde ancak derinin güzeli gıcırdar."
Istişhâda gelince, bu
da şudur: Bir başka örneğe bakarak ayakkabıyı ölçüp biçip, onu iyice
düzelttiğinde denilir. kelimesi, bir miktar hayır, pay, hisse demektir. Yine,,
"Hakkı, müstehak olduğu şey budur" mânasında olmak üzere denilir. Düz
ve çıplak kaya parçasına denilir. Çünkü düz olmada istiva; sert, girintili
çıkıntılı olmada ise, ihtilaf ve pürüzler bulunmaktadır. Böylece,
"halk" (yaratmak) kelimesinin takdir etmek, düzenlemek mânasından
ibaret ofduğu ortaya çıkmış oldu.
[50]
Bütün bunları iyice
anladığın zaman biz deriz ki, Allah'a ( (Hâlık) isminin verilip verilemiyeceği
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Abdiltah el-Basri "Hakiki mânada olmak
üzere, Allah'a bu kelimenin isnâd edilmesinin caiz olmadığını; çünkü takdir
edip düzenlemenin, zan ve hesaplar yapmaktan ibaret olduğunu, bunun ise, Allah
hakkında muhal olacağını" söylemiştir.
Âlimlerimiz ise,
"Hâlık, ancak Allah'tır" demişler ve bunun böyle olduğuna şu âyeti
delil getirmişlerdir: "Allah her şeyin halikı, yaratıcısıdır" (Zümer,
62).
Âlimlerimizden
bazıları da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz! gökten ve yerden nzıklandıracak,
Allah'tan başka bîr yaratan var mı?" (Fâtır, 3) âyetiyle istidlal
etmişlerdir ki, bu zayıftır. Çünkü bunun mânası, "Allah'tan başka gökten
rızık vermek vasfıyla nitelenmiş olan bir yaratıcı var mıdır?" demektir.
Bizim, "Durumu bu olan yaratıcı sadece Allah'tır" şeklindeki
sözümüzün doğru olmasından, "Allah'tan başka hâlık yoktur" sözünün
doğru olması gerekmez.
Âlimlerimiz, Ebu
Abdillah el-Basrî'nin bu sözünü şu şekilde cevaplandırmışlardır: "Takdir
edip iyice düzenlemek, ilim ve zandan ibarettir. Ancak ne var ki zan, Allah
hakkında imkânsız olsa bile, O'nun hakkında ilim mutlaka sabittir.
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki, Hak Teâlâ'nm, buyruğunun mânası, "Ben tasvîr ve takdir
ediyor, suret veriyor, ölçüp biçiyorum..." şeklindedir. O'nun, Kuşa
benzeyen bir şey" sözündeki hey'e kelimesinin mânası, "hazırlanmış,
takdir edilmiş şekil, heyet" demektir. Bu, senin bir şeyi ölçüp takdir
ettiğin zaman söylemiş olduğuntabirinden alınmıştır. O'nun "derken ona
üflerim" sözünün mânası ise, "Ben bu şekillendirilmiş, tasvir edilmiş
çamura üflerim" demektir.
Cenâb-t Hakk'ın,
"Allah'm izniyle, derhal bir kuş olur" buyruğuna gelince, bu hususta
birkaç mesele vardır:
[51]
Nâfi, bu ifâdeyi elif
ile ve müfred olarak (bir kuş); diğer kıraat imamları ise, cemî sîgâsıyla
şeklinde okumuşlardır. Maide süresindeki 110. âyette geçen kelimesi hakkında da
durum aynıdır kelimesi cins isim olup, hem müfrede hem de cem'e ıtlak
edilebilir, söylenebilir. Rivayet olunduğuna göre Hz. İsa (a.s), peygamber
olduğunu iddia edip mu'cizeler izhâr edince, onlar Hz. İsa'nın işini
zorlaştırmaya başlayarak, ondan bir yarasa meydana getirmesini, yaratmasını
istemişlerdir. O da bunun üzerine bir balçık almış ve ona, yarasa şeklini
vermiş; sonra da ona üfleyince, o gök ile yer arasında uçmuş...
Vehb, şöyle demiştir:
"O, insanlar kendisini görebildikleri müddetçe uçuyor, onların gözlerinin
göremiyeceği bir yere varınca, ölüp yere düşüyordu."
Sonra âlimler, bu
hususta ihtilâf ederek, içlerinden bir grup, Hz. İsa'nın yarasadan başka blrşey
yaratmadığını; bu manadan dolayı Nâfi'nin bu kelimeyi müfred olarak şeklinde
okuduğunu söylerken; başkaları da, Hz. İsa'nın çok çeşitli kuşlar yarattığını,
bu mânadan dolayı da, diğer kıraat imamlarının bu kelimeyi çoğul olarak,
şeklinde okuduklarını söylemişlerdir.
[52]
Kelâmcılardan bazıları
bu âyetin, ruhun, rüzgâr gibi ince bir cisim olduğuna delâlet ettiğini, bundan
dolayı
da Cenâb-ı Hakk'ın onu
"üflemek..." ile vasfettiğini söylemişlerdir. Sonra burada,
incelenmesi gereken bir husus vardır. Bu da şudur: "Allahu Teâlâ Hz. İsa
(a.s)'nın nefesine Öyle bir hususiyet vermişti ki, O herhangi bir şeye
üflediğinde O'nun o şeye üflemesi, o şeyin hayatiyet kazanmasını
gerektiriyordu" denilebilir mi? Veyahut da, "Hayır, durum böyle
değildi; bilakis Allahu Teâlâ, Hz. İsa'nın o şeye üflemesi sırasında bir
mu'cize izhâr etmek suretiyle, kendi kudretiyle o cisimde hayâtı
yaratıyordu..." denilebilir mi? Bu ikinci görüş, doğru ve gerçek olan
görüştür, çünkü Cenâb-ı Hak, "O, ölümü de, hayatı da yaratandır" (Mulk.
2) buyurmuştur.
Ve yine Cenâb-ı Hak,
Hz. İbrahim (a.s)'in hükümdar (Nemrud) ile olan münazarası sırasında,
"Rabb'tm, dirilten ve öldürendir" (Bakara, 258) dediğini
nakletmiştir. Eğer, diriltme sıfatı Allah'tan başkaları için de söz konusu
olsaydı, hiç şüphe yok ki Hz. İbrahim'in bu istidlali geçersiz olurdu.
[53]
Kur'ân-ı Kerim, Hz.
İsa (a.s)'nın, Cibril (a.s)'in Meryem (a.s)'e üflemesinden tevellüt edip, meydana
geldiğini göstermektedir. Cibril (a.s) ise, sırf ruh ve mahza ruhanî bir
varlıktır. Binâenaleyh şüphesiz, Hz. İsa (a.s)'ya üflemesi, ona hayat ve rûh
vermek içindir.
[54]
Hak Teâlâ'nın,
(buyruğunun mânası, "Al- lah 'm izni olmadıkça, (Ali imran, 145) yani,
"Ancak Allah'ın ölümü icâd edip yaratması bulunmadıkça, hiçbir nefsin
ölmesi mümkün değildir" âyetinden dolayı, Allah'ın yaratması ve tekvîniyle
demektir. Hz. İsa, bu şüpheyi izâle etmek ve, "Ben bunu tasvir ediyorum,
ama ona can verip onda hayatı yaratan, peygamberlerinin elinden mu'cizeler
izhar etmek için bunu yapan Allah'dır" hükmüne dikkatleri çekmek için,
"Allah'ın izniyle" kaydını zikretmiştir.
[55]
Bu Hak Teâlâ'nm
"Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı İyileştirir, ölüleri
diriltirim..." buyruğudur.
Dilcilerin çoğu, ekmeh
kelimesinin, anadan doğma kör olan kimse anlamına geldiği kanaatindedirler.
Halil ve başka âlimler, bu kelimenin, daha önce görüyorken sonradan görmez olan
kimse anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mücahid'den de bunun, "geceleyin
görmeyen kimse" anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Bu ümmet (tabiîn)
içinde, tefsir sahibi Katâde İbn Diâme es-Sedûsî'den başka anadan doğma kör
kimse olmadığı söylenmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hz. İsa (a.s)'nın yanına
elli bin kişi toplanmıştı; gücü yetenler onun yanına geliyor, gücü
yetmeyenlerin yanına da Hz. İsa gidiyordu. Onun iyileştirmesi, sadece duâ ile
oluyordu.. Kelbî, "Hz. İsa'nın ölüleri, 'Ta Hayy, ya Kayyûm!.."
diyerek dirilttiğini; dostu olan Azer'i böylece dirilttiğini, Sâm İbn Nuh'u
kabrinden çağırdığını, onun da diri olarak kabrinden çıktığını;, sonra bir
ihtiyarın, o anda ölmüş olan oğluna uğradığını, O'nun hemen Allah'a duâ
ettiğini, onun da diri olarak tabutundan çıkıp, çoluk çocuğunun yanına
döndüğünü" söylemiştir. Hz. İsa'nın "Allah'ın izniyle" demesi,
onun bir ilâh olduğuna inanan kimselerin, bu vehimlerini bertaraf etmek
içindir.
[56]
Bu, onun gaybdan haber
vermesidir ki, Cenâb-ı Hak bu mu'cizeyi, Hz. , İsa'nın bir sözü olarak,
"Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiyorsunuz, onları size haber veririm"
sözünde belirtmiştir. Bu ifâde hakkında iki mesele vardır;
[57]
Bu âyet hakkında şu
iki izah ve görüş bulunmaktadır
a) Hz. İsa,
ilk önce gaybfardan haber veriyordu.
Süddî şunu rivayet
etmiştir: "O, çocuklarla oynuyor,sonra onlara, babalarının ve annelerinin
ne yaptığını haber veriyordu. Bunun üzerine O, çocuğa annesinin kendisi için
şunları şunları sakladığını haber veriyordu; çocuk ise evine dönüyor ve, o şeyi
alıncaya kadar ağlıyordu.. Sonra ise ana-babalar çocuklarına, "Bu
sihirbazla oynamayın!" diyor ve onları bir evde topluyorlardı. Hz. İsa
onları aramaya geldiğinde ise, çocukların anne-babalan Hz. İsa'ya,
"Çocuklar evde değiller!" diyorlardı. Hz. İsa da, "Peki, evde
kim var?" diye sorduğunda, onlar, "Domuzlar var.." diyorlardı.
Hz. İsa da, "İşte, öyle olsunlar!" deyince onlar da domuz haline
geliyorlardı.
b) Hz.
İsa'nın gayblardan haber vermesi, gökten sofra indiği zaman zuhur etmişti. Bu
böyledir, çünkü İsrailoğulları, bu sofradan geriye birşey bırakıp
biriktirmekten nehyedilmişlerdi. Ama onlar, yine de yiyecek biriktirip,
saklıyorlardı. Hz. İsa da, işte onlara neler sakladıklarını haber veriyordu.
[58]
Bu şekilde gaybten
haber vermek, bir mu'cizedir Çünkü, (gaybten) haber verdiklerini iddia eden mü-
neccimmlerin bunu haber vermeleri, ancak daha önce geçmiş olan bir soruya
İstinâd ediyordu. Onlar bu soruyu sorduktan sonra, bir âlet vasıtasıyla bu
haberleri ortaya koymaya çalışıyor, bu âlet vasıtasıyla yıldızların çeşitli hal
ve durumlarını bilip tesbit etmeye gayret sarfediyorlardı. Sonra müneccimler,
kendilerinin çoğu kez yanılmış olduklarını da kabul etmektedirler. Ama gaybta
haber vermeye gelince bu, daha önce herhangi bir soru bulunmadan ve de bir
âletten de istifâde etmeksizin, sadece Allah'tan alınan vahiy ile olmaktadır.
Sonra Hz. İsa (a.s)
sözünü "Muhakkak kt bunlarda sizin için, eğer iman ediciler İseniz, bir
ibret vardır" diye bitirmiştir. Bu sözün mânası, "mu'cizevî
delillerin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet ettiğine inanan herkes için bu
beş şeyde, iddia sahibinin doğruluğunu gösteren güçlü ve susturucu mu'cizeler
vardır. Evet, mu'cizenin, iddia sahibinin doğruluğuna delalet ettiğini inkâr
edenler de vardır. Bunlar, Brahmanlardır. Çünkü mu'cizelerin meydana gelmesi
bunlara kifayet etmez. Fakat mu'cize'nin. iddia sahibinin doğruluğuna delâlet
ettiğine inanan kimselerin bu mu'cizeler hakkında söyleyecekleri hiçbir söz yoktur.
[59]
"Benden önceki
Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınmış olanbazı şeyleri helâl
kılmak için (geldim). Size Rabb'inizden âyet (mu'cize) getirdim. Artık Allah'tan
korkun ve bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah benim de Rabb'imr sizin de
Rabb'inizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı müstakim budur" (Âl-i
İmran, 50-51).
[60]
Bil ki Hz. İsa (a.s),
bu apaçık mu'cizeler ile, kendisinin Allah katından gönderilmiş bir peygaber
olduğunu açıklayınca, bunun peşisıra hangi sebeplerle gönderildiğini beyân
etmiştir. Onlar da şu iki şeydir:
1-
"Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak..." Bu tabir ile ilgili iki
mesele vardır:
[61]
Biz, bir önceki
âyetteki sözünün takdirinin "Ben, "Muhakkak size bir âyet
getirdim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak
gönderiyorum" şeklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre bu âyetteki
kelimesi, oradaki cümlesine ma'tuftur. Bunun takdiri ise şu şekildedir:
"Ben, muhakkak size âyet getirdim ve önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak
gönderildim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak
gönderiyorum" sözün delâlet etmesi sebebiyle, bu kısımların hazfi yerinde
olmuştur.
[62]
Her peygamberin,
bütün peygamberleri tasdik etmesi gerekir. Çünkü onların
peygamberliklerinin sabit olmasının yolu da mu'cizedir. Buna göre mu'ci- zesi
bulunan herkesin peygamber olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu sebepten ötürü
biz, Hz. İsa (a.s)'nın, Hz. Musa (a.s)'ya Tevrat'ın verilmiş olduğunu tasdik
etmesi gerektiğini söyledik. Hz. İsa'nın İsrailoğullarına peygamber olarak
gönderilişinin maksatlarından birisi belki de, Tevrat'ı iyice anlatıp
münkirlerin şüphelerini ve cahillerin yaptığı tahrifatları ortadan
kaldırmaktır.
[63]
2- "Ve
size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için..." Bu
hususta bir suâl vardır, o da şudur: "Bu son kısım bir önceki ifâde ile
tezad teşkil eder. Çünkü bu, Hz. İsa'ntn Tevrat'ta İsrailoğullarına haram
kılınmış olan bazı şeyleri helâl kılmak için geldiğini gösteren açık bir
ifâdedir. Bu da İncil'in hükmünün, Tevrat'ın bu hususlardaki hükmünün aksini
ifâde etmesi gerekir. Binâenaleyh bu, Hz.-İsa'nın "Önümdeki Tevrat'ı
tasdik edici olarak" şeklindeki sözü ile tezad teşkil eder?
Buna şöyle cevap
verilir: Bu iki ifâde arasında herhangi bir tenakuz yoktur. Çünkü Tevrat'ı
tasdik etmek demek, onda bulunan herşeyin hak ve doğru olduğuna inanmaktan
başka birşey değildir.
İkincisi Tevrat'ta
zikredilmediğine göre, Hz. İsa'nın Tevrat'ta haram kılınan şeyleri helâl
kılması, O'nun Tevrat'ı tasdik edişine ters düşmez. Yine Hz. İsa (a.s)'nın
geleceği Tevrat'ta müjdelendiğine göre, Hz. İsa'nın gelmesi ve O'nun şeriatı,
Tevrat'a ters düşmüş olmaz.
Sonra âlimler bu
hususta ihtilaf ederek, bazıları, Hz. İsa'nın Tevrat'ın hiçbir hükmünü
değiştirmediğini söylemişlerdir. Vehb İbn Münebbih şöyle demiştir: "Hz.
İsa (a.s), Hz. Musa (a.s)'nın şeriatında idi. O da cumartesi yasağını kabul
ediyor ve kıble olarak Beyt-i Makdis'e dönüyordu."
Sonra Vehb, "Size
haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (geldim)"
ifâdesini şu iki şekilde tefsir etmiş ve:
a)
"Yahudi âlimleri, kendi kendilerine bazı asılsız hükümler uydurmuş ve
bunları Hz. Musa'ya nisbet etmişlerdi. Hz. İsa (a.s) gelince, bu gibi hükümleri
kaldırmış ve bunların asılsız olduğunu belirtip, durumu Hz. Musa (a.s)
zamanındaki şekline getirmiştir.
b) Allah
Teâlâ, İsrai loğ utlarının işledikleri bazı günahlardan ötürü, onlara bir ceza
olsun diye, bazı şeyleri onlara haram kılmıştı. Nitekim Hak Teâlâ,
"Yahudilerin işledikleri bir zulüm sebebi ile, biz (evvelce) kendileri
için helâl kılman temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa. 16O)
buyurmuştur.
Sonra bu haram kılma,
yahudiler için devam edegeimiştir. Daha sonra Hz. İsa (a.s) gelerek, bu çetin
hükümleri kaldırmıştır" demiştir. Diğer bazı âlimler ise şöyle
demişlerdir: Hz. İsa (a.s), Tevrat'ın birçok hükmünü kaldırmıştır. Fakat bu,
onun, yukarıda da açıkladığımız gibi, Tevrat'ı tasdik etmiş olmasına bir zarar
vermez. O, cumartesi ile ilgili hükmü kaldırmış, onun yerine pazar günü hükmünü
koymuştur. O, yaptığı her işte isabetlidir. Çünkü biz, nâsih ile mensuh'un,
ikisinin de hak ve doğru olduğunu beyân etmiştik.
Daha sonra Cenâb-ı
Allahrj "Size Rabb'lnizden âyet (mu'cfze) getirdim" buyurmuştur. Bu
ifâde tekrar edilmiştir. Çünkü insanı, eskiden beri alıştığı şeylerin
tesirinden koparmak zordur. İşte bundan dolayı Hz. İsa'nın sözü onların kalplerine
daha faydalı ve tabiatları üzerinde daha tesirli olsun diye, mu'cizeleri tekrar
zikretmiş, sonra onları korkutarakArtık Allah'tan korkun ve bana itaat
edin" demiştir. Çünkü peygambere itaat etmek, Allah'tan ittikâ etmenin
gereklerindendir. Böylece O, "Gerçekten Allah'tan korktuğunuz zaman,
Rabb'im adına size emrettiğim şeylerde de bana itaat etmeniz gerekir"
demiş, d,aha sonra da sözünü şöyle bitirmiştir öl "Şüphe yok ki Allah
benim de Rabb'im, sizin de Rabb'İnizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı
müstakim budur." Hz. İsa (a.s)'nın bu sözden maksadı, kendisi hakkında
bâtıl şeyler uydurup, O'nun ilâh veya İlâh'ın oğlu olduğunu söylemesinler diye,
Allah'a boyun eğdiğini izhâr etmek ve O'nun kulu olduğunu itiraf etmektir.
Çünkü O'nun, Allah'a kul olduğunu kabul edip ikrar etmesi, câhil hristiyanların
O'nun hakkında iddia ettiği şeylere manî olur. Sonra O, "Öyle ise Allah 'a
kulluk edin" demiştir ki bu, "Allah Teâlâ bütün mahlukatın Rabb'i
olduğuna göre, herkesin O'na ibâdet etmesi gerekir" manasındadır. Sonra da
o bu hükmünü, "İşte sırat-ı müstakim (en doğru yol) budur" diyerek
te'kid etmiştir.
[64]
"Ne zaman ki İsa
onlarda inkâr emareleri gördü, dedi ki: "Allah'a (doğru giden yolda) bana
yardım edecekler kim?" Havariler: "Biziz Allah'ın (dininin) yardımcıları.
Allah'a İnandık. Sen de şâhid ol ki, biz muhakkak müslümaniarız" dediler.
"Ey Rabb'imlz, senin indirdiğin (o kitaba) inandık, o peygambere de tâbi
olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz." (Yahudiler) hileye saptılar,
Allah da onların hilelerine ceza verdi. Allah htlekârlan cezalandıranların en
hayırlısıdır" (Âl-i İmran, 52-54).
Bil ki, Allah Teâlâ,
Hz. Meryem'i Hz. İsa gibi bir çocukla müjdeleyişini anlatıp, onun özelliklerini
iyice açıklayınca, mu'cizelerini bildirip, burada doğumunun hikayesini
anlatmayarak, bu hadiseyi derinlemesine Meryem Sûresi'nde zikredince, Hz. İsa
(a.s) bu mu'cizeleri kendilerine gösterdiği ve bu delilleri ortaya koyduğu
zaman o yahudilerin ne yaptıklarını beyân etmeye başladı. "Ne zaman ki İsâ
onlarda inkâr emareleri gördü" buyurdu. Bu ifâde ile alâkalı bâzt
meseleler bulunmaktadır.
[65]
kelimesi, birşeyi duyup hissetmek manasından
ibarettir. Bunun iki izahı vardır:
a) Bu
kelimeyi zahiri mânasına vererek, "Onlar, inkârlarını söylüyorlardı. Hz.
İsa da Allah'ın izniyle bunu duyup hissetti" mânâsında
olduğunu söylemek.
b) Bu
kelimeyi te'vil ederek, bundan murad şudur demek: "Hz. İsa, onların
küfürde ısrarlı olduklarını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini bildi."
Bu, şüphesi olmayan kesin bir bilgi haline gelince, Atlah Teâlâ, duyularla
meydana gelen bu ilmi, "hissetme" diye ifâde etmiştir.
[66]
Âlimler, yahudilerin
inkârlarının ortaya çıkmasına sebep olan şeyin ne olduğu hususunda, şu görüşleri
belirterek ihtilaf etmişlerdir:
1- Süddî
şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'yı Israiloğutlarına bir
peygamber olarak gönderdiği zaman, o gelip onları Allah'ın dinine davet
etmişti. Onlar küfürlerinde inâd edip ona uymadılar. Bunun üzerine o onlardan
korktu ve saklandı. İsa (a.s)'nın kavmi içindeki durumu, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in durumu gibi idi. O da Mekke'de iken mustaz'af (güçsüz bırakılmış)
bir kimse idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşrikler onu öldürmek istedikleri
zaman Sevr mağarasında ve kendine inanan mü'minlerin evlerinde gizlenişi gibi,
Hz. isa (a.s)da İsrailoğullarından gizlenmiş idi. Sonra annesiyle birlikte,
yeryüzünü dolaşmak için (saklandığı yerden) çıktı. Bir şehre, bir adama
rastladı. Bu adam son derece izzet-ü ikram gösterdi. Orada zâlim bir hükümdar
vardı. İşte bu adam bir gün, mahzun bir şekilde Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz.
İsa (a.s) bunun sebebini sorunca şöyle dedi: "Bu şehrin adamı, zalim bir
adamdır. O, bizden her adama, kendisini ve ordusunu yedirip içireceği bir gün
tayin etti.. Bu günse benim sıram; ama durumum kötü..." Hz. Meryem (a.s)
bunu duyunca, "Evladım, Allah'a dua et de, Alla o adama isteğini
versin.." dedi. Bunun üzerine Hz. İsa, "Anneciğim, eğer bunu
yaparsam, bundan bir şer meydana gelir." dedi. Buna karşılık Hz. Meryem,
"O, ihsanda bulunup ikram etti.. Onun için, ona da mutlaka ihsanda bulunup
ikram etmek gerekir" deyince, Hz, İsa (a.s) şöyle dedi: "O hükümdarın
gelmesi yaklaştığı zaman, tencere ve kırbalarını suyla doldur. Sonra da bunu
yapıp bitirdiğini bana bildir.." O adam bu işleri yapıp bitirince Hz. İsa,
Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine, tencerede bulunan şeyler pişip (yemek
haline), su kırbalanndaki su da şarap haline geldi.. Hükümdar geldiği zaman,
yedi, içti ve bu içkinin nereden alındığını sordu. Bu soru üzerine adam, cevap
vermemek için oyalandı. Hükümdar ise ısrar edip, neticede ona anlattırdı,
gerçeği öğrendi.
Hükümdar bunu
öğrenince, "Allah'a duâ ederek suyu şarap haline getiren bir kimseye,
çocuğunu, Allah'ın diriltmesi için duâ ettiğinde mutlaka icabet olunur"
dedi. Kralın oğlu, birkaç gün önce ölmüş idi. Bunun üzerine hükümdar Hz. İsa'yı
çağırtarak, ondan duâ etmesini istedi. Bunun üzerine de, Hz. İsa "Bunu
yapamayız.. Çünkü o yaşarsa, bir şerre sebep olabilir" dedi. Bu cevap üzerine
kral, "Ne olacağı umurumda değil, yeter ki ben onu göreyim.. Eğer sen onu
diriltirsen, bu yaptığın şeye müsaade ederim..." dedi. Bu teklif üzerine
Hz. İsa, Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine çocuk (dirilip ayağa kalktı) ve
böylece döndü. Ü\tes\n\n \nsan\at\ onun
yaşadım görünce, derhal silaha
sarılarak
birbirleriyle savaşmaya başladılar.. Hz. İsa'nın durumu da, halk arasında
böylece son derece meşhur oldu.. Yahudiler, bundan dolayı, öldürmeyi
amaçlayarak, onu kınayıp, açıkça onu inkâra başladılar.
2-
Yahudiler, Hz. İsa'nın Tevrat'ta müjdelenen Mesîh olduğunu.ve kendi dinlerini
neshedeceğini biliyorlardı. İşte bu sebeple onlar, işin hemen başında ona ta'n
ettiler ve öldürmeye çalıştılar. Hz. İsa açıktan açığa davete başlayınca,
yahudilerin kızgınlıkları arttı.. Onu rahatsız etmeye başlayarak, öldürmek
istediler.
3- Hz. İsa,
kendilerini imana davet etmiş olduğu kavminin iman etmeyeceğini ve çağrısının
onlara hiçbir fayda vermeyeceğini zannetti.. Böylece, onlar hakkındaki bu
zannının gerçek olup olmadığını anlamak için onları denemek istedi de, onlara,
"Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" dedi. Bu
soru üzerine O'na, havarilerden başka hiç kimse olumlu cevap vermedi.. İşte o
zaman, havarilerin dışında kalan herkesin kâfir olduğunu; dinini inkâr etme ve
kendisini de öldürme hususunda kararlı ve ısrarlı olduklarını anladı.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah'a (doğrugiden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözü hakkında
iki mesele vardır:
[67]
Âyetle ilgili şu
izahlar yapılmıştır
a) Hz. İsa
(a.s), İsrailoğullarını dine davet edip, onlar da bu konuda diretince, onlardan
uzaklaşarak yeryüzünde dolaşmaya başladı. Derken, balık avlayan bir grup
avcının yanına geldi. Onların içinde Şemûn, Yakûb ve Yuhanna İbn Zebedî
bulunuyordu. Bu kimseler daha sonra, oniki havariye dahil olacaklardır.. Hz.
İsa onlara şöyle dedi: "5u anda balık avlıyorsunuz, ama bana tâbi
olursanız, ebedî hayat için insanları avlayan kimseler olursunuz..." Bunun
üzerine avcılar Hz. İsa'dan bir mu'cize istediler.. Şemûn ağını o gece suya
atmış, ama hiçbir şey de avlayamamıştı. Hz. İsa ona, ağını ikinci kez suya
atmasını emretti.. Bu sefer, Şemûn'un ağı, nerdeyse parçalanacak kadar balıkla
doldu taştı; bu durum karşısında onlar, başka bir geminin çalışanlarından
yardım istediler, tam iki gemi dolusu balık elde ettiler.. O zaman onlar, Hz.
İsa'ya iman ettiler...
b) Hz. İsa,
"Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözünü,
yahudiler O'nu öldürmek için bir araya toplanıp anlaştıkları zaman, işin en
sonunda söylemiştir. Sonra burada şu iki ihtimal söz konusu olabilir:
Birinci ihtimal: Yahudiler, O'nu öldürmek için arayıp, O da onlardan uzaklaşmak
istediğinde, bu ontki havariye, "Allah tarafından bana benzetilmek
suretiyle, yerime öldürülmeye karşılık, cennette benim arkadaşım olmayı hanginiz
ister?" dedi. Bu soruya onların bir kısmı icabet etti.
Hristiyanların
İncil'lerinde zikrettikleri de şudur: "Yahudiler, Hz. İsa'yı yakalayınca,
Şemûn kılıcını çekip, içlerindeki büyük bir âlime ait olan bir köleye vurarak,
onun kulağını uçurdu. Bunun üzerine Hz. İsa ona, "Yeter!" dedi. Sonra
da, kölenin kulağını alarak yerine koydu; kulak tıpkı eski haline geldi..
Netice olarak, Hz. İsa'nın yardım talep etmesinden maksadı, onları, kendisine
yönelebilecek kötülüğü savuşturmaya yöneltmek, teşvik etmektir.
İkinci ihtimal:
Hz. İsa onları, yahudilerle savaşmaya davet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Hak, başka
bir sûrede, "Nitekim Meryem oğlu İsa, havarilerine, "Allah'a (doğru
giden yolda) benim yardımcılarım kim olacak?" demiş, havariler de,
"Allah'ın yardımcıları biziz" demişlerdi. İşte İsrailoğullanndan bir
zümre iman etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihayet biz, o iman edenleri
düşmanlarına karşı destekledik de, bu suretle galip geldiler" <saf. 14)
buyurmuştur.
[68]
Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın"Allah'a..." buyru- ğudur. Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bunun
takdiri, "Allah'a gitmem veya O'na iltica etmem durumunda, kim bana
yardımcı olur?" şeklindedir.
b) Bunun takdiri,
"Allah'ın emrini açıklayıp, O'nun dinini ortaya koyuncaya kadar, benim
yardımcılarım kim olacaktır?" şeklindedir. Bu ikinci takdire göre [ harf-i
cerri, gaye mânasını ifâde eder. Buna göre Hz. İsa sanki, "Davetim
tamamlanıp, Allahu Teâlâ'nın emri de ortaya çıkıncaya kadar, bana yardım etmeyi
kimler idame ettirecektir?" mânâsını murad etmiştir.
(ile) mânasına On-
c)
Dilcilerin ekserisi buradaki harf-i cerrinin ğini söylemişlerdir. Nitekim
Cenâb-ı Hakk'ın, ların mallarını kendi mallarınızla beraber yemeyiniz "
<Nisa, 2) âyetinde de kelimesi, manasındadır.
Hz. Peygamber (s.a.s)
de "Az sayıdaki deve, az sayıdaki deveyle beraber deve sürüsü olur"[69]
buyurmuştur.
Zeccâckelimesi anlamına gelmez; çünkü sen, meselaZeyd,
Amr'ın yanına gitti" dediğin zaman, "Zeyd Amr'la beraber gitti"
demiş olmazsın. Çünkü harf-i cerri bir sınırı (gayeyi) ifâde eder. ise, bir
şeyin başka bir şeye katılmasını, bitişmesini ifâde eder. Bilakis bizim,
"Buradakiharf- anlamındadır" dememizin anlamıharf-i cerri, 'nın
temin etmiş olduğu mânâyı sağlar. Çünküifâdesinin manası, kendi "Allah'ın
yardımı yanısıra, yardımını kim bana katar, verir?.." şeklindedir. Hak
Teâlâ'nın, ifâdesinin mânâsı, "(O yetimlerin) malını kendi malınıza
katarak yemeyiniz..." Hz. Peygamber {s.a.s) ifâdesinin mânası da
"Deve topluluğu deve topluluğuna katıldığı zaman sürüyü meydana getirir"
şeklindedir" demiştir.
d) Mâna,
"Allah'a yaklaşma ve O'na giden yolda yardımcılarım kimdir?"
şeklindedir. Nitekim, hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kurban kestiği
zaman''Allah'ım sendendir, sanadır.." yani, "Sana yaklaşmak içindir.
dediği varid oimuştur. Yine bir kimse başkasını yanına çağırdığı zamander;
yani, "Bana katıl, bana gel!" der. Burada da böyledir. Buna göre
mânâ, "Allah'a bir yaklaşma ve ibadet olacak şeyler hususunda,
yardımcılarım kimdir?" şeklinde olur.
e) Buradaki,
afzının "lâm" anlamına gelmesidir. Buna göre Hz. İsa sanki,
"Allah için yardımcılarım kimdir?" demiştir. Bunun bir benzeri de
Cenâb-ı
Hakk'ın, Deki: "sn
şerikleriniz içinden hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" De ki:
"Hakkı gösterecek ve O'na iletecek Allah'dır" (Yunus, 35) âyetidir.
f) Âyetin
takdiri, "Allah yolunda yardımcılarım kimdir?" şeklindedir. Buna
görer harf-i cerrinin anlamına gelmesi caizdir. Bu Hasan el-Basrî'nin
görüşüdür.
[70]
Hak
Teâlâ'ntn"Havariler, "Biziz Allah'ın yardımcıları..."
dediler" ifâdesi hakkında birkaç mesele vardır:
[71]
Âlimler bu âyette
geçen Havari" lafzı hakkında şu izahları yapmışlardır:
a)
Havârî", bir kimsenin özelliği ve hususiyetini ifâde etmek için va'ad
olunmuş bir isimdir. Katıksız, sırf öz olduğu için, "un"a, havârî
denilmesi de, bundandır.
Hz. Peygamber (s.a.s) de,
Zübeyr'e "O, benim halamın oğludur ve ümmetim içinde benim havarimdir."[72]
buyurmuştur.
Tenleri ve cilt
renkleri temiz ve duru olan kadınlara da denilir.
Buna göre âyette
geçen, kelimesinden murad, peygamberleri tasdik ve onlara yardım konusunda
samimî ve son derece ihlâslı olan, peygamberlerin seçkin ve kendilerine yakın
dost ve tâbîleridir.
b)
kelimesinin aslı kelimesidir. Bu kelimenin anlamı da, bembeyaz anlamındadır.
Una da havârî denilmiş olması, bundan dolayıdır. kelimeleri de böyledir;
bunların mânası, gözün beyaz kısmının iyice beyaz olmasıdır. Senin elbiseyi
iyice temizleyip bembeyaz yaptığın zaman
demen de bu anlamdadır.
İşte bu takdirlere
göre, âlimler, havarilerin niçin bu isimle adlandınldıkiarı kunusunda ihtilaf
etmişlerdir. Buna göre Saîd İbn Cübeyr, elbiselerinin beyaz olması sebebiyle bu
ismi almış olduklarını söylemiştir. Onların, çamaşırcı oldukları ve elbiseleri
temizleyip beyazlattıkları söylenmiştir. Yine, onların kalpleri her türlü
nifak, şekk ve şüpheden arınıp tertemiz olduğu için, onları medhedip,
kalplerinin, son derece beyaz bir elbise gibi son derece temiz olduğuna işaret
etmek için bu ismi almış oldukları da söylenmiştir. Bu, bir kimse kötü
fiillerden uzak ve berî olduğundaFalanca, yakası pâk ve eteği de temiz
olandır" denilmesi gibidir. Yine bir kimse kötü fiilleri yaptığı
zamanFalanca, elbisesi kirli olandır" denilir.
c) Dahhâk
şöyle demektedir: Hz. İsa (a.s), çamaşır yıkayan bir topluluğa uğradı ve onları
imana çağırdı. Bunun üzerine onlar da iman ettiler. Çamaşır yıkayan kimseye
Nabat dilinde denilirdi ki, bu çamaşırcı demekti. Daha sonra bu kelime
Arapçalaştırılarak şeklini aldı.
Mukâtil İbn Süleyman,
havarilerin çamaşırcı olduklarını söylemiştir. Bu lafzın iştikakının aslı iyice
kavrandığı zaman, bu kelimenin, örfdeki kullanılış yoluyla, bir kimsenin çok
yakın dostu ve onun sırdaşı anlamına geldiği anlaşılır.
[73]
Âlimler, havarilerin
kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Birinci görüş:
İsa (a.s). onlar balık avlarlarken, onların yanına gelmiş ve onlara şöyle
demişti: "Geliniz, insanları avlayalım." Onlar da, "Sen
kimsin?" deyince, O, "Ben, Meryem oğlu İsa, Allah'ın kulu ve
elçisiyim" dedi. Bunun üzerine onlar, bu iddiasına dair. bir mu'cize
istediler. Hz. İsa da, mu'cize gösterince, ona iman ettiler... İşte bunlar,
havarilerdir.
[74]
İkinci görüş:
Âlimler şöyle demişlerdir: Annesi Meryem, İsa'yı bir boyacıya verdi. Boyacı ona
bir şey öğretmek istedğinde (gördü ki) o, bunu ondan daha iyi biliyordu.
Boyacı, bazı isteri sebebiyle işyerinden ayrılmayı ister ve O'na "Şurada
birbirinden farklı elbiseler bulunmaktadır. Ben onların herbirisine belli şekil
ve alâmetler çizdim. Ben döndüğümde bu işler tamamlanmış olacak şekilde, sen bu
elbiseleri şu boyalarla boya..." der ve ayrılıp gider. Sonra Hz. İsa bir
küp su kaynatarak, bütün elbiseleri onun içine basar; ve, "Allah'ın
izniyle, istenildiği gibi olunuz.." der. Derken boyacı geri döner ve
yaptığını ona haber verir. Bunun üzerine boyacı, "Bütün elbiseleri
mahvettin!" der.. Hz. İsa ise, "Kalk ve bak., (bakalım öylemi?)"
der. Böylece boyacı, istediği biçimde kırmızı, yeşil, sarı elbiseler çıkarmaya
başlar.. Ve, bütün elbiseleri, istemiş olduğu renklere boyanmış olarak oradan
çıkarır.. Orada bulunanlar ise buna hayret ederler ve O'na iman ederler.. İşte,
havariler bunlardır.
[75]
Üçüncü görüş:
Havariler, Hz. İsa'ya tâbi olan oniki kişiydiler. Onlar, "Ey Allah'ın
ruhu, acıktık!" dediklerinde, Hz. İsa elini yere vuruyor, bunun üzerine
her bir havari için iki ekmek çıkıyordu. Susadıkları zaman, "Ey Rüsullah,
biz susadık!" diyorlardı. Bunun üzerine Hz. İsa elini yere vuruyor, derken
yerden su çıkıyor, onlar da su içiyorlardı. İşte bunun üzerine,
"İstediğimiz zaman bizi yediriyor, istediğimiz zaman da bize içecek
veriyorsun.. Bizden daha faziletli kim olabilir?.. Biz sana iman ettik!"
deyince, Hz. İsa, "Sizden daha efdal olan, eliyle çalışıp da kendi
emeğinden yiyen kimsedir" buyurdu. Bu söz üzerine onlar elbise yıkamaya
başladılar ve bundan dolayı da havari diye isimlendirildiler.
Dördüncü görüş:
Bunlar hükümdar idiler. Bu görüşte olanlar şöyle dediler: Bu böyle olmuştur;
çünkü hükümdarlardan birisi bir ziyafet hazırlayıp halkı davet etti. Hz. İsa da
bir tabaktan yemek yiyor, ama O'nun yemeği hiç bitmiyordu. Bunun üzerine bu
olayı O krala anlatınca O, "Onu tanıyorsunuz değil mi?" dedi. Onlar
da, evet, dediler. Hep beraber Hz. İsa'nın yanına gittiler.
Melik ona, "Sen
kimsin?" deyince, Hz. İsa, "Ben, Meryem oğlu İsa'yım" dedi.
Bunun üzerine hükümdar
da, "Mülkümü bırakarak sana tâbi oluyorum" dedi ve bütün
akrabalarıyla beraber Hz. İsa'ya tabi oldu ki, işte havariler bunlardır.
Kaffal şöyle demiştir:
Bu oniki havarinin bir kısmı hükümdar, bazısı balıkçı, bazısının da çamaşırcı
olması mümkündür; aynı zamanda hepsi de, Hz. İsa'nın yardımcısı ve O'nu sevme,
O'na itaat etme ve O'na hizmet etme hususunda son derece ihlaslı ve samimi
oldukları için, havarî olarak isimlendirilebilirler.
[76]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinden maksat, "Biz Allah'ın dininin ve peygamberlerinin yardımcılarıyız"
demektir. Çünkü hakiki anlamda, Allah'ın bizzat kendisine yardım etmek
imkânsızdır. Binâenaleyh, "Biz,
Allah'ın yardımcılarıyız" ifâdesinden maksat, bizim söylediğimiz şeydir.
hak Teâlâ'nın,
"Allah'a inandık" buyruğuna gelince bu, illet ve sebep yerine, geçen
bir İfâdedir. Buna göre mânâ, "Allah'a iman etmiş olmanız sebebiyle, bizim
Allah'ın yardımcıları olmamız gerekir. Çünkü, Allah'a iman etmek, O'nun dinine
yardım etmeyi, dostlarını savunmayı ve düşmanlarıyla savaşmayı gerektirir"
şeklindedir.
Daha sonra
onlar"Sen de şahit ol ki, biz muhakkak müslümanlanz" demiştir. Bu
böyledir, çünkü onların Hz. İsa'yı kendi üzerlerine şahit tutmaları, aynı
zamanda Allah'ı şahit tutmak demektir. Sonra bu ifâde hakkında şu iki açıklama
yapılmıştır.
a) Bu
cümleden maksat, "Senin bizden, sana yardım ve seni müdafaa hususundaki talebine
boyun eğdiğimize ve bu konuda Allah'ın emrine teslim olduğumuza şahit ol"
demektir.
b) Bu,
onların dininin İslâm ve İslâm'ın bütün peygamberlerin (a.s) dini olduğuna
denir, havarilerin yapmış olduğu bir ikrar ve itiraftır.
Bil ki onlar, Hz.
İsa'yı iman ettikleri ve müslüman oldukları hususuna şahit tuttukları zaman,
Allah'a yalvarıp yakararak "Ey Rabb'imiz, senin indirdiğin (o Kitaba)
inandık, o peygambere de tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz"
demişlerdir. Bu böyledir; çünkü havariler, birinci cümlede, yani "Allah'a
iman ettik" dedikleri zaman Allah'a; "Senin indirdiğin (o kitaba)
inandık" dediklerinde, Allah'ın kitaplarına; "O peygambere de tâbi
olduk " dediklerinde de, Allah'ın resulüne iman etmiş ve bundan dolayı,
Allah'a yakınlaşmayı ve O'nun sevabını elde etmeyi isteyerek, "Artık bizi
şahitlerle beraber yaz" demişlerdir. İşte bu ifâde,
şahit olanların,
havarilerden daha üstün ve onların derecelerinin de onlarınkinden daha ileri
olmasını iktiza eder. İşte bu konuda müfessirler bazı açıklamalar yapmışlardır:
a) İbn
Abbas"Şahitlerle beraber" tabirinin manası, "Hz. Muhammed
(s.a.s) ve O'nun ümmetiyle beraber..." demektir. Çünkü, şehâdeti yerine
getirmesi istenenler Hz. Muhammed ve O'nun ümmetidir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Böylece sizi Ömek (vasat) bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı şahitler
olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize bir şahit olsun diye..."
(Bakara. 143) buyurmuştur.
b) Bu da,
İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Buna göre, "Artık bizi şahitlerle beraber
yaz..." demek, "Bizi peygamberler zümresi içine yaz" demektir.
Çünkü her peygamber, kavmine şahittir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendilerine
gönderilenlere elbette soracağımız gibi,
onlara gönderilen resullere de muhakkak soracağız" (Araf,
buyurmuştur. Allahu Teâlâ da onların dualarını kabul etmiş; onların herbirini
nebî ve resul yapmış, böylece de onlar ölüleri diriltmiş ve Hz. İsa'nın yapmış
olduğu her şeyi yapmışlardır.
c)
"Bizi şahitlerle beraber yaz" duası "Bizi, senin birliğine ve
peygamberlerin doğruluğuna şahadet edenler zümresinin içinde yaz"
mânâsındadır. Bu ifâdeden maksat şudur: Havariler, Hz. İsa (a.s)'yı
kendilerinin müslümanlığına, "Sen de şahit ol ki biz muhakkak
müslümanlanz" diyerek şahit tutunca, işi te'kid ve takviye etmek için
Allah'ı da şahit tutmuşlardır. Yine onlar, Allah'ın birliğine ve peygamberlerin
nübüvvetine şahadet eden her mü'minin alacağı mükâfaat kadar, Allah'tan
mükâfaat istemişlerdir.
d)
"Bizi şahitlerle beraber yaz" sözü, iyilerin amel defterlerinin ancak
göklerde meleklerin yanında olacağına işarettir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten iyilerin amel kitapları,
hiç şüphesiz illiyyîndedir." (Mutannin, ıs» buyurmuştur. Allah Teâlâ,
onların adını, mü'min şahitlerle beraber yazınca, onların bu nâmı, Mele-; A'la
ve mukarreb melekler yanında meşhur olmuştur.
e) Allah
Teâlâ, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığına şahadet etti.
Melekler ve ilim sahipleri de..." (âı-i imran, ıs) buyurarak, ilim
sahiplerini de şahitlerden saymış ve onların adını kendi adıyla birlikte
zikretmiştir. İşte bu büyük bir derece ve yüce bir mertebedir. Bundan dolayı
havariler de, "Bizi şahitlerle beraber yaz" yani "Bizi, adlarını
adınla beraber zikrettiğin o kimselerden kıl" demişlerdir.
f) Cebrail
(a.s), Hz. Muhammed (s.a.s)'e "ihsân"ın ne demek olduğunu
sorduğundaO, "Sanki Allah'ı görüyörmüşsün gibi O'na ibadet etmendir"[77]
buyurdu. İşte bu, ubûdiyyetle meşgul olmada insanın ulaşabileceği son noktadır.
Bu da, kulun "gaybet" makamında değil, "şuhûd" makamında
olmasıdır. İşte bu havariler, istidlal hususunda mükemmelliğe ulaşınca, bu
"istidlal" makamından "şuhûd ve mükâşefe" makamına
yükselmek istemişler ve "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" demişlerdir.
g) Allah'ı
müşahede etme makamında bulunan kişi kendisine gelen çeşitli güçlük ve elemlere
aldırış etmez. Binâenaleyh havariler, Hz. İsa'ya yardım edip, ona yardım ve onu
korumayı üstlerine alınca, "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" yani,
"Bize gelecek çeşitli güçlük ve meşakkatlere aldırış etmemiz için, bizi
celâlini müşahede eden kimselerden kıl! İşte o zaman peygamberine yardım için
verdiğimiz sözü hakkıyla yerine getirmemiz kolaylaşır" demişlerdir.
[78]
Sonra Cenâb-ı
AllahYahudiler) hileye saptılar, Allah da onların hilelerine ceza verdi Allah
hilekârlan cezalandıranların en hayırhsıdır" buyurmuştur. Bu tabirle
ilgili bazı meseleler bulunmaktadır:
[79]
"Mekr" kelimesinin
Arapça'daki asıl manası, "gizlice ve karanlıkta fesat
çıkarmaya uğraşmaktır.
Zeccâc, "Gecenin
karanlığı ortalığı kapladığı zaman denilir" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Hani bir vakitler o kâfirler sana tuzak kuruyorlardı (mekr)" (Enfal
30) ve "O (Yusurun kardeşleri) hile (mekr) yaparak İşleyecekleri işi
kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102) buyurmuştur.
Bu kelimenin asıl
mânasının, "bir şeyin toplanması ve sağlarr yapılması" şeklinde
olduğu da söylenmiştir. Etine dolgun kadına denilir. Reyi sağlamlaştırmaya
"icma" ve "cem"'de denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Siz
ve ortaklarınız artık toplanıp işinizi kararlaşhnn" (Yunus. 7i) buyurmuştur.
İşte bu sebeple mekr, sağlam olup eksiklik ve gevşekliklerden uzak, muhkem bir
görüş manasına olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır.
[80]
Onların, Hz. İsa
(a.s)'ya karşı yaptıkları hile, onların onu öldürmek istemeleridir. Allah
Teâlâ'nın onlara karşı "mekr"i hususunda ise şu izahlar yapılmıştır: Birinci
izah: Allah'ın onlara mekri, İsa (a.s)'yı göğe kaldırmastdır. Bu böyledir.
Çünkü yahudilerin kralı olan bir yahudi, İsâ (a.s)'yı öldürmek istedi. Cebrail
(a.s) ise Hz. İsa (a.s)'nın yanından hiç ayrılmıyordu. İşte, "O, (İsa'yı)
Ruhul-Kudüs ile destekledik" (Bakara, 253) âyetinin manası budur.
Yahudiler onu öldürmek istedikleri zaman, Cebrail (a.s) O'na, tepesinde bacası
bulunan bir odaya girmesini emretti. Onlar o odaya girdiklerinde, Cebrail (a.s)
O'nu bacadan çıkarıp, onun şeklini bir başkasına verdi. Böylece onlar, bu
insanı, (Hz. İsa diye) yakalayıp çarmıha gerdiler. Orada bulunanlar üç gruba
ayrıldılar. Bir grup, "Allah aramızda idi, gitti"; bir başka grup,
"O, Allah'ın oğlu idi", üçün grup ise, "O, Allah'ın kulu ve
elçisi idi. Allah Teâlâ O'nu göğe yükseltmek suretiyle, ona ikramda
bulundu" demişler ve her grup, ayrı bir cemaat olmuşlardır. Derken Hak
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderinceye kadar, kâfir olan
ilk iki grup, mü'min olan üçüncü gruba baskın çıktı. Velhasıl diyebiliriz ki,
Allah'ın onlara mekrinden murad, Hz. İsa'yı sema'ya ref edip, yahudtlere,
serlerini O'na ulaştırma fırsatı vermemesidir.
İkinci izah:
Havariler, oniki kişi idiler ve bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi
münafıklık yapıp, yerlerini yahudilere bildirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da
onu, aynen Hz. İsa (a.s)'ya benzetti ve Hz. İsa (a.s)'ı da göğe yükseltti.
Yahudiler, o münafığı Hz. İsa diye yakalayıp öldürdüler ve çarmıha gerdiler.
İşte Allah'ın onlara olan mekri budur.
İbn İshâk şunu
anlatmıştır: "Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldıktan sonra yahudiler havarilere
işkence yaptılar
Üçüncü
izah: Muhammed, kızgın güneş altında tutarak onlara azab ettiler.
Havariler, yahudilerin elinden çok çektiler. Bu durum, Roma İmparatoruna
ulaştı. Yahudilerin başlarındaki idareci Roma'ya bağlı olan bir hükümdar idi.
Ona, "İsrailoğullarından emrin altındaki insanların birisi, onlara
Allah'ın peygamberi olduğunu söylüyor, ölüleri diriltip körler ile
alaca hastalığına
tutulmuş olanları iyileştirdiğini gösteriyordu. Derken onu öldürdüler"
denildi. Bunun üzerine o, "Eğer bunu bilseydim, yahudiler ile onun arasına
girerdim (öldürmelerine mâni olurdum)" dedi ve havarilere adam gönderip
onları yahudilerin elinden kurtardı. Havarilere Hz. İsa (a.s)'yı sordu. Onlar
da ona herşeyi anlattılar. Böylece o hükümdar onların dinine girdi ve çarmıha
gerileni indirip toprağa gömdürdü. O çarmıhı alıp, ona kıymet vererek sakladı.
Daha sonra İsrailogullarıyla savaşıp, onlardan bir çok insan öldürdü.
Böylece hristiyanlığın
temeli Roma İmparatorluğunda zuhur etmiştir. Bu imparatorun adı
""Tabâris"[81] idi.
O hristiyan oldu, fakat bunu açıklamadı. Daha sonra adı Matlis"[82] olan
başka bir imparator geldi ve Hz. İsa (a.s)'nın göğe kaldırılmasının kırkıncı
yılında Beyt-i Makdis'teki yahudilerle savaşıp bir kısmını öldürürken bir
kısmını esir aldı. Kudüs şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. İşte bu zaman,
yahudilerin Kureyza ve Nadir kabileleri Hicaz bölgesine hicret etmişlerdi.
Bütün bunlar Allah'ın, Hz. İsa'yı yalanlamalarına ve O'nu öldürmek istemelerine
karşı onlara verdiği cezalardır.
Dördüncü izah:
Allah Teâlâ o yahudilerin üzerine İran Pers hükümdarını musallat etti de o
onları öldürdü veya esir aldı. İşte 'Çok çetin bir kuvvete sahip olan
kullarımızı üzerinize musallat kıldık" (isra. 5) âyetinde de beyan
edildiği gibi, Allah'ın onlara karşı mekri budur.
Beşinci izah: Bundan
muradın şu mananın olması da muhtemeldir: Onlar, Allah'ın emirlerini gizleme ve
dinini iptal etme hususunda hileler kurdular. Allah Teâlâ da dinini yüce kılıp,
şeriatını ortaya koyup Allah düşmanı olan yahudilere, zillet ve alçaklık verip
perişan ederek hile ve mekrde bulunmuştur. Allah en
iyi bilendir.
[83]
"Mekr",
birisine şer ve kötülük ulaştırmak için çareler aramaktan ibarettir. Allah
için, hile kurup çare
araması düşünülemez.
Allah hakkında kullanılan "mekr" kelimesi, müteşabth lafızlardan
olmuş olur. Alimler bu lafzın te'vili ve tefsiri hususunda şunları
söylemişlerdir:
a) Allah
Teâlâ, mekr ve hileye karşı verdiği cezaya da "mekr" demiştir. Bu,
tıpkı 'Kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür" (Şura. âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Allah hud'a ve tuzak
kurmaya karşı verdiği cezayı "hud'a", istihzaya karşı verdiği cezayı
da "istihza" olarak ifade etmiştir.
b) Allah'ın
onlara yaptığı muamele, mekr'e benzediği için, bu adı almıştır.
c) Bu lafız,
müteşâbihattan değildir. Çünkü bu, mükemmel ve sağlam tedbir manasınadır. Sonra
örfte, başkalarına bir şer ulaştırmak için alınan tedbir manasına
kullanılmıştır. Bu mana, Hak Teâlâ hakkında imkansız değildir. Allah en iyi
bilendir.
[84]
"O zaman Allah
şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz sent öldürecek olan benim; seni kendime
yükseltip kaldıracak, inkâr edenlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tâbi
olanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenleri
üstünde tutacak da (benim). Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte
(o zaman), aranızda ihtilaf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" (Al-i
Imran. 55).
Bu âyet hakkında
birkaç mesele bulunmaktadır:
[85]
Âyetin başındaki
edatının âmili, bir önceki âyetin sonundaki sözüdür. Yani, "Bu ilâhî
hile, Allah şu sözü söylediğinde kurulmuş idi" demektir. Bunun takdirinin
.. "Bu iş, Allah şöyle şöyle dediğinde olmuştu" şeklinde olduğu da
söylenmiştir.
[86]
Onlar, Allah Teâlâ'nın
bu âyette, Hz. İsa (a.s)'yı birtakım sıfatlarla şereflendirdiğini kabul
etmişlerdir:
[87]
Birinci sıfat: Hak
Teâlâ'nın"Şüphesiz sent öldürecek olan benim" buyruğudur. Bunun bir
benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın Hz. İsa (a.s)'dan nakl ettiği, "Fakat vakta ki
sen bent (içlerinden) aldın, üstlerinde ntgehban yalnız sen oidun" (Mâide.
117) sözüdür. Müfessirler, bu iki âyeti şu iki değişik şekilde izah
etmeşilerdir:
a) Âyette
herhangi bir takdim veya tehir yapmaksızın onu zahirine göre mânalandırmak.
b)
Âyette bir takdim ve tehirin olduğunu kabul
etmek. Birinci şeklin İzahı şu vecihler üzeredir:
1- "Şüphesiz
seni öldürecek olan benim" sözünün mânası, "senin ömrünü tamamlayacak
olan benim. Bunu tamamlayınca senin canını alırım. Onların seni öldürmelerine
fırsat vermem, aksine seni semâma kaldırıp meleklerime yaklaştırır ve seni
onların öldürmelerinden korurum" şeklindedir. Bu güzel bir te'vildir.
2- demek,
"seni öldüren benim" mânasındadır. Bu görüş, İbn Abbas (r.a) ve
Muhammed İbn İshâk'tan rivayet edilmiştir. Onlar şöyle demişlerdir:
"Bundan maksat, onun yahudi düşmanlarının, O'nu öldürmeye imkân
bulamayacaklarıdır. Allah O'nu öldürmüş ve sonra göğe kaldırmak suretiyle şeref
kazandırmıştır." Bu görüşte olanlar da şu üç izahı yapmışlardır:
a) Vehb İbni
Münebbih, "Allah, O'nun canını üç saatliğine almış ve sonra O'nu göğe
kaldırmıştır" demiştir.
b) Muhammed
İbn İshâk, "Allah O'nun canını yedi saatliğine almış ve sonra O'nu
dirilterek semâ'ya ref etmiştir" demiştir.
c) Rebî İbn
Enes ise şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, O'nu göğe kaldırırken cantnı
almıştîr. Nilekim Cenâb-ı Hak,
"Allah (ölenin) ölümü esnastnda, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını
(canlarım) alır" (zümer, 42) buyurmuştur.
3- Âyetteki vâv
harf-i çerleri, tertip (sıra) ifâde etmezler. Binâenaleyh âyet, Cenâb-ı
Allah'ın, Hz. İsa'ya bu şeyleri yapacağını gösterir. Fakat nasıl ve ne zaman
yapacağı hususları delile bağlıdır. Deliller de, Hz. İsa'nın canlı olarak göğe
yükseltildiğini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "O (İsa) İnecek ve DeccâVi öldürecektir,[88] İşte
Atlah Teâlâ bundan sonra onun canını alacaktır.
4- Bu, Ebu
Bekir el-Vasıti'nin söylediği görüştür: "Bu ifâdeden murad şudur:
"Şüphesiz ben seni, şehevî isteklerinden ve nefsinin nazlarından
öldüreceğim..." Cenâb-ı Hak
daha sonra da, "Ve sent, kendime yükselteceğim" buyurmuştur;
çünkü Allah'ın dışındaki her şeyden fani olmayan bir kimse, marifetullah
makamına ulaşamaz. Ve yine, Hz. İsa semâya yükseltilince, şehvetin, gazabın ve
kötü huyların bulunmaması bakımından O'nun durumu, meleklerin durumu gibi
olmuştur.
5-
"Teveffî kelimesi, bir şeyi tam ve noksansız olarak almak anlamına gelir.
Allahu Teâlâ, insanlardan bir kısmının hatırına, Allah'ın yükselttiği şeyin Hz.
İsa'nın bedeni değil de ruhu olduğu fikrinin geleceğini bilince, Hz. İsa'yı
ruhu ve bedenîyle bir bütün olarak göğe yükselttiğine delâlet etmesi için bu kelimeyi
zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar sana hiçbir şekilde zarar veremezler" (Nisa, 113) âyeti
de bu açıklamanın doğruluğunu gösterir.
6- sözünün
mânası, "Ben seni öldürülmüş gibi yapacağım" şeklindedir. Çünkü, Hz.
İsa göğe yükseltilip, yeryüzündeki haberi ve izi kaybolup silinince, adeta ölü
gibi olmuştur. Bir şeyin isminin, sıfat
ve hususiyetlerinin ekserisinde, o şeye benzeyen bir şeye itlâk edilip, isim
olarak verilmesi, caiz ve güzeldir.
7-
"TeveffTnin anlamı, kabzedip atmaktır. Nitekim Arapça'da "falanca dirhemlerimi,
bana teslim etti ve ben o dirhemleri ondan teslim aldım1' denildiği gibi
denilir. Bazan kelimesi, "alacağını tam aldı" mânasına gelir. Her iki
ihtimale göre de, Hz. İsa'nın yeryüzünden alınıp gökyüzüne yükseltilmesi, onun
için bir teveffî olur.
Buna göre, eğer,
"Bu izaha göre teveffî, Allahu Teâlâ'nın Hz. İsa'yı kendisine
yükseltmesinin aynısı olur. Binâenaleyh, "ve, sent kendime
yükselteceğim" ifâdesi, bir tekrar olmuş olur" denilirse, biz deriz
ki: "Şüphesiz seni öldürecek olan benim" sözü, teveffinin tahakkuk
ettiğine delâlet eder. Bu ise, içinde birçok nev'i bulunan bir cinstir. Bu
nevilerden birisi ölüm, birisi de göğe yükseltmektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak
bunun peşinden, "Ve, seni kendime yükselteceğim" deyince, bu onun
nev'ini belirtme olup, bir tekrar olmaz.
8- Bu
ifâdede, muzâfın düşmüş olduğunu takdir etmek.. Buna göre takdir,
"Amellerini tastamam alacağım" manasında ve "amelini bana
yükselteceğim" şeklindedir. Bu,
Cenâb-t Hakk'ın, "Güzel kelimeler, ancak O'na yükselir" (Fâtır,
ıo>â-yeti gibidir. Bu âyetten muradı şudur: Allahu Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'ya
tâat ve amellerini kabul edeceğini müjdelemiş, dinini yürütme ve şeriatını
ortaya koyma hususunda düşmanlarından göreceği zorluk ve meşakkatlerin ecrinin
yok olmayacağını, sevabının boşa gitmeyeceğini ona bildirmiştir. İşte, âyeti
zahirî mânasına göre alanların yapmış oldukları izahın hepsi bundan ibarettir.
İkinci şekil:
Bu, âyet-i kerimede, bir takdim veya tehire ihtiyaç olmadığı halde, bir takdim
ve tehirin gerekli olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşte olanlar şöyle
demişlerdir: "Ve seni kendime yükselteceğim" ifâdesi, Cenâb-t Hakk'ın
Hz. İsa'yı diri olarak göğe kaldırdığını iktiza eder.
Buradaki vâv harf-i
cerri bir tertip ifâde etmez. Binâenaleyh, bunda bir takdim ve tehirin
bulunduğunu söylemekten başka bir çare kalmıyor. Buna göre mana,
"Seni kendime yükselteceğim, seni
kâfirlerden kurtarıp temizleyeceğim
ve seni dünyaya indirdikten sonra, sent Öldüreceğim" şeklinde olur.
Kur'ân-ı Kerim'de bu gibi takdim ve tehirler çokça bulunmaktadır.
Sil ki, bu sunmuş
olduğumuz (önceki) birçok izah, âyetin zahirine muhalefet etmemize mâni olup,
buna ihtiyaç bırakmaz. Allah en iyisini bilendir.
İkinci sıfat:
Allahu Teâlâ'nın"Ve seni kendime yükselteceğim" ifadesidir.
Müşebbihe, Allah'ın
bir mekânda ve bu mekânın da semâ da bulunduğu şeklindeki görüşünü isbat
hususunda bu âyete tutunmuştur. Biz, bu kitabın birçok yerinde kafi birçok
delil ile, Allahu Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığını
göstermiştik. Binâenaleyh, bu ifâdeyi te'vil etmek gerekir. Bu da, birkaç
şekilde olur:
a) Bu ifâdeden
murad, "Seni, keramet ve ikramımın mahalline, bulunduğu yere
kaldıracağım" mânâsıdır. Allahu Teâlâ bunu, tefhîm ve tazîm sebebiyle,
kendisine yükseltmek gibi kabul etmiştir. Bunun bir benzeri de, "Ben, dedi
muhakkak ki Rabb'ime gidiciyim" (Saftat. 99) âyetidir. Bunu söyleyen
İbrahim (a.s) ancak, Irak'tan Şam'a gitmiştir. Bazan sultan, "Bu emri
kadıya ref edin, yükseltin!" der. Hacılar, "Allah'ın
ziyartçileri"; (Ka'be'ye) komşu olanlar da, "Allah'ın komşuları"
diye isimlendirilir. Bütün bunlardan murad, bütün bu şeyleri yüceltmek ve
tazimdir. Burada da böyledir.
b) Bu
ifâdenin mânası şöyle olabilir: "Hz. İsa (a.s), kendisi hakkında,
Allah'tan başka hiç kimsenin nükmedemiveceği bir mekâna yükseltilir."
Çünkü yeryüzünde, insanlar (zahiren) çok muhtelif hükümleri üstlenip, icra
ederler. Göklerde ise, gerçekte de,
zahirde de Allah'tan başka hiçbir
hâkim bulunmamaktadır.
c) Allahu
Teâlâ'nın bir mekânda bulunduğunu farzetmemiz halinde, Hz. İsa'nın bu mekâna
yükseltilmesi, onun faydalanmasına ve sevinmesine bir sebep olmaz. Bilakis
o,*bu mekânda, eğer orada arzu ettiği sevap, rahmet, rahat ve nzık olursa, bu
yükseltilmeden istifade etmiş olur. Bu her iki görüşe göre de, âyetin lafzını,
"Seni, sevap ve amellerinin karşılığını göreceğin bir yere, bir makama
yükselteceğim" mânasına hamletmek gerekir. Zikrettiğimiz bu mânanın takdir
edilmesi gerekince, âyette Allah için bir mekânın söz konusu olduğuna delâlet
eden hiçbir şey kalmaz.
Üçüncü sıfat:
Allahu Teâlâ'nın "Seni İnkâr edenlerin içinden tertemiz çıkaracağım..."cümlesidir.
Bu, "Seni onların arasından çıkaracağım, seninle onların arasını
fasledeceğim, ayıracağım" mânasına gelir.
Allahu Teâlâ Hz.
İsa'yı kendisine yükselteceğini söylemekle onun şerefinin yüceliğini gösterdiği
gibi, onu inkâr edenlerin içinden çekip almayı, kurtarmayı da tathîr
(temizlemek) lafzıyla beyan etmiştir. Bütün bunlar, Allah katında Hz. İsa'nın
mertebesinin çok yüce ve makamının da çok üstün olduğuna delâlet etmektedir.
Dördüncü sıfat:
Allahu Teâlâ'nın"Ve sana tâbi olanları Kıyamet gününe kadar, küfredenlerin
üstünde tutacağım..." buyruğudur. Bu ifâdenin iki izahı bulunmaktadır:
a) Bunun
mânası şudur: İsa (a.s)'nın dinine tâbi olanlar, Kıyamet gününe kadar, kahr,
hakimiyyet ve hükümranlık vasıtasıyla Hz. İsa'nın dinini inkâr edenlerin
üstünde olacaklardır. Binâenaleyh bu, yahudilerin Kıyamet gününe kadar zelil ve
makhur olacaklarını haber vermektedir.
Mesih (a.s)'e tâbi
olanlara gelince onlar, onun Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır.
İslâm geldikten sonraysa, onlar müslümanlardır. Hristiyanlar ise, her ne kadar
kendilerinin Hz. İsa'ya muvafakat ettiklerini söylüyorlarsa da, aklın sarih
delâleti, Hz. İsa'nın bu cahillerin söylemiş olduğu hiçbir şeye razı
olmayacağına şehâdet ettiği için, bu kimseler Hz. İsa'ya karşı son derece
muhalefet etmektedirler. Bununla beraber biz, dünyada, hristiyanların devlet ve
güçlerinin, yahudüerin durumundan daha üstün ve daha güçlü olduğunu görüyor;
dünyanın hiçbir yerinde yahudi bir kral, yahudilerle dolu bir belde göremiyor;
nerede olurlarsa olsunlar, zillet ve meskenet içinde bulunduklarını müşahede
ediyoruz. Ama hristiyanların durumu bunun aksinedir.
b) Âyette
bahsedilen, "üstte bulunma"dan murad, hüccet ve delil bakımından
üstünlüktür. Bil ki bu âyet, "Ve, seni kendime yükselteceğim"
buyruğunda belirtilen yükseltilmenin, mekân ve cihet bakımından değil, derece
ve şeref bakımından olduğuna delâlet eder. Nitekim bu son ifâdedeki üstünlük
de, mekân itibariyle bir üstünlük olmayıp, aksine derece ve manevî bir üstünlük
anlamına gelmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın, Sonra
dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilâf
ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" buyruğunun mânası şudur: Allahu
Teâlâ Hz. İsa'ya dünyada iken bu şerefli hususiyetleri, yüce ve üstün
mertebeleri vereceğini müjdelemiş. Kıyamette ise, O'na inananlar ile O'nun
peygamberliğini inkâr edenler arasında hükmedeceğini haber vermiştir. Bu
hükmedişin nasıl olacağı hususu, bu âyetten sonra gelen âyette açıklanmış olan
husustur.
[89]
Bu âyetin konularından
müşkil bir mesele geriye kalmaktadır ki, o da şudur: Kur'ân-ı Kerim'in nassı ve
ifâdesi, Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı semaya yükselttiği zaman, "Fakat onlar
onu öldürmediler, asmadılar da. Ama (öldürülen veastlan adam) kendilerine (İsa)
gibi gösterildi" (Nisa. 1577 âyetinde de ifâde edildiği gibi, onun şeklini
ve suretini bir başkasına vermiş olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta birçok
haber de varid olmuştur; ama rivayetler farklıdır. Bazan, Allahu Teâlâ'nın, onu
öldürüp çarmıha gersinler diye yahudilere Hz. İsa'nın yerini gösteren
düşmanlardan birisini Hz. İsa'ya benzettiği; bazan da, İsa (a.s)'mn, kendisine
çok yakın olan arkadaşlarından birisini, kendi yerine öldürülsün diye,
kendisine benzetilip yerine geçmeye teşvik ettiği rivayet edilmiştir. Velhasıl,
nasıl olursa olsun, Hz. İsa'nın şeklinin ve şemâlinin bir başkasına verilerek
onun Hz. İsa (a.s)'ya benzetilmesinde bazı problemler söz konusudur:
Birinci problem: Bir İnsanın şeklinin başka bir insana verilebileceğini mümkün
görürsek, bu bir safsatayı gerektirir. Ben çocuğumu görsem; sonra onu ikinci
kez gördüğümde, bu ikinci kez gördüğüm çocuğun, benim çocuğum değil de,
çocuğuma benzetilmiş bir başka insan olduğunu mümkün görmüş olurum. Bu durumda
da, duyu organlarıyla hissedilen şeylere itimad ortadan kalkar. Ve yine, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in kendilerine emirler ve nehiyler verdiğini gören sahabenin,
başkasının O'na benzetilmiş olabileceği ihtimalinden|dolayı, onun Hz. Muhammed
olup olmadığını bilmemeleri gerekirdi... Bu ise, şeriatların yok olması
neticesine götürür.
Yine, mütevâtir
haberlerde asıl olan, o şeyi ilk haber verenin, onu bizzat görüp duyduğu bir
şey olarak haber vermesidir. Görülen şeylerde hata edilebileceği mümkün
görülürse, mütevâtir haberin sakıt olması evlâ bir şey olur,. Kısaca, bu
kapının açılışının başı safsata; neticesi de, peygamberliklerin tamamını
geçersiz kılmak olur.
İkinci problem:
Allahu Teâlâ, Cebrail (a.s)'e çoğu durumda Hz. İsa'yla beraber olmasını
emretti.. "Hani ben seni Cebrail ile desteklemiştim" (Maide, 110)
âyetinin tefsirinde müfessirler böyle söylemişlerdir. Hem sonra, Cebrail
(a.s)'in kanatlarından bir tek kanadının kenarı dahi, bütün insanlara karşı
kâfi gelirdi.. Nasıl olur da, Hz. İsa'y' bu yahudilere karşı koruyamamış olsun?
Ve yine, Hz. İsa (a.s)
ölüleri diriltmeye, anadan doğma kör ve alacalı hastaları iyi etmeye gücü
yetiyorken, kendisi için kötülük düşünen bu yahudileri, kendisine
sataşamasınlar diye öldürmeye, onları hasta etmeye, müzmin dertlere müptelâ
kılıp felç etmeye nasıl güç yetirememiştir?
Üçüncü problem:
Allahu Teâlâ, Hz. İsa'yı, göğe kaldırmak suretiyle bu düşmanlardan
kurtarabilirdi. Binâenaleyh, bir başkasını ona benzetmenin faydası nedir ki?
Bu, bir zavallıyı boş yere öldürtmek değil midir?
Dördüncü problem: Hak Teâlâ, bir başkasını Hz. İsa'ya benzetip, bundan sonra Hz. İsa'yı
göğe yükseltince o yahudi topluluğu, Hz. İsa olmadığı hâlde, o adamın Hz. İsa
olduğuna inanmışlardır. Binâenaleyh bu, onları bilgisizleştirip, akıllarını
karıştırmaktır. Böyle bir şey ise, Allah'ın hikmetine uygun değildir.
Beşinci problem: Hristiyanlar, yeryüzünün doğusunda ve batısında çokça olmalarına; Hz.
İsa'yı son derece sevmelerine ve onun hakkındaki aşırılıklarına rağmen, Hz.
İsa'nın öldürüldüğünü ve çarmıha gerilmiş olduğunu müşahede ettiklerini
bildirmişlerdir. Eğer biz bunu inkâr edersek, tevatürle sabit olmuş olan bir
hususu ta'n ve tenkid etmiş oluruz. Tevatür itasabit olanı ta'n etmek ise, Hz.
Peygamberin ve Hz. İsa'nın peygamberliklerini; hatta onların ve diğer
peygamberlerin varlıklarını dahi tenkit ve reddetmeyi iktiza eder... Bütün
bunlar İse bâtıldır.
Altıncı problem: Tevatürle sabit olduğuna göre, çarmıha gerilen kimse, uzun bir süre
hayatta kalabilir. Eğer, çarmıha gerilen Hz. İsa değil de bir başkası olsaydı,
o bağırır çağırır, "Ben İsa değilim. Ben ondan başka birisiyim!.."
der ve bunu anlatabilmek için her şeyi yapardı. Eğer o çarmıha gerilen kimse
bunları söylemiş olsaydı, bunu herkes duyardı.. Böyle bir şey mevcut olmadığına
göre, durumun sizin söylediğiniz gibi olmadığını anlamış oluruz. İşte, bu
konudaki başlıca problemler bunlardır..
Birinciye cevap: Kadir ve ihtiyar irâde sahibi bir Ma'budun olduğuna inanan herkes,
Allahu Teâlâ'nın, meselâ Zeyd'e benzeyen başka bir insanı yaratmaya kadir
olduğunu kabul eder. Sonra bu benzetmenin mümkün olması, zikredilen şüpheye
düşülmesini de gerektirmez. Zikrettiğiniz hususlara karşı söylenecek söz budur.
İkinciye cevap:
Eğer Cebrail (a.s) İsa (a.s)'yı düşmanlarına karşı korusaydı, vehayut da Allahu
Teâlâ İsa (a.s)'ya düşmanlarını kendisinden uzaklaştırma gücü verseydi, o zaman
O'nun mu'cizesi ilcâ" (zorlama, imana girmeye mecbur bırakma) sınırına
ulaşmış olurdu ki, bu caiz değildir.
Bu, aynı zamanda
üçüncü probleme de cevaptır. Çünkü Allahu Teâlâ, eğer İsa (a.s)'yı. başkasını
ona benzetmeksizin, göğe kaldırsaydı bu mu'cize de "ilcâ" sınırına
ulaşmış olurdu.
Dördüncüye cevap: Hz. İsa'nın talebeleri, orada bulunuyor, bu hadisenin
içyüzünü biliyor ve
onlar bu karışıklığı izâle edip gideriyorlardı (Yani, durumu anlatıyorlardı).
Beşinciye cevap: Bu esnada orada hazır bulunanlar, az sayıda idiler. Az bir topluluğa
şüphenin arız olması mümkündür. Binâenaleyh, mütevâtir haber başlangıç
itibariyle az bir topluluğa dayanıyorsa, bu ilim ifâde etmez.
Altıncıya cevap: Hz. isa (a.s)'ya benzetilen kimsenin bir müslüman olması ve bunun da
Hz. Isa tarafından kabul edilmiş olduğunun farzedilmesi halinde, bu kimsenin bu
hadisedeki gerçek durumu anlatmayıp susmuş olması mümkündür. Netice olarak,
onların Öne sürmüş oldukları sorular, kimi yönlerden ihtimal dahilinde olan
hususlardır. Kafi ve kesin mu'clzeler ile, Hz. Muhammed'in, haber verdiği her
hususta sıdk u doğruluğu sabit olunca, bu muhtemel hususların kesin nassa
muarız ve aykırı olması imkânsızdır. Allah, hidâyete ileten velîdir, dosttur.
[90]
"İnkâr edenlere
gelince, ben onları dünyada da, âhlrette de en çetin bir azap ile
azarlandıracağım. Onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır" (Âl-i Imran. 56)
Bil ki, Hak Teâlâ,
"Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda
ihtilâf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" (Ali imran, 55)
buyurunca, bunun peşinden geniş bir şekilde bu ihtilâfın ne olduğunu beyân
etmiştir. Buna göre bu ihtilâf, bir topluluğun inkâr etmesi, diğerlerinin de
iman etmesidir. Küfreden kimseler hakkındaki hükme gelince, bu Allah'ın o
kimseyi hem dünyada, hem de âhirette şiddetli bir şekilde azâplandırması,
cezalandırmasıdır. İmân edip salih ameller işleyen kimseler hakkındaki hükmü
ise, onlara ecir ve mükâfâatlarını tastamam vermesidirKâfirin dünyadaki azabı,
iki yöndendir:
Bu âyette birkaç
mesele bulunmaktadır:
[91]
a)
Öldürülmek, esir edilmek, vb. şeyler ile.. Eğer o kimse küfrü terketseydi, bu
şeyleri ona tatbik etmek uygun olmazdı.. İşte bu, dünya azabına dahil olurdu.
b) Kâfire
arız olan hastalıklar ve musibetler.. Âlimler, bunların bir ceza olup olmadığı
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, "Bu, kâfir hakkında bir
cezadır; ama bir benzeri mü'minin başına geldiği zaman, bu ceza olmaz, bilâkis
bir imtihan ve sınama olur" demişlerdir.
Hasan el-Basrî ise
şöyle demiştir: "Benzeri musibetler kâfirin başına geldiğinde, bu bir ceza
olmaz. Aksine, bir imtihan ve sınama olur ve tevbe edenlere uygulanan hadler
(şer'î cezalar) yerine geçer. Çünkü o bir ceza değil, aksine bir imtihan olur.
Bunun delili, Allah Teâlâ'nın bu gibi şeylere sabretmeye, rıza göstermeye ve
boyun eğmeye karşılık herkese mükâfaat vaadetmiş olmasıdır. Bu durumda olan bir
şey, bir ceza olmaz.
Eğer, "Siz
birinci izahınızda bunların, kâfirin küfrüne karşılık bir azap olduğunu
söylediniz. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah insanları zulümleri
yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nam,
ei) âyetinin hilâfına bir durumdur. Bu âyetteki "Eğer" kelimesi, ceza
(netice) olmadığı için, şartın da bulunmadığını gösterir. Bu sebeple, dünyada
iken muaheze etmenin söz konusu olmaması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "Bugün
herkese kazandığının karşılığı verilecektir" (Mümin, 17) buyurmuştur. Bu
da, cezalandırmanın dünyada değil de, Kıyamet günü olacağını ifâde eder"
denilir ise; deriz ki: İlahî cezanın dünyada iken meydana geleceğini gösteren
âyet hususîdir. Sizin zikrettiğiniz âyetler ise umumidir. Husûsi olan delil,
umûmî olandan önce nazar-ı itibara alınır.
[92]
Bir kimse şöyle diyebilir:
"Azabın "şiddet" ile vasfedilmiş olması, kâfirin dünyadaki
cezasının daha
şiddetli olmasını
gerektirir. Halbuki biz durumun
böyle olmadığını
görüyoruz. Çünkü durum bazan kâfirlerin, bazan müslümanlann aleyhine
dönmektedir. Binâenaleyh bu bakımdan insanlar arasında bir fark
görememekteyiz."
Buna karşı biz deriz
ki: Bilâkis bu fark dünyada mevcuttur. Çünkü bu âyet-i kerime, Hz. İsa'yı
yalanlayan yahudilerin durumunu beyân etmektedir. Biz onları zillet ve
meskenetin bürüdüğünü görmekteyiz. Bu cevap ile, bu problem ortadan kalkar.
[93]
Allah Teâlâ bu azabı,
"kendilerine yardım edecek ve bunu kendilerinden uzaklaştıracak hiçbir
yardımcı bulunmayan" bir azab olarak vasfetmiştir.
Eğer "Devlet
başkanlarının ve mü'minlerin, ahd ve zımmîlik anlaşması sebebi ile kâfirleri
öldürmeleri imkânsız değil midir?" denilirse, deriz ki: Bu öldürmeye mâni
olan şey, aradaki ahd ve anlaşmadır. Binâenaleyh anlaşma sona erince kâfirin
öldürülmesi helâl olur.
[94]
"İmân edip sâlih
ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükâfaatını tastamam verecektir.
Allah zâlimleri sevmez" (Âl-ı İmran, 57).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[95]
Hafs, Âsım'dan rivayet
ederek, fiili yâ ile şeklinde, yani "Allah onlara mükâfaatiarını tastamam verir"
manasında; diğer kıraat imamları da bir önceki âyette geçmiş olan (Hükmederim,
azab ederim) ifâdelerine hamlederek "Onlara mükâfaatiarını tastamam
veririz" şeklinde okumuşlardır ki evlâ olan[96] bu
kıraattir. Çünkü bu, sözün gelişine daha uygundur.
[97]
Allah Teâlâ imân
edenleri zikredip, sonra onları sâlih amel yapmış olmakla vasfetmiştir. Bu da,
amel-i sâ-lih'in imanın hakikatinden başka birşey olduğunu gösterir. Bu
husustaki delil ve açıklamalar daha önce birçok kez geçmişti.
[98]
Amel-i Salih'in
mükâfaatın sebebi olduğunu söyleyen kimse, âyetteki, "Onların
mükâfaatlannı tastamam
vereceğiz"
ifâdesini delil getirerek, sevap elde etmek için ibâdet etmeleri hususunda,
insanları ücret karşılığı çalışan kimselere benzetmiştir. Bu husustaki izahlar
da daha önce geçmişti. Alfah en iyi bilendir.
[99]
Mu'tezile, "Allah
zâlimleri sevmez" ifâdesini, Allah Teâlâ'nın, günahları reddedip onları
irade etmediğine delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bir şeyi
murad eden kimsenin o şey bir fiil olduğu zaman onu sevmiş olması gerekir.
Fakat irâde ve sevgi şahıslarla ilgili olduğunda birbirlerinden farklı olurlar.
Meselâ, "Zeyd'i seviyorum" denilir, fakat, "Zeyd'i irâde
ediyorum" denilemez. Sevgi ile irâde fiillerle ilgili olduğunda, hakiki
lügavî mânâlarında kullanılmaları durumunda, aynı mânaya gelirler. Böylece,
"Allah zalimleri sevmez" sözü, "Allah zâlimlerin zulmünü irâde
etmez, istemez" mânasında olmuş olur." İşte Kâdî de bunu böyle
anlatmıştır. Bizim âlimlerimize göre, muhabbet kula, (sevgi), hayır ve menfaat
ulaştırmayı murad etmek mânasındadır. Hak Teâlâ, her nekadar kâfirin inkârını
murad etmişse de, o kâfire hayır ve sevap ulaştırmayı dilemez. Nitekim biz bu
meseleyi daha önce, birçok kere anlatmış idik.
[100]
"İşte bu sana
okuduğumuz (kıssalar) âyetlerden ve hikmet dolu zikirdendir" (Âl-i İmran,
58).
Bu âyet hakkında
birkaç mesele vardır:
[101]
Âyetteki
"Bunları" sözü daha önce geçmiş olan Hz. İsa, Hz. Zekeriyya ve diğer
zatlarla ilgili kıssalara işaret etmektedir. Bu kelime mübtedâ olup, "Onu
okuyoruz" lafzı onun haberidir. "Ayetlerdendir'' ifâdesi ise ikincj
haber yahut, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Buradaki kelimesininanlamında
olup, «jlsî lafzının onun sılası ve o lafzının onun haberi olması caizdir.
(Buna göre mânâ, "Sana okuduğumuz bu şeyler âyetlerdendir" şeklinde
olur.)
[102]
"Tilâvet" ve
"Kasas" kelimeleri, mânâ bakımından aynıdır. Çünkü her ikisi de,
"bir şeyin peşi sıra başka birşey söyleme" mânasına gelir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, bu âyette ve "Sana Musa 'nm haberini okuyoruz" (Kasas,
3) âyetinde "tilaveti" (okumayı), "Biz sana kıssaların en
güzelini anlatıyoruz" (Yusuf. 3) âyetinde de "Kasas"ı
(anlatmayı) zatına nisbet etmiştir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın, meleğin
vahiy getirip okumasını, kendi okuması gibi saydığını göstermektedir. Bu ise,
vahiy meleğini büyük bir şekilde şereflendirme ve yüceltmedir. Bu güzel ve
yerinde olmuştur. Çünkü Cebrail (a.s)'in okuması, kesinlikle farksız olarak
Allah'ın emri ile olunca, bu, Hak Teâlâ'ya nisbet edilmiştir.
[103]
Âyette geçen
"Âyetlerden"
kelimesinin bu, "Kur'ân'ın
âyetlerindendir" mânasında olması muhtemel olduğu gibi, yine "Senin
peygamberliğinin kesinliğini gösteren âyetle.'den (mu'cizelerden)dir. Çünkü
bunlar, ancak bir ilâhi kitaptan okuyan ya da kendisine vahyedilen bir kimsenin
bilebileceği haberlerdir. Aşikardır ki sen ne yazı yazabiliyor ne de
okuyabiliyorsun. Binâenaleyh geriye bunun, bir vahiy olduğunu söylemekten başka
bir yol kalmaz" mânâsında olması da muhtemeldir.
[104]
"Hikmet dolu
zikirden.." sözü hakkında iki görüş vardır:
a) Bundan
murat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân'ın, "hikmet dolu zikir"olarak
vasfedilmesinde birkaç izah şekli bulunmaktadır:
1- Buradaki
kelimesi (kadir, muktedir) (âlim, mutlak ilim sahibi) kelimelerinin (anlamında
olmaları) gibi (hükmeden) mânasındadır. Buna göre, kendisinden hükümler elde
edilmesi anlamında, Kur'ân, Hâkim, 'dir.
2- Bunun
mânâsı, "Telifinde, nazmında ve ihtiva ettiği ilimlerin çokluğunda hikmet
sahibi..." şeklindedir.
3-
"Hakîm" kelimesinin mânasımuhkem, sağlam, korunmuş, muhafaza
edilmişedir. Buna göre buradaki, mânâsmdadır.
Ezherî şunu
söylemiştir: "Bu mâna, Arapça'da şuyû bulmuş olan bir mânadır. Çünkü,
senin e (hükmettim..) ifâden, mâna bakımından muhkem yaptım, yanlıştan korudum,
sağlamlaştırdı m) yerine geçmektedir. Böylece mâna, aslına döndürülmüş oldu.
kur'ân'ın muhkem olmasının mânası ise, O'nun, kendisine herhangi bir bozukluğun
ânz olmasından, yol bulmasından korunmuş ve muhkem kılınmış olmasıdır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "âyetleri muhkem kılınım) buyurmuştur.
4- İhtiva
ettiği hüküm ve hikmetler sebebiyle, Kur'ân'ın hikmeti söylediği, hikmeti dile
getirdiğinin söylenrnesidir. Binâenaleyh, bu yorum itibariyle,
"Hakim" olarak vasfedilmiştir.
b) Buradaile
kastedilen Kur'ân'dan başka bir şeydir ki, bu da peygamberlere indirilen
kitapların hepsinin kendisinden aktarılmış olduğu "Levh-i
Mahfûz"dur. Cenâb-ı Hak
burada, bu kıssaları, orada, Levh-i
Mahfûz'da yazılmış
olan şeylerden olmak üzere indirdiğini haber vermiştir.
[105]
"Muhakkak ki
İsa'nın hâli de, Allah katında, Âdem'in hâl!gibidir. Allah onu (Âdem'i)
topraktan yarattı. Sonra ona "ol!" dedi, o da oluverir.." (Âl-i
İmran. 59).
Müfessirter, bu
âyetin, Necrân heyeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında bulunuyorken nazil
olduğunda ittifak etmişlerdir. Hristiyanların ileri sürmüş oldukları
şüphelerden bir tanesi de, şöyle demeleriydi:
"Ey Muhammed, sen
Hz. İsa'nın beşerden bir babası olmadığını kabul ettin.. O zaman da, onun
babasının Allah olması gerekir!"
"Âdem'in,
muhakkak ki ne babası, ne de annesi vardı... Bunun için de,
onun Allah'ın oğlu
olması gerekmemişti... Hz. İsa için söylenecek söz de bunun gibidir.."
İşte, sözün neticesi budur.
Yine, Allahu Teâlâ'nın
Hz. Âdem'i topraktan yaratması caiz olunca, Hz. İsa'yı da Meryem (a.s)'in
kanından yaratmış olması niçin caiz olmasın? Bu, akla daha yakındır. Çünkü, ana
rahminde birikmiş kan damlasından bir canlının doğması, onun kuru topraktan meydana
gelmesinden akla daha yakın görünmektedir. İşte, sözün özü budur. Sonra, burada
birkaç mesele vardır:
[106]
buyruğunun anlamı,
"Onun durumu ve hâli, Âdem'in hâli gibidir" şeklindedir. Bunun bir
benzeri de i âyetidir. Yani, "Müttaküere va'adolunan cennetin
sıfatı..." (Ra'd, 35)demektir.
[107]
"Allah onu
(Âdem'i) topraktan yaratti" buyruğu kelimesinin sılası ve sıfatı değildir.
Fakat, "Hz. Âdem'in durumu" tefsir etmek üzere
gelmiş, müste'nef bir
haberdir. Zeccâc şöyle demiştir: Bu, senin, herhangi bir yönden ona benzediğini
kastederek söylediğin"Senin durumun, Zeyd'in durumu gibidir" tabiri
gibidir. Sonra da, Zeyd'in durumunu haber verip "şunu, şunu yaptı.."
dersin.
[108]
Bil ki akıl, insan
için, bir ilk babanın bulunmasının gerekli olduğunu göstermektedir; aksi
takdirde her
çocuktan önce bir
babanın bulunması, ama bu babaların kendisine râci' olacağı bir ilk babanın
olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Kur'ân-ı Kerim, bu ilk babanın, bu âyet-i
kerimede olduğu gibi, Hz. Âdem olduğuna delâlet etmekte ve; "Ey insanlar,
sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren
Rabb'tnizden ittikâ ediniz" (Nisa. i) ve 'Sizi bir tek nefisten yaratan ve
bundan da eşini yaratan O'dur" (Araf, 189) buyurmaktadır.
[109]
Sonra, Allahu Teâlâ
Hz. Adem'in yaratılışının keyfiyyeti hususunda birçok vecih zikretmiştir:
a) O, bu
âyette de belirtildiği gibi, topraktan yaratılmıştır.
b) O, sudan
yaratılmıştır. Allahu Teâlâ, "O, sudan bir beşer yaratıp da, onu soy sop
haline getirendir" (Furkan, 54) buyurmuştur.
c) O,
çamurdan yaratılmıştır. "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı
yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan
meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Secde, 7-e).
d)
O, çamurdan elde edilmiş bir hülâsadan, özden
yaratılmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andoisun, biz İnsanı
çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve sağlam bir
karargâhta bir nutfe yaptık"
(Mû'minun, 12-13).
e) O, cıvık
bir çamurdan yaratılmıştır. Allahu Teâlâ, "Andolsun ki biz onları, cıvık
bir çamurdan yarattık" (Sa«ât. n> buyurmuştur.
f) O,
salsâl'dan, kuru bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun, biz insanı kuru
bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık" (Hicr, 26) buyrulmuştur.
g)
İnsan, "acele"den
yaratılmıştır. "İnsanlar aceleden
yaratılmıştır"{Enbiya, 37).
ı) Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz insanı, bir meşakkat içinde
yarattık" <Beied, 4).
Hükemâ şöyle demiştir:
Âdem'in topraktan yaratılması, birçok sebepten dolayıdır:
1- Mütevazi
olsun diye.
2- Örtücü ve
bağışlayıcı olsun diye...
3- Toprağa
çok bağlı olsun diye.. Çünkü Hz. Âdem, yeryüzündekilere halife olmak için
yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, ben, yeryüzünde bir
halîfe yaratacağım" (Bakara. 30) buyurmuştur.
4- Allahu
Teâlâ kudretini izhâr etmek istedi ve bundan dolayı, cisimlerin en çok ışık
saçanı olan ateşten şeytanları
yaratarak, onları dalâletin
karanlıklarına müptelâ kıldı; cisimlerin en latifi olan havadan melekleri
yaratarak, onlara son derece büyük güç ve kuvvet verdi; cisimlerin en kesifi
olan topraktan Adem (a.s)'i yarattı, sonra ona muhabbet, marifet, nör ve
hidâyet verdi; deniz sularının dalgalarından gökleri yaratıp, onu havaya asılı
bıraktı.. İşte bütün bunları, bunların yaratılışı, Allahu Teâlâ'nın hiçbir şeye
ihtiyacı olmaksızın müdebbir ve hiçbir şeye başvurmaksızın da hâlık olduğuna
apaçık bir delil ve burhan olsun diye yaratmıştır.
5- İnsan,
şehvet, gazab ve ihtiras ateşini söndürsün diye topraktan yaratılmıştır. Çünkü
bu tür ateşler, ancak toprak ile söner. O'nun sudan yaratılışı
ise, kendisinde,
eşyanın şekilleri tecelli edebilecek bir saflık ve arılıkta olsun diyedir.
Sonra, Allahu Teâlâ,
yoğun olan latîf olanla karışıp da, çamur haline gelsin diye, suyla toprağı
birbirine katmıştır. Bu, "Ben muhakkak çamurdan bir insan
yaratıcıyım" (Sad. 7) âyetinin ifâde ettiği husustur.
Hak Teâlâ dördüncü
mertebede, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir sülâleden yarattık"
(Mü'mfcmn, 12) buyurmuştur. Buradaki sülâle kelimesi, ism-i mef'ul
manasındadır. Çünkü "sülâle", çamurun cüzlerinin en latîf ve iyi
kısmından süzülüp, alınmış olandır.
Sonra Cenâb-ı Hak,
altıncı mertebede, insan için şu üç nevî sıfatı zikretmiştir:
a) O,
salsâldandır. Salsâl: Hareket ettirildiği zaman içinden ses veren çömlek gibi,
çın çın ses çıkaran kuru şey demektir.
b)
Hame'dendir. Hame, bir müddet su cinde kalıp, rengi siyahlaşan şey demektir.
c) Kokusu
değişmiş olandır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "İşte yiyeceğine, içeceğine bak,
henüz bozulmamıştır" (Bakara, 259) buyurmuştur.
Hz. Âdem'in
yaratılışıyla ilgili zikredilmiş olan âyetlerin arasını te'lîf etmek için
söylenebilecek olan sözün hepsi budur.
[110]
Âyette bir problem
vardır ki, o da şudur: Allahu Teâlâ, "Allah onu (Âdem'i) topraktan
yarattı. Sonra ona
"ol!" dedi,
o da oluverir" buyurmuştur. Bu ifâde, Hz. Adem'in yaratılmasının, Allahu
Teâlâ'nın ona söylemiş olduğuözünden önce olmasını gerektirir. Bu ise, caiz
değildir.
Âlimler buna birçok
şekilde cevap vermişlerdir:
1- Ebû
Müslim şöyle demiştir: "Biz, "halk" kelimesinin takdir ve
tesviye mânasına geldiğini ve mânasının, Allah'ın onun meydana geleceği
keyfiyeti bilmesi ve bunu, belli ve mahsûs bir biçimde meydana getirmeyi murad
etmesi anlamına geldiğini beyân etmiştik.. Bütün bunlar, ezelden ebede kadar
mevcut olan bir öncelik olarak, Hz. Âdem'in yaratılışından önce bulunurlar.
Allahu Teâlâ'nın"ol!" sözü ise, O'nun Hz. Âdem'i varlık âlemine
sokmasından
ibarettir. Böylece Hz.
Âdem'in yaratılışının sözünden önce olduğu sabit olmuş olur."
2- Bu,
Kâdî'nin istinat etmiş olduğu cevaptır. Buna göre, Allahu Teâlâ, Hz. Adem'i
çamurdan yaratmış, sonra da ona"ol!" demiş.yani ona can vermiştir.
Nitekim Allahu teâlâ, "Sonra onu başka bir yaratılışla İnşâ ettik"
(Müminun, 14)buyurmuştur. Eğer, âyetteki sözünün mansûb zamirinin kelimesine
râci olduğu; Hz. Âdem'in de toprak halindeyken henüz mevcut olmadığı
söylenirse, Kâdî buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Bilâkis, o sırada o
mevcut idi. Ama, ona can verilmesi daha sonra idi. Canın kendisi ise, Adem'in
kendisi değildir." Bu cevap zayıftır, çünkü Âdem (a.s) sırf belli bir
şekle göre şekillenmiş olan cisimlerden ibaret değildir. Bilâkis, o, hususî ve
kendisine has olan başka bir kimlikten ibarettir. Bu da, dengeli bir mizaç veya
nefstir... Söz, buradan "nefs" nedir konusuna geçer ki, şüphe yok ki
bu da en gızli-kapalı mes'elelerden birisidir.
Buradaki doğru cevap,
şöyle denilmesidir: Hz. Âdem'in heykeli, yakın bir zamanda Hz. Âdem olacak bir
durumda bulunduğu için, Allah onu, ileride meydana gelecek olan, olmuşcasına
adlandırması kabilinden, "Âdem" diye isimlendirmiştir.
3-
Âyet-t kerimedeki ona "oli" dedi o
da oluverir'/ sözü, bu hadisenin, önceki hadiseden sonra olduğunu gösterir.
Nitekim, , "Sonra "(Sonra da, iman edenlerden olmaktır...)"
(Beied, ^âyetinde de böyledir.
Mesela birisi,
"Zeyd'e bu gün bin (dirhem, dinar) verdim, sonra, ona dün ikibin (dirhem,
dinar) verdim..'' derse, onun bundan maksadı, "Ona bu gün bin dirhem
verdim; sonra ben size haber veriyorum ki, ben ona dün ikibin dirhem
vermiştim.." demek olur. "Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı"
buyruğu da böyledir. Bunun mânası şudur: "Allah onu, tam ve noksansız bir
yaratılışla yarattı.. Sonra Allah size, "Ben onu, ona jS* "ol!"
demek suretiyle yarattım..." diye haber veriyor.."
[111]
Âyetteki diğer bir
müşkil de şudur: Ayette "Sonra ona "oll" dedi o da
oluverdi" denilmesi gerektiği hâlde, Atlahu Teâlâ niçin böyle demedi de,
o da oluverir" buyurdu?
Cevap: Bu
sözün te'vili şudur: Buradaki, ifâdesi, mânâsındadır. Yani, "Ey Muhammed,
bil ki, Rabb'inin kendisine "ol!" dediği şey, mutlaka otur, nitekim
oldu da."
[112]
"Hak,
Rabb'İndendir. Öyleyse sen, şüphecilerden olma!' (Âl-i İmran, 60).
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler vadır:
[113]
Ferrâ ve Zeccâc şöyle
demişlerdir: "Buradaki kelimesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, mânâsı
da, "İsa'nın sana haber verdiğimiz kıssası"; veya"İsa'nın
durumuyla ilgili bu haber, haktır" şeklindedir. Bu bilindiği için, mübtedâ
hazfedil mistir.
Ebû Ubeyde, "Bu,
önceki sözün bitmesinden sonra gelen bir "müste'nef" (başlangıç)
kelimedir. Haberi ise, kelimesidir. Bu "Hak, Allah'tandır; bâtıl ise,
şeytandandır" demen gibidir" demiştir.
Diğer alimler İse
kelimesi, mahzûf bir fiilin faili makammdadır" demişlerdir. Yani"Sana
hak geldi" demektir.
Yine bu kelimenin,
(mukadder) sıfat (ism-i fail) ile merfû olduğu da söylenmiştir. Bu durumda
ifâdede bir takdim ve tehir bulunur. Bunun takdiri ise "Hak, senin
Rabb'inden olduğu halde, sakın... olma" şeklindedir.
[114]
ŞuPne etmek demektir.
İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin, koyunu ve deveyi sağdığında, Arapların söylemiş
olduğu "Deveyi ve koyunu sağdım" ifâdesinden alınmıştır. Buna göre
şüphe eden kimse, şüphesi sebebiyle, sağılması sırasında sütün hızlanması gibi,
bir mücadeleyi hızlandırıp cezbeder, mücadeleye sebebiyyet verir. Nitekim, bir
kimse birisiyle mücadele edip çekiştiğinde denilir. Buna göre sanki o kişi,
ötekinin
"Şükr, daha İaz\a
nimeti celbeder" denilmiş olması da bundandır.
[115]
Âyette geçenkelimesi
hakkında iki açıklama yapılmıştır: "
a) Ebu
Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad, hristiyan ve yahudilerin dediği
değil, Hz. İsa'nın sana indirmiş ve bildirmiş olduğum şu haberidir"
şeklindedir. Çünkü hristiyanlar, "Hz. Meryem bir ilâh doğurdu"
demişler; yahudiler de Hz. Meryem'e iftira edip, bu çocuğu, Hz. İsa'yı Marangoz
Yusuf'a nisbet etmişlerdir. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, Kur'ân'da, Hz. İsa
ile ilgili olarak indirdiği o şeyin hak ve hakikat olduğunu beyan ederek, bu
hususta şüphe etmeyi yasaklamıştır.
Âyet-i kerimede geçen
kelimesi, şek ve şüphe manasında olan M kelimesinin, babından ism-i
failidir,"
b) Bu
tabirden murad, "Bu meselenin izahı konusunda hak olan şey, bizim
zikrettiğimiz darb-ı meseldir. Bu da, Hz. Âdem (a.s)'in kıssasıdır. Çünkü bu
meseleyi izah etmek için, bu hadiseye (yani Hz. Âdem kıssasına) sarılmaktan
daha güçlü bir beyân ve burhan bulunmamaktadır.
[116]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Öyleyse sen, şüphecilerden olma!" buyruğu, âyet-i kerimenin zahirine
göre, Hz. Peygamber'e yapılmış bir hitaptır.
Bu da, âyet-i
kerimenin zahirine göre, Hz. Muhammed'in kendisine indirilen şeyin doğruluğu
hususunda şüpheye düşmüş olmasını gerektirir ki, bu caiz değildir. Âlimler
bunun cevâbı konuşunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle
demişlerdir: Bu hitabın zahiri her ne kadar Hz. Muhammed'e yöneltilmiş ise de,
mâna bakımından ümmetine yapılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyet-i kerimede,
"Ey peygamber, kadınlarınızı boşadtğımz zaman..." (Talâk, 1) buyurmuştur.[117]
Bazıları da bunun sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitâb olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre mâna, "Yakînî ve kat'î inancına ve önceden
olduğu üzere şüphe etmeme halini sürdürmeye devam et!" şeklindedir.
[118]
"Sana (bu) ilim
geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse, de ki: "Gelin,
oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve
kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalanalartn üstüne
salalım..." (Âl-i imran, 61).
Bil ki Allahu Teâlâ bu
sûrenin başında, hristiyanların (Hz. Meryem'in)' Allah'ın zevcesi, Hz. İsa'nın
da O'nun oğlu olduğu şeklindeki iddialarının yanlış ve bozukluğuna delâlet eden
birçok kat'î deliller zikretmiş; bunun peşinden de tam ve kusursuz araştırma
yoluyla onların bütün şüphelerine cevap olacak açıklamaları getirmiş ve sözünü,
onların sözlerinin bozukluğunu kesinkes ortaya koyacak ve nihayete erdirecek
şu nükteyle sona erdirmiştir: Hz. Adem'in, beşer olan bir baba ve annesinin
olmamasından, O'nun Allah'ın oğlu gerekmediğine göre, Hz. İsa'nın, beşer olan
bir babasının olmamasından da O'nun Allah'ın oğlu olması gerekmez... Allah bu
tür şeylerden yüce ve münezzehtir... Hz. Âdem'in topraktan yaratılmış olması,
aklın almayacağı bir şey olmadığına göre, Hz. İsa'nın da, annesinin rahminde
bir araya gelmiş ve toplanmış kandan yaratılmış olması da, aynı şekilde
imkânsız görülecek bir durum olmaz.. Âdil olup, hakkı tedkik eden ve araştıran
herkes, bu izahın son derece açık olduğunu anlar. İşte bu sebepten dolayı
Cenâb-ı Hak, "Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra
kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara
inatçılara yapılacak şekilde muamele et.. Bu muamele de, senin onları
"mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak,
müteakiben de,
"De ki: Gelin,
oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimiz ve
kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların
üstüne salalım..." buyurmuştur. Sonra burada birkaç mesele vardır:
[119]
Ben Harzem'de iken
bana, kendi dini konusunda çok bilgili ve derin alim olduğunu iddia eden bir hristiyanın
gelmiş olduğu haber verildi.. Bunun üzerine ben kalkıp onun yanına giderek söze
başladım.
O bana, "Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin delili nedir?" deyince,
ben de ona Hz. Musa ve Hz. İsa ile diğer bütün peygamberlerin elinde
mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledildiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
elinde de mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledilmiştir. Bu durumda biz,
eğer tevatürü reddetsek veya onu kabul edip, ama "Mu'cize peygamberin
doğruluğuna delâlet etmez" desek, bu durumda diğer peygamberlerin
nübüvveti de bâtıl olur. Eğer, tevatürün doğruluğunu kabul edip mu'cizenin de
peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini ikrar ve tasdik eder; sonra bu iki
durumun Hz. Muhammed için de söz konusu olduğunu söylersek, delilde eşitliğin
bulunması durumunda, medlulde de mutlaka eşitlik ve müsavat bulunacağı
zaruretinden dolayı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in de nübüvvetini kesinlikle itiraf
edip kabul etmek vacip olur..." dedim. Bunun üzerine hristiyan, "Ben
Hz. İsa'nın bir peygamber olduğunu söylemiyorum; bilakis ben onun bir ilâh
olduğunu söylüyorum" deyince, ben de ona şunları delil getirdim:
A- "Peygamberlik
konusunda söz edebilmek için, mutlaka önceden ilâhın tanınıp bilinmesi gerekir.
Senin söylemiş olduğun bu şey bâtıl ve asılsızdır. Bunun böyle olduğuna şu
hususda delâlet eder: İlâh, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan
bir "varlık"tan ibarettir. Binâenaleyh, ilâhtn bir cisim, uzayda bir
yer işgal eden bir varlık ve bir araz olmaması gerekir.. Halbuki İsa, yok iken
yaratılan; sizin iddianıza göre, diriyken öldürülen; başlangıçta çocuk; daha
sonra gelişip serpilen, daha sonra da delikanlı olan, yeyip içen, def-i hacette
bulunan, uyuyup sonra da uyanan cismanî bir beşer olan şu şahıstan ibarettir!
Aklın bedâhetiyle, sonradan meydana gelen (muhdes)in kadîm; muhtaç olanın,
ganî, müstağnî; mümkin bir varlık olanın vâcibu'l-vücûd ve değişenin de, daim
ve değişmez olamayacağı hakikati zihinlerde yerleşmiş ve sübut bulmuş bir
gerçektir.
B- Sizler,
yahudilerin, Hz. İsa'yı yakalayıp çarmıha gerdiklerini, O'nu çarmıh üzerinde
diri olarak bıraktıklarını, kaburgalarını paramparça ettiklerini; O'nun ise,
onlardan kaçıp saklanma hususunda çareler aradığını ve onlar O'na bu şekilde
işkenceler yaparken, O'nun çok şiddetli çığlıklar atmış olduğunu kabul ve
itiraf ediyorsunuz.. İmdi eğer o bir ilâh olmuş olsaydı veya ilâh O'na hulul
etmiş, girmiş olsaydı veyahut da onda, ilâhtan bir cüz bulunmuş olsaydı, o
kendisini onlara karşı müdafâa eder ve hatta onları adamakıllı imha ederdi. Bu durumda,
onların yapmış olduğu bu muameleden dolayı çığlıklar atmaya ve onların elinden
kaçıp kurtulmak için çareler ve yollar aramaya ne ihtiyaç var? Allah'a yemin
ederim ki, ben son derece hayret ediyorum! Aklı olan bir kimse, bu sözü nasıl
söyleyebilir ve bu sözün doğruluğuna nasıl inanabilir? Aklın bedaheti de,
neredeyse bu görüşün yanlışlığına şehâdet etmektedir.
C- İlahın,
ya müşahede edilen şu cismanî şahıs olduğu yahut ilâhın tamamiyle bu cisme
hulul ettiği, veyahut da ilâhın bir cüzünün ona hulul ettiği söylenebilir.. Bu
her üç kısım da bâtıldır.
Birincisi bâtıldır,
çünkü âlemin ilâhı o cisim olsa ve yahudiler de onu öldürmüş olsa, bu
yahudilerin âlemin ilâhını öldürmüş olduğuna hükmetmek olurdu. Bu durumda âlem,
nasıl ilansız kalabilir. Sonra, insanların en alçağı ve en rezili yahudilerdir;
binâenaleyh, yahudilerin öldürmüş olduğu o ilâh, son derece âciz bir ilâh olmuş
olur.
İkincisi de bâtıldır,
çünkü ilâh ne cisim, ne de araz olmadığı için, onun cisme hulul edip girmesi de
imkânsız olur. Eğer ilâh cisim olsa, bu durumda ilâhın bir başka cisme hulul
etmiş olması, ilâhın cüzlerinin o cismin cüzlerine karışmış olmasından ibaret
olur. Bu da, o ilâhın cüzlerinin o ilâhtan ayrılabilmesini iktiza eder. Eğer
ilâh bir araz olursa, bu durumda da bir mahalle, bir yere muhtaç olur. Böylece
de ilâh başka bir şeye muhtaç olmuş olur ki, bütün bunlar İse zayıf ve tutarsız
şeylerdir.
Üçüncüsü de
imkânsızdır, çünkü ulûhiyyetin tahakkuku hususunda o cüze itibar edilmiş
olsaydı, o cüzün ilâhtan ayrılması hâlinde, ilâhın ilâh olarak kalmaması
gerekirdi. Eğer, ulûhiyyetin tahakkuku konusunda o cüze itibar edilmemiş
olursa, bu durumda o, ilâhtan bir cüz olmuş olmaz.
Böylece, mezkur her üç
kısmın da fasit olmuş olduğu sabit ve bu sebeple, hristiyanların görüşü de,
bâtıl ve temelsiz olmuş olur.
D- Hz. İsa
(a.s)'nın Allah'a ibâdet edip O'na itaat hususunda son derece istekli olmuş
olduğu, tevâtüren sabittir. Eğer, Hz. İsa ilâh olmuş olsaydı, bu imkânsız
olurdu. Çünkü ifân, kendisine ibâdet etmez. İşte bütün bunlar son derece acık-seçik
izahlar olup, hristiyanların görüşlerinin yanlışlığına apaçık bir biçimde
delâlet ederler."
Sonra o hristiyana,
"Hz. İsa'nın bir ilâh olduğuna delâlet eden şey nedir?" dediğimde, o,
"Ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi
gibi hususların, elinde zuhur edip meydana gelmesidir. Bu gibi hususlar ise,
ancak bir ilah kudretiyle meydana gelebilecek şeylerdir..." dedi. Bunun
üzerine ben kendisine, "Delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmamasının
gerekmediğini kabul edip etmediğini" sordum. "Eğer kabul etmezsen,
bu, ezelde âlemin bulunmamasından, yaratıcının da bulunmadığını söylemen
anlamına gelir.. Eğer, "delilin bulunmamasından medlulün de bulunmaması
gerekmez" kaidesini kabul edersen, bu durumda ben derim ki ilâhın, Hz.
İsa'nın bedenine girmesini mümkün gördüğüne göre, o halde ilâhın, benim, senin,
her canlı, her cansız ve her bitkinin bedenine hulul etmediğini nereden ve
nasıl biliyorsun?" dedim. O, "Aralarındaki fark açıktır. Çünkü ben,
bu hululün meydana geldiğine karar verdim.. Çünkü, o acayip ve şaşırtıcı şeyler
Hz. İsa'nın elinde zuhur etmiştir. Halbuki, bu tür fiiller ne senin, ne de
benim elimde zuhur etmez.. Böylece de, böyle bir hululün benimle senin hakkında
söz konusu olamayacağını anlamış oluruz" dedi. Bunun üzerine ben
kendisine, "İşte şu anda, benim, "delilin bulunmamasından, medlulün
de bulunmaması gerekmez" şeklindeki sözümün mânâsını anlamadığını
gösterdin. Çünkü, o mu'cizelerin zuhur etmesi, İlâhın Hz. İsa'nın bedenine
hulul ettiğine delâlet eder. Bu mu'cizelerin senden ve benden zuhur etmemesinde
ise, ancak bu delilin bulunmaması söz konusudur. Binâenaleyh, delilin
bulunmamasıdan medlulün bulunmaması gerekmediği sabit olunca, o tür harikulade
şeylerin senden ve benden sudur etmemesinden, hululün, benim, senin, köpek,
kedi, fare... hakkında mümkün olmaması gerekmez" dedim.. Sonra sözüme
devamla, "Allah'ın zâtının, köpeğin ve sineğin bedenine girebileceği
hükmüne kail olan, götüren bir mezhebin, son derece adi ve bozuk
olduğunu..." söyledim.
E- Sonra,
sopanın yılana dönüşmesi, ölünün diriitilmesinden aklen daha uzak ve zor bir
ihtimaldir. Çünkü, ölünün bedeni ile dirinin bedeni arasındaki münasebet ve
benzerlik, sopayla ejderhanın bedeni arasındaki münasebetten daha fazladır.
Binâenaleyh, sopanın ejderhaya dönüşmesinden Hz. Musa'nın bir ilâh veya ilâhın
oğlu olması gerekmediğine göre, ölüleri diriltmenin ulûhiyyete delâlet
etmemesi, daha uygun ve evlâ olan bir haldir.. İşte bunu söylediğim an,
hristiyanın dili tutuldu, söyleyecek birşey bulamadı.. Allah en iyi bilendir.
[120]
Rivayet edildiğine
göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Necrân hristiyanlarına deliller getirip, sonra
onlar da cehalet ve tanımamalarında ısrar edince, Hz. Peygamber (s.a.s), onlara
"Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak
bana, sizinle lânetleşmemi emretmiştir" dedi. Bunun üzerine onlar,
"Ey Ebu'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu
aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla
görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye:
"Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler. Bunun üzerine o,
"Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in
gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladınız. Yine O'nun, sizin sahibiniz (Hz.
İsa )hakkında hak olan sözü ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a
yemin ederim ki, herhangi bir peygamberfe iânetleşmeye giren topluluğun ne
yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür (hepsi mahvolur). Yine yemin ederim ki,
eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir: Ama,
bundan kaçınır, dininiz üzre yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali
sürdürmeye devam ederseniz, o adamla (Hz. Muhammed) anlaşın ve memleketlerinize
geri dönün!.." dedi.
Bu esnada, Hz.
Peygamber (s.a.s) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu halde evinden
dışarı çıkmıştı.. Hz. Hüseyn'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, Hz.
Fatma Hz. Peygamberin, Hz. Ali de Hz. Fatıma'nın peşindeydi... Hz. Peygamber şöyle
diyordu: "Ben duâ ettiğim zaman, siz amin! deyiniz." Bunun üzerine
Necrân'in piskoposa, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler
görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini
isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh,
lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyamete
kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi. Hristiyanlar sonra, "Ey
Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale
etmemeye karar verdik.." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz... Böylece de, müslümanlarm
lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.."
deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
"En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince,
onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok.. Fakat sana, bini saferr
bini de recep ayında olmak üzere, ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış
normal otuz zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest
bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak istiyoruz..." Bunun üzerine Hz.
Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı
kudret eifnde tutan Allah'a
yemin ederim ki, helak
o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş
olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup
onları yakacak ve Allah Necrân ve halkmm kökünü kurutacaktı.. Ağaçların
tepelerinde kuşları bite... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak
olacaklardı..." Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in siyah futa içinde evinden
çıkıp, Hz. Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz.
Fatıma ve Hz. Ali (r.a) geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine
soktuğu; daha sonra da "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kirigidermek
ve sizi tertemiz yapmak diler" {Ahzâb.33)âyetini okuduğu rivayet
edilmiştir. Bil ki bu rivayet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında,
sıhhati konusunda âdeta üzerinde ittifak edilmiş gibidir.
[121]
ifâdesindeki
"nüve" zamiri, Hz. İsa'ya râcîdir. Bunun, bir önceki âyetteki
"hak" kelimesine râci olduğu da söylenmiştir. Buna göre mânâ, "Hz.
İsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu hususundaki bilgi sana geldikten
sonra Rabb'inden olan bu hak hususunda kim seninle mücadele ederse..."
şeklindedir. Buradaki ilimden maksat, ilmin bizzat kendisi değildir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)'in kalbindeki ilmin, buna bir tesiri yoktur. Aksine buradaki
ilimden maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)'in aklî ve vahy ve tenzil yoluyla
kendisine ulaşan nakfî delillerden zikrettikleridir. Hak Teâlâ'nın, ifâdesinin
aslıseklindedir. Çünkü bu kelime "ulüv" masdarından ve
"tefâ'ül" babındandır. Yâ harfine zamme ağır görüldüğü için, zamme
hazfedilmiş, daha sonra da ictimâ-i sâkineynden dolayı, yâ harfi de
hazfedilmiştir. Bu kelimenin asıl mânâsı, "yüce ve yüksek olmak"
demektir. Buna göre "yüksek oldu" manasındadır. Fakat çok
kullanıldığı için, her gelen varlık için "geldi" manasında
kullanılmaya başlanmış ve gibi kullanılmıştır.
[122]
Bu âyet-i kerime Hz.
Hasan ile Hz. Hüseyin'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'in oğulları gibi olduğuna
delâlet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), oğulları çağırmayı teklif etti ve
Hasan ile Hüseyin'i çağırdı. Binâenaleyh Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in onun iki
oğlu gibi olması gerekir. Bunu güçlendiren bir başka delil de En'am
süresindeki, "Onun zürriyetinden de Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u,
Musa'yı ve Harun'u hidâyete kuvuşturduk. Biz, muhsinleri (iyilik edenleri) işte
böyle mükafaatlandmrız. Zekeriyya'ya, Yahya'ya ve İsa'ya da (böyle hidayet
verdik)" (avam, 84-85) âyetidir. Malumdur ki Hz. İsa (a.s), babadan dolayı
değil de anadan dolayı Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan sayılmıştır. Böylece
kızdan olan torunun da bazan oğul diye adlandırıtdığı sabit olmuş olur. Allah
en iyi bilendir.
[123]
Rey şehri'nde, Mahmud
İbn Hasan el-Humusî isminde bir adam vardı. Bu, isnâ aşeriyye (Şia) mezhebi
muallimlerinden olup Hz. Ali (k.v)'nin, Hz. Muhammed (s.a.s) dışındaki bütün
peygamberlerden daha üstün olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyordu:
"Bunun delili,
âyetteki ''Kendimiz ve kendinizi çağıralım" ifadesidir. Çünkü
"Kendimiz" kelimesinden maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat
kendisi değildir. Çünkü insan kendi kendini çağırmaz. Aksine bu tabirden murad,
Hz. Peygamberin kendisinden başkasıdır. Âlimler o başkasının, Hz. Ali (r.a)
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyet, Hz. Ali'nin, Hz.
Peygamberin kendisi gibi olduğuna delalet etmektedir. Bu tabirin Hz.
Peygamberin nefsinin, bizzat Hz. Ali'nin nefsini ifâde etmiş olması mümkün
değildir. Bundan dolayı bundan murad, bu nefsin (kendisinin), onun kendisi gibi
olmasıdır. Bu da, iki nefis arasında her yönden eşitliğin olmasını gerektirir.
Fakat, deliller Hz. Peygamber'in bir peygamber, Hz. Ali'nin ise böyle
olmadığına delâlet ettiği ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in Hz. Ali (r.a)'den daha
üstün olduğuna da icmâ bulunduğu için, gerek peygamberlik, gerek üstünlük hususunda,
bu umumi hükümle amel edilmemiştir. Bu iki husus dışındaki hususlarda ise bu
umûmî hükümle amel edilmiştir. Sonra icmâ Hz. Muhammed (s.a.s)'in, diğer
peygamberlerden efdal olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh Hz. Ali'nin de
diğer peygamberlerden efdal olması gerekir. İşte bu, bu âyetin zahirî mânası
ile yapılan istidlal şeklidir. Âyetle bu şekilde istidlal etmeyi, bizim
görüşümüzü kabul eden ve reddedenlerin kabul ettikleri şu hadis de te'yid eder.
Hz. Peygamber (s.a.s),
"İlminde Hz.
Âdem'e, taatında Hz. Nuh'a, dostluğunda Hz. İbrahim'e, heybetinde Hz. Musa'ya,
saflığında Hz. İsa'ya (benzer birisine) bakmak isteyen Ali İbn Ebİ Tâlib'e
baksın" buyurmuştur. Bu hadis, her peygamberde ayrı ayrı bulunan
hasletlerin Hz. Ali'de toplanmış olduğunu gösterir. Bu da, Hz. Ali'nin, Hz.
Muhammed (s.a.s) dışındaki peygamberlerden efdal olduğuna delalet eder."
Diğer Şiîler önceden de şimdi de bu âyetle, Hz. Ali'nin -delillerin tahsis
ettiği özellikler dışında- Hz. Muhammed (s.a.s) gibi olduğuna İstidlal etmişlerdir.
Hz. Muhammed (s.a.s)'in nefsi, bütün sahabeden efdaldir. Binâenaleyh Hz. Ali'nin
nefsinin (Kendisinin) de sahabeden efdal olması gerekir. Şia'nın bu husustaki
görüşü, bundan ibarettir.
Buna şöyle cevap
verilir: Müslümanlar arasında, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Hz. Ali'den daha
faziletli olduğu hususunda bir icmâ bulunduğu gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) zuhur
etmezden önce peygamber olanların, peygamber olmayanlardan efdal oldukları
hususunda da b., icmâ vardır. Yine müslümanlar, Hz. Ali (r.a)'nin peygamber olmadığı
hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyetin zahirinin, Hz. Muhammed
(s.a.s) hakkında husûsî bir hüküm ifâde ettiği gibi, diğer peygamberler
hakkında da husûsî bir hüküm ifâde ettiğini kesin olarak söylemek gerekir.
[124]
Âyetteki sözü
"karşılıklı lanetleşelim" manasındadir. Nitekim her iki babdan olan
şekli aynı manaya gelerek, (Topluluk
birbiriyle savaştı) (Karşılıklı arkadaş oldular) denilir. Âyetteki
"ibtihâl" (lanetleşme) ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:
1- İbtihâl,
lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek mana-sındadır. Çünkü
ancak duada çok gayret gösterildiği zaman
denilir.
2- Bu
kelime, Arapların "Allah'ın laneti üzerine olsun" manasında söyledikleri
â tabirinden alınmıştır. Bunun aslı da, "lanet" manasına gelen
bir şeye
dayanmaktadır. Çünkü "lanet", uzaklaştırmak ve
kovmak manasındadır. Allah bir kimseye lanet edip, onu rahmetinden
uzaklaştırdığı zaman denilir. Bu senin, birisi birisini ihmai ettiği zaman
söylediğin "O, onu ihmal etti" sözünden alınmıştır. Memesine memelik
bağlanmadan koğulup sürülmüş adam gibi, başıboş sahraya bırakılmış deve için
denilir. Bu kelimenin mânasının izahı şudur: "Behl", gönderip başıboş
bırakma manasına alındığında, sanki Allah bir kimseyi salıverdiği zaman, onu
başıboş bırakmış ve onu kendisine havale etmiş gibi olur. Allah'ın kendisine
havale ettiği kişi hiç şüphesiz helak olur. Binâenaleyh bir kimse ile mübâhele
eden (lanetleşen) kişi, "eğer iş öyle ise Allah'ın laneti üzerime
olsun" der. Yine o insan, "Allah beni bana bıraksın. Allah beni kendi
güç ve kuvvetime terketsin." Yani
"Kendi vekilliğinden ve
muhafazasından uzak tutsun", yani "memelerinde memelik takılmamış,
isteyen herkesin sağıp sütünü alabileceği ve kendisini koruyamayacak olan
salıverilmiş deve gibi, muhafazasından uzak tutsun" der. Yine, yanında
sopa bulunmayan insana da denilir ki bu, "Yanında kendisini müdafaa
edeceği bir şeyi bulunmayan adam" manasınadır.
Birinci görüş daha
uygundur. Çünkü âyetteki p ifâdesinin mânâsı, "sonra gayretle dua edip,
lanetin yalancıların üzerine olmasını temenni edelim" şeklinde olur.
İkinci görüşe göre bu
ifâdenin mânâsı, "sonra lanetleşelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar
üzere olmasını isteyelim" şeklinde olur ki bu bir tekrardır.
[125]
Geriye âyet hakkında
şu dört soru kalır:
1- Çocuklar,
küçük oldukları zaman, onlara ilâhî azabın inmesi caiz olmaz. Halbuki ilgili
hadiste Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mübâheleye daha çocuk olan Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin'i de soktuğu haber verilmiştir. Bunun faydası (manası) nedir?
Cevap: Âdetullah,
bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, onların içinde çocuklar ve
kadınların da imha edilmeleri şeklinde cereyan etmiştir. Böylece bu, o kavmin
mükellefleri için bir ceza olurken, çocuklar için bir ikâb olmamakta, aksine
onlarm ölüm ve elemleri kavim için bir ölüm ve elem yerine geçmektedir.
Malumdur ki, insanın çocuklarına ve ailesine karşı aşın derecede şefkati
vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan
olur. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber {s.a.s), çocuklarını ve ailelerini
beraberinde getirmiş ve, hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha
tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha
kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir.
[126]
2- Bu
hâdise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâleı eder mi?
Cevap: Bu
hâdise, şu iki bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s)'in, peygamberliğinin sıhhatine
delâlet etmektedir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Eğer Hz. Peygamber
buna iyice güvenmeseydı. bu âdeta kendi kendini yalanlama hususunda bir çaba
sarfetme olurdu. Çünkü hristiyanların mübâheleye yanaşmaları, sonra da azabın
inmemesi durumunda, bu, haber verdiği
hususlarda yalancı
olduğunun ortaya çıkması olurdu. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s)'in, en akıllı
İnsan olduğu malumdur. Binâenaleyh O'nun, yalan olduğunu ortaya çıkarabilecek
bir işi yapması uygun olmaz. O, bu hususta ısrar ettiğine göre, azabın onların
başına geleceğine son derece güvendiği için ısrar ettiğini anlamaktayız.
b) Bu
hristiyanlar mübâheleye yanaşmamışlardır. Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamberin
peygamberliğine deiâlet eden şeyleri onlar bitmemiş olsalardı, onunla mübâhele
etmekten (lanetleşmekten) geri durmazlardı.
Buna göre eğer,
"Onlar şüphe ediyorlardı; bu sebeple de, Hz, Muhammed'in sözünde sadık
olması, böylece de zikredilen azabın başlarına gelmesinden korkmuş oldukları
için, O'nunla lanetteşmeye girişmeyi terketmiş olduklarının söylenmesi niçin
caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, iki yönden
reddedilir:
a) Onlar,
Hz. Muhammed ile muaraza ve münazaa yapabilmek için maddî manevî bütün
imkanlarını seferber ediyorlardı Eğer şüphe içinde olsalardı, bunu yapmazlardı.
b) Bu
hristiyanlardan, onların şöyle dedikleri nakledilmiştir: "O, vallahi,
Tevrat'ta ve İncil'de müjdelenmiş olan peygamberdir. Eğer siz onunla
lanetteştrseniz, sizin kökünüz
kurur.." Binâenaleyh, bu
ifâde, onların lanetleşmekten
kaçınmalarının sebebinin, Hz. Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir
peygamber olduğunu bilmeleri olduğunu açıkça göstermektedir.
3-
Kâfirlerden bir kısmı, Hz. Peygamber (s.a.s)'le lanetleşmeye girmemişler miydi?
Nitekim onlar şöyle demişlerdi: "Ey Allah, eğerbur senin katından gelme
bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır..." (Enaı. 32). Ama
sonra, kesin olarak onların üzerine azab inmemişti... Burada da böyledir. Yine,
onların başına bir azabın gelmiş olduğunu kabul etmemiz halinde bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Sen onların içlerinde ikenr Allah onları azâblandıncı
değildir..." (Enfâi, 33) âyetiyle çelişik olur.
Cevap: Hükmü hususi
olan âyet, hükmü umumî olan âyetten önce gelir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber
(s.a.s) bu surede, açıkça belirterek azabın ineceğini haber verdiğine göre,
durumun bu şekilde olduğuna inanmak gerekir..
4- Bu âyetin
peşisıra gelen, "İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır" (âh
imran, 62) buyruğu, bu âyet ile ilgili midir, değil midir?
Cevap: Ebû
Müslim şöyle demiştir: "Bu kısım, öncesiyle irtibatlıdır. Buna göre "yalancılar..."
(Awimran,6i^kelimesinde vakfetmek caiz değildir. Bu durumda âyetin takdiri,)
"İşte bu, en doğru bir haberin beyânı olduğu için, Allah'ın lanetini
yalancıların üzerine salalım.." şeklinde olur. Bu takdire göre, nin hakkı,
harekesinin meftûh olmasıdır. Fakat 'deki lamdan dolayı kesreli olmuştur.
Nitekimİ is"Muhakkak ki o gün onların Rabb'i, onlardan hakkıyla
haberdardır" (Adiyâi, n) âyetinde de böyledir." Diğer alimler ise,
"Söz "yalancılar üzerine" ifadesiyle tamamlanmaktadır. Bundan
sonra gelen ifâde, öncesiyle alâkası olmayan müstakil bir cümledir"
demişlerdir. Allah en iyi bilendir.
[127]
"İşte bu, elbette
en doğru bir haberin beyânıdır. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Allah hiç
şüphesiz yegâne galtbtir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz
çevirirlerse Allah, o fesatçıları elbette hakkıyle
bilendir" (Âli
İmran, 62-63).
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler vardır:
[128]
Âyetteki "bu.." kelimesi, daha önce
zikredilmiş olan delillere ve lanetleşmeye davete işarettir "En doğru bir
haberin beyânıdır" buyruğuna gelince, buradaki kelimesi, dine irşâd eden,
hakka götüren ve kurtuluşu talep etmeyi emreden hususları içine alan sözlerin
mecmûudur. Binâenaleyh, Allahu Teâlâ, emrine tam bir güven üzre olsun diye.
peygamberine indirmiş olduğu şeylerin apaçık hak olduğunu beyân etmiştir. Bu
durumda, âyetteki hitâb her ne kadar Hz. Peygamber'e ise de, bundan murad
herkestir.
[129]
sözündeki hüve
zamiriyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu zamir
fasi ve te'kîd zamiridir.. Buna göre, 'nin haberi ifadesidir.
Eğer, "Fas!
zamirinin başına te'kîd lamının gelmesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz
deriz ki: Bu lamın, haberin başına gelmesi caiz olduğuna göre, fasi zamirinin
başına gelmesi daha güzel olur. Çünkü bu lâm, mübtedâya haberden daha yakın
olup, lamın gelmesinde aslolan da, onun mübtedânın başına gelmesidir..
b) Bu hüve
zamiri mübtedâ olup el-kasas kelimesi onun haberi, işbu mübtedâ ve haberden
meydana gelen cümle denin haberidir.
[130]
lafzında he harfi,
aslına uygun harekeli şeklinde veyahut da sûkün ileeklinde okunmuştur. Çünkü
lâm harfi'nin bir cüz'ü olmuş, böylece de 1 (kenar) kelimesi gibi, tahfif
edilmiş, sükûn ile okunmuştur.
[131]
"Falanca hikâyeyi
anlattı - anlatıyor - anlatmak, hikâyet etmek" denilir. Bu kelimenin esas
mânası, bir izi takib etmektir.. Bir kimse bir başkasının izini takib
ettiğinde denilir. Allahu Teâlâ'nın 'Kız kardeşine dedi ki: Onun izini takib
et" (Kasas, n) ifâdesi de böyledir. Haberleri peşpeşe getirdiği ve kelâmı
peşi peşine eklediği İçin, kıssa anlatan kimseye de denilmiştir. İştekelimesinin manası, "peşipeşine
gelen mânaları ihtiva eden haber" demektir.
Cenâb-ı Hak sonra
"Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu, nefyin,
olumsuz mânânın te'kîd ve vurgulanmasını ifâde eder. Çünkü sen, "Benim
yanımda, insanlardan birisi vardır" dediğinde, bu cümle senin yanında bir
kimse olduğunu gösterir. Fakat, Benim yanımda, insanlardan hiç kimse bulunmamaktadır"
dediğin zaman bu, senin yanında onlardan bir kimsenin bulunmadığını ifâde
eder. Senin yanında onlardan birisi bulunmayınca, onlardan hiç kimsenin
bulunmaması haydi haydi evlâdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan
başka hiçbir tanrı yoktur" buyruğu, Hak ve Vâhid olan, Bir olan Allah
(Subhanehû ve Teâlâ)'dan başka bir Tanrı'nın bulunmadığı hususunda çok kuvvetli
bir mâna ifâde ettiği ortaya çıkmış olur.
Cenâb-ı Hak
"Allah, hiç şüphesiz yegâne gâlib-tir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir
O" buyurmuştur. Bu cümlede hristiyanların şüpheleri hususunda verilen
cevaplara İşaret vardır. Bu böyledir. Çünkü onlar şu iki şeye dayanmışlardır:
a) Hz. İsa,
ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmeye
muktedir olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bu
kadar kudret, ulûhiyyet için yeterli değildir. Bilâkis, ilâh olanın, kendisine
karşı konulamayan ve engellenemeyen bir azîz ve gâlib varltk olması gerekir. Halkubi
sizler Hz. İsa'nın böyle birisi olmadığını kabul ve itiraf ediyorsunuz. Hem siz
bunu nasıl iddia edebilirsiniz ki; çünkü sizler, yahudilerin Hz. İsa'yı
öldürdüğünü söylüyorsunuz."
b)
Hristiyanlar, Hz. İsa'nın gaybtan ve benzeri şeylerden haber verdiğini, böylece
de bir ilâh olması gerektiğini söylüyorlardı.. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki
şöyle demek istemiştir: "Bu kadarcık ilim, ulûhiyyet konusunda yeterli
değildir. Bilâkis, ilâh olanın hakîm, yani bütün malumatı ve bütün işlerin
neticelerinin nereye varacağını bilen birisi olması gerekir." İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, hristiyanların bu iki şüphesine cevap vermeye bir işaret
olsun diye, bu iki vasfı, yani "el-azîz, el-haktm" kelimelerini
zikretmiştir.1 Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başlarında
zikretmiş olduğu, "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Odur. Ondan
başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir" (âı-i tmran, 6) âyetidir.
Cenâb-ı Hak sonra
"Eğer yine yüz çevirirlerse, muhakkak Allah o fesatçıları hakkıyla
bilendir" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Eğer onlar, Hz. İsa
(a.s)'nın azîz, gâlib, hakîm ve işlerin neticesinin nereye varacağını
bilmemesine karşılık, Allah'ın bir olması, azîz, gâlib, bütün makdûrâta kadir,
hakîm ve işlerin neticesini ve nereye varacağını bilmesi gibi kendilerine
anlatmış olduğun şeylerden yüz çevirirlerse bil ki, onların sırf dönüp yüz
çevirmeleri, ancak inatlarından dolayıdır. Binâenaleyh, onlarla konuşmayı kes
ve onların işini Allah'a havale et!.. Çünkü Allah, fesat çıkaranların fesadını
bilen, kalblerdeki bozuk gaye ve maksatlara muttali olan ve onları bunlar
sebebiyle cezalandırmaya muktedir olandır.."
[132]
"De ki: Ey Ehl-i
Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin"
(yani) "Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım;
Allah'tan başka birbirimizi rab edinmeyelim." Ama, yine
yüz çevirirlerse deyin
ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki müslüman olanlarız" (Âl-i imran,
64).
Bil ki, Hz. Peygamber
(s.a.s) Necrân hristiyanlarına çeşitli deliller getirmiş, bilahare onlar
ayrılmışlar, daha sonra da onları mübaheleye davet etmişti. Fakat onlar
mübahelenin neticesinden korkarak buna yanaşmayıp, cizye ödemek suretiyle
müslümanlara boyun eğmeyi kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s), onların iman
etmeleri hususunda son derece istekli olunca, Allahu Teâlâ sanki şöyle demek
istemiştir: Ey Muhammed, bu konuşma üslûbunu bırak; akl-ı selim ve temiz fıtrat
sahibi olan herkesin, mücâdeleyi bırakma esası üzerine kurulmuş insaflı bir söz
olduğuna şehadette bulunacağı bir başka metod ve üslûba geç ve, "Ey Ehl-i
Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin:
"Allah'tan başkasına tapmayalım..." de!.? Yani, "İfâde etmede
birbirimize karşı insaflı olduğumuz, kimimizin kimine zulmetmeye meyletmediği
bir kelimeye, (bir esasa) geliniz ki, bu da, "Ancak Allah'a tapmamız ve
Ona hiçbir şeyi şirk koşmamamız" dır" demektir. İşte bu sözden murad
budur. Şimdi lafızların tefsirine geçefim.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ey Ehl-i Kitap!" tabiri hakkında şu üç görüş zikredilmiştir:
a) Bu
ifâdedeki "Kftâb ehli" nden murad, Necrân hristiyanlarıdır.
b) Bundan
maksat, Medine yahudîleridir.
c) Bu ifâde,
her iki topluluğu da içine almaktadır. Bunun her iki grup hakkında nazil olduğuna
şu husus da delâlet etmektedir:
1- Lafzın
zahiri, iki topluluğa da şamildir.
2- Âyet-i
kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet edilen şu husustur: Yahudiler Hz.
Peygamber'e şöyle demişti: "Hristiyanların Hz. İsa'yı Rab edinmeleri
gibi, bizim de, sadece seni
Rab edinmemizi
istiyorsun!..." Hhstiyanlar da, "Ey Muhammedi Sen, yahudilerin
Uzeyr (a.s) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin hakkında söylememizi istiyorsun"
demişlerdi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyeti indirdi. Bana göre,
doğruya en yakın olan, bu ifâdeyi Necrân hristiyanlarına hamletmektir. Çünkü
biz, Hz. Peygamber'in önce onlara deliller getirdiğini, sonra da onlarla
"mübâhele" istediğini; ama bu sırada insaflı olup mücadeleyi ve
onlart ilzam ederek susturmayı arzulamayı terke dayanan söze geçtiğini
açıklamıştık. Bunun böyle olduğuna, Hz. Peygamberin burada onlara, Hak
Teâlâ'nın, "Ey kitap ehli!" sözüyle hitap etmesi de delâlet
etmektedir. Bu isim, isimlerin en güzellerinden ve lakabların da en
mükemmellerinden birisidir. Çünkü Cenâb-ı Hak onları, Ehl-i Kitap addetmiştir.
Bunun bir benzeri de, Kur'ân'ı hıfzetmiş olan kimselere, "Ey, Allah'ın
kitabının taşıyıcıları, (hâmilleri)"; müfessire de, "Ey Allah'ın
kelâmının müfessiri!" denilmiş olmasıdır. Bu lakab, bunu söyleyenin,
muhatabı yüceltme ve onun kalbini hoş tutmak hususunda ileri derecede bir
mânayt kastettiğine delâlet eder. Bu ancak, insanın, hasmıyfa mücadele ettiği
sırada, münakaşa ve çekişme yolunu bırakıp, insaf ve hakkaniyet yolunu tuttuğu
zaman söylenilir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Celiniz" emrine gelince, bundan murad, her ne kadar bir yerden başka
bir yere geçmek söz konusu olmasa dahi, çağırılmış oldukları şeyi belirlemeleri
ve onu incelemeye yönelmeleridir. Çünkü bu lafzın aslı lafzından alınmıştır. Bu kelime de, alçak bir
yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek anlamını ifâde eder. Sonra, bu
kelime çok kullanıldığı için, kendisine çağırılan şeye ve yere yönelme ve
teveccüh etmeyi isteme mânâsına delâlet eder olmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
tabirinin mânası, "ifâde etmede birbirimize insafsız davranmamızın söz
konusu olmadığı; hiç kimsenin birbirine zulmetme meylinin bahis mevzu
olamıyacağı bir kelimeye geliniz!" demektir.
kelimesi, adalet ve
insaf demektir. Bu böyledir, çünkü "insafın hakikati, bir şeyin yarısını
vermek, ortalamak demektir. Çünkü aklen vâcib olan, kişinin hem kendine, hem de
başkasına zulmetmeyi terketmesidir. Bu da
ancak, yarıyı
vermekle, ortalamakla, ortayı gözetmekle mümkün olur. Binâenaleyh, kişi insaflı
olur da zulmü bırakarak yarıyı o kişiye verirse, böylece kendisiyle başkası
arasında eşit davranmış, böylece denge kurulmuş olur. Kişi zulmedip, başkasına
verdiğinden daha fazlasını kendisine aldığı zaman, denge bozulur. Eşitlik,
adalet ve insafın gereklerinden olduğu için, adetâ adaletin kendisi sayılmıştır.
Zeccâc, âyetteki t'j--
(müsavi) kelimesinin, "kelime" lâfzının sıfat) olduğunu söylemiştir.
Cenâb-ı Allah bununla, "müsavi olan kelime" mânasını murad etmiştir.
Buna göre Hak Teâlâ'nın, tabiri "Âdil, dosdoğru ve aynı olan bir kelimeye
gelin. Binâenaleyh o kelimeye gerek siz, gerek biz iman ettiğimiz zaman,
eşitlik ve istikâmet üzere olmuş oluruz" demektir.
Sonra Cenâb-ı
AllahAllah'tan başkasına tapmayalım" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele
vardır:
[133]
Bu tabirin başındaki
edatının dâhil olduğu cümlenin mahalli hususunda şu iki görüş vardır:
a) Bu,
mukadder bir (O,) mübtedâsının haberi
olarak merfûdur. Buna
göre sanki birisi "O kelime nedir?" demiş de, cevaben "O,
Allah'tan başkasına tapmamamızdır" denilmiştir.
b) Bu
cümlenin mahalli, âyetteki "kelime" lafzından bedel olarak mecrûrdur.
[134]
Allah Teâla bu âyette
şu üç şeyi zikretmiştir.
1- "Allah'tan
başkasına tapmayalım";
2- "Ona
hiçbir şeyi eş tutmayalım";
3-
"Allah 'i bırakıp da, birbirimizi Rab edinmeyelim ".
Allah Teâlâ, özellikle
bu üç şeyi zikretmiştir, çünkü hristiyanlar bu üç işi bir arada olarak
yapıyorlardı: Onlar, Allah'tan başkasına, yani Mesih İsa (a.s)'ya ibâdet
etmişler ve Allah'a onu eş tutmuşlardır. Bu böyledir, çünkü onlar, "Allah
şu üç şeydir: Baba, oğul ve Ruhu'l-kudüs" demişler, böylece de kadîm ve
eşit üç varlığın mevcut olduğunu söylemişlerdir. Biz onların, üç kadîm varlık
olduğunu söylediklerini ifâde ediyoruz, çünkü onlar şöyle demişlerdir: "Kelime"
uknumu Mesîh'in beşerîlik vasfına (nâsût); Rûhü'l-Kudüs uknumu (şahsı) da,
Meryem'in beşerîlik vasfına (nâsût) bürünmüştür. Şayet bu iki uknum, müstakil
iki zât olmasaydı, Baba'nın zâtından ayrılıp İsa ve Meryem'in beşerilik vasfına
bürünmeleri caiz olmazdı. Onlar, müstakil üç ayrı zâtın varlığını kabul
etmekle, muhakkak ki müşrik olmuşlardır.
Onların, Allah'ı
bırakarak âlimlerini ve zâhidlerini Rab edinmiş olduklarına şunlar da delâlet
eder:
[135]
a) Onlar,
helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahidlerine itaat ediyorlardı.
b) Onlar,
âlimlerine secdeye kapanıyorlardı.
c) Ebu
Müslim şöyle demiştir: "Onların mezhebine göre riyâzat ve mücâhede
konusunda kâmil olan herkeste, ona lâhût (ilahîlik vasfı)'nın hulul ettiğinin
eseri görülür; böylece de o kimse, ölüleri diriltebilir. Körleri ve alacalı
hastaları iyileştirebilir. Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler
bile, ne de olsa o kişi hakkında rubûbiyyet mânâsının tahakkuk ettiğini kabul
ediyorlardı.
d) Onlar,
günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı. Rubûbiyyetin mânâsı da ancak
budur.
Bunun bir benzeri de,
"Hevâ (Ve hevesini) kendisine tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?.."
(Câsiye. 23) âyetidir. Böylece hristiyanların bu üç şeyi birden yaptıkları
sabit olmuş olur. Bu üç şeyin bâtıl olduğu, akıl sahiplerince üzerinde ittifak
edilmiş olan bir husus gibidir. Bu böyledir, çünkü Hz. İsa (a.s)'dan önce
kendisine ibâdet edilen sadece Allah Teâlâ idi. Binâenaleyh durumun, Hz.
İsa'nın zuhurundan sonra da aynı şekilde devam etmesi gerekir. Yine Allah'a
ortak koşma da herkesin ittifakıyla bâtıldır. Hem, yaratıcı ve bütün nimetlerin
mün'imi Cenâb-i Allah olduğu için, helâl, haram, inkıyâd ve tâat hususunda,
onların âlim ve zahidlerine değil, sadece Allah'a yönelmek gerekir. İşte bu üç
durumun izahı böyledir.
Daha sonra Hak
TeâlâAma, yine yüz çevirirlerse deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki
müslüman olanlarız" buyurmuştur. Bu ifâde, "Eğer onlar kendi
dinlerinde diretirlerse, siz "Biz muhakkak ki müslüman olanlarız"
deyiniz, yani, kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun, fakat sizden
başkalarını bu dine çekme kaydında olmayınız" demektir.
[136]
"Ey Ehl-t Kitap,
İbrahim hakkında niçin çekişip duruyorsunuz? (Halbuki) Tevrat da, İndi de ancak
ondan sonra indirilmiştir, (buna da) aklınız ermiyor mu?" (Â!-i Imran,
65).
Bil ki yahudiler de
hristiyanlar da "İbrahim bizim dinimizde idi" diyorlardı. Allah Teâlâ
da onların bu iddialarının, Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra indirildiğini
belirterek bâtıl olduğunu ve bu sebeple de onun yahudi veya hristiyan olmasının
düşünülemeyeceğini açıklamıştır.
Eğer, "Bu durum
siz müslümanlar için de söz konusudur. Çünkü siz de, İbrahim'in İslâm dini
üzere olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki İslâm da, Hz. İbrahim'den uzun zaman
sonra indirilmiştir. Eğer siz bu sözünüzden maksadınızın, Hz. İbrahim'in, dinin
usulü (inanç) bakımından şu anda müslümanların üzerinde olduğu mezheb üzere
oluşunu söylemek ise, biz deriz ki: Yahudilerin, "İbrahim bir yahûdi
idi" şeklindeki sözlerinden maksatlarının da, onun yahudilerin üzerinde
.oldukları din üzere oluşunu söylemek; hristiyanların da, "İbrahim bir
hristiyan idi" şeklindeki sözlerinden maksatlarının, onun hristiyanların
takib etmiş oldukları din üzere oluşunu söylemek olması; binâenaleyh Kur'ân'ın
Hz. İbrahim'den sonra nazil olması, onun müslüman sayılmasına nasıl ters
düşmüyor ise, bu izaha göre Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra nazil
oluşları, onun bir yahudi ve bir hristiyan olmasına ters düşmeyeceğinin
söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, şöyle cevap verilir:
Kur'ân-ı Kerim, Hz.
İbrahim'in bir Hanîf (tevhid inancında) ve müslüman olduğunu haber vermiştir.
Tevrat ve İncil'de ise, onun bir yahudi veya hristiyan olduğu yer almamıştır.
Binâenaleyh fark ortaya çıkmaktadır. Sonra biz şöyle de deriz: Hristiyanların,
Hz. İbrahim'in dini üzere olmadıkları açıktır. Çünkü Hz. İsa (a.s), Hz. İbrahim
zamanında mevcut değildi, dolayısıyla da, Hz. İsa'ya ibâdet, Hz. İbrahim
devrinde kesinlikle meşru değil idi/ Bundan dolayı, Hz.
İsa'ya ibâdete
yönelmek, şüphe yok ki, Hz. İbrahim'in dinine uymaz. Yahudilerin, Hz.
İbrahim'in dini üzere olmayışları da böyledir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, Hz. Musa
(a.s) gelmezden önce de insanlara bazı mükellefiyetlerinin bulunduğunda
herhangi bir şüphe yoktur. Yine bu mükellefiyetleri insanlara, yine bir insanın
ulaştırmış olduğunda da şüphe yoktur. Hiç şüphesiz ilâhî teklifleri insanlara
ulaştıranın mu'cizelerle te'yid edilmiş olması gerekir. Aksi halde insanların,
onun getirdiği bu teklifleri kabul etmeleri vâcib olmaz. Bu durumda Hz. İsa'dan
önce nice peygamberler gelmiş ve onların belli şeriatları olmuştur. Bu sebeple,
Hz. Musa (a.s), peygamber olarak gelince, bu durumda onun, ya o şeriatları
iyice yerleştirip uygulamak için geldiği, yahut da yeni bir şeriat getirdiği
söylenebilir. Eğer Hz. Musa, kendinden önceki şeriatları uygulamak için gelmiş
ise, o şeriatların sahibi değil, aksine kendinden öncekilerin şeriatlarını
uygulayan bir fakih gibi olur. Yahudiler ise bunu kabul etmezler. Eğer Hz. Musa
yeni bir şeriat getirmiş ise, kendinden önceki şeriatları neshettiğini söylemiş
olur. Böylece bütün peygamberlerin şeriatlarında neshin olabileceği hükmü
mutlaka yer almıştır. Yahudiler ise neshi hiç kabul etmezler. Bu sebeple
yahudilerin, Hz. İbrahim'in dininde olmadıkları sabit olmuş olur. Binâenaleyh
yahudi ve hristiyanların, Hz. İbrahim'in bir yahudi veya bir hristiyan olduğu
iddiaları geçersiz olmuş olur. Âyetten kastedilen işte budur. Allah en iyi
bilendir.[137]
"İşte siz
onlarsınız ki hakkında (biraz) bilginiz olan hususta (haydi) çekiştiniz
(diyelim. Ya) hiç bilginiz olmayanlar hakkında hâlâ niçin çekişip duruyorsunuz?
Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne bir yahudi ne de bir
hristtyandı. Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müsiümandı. O,
müşriklerden de değildi. Gerçekte İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde
ona tabî olanlarla, şu peygamber ve iman edenlerdir. Allah o iman edenlerin
yardimcısıdır" (Âl-r İmran, 66-68).
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktadır:
[138]
Âsim, Hamza ve Kisâî,
med ve hemze ile şeklinde; Nâfî ile Ebû Amr, hemzesiz ve medsiz olarak, fakat
sakin elifi gösterecek şekilde; İbn Kesir ise hemzeli fakat medsiz olarak
vezninde şeklinde; İbn Âmir de hemzesiz fakat med ileşeklinde okumuşlardır.
Hemze ve meddi belirterek okuyanlar kelimeleri aslı üzere okumuşlardır. Çünkü
bu tafız, birisi diğeri de olan iki ayrı kelimedir. Bu ifâdeyi medsiz ve
hemzesiz okuyanlar ise, kelimenin aslını bozmamak suretiyle, tahfif (kolaylık
otsun) diye böyle okumuşlardır.
[139]
Âlimler lafzının
aslının ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre nin bir tenbih
edatı, asıl kelimenin de (sizler) olduğu veya bu ifâdenin aslının (sizler mi)
şeklinde olduğu, Arapların (suyu akıttım) şeklindeki kullanışları gibi, birinci
hemzenin he harfine dönüşmüş olduğu söylenmiştir. Âyetteki kelimesi, kesre
üzere mebnîdir. Bunun aslı ise şeklidir. Başına tenbih hâ'sı gelmiştir. Bu, hem
med ile, hem de medsiz okunur.
Buna göre şayet,
"Âyetteki lafzındaki fö (sizler)
lafzının haberi nedir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu hususta şu üç görüş
ileri sürülmüştür:
a) Keşşaf
sahibi şöyle der: "Bu lafzın başındaki hâ, tenbih için getirilmiştir
kelimesi mübteda, kelimesi onun haberidirsözü ise, birinci cümleyi açıklayan
müste'nef bir cümledir. Buna göre mâna şöyledir: "Sizler o ahmak
şahıslarsınız. Sizin ahmaklığınız ve kıt akıllılığınızın delili şudur: Siz,
haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan hususta çekişiyorsunuz. Ya daha
niçin, hiç bilginiz olmayan hususlarda çekişiyorsunuz?"
b) Buradaki
(sizler) kelimesi mübtedamânasında olan kelimesi ise onun haberi, bu kelimeden
sonra gelen cümle de sıla cümlesidir.
c) kelimesi
mübteda kelimesi atf-ı beyân, , cümlesi ise haber olup, takdir şöyledir:
"Sizler, ey şu kimseler, ... çekiştiniz..."
[140]
Âyetteki,
"Bilginiz olan hususta çekiştiniz" buyruğundan murad şudur: Onlar Tevrat
ve İncil'in şeriatlarının, Kur'ân'ın şeriatına muhalif olduğunu sanıp, bunu
iddia etmişlerdir. Binâenaleyh ontara, "Hakkında bilginiz olmayan
hususlarda nasıl çekişiyorsunuz? Hakkında bilginiz olmayan bu husus da Hz.
İbrahim'in şeriatının, Hz. Muhammed'in şeriatına muhalif olduğunu iddia
etmenizdir" denilmiştir.
Sonra Cenâb-ı
Allah'ın, "İşte sizler onlarsınız ki hakkında bilginiz olan hususta
çekiştiniz..." buyruğunun şu mânaya olması da muhtemeldir: Allah Teâlâ
onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Ancak şu mânayı
murad etmiştir: "Sizler, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda onunla
çekişmeyi mümkün görüp uygun kabul ettiniz. O halde, hakkında kesinlikle
bilginiz olmayan hususlarda onunla çekişebiliyorsunuz. "Sonra Hak Teâlâ bu
hususu "Halbuki Allah, bu şeriatların birbirlerine uyup uymadıklarını
bilir siz, bu durumların nasıl olduğunu bilemezsiniz" diyerek ortaya
koymuştur.
Sonra Cenâb-ı Allah,
bu hususu daha açık izah ederek "İbrahim ne bir yahudi, ne de bir
hristiyandı" buyurmuş ve onları Hz. İbrahim'in kendi dinlerinden olduğu
iddialarında yalanlamıştır.
Daha sonra "Fakat
O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı" buyurmuştur ki, âyetteki
"Hanîf" kelimesinin ne demek olduğu Bakara sûresi'nde geçmişti
(Bakara, 135).
Daha sonra da "O,
müşriklerden de değildi" buyurmuştur. Bu, Hz. İsa'nın ilâh olduğunu
söyledikleri için hristiyanların. teşbih inancına kail oldukları için
yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir.
-
Eğer, "Siz, Hz.
İbrahim'in İslâm dini üzere olduğunu söylemekle, onun inanç veya ahkâm (usûl
veya furü) bakımından İslâm dini üzere olduğunu mu kastediyorsunuz? Eğer
birincisini kastediyorsanız, bu sadece İslâm dinine mahsus bir durum değildir.
Biz de bu mânada, Hz. İbrahim'in yahudi dininde yani, Hz. Musa'nın getirdiği
din üzere olduğunu veya hristiyanların dini üzerine yani Hz. İsa'nın getirdiği
hristıyanlık dini üzere olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü usûl (itikad)
bakımından, peygamberlerin dinlerinin farklı olması caiz değildir. Eğer siz bu
sözünüzle, Hz. İbrahim'in furû (ahkâm) bakımından İslâm dini üzerinde olduğunu
kastediyorsanız, bu durumda Hz. Muhammed'in yeni bir şeriat üzere olmayıp,
başka bir peygamberin getirdiği şeriatın uygulayıcısı olması gerekir Yine kesin
olarak bilinen bir husus da şudur ki: Kur'ân'a göre ibâdet etmek, Hz. İbrahim
(a.s) zamanında yok idi. Mesela, m üsl umanlar m namazında Kur'ân okuma meşru
ve şart olduğu halde, Hz. İbrahim'in şeriatındaki namazda meşru değildir"
denilir ise, biz deriz ki:
Bu sözden maksadın,
Hz. İbrahim'in usûl (itikad) bakımından İslâm dini üzere olması olabilir.
Bundan kastedilen ise, Hz. İbrahim'in itikad bakımından, zamanımızdaki yahudi ve
hristiyanlartn inançlarına uymadığını belirtmektir. Bundan Hz. İbrahim'in furû
(ahkâm) bakımından İslâm dininde oluşunu kastetmek de murad edilmiş olabilir.
Bu böyledir. Çünkü Allahu Teâlâ o furû ahkâmı, Hz. Musa'nın şeriatıyla
neshetmiştir. Sonra Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında da, Hz. Musa'nın şeriatı,
Hz. İbrahim zamanında mevcut olan şeriatı neshetmiştir. Bu izaha göre Hz.
Muhammed (s.a.s) de şeriat sahibi olmuş olur. Sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'in
şeriatının çoğu, Hz. İbrahim'in şeriatına uygun olup, pek azında muhalefet söz
konusu olunca, bu az miktardaki muhalefet, uygunluk ve muvafakatin bulunmasına
zarar vermez.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Gerçekte,
İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde ona tâbi olanlarla şu peygamber
ve iman edenlerdir" buyurmuş ve bu ifâdede, şu iki grup insandan
bahsetmiştir:
a)
Hz. İbrahim'e daha Önce tâbi olmuş olan
kimseler.
b)
Hz. Muhammed ve diğer mü'minler.
Sonra Cenâb-ı Hak "Allah,
o iman edenlerin yardımasıdır" buyurmuştur. Yani, "Yardımı, desteği, muvaffak kılması, onları
yüceltmesi ve onlara ikramda bulunmasıyla onların yardımcısı..." demektir.
[141]
"Ehl-i Kitab'tan
bir zümre arzu etti ki, sizi bir şaşırtsalar.. Halbuki onlar kendilerinden
başkasını şaşırtıp sapıtamazlar da, (bunun) farkına bile varamazlar" (Âl-i
Imran, 69).
Bil ki, Allahu Teâlâ,
Hak'tan sapmanın ve hüccetleri kabul etmemenin, ehl-i kitabın vazgeçmedikleri
bir yol olduğunu beyân edince onların bu kadarla yetinmeyip, aksine Hz.
Muhammed (s.a.s) kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Musa ve
Hz. İsa'nın peygamberliğini de kabul ediyor" şeklindeki sözleriyle, ona
iman eden kimselerin kalbine şüpheler atıp, onları haktan saptırma hususunda
ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını da açıklamıştır.
Yine Hz. Musa (a.s),
Tevrât'da şeriatının sona ermeyeceğini haber vermiştir. Yine, (yahudilere göre)
neshin varlığını kabul emek, "bedâ" neticesine götürür. Bundan yani
âyetten maksat, mü'minleri, yahudilerin sözüne kanmamaları hususunda
uyarmaktır. Bu ifâdenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki,
"Ehl-i kitaptan bir çoğu, Hak kendilerine besbelli olduktan sonra,
içlerindeki hasedden ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine
düştü" (Bakara, 109) âyetiyle, "Onlar, kendilerinin inkâr ettikleri
gibi sizin de küfredip onlarla beraber olmanızı arzu ettiler" (Nisa, 89)
âyetidir.
Bil ki buradaki,
harf-i cerri bâziyyet ifade eder. Burada Cenâb-ı Hak ancak onların bir kısmını
zikretmiş, bu hükmü onların hepsine teşmil etmemiştir. Çünkü onların içinde,
iman etmiş olanlar da bulunmaktaydı. Allahu Teâlâ iman edenleri,
"İçlerinde mutedil ve insaf sahibi olan bir zümre de vardır" (Maide,
66) ve "Ehl-i kitab'm içinde kaim olan bir ümmet vardır ki, onlar gecenin
saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın âyetlerini okurlar" (Ali imran,
113) diyerek medhü sena etmiştir.
Bu âyetin Muâz, Ammâr
İbn Yasir ve Huzeyfe hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Çünkü, yahudiler bu
şahısları kendi dinlerine davet etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, "sizi
saptırmak..." buyurmayıp da "Keşke sizi bir saphrsalar"
buyurmuştur. Çünkü jî edatı, temennî içindir. Zira, senin "keşke şöyle
olsaydı'1 sözün, bir temenni ifâde etmektedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlardan her biri arzu eder ki, keşke bin yıl yaşatılsa.."
(Bakara, 96) âyetidir.
Hak Teâlâ sonra,
"Halbuki onlar, kendilerinden başkasını şaşırtıp sapıtamazlar"
buyurmuştur ki, bu da birtakım mânalara muhtemeldir:
a)
Başkalarını saptırmaya yönelmiş olmalarından dolayı ilahî cezaya müstehak
olmaları sebebiyle, onların kendi nefislerini helak etmeleri... Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Onlar bize zulmetmemişler, ama kendi kendilerine
zulmetmişlerdi"
(Bakara, 57), "Onlar muhakkak ki, kendi yüklerini ve, o yükleriyle beraber
daha nice yükleri de bizzat yüklenip taşıyacaklar..." (Ankebut, 13) ve
"Çünkü onlar kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini eksiksiz
taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını
da yükleneceklerdir. Dikkat et ki, onların yüklenecekleri bu yükler ne
kötüdür" (Nam, 25) âyetleri gibidir.
b) Onların
kendilerini hidâyet ve hak bilgisinin haricinde bırakmaları.. Çünkü, hidâyetten
uzaklaşan kimse, "sapıtmış" diye vasfedilir.
c)
Onlar, mü'minleri saptırmak için
ellerinden geleni yapıp, sonra mü'minler
de onlara iltifat etmeyince, onların eli boşa çıkmış, bundan bir netice
alamayarak hüsrana uğramışlardır. Çünkü onlar birşeye inanmışlar, daha sonra
durum onların tasavvur ettiklerinin aksine ortaya çıkmıştır.
Daha sonra Hak
TeâlâBunun) farkına bile varamazlar," Yani, "Bunun mü'minlere değil,
kendilerine zarar verdiğini bilemezler" buyurmuştur.
[142]
"Ehl-i kitap,
kendiniz görüp bilip dururken, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr
ediyorsunuz?" (Âl-i İmran. 70).
Bil ki, Allahu Teâiâ,
Tevrât'da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden delillerin farkında
olmayan taifenin durumunu beyân edince, onların bu delilleri bilen kısmı olan
âlimlerinin de hâlini beyân ederek, "Ey ehl-i kitap, Allah'm âyetlerini
niçin inkâr ediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu hitapda birkaç mesele vardır:
[143]
Âyetteki (niçin?)
suâlinin aslı 'dır. Çünkü buradaki istifham için gelmiş olan 'dır. Başına lâm
harfi gelmiş olduğu için, hafiflik olsun diye daki elif düşmüştür. Bir de,
harf-i cer, bu eliften bir bedel gibi olmuştur. Ayrıca
o, kelimenin sonunda
gelmiştir ki deki fetha da buna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Birbirlerine ne hakkında sorup duruyorlar?" (Nebe. ve "öu
mü/deyi neye Mnâen yapıyorsunuz?" (Hicr. 54), sualleri de böyledir. Bu
harfler üzerinde vakfetmeki şeklinde, hâ harfi ile yapılır.
[144]
Ayetteki
"Allah'ın âyetlerini" lafzıyla ilgili birkaç görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş:
Bundan murad, Tevrat ve İncil'de varid olmuş olan âyetlerdir. Buna göre, bu
lafız hakkında birkaç ihtimal bulunmaktadır:
a)
Bunlar, bu iki kitapta bulunan, Hz.
Muhammed (s.a.s) ile ilgili müjdelerdir.
b) Bunlar,
bu iki kitapta bulunan, Hz. İbrahim'in müslüman bir Hanîf olduğu hususundaki
ifâdelerdir.
c) Bunlar,
bu kitaplarda, gerçek dinin İslâm olduğunu gösteren ifâdelerdir.
Bil ki, bu
açıklamalara ihtimâli olan bu görüşe göre diyebiliriz kL "âyetleri inkâr
etmek" ifâdesinin iki mânaya gelmesi muhtemeldir.
a) Onlar,
Tevrat'ı değil, bilâkis Tevrat'ın delâlet etmiş olduğu şeyi inkâr ediyorlardı.
Buna göre, mecaz yoluyla, delilin ismi medlule itlâk edilmiştir.
b) Onlar,
Tevrat'ın bizzat kendisini inkâr ediyorlardı, çünkü onlar, Tevrat'ı tahrif
ediyor ve Tevrat'ta, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden bu gibi
âyetlerin mevcudiyetini inkâr ediyorlardı.
Hak Teâlâ'nın
buyruğunun, bu izaha göre mânası şudur: "Ontar, müslümanların ve avam
tabakalarının yanında bulunduklarında, Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri ihtiva ettiğini inkâr
ediyorlar; sonra birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, Hz. Muhammed'in
peygamberliğinin doğruluğuna şehâdet ediyorlardı. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kendiniz şahidler olduğunuz halde, (niçin) onda bir eğrilik
aramaya yelteniyorsunuz..." (âı-i Imran, 99) âyetidir. Bil ki, âyeti bu
anlayışa göre tefsir etmek, bu âyetin gaybden bir haber vermeyi ihtiva ettiğine
delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, kendi içlerinde gizleyip de
aksini haber verdikleri şeyi bildirmiştir. Şüphesiz, gaybden haber vermek bir
mu'cizedir.
İkinci görüş:
Bu âyetlerden murad, Kur'ân-ı Kerim'dırsözünün manası da şudur: "Siz,
Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu avam insanlar yanında inkâr ediyor, ama sonra
kalbleriniz ve akıllarınızla, onun bir mu'cize olduğuna şehâdet
ediyorsunuz..."
Üçüncü görüş:
Bu âyetlerden murad, Hz. Muhammed (s.a.sj'in elinde zuhur eden bütün
mu'cizelerdir. Bu görüşe görebuyruğunun mânası şudur: Siz, diğer peygamberlerin
elinde zuhur eden mu'cizelerin, onların doğruluklarına delâlet ettiğini kabul
ediyorsunuz... Zira mu'cize, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilme yerine geçer.
O halde siz, mu'cizelerin, bu açıdan diğer peygamberlerin sıdkına delâlet
ettiğine şehadette bulununca, bunun Hz. Muhammed hakkında da söz konusu
olduğuna da şehadette bulunmuş oluyorsunuz. Binâenaleyh, Hz. Muhammed'in
nübüvvet ve risâletini inkâr etmekte ısrar etmeniz, mu'cizelerin, diğer
peygamberlerin doğruluklarına delâlet etme konusunda hak ve gerçek olduklarını
itiraf etmenizle çelişmekte, tezâd teşkil etmektedir.
[145]
"Ey Ehl-i Kitap,
niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor, gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki siz, bunu
biliyorsunuz..." (Âl-i İmran, 71).
Bil ki, yahudi
âlimlerinin tutmuş olduğu iki yol bulunmaktaydı:
a) Onlar,
kalbleriyle Hz. Muhammed'in Allah katından görevlendirilmiş bir hak peygamber
olduğunu bildikleri halde, O'nun peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Allahu
Teâlâ birinci âyette,
onları bu davranış
şeklinden nehyetmiştir.
b) Onlar,
şüpheler meydana getirmek, delil ve beyyinâtı da gizlemek hususunda çalışıp
çabalıyorlardı. Allah Teâlâ bu ikinci âyette de, onları bu davranıştan
nehyetmiştir. Buna göre birinci davranış şekli, azgınlık ve sapıklık makamıdır;
ikinci makam ise, başkalarını azdırma ve saptırma makamıdır.
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktadır:
[146]
kelimesi, şeddeli
olarak şeklinde de okunmuştur. Yahya İbn Vessâb, bu kelimeyi, bâ harfinin fethasıyla
şeklinde okumuştur. Yani,
"Niçin, hakka bâtılı giydiriyorsunuz?" şeklinde... Bu, Hz.
Peygamber'in şu hadisi gibidir"... Yalanın iki elbisesini giyen kimse gibidir."
Şair de şöyle demiştir "O, mecd ü şeref ile ridâlanıp, onu izârgibi
kuşandığında..."
[147]
Bil ki, hakkı
gizlemeye gayret eden kimse için bu hususta şu iki yolun dışında başka bir yol
yoktur,
a) Ya,
bâtıla götüren bir şüphe atmak,
b) Veyahut
da, hakka delâlet eden delili gizlemek.. Âyetteki, "Niçin hakkı bâtıl ile
karıştırıyorsunuz?" kısmı birincisine; "ve gerçeği
gizliyorsunuz" kısmı ise, ikincisine işarettir.
Hakkı bâtıl ile
karıştırma, burada birkaç mânaya gelmektedir:
1- Tevrat'ı tahrif
etmek... Onlar, münezzel, vahyedilmiş âyetleri, muharref ve uydurma şeylerle
karıştırıyorlardı. Bu görüş, Hasan el-Basrî ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.
2- Onlar,
insanları şüphelendirmek için, günün başlangıcında müslüman olduklarını
söyleyip, günün nihâyetinde de İslâm'dan rücû etmek hususunda aralarında
anlaşmışlardı.. Bu görüş de, İbn Abbas ve Katâde'den rivayet edilmiştir.
3-
Tevrat'da, hem Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden müjde,
sıfat ve vasıfların bulunması, hem de bunun zıddını vehmettiren şeylerin
bulunmasıdır. Binâenaleyh bu, muhkem ve müteşabih gibi olmuştur.. Böylece
onlar, tıpkı müşebbihe'den çoğunun yaptığı gibi, bu iki tür şeyden birisini
diğerine karıştırmak suretiyle,
zayıf inançlı olanlara
meseleyi tersyüz göstermeye
uğraşıyorlardı. Bu, Kadr'nin görüşüdür.
Onlar, Hz Muhammed
(s.a.s)'in, Hz. Musa'nın hak olduğunu itiraf ettiğini ve sonra "Tevrat'ın
da Hz. Musa (a.s)'nın şeriatının neshedilmediğine delâlet ettiğini
söylüyorlardı. Bütün bunlar ortaya şüphe atmaktır.
Hak Teâlâ'nın, Gerçeğigizliyorsunuz"
ifâdesinden murad şudur: Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine
delâlet eden mevcut âyetlerle istidlalde bulunmak tefekkür ve teemmüle
muhtaçtır. Zamanımızdaki bid'at ehlinin, muhakkik âlimlerin delillerinin,
kendilerine tâbi
olan avamdan kişilere ulaşmaması için
ellerinden geleni yapmaları gibi, yahudi âlimleri de bu istidlalin
tamamlanacağı o lafızları gizleme hususunda gayret sarf ediyor I ardı.
Hak Teâlâ'nın
"Halbuki siz, bunu biliyorsunuz" buyruğu ile ilgili şu izahlar
yapılmıştır:
a) Sizler,
bunu inâd ve hasedinizden dolayı yaptığınızı biliyorsunuz.
b) Cehalet
ve hurafe erbabı değil, ilim ve marifet erbabı olan sizler bunu biliyorsunuz.
c) Bu gibi
işleri yapanlara verilecek cezanın büyük olduğunu biliyorsunuz.
[148]
Kâdî, "Hak
Teâlâ'nın, ''Niçin Hakkı bâtıl ile karışftnyor, gerçeği gizliyorsunuz?" ve
"Mçin inkâr ediyorsunuz?" sualleri, bu işlerin kullara âit fiiller
olduğunu gösterir. Çünkü Allah Teâlâ'nın bu fiilleri kullarda yaratıp, sonra
da "niçin yaptınız?" demesi caiz değildir" demiştir.
Kâdî'nin bu görüşüne
şu şekilde cevap veririz: Fiil bir sebebe dayanır. Binâenaleyh o sebebin eğer
bir muhdis (meydana getiren) olmadan kendiliğinden meydana geldiğini kabut
edecek olur isek hiçbir yaratıcı olmadığını söylemiş oluruz. Yok eğer o sebebi
icâd edip meydana getirenin kulun kendisi olduğunu kabul edersek bu durumda kul
diğer bir irâdeye muhtaç olmuş olur. Eğer o sebebin icâd edip yaratıcısının
Allah olduğunu söylersek, aleyhimize söylediğiniz şey, sizin aleyhinize de söz
konusu olur. Allah en iyi bilendir.
[149]
"Ehl-i Kitap'tan
bir güruh (şöyle) dedi: "Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün
evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin. Olur ki (onlar dinlerinden)
dönerler" (Âl-i imran, 72).
Bil ki, Allah Teâlâ,
hakkı bâtıl ile karıştıran yahudilerden bahsedince, bunun peşisıra onların
karıştırmalarının bir şeklini anlatmıştır. İşte bu şekil, bu âyette bahsedilen
husustur.
Bu âyette ilgili
birkaç mesele vardır:
[150]
Onların birbirlerine,
"Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün evvelinde İnanın.."
demeleri ile ilgilidir. Bu sözden maksat, indirilenin tamamı olabileceği gibi,
indirilen âyetlerin bir kısmı da olabilir.
Birinci ihtimale göre
şu izahlar yapılmıştır:
a) Yahudi ve
hristiyanlar, İslâm'ın doğruluğu meselesinde, zayıf itikatle müslümanları
şüpheye düşürmek için hilelere başvurmuşlardı.
Bu da, yahudilerin Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen şeriatı, bazı
zamanlarda kabul etmeyi, bazan da inanmayı müteakip onu tekzib etmeyi,
yalanlamayı izhar etmeleridir. Çünkü insanlar, (zayıf müslümanlar) onların bu
yalanlamalarını görünce, "Bu tekzîb, haset ve inattan dolayı değildir;
aksi hâlde böyle olsaydı, onlar ta başında onu tasdik etmezlerdi.. Bu tekzîb
haset ve inattan dolayı yapılmadığına göre, bunun, Ehl-i Kitabın Hz.
Muhammed'in durumunu iyice düşünerek, değerlendirdikleri O'nun nübüvvetinin
delillerini iyice araştırmaları, böylece de bu tam tefekkür ve eksiksiz
incelemelerinden sonra, O'nun bir yalancı olduğu ortaya çıktığı için yapılmış
olması gerekir..." derler. Böylece bu
yol, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetinin sıhhati
konusunda müslümanların zayıfları yönünden bir şüphe sebebi olmuş olur.
Hayber yahudilerinin âlimlerinden oniki kişinin bu metod üzerinde ittifak
ettikleri de söylenmiştir sözünün mânası, "Biz şüpheyi onların kafalarına
attığımızda, belki Muhammed'in taraftarları O'nun dininden bu yola dönerler ve
vazgeçerler" demektir.
b) Âyetin
mânasının şöyle olmasıdır: "Yahudilerin ve hristiyanların âlimleri
birbirlerine şöyle demişlerdir: Ehl-i Kitâp'tan din kardeşlerinizle başbaşa
kaldığınız zaman dininizde sebat etmeniz şartıyla, münafıklık yapıp mü'minlere
uyduğunuzu gösterin. Çünkü böylece mü'minler bir kararsızlık içine düşerler ve
zaman içerisinde sizler de onlara karşı münafıklığı sürdürürsünüz. Böylece
durumları zayıflayıp dinleri yok olup gider ve onlar yine sizin dininize dönmüş
olurlar." Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna
şu iki husus da delalet eder:
1- Cenâb-ı
Hak, "Hakikaten imân edip küfre sapanlar, sonra yine iman edip küfre
dönenler..." (Nisa. 137)buyurup, bunun peşinden de "Münafıkları
müjdele..." (Nisa. 13e» buyurmuştur ki, bu "Onlar imân edenlere
kavuştukları zaman "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca
ise, "emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza ediyoruz"
derler" (Bakara, 14) âyeti gibidir.
2- Allah
Teâlâ, bu âyetin peşinden "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız"
buyurmuştur. Bu ifâde, onların üzerinde oldukları dinden başka bir dine
girmekten nehyedildiklerine delâlet eder. Böylece de "gündüzün evvelinde
inanın" ifâdesi, nifakı emretme olmuş olur.
c) Esamm
şöyle der: "Yahudiler birbirlerine, "Eğer Muhammed'i her getirdiği
şeyde yalanlarsanız, sizin câhilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü
O'nun getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat O'nun getirdiği şeylerin bir
kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, câhil halk sizin onu
yalanlamanızın, inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu
zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" demişlerdir."
İkinci ihtimal,
"Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise
inkâr edin" âyetinin, Allah'ın indirdiği Kur'ân âyetlerinin bir kısmı ile
ilgili olmasıdır. Bu görüşü savunan âlimler, bunun kıble meselesi ile ilgili
olduğunu söylemiş ve bu hususta şu iki izahı zikretmişlerdir:
a) İbn
Abbas, âyet-i kerimedeki "gündüzün ewelinde"n maksadın, sabah namazı;
"sonunda"n maksadın da öğlen namazı olduğunu söylemiştir ki, bunun
izahı şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye geldikten sonra Beyt-i Makdis'e
doğru namaz kılmaya başladı. Yahudiler bu durumdan son derece memnun olarak,
bunun devam etmesini arzu ettiler. Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamberi, kıble
olarak Ka'be'ye çevirmesi, bir öğle namazı esnasında oldu. Bunun üzerine Ka'b
İbn Eşref ve başkaları "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın,
gündüzün sonunda ise inkâr edin." Yani,*Muhammed'in yönetip sabah namazını
kıldığı kıbleye inanın. Çünkü bu, haktır. Yönelip öğle namazını kıldığı kıbleyi
ise inkâr edin" demişlerdir ki âyette bahsedilen inkâr ettikleri
"gündüzün sonu" işte budur.
b) Kıble
Ka'be'ye çevrilince, bu yahidilere zor ve ağır geldi. Bundan dolayı
birbirlerine, "Gündüzün evvelinde Ka'be'ye doğru namaz kılın, gündüzün
sonunda da bu kıbleyi inkâr ederek, Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılın. Böylece
o müslümanlar: "Ehl-i Kitap İlim sahibi insanlardır. Eğer onlar bu
kıblenin bâtıl olduğunu
anlamasalardı, bunu bırakıp
Beyt-i Makdis'e
dönmezlerdi" derler ve o kıblelerini bırakıp Beyt-i Makdis'e
dönerler" diyorlardı.
[151]
Allah Teâlâ'nın, o
yahudilerin bu hile üzerinde ittifak edişlerini haber vermiş olmasının şu
faydaları vardır:
1- Bu hile,
onların kendi içlerinde sır tuttukları, hiçbir yabancının bilmediği bir oyun
idi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu haber verince, bu gaybtan bir haber verme
olmuştur. Binâenaleyh bir mu'cizedir.
2-
Allah Teâlâ, mü'minleri,
yahudilerin böyle bir
hile üzerinde anlaştıklarından
haberdar ettiği için, bu hilenin mü'minlenn kalplerinde hiçbir tesiri
olmamıştır. Eğer böyle bir bildirme olmasaydı, bu hile, iman ve itikadları
henüz zayıf olan bazı kimselerin kalplerinde etkili olabilirdi.
3-
Yahudiler, bu hileleri ortaya çıkarılarak rezil ve rüsvay edildiği için, bu,
bir nev'i onları bu gibi hile ve oyunlara yeltenmekten caydırma olmuştur.
[152]
Âyette geçen
"veche'n nehâr", "gündüzün evveli" manasınadır. Arapça'da
"vech", "herşeyin insana bakan tarafı ve yüzü"
mânâstndadır. Çünkü insanın baktığı şeyde ilk karşılaştığı budur. Nitekim
elbisenin görünen tarafına da "vechü's-sevb" denilir. Sa'leb,
İbnü'l-A'rabVnin, "gündüzün evveli" manasına "Ona gündüzün
evvelinde geldim" dediğini rivayet etmiştir. Rebî İbn Ziyad da şiir olarak
şöyle demiştir:
"Kim Mâlikin
öldürülmesinden sevinç duyar isef kadınlarımıza gündüzün evvelinde
gelsin."
[153]
"Ve dininize tâbi
olandan başkasına inanmayın. (Habibim onlara) de ki: " Şüphesiz hidayet
Allah'ın hidâyetidir."(O güruh şöyle derler:) "Size verilenin
benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanlann) Rabb'iniz
indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)." De ki: "Lütf-u
inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir.
Allah, rahmeti bol
olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah,
büyük lütuf sahibidir" (Âl-i İmran, 73-74).
Müfessirler, âyetin
başındaki ifâdenin, yahudilerin sözünün sonu olduğu
hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu hususta şu iki İzah yapılmıştır:
a) Mânâ,
"Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul etmeyin.
Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul
etmeyin" şeklindedir. İşte bu,
yahudilerin bugüne kadar
sürdürdükleri tutumlarıdır. Bu izaha göre, âyettekTâbi olana" ifâdesindeki
lâm harfi, zaide olur. Çünkü, meselâ (falancayı tasdik ettim) denilir, ama
denilmez. Bu lâm harfinin zaide olması caizdir. Bu, tıpkı • (Nemi, 72) âyeti
gibidir ki bu (ensenize binmek üzeredir) mâna-sındadır.
b) Allah
Teâlâ, bu âyetten Önce, "gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda inkâr
edin" sözünü zikretmiş, daha sonra bu âyette ise, "ve dininize tâbi
olandan başkasına inanmayın.." yani, "ancak dininize tabî olanlar
için böyle bir imânı gösterin" sözünü getirmiştir. Sanki onlar şöyle demişlerdir:
"Meseleleri tersyüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların
dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir." Buna göre, "Ancak
dininize tâbi olanlar için böyle bir imam gösterin" ifâdesi "Herkesin
gayesi, kendine tabî ve taraftar olanları, taraftar olarak muhafaza
etmektir" mânâsındadır.
Sonra Cenâb-ı Allah,
"De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir" buyurmuştur. İbn
Abbas (r.a), bu tabirin "Din, Allah'ın dinidir" mânasına geldiğini
söylemiştir. Bunun bir benzeri de Bakara süresindeki "De ki, şüphesiz
hidâyet Allah'ın hidâyetidir" (Bakara, 120) âyet-i kerimesidir.
Bil ki bu sözün,
Cenâb-ı Hakk'ın o yahudilerden naklettiği şeye, nasıl bir cevap teşkil ettiğini
mutlaka izah etmek gerekir. Biz deriz ki: Birinci izaha göre, -ki bu onların
kendi dinlerinden başka bir din olmadığını söylemiş olmalarıdır-bu söz, şu
cihetten onlara cevap teşkil edebilir: Onların tabi oldukları yolun din olması,
Allah'ın emredip bildirmesi ve ona uyulmasını emretmesi ile olmuştur. Durum
böyle olunca, Cenâb-ı Hak bundan sonra başka bir dini emredip, insanları ona
sevkedince ve o dine uymayı gerekli kılınca, bu dinin peygamberi her nekadar
önceki dine uymasa da, kendisine uyulması gereken bir peygamber olmuş olur.
Çünkü bu din de, Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve hidâyeti ile bir din olmuştur. Bu din
Cenâb-ı Hakk'ın hükmüyle olunca, bu dine uymak gerekir. Bunun bir benzeri de,
Hak Teâlâ'nın, onların görüşlerine bir cevap olarak, "Onları, üzerinde
durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: 'Doğu da
Allah'ındır, batı da" (Bakara, 142) buyurmasıdır. İkinci izaha göreyse
mâna, "Hidâyet, şüphesiz ancak Allah'ın hidâyetidir. Ben size işte bunu
getirdim.. Dolayısıyla, bu hidâyeti def etme konusundaki bu zayıf tedbir ve
tuzağınızın (müslümanlara hiçbir zararı), size de hiçbir faydası
olmayacaktır" şeklindedir.
Sonra Cenâb-ı Hak, O
güruh şöyle derler): "Size verilenin benzerinin başka birisine de
verildiğine veya o (müslümanların Rabb'imiz katında size karşı hüccetler
getireceğine (inanmayın)" buyurmuştur.
Bil ki bu âyet, zor ve
müşkil olan âyetlerdendir. Buna göre biz deriz ki, bu ifâde ya Allah'ın sözü
cümlesindendir, veyahut da yahudilerin sözü cümlesinden olup, onların,
"Ve, dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözlerinin
bir tetimmesi (devamı)dır. Bu iki ihtimalden her birini benimsemiş olan
müfessirler bulunmaktadır.
Birinci ihtimal: Bu ihtimal hakkında birkaç vecih bulunmaktadır:
a) İbn
Kesir, istifham olmak üzere, elif harfini çekerek, şeklinde; diğer kıraat
imamları ise, elifin fethası, medsiz ve de istifham mânâsını kas-tetmeksizin
jijİ 01 şeklinde okumuşlardır. Eğer İbn Kesir'in kıraatini alacak olursak, bu
durumda bunun mânası açıktır. Çünkü buradaki istifham "tevbîh" kınama
ve azarlama için getirilmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Mal ve oğullar sahibi
olmuş diye, karşısında âyetlerimiz okunduğu zaman o, "evvelkilerin
masalları" demiştir" (Kalem, 14-15) âyetleri gibidir. Buna göre mâna,
"Size verilmiş olan şeriatın benzeri bir başkasına da verildiği için mi,
ona tâbi olmayı kabul etmiyorlar?" şeklindedir. Sonra, ihtisar gayesiyle
bu sorunun cevâbı hazfedil m iştir ki, böylesi hazifler çokça yapılmaktadır.
Nitekim bir kimse, birisine çokça ihsan ve lütufta bulunduktan sonra, önün
işlemiş olduğu hataları sayıp döküp bundan dolayı onu uzun uzadıya kınadıktan
sonra, "Sana olan ihsanımın azlığından mı? Seni küçümsediğini için
mi?" der. Bunun mânası şudur: "Bunun için mi sen, bu yaptıklarını
yaptın?" Şunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa o, âhiretten
korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak, gecenin saatlerinde secdeye kapanır,
kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (zûmer.
9) âyetidir. Bu izah şekli, Mücâhid ve İsa İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.
deki elifi kasr ederek
okuyan kimsenin kıraatine gelince, bu âyeti yine istifham mânasına hamletmek
mümkün olur. Nitekim, "Onları uyarsan da uyarmasan da onlara birdir"
(Bakara, 6) âyet-i kerimesi hem med ile, hem de kasr ile okunmuştur. Aynı
şekilde"Ma/ ve oğullar sahibi olmuş diye" (Kaiem, u) âyeti de, hem
med, hem de kasr ile okunmuştur. Şair İmriu'l-Kays da şöyle demiştir:
"Mahalleden aksam
mı ayrılıyorsun, yoksa sabah erkenden mi? Neyin var, niye beklemedin
(beklemiyorsun?)"
Yani "Mahalleden
akşam mı ayrılıyorsun?" demek istemiştir. Böylece istifham elifi
hazfedilmiştir. Bu kıraatin istifham mânâsına ihtimali olunca, âyetin takdiri,
bizim birinci kıraat hususunda yapmış olduğumuz açıklamanın aynısı olur.
b) O
yahudiler kendi taraftarlarına, "sizin dininize tâbi olanlardan başka hiç
kimseyi tasdik edip inanmayın!" dediklerinde, Allahu Teâlâ peygamberi Hz.
Muhammed (s.a.s)'e bu iddiadaki yahudilere şöyle demesini emretmiştir:
"Hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. O halde, size verilen hidâyetin
aynısının sizin dışınızda kalan bir kimseye verilmesini veyahut da, eğer sizler
bunu onlardan kabul etmezseniz, o müslümanların bununla Rabb'inizin katında
sizinle münakaşa edip hüccet
getirmelerini yadırgamayınız!"
Bu ikinci açıklamaya göre
söylenebilecek en son söz şudur: Bu izah "Binâenaleyh yadırgayıp inkâr
etmeyiniz.." sözünün takdir edilmesini gerektirir. Çünkü bu sözün takdir
edilmesine, Hak Teâlâ'nın, "Hidayet ancak Allah'ın hidâyetidir"
buyruğu delâlet etmektedir. Zira, hidâyet ancak Allah'ın hidâyeti olunca, Allah
o hidâyeti, kullarından dilediği kimseye verecektir. Böyle olunca da, onu inkâr
etmemek gerekir. Semûd kavmine gelince:
c) Hidayet;
açıklama yapmaya, beyan etmeye verilen bir isimdir. Bu Hak Teâlâ'nın
Biz onlara doğru olan
yolu gösterip açıkladık, ama onlar körlüğü hidayete tercih ettf/er"
(FussHet, 17)âyetindeki mâna gibidir. Buna göre Muhakkak ki, hidayet.."
kelimesi müb4 "Allah'ın
hidâyeti" sözü ondan bedel; ifâdesi de, başına harfi getirilerek
mübtedânın haberidir. Buna göre âyetin takdirî manası: "Ya Muhammed, sen
şöyle de: "Hiç şüphesiz Allah'ın beyânı, size verilmiş olan şeyin
mislinin, başka hiç kimseye verilmemesi -ki o da dinlerin en üstünü olan İslâm
dinidir- ve, o yahudilerin âhirette,
Rabb'inizin huzurunda sizinle
cedelleşmemeleridir.
Çünkü, âhirette sizin
hakka isabet etmiş olduğunuzu, kendilerinin ise sapıtmış olduklarını iyice
bilmiş olacaklardır" de!" Bu tev'ilde, sadece bir y harfinin takdir
edilmesi gerekir ki, bu caizdir. Bu, Hak Teâlâ'nın
d) kelimesi
isimdir; lafzı ondan bedel kısmı da onun haberidir. Buna göre kelamın takdiri:
"Muhakkak ki Allah'ın hidâyeti, size verilen şeyin aynısının bir başkasına
verilmesidir" şeklindedir. Bu te'vile göre Hak Teâlâ'nın ifadesinde,
mutlaka bir takdir yapmak gerekir. Buna göre takdir, "Onlar, sizinle
Rabb'inizin katında cedelleşip hüccet getirirler de, böylece Rabb'iniz onların
aleyhine olarak sizin lehinize hükmetmiş olur" şeklinde olur. Buna göre
mana, "Hidâyet, sizi kendisine hidâyet etmiş olduğum İslâm dinidir.
Binâenaleyh, bu din hususunda kim benim huzurumda sizinle hüccetleşmeye
kalkışırsa, onun aleyhine, sizin de lehinize olmak üzere hükmederim"
şeklindedir. Hak Teâlâ'nın ifadesi, takdirin bu şekilde yapılacağını gösterir.
Çünkü, Allah'ın, müslümanların Rabb'i olduğuna dair hüküm vermiş olması, O'nun
o müslümantardan razı olduğuna delâlet eder. Bu da, Allah'ın o müslümanların
lehine hükmedip, aleyhlerine hükmetmeyeceğini ihsas eder.
İkinci ihtimal:
Hak Teâlâ'mn, "Size verilenin benzerinin başka birisine de
verildiğine.." ifâdesi, yahudilerin sözlerinin bir tetimmesi (devamı)
olmasıdır. Buna göre bu âyette bir takdim ve tehirin bulunması söz konusudur.
Buna göre kelamın takdiri, "Size verilmiş olan şeyin bir mislinin sizden
başka birisine verileceği veya onlar, Rabb'inizin katında sizinle cedelleşeceği
için, dininize tâbi olandan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız.. (Ey
Habibim) "hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. Lutf-u inayet, Allah'ın
elindedir," de!" şeklindedir. Yani yahudiler şöyle demek
istemişlerdir; "Sizin dininizde olanlar hariç, size verilen şeyin bir
benzerinin bir başkasına da verilebileceğine dair inanç ve düşüncenizi izhâr
etmeyin.. Size verilmiş olan ilahî kitabın bir mislinin de müslümanlara
verildiğine dair olan tasdikinizi gizleyip, onu, müslümanların sebatını
arttırmasın ve müşriklerin bu müslüman olmalarına yol açmasın diye, müslüman ve
müşriklere değil sadece kendi dindaşlarınıza söyleyin."
Hak Teâlâ'nın,
"Veya o, Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceklerine..."
buyruğuna gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine atıftır. O'nunsözündeki vâv
harfinin mercii, âyet-i kerimede geçen ta lafzıdır. Çünkü Jr* mâna bakımından
cemidir. Buna göre mâna "Müslümanların, Kıyamet günü size karşı hüccet
getirip Allah huzurunda size galip gelebileceklerine dair sırrınızı, sizin
dışınızdakilere söylemeyin" şeklinde olur. Bana göre bu şekilde yapılan tefsir
zayıftır.
a)
Yahudilerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinini kabul etme hususunda kendi
dindaşlarını kollayıp gözetme istekleri, onların, kendi tâbi ve taraftarları
olmayanları kollayıp gözetme isteklerinden daha fazla ve daha ileridir.
Binâenaleyh, onların birbirlerine, kendi dinlerinde olanların yanında, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in dininin doğruluğuna delâlet eden o delilleri kabul ve
itiraf edip, yabancıların yantndaysa böyle bir şeyden kaçınmaları nasıl uygun
olabilir? Bu, son derece uzak bir ihtimaldir.
b) Bu
takdire göre, âyet-i kerimenin nazmı bozulur ve onda, fasih kimselerin
sözlerine uygun düşmeyen bir takdim ve tehir bulunmuş olur.
c)
Bu takdire .göre, mutlaka bir( hazf söz
konusudur. Çünkü takdir, "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidâ-
yeti ve lutûf da,
Allah'ın elindedir" şeklinde olur. Buna göre, Hak Teâlâ'nınû? ifâdesinin
başındaki mukadder J* ifadesi hazfedilmiş olur.
d) Cenâb-ı
Hakk'ın, buyruğu tek bir sözün iki cüzü arasında nasıl yer alabilmiştir? Hiç
şüphesiz bu, doğru ve düzgün bir söz olmaktan, son derece uzak bir kelâmdır.
Kaffâl şöyte
demektedir: HakTeâlâ'mn, buyruğunun buraya kadar yahudilerden yapılmış olan
nakillerin sona ermesiyle, nebisine söylemesini emretmiş olduğu bir kelâm
olması muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, yahudilerin bâtıl bir sözünü
nakledince, hiç şüphesiz, buna hak bir söz ile mukabelede bulunmasını, sonra da
o yahudilerin sözlerinin geri kalanını tamamlamaya avdet etmesini, peygamberine
öğretmiştir. Bu, bir müslümanın bir kâfirden, içinde küfür bulunan bir söz nakletmesi
ve o küfür kelimesini söyleyeceği sırada "Allah'a iman ettim" veya, Allah'tan
başka Tanrı yoktur" veyahut da "Allah bundan yüce ve
münezzehtir" deyip, sonra da, naklini ve sözünü tamamlamaya dönmesi
gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, bu kabil bir şey olmuş olur. Daha
sonra Hak Teâlâifâdesine kadarki yahudilerin sözünün tamamını zikretmiş, sonra
da Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bu konuda onlarla mücadele edip, onların
görüşlerinin bâtıl olduğu hususuna onların dikkatlerini çekmesini emrederek, O'na
şöyle demiştir: "De ki: "lûtf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın
elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve herşeyi hakkıyla
bilendir. O, dilediğine rahmetini has kılar. Allah, en büyük fazl
sahibidir."
e) kelimesi,
tasdik anlamına geldiğinde lâm harf-i cerriyle kullanılmaz. Meselâ, "Zeyd
için tasdik ettim" denilmeyip, aksine "Zeyd'i tasdik ettim"
denilir. Binâenaleyh, âyet-i kerimede, i "Ancak, sizin dininize tabi
olanlara inanın, onları tasdik edin" denilmesi gerekirdi. Bu takdire göre
de.Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki lamın hazfedil meşine; O'nun ifâdesinin başına
da, bâ harf-i cerrinin veya onun yerine peçecek bir şeyin takdir edilmesine
ihtiyaç duyulur. Çünkü âyetin takdiri "Size verilmiş olanın bir mislinin
bir başkasına da verilmiş olması sebebiyle, sizin dininize tâbi olanlardan
başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız...." şeklinde olur. Böylece de, bu
şekildeki bir tefsirde hazf, takdir, nazım bozukluğu ve mânanın kötü olması bir
araya gelmiş olur.
Ebû Ali el-Farisî
"Âyetin başındaki İman kelimesini, ikrar mânasına hamletmek uzak bir
ihtimal değildir" demiştir. Böylece mana, "size verilen şeyin bir
mislinin başka birisine verilmiş olduğunu, sadece sizin dininize tâbi olmuş
olan kimselere ikrar ediniz.." şeklinde olur. Ebû Ali'nin yapmış olduğu bu
takdire göreifâdesindeki lâm harfi zâid olmaz. Ama, her halükârda bâ harf-i
cerrinin veya onun yerine geçecek başka bir harfin takdir edilmesi gerekir.
İşte, bu âyetin tefsiri hususunda söylenmiş olan şeylerin özeti budur. Allah,
ne murad ettiğini en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu
dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkryla bilendir. O,
rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur.
Bil ki, Allahu Teâlâ
yahudilerden şu iki şeyi nakletmiştir:
a) İslâm'ın
sıhhati konusunda müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, onların,
gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra saptıkları.. Cenâb-ı Hak,
yahudilerin bu tür hilelerine, diyerek cevap vermiştir ki, bunun mânası,
"Allah'ın hidâyetinin kemâli ve beyânının kuvveti yanında, böylesi zayıf
bir şüphenin hiç bir gücü ve etkisi söz konusu olamaz" şeklindedir.
[154]
b) Allahu
Teâlâ yahudilerin kendilerine verilmiş olan kitap, hikmet ve nübüvvetin bir
mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, bunu
yadırgadıklarını nakletmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu tür tuzaklarına da,
"De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine
verir" buyruğu ile cevap vermiştir.
Bu sözde geçen fadl
kelimesinden murad, peygamberliktir. Arapça'da "fadl" kelimesi,
fazlalık anlamına gelir. Kelimenin genel olarak kullanıldığı yer ise,
"lütf-u ihsanın fazlalığı..." anlamıdır. Hayır olan hasletlerde,
başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denilir. Daha
sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan
etmeyi düşünmüş olduğu her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır
olmuştur. Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın elindedir" buyruğunun mânâsı,
"O, fadlın sahibi olup, ona kadir ve muktedir olandır" demektir.
O'nun, "onu dilediğine verir" sözü ise, "8u fadl, O'nun
dilemesine bağlı olan bir l ütuftur" mânasına gelir. 8u da,
peygamberliğin, müstehak olma sebebiyle değil, lütufta bulunma ile meydana
gelip tahakkuk ettiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu nübüvveti, failinin
(Allah'ın) yaptp yapmamakta muhtar olduğu fadl kabilinden kılmıştır. Buna göre
bu, müstehak olan kimse hakkında, ancak mecazî bir şekilde kullanılabilir. Allah'ın,
"Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir" ifâdesi de bu
mânayı te'kid etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bol olması, O'nun
kudretinin mükemmelliğine, O'nun "âlim" olması da, O'nun ilminin
mükemmelliğine delâlet eder. Böylece, O'nun kudretinin bu derece
mükemmelliğinden dolayı, dilediği kuluna dilediğini lütfetmesi uygun olduğu
gibi, ilminin mükemmel olmasından dolayı da, O'nun fiillerinin ancak hikmet ve
doğruluk üzere olması uygun olmuştur.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük faz! sahibidir"
buyurmuştur. Bu ifâde, bir önceki sözü âdeta te'kid etmiş gibidir. Bu âyet ile,
önceki ifâde arasındaki fark şudur: Fadl, fazlalık ve ziyâde demektir. Sonra bu
fazlalık, kendisine ilâvede bulunulan şeyin cinsindendir. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, "Lütf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir" buyruğu ile,
kendisinin, onlara verdiği yüce makamların bir mislini de, kullarından bazısına
verebileceğini, hatta aynı cinsten daha fazlasını bile verebileceğini beyân
etmiş, sonra da, "O, rahmetini dilediğine has kılar" buyurmuştur.
Allah Teâlâ'ya nisbet edilen rahmet, bu fazldan daha üstün bir şeydir. Çünkü bu
rahmet-i ilâhiyye şeref ve mertebesinin yüceliği bakımından, o (yahudilere)
vermiş olduğu şeyin cinsinden olmayan bir mertebeye ulaşabilir. Hatta onlara
verdiği şey ile mukayese edilemiyecek kadar yüce ve üstün olabilir.
Bu iki âyetin
toplamından şu netice ortaya çıkar: Allah Teâlâ'nın, kullarını aziz edip,
onlara ikramda bulunmasının mertebeleri sonsuzdur. O'nun in'âmtnı
ve ikramını muayyen
mertebelere ve şahıslara has kabuı etmek, Allah'ın kudret ve hikmetinin
kemâlini bilmemek demektir.
[155]
"Ehl-i Kitap'tan
öyle kimseler vardır ki kendisine bir kantar (altın) emânet etsen, onu sana
eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ktc ona bir dinar (altın)
versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkça, onu sana Ödemez. Bunun sebebi şudur:
Onlar, "Ümmîler hakkında bizim mes'uUyetlmiz yoktur" demişlerdir.
Onlar, Allah'a karşı, bildikleri halde, yalan söylerler. Hayır, kim ahdini
yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz
Allah müttaklleri
sever" (Al-i İmran, 75-76).
Bil ki bu âyet-i
kerime önceki âyet ile iki bakımdan irtibatlıdır:
a) Cenâb-ı
Hak, önceki âyette yahudilerin kendilerine, bir benzeri başka hiçbir kimseye
verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verilmiş olduğunu iddia ettiklerini
nakletmiş, daha sonra da, emânete hıyanet etmenin bütün dinlerce çirkin oduğu
halde, onların emânete hıyanette ısrarlı olduklarını açıklamıştır ki, bu da
onların yalancı olduklarını göstermiştir.
b) Allah
Teâlâ, bir önceki âyette yahudilerin, "Dininize tâbi olandan başkasına
inanmayın" şeklindeki sözleri gibi, dinlerle ilgili kötü hallerini
nakledince, bu âyette de, onların insanlarla ahş-verişlerindeki kötü hallerinin
bazısını anlatmıştır. Bu da onların, hıyanet, zulüm ve az olsun çok olsun
insanların mallarını elde etmeye ısrar etmeleridir.
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele bulunmakladır:
[156]
Âyet, onların ehl-i
emânet ve ehl-i hıyanet olarak iki kısım olduklarını gösterir. Bu hususta şu
izahlar yapılmıştır;
a) Onların
ehl-î emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenleri
ise, hıyanette ısrarlı olanlarıdır. Çünkü onların inançlarına göre, kendi
dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir. Bu
âyetin bir benzeri de, "Hepsi bir değildirler. Ehl-t kitap İçinde, (hakkı)
ayakta tutan bir cemaat vardır. Onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak
Allah'ın âyetlerini okurlar" (âm Imran, 113) âyeti ile, "İçlerinde
iman edenler vardır. (Fakat) onların pek çoğu fasıktırlar" (âm imran, 110)
âyetidir.
b) Ehl-i
kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise
yahudilerdir. Bunun delili ise, bizim de söylemiş olduğumuz gibi yahudilerin
kendi dinlerinden olmayanların öldürülmesini ve hangi yolla olursa olsun,
onların mallarını ele geçirmelerini helâl saymalarıdır.
c) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Birisi, Abdullah İbn Selâma emânet olarak binikiyüz
ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da
yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete
hıyanet edip bunu vermedi. İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil
oldu."
[157]
Arapça'da na u denilmesi
gibi, (Ona falan hususta güvendim"
denilir. Buradaki bâ harfi, emâneti yapıştırmak ve bitiştirmekharf-i cerri de
emânete hakim kılmak rnanasındadır. Buna göre, bir kimseye birşey güvenilip
emânet edildiği zaman, o kimseye olan yakınlığı ve onu koruyup gözetme
münasebetinden dolayı, emânet edilen o şey âdeta o şahsa yapıştırılmış ve
bitiştirilmiş gibi olur. Yine bu mal emanet edilen kimse, bu emânete hâkim
olmuş ve adetâ onu ele geçirmiş bir kimse gibi olur. İşte bu sebepten dolayı,
bu mânâyı her iki şekilde ifâde etmek de güzel olmuştur (Sana, bir dinar emânet ettim) sözünün,
"Bu hususta sana güvendim" mânasındal (Sana, onu emânet ettim)
sözünün ise "Seni, ona emin ve muhafız kıldım" mânasında olduğu
söylenmiştir.
[158]
Âyette
"kıntar" ve "dinar" lafızlarının zikredilmesinden murad,
çok sayıda veya az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine
çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece
güvenilir kişiler bulunduğu gibi, yine onların içinde, kendilerine az miktarda
mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de
vardır. Bu âyetin bir benzeri de, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine
başka bfr zevce almak isterseniz, öbürüne kantar kantar (mehir) vermiş olsanız
bile içinden bir şey almayın" (Nisa, 20) âyetidir. Bu izaha göre, bu
âyetteki "kantar"ın ne kadar olduğunu izaha gerek yoktur. Fakat
âlimler bu hususta şunları söylemişlerdir:
1- Kantar
(Kıntâr), binikiyüz ukiyyelik bir ölçüdür. Çünkü âyet, Kureyş'ten bir adamın,
binikiyüz ukye altınını Abdullah fon Selam (r.a)'a emânet bırakıp, onun da
hıyanet etmeden bu malı sahibine iade ettiği için nazil olmuştur. Binâenaleyh
bu hadise, "kıntâr"ın bu miktarı ifâde ettiğini göstermektedir.
2- Abdullah
İbn Abbas (r.a)'dan. "kıntar"ın, bir öküz derisi dolusu mal mânâsına
olduğu rivayet edilmiştir.
3-
"Kıntâr"ın, bir milyon dinar veya bir milyon dirhem manasına geldiği
de söylenmiştir. Bu husustaki izah, daha Önce (Âl-i İmran, 14. âyetin
tefsirinde) geçmişti.
[159]
Hamza ve Ebû Bekr'in
rivayetine göre Âsim, hâ harfinin sükûnu ile kelimeyi, «aji şeklinde okumuşlardır.
Bu kıraat, Ebû Amr'dan da rivayet edilmiştir.
Zeccac: "Ebû
Amr'ın râvisi, hemzenin sükûnu ile şeklindeki kıraatinde yanıldığı gibi, burada
da yanılmıştır. Çünkü Ebû Amr, bunu harekenin "ihtilası" ile kıraat
eder" demiştir. Zeccâc bu okunuşun yanlışlığına şöyle diyerek delil
getirmiştir: "Ceza (cevap), hâ zamiri değildir. Şart'ın cevabı, bu
zamirden önceki kelimedir. Buradaki hâ, bir zamir olan isimdir. İsimler ise,
vasıl halinde meczûm olmazlar." Ferrâ da: "Bazı Araplar, makabli
harekeli olduğu zaman zamiri cezmedip, meselâ"Onu, şiddetli bir şekilde
dövdüm" derler. Araplar nitekim gibi kelimelerde mimi sakin okuyorlar.
Hatbuki bunların asılları* şeklinde merfudur" demiş ve şu beyti
söylemiştir: Ali "Ne bir rahatlık ve bolluk, ne de bir tokluk olmadığını
görünce.. kelimesi, hâ harfinin harekesi, hazfedilmiş yâ harfinin yerine kesre
ile yetinilerek, "ihtilas" ile okunduğu gibi, tam kesre İle de
okunmuştur ki asıl olan da budur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Yine onlardan öyle kimseler vardır kir ona bir dinar (altın) versen, sen
üzerinde ısrar ile durmadıkta, onu sana ödemez" buyurmuştur. Bu ifâde ile
ilgili iki mesele vardır:
[160]
Âyette geçen lafzı
hakkında şu iki izah yapılmıştır:
1- Bazı
âlimler bunu hakiki manasıyla almışlardır.
Süddî şöyle demiştir:
"Bu, "bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..."
manasmdadır. Buna göre âyet, "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe,
kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye
bırakır ve ertelersen inkâr eder" demektir.
2- Bazı
âlimler de bu lafzı mecazî manada almış ve şu izahları yapmışlardır:
a) İbn Abbas
(r.a), bu ifâdeden maksadın, ısrar etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâları
olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe "Bu kelimenin aslı şuna dayanır: Birşeyi
ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun
peşini bırakan kimse ise, adetâ ona aldırmamış, oturup kalmış olur. Bunun
delili, (Ali imran, yani, 'Allah'ın
emrine göre çalışıp, hiç ondan çıkmayan bir ümmet" âyetidir. Sonra bir
işin peşini bırakmayan herkes için, bizzat ayakta bulunma söz konusu olmasa da,
onun peşini bırakmadı denilir" demiştir. Ebu AH el-Fârisî de, Arapça'da "kıyam"
(ayakta durma) kelimesinin, devam ve sebat manasına geldiğini söylemiştir ki
biz bunu, (Bakara, 3) âyetinin tefsirinde zikrettik iLa "Dimdik ayakta
duran bir din" (Enam, ıei) âyeti de böyledir. Bu, "devam eden, mensûh
olmayan sabit bir din" demektir. Buna göre âyetteki ifadesi, "Emanet
ettiğin bu malı ondan geri istemeye ısrarla devam etmedikçe..."
mânâsındadır.
[161]
Âyetteki
"dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal
olarak verilen emânet ve borçlar girer. Çünkü insan, başkasına emânet verdiği
şeylerde, yaptığı alış-verişlerde ve verdiği borçlarda güvenir. Âyetle,
bunlardan herhangi birinin bilhassa belirtildiğine dair bir husus yoktur. İbn
Abbas'dan ise, bunu alış-verişe hamlettiği ve "onlardan, bir kantarlık
altın mukabili alış-veriş yaptığın zaman, karşılığını sana verenler olduğu
gibi, yine onlardan bir dinarlık alış-veriş yaptığında, karşılığını sana
vermeyecek olanlar da vardır" diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Yine biz,
bu âyet-i kerimenin, Abdullah İbn Selâma büyük miktarda bir mal, Finhâs İbn
Âzûrâ'ya azıcık bir mal emanet eden kişiler hakkında nazil olduğunu, Finhâs
yahudisinin az mala hıyanet etmesine rağmen, Abdullah İbn Selâm'ın ise emâneti
yerine verdiğini nakletmiştik. Böylece bu ifâdenin, bütün kısımlara muhtemel
olduğu sabit olmuş olur.
[162]
Cenâb-ı Allah daha
sonra"Bunun sebebi şudur: On/ar, "ümmiler hakkında bizim
mes'ûUyetimtz yoktur" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Onların bu
helâl görmesi ve hiyânet etmeleri, onları, ^"Arapların, elimize
geçirdiğimiz mallan hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demiş
olmaları sebebiyledir." Burada birkaç mesele vardır:
[163]
Âlimler, yahudilerin
bu tür helâla inanmalarının sebebi hususunda şunları zikretmişlerdir:
a) Onlar,
dinleri konusunda çok mutaassıb idiler; işte bundan dolayıdır ki, bizim
dinimizde olmayanların öldürülmesi ve ne şekilde olursa olsun, mallarının
alınması helâldir" diyorlardı. Bir hadis-i şerifte, bu âyet nazil olduğu
zaman, Hz. Peygamberin,
"Allah'ın
düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahtifyyedekİ her şey, benim İki ayağım
altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun,
ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir"[164]
dediği rivayet edilmiştir.
b) Yahudiler,
"Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" (Maide, ta); bizim dışımızda
kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz
zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı.
c) Yahudiler
bu sözü, mutlak mânâda olmak üzere, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes
hakkında söylemiyor, aksine Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmiş olan Araplar
hakkında söylüyorlardı. Yahudilerin câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş
ettikleri, bu insanlar müslüman olunca, yahudilere vermiş oldukları malları
istediklerinde, yahudilerin "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur.
Çünkü sizler dininizi terkettiniz" dedikleri rivayet edilmiştir.
Ben derim ki,
yahudilerin inançlarına göre, bir bâtıl dinden bâtıl diğerr dine giren
kimselerin mürted hükmünde olması muhtemel ve caizdir. Binâenaleyh onlar,
Arapların kâfir olduklarına inansalar bile, ancak ne var ki yahudiler İslâm'ın
bir küfür olduğuna inandıkları için, müslüman olan o Arapların mürted
olduklarına hükmetmişlerdir.
[165]
"Bize mes't
yoktur" sözlerinden maksat, isteme ve vermeye zorlama hak ve kudretlerinin
olmadığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "edenlere karşı bir yol yoktur"
(Tevbe, 91), "Allah, kâürlere, mü'minlerîn aleyhinde asla bir yol
bahsetmeyecektir" (Nisa, 141) ve "Kim kendisine yapılan zulmün
ardından hakkını alırsa, işte bunlar aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak,
insanlara zulmedenlere karşıdır" (Şûra. 41-42) buyurmuştur.
[166]
Ayette geçen
"ümmî" kelimesinin mânâsı "(ana, asıl, kök, anne...)'ye mensûb
olan" demektir.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yazı yazmadığı için "ümmr diye adlandirildiği söylenmiştir. Bu
böyledir, çünkü fö bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binâenaleyh, yazt
yazamayan birisi, aslolan yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan
Mekke'ye nisbet edilmesi sebebiyle bu ümmî vasfını almış olduğu da
söylenmiştir.
Sonra Hak Teâlâ,
a) Onlar, kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet
edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdir ki onlar bu
konuda yalan söylüyorlardı ve bu hususta yalancı olduklarını da biliyorlardı.
Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur.
b)
Onlar, hıyanetin haram olduğunu biliyorlardı.
c) Onlar,
hıyanet edene herhangi bir günahın olmadığına inanıyorlardı. Sonra Hak Teâlâ,
"Hayır, kim
ahdini yerine getirir
ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah muttakileri sever" buyurmuştur.
Bil ki buradaki
(Hayır) kelimesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu, sırf
kendisinden önceki kısmı, yani yahudilerin "Ümmîlerin bize karşı bir yolu
yoktur" şeklindeki sözlerini nefyetmek ve reddetmek için getirilmiştir.
İşte Cenâb-ı Allah, onların bu sözlerini reddetmek için, "Hayır onların
aleyhine bir yol (mesuliyet) vardır" demiştir. Bu, Zeccâc'ın tercihi olan
görüştür. Zeccâc şöyle
der: "Bana göre bu âyetteki vakf-ı tam
kelimesi üzerinde yapılır. Ondan sonra gelen cümle, bir müste'nef (yeni)
cümledir.
b) kelimesi,
kendisinden sonra yeni bir söze başlamak için getirilmiştir. Çünkü o yahudüerin
"yaptıklarımızdan dolayı bize mesuliyet gelmez" şeklindeki sözleri,
"Biz Allah'ın sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerinin yerine geçer.
Böylece Hak Teâlâ, kendisinin sevdiği kimselerin ahde vefa gösteren ve muttaki
olan kimseler olup, başkaları olmadığını açıklamıştır. Bu izaha göre kelimesi
üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.
Âyetteki "Kim
ahdini yerinegetfrfrse" ifâdesindeki, "ahdi yerine getirme" ile
ilgili izahımız daha önce geçmişti. Bu ifâdenin sonundaki "nüve"
zamirinin, bir önceki âyetteki, lafzındaki "Allah" lafzına râcî
olması caizdir. Bu zamir, buradaki (kim) lafzına da râcî olabilir. Çünkü
"and" masdardır, failine de, mefûlüne de muzaf olabilir. Bu hususta
şu iki sual vârid olmuştur:
Birinci sual:
Zamir'in, "ahd'in faili olan kelimesine râcî olması durumunda, ehl-i
kitabın ahidlerini yerine getirip hıyaneti bırakmaları halinde, Allah'ın
sevgisini kazanmaları muhtemeldir. (Buna ne denilir?)
Cevap: Bu
böyledir. Çünkü onlar, ahidlerini yerine getirdiklerinde, herşeyden önce en
büyük ahidlerini yerine getirmiş olurlar. Bu da, Allah'ın onların kitaplarında,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeleri hususunda aldığı ahiddir. Eğer onlar,
hıyaneti bırakma konusunda Allah'tan ittikâ edip sakınmış olsalardı, Allah'a
yalan nisbet etmeyi ve Tevrat'ı tahrif etmeyi bırakmada da O'ndan ittikâ
ederlerdi (Halbuki bunu yapmamışlardır).
İkinci sual:
Cevap cümlesinde, şart cümlesine râcî olacak zamir nerededir?
Cevap:
"Muttakiler" kelimesinin umûmi oluşu bu zamirin yerine tutmuştur.
Bil ki bu âyet, ahde
vefa işinin önemli bir iş olduğuna delâlet eder. Çünkü taatlar şu iki şeye,
yani Allah'ın emrine saygı ve O'nun mahlukattna şefkata inhisar eder.
Binâenaleyh ahde vefa, her ikisini de içine alır Çünkü ahde vefa, insanların
menfaatinin sebebidir ki bu Allah'ın mahlûkatına şefkatli olmak yerine geçer.
Ahde vefâ'yı Cenâb-ı Hak emretmiş olduğu için, onu yerine getirme, Allah'ın
emirlerine ta'zim edip saygı göstermek demek olur. Böylece ahde vefanın, tâatin
her iki çeşidini içine aldığı sabit olur. Ahde vefa, başkası hakkında olabileceği
gibi, insanın kendisi hakkında da olabilir. Çünkü kendi ahdini ve sözünü yerine
getiren kimse, tâatleri yapmış,haramları terketmiş olur. Zira bu durumda, nefis
sevap elde edeceği için, kurtuluşa ve fevze ermiş, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından
uzaklaşmış olur.
[167]
"Gerçekten,
Allah'a olan ahtdleiini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (yok mu), işte
onlar için ahtrette hiçbir nasib yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz,
onların yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz.
Onlar için pek acıklı
bir âzab vardır" {Âli İmran, 77).
Bil ki bu âyetin,
kendinden önceki âyetle irtibatı birkaç yöndendir:
a) Allah
Teâlâ, yahudilerin diğer insanların malları hususunda hâin olduklarını beyân
ettiği İçin ve hem sonra insanların mallarına hıyanet etmenin ancak yalan
yeminlerle yürüyeceği malum olduğu için, bunun peşisıra yalan yemine yeltenen
kimselere va'îd-i ilâhi'yi ifâde eden bu âyet-i kerimeyi getirmiştir.
b) Allah
Teâlâ, o yahudilerin Allah'a karşı, bile bile yalan söylediklerini nakettiği
için ve Allah'ın her mükelleften, Allah'a karşı yalan söylememek ve Allah'ın
dinine hıyanet etmemek hususunda ahd almış olduğunda şüphe olmadığı için, bunun
peşisıra, işte bu ilâhî va'îd'i zikretmiştir.
c) Allah
Teâlâ, bir önceki âyette, onların insanların malları hususundaki hıyanetlerini;
sonra bu âyette ise, Allah'a verdikleri sözler ile ahidler hususundaki
hıyanetlerini ve yalan yere yemin ettikleri zaman kullandıkları Allah'ın
isimlerine saygr gösterme hususundaki hıyanetlerini anlatmıştır. Bazı âlimler
şöyle demişlerdir: "Bu âyet, yalan yere yemini nehyetme hususunda gelmiş,
müstakil ye yeni bir sözdür. Çünkü âyetin mânâsı umûmidir ve bunun, yalan yere
yemin etmeye yeltenen birçok kimse hakkında nâzit olmuş olduğunu gösteren
birçok rivayet vardır. Durum böyle olunca, bu vaîdin, sadece yahudilere has
olmayıp, yalan yemin işini yapan herkes için umûmi bir hüküm olduğuna inanmak
gerekir.
[168]
Bu âyetle ilgili bazı
meseleler bulunmaktadır:
[169]
Âyetin sebeb-i nüzulü
ile ilgili rivayetler değişiktir. Bazı rivayetler, bunu, Allah'ın daha önceki
âyetlerde hallerini ortaya koyduğu yahudilere has kılarken, bazıları da başka
kimselere âit saymıştır.
Birinci Ihtimal'in iki
şekli vardır:
1- İklime
şöyle demiştir: "Bu âyet, yahudilerin âlimleri hakkında nazil olmuştur.
Onlar, Allahu Teâlâ'nın Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle ilgili olarak Tevrat'ta
emretmek suretiyle kendilerinden almış
olduğu ahdi gizlemişler,
elleriyle Tevrat'ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve rüşveti elden kaçırmamak
için de, onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. Bu görüşte olanlar,
Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Emirlerimi yerine getirin, ben de
size karşı olan ahdimi yapayım" (Bakara, «) âyetiyle istidlal etmişlerdir.
2- Bu âyet,
yahudi âlimlerinin, "Ümmîler hakkında bize mes'ultyet yoktur"
şeklindeki iddiaları hakkında nazil olmuştur. Onlar, bu konuda elleriyle bir
kitap yazmışlar ve onun, Allah katından olduğuna dair yemin etmişlerdir. Bu,
Hasan el-Basrt'nin görüşüdür.
İkinci ihtimalde, birkaç
izah şekli mevcuttur:
1- Âyet-i
kerime, Eş'as İbn Kays ile, bir arazi parçası hakkında kendisiyle davalaşan bir
kimse hakkında nazil olmuştur. Onlar, davalaşmak üzere Hz. Peygamberin yanına
geldiklerinde, Hz. Peygamber adama, "Delilini getir" deyince adam,
"Benim bir hüccetim yok" der. Bunun üzerine Eş'as'a, "Sana da
yemin etmek gerekir" deyince, Eş'as yemin etmeye niyetlenir ki, bunun
üzerine Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi inzal buyurur. Böylece Eş'as, yemin
etmekten vazgeçer, söz konusu olan arazı parçasını hasmına bırakarak, gerçeği
itiraf eder. Bu, İbn Cüreyc'in görüşüdür.
2- Mücahfd
şunu söylemiştir: "Bu âyet-i kerime, malına rağbeti artırmak için yalan
yere yemin etmiş olan bir adam hakkında nazil olmuştur."
3- Bu âyet-i
kerime, Abdan ile İmri'u'l-Kays hakkında nazil olmuştur. Onlar, bir arazi
hususunda davalaşmak üzere Hz. Peygamberin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine,
İmri'u'l-Kays'ın yemin etmesi gerekince o, "Yarına kadar bana mühlet
ver" dedi. Sonra, ertesi gün geldiğinde arazinin o (adamın) olduğunu kabul
etti. Doğruya en yakın olanı, âyetin mânasını hepsine namletmektir.
Buna göre, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Gerçekten, Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini satanlar"
ifâdesine, Allahu Teâlâ'nın emrettiği, haklarında deliller getirdiği,
peygamberlerden alınmış olan ahidler ve kişinin kendisini yapmakla sorumlu
tuttuğu şeyler dahil olur. Çünkü bütün bunlar, vefa gösterilmesi gereken
Allah'ın ahidlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İçlerinden kimi de Allah'a
şöyle söz vermişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun,
zekâtımızı vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız" (Tevt», 75);
"Ahdi yerine getirin. Çünkü ahtdden sorulur" (isra,34), "Adağını
yerine getirirler, vefa gösterirler" (insan. 7) ve "Müminler içinde,
Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice adamlar vardır" (Ahzab, 23)
buyurmuştur. Biz, "eş-şirâ" il jiM kelimesinin mânasını, (Bakara.
ıe> âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Bu böyledir, çünkü müşteri bir şeyi
alırken, başka bir şeyi de verir. Alınan ve verilen şeylerden her biri,
diğerinin bedeli ve değeri olur. Yeminlere gelince, onun durumu bellidir.
Yemin, insanın va'ad, va'îd, inkâr veya isbât gibi hususlara dair herhangibir
haberini te'kîd edip kuvvetlendirdiği bir sözdür.
[170]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "İşte onlar için, âhirette hiçbir nasîb yoktur. Allah kıyamet günü
onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek
acıklı birazab vardır" buyurmuştur. Bil ki, Allahu Teâlâ, Allahu Teâlâ'nın
ahdini ve yeminleri az bir fiyata satmaktan ibaret bu şart üzerine, beş çeşit
karşılık ve ceza bina etmiştir. Bunlardan dördü, bu kimselerin sevaptan mahrum
oluşlarının beyanı hakkındadır. Beşincisi ise, bu kimselerin azabın en
şiddetlisine duçar olacaklarını beyan etmektedir. Sevaptan mahrum olmalarına
gelince bil ki, sevap, tazîm ile yanyana bulunan, halis ve katıksız bir
menfaatten ibarettir.
b) Bu
cezaların birincisi, "İşte onlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur"
cümlesidir. Bu, onların âhiret menfaatlarından mahrum olacaklarına işarettir.
Bunun peşinden gelen diğer üç ceza, "Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz,
onların yüzlerine
bakmaz ve onları temize çıkarmaz" ifâdeleridir. Bunlar, o kimselerin tazım
ve izzet-ü ikramdan mahrum kalacaklarına bir işarettir.
Beşincisi ise,
"Onlar için pek acıklı bir azap vardır" ifadesidir ki bu da, azaba
işarettir. Sen bu tertibi anladığına göre, şimdi de bu beş şeyin herbirini
açıklamaya geçelim:
Birincisi, "İşte
onlar için ankette hiçbir nasîb yoktur" buyruğudur. Bunun mânası,
"Onların âhiretteki hayır ve nimetlerden hiçbir nasibi ve payı
yoktur" demektir. Bil ki, bu umumî hüküm, ümmetin icma'ı ile, tevbe
edilmemiş olması şartıyla mukayyettir. Çünkü insan bundan tevbe ederse, icmâ
ile kabul edildiğine göre, bu ilâhî tehdit ve va'îd o kimseden sakıt olur.
Bizim mezhebimize göre bu, aynı zamanda afv-ı ilahî'nin bulunmaması şartıyla
mukayyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk
koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar"
(Nisa, «) buyurmuştur.
[171]
İkincisi, "Allah
onlarla konuşmaz" ifadesidir. Bu ifâdede bir sual bulunmaktadır. Bu da
şudur: Allahu Teâlâ, "Hepsine yapmış oldukları şeyleri muhakkak ki
soracağız" <Hicr, 93) ve "Kendilerine (peygamber) gönderilenlere
de muhakkak soracağız, onlara gönderilmiş olan (peygamberlere de muhakkak
soracağız" (Araf, 6) buyurmuştur. O halde, bu âyet ile şu iki âyet arasını
nasıl cem edebiliriz?
Bunun cevabı olarak
Kaffâl şöyle demiştir: "Bu ifâdelerin hepsinden kastedilen, Allahu
Teâlâ'nm gazabının şiddetini beyan etmektir. Çünkü, bir kimse bir başkasını
dünyada iken kendisiyle konuşmaktan men ettiği zaman, muhakkak ki bu men etme
işi, Allahu Teâlâ'nm o kimseye gazabı sebebiyledir. Yine bir kimse, bir
başkasına öfkelenip kızdığında ona, "Seninle konuşmayacağım!" der ve
bazan da gözüne görünmemesini emrederek," Falancanın yüzünü
görmeyeyim!" der. O adamın adt geçtiğinde, ona kızgın olan kimse, onu
hayır ile yâd etmez. Böylece, bu tabirlerin, gazabın şiddetini ortaya koymak
için söylenilmiş birer kinaye olduğu ortaya çıkmış, anlaşılmış olur. Biz,
gazabından Allah'a sığınırız. Bu, doğru bir cevaptır.
Bazı âlimler de şöyle
demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, arada bir elçi bulunmaksızın, sözünü kendi
dostlarına duyurmasının, ancak kendi dostlarına mahsus bir yüceltme, bir
şereflendirme olması da uzak bir ihtimaldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, o kâfir
ve ağır günahkârlarla konuşması, onları hesaba çekmesi ise, meleklerin
konuşması aracılığıyla olur.
Bazı âlimler de, bu
âyetin mânasının, "Allahu Teâlâ, onları sevindirecek ve onlara herhangi
bir fayda temin edecek herhangi bir kelâm ite söyleyip konuşmaz" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir ki, itimâda şayan olan cevap ilkidir.
Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ve onların yüzlerine bakmaz" ifadesidir. Bundan murad, "Allah
onlara lütf-u insanıyla nazar etmez" demektir. Nitekim, denilir ki, bu
ifâdenin mânası, "Falanca, falancaya değer vermez ve ona ihsanda
bulunmaz" demektir. Bu mecazî mananın sebebi şudur: Bir insana değer veren
bir kimse, ona iltifat ederVe bakışlarını sürekli ona yöneltir. İşte bu
sebepten dolayı, her ne kadar orada hakiki manada bir bakış söz konusu olmasa
dahi, Allah'ın nazar etmesi, değer vermesi ve kuluna lütuf ve ikramda bulunması
mânasına gelir. Bu bakmanın, bizzat görme mânasına gelmesi caiz değildir. Çünkü
Allahu Teâlâ onları gördüğü gibi, başkalarını da görür. Yine, bu bakmadan
muradın, bir şeyi görmek için, görülecek şeye doğru yüzü çevirmek olması da
caiz değildir. Çünkü bu şekilde görmek, ancak cisim olan şeylere mahsustur.
Rabb'imiz ise, bir cisim olmaktan yüce ve münezzehtir.
Aksi görüşte olanlar
ise, bu âyet ileharf-i cerriyle beraber kullanılan Joj kelimesinin, rü'yet
manasını ifâde etmediğine; aksi halde bu âyete göre, Allahu Teâlâ'nın onları
görmemesi gerekeceğine istidlal etmişler, bunun ise bâtıl olacağını
söylemişlerdir.
Dördüncüsü, Hak
Teâlâ'nın, "Ve onları temize çıkarmaz" ifadesidir. Bu ifâde hakkında
da şu tefsirler yapılmıştır:
a)
"Allah, bağışlamak suretiyle onları günahlarının kirlerinden temizlenir,
aksine onlara ceza verir, azâb eder."
b)
"Allahu Teâlâ, kendi temiz dostlarını medh-ü sena edip övdüğü gibi, onları
asla medh-ü sena etmez. Şahidi tezkiye edenin bu tezkiyesi, o şahidi bir bakıma
medhetme gibidir.7
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
kullarını tezkiyesi, bazan meleklerin lisanıyla tahakkuk eder. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanma sokulacaklar..,
"Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm... Dünya evinin en güzel
sonucudur bu!" (diyecekler)" (Rad, 23-24); "Bunları melekler
karşılayarak, "Bu, size va'adolunan gününüzdür" (derler)" (Enbiya,
103.) ve "Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlanmzız... (Fusiltet,31)buyurmuştur.
Bu medh bazan da,
doğrudan doğruya olur. Bunun dünyadaki oluş şekli, "Tevbe edenler, ibâdet
edenler, hamd edenler, seyahat edenler... (yok mu?).." (Tevbe, 112)
âyetinde ifâde edildiği gibi; âhirette oluş şekli de, "Çok merhametli olan
Hab'den bir selâm vardır..." (Yâsin, 56) âyetinde ifâde edildiği gibidir.
Beşincisi, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlar için pek acıklı bir azâb vardır" buyruğudur. Bil ki,
Allahu Teâlâ, onların sevap ve mükâfaattan mahrum olduklarını beyân edince,
onların elîm ve çok şiddetli bir azaba duçar olacaklarını da beyân buyurmuştur.
[172]
"Ehl-i kltap'tan
Öyle bir Ûrka vardır ki, Kitap hakkında dillerini eğip bükerler; siz onu
Kitaptan sanasmız diye.:. Halbuki o. Kitaptan değildir ve "O, Allah
katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir.
Allah'a karşı, bile
bile, yalan söylerler" (Âli imran, 78).
Bil ki bu âyet, bir
önceki âyetin, kesinlikle yahudiler hakkında nazil olduğunu gösterir. Çünkü bu
âyet, yahudiler hakkında nazil olmuş olup bir önceki âyete atfedil mistir. İşte
bu atıf, önceki âyetin de yahudiler hakkında nazil olmuş olmasını gerektirir.
Bil ki, âyette geçen, "eğerler.." kelimesinin masdarı olan, kelimesi,
bir şeyi büküp, onu dümdüz ve dosdoğru olmaktan çıkararak eğriltmektir.
Nitekim, "elini bükdüm"; bir şey sapıp eğrildiğinde, inhiraf
ettiğinde,; "Falanca, bana karşı olan tavrını (tamamiyle)
değiştirdi"; bir kimse dilini, sözünü eğip büktüğü zaman, bir kimse, bir
başkasına karşt olan normal davranışını, aksi istikamette değiştirdiği zaman,
"sözünü, su şeye karşı eğdi büktü" ve bir kimse, birisini fikrinden
vazgeçirdiğinde, denilir. Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur "Borcunu
ödemeye kadir olanın, borcunu sürüncemede bırakması zulümdür''[173]
Hak Teâlâ da,
'Dinerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak, "râinâ" derler"
(Nisa, 46) buyurmuştur.
Kelimenin lügavî
manasını bu şekilde kavradığında, bu ifâdenin tefsiri hususunda şu
açıklamaların yapıldığını söyleyebiliriz:
a) Kaffâl
(r.htabirinin mânasının, "Onlar, kelimeye yöneliyorlar, o kelimenin
irabını, mânayı değiştirecek bir biçimde tahrif ediyorlardı. Bu durum,
Arapların lisanında çokça görülen bir durumdur.. Aynı şeyin İbranîce'de de
yapılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Onlar bu işi, Tevrat'ta Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden âyetlerde yaptıkları için, işte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Dillerin! eğip büküyorlar" tabiriyle bu durumu
kastetmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu son derece güzel bir
açıklamadır.
b) İbn Abbas
(r.a)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah'ın, kıyamet gününde kendileriyle
konuşmadığı ve kendilerine rahmet nazarıyla bakmadığı kimseler, içinde, Hz.
Muhammed'in sıfatlarını bozdukları bir kitap yazıp, onu Hz. Muhammed (s.a.s)'in
sıfatlarının bulunduğu (gerçek) kitaba karıştırmışlar, sonra da, "O, Allah
katındandır" demişlerdir.
Sen bunu anlayınca,
biz deriz ki: Dili eğip bükmek, avurtları şişirerek, çok yaldızlı laflar ederek
ve mübalâğa ederek dili eğip büküp konuşmaktır ki bu da, zemmedilmiş kötü bir
durumdur. Böylece Allahu Teâlâ, onların yazıp uydurdukları bu kitabı okumalarını,
onları kınayıp ayıplamak için, "dili eğip bükmek" diye ifâde etmiş;
buna "okumak" kelimesini ıtlak etmemiştir. Araplar, aynı şey
hakkında, medh ve zem lâfızlarını bir birinden ayırarak, meselâ medh
hususunda"Çok fasîn v beliğ bir hatip", zemm hususunda da "Laf
ebesi ve çok geveze bir hatip" derler.
Buna göre Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ehl-i Kitap'tan Öyle bir fırka vardırki Kitap hakkında dillerini
eğip bükerler" buyruğundan murad, onların, uydurdukları bâtıl kitabı
okumalarıdır ki, Allahu Teâlâ bu hususu, "Elleriyle kitabı yazıp da,
"Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline..." (Bakara. 79)
âyetinde beyan etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Halbuki o, Kttap'tan değildir" buyurmuştur. Yani, "O, Allah
katından indirilmiş hak bir kitap değildir." Burada geriye şu iki soru
kalmıştır:
Birinci soru: Hak
Teâlâ'nın, "Onu zannetmeniz için.." ifâde-sindeki "nüve"
zamirinin mercii nedir?
Cevap: Bu
mansûb zamirin mercii, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dillerini eğip bükerler"
sözünün delâlet ettiği şeydir ki, bu da tahrif edilip uydurulandır.
[174]
İkinci soru:
Tevrat, insanlar arasında bu kadar meşhur olduğu halde, o nasıl tahrif
edilebilmiştir?
Cevap: Belki
de bu iş, onu tahrif etme hususunda ittifak edebilecek küçük bir topluluktan
sadır olmuştur. Sonra bu topluluk, o muharref olan kısmı, avam ve câhil olan
halka sunmuşlardır. Bu izaha göre tahrif bu şekilde mümkün olmuştur.
Bana göre ise, âyetin
tefsiri hususunda daha isabetli olan bir başka izah da şudur: Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden âyetler hususunda, kalbin iyice düşünüp
tefekkürde bulunmasına ihtiyaç vardır. Yahudiler, aklı karıştıran bu soruları
ve insan düşüncesini karartan bu itirazları halka sunuyorlardı. Böylece bu
deliller, dinleyenlerin nazarında, karışık görünüyordu ve şöyle diyorlardı:
Allah'ın bu âyetlerden muradı, sizin değil bizim söylediğimiz manadır. İşte
onların âyette bahsedilen, tahriflerinden ve dillerini eğip bükmelerinden
maksad budur. Bu, tıpkı zamanımızda yapılan şu işe benzer: Hakka, doğruya isabet
eden bir kimse Allah'ın kitabından bir âyeti delil getirdiğinde, haksız olan
ona çeşitli şüpheler ve sorular sunar ve "Allah'ın o âyetten muradı, senin
zikrettiğin mâna değildir" der. İşte burada da böyledir.
Sonra Hak Teâlâ,
"Ve "' Allah batındandır" derler" buyurmuştur. Bil ki bazı
âlimler, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz onu kitaptan sanasmız diye... Halbuki
o, kitaptan değildir" buyruğu ile, "ve "O, Allah
kanadandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğu
arasında mânâ bakımından bir fark yoktur. Fakat bunu, te'kid için farklı iki
lafızla tekrar etmiştir" demişlerdir.
Muhakkik âlimler ise,
bu iki ifâdenin farklı mânâlara geldiğini; çünkü kitapta olmayan herşeyin Allah
katından olmadığı söylenemez. Zira şer'î hükümler bazan kitap, bazan sünnet, bazan
icma, bazan da kıyasla sabit olur ki, bunların hepsi de Allah katındandır. Buna
göre "Siz onu kitaptan sanasmız diye... Halbuki o kitaptan değildir"
ifâdesi, hususî bir nefiydir. Sonra bu hususî mânadaki nefye, Allah, umumî bir
nefyi atfederek "ve, "O, Allah kadındandır" derler. Halbuki o,
Allah katından değildir" buyurmuştur.
Yine bu âyetteki
"Kitap"tan maksadın, Tevrat; onların "Bu, Allah
katındandır" dedikleri şeyden muradın da, Eş'iyâ, Ermiya ve Habakûk gibi
diğer peygamberlerin kitaplarında yer almış olan hükümler olması da mümkündür.
Çünkü yahudiler, bu tahrif işini Allah'a nisbet etme hususunda da şaşkın
hareket ediyorlardı. Yahudiler, tecrübesiz, toy, Tevrat'tan habersiz, ahmak bir
topluluk buldukları zaman, bu uydurdukları şeyleri Tevrat'tanmış gibi
söylüyorlardı. Fakat akıllı ve zeki bir toplulukla karşılaştıklarında bunların,
Hz. Musa'dan sonra gelmiş olan peygamberlerin kitaplarında yer aldığını iddia
ediyorlardı.
Cübbâî ve Ka'bî, bu
âyeti, kulun fiillerini Allah'ın yaratmadığına delil getirerek "Eğer
tahrif ve yalan söyleyerek dili eğip bükmeyi Allah yaratmış olsaydı, yahudiler
"Bu Allah katındandır" şeklindeki sözlerinde doğru; Cenâb-ı Allah da
"Halbuki o, Allah katından değildir" sözünde (hâşâ) yalancı olmuş
olurdu. Çünkü o zaman onlar, Allah katından olanı Allah'a nisbet etmiş, Allah
ise kendi katından olan şeyin kendi katından olmadığını söylemiş olur.
Yahudileri, Allah Teâlâ'dan daha doğru sözlü kabul edecek bir topluluk için,
zillet olarak bu yeter" demişlerdir. Halbuki hiç kimse yahudilerin
"O, Allah katındandır" şeklindeki sözlerinden muradın, onun Allah'ın
kelâmı ve kitabı olduğunu söyleyemez. Çünkü biz bunu, bu manada kabul
ettiğimizde, âyetteki "Siz onu Kitaptan sanasınız diye... Halbuki o,
Kitaptan değildir" ifadesi ile, "ve, "O, Allah katındandır"
derler. Halbuki o, Allah katından değildir" ifâdesi arasında bir fark
kalmaz. Aralarında bir fark olmayınca da, bunların birbirlerine atfedilmesi
uygun düşmez.
Ka'bî bu itiraza şu
iki tarzda cevap vermiştir:
a) Mahluk'un
Hâlık indinden oluşu, emredilmiş şeyin onu emredenden olmasından daha
kuvvetlidir. Sözü en kuvvetli manasına hamletmek daha evlâdır.
b) "Halbuki
o, Allah katından değildir" ifâdesi, o şeylerin Allah katından olmasını
mutlak manada nefyeder. Bu ise, o şeylerin Allah katından olmasını belirli bu
cihetten nefyeder. Binâenaleyh o şeylerin, ne yaratılış ne de hüküm bakımından
Allah katından olmaması gerekir.
Buna şöyle cevap
verilir: "Cübbâî'nin, "ve "O, Allah katındandır"
derler" âyetini "Allah'ın kelâmı" mânasında alır ise, bu bir
(lüzumsuz) tekrar olur" şeklindeki iddiasının cevabı bizim şu sözümüzdür:
"Halbuki, o kitaptan değildk" âyeti, "O, kitapta yer
almamıştır" mânasındadır. Bu, o söylenen şeyin, Allah'ın peygamber diliyle
veya bir başka yolla sabit olan hükmü olmasına manî
değildir. Allah Teâlâ,
"Halbuki, o Allah katından değildir" dediğine göre, onun Allah'ın bir
hükmü olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu izaha göre, böyle bir tekrar söz konusu
olmaz.
Ka'bî'nin yaptığı iki
izahtan birincisinin cevabı da şöyledir: Cevabın mutlaka, suâle uygun olması
gerekir. O yahudiler, kendilerinin zikredip yaptıkları şeylerin, Allah'ın
yaratması olduğunu iddia etmemişlerdir. Aksine onlar bunun, Allah'ın hükmü
olduğunu ve kitabında yer aldığını iddia ediyorlardı. Binâenaleyh, Hak
Teâlâ'nın, "Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğunun başka bir
şeye değil, işte bu mânaya râcî olması gerekir.. Yaptığımız bu izahla da,
Ka'bî'nin ikinci izah olarak söylemiş olduğu şeyin, fasit olduğu ortaya çıkar.
Allah, en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hak sonra, "Allah'a
karşı bile bile yalan söylerler" buyurmuştur. Bunun mânası, "Onlar
bile bile böyle bir yalana yöneliyorlar" şeklindedir.
Bil ki, bu âyette
kastedilen tahriften murad, eğer Tevrat'ın lâfızlarını ve bu lafızların
irâblarını değiştirmek olursa, buna cüret edenlerin, yalan üzerinde ittifak
etmeleri mümkün olabilecek küçük bir grup olması gerekir. Yok eğer bundan
maksat, istidlal yollarına şek ve şüpheler atmak suretiyle, Hz. Muhammed'in
nübüvvetine delâlet eden o (apaçık) delilleri karıştırıp teşviş etmek olursa,
büyük kalabalıkların bu hususta mutabakata varmış olmaları uzak bir ihtimal
sayılmaz.
[175]
"Hiçbir İnsanın,
Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra diğer insanlara
"Allah'dan başka bana da kul olun" demesi yakışık almaz. Fakat o,
"öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun"
(der.) O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emretmez. Hiç
size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?" (Âl-i Imran,
79-80).
Bil ki, Allah Teâtâ,
ehl-i kitap âlimlerinin âdetinin tahrif ve tebdil etmek olduğunu beyân edince,
bunun peşisıra onların tahrif etmiş olduğu şeylerden birinin de, İsa (a.s)'nın
ilâhlık iddia ettiğini ve kavmine, kendisine ibâdet etmelerini emrettiği
iddiaları olduğunu zikretmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Hiçbir
insanın şöyle şöyle demesi yakışık almaz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[176]
Bu âyetin sebeb-i
nüzulü hakkında birkaç rivayet vardır:
a) İbn Abbas
(r.a) şunu söylemiştir: "Yahudiler, "Üzeyİr Allah'ın oğludur";
hristiyanlar da "Mesih, Allah'ın oğludur" dedikleri için bu âyet
nazil olmuştur.
b)
Denildiğine göre, yahudilerden Ebû Râfî el-Kurazî, ve hristiyanlardan da Necran
heyetinin reisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Sana ibâdet etmemizi ve seni
bir rab edinmemizi mi istiyorsun?" demişler, bunun üzerine de Hz.
Peygamber (s.a.s), "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Allah'tan başkasına
ibâdet etmeyi emretmekten Allah'a sığınırız. Allah Teâlâ, beni böyle bir iş
için göndermedi ve bana böyle birşeyi emretmedi" demiş ve bu âyet nazil
olmuştur.
c) Bir adam
Hz. Peygamber'e şöyle demişti: "Ey Allah'ın resulü, biz sana birbirimize
selam verdiğimiz gibi selam veriyoruz. Sana secde ederek (selam verelim)
mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Hiç bir kimsenin,
Allah'tan başka bir varlığa
secde etmesi doğru
değildir. Fakat siz peygamberinize izzet-ü ikramda bulunun ve
herkese hakkını vermeyi bilin" buyurmuştur.
d)
Yahudiler, kendilerinin elde ettiği fazilet ve makamlara hiç kimsenin
ulaşamayacağını iddia edince, Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: "Eğer
durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, sizlerin, insanları köle ve hizmetçi
yapmaya uğraşmamanız, aksine insanlara Allah'a itaat edip, O'nun tekliflerine
boyun eğmelerini emretmeniz gerekirdi. Bu durumda da, insanları Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetini tasdik etmeye teşvik etmeniz gerekirdi. Çünkü Hz.
Muhammed'in elinde mu'cizelerin zuhur etmesi, böyle yapmanızı gerektirir."
Bu, âyetin lafzının ihtimal tanıdığı bir izahtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra diğer insanlara "Allah'ı bırakıp da bana kul olun"
demesi..." ifâdesi, tıpkı "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve
rahiblerinf tanrı edindiler" (Tevbe, 31) âyeti gibidir.
[177]
Âlimler,
âyetteki, "Hiçbir insanın, Allah
kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği
verdikten sonra diğer insanlara "Allah'dan
başka bana da kal olun" demesi yakışık almaz" sözünden ne murad
edildiği hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:
1- Esâmm,
bunun, "Eğer o peygamberler böyle söylemeye yelten sele rdi, Allah onları
bundan men ederdi" manastnda olduğunu ve buna Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer
(peygamber) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onu
sağ elimizle (kudretimizle) yakalayıverirdtk" (Hakka, 44-45) ve
"Andolsun ki sen onlara nerdeyse biraz meyledecektin, O takdirde İse biz
hayatın da ölümün de katmerli (acısını) sana tattıracakhk" (Isra, 74-75)
âyetlerinin delâlet ettiğini söylemiştir.
2-
Peygamberler, yanısıra ulûhiyet ve rubûbiyet iddiası güzel düşmeyen sıfatlarla
mevsufturlar: Meselâ, Allah Teâlâ onlara kitap vermiş ve vahyetmiştir. Bu ise,
ancak temiz nefisler ve güzel ruhlar için olur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah, peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (Enam.
im* 'Celâlim hakkı için, biz onları, bilerek, âlemlere üstün kıldık"
(Duhân, 32) ve "Allah, hem meleklerden, hem de insanlardan peygamberler
seçer" (Hacc, 75) buyurmuştur. Temiz olan nefislerden, böyle bir iddianın
çıkması imkansızdır.
Yine peygamberlik
vermek, peygamber olacakların ilmini kemâle erdirdikten sonra olur. Bu ise,
böyle bir iddiada bulunmaya manî olur. Hülâsa insanın biri nazarî, diğeri amelî
(teorik ve pratik) iki kuvveti vardır. Nazarî kuvveti, ilim ve gerçek bilgiler
ile kemâle ermedikçe; ameli kuvveti de kötü huylardan iyice temizlenmedikçe
insanın nefsi, vahyi ve nübüvveti almaya müsait olmaz. Nazarî ve amelî kuvvette
meydana gelecek böyle bir mükemmellik, bu gibi söz ve itikadların peygamberlerden
sadır olmasına mânı olur.
3- Allah
Teâlâ, bu gibi iddialarda bulunmayacağını bildiği kullarını nübüvvet ve
risaletle şereflendirir.
4- Peygamber
olan kimse, Allah'ın hükümlerini, Allah adına söylediğini iddia ediyor ve
iddiasında doğru olduğuna hüccet getiriyor. Binâenaleyh o, eğer insanlara
kendisine ibadet etmelerini emreder ise, bu durumda gösterdiği mu'cize, O'nun
sadık olduğuna delâlet etmez ki bu caiz değildir.
Bil ki âyetteki
"Hiçbir insanın" ifâdesinden maksad, "Bu sözü onun söylemesi
haram olur" mânası değildir. Çünkü böyle birşey söylemek, bütün mahlûkat
için haramdır. Âyetin zahiri, bunun, Allah'ın o kimseye kitap, hikmet ve
nübüvveti vermesi sebebiyle olmadığına delâlet eder. Yine bundan maksad, bir
haram kılma olsaydı, şüphesiz ki bu, hristiyanların bunu Hz. İsa için iddia
etmiş olmalarında onları yalanlama manasına gelmezdi. Çünkü bir başkasının
birşey yaptığını iddia eden kimseye, "Onun bunu yapması helâl
değildir" denilmesi, o kimseyi iddiası hususunda bir yalanlama olmaz. Cenâb-ı
Hak bununla, Hz. İsa (a.s)'nın, onlara "Allah'tan başka, beni ilah
edininiz" dediğini iddia ettiklerini anlatmıştır. Binâenaleyh bundan
murad, bizim söylediğimiz mânadır. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd
edinmesi olacak şey değil" (Meryem, 36) âyetidir. Bunu, bir çocuğun olması
halini kendi zâtından nefyetme yoluyla söylemiştir; tanrım ve nehyetme
üslûbunda değil.. HakTeâlâ'nın, "Bir peygamberin emânete hainlik etmesi
yakışık almaz..." (Ah Imran, ıeı> buyruğu da böyledir. Bundan murad da
"nefy" dir, nehy değil!.. Allah en iyi bilendir.
[178]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği
verdikten sonra..." beyanı, son derece güzel tertib edilmiş olan üç şeye
işarettir. Bu böyledir, çünkü semavî kitaplar önce nazil olur; sonra da
peygamberin aklında o kitabı anlama melekesi meydana gelir. İşte hasıl olan bu
melekeye Cenâb-ı Hak, "hüküm" kelimesiyle işaret etmiştir. Çünkü
dilciler ve müfessirler, "hüküm"ün ilim mânasında olduğu hususunda
müttefiktirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Henüz çocuk iken, ona hükmü
verdik" (Meryem, 13) yani, "ilim ve anlayış verdik"
buyurmaktadır. Sonra, peygamber o kitabı anladığı zaman, onu halka tebliğ
eder.. İşte buna da "nübüvvet, peygamberlik" sözüyle işaret
edilmiştir. Bu ne güzel bir tertiptir!..
Cenâb-ı Hak sonra,
"... sonra (da) insanlara, "Allah'ı bırakıp da, bana kul
olunuz"demesi (yakışık almaz)" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki
mesele vardır:
[179]
Zahir olan kıraat, lâm
harfinin nasbıyla olmak üzere, şeklinde okunmasıdır. Ebû Amr'ın bunu, ref ile
şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.
Nasb ile okunduğu
zaman, kelâmın takdiri, "Peygamberlik, böyle bir söz söyleme ile birarada
bulunmaz, bağdaşmaz" şeklinde olur. Bu durumda nasb eden âmil, sözünün
başındakinasb edatıdır. Bu, Jj "Sonra da demesi..." manasında olarak,
"Allah'ın ona vermesi" ifâdesine atfedilmiştir. Ref ile okuyanlar, bu
ifâdenin bir "cümle-t isti'nâfîyye" olduğunu düşünerek, böyle
okumuşlardır.
[180]
Vahidî,
İbnAbbas(r.a)'ın Hak Teâlâ'nın, "Bana kul olunuz..." sözündeki
kelimesi Müzeyne Kabilesinin bir lehçesi olup, onlar (kullar, köleler)
yerine, kelimesini
kullanmaktadırlar" dediğini nakleder
Sonra Cenâb-ı Hak,
"(Fakat o), rabbaniler olun der" buyurmuştur. Bu hususta da iki
mesele vardır:
[181]
Âyet-i kerimede bir
hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Fakat onlara, "Rabbaniler olunuz!"
der" şeklindedir.
Binâenaleyh burada,
ifâdede kendisine delâlet eden bir şey, (karîne) bulunduğu zaman, Arapların
yapmış oldukları hazf uygulaması gereğincekelimesinden iştikak etmiş olan
kelimesi hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzleri
simsiyah olanlara gelince, "İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle
mi?" (Aı-t imran. 106) âyetidir.
Yani, "Onlara böyle denilir"
demektir.
[182]
Alimler,kelimesinin ne
demek olduğu hususunda, şu görüşler ileri sürmüşlerdir: Rabbânî Tabirinin
Mânası a) Sibeveyh şöyle demektedir: "O'nu biliyor, O'na itâata
devam ediyor" mânasında olmak üzere, Rabb'a mensub, O'na
ait, demektir. Nitekim birisi Allah'ı tanımaya ve O'na itaat etmeye yöneldiği
zaman, "ilahî adam" denilir. "Rab" kelimesine elif ve
nûnun ilâve edilmesi, bu sıfatın kemâline işaret etmek içindir. Nitekim bir
kimse, saçları çok ve gür olursa ; sakalı uzun olursa boynu kalın ve güçlü
olmakla vasfedildiği zaman Araplar, derler. Onlar, saça nisbet
ettiklerinde ; boyna nisbet ettikleri
zaman, sakala nisbet etkikleri zaman da,
derler.
b) Müberred, kelimesinin, ilim erbabı mânasına geldiğini,
Onlardan her birine denildiğini, Rabbani'nin ise, insanlara ilim öğretip,
onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse mânasına geldiğini; elif-
nün harfinin ise mübalağa için getirildiğini; nitekim Arapların bu mübalağayı
ifâde
için (suya iyice kanmış), (çok susamış), (çok doymuş) ve (çırılçıplak) dediklerini; sonra kelimesine nisbet yâ'sının eklendiğini;
nitekimve jtâj denildiğini" söylemiştir."
Vahidî şöyle
demektedir: "Sibeveyh'in görüşüne göre Rabbani, "Rabb'ini bilip, O'na
itaat eden" manasında olmak üzere Rabb'e mensup mânasına alınmıştır.
Müberred'in görüşüne
göreyse, kelime "terbiye etmek, yetiştirmek" manasından iştikak
ettirilmiştir."
c) İbn Zeyd
ise şöyle demektedir: "Rabbani, insanları eğitip yetiştiren,
demektir. Buna
göre, kelimesi, ümmetin idareci ve
âlimleri anlamına gelmektedir." İbn Zeyd, bu görüşünü Cenâb-ı Hakk'ın, O
"Rabbanilerin, onları nehyetmeleri
gerekmez miydi?" (Mâide. 63) âyetinde de zikretmiştir. Yani,
"İdareciler ve âlimler." Bunlar, kendilerine itaat olunan iki
zümredirler. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Ben sizi, bana kullar olmaya
davet etmiyorum; ancak ben sizi, Allah'ın emrini uygulama ve O'na itaat etmeniz
suretiyle, melikler ve âlimler olmaya davet ediyorum" şeklinde olur.
Kaffât (r.h) ise şöyle
demektedir: "İdarecinin, Rabbanî diye isimlendirilmesi de muhtemeldir.
Çünkü idareciye de, âdeta bir rab gibi itaat edilir. İşte bu mânada olmak
üzere, idareciye "Rabbanî" denilmiş olur."
d) Ebû
Ubeyde: "Bu kelimenin Arapça olmadığını, aksine İbranice veya Süryanice
olduğunu sanıyorum... İster Arapça, ister Süryanice olsun, şurası bir gerçek ki
bu kelime, öğrenen, öğrendiğiyle amel eden ve hayır yollarını başkalarına
öğretmekle meşgul olan bir insanı göstermektedir" demiştir.
Cenâb-ı Hak sonra,
"Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde..."
buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır:
[183]
ifâdesinde iki kıraat bulunmaktadır:
a) İlim
kökünden olmak üzere "Biliyorsunuz" şeklinde okunmuştur ki bu,
Abdullah İbn Kesir, Ebû Anv ve Nâff'nin
kıraatidir.
b) Ta'lim,
öğretme kökünden alınarak, şeklinde okunmuştur ki, bu da yedi kıraat
imamlarından geriye kalanların okuyuşudur. Her iki okuyuş
şekli de doğrudur.
Çünkü bu kimseler, "kitâb"ı kendileri için öğrenip, ayrıca
başkalarına da öğretiyorlardı. Ebû Amr, kendi kıraatinin daha tercihe şayan
olduğuna şu iki delili[184]
getirmiştir:
1- Cenâb-ı
Hak, bu âyette, buyurmuş, şeddeli olarak dememiştir.
2- Bu fiili
şeddeli okumak, iki mef'ul almasını gerektirir. Halbuki burada tek mef'ui
vardır. Bunu şeddeli okuyanlar, ikinci mef'ul'ün hazf edildiğini ve bunun,
veyahut da "insanlara veya sizden başkasına öğretmekte olduğunuz kitap
sayesinde..." takdirinde olduğunu, çünkü Arapça'da mef'ulü binlerin
genellikle hazfedildiğini söylemişler, sonra da bunu şeddeli okumanın daha evlâ
olduğuna şu iki delili getirmişlerdir:
1- Ta'lim,
ilmi de içine alır. Fakat ilim talimi içine almaz. O halde bu fiili ta'lim
vezninde şeddeli okumak daha evlâdır.
2- Rabbani
olanlar, ilimle iktifa etmezler. Öğrendikleri ilimlerine, Allah rızası için ta'limi
(başkasına öğretmeyi) da katarlar. Baksana Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
bunu emretmiş ve "(İnsanları) Rabb'İntn yoluna hikmetle, güzel öğütle
davet et" (Nam. i25) buyurmuştur. Mürre İbn Şürâhil'in "Alkame,
insanlara Kur'ân'ı öğreten rabbanilerden idi" şeklindeki sözü de delâlet
etmektedir.
[185]
İbnü Cinnî,
"Muhteseb 'inde, Ebû Hayve'nin, tâ harfinin zammesi, dâl'in sükûnu ve
râ'nın kesresi ile
kelimeyi şeklinde
okuduğunu naklederek şöyle demiştir: "Bu şekildeki kıraatin,(öğrendi)
veyahut da (öğretti) fiilinden nakledilmiş olması gerekir. (okudu), ve
başkasına okuttu) fiilleri de böyledir. Araplar genellikle hem hem de fiillerini
kullanmışlardır. İşte bunun masdarı, "tedris" şeklinde gelmiştir.
[186]
Her iki kıraata göre
de, bu ifâdelerin başında bulunan
lafzı, mâ'i masdariyye olup, başında bulunduğu cümleyi müfred hükmüne
çıkarır. Buna göre takdir,
"Kitabı bilen ve
öğreten kimseler olmanız ve kitabı tedris etmeniz sebebiyle rabbaniler
olunuz" şeklindedir. Bu, kelimesinin aynısı "Onların şugünlerine
kavuşmayı unutmaları gibi, bugün biz de onları unutacağız (terkedeceğiz)"
(Arâf, 51) âyetindekidır.
Sözün özü şudur: İlim,
ta'lim ve tedris, sahibinin rabbani olmasını gerektiren şeylerdir. Sebep, şüphe
yok ki müsebbebden (neticeden) başkadır. Binâenaleyh bu durum, bir kimsenin
rabbani olmasının, âlim, mu'allim ve tedriste devamlı bir kimse olmasından
farklı birşey olmasını gerektirir. Bu da, ancak o kimsenin Allah rızası için
öğrenmiş, öğretmiş ve tedrisatta bulunmuş olmasıyla mümkün olur. Velhasıl onu
bütün bu işlere sevkeden, Allah rızasını elde etme gayesi; her türlü kötü
fiilden vazgeçiren de Allah'ın cezasından sakınma isteğidir. Peygamberin,
insanlara bunu emrettiği sabit olunca, insanlara kendisine kulluğu emretmiş
olmasının imkansızlığı sabit olur. Her iki kıraatin de neticesi aynı mânaya
varır. Çünkü Peygamber, bütün gayret ve çabası, ruhları ve kalbleri halktan
çevirip Hakk'a yöneltmek olan kişidir. Böyle bir insanın, akılları Hakk'a
taattan çevirip, kendisine itaata yöneltmesi nasıl mümkün olur. Bu durumda,
peygamberlerden her birinin, başkalarına kendisine ibâdeti emretmesinin
İmkansız olduğu ortaya çıkmış olur.
[187]
Âyet, ilmin, ta'limin
ve tedrisin, insanın rabbânî olmasının sebebi olduğunu gösterir. Binâenaleyh kim
bundan başka bir gaye ile öğretim ve eğitim işiyle meşgul olursa, onun
gayretleri boşa gitmiş ve işi neticesiz olmuş olur. Bu, zahiren güzel görünen
bir ağaç dikip, meyvesinden istifade edemeyen bir kimsenin durumuna benzer.
İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Faydasız ilimden ve huşu
duymayan kalpten Allah'a sığınırız"[188]
buyurmuştur.
Sonra Hak Teâlâ,
"O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi de emretmez"
buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır:
[189]
Âsim, Hamza ve İbn
Âmir, râ harfinin nasbıyla diğer kıraat imamları da, râ harfinin ref'iyle
seklinde okumuşlardır. Nasb ile okunmasına gelince, bu kelimenin, ifâdesine
atfedilmiş olmasından dolayıdır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu ifâdenin
başındaki edatının, ziyade kabul edilmesi... Buna göre mâna, "Allah'ın
kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet vermiş olduğu hiçbir kimsenin, insanlara,
"Allah'tan başka bana da kulluk edin" demesi ve, size,
"Melekleri ve peygamberleri rab edininiz" şeklinde emretmesi yakışık
almaz, uygun değildir" şeklinde olur. Nitekim sen, "Ben Zeyd'e
ikramda bulunayım da, sonra o beni hakîr kılsın, benimle alay etsin... Bu
olacak şey değil!.." dersin.
b) Bu
ifâdenin başındaki, edatının zâid olmamasıdır. Buna göre mâna, "Hz.
Peygamber (s.a.s), Kureyş'i, meleklere ibadet etmekten; yahudi ve hristiyanları
da, Hz. Uzeyr ve Hz. İsa'ya ibadet etmekten nehyetmiştir. Bunun üzerine onlar,
"Sen, bizim seni mi rab edinmemizi istiyorsun?" dediklerinde
onlarafHiçbir beşerin, Allah kendisini peygamber olarak gönderdikten sonra,
halkı meleklere ve diğer peygamberlere tapınmaktan nehyederken, kendine kul
olmaya çağırması uygun olmaz denilmiştir" şeklinde olur. Bu ifâdeyi,
müste'nef bir cümle olarak merfû okumanın izahını yapmaya gerek bile yoktur.
Çünkü bu ifâde, sözün manası tamamlandıktan ve sona erdikten sonra gelmiştir.
Bunun kendinden önceki ifâdeyle bir münasebeti bulunmadığına, İbn Mesûd'un,
"Ve, size asla emretmez" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir.
[190]
Zeccac, bu ifâdenin,
"Allah size emretmez;"İbn Cüreyc ise, "Hz. Muhammed size
emretmez" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu fiilin failinin, diğer peygamberler
olduğu ve mânanın, "Tıpkı Kureyş'in yaptığı gibi, peygamberler, melekleri
rab edinmenizi asla emretmezler..." şeklinde olduğu da söylenmiştir.
[191]
Cenâb-ı Hak
bu âyette özellikle
melekleri ve peygamberleri
zikretmiştir. Çünkü, ehl-i kitaptan, Allah'tan başkasına ibâdet etmekle
vasfedilenlerin,ancak meleklere, Hz. İsa'ya ve Hz. Uzeyr ( a.s )'e ibadet etmiş
oldukları nakledilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu
"melekler ve peygamberler" kısmını hassaten zikretmiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Hiç size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?"
buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:
[192]
ifâdesinin başındaki
hemze, istifham-ı inkarı manasındadır. Yani, "O, bunu emretmez. Bunu
yapmaz" şekfindedir.
[193]
Keşşaf sahibi, Hak
Teâlâ'nın, buyruğunun, muhatabların müslümanlar olduklarına delil olduğunu,
bunların da, Hz. Peygamber (s.a.s) den, kendisine secde etmek için izin
isteyenler olduğunu söylemiştir.
[194]
Cübbaî, "Âyet,
Allah'ı inkâr etmek, O'nu bilmemek; Allah'a iman etmek ise, O'nu
tanımaktır" diyenlerin
görüşünün yanlışlığına
delâlet etmektedir. Çünkü Allahu Teâlâ böylesi kimselerin küfrüne hükmetmiştir
ki, bu hüküm O'nun, "O size küfrü emreder mi?" ifadesidir. Sonra da,
o kimselerin Allah'ı tanıdıklarını belirtmiştir ki, buna da Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra o, kalksın da insanlara, "Allah'tan başka bana da kul
olunuz" desin!... (Bu olacak şey değil!)" sözü delâlet etmektedir. Bu
ifâdenin zahiri, onların Allah'ı tanıdıklarını gösterir. Binâenaleyh, burada
Allah'ı tanımanın yanında küfür de bulunduğuna göre, işte bu durum imanın, O'nu
tanımak; küfrün de O'nu tanımamak olduğuna delâlet eder" demiştir.
Buna şöyle cevap
veririz: Biz, "Allah'ı İnkâr etmek, O'nu bilmemektir" şeklindeki
sözümüzle, sadece O'nun mevcudiyetini bilmeme mânasını kastetmiyoruz. Aksine bu
ifâdemizle, O'nun zâtını, selbî ve nisbî sıfatlarını, tapınılma, mabudiyyet
hususunda O'nun bir ortağının bulunmadığını bilmemeyi kastediyoruz. İşte kişi
bunu bilmeyince, O'nun sıfatlarının bir kısmını da bilmemiş olur.
[195]
"Allah,
peygamberlerden, "Andotsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size
nezdinizdekl (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona
mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" diye mlsak (ahd) aldığı zaman,
"İkrar ettiniz mi ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz
mi?" dedi. Onlar, "İkrar ettik" dediler. (Allah da): 'Öyleyse şâhid
olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim" dedi. Artık kim
bundan sonra yüz
çevirirse, işte o gibiler fâsıklann taa kendileridir" (Âli İmran, 81-82).
Bil ki bu âyetlerden
maksad, ehl-i kitap için bir mazeret olmadığını belirtip onların inadlarını
ortaya koymak için, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden ve
onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allah Teâlâ'nın bu âyette bahsettiği
husus da, bunlardan birisidir. Hak Teâlâ, kitap ve hikmet verdiği o
peygamberlerden, kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir
peygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz (misak)
almıştır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu
kabul etmeyenlerin fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki işte âyetten maksat
budur. Velhasıl Allah Teâlâ, bütün peygamberlere yanlarında olan kitabı tasdik
edici olarak gelen her peygambere inanmalarını vâcib kılmıştır. Fakat bu tek
mukaddimeye, ikinci bir mukaddime eklenmediği müddetçe, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini isbat için kifayet etmez. Bu ikinci mukaddime de, Hz. Peygamber
(s.a.s)'İn, onların kitaplarını tasdik edici olarak gelen bir peygamber olması
şartıdır. Bu durumda birisi şöyle diyebilir: "Bu, birşeyi kişinin kendi
hakkında kabullenmesidir. Çünkü bu, Hz Muhammed'in peygamber olduğunu
kendisinin söylemesidir." Buna, "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bir
peygamber olmasından murad, elinde mu'cizelerin zuhur etmiş olmasıdır.
Binânealeyh böyle bir sual söz konusu olmaz" diye cevap verilir. Allah en
iyisini bilendir. Biz, şimdi tekrar âyetin lafızlarını tefsir etmeye dönelim:
Cenâb-ı
Allah'ın,"Allah, peygamberlerden... misak aldığı zaman..." ifâdesi
hakkında İbn Cerir et-Taberî "Bu, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın
peygamberlerden ahd ve söz aldığı zamanı hatırlayın" manasındadır"
demiştir.
Zeccâc ise, bu
ifâdenin, "Ey Muhammed Kur'ân'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış
olduğunu hatırla" mânasında olduğunu söylemiştir.
Âyetteki
"Peygamberlerin misâkı" tabirine gelince, bil ki masdarlann failine
de mef'ulüne de muzaf olması caizdir. Binâenaleyh bu tabirden murad, Allah'ın
bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı ahid olabileceği gibi, peygamberleri
için başkalarından aldığı ahid de olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu
âyetin tefsirinde ihtilaf ederek her iki şekilde de mâna vermişlerdir.
Birinci şekil, Allah
Teâlâ'nın birbirlerini tasdik etme hususunda peygamberlerden söz almasıdır. Bu,
Sa'fd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Tâvus'un (Allah onlara rahmet etsin)
görüşüdür.
Buradaki mîsak ve
ahdin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e mahsus olarak diğer peygamberlerden alınmış
olduğu da söylenmiştir. Bu, Hz. Ali, İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den (Allah
onlardan razı olsun) rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına
delil olarak şunları zikretmişlerdir:
1-Ayetteki,
"Allah, peygamberlerden., misak aldığı zaman" buyruğu, bu ahdi alanın
Allah; ahid alınanların da peygamberler olduğunu gösterir. Âyette ümmetlerden
bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu ahdin ümmetlerden (insanlardan) alındığını
söylemek güzel olmaz. Bu delile şu şekillerde cevap verilebilir:
a)
Yaptığınız bu izaha göre misak, burada mef'ulüne muzaf olmuş olur. Bizim
izahımıza göre ise, bu ahid ve misak, fiilin failine nisbet edilmesi gibi,
kendisi için ahid alınana nisbet edilmiş olur. Şüphesiz ki, bir fiilin failine
nisbeti, mef'ulüne nisbetinden daha kuvvetlidir veya en azından eşittir. Bu,
tıpkı "Allah'ın misâkı ve ahdi" denilmesi gibidir. Buna göre takdir,
"Allah'ın, peygamberleri için ümmetlerinden aldığı o ahdi
hatırlayınız" şeklinde olur.
b) Bununla,
peygamberlerin çocuklarından alınan ahdin kastedilmiş olması da mümkündür.
Peygamber evladlan, buna göre, İsrailoğullandır. Bu izaha göre âyette bir muzaf
hazfedil mistir. Bu, tıpkı Bekr İbn Vâil
şöyle yaptı. Ma'd İbn Adnan böyte yaptı" denilmesi gibidir. Bundan murad,
"Onların çocukları ve kavimleri şöyle yaptı" manasıdır.
c) Buradaki
"peygamberlerden" murad, ehl-i kitap olabilir. Bu lafız, onlara
hakaret etmek için kullanılmıştır. Çünkü onlar, "Biz, peygamberliğe Hz.
Muhammed'den daha lâyıkız. Çünkü biz ehl-i kitabız ve peygamberler bizden
olur" diyorlardı.
Kur'ân-ı Kerim'de
birçok yerde "nebî" lafzı zikredilmiş ve bununla onların ümmetleri
kastedilmiştir. Mesela, Cenâb-ı Hak: "Ey Peygamber, kadınları boşadıgımz
zaman..." (Talak, 1) buyurmuştur.
2- Şu hadis
de bu görüşte olanların lehine delildir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
' Ben size, bu dini
taptaze ve tertemiz olarak getirdim. Bakın, Allah 'a yemin ederim ki İmran İbn
Musa (a.s) yaşıyor olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapamazdı."
3- Hz. Ali
(r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ gerek Hz. Âdem,
gerekse ondan sonra gelen bütün peygamberlerden, "şayet Hz. Muhammed,
zamanınızda peygamber olarak gönderilir ve, siz de hayatta olursanız, mutlaka
ona imân edip, yardım edeceksiniz" diye ahd-ü misâk almıştır. Buradaki
yardımdan maksadın, bu ahdi dile getirmek olması mümkündür. Allah en iyisini
bilendir.
[196]
İkinci şekil şudur: Bu
âhidden murad, bütün peygamberlerin, ümmetlerinden, Hz. Muhammed peygamber
olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik edip O'na yardım etmeleri gerektiği
hususunda almış oldukları ahiddir ki bu, çoğu âlimlerin görüşüdür. Biz, daha
önce, âyetin bu manaya da gelebileceğini söylemiştik. Bu görüşte olanlar,
doğruluklarına şanları delil getirmişlerdir:
Birinci hüccet:
Ebu Müslim el-İsfehânf'nin söylediği şu izahtır: "Ayetin zahiri, Allah'ın
ahd aldığı kimselerin, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde,
O'nu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki bütün peygamberler,
Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde, vefat etmiş idiler. Ölmüş
olan kimseler, mükellef tutulamazlar. Kendilerinden misâk alınmış olan
kimselerin Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde O'nu tasdik
etmeleri vâcib olup, O peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere
Hz. Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vâcib kılmak da mümkün olmadığına göre,
kendilerinden ahd alınanların, peygamberlerin bizzat kendileri değil, aksine
bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz." EbÛ Müslim
sözüne devamla şöyle der: "Bizim bu fikrimizi, Allahu Teâlâ'nın,
kendilerinden ahd almış olduğu kimselerin, Hz. Muhammed'e iman etmemeleri
hâlinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da te'kîd etmektedir. Bu vasıf
(fâsık olmak vasfı) peygamberlere değil, olsa olsa ancak onların ümmetlerine
yakışır."
Kaffâl (r.h), Ebû
Müslim'e cevap vererek şöyle demiştir: "Âyetten maksadın, "şayet
peygamberler hayatta olmuş olsalardı, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'i tasdik
etmeleri gerekirdi" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bunun bir benzeri
de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (faraza) şirk koşmuş , olursan, celâlim hakkı
için, amellerin boşa gider" (Zümer, 65) âyetidir. Halbuki Allahu Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in kesinlikle müşrik olmayacağını biliyordu. Ancak ne var
ki bu söz sadece faraza kaydıyla zikredilmiştir. Burada da böyledir. Cenâb-ı
Hak, "Eğer o peygamber, bizim adımıza bazı sözler uydurmuş olsaydı,
muhakkak ki onun sağ elini alrverirdik. Sonra da, muhakkak kir onun kalb
damarını koparırdık" (Hakka, 44-«) buyurmuş; meleklerin sıfatı hakkında
da, onların sözle kendisinin önüne gecemiyeceklerini ve kendilerine her surette
hakim ve kahîr olan Rab Teâlâ'dan korktuklarını haber vermiş olduğu halde,
"Bunlardan (meleklerden) kim, "Ben de Ondan başka bir tanrıyım"
derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz, o zalimleri de böyle cezalandıracağız"
(Enbiya, 29) buyurmuş ve bütün bunları faraza kaydıyla zikretmiştir. İşte
burada da böyledir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak peygamberlerin farazî olarak,
iman etmemeleri takdirinde "fasık" olacaklarını bildirmiştir. Çünkü
"fısk" ismi, şirkten daha kötü değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu
şirkten farazi olarak Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında, "Eğer (bilfarz) şirk
koşmuş olursan, celâlim hakkı için amellerin boşa gider" {zomer, 65)
şeklinde bahsetmiştir. İşte burada da böyledir.
İkinci hüccet:
Bu âyetten maksat, Hz. Muhammed zamanında olan kimselerin iman etmeleridir.
Misakın bu kimselerden alınmış olması, âyetten elde edilmek istenen maksadın
meydana gelmesi hususunda, peygamberlerden alınmış olması halinden daha beliğ,
daha müessir olmuş olur.
Bu hüccete karşı şu
şekilde cevap verilmiştir: Peygamberlerin dereceleri, ümmetlerinin
derecelerinden daha yüce ve daha şereflidir. Binâenaleyh âyet, Allahu
Teâlâ'nın, o peygamberlerin hayatta olmaları halinde Hz. Muhammed (s.a.s)'e
iman etmelerini vacib kıldığına; onların böyle bir iman etmemeleri halinde
fâsıkfar zümresinden olacaklarını beyan ettiğine delâlet edince, evet eğer
böyle olunca, onların ümmetlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeleri haydi
haydi farz olur. Binâenaleyh, âyette geçen "ahd" sözünü, matlûb olanı
elde etme hususunda peygamberler için anlamak, bu bakımdan daha isabetli olur.
Üçüncü hüccet:
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Ona, "Abdullah İbn Mesûd'un
talebeleri Hak Teâlâ'nın bu âyetini, "Hani Allah, kendilerine kitap
verilmiş olanlann misâkım almıştı" şeklinde
okuyorlar; biz ise, j
"Hani Allah, peygamberlerin misâkmı almıştı" şeklinde okuyoruz"
denildiğinde o, "Allah, ümmetleri aleyhinde olarak (onlan sorumlu tutmak
üzere) peygamberlerden ahid almıştır" diye cevap vermiştir.
Dördüncü hüccet: Bu
ikinci şekil, Hak Teâlâ'nın, "Ey İsrailoğullan, size ihsan etmiş olduğum
bunca nimetlerimi hatırlayın, tavsiyelerimi yerine getirin; ben de size karşı
olan ahdimi yerine getireyim..," (Bakara, 40) ve "Hani Allah,
kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemeyeceksiniz" diye bir mîsâk almıştı" (Aw imran, 187)
âyetleriyle de te'kîd edilmektedir. Bu mevzuda söylenenlerin hepsi, işte bundan
ibarettir. Allah, muradını en iyi bilendir.
[197]
Cenâb-ı
Hakk'ın"Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim" ifâdesine gelince,
bunda birkaç mesele vardır:
[198]
Kıraat imamlarının
cumhuru, kelimesini, lâm harfinin
fethasıyla şeklinde; Hamza, lamın
kesresiyle şeklinde; Saîd İbn Cübeyr de şeddeli olarak şeklinde okumuştur.
Fetha ile okumaya gelince bunun iki izah şekli vardır:
a) ism-i
mevsût, ondan sonra gelen onu sılası; haberi ise, lâfzıdır. Kelâmın takdiri
ise, "Şüphesiz size vermiş olduğum kitap ve hikmete; yanınızda bulunanı tasdik
etmek üzere gelmiş olan peygambere, işte bunlara mutlaka iman
edeceksiniz..." şeklinde olur. Bu takdire göre, edatı, mübtedâ olduğu için
mahallen merfûdur. Sılasındanedatına râci olacak olan zamir ise,
hazfedilmiştir. Bunun takdiri ise, şeklindedir. Böylece mevsûle râci olacak
olan zamir hazfedilmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı, Bu mu, Allah'ın peygamber olarak
gönderdiği?" , âyetindeki hazf
gibidir (Yani, şeklindedir). Yapılmış olan bu takdire, şu iki soru
yöneltilmiştir:
Birinci soru: edatı mevsûle olduğu zaman, sılaya atfedilen
cümlede, râci olacak bir zamirin bulunması gerekir. Aksi halde bu atıf doğru
olmaz. Baksana, sen "Babası kalkan
şahıs, sonra Zeyd( gitti" dediğinde, bu ifâde doğru olmaz. Halbuki, Hak
Teâlâ'nın, fii ifâdesinde mevsûle râci olacak bir zamir bulunmamaktadır.
Biz deriz ki, Ahfeş'e
göre, zahir bir ismin zamir yerinejgetirilmesi caizdir. Bunun delili ise,
Cenâb-ı Hakk'm, "Kim korkar, sabrederse, muhakkak kt Allah tyt hareket
edenlerin mükâfatını zayi etmez" (Yusuf, »»âyetidir. Cenâb-ı Hak burada,
"Onun ecrini etmez" dememiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, Sip
kîr-"'man edip de güzel ameller yapanlar yok mu? Biz, muhakkak ki, tyi
amel ve hareket edenin mükâfaatını zayi etmeyiz" (Kehf, 30) buyurmuş,
"Onların ecrini zayi etmeyiz" dememiştir. Çünkü, bu iki âyette geçen
zahir isimler, zamirin yerine geçmişlerdir. İşte burada da böyledir.
İkinci soru:
Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki lâm harfinin
getirilmesindeki fayda nedir?
Deriz ki: Bu lâm
harfi, ibtidâ (başlangıç) lamıdır. Bu senin,"Muhakkak ki Zeyd, Amr'dan
daha faziletlidir" demen gibidir. Bu lamın "muksemun aleyh"
(kasemin konusu) yerine geçecek olan şeyin başına gelmesi güzel olmuştur. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'm, "Hani, Allah peygamberlerden misak almıştı" buyruğu,
kasem yerindedir. Manası ise, Allah onların (şu konuda) yemin etmelerini
istedi..." şeklindedir. İşte bu lâm, kasemden dolayı gelmiştir. Bu konunun
izahı da işte budur.
b) Bu,
Sibeveyh, Mâzlnî ve Zeccâc'ın tercihidir. Bu tercihe göre, buradaki şart mânası
tazammun eden dır. Buna göre takdir,
"Şayet size bir kitap ve hikmet veririm; sonra da size, yanınızda olanı
tasdik eden bir peygamber gelirse, sizler ona muhakkak ki iman edersiniz"
şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm, kasemden dolayt
getirilmiş olan lamdır. Ama, edatının
başındaki lâm hazfedilmese de, mâna değişmez. Bunun bir benzeri de,
"Allah'a yemin ederim ki, şayet sen yaparsan, ben de yaparım"
demendir. Buna göre, lafzının zikredilmesi veya zik-redilmemesi sebebiyle mâna
değişmez. İşte bu âyette de böyledir. Bu izaha göre, edatının mahalli, sebebiyle mansûb; fiilinin
mahalli de, fiiline atfedilmesi sebebiyle meczumdur. ifâdesi de, şartın cezasıdır.
Sibeveyh, birinci görüşü, yani nın mevsule olmasını kabul etmez. Çünkü
Sibeveyh, zahir ismin zamir yerine kaim olacağını kabul etmemektedir.
'daki lâm harfinin,
meksûr okunması da, illet lamı olmasından dolayıdır. Buna göre sanki,
"Allah, onların misaklarını şunun için almıştır: Çünkü, kendisine kitap ve
hikmet verilenlere böyle bir lütfün tahsis edilmiş olması, diğer peygamber ve
nebileri tasdik etmelerini gerektirir" denilmek istenmiştir.
Bu kıraate göre mevsûle olur. Bu izahın tamamını, birinci
izahta açıklamıştık.
Bu kelimenin
şeddeyle şeklinde okunmasına gelince,
Keşşaf sahibi bu hususta şu iki izahı yapmıştır:
a) Bunun
mânası şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet verdiğimde ve sonra size o
kitabı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, o peygambere inanıp yardım etmek
size vâcibtir.
b) Bu
âyetteki, lafzının aslı dır. Üç mîm
harfinin, yani iki mim ile 'daki mîm'e idğâm edildiği için mim harfine
çevrilmiş olan nûn'un bir arada bulunuşu ağır görülmüş ve bunlardan biri
hazfedil m iştir. Böylece bu kelime,
olmuştur. Bu, "Size verdiğim şeyden dolayı, ona imân edeceksiniz"
mânâsındadır. Bu, mânâ bakımından Hamza'nın kıraatına yakındır.
[199]
Nâfî, tâ'zim için nün
ile pfty şeklinde, diğer kıraat imamları da tevhid için (müfred olarak) tâ ile,
(Ben size verdim) şeklinde okumuşlardır. Nafl'nin delili, "Davud'a Zebur
verdik" (Nisa, 163> "Henüz çocuk iken ona hikmet verdik"
(Meryem, 13) ve "O ikisine, apaçık gösteren o kitabı verdik" (Saffat,
ıı?) âyetleridir. Bir de, bu kıraat Allah'ın azametini daha çok belirtmektedir.
Binâenaleyh dinleyenlerin kalbinde daha fazla heybet uyandırır. Buraya bu mâna
daha uygun düşer. Diğer kıraat imamlarının delili ise, ç»ty "O kitabı kulu
(Muhammed'e) indiren Allah'a hamdoisun" (Kehf, i) ayetidir.
Bir de, bu okuyuş,
âyetin hem öncesine hem de sonrasına daha uygun düşmektedir. Çünkü Cenâb-ı
Allah bundan önce, "Allah .. aldığı zaman" ifâdesini, bundan sonra da
"Bu ağır yükümü" kelimesini getirmiştir. Nafî, diğer kıraat
imamlarının bu görüşlerine, "Fesahat çeşitlerinden birisi de, ifâdeyi
müfred iken cem'e veya cemî iken müfrede doğru değiştirmektir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "O (kitabı) "Benden başka hiç kimseyi vekil tutmayın" diye
İsrafloğulian için bir hidayet rehberi) kıldık" buyurmuş,
"KILDIK" dediği gibi (demekle beraber) "BİZDEN başka"
dememiştir. Allah en iyisini bilendir.
[200]
Allah Teâlâ,
peygamberleri gâib yoluyla zikretmiş, daha sonra da "Size... verdim"
buyurmuştur ki
bu bir hitaptır ve
burada bir hazif vardır. Bunun takdiri, "Allah, peygamberlerden ahd alıp,
onlara hitap ederek, "Ben size kitap ve hikmet verdim" demiştir"
şeklindedir.
Kur'ân'da çok hazif
vardır. Bazı âlimle', bu âyet hakkında başka bir takdir yapıp, yukarıda
nahivcilerden naklettiğimiz külfetlerden kurtararak şöyle demişlerdir:
"Allah, peygamberlerinden, "size verdiğim kitap ve hikmeti, insanlara
tebliğ edin" diye ahd almıştı." Bu takdiri yapanlar şöyle
demişlerdir: "Fakat burada, söz kendisine delâlet ettiği için "tebliğ
edin" emri hazfediHniştir. Çünkü kasem lamı fiile gelebilir. Bu lâm, fiile
delâlet edince, söz daha kısa olsun diye fiil hazfedilmiştir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Nezdtnizdekt (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber
gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" buyurmuştur. Bu
takdire göre, âyetin nazmı bozulmaz ve öyle zorlanılarak yapılan takdirlere de
ihtiyaç duyulmaz. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa, nazmın güzel ve açık
bir şekil aldığı bir takdirin yapılması, o gibi zorlamalara girmekten daha
evladır.
[201]
"Andolsun ki size
kitap verdim" ifâdesinde bir müşkil vardır. O da şudur: Bu hitap, ya bütün
peygamberlere veyahut da onların ümmetleri nedir. Eğer bütün peygamberler için
yapılmış bir hitap ise, bütün peygamberlere kitap verilmiş olduğunu gösterir.
Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer bu hitap ümmetlerine ise,
bu müşkil daha da büyür. Buna şu İki şekilde cevap veririz:
a) Bütün
peygamberlere kitap verilmesi, her nekadar bazılarına kitap verilmese de,
onların da diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o
kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları mânasındadır.
b)
Peygamberlerin (a.s) en faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir.
Binâenaleyh onların hepsi de, bu âyette kitap verilmiş olma şerefi İle tavsif
edilmişlerdir.
[202]
Kitap, indirilen ve
okunan şey manasınadır. Hikmet ise, kitapta olmayan geniş mükellefiyetler
yükleyen vahiy demektir.
[203]
ifâdesindeki
harf-icerri, daki ism-i mevsûlünû beyân için gelmiştir. Bu
senin şu sözün gibidir. "Yanımda gümüşten, iki dânik (1/6 dirhem)
vardır."
Cenâb-ı Allah'ın,
"Sonra da size nez-dinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir
peygamber gelecektir" âyeti ile ilgili bazı sorular vardır:
Birinci soru:
Peygamber, peygamberlere değil, ümmetlere geldiği hâlde, bu ifâdede 'Sonra siz
(peygamberlere) gelecektir" buyurulmasının mânâsı nedir?
Cevap: Biz
bu âyetteki, "Allah, peygamberlerden... ahd aldığı zaman..."
ifâdesini, peygamberlerin kendilerinden değil de onların ümmetlerinden alınan
ahid manasında anlarsak, böyle bir soru kendiliğinden kalkar. Eğer biz bu
ifâdeyi, bizzat peygamberlerin kendilerinden alınan ahid manasında anlarsak,
âyetteki o resul size gelirse 'sözü, (sizin zamanınızda o resul gelirse)
demektir.
[204]
İkinci soru:
Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatı, onların şeriatları ile aynı olmadığı halde,
Hz. Muhammed onlarla birlikte olanı yani onların şeriatlarını ve ahkâmını nasıl
tasdik etmiş olabilir?
Cevap: Biz
deriz ki, bu ifâdeden maksat, tevhid, nübüvvet ve dinin asıllarında uygunluğun
bulunmasıdır. Fakat dinin tafsilatında (ahkamında) bir farklılık olsa bile, bu
gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü bütün peygamberler, Hz. Musa (a.s)
zamanında hak olan şeyin onun şeriatı; Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında hak olan
şeyin O'nun şeriatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, her nekadar bir
farklılık zannı uyandtrsa bile, hakikatte bir uygunluk vardır. Yine âyetteki,
"Sonra da size nezdinizdeki (kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber
gelecektir" buyruğundaki "bir peygamber"den maksat, Hz. Muhammed
(s.a.s)'dir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların nezdindekı şeyi tasdik edici
olmasından maksat ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, vasıflarının ve çeşitli
durumlarının Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olmasıdır. Hz. Peygamberin sıfatlan
ve halleri, o kitaplarda zikredilenlere uygun olarak tezahür edince, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bizzat gönderilişi, onların yanındaki bu kitapların bir
tasdiki olmuştur. İşte Hz. Muhammed (s.a.s)'in, onların nezdindeki kitapları
tasdik edici olmasından maksad budur.
[205]
Üçüncü soru:
Netice olarak, Allah Teâlâ, bütün peygamberlerden, nezd(erindeki kitabı tasdik
edici olarak gelen her peygambere iman etmeleri hususunda söz almıştır.
Binâenaleyh bu "misâk" ne demektir?
Cevap: Bu
"mîsâk"ın, o peygamberlerin akıllarında, Allah'ın emrine inkiyad
etmenin vâcib olduğuna delalet eden delillerin yer almış olması mânasına
gelmesi muhtemeldir. Böyle bir peygamber geldiğinde, ancak kendisinin
doğruluğunu gösteren mu'cizeler elinde zuhur ettiği zaman bir peygamber olmuş
olur. O, diğer peygamberlere, Allah'ın, insanlara kendisine imân etmelerini
emrettiğini haber verdiği zaman, onlar işte o esnada o peygambere de inanmanın
vacib olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh böyle delillerin o peygamberlerin
aklında yer almış olması, onlardan "mîsâk" alma gibidir.
Yine bu
"mîsâk"tan muradın şöyle olması da muhtemeldir: Allah Teâlâ, o
peygamberin sıfatlarını, daha önceki peygamberlerin kitaplarında tafsilatıyla
belirtmiştir. O peygamberin hâli, önceki kitaplarda yazılı olanlara aynen
uyduğu zaman, O'na inanmak vâcib olur. Bundan dolayı âyetteki "Sonra da
size, nezdtnizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber
gelecektir" ifâdesi her iki mânâya da delâlet eder. Birincisine, âyetteki
"bir peygamber" lafzı, ikincisine de, "Nezdinizdekini tasdik
edin" sözü delâlet eder.
Allah Teâlâ'nın,
"Ona mutlaka imân ve yardım edeceksiniz" ifâdesinin mânası açıktır.
Çünkü Allah Teâlâ önce o peygambere inanmayı, ikinci olarak da ona yardım
etmeye gayreti emretmiştir. Bu ifâdenin başındaki lâm, kasem lamıdır. Sanki,
"Allah'a yemin ederim ki, ona inanacaksınız..." denilmiştir.
Sonra Hak Teâlâ,
("(Allah) "ikrar ettiniz mi?" dedi" buyurmuştur. Bu ifâde
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[206]
Alfahu Teâlâ'nın,
ifâdesini, "Allah, peygamberlerden ahd aldı" mânâsında tefsir edersek,
"İkrar ettiniz mi?" ifâdesi, "Allah, peygamberlerine, "Ona
iman etmeyi ve yardımda bulunmayı kabul ettiniz mi?" dedi" mânasında
olur. Yok eğer bu ifâdeyi "Cenâb-ı Hak, peygamberlerinden, ümmetlerinden
ahd almaları hususunda ahd-u mîsâk almıştır" mânâsında tefsir edersek
"İkrar ettiniz mi?" ifâdesinin mânası, "Her peygamber, ümmetine
"ikrar ettiniz mi?" der" şeklinde olur. Çünkü Allah Teâlâ, her
nekadar bu ahdi
peygamberler
ümmetlerinden almışlar ise de, kendisine nisbet etmiştir. Bu İkrar isteme
peygamberlerden sudur etmiş ise de, Allah Teâlâ onu kendisine nisbet etmiştir.
Bundan maksat şudur: Peygamberler bu işi tahakkuk ettirme ve te'kîd etme
hususunda büyük çaba sarfetmişler, sadece ümmetlerinden söz (ahd) alma ile
yetinmemiş, onlardan sözlü ikrar da istemiş ve bu hususu şâhid tutarak te'kid
etmişlerdir.
[207]
"İkrar",
if'al babında olup bunun aslı,
"Birşey yerinde durup, orada karar kılarak, oradan ayrılmadığı
zaman söylenilen tabirinden alınmıştır.
Birisi bir şeyi kendi aleyhine itiraf edip kabul ettiğinde ona mukırr denir.
Hak Teâlâ'nın,
"Ve uhdenize bu ağır yükümü ahp kabul eylediniz mi?" buyruğuna
gelince, buradaki "alma", kabul etme manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'de,
birçok yerde ' (aldı) kelimesi, kabul etti mânasında kullanılmıştır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Ondan bir fidye alınmaz" (Bakara, 48) yani kabul
edilmez, ve "Sadakaları alır" (Tevbe, ıo4jyani "kabul eder"
buyurmuştur. Âyetteki "Isr", yaptığı bir işten dolayı insana gelen
zorluk demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey Rabb'imtz, bizden evvelki
(ümmetlere) yüklediğin gibi üstümüze bir ısr (yük) yükleme" (Bakara, 286)
buyurmuştur. Nitekim "ahd" da, bu ağırlık mânasından ötürü
"Isr" diye ifâde edilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ahd,
bağlanıp sağlama alınan şeylerden olduğu için "Isr" diye
adlandırılmıştır. Pazubend'e de "Isâr" denilmesi, bu mânâdan
dolayıdır. Âyetteki bu kelime, ısjs* şeklinde de okunmuştur. Bu kıraatin, mânasında
kullanılmış olması caizdir.
[208]
Sonra Allah
Teâlâ, "Onlar "ikrar
ettik" dediler" buyurmuştur. Buradaki, "Öyleyse şahit olun"
ifâdesinin çeşitli tefsirleri yapılmıştır:
1-
"Öyleyse birbirinize ikrar ile şahid olun. Ben de sizin ikrarınıza ve
birbirinizi şâhid tutmanıza şahidlik edenlerdenim." Bu, bu işi onlara
pekiştirmek ve onların Allah'ın şahadeti ile birbiftenne şahid oluşlarını
hatırlayıp bildiklerinde böyle bir şahadetten rucû etmekten onları sakındırmak
manasına gelir.
2-
"Öyleyse şâhid olun" emri, meleklere yönelik bir hitabtır.
3-
"Öyleyseşâhid olun" emri "Herkes kendisini, kendisi aleyhine bir
şâhid
kıtsın"
mânâsındadır. Bunun bir benzeri de, "Onları kendilerine şahid tutmuş ve
"Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti.) Onlar da "Evet, (kendi
aleyhimize) şahid olduk" demişlerdi" (Araf, 172) âyetidir. Bu,
"mübalağa"
babındandır.
4- Bu,
"Bilmeme hususunda hickimsenin iteri sürecek mazereti kalmasın diye bu
mîsakı, âlim câhil herkese açıklayınız" mânâsındadır. "Şâhid",
dâvanın doğruluğunu ortaya koyan kimse demektir.
5- Bu ifâde,
"Size ikrar ettirdiğim bu mîsakı, iyice belleyin ve bu hususta bir şeyi
görüp gözeten bir kimse gibi olun" mânâsındadır.
6- Biz,
mîsâk'ın ümmetlerden alınmış olduğunu kabul edersek, bu durumda bu ifâde,
peygamberlere, ümmetlerine şâhid olmalarını emreden bir hitab olmuş olur.
Hak Teâlâ'nın"Ben
de sizinle beraber şâhidük edenlerdenim (dedi)" buyruğu bir te'kid ve
mecbur tuttuğu şeyi takviyedir. Bunun diğer bir faydası da şudur: Allah Teâlâ,
her nekadar burada başkasını şahid tutmuş ise de, böyle bir şâhid tutmaya
kendisinin ihtiyacı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'ya hiç birşey gizli kapaklı
kalmaz. Ancak bir maslahattan ötürü onları birbirlerine şahid tutmuştur. Çünkü
Allah Teâlâ, sırları ve gizli şeylerin en gizlisini bilir.
Cenâb-ı Hak(bunun
peşisıra diğer te'kidli bir ifâde daha getirip "Artık kim bundan sonra yüz
çevirirse, işte o gibiler fasıklann taa kendileridir" buyurmuştur. Yani,
"Geçen bunca delilden sonra kim o peygambere iman ve yardım etmekten yüz
çevirirse, fasıklardan olur" demektir. Fasıklar için olan ilâhî va'îdler
malumdur. Âyetteki, "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse..."
ifâdesi, şart cümlesidir. Şart ve ceza cümlesinde kullanılan mâzî fiiller,
muzarî fiil manasındadırlar. Allah en iyi bilendir.
[209]
"Şimdi onlar
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa
(hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayet Ona döndürülecekler" (Al-i
İmran, 83).
Bil ki Allah Teâlâ,
bir önceki âyette, Hz. Muhammed'e iman etmeyi, geçmiş bütün peygamber ve
ümmetlere gerekli ve meşru kıldığı bir hükmü olduğunu beyân edince, bunu
istemeyen ve kabul etmeyen herkesin Allah'ın dininden başka bir din istemiş
olacağını açıklamış ve "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar?" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:
[210]
Âsım'ın râvisi
Hafs, bu âyetteki fiilleri, şu iki
sebepten ötürü yâ harfi ile ve şeklinde okumuştur:
a) Bu
fiillerin faillerinin, bir önceki âyette geçen "fasıklar" olduğunu
göstermek için...
b) Allah
Teâlâ, yahudi ve hristiyanların Hz. Muhammed'e imân etmelerinin gerekli
olduğunu ortaya koymak için, bir önceki âyette mîsâk aldığını anlatmıştır.
Yahudi ve hristiyanlar inkârlarında ısrar edince, onların bu hallerini
yadırgayarak, "Şimdi onlar
Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" buyurmuştur. Ebû Amr, yahudi ve
diğer kâfirlere bir hitap olarak, ilk fiili üjfcS "arıyor musunuz?"
şeklinde ' Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez Ona boyun
eğmiştir" ifâdesinde zikredilmiş
oian bütün mahlukata râci olsun diye
ikinci füli de üyrj. şeklinde okumuştur.
Diğer kıraat imamları
ise, bu iki fiili muhatab sigası ile ve "arıyor (musunuz?)" ve
"döndürüleceksiniz" şeklinde okumuşlardır. Çünkü bu âyetten önce
gelen "İkrar ettiniz mi?" "alıp kabul eylediniz mi?'' ifâdeleri,
muhatab sigasıyla gelmiştir. Ve yine müstüman, kâfir ve herkese, "Göklerde
ve yerde ne varsa hepsinin Allah'a teslim olduğunu ve sizin dönüşünüzün de O'na
olacağını bilip dururken, Allah'ın dininden başkasını mı arayıp
duruyorsunuz?" denilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Bu Hak Teâlâ'nın
tıpkı, "Karşınızda Allah'ın âyetleri okunup dururken ve O'nun peygamberi
de içinizde tken, siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" (Ah liman. 101)
âyeti gibidir.
[211]
Bu ifâdenin başındaki
hemze, istifham içindir. Bu istifhamdan maksat, onların yaptıklarını yadırgamak
(istifhâm-ı inkârı)
veyahut da onların yaptıklarını sadece belirtmek (istifhâm-ı takriridir. Bu
istifham edatının esasen yeri öy£ lafzıdır. Bunun takdiri ise, "Allah'ın
dininden başkasını isterler mi?" şeklindedir. Çünkü istifham ancak, fiil
ve hadiseler hakkında olur. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak, mef'ûl olan ifâdesini,
fiili olan Oji£ kelimesinden önce getirmiştir. Çünkü bu, hemzenin mânâsı olan
inkâr etme ve yadırgamanın, bâtıl bir mabuda yönelmiş olması itibariyle daha
mühimdir. Bu ifâdenin başında bulunan fâ harfi ise, cümleyi cümleye atfetmek
için getirilmiştir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:
a) Takdir,
öyt"İşte bunlar, fâsıkların ta kendileridirler; ve onlar yine, Allah'ın
dininden başkasını isterler" şeklindedir. Bil ki, şayet denilmiş olsaydı,
yine caiz olurdu. Ancak ne var ki, fâ harfinin getirilmiş olmasında, bunun
ifâde ettiğinden daha fazla bir mana vardır. Sanki şöyle denilmiştir: "Bu
kadar beliğ te'kidlerle te'kid edilmiş olan bu mîsakın alınışından sonra mı,
siz hâla Allah'ın dininden başka bir din arıyorsunuz?"
[212]
Rivayet edildiğine göre
ehl-i kitaptan iki grup, Hz.İbrahim (a.s)'in dini hususundaihtilâf edince, hükümleşmek
üzere Hz. Peygamber'in yanına geldiler. Bu iki gruptan her biri, Hz. İbrahim'in
kendilerine daha yakın olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), "Her iki grup da, Hz. İbrahim'in dininden uzaktır" dedi.
Buna karşılık onlar, "Biz senin hükmünü kabul etmiyor ve dinini de alıp
benimsemiyoruz" deyince, işte bu âyet nazil oldu.
Bence, bu âyeti bu
sebebe hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durumda âyetin, mâkabliyle
(öncesiyle) ilgisi kalmaz. Halbuki, istifhâm-ı inkarî, bu cümlenin kendisinden
öncesiyle irtibatlı olmasını gerektirir. Binaenaleyh, âyetin izah şekli şudur:
Bu mîsak onların kitaplarında zikredilmiş olduğu için, onlar da bunu bildikleri
için , Hz. Peygamberin peygamberlik davasında doğru ve sadık olduğunu da
biliyorlardı. Binaenaleyh, inkârların yegâne sebebi olarak geriye, sadece
düşmanlık ve haset kalmaktadır. Bundan dolayı onlar, hasedi kendisini inkâra
götüren İblis gibi olmuşlardır. Allahu Teâlâ onlara, böyle oldukları zaman,
Allah'ın dininden başka bir din, Allah'tan başka da bir mabud aramış
olacaklarını bildirdi.. Sonra da, Allah'a karşı inatlaşmanın ve O'nun hükmünden
yüz çevirmenin, akıllı kimselere yakışmayan şeylerden olduğunu beyân ederek,
'Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi} ister istemez O'na boyun eğmiştir.
Nihayet Ona döndürülecekler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili- iki mesele
vardır:
[213]
İslâm, teslim olma,
boyun eğme ve itaat etme anlamına gelir. Bunu anladığın zaman bil ki, göklerde
ve yerde bulunan bütün varlıkların itaat etmesinin
birçok izah şekli
vardır:
1- Bu bence
en sahih olan izahtır. Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, zâtı
bakımından mümkün varlıklardır. Zâtı bakımından mümkün olan her varlık, ancak
Allah'ın var etmesiyle var, yok etmesiyle de yok olur. O zaman, Allah'ın
dışında bulunan her şey, varlık ve yokluk taraflarından, Allah'ın celâline
boyun eğmiş ve O'na itaat etmiştir. İşte, boyun eğip inkıyâd etmenin nihayeti
de budur. Sonra, bu izahta başka bir incelik daha vardır ki, o da şudur:
"O'na boyun eğmiştir" ifâdesi, bir hasr ifâde eder. Yani,
"Göklerde ve yerde bulunan herşey ve herkes, başkasına değil, sadece ve
sadece O'na boyun eğmiştir" demektir. Binâenaleyh bu âyet,
vâcibu't-vücûd'un tek olduğunu ve ister akıl, ister nefis, ister ruh, ister cisim,
ister cevher, ister araz, ister fail, isterse fiil olsun, O'nun dışındaki
herşeyin ancak Allah'ın var etmesiyle vücûd bulacağını ve O'nun yok etmesiyle
de yok olacağını ifâde etmektedir. Bu mânaya delâlet etme hususunda, bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde bulunan herkes, ister
istemez Allah'a secde eder" (Ra'd, ıs) âyetiyle, "Hiçbir şey hariç
olmamak üzere, hepsi O'nu hamd ile teşbih eder" (isra. 44) âyetidir.
2- Allah'ın
irade buyurduğu hususta, hiçkimsenin O'na karşı koyması mümkün değildir.
Varlıklar, Allah'ın muradını ya isteyerek veyahut da istemedikleri halde, kabul
etmek zorundadırlar. Meselâ sâlih müslümanlar, dine taalluk eden meselelerde
Allah'a isteyerek; tabiatlarına ters düşen hastalık, fakirlik, ölüm ve benzeri
şeyler hususunda da O'na istemeyerek (kerhen) inkiyâd ederler. Kâfirlere
gelince onlar, her halükârda, Allah'a kerhen inkiyâd ederler. Çünkü onlar, din
ile alâkalı olan hususlarda Allah'a boyun eğmezler; dinî olmayan diğer
hususlarda ise, O'na kerhen teslim olurlar. Çünkü onların, Allah'ın kaza ve
kaderini savuşturmaları mümkün değildir.
3-
Müslümanlar, isteyerek; kâfirler ise, Ölümleri esnasında kerhen ve istemeyerek
Allah'a boyun eğmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat, hışmımın gördükleri
zaman, imanları fayda verecek değildi" (Mümm, 85) buyurmuştur.
4- Bütün
varlıklar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin
yarattığını sorarsan, muhakkak ki, "Allah" derler" {Lokman, 25)
âyetinin delaletiyle, O'nun uluhiyyetine isteyerek; O'nun tekliflerine ve elem
ve kederleri yaratıp vermesine de istemeyerek boyun eğmektedirler.
5- Bütün
varlıkların boyun eğmesi, mîsak alındığı sırada meydana gelmiştir ki bu
da Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hani Rabb'in Âdemoğullanndan,
onların sırtlarından züniyetlerini çıkarıp kendilerini neft/erine şahit
tutmuş, "Ben sizin Rabb'fniz değil miyim?" demişti" (Araf,
172)âyetinin İfâde ettiği husustur.
6-
Hasan
el-Basrî, "İsteyerek boyun
eğmek, gökteki (meleklere) mahsustur. Yerdektlere gelince,
bunların bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen İnkiyâd ederler"
demiştir. Ben de derim ki, Cenâb-ı Hak Subhânehu, bu hususu, gökleri ve yeri
yaratması konusunda zikretmiştir ki, bu da, "Sonra da ona ve yeryüzüne,
"ikiniz de ister İstemez gelin" buyurdu" (Fusilet, 11) âyetinde
bahsedilmiş olan husustur. Bu konuda, insanı hayranlıklar içinde bırakan birçok
sırlar bulunmaktadır.
Hak Teâlâ'nın, öy
"Nihayet O'na döndürülecekler" ilâdesine gelince, bundan maksad da
şudur: "Dünyada Allah'a muhalefet eden herkesin dönüşü, Allah'a olacaktır."
Bundan maksat, "Allah'dan başka hiç kimsenin bir zarar ve fayda
veremeyeceği yere varacaktır..." demektir ki bu, hak dine muhalefet eden
kimselere karşı yapılmış büyük bir tehdittir.
[214]
Vahidî (r.h) şöyle
demektedir: kelimesi, in kiyâd etmek manasına gelir. Nitekim bir kimse bir
başkasına boyun eğip
inkiyâd ettiğinde jlai bir kimse, başka birisinin emriyle çekip gittiği zaman
"Muhakkak ki -onun emrini dinledi, O'na itaat etti" ve bir kimse
birisine muvafakat edip uyduğunda da "Muhakkak ki ona uydu, muvafakat
etti" denilmektedir." İbnu's-Sikkît şöyle der: denilir. Âyet-i
kerimedeki ifâdeleri, hal mahallinde gelmiş olan birer mefûl-i mutlak oldukları
için mansûb olmuşlardır. İfâdenin takdiri ise, şeklindedir. Bu, senin tıpkı zsk
"Bana koşarak geldi" demen gibidir.
Halbuki, denilmez..
Ama, "Bana konuşarak geldi" denilir. Çünkü, kelâmın kendisi gelmez...
Allah en iyi bilendir.
[215]
"De ki: Allah'a
İman ettik. Bize indüene, İbrahim'e İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve oğullarına
indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rab Taâlâ'dan verilenlere de
(iman ettik). Onlardan hiç biri arasında fark
gözetmeyiz. Biz Ona
teslim olmuşlarız" (Âli İmran, 84).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
önceki âyet-i kerimede, yanlarında olanı tasdik etme konusunda diğer peygamberlerden
mîsak aldığını beyan edince, bu âyette de, Hz. Muhammed'in sıfatlarından
birisinin, onların yanında bulunan Tevrat'ı tasdik etmesi olduğunu açıklamış
ve, Ve ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e... indirilene
iman ettik..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır:
[216]
ifâdesindeki zamir
müfred, (iman ettik) ifâdesindeki zamir de cemidir. Bu hususta bazı izahlar
bulunmaktadır:
a) Allahu
Teâlâ, Hz. Muhammed'e hitab ettiği zaman, ancak tekil lafızlarla hitab etmiş ve
O'na, kavmine hitab ettiğinde, hükümdarların ve büyük şahısların konuşması
gibi, tazim ve ululuk ifâde eden bir üslûbla, cemi lafzını kullanarak hitab
etmesini öğretmiştir.
b) Allahu
Teâlâ önce söz, Allah'ın bu emirlerini insanlara tebliğ edecek olanın o
peygamber olduğunu göstersin diye, ona müfred bir lafızla hitab etmiş, sonra,
bu sözü söylediği zaman ashabının ona muvafakat edeceğine bir dikkat çekmek
üzere, "iman ettik" tabirini kullanmıştır.
c) Allahu
Teâlâ, bununla, Hz. Peygamber'in onların yanında olan kitabı tasdik edici
olduğu zuhur etsin diye, sözünün ifâde etmiş olduğu emri yerine getirme
hususunda, O'nun şahsına hitab etmiştir. Sonra bu mükellefiyetin sadece O'na
has olmayıp, bilakis bütün mü'minler için bir görev olduğuna dikkat çekmek
için, &' (iman ettik) tabirini kullanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah,
"Müminler de, onların her biri de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine iman etti. "O'nun peygamberlerinden hiçbiri arasında
ayıran yapmayız..." (Bakara, 285) buyurmuştur.
[217]
Allah'a iman, peygamberlere
imandan önce zikredilmiştir; çünkü Allah'a iman, peygamberliğe imanın aslıdır.
İkinci mertebede, O'na indirilmiş olana iman zikredilmiştir. Çünkü diğer
peygamberlere nazil olan kitaptan onların ümmetleri tahrif ve tebdil etmiştir,
bu kitapların durumtarını bilmek de, ancak Hz. Muhammed'e inzal edilmiş olana
iman etmekle mümkündür. Binaenaleyh, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'ân, diğer
peygamberlere indirilen için bir asıl olmuş olur. İşte bundan dolayı Hz.
Muhammed'e indirileni diğerlerinden önce saymıştır. Üçüncü mertebede, ehl-i
kitabın, varlıklarını kabul ve itiraf ettiği, ama nübüvvetleri hususunda
ihtilaf etmiş olduğu bazı peygamberler zikredilmiştir. Âyetteki, (torunlar)
kelimesiyle kastedilenler, Cenâb-ı Hakk'ın Araf 160. âyetinde, oniki boyunu
zikretmiş olduğu, Yakub (a.s)'un torunlarıdır.
[218]
Allahu Teâlâ, birçok
sebeplerden dolayı, her peygamberin nübüvvetini kabul ve tasdik etmeyi vacib
kılmıştır.
a) Hz.
Peygamber'in, bütün peygamberleri doğrulayıcı olduğunu isbat etmek.. Çünkü bu
şart, mîsakın alınmasında gözönünde bulundurulmuştu.
b)
Ehl-i kitabın görüşlerinin birbirleriyle
çeliştiğine dikkat çekmek.. Bu böyledir, çünkü onlar ancak, elinde bir mu'cize
zuhur ettiği için tasdik ettikleri bir peygamberi doğruluyor ve tasdik
ediyorlardı. Bu ise, elinde bir mu'cize zuhur eden herkesin bir peygamber
olmasını iktizâ eder. Buna göre, elinde mu'cize zuhur etmiş olanların bir
kısmını tasdik edip, bir kısmını yalanlamak bir çelişkidir. Bilâkis yapılması
gereken gerçek şey, hepsini tasdik edip, hepsinin nübüvvetini kabul etmektir.
c) Cenâb-ı
Hak bu âyetten önce, "Şimdi onlar, Allah m dininden başkasını mı
arıyorlar? Halbuki, göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez O'na
boyun eğmiştir" (Ali İmran. 83) buyurmuştur. Bu, onların peygamberlerin
bazısını yalanlamada ısrar etmelerinin, Allah'ın dininden yüz çevirmek ve Allah
ile münazaaya girmek olduğuna dikkat çekmektir. İşte burada da, ehl-i kitabı nitelemiş
olduğu, hüküm ve mükellefiyetlerde Allah ile münazaaya girme hâlinin O'ndan ve
O'nun ümmetinden zail olması için, bütün peygamberlerin nübüvvetine iman
hususunu açıklamıştır.
d) Allahu
Teâlâ birinci âyette, bütün peygamberlerden, kendilerinden.gelen her peygambere
iman etsinler diye misak aldığını bildirmiştir. Bu âyette ise, Hz. Muhammed
(s.a.s)'den kendisinden önce geçmiş olan her peygamberi tasdik etsin diye ahid
almıştır; ama kendisinden sonra gelecek peygamberleri (tasdik etmesi hususunda)
bir misak almadığını zikretmiştir. Binâenaleyh bu âyet bu bakımdan, Hz.
Peygamber'den sonra bir peygamber olmayacağı hususuna kesin olarak delâlet
etmiş olur.
İmdi eğer fiili bu
âyette niçin isti'lâ ifâde eden harf-i cerriyle, önceki âyette de bir intiha
ifâde eden harf-i cerriyle müteaddi kılınmıştır?" denilirse, biz deriz ki,
her iki mânanın da bulunmasından dolayıdır. Çünkü vahiy yukardan aşağı iner ve
peygamberlere ulaşır. İşte bundan dolayı, bazan bir mana ile, bazan da diğer
mâna ile kullanılmıştır.
Yine şu da
söylenilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında (üzerimize) tabiri
kullanılmıştır; çünkü vahiy, O'nun üzerine nazil olmaktadır. Ümmet hakkında
(bize...) kelimesi kullanılmıştır, çünkü vahiy, Hz. Peygamber'den nihayet
onlara varıp ulaşmaktadır". Bu açıklama, bir zorlamadır. Şu âyetlere
bakmıyor musun? "Sana İndirilene"
(Bakara, ; "Sana kitabı indirdik" (Nisa, 105) ve iman edenlere
indirilmiş olana iman ediniz..." (âli İmran, 72).
[219]
Âlimler, daha önce
geçmiş ve şeriatları neshedilmiş olan bu peygamberlere imanın nasıl olacağı
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu İhtilâfın aslı şudur: Onların şeriatları
neshedildiğine göre, peygamberlikleri de neshedilmiş olmaz mı? Buna,
"Neshedilmiş olur" diyenler şöyle derler: "Biz onların daha önce
nebî ve resul olduklarına inanırız, ama şu anda onların nebî ve resul
olduklarına inanmayız." "Onların şeriatlarının neshedilmiş olması,
peygamberliklerinin de neshedilmiş olmasını gerektirmez" diyenler ise,
"Onların şu anda da nebî ve resul olduklarına inanırız" derler. Bu
noktaya dikkat etmen gerekir.
[220]
Âyet-i kerimedeki
"Onlardan hiçbiri arasında tork gözetmeyiz' tabiri hakkında birkaç İzah
bulunmaktadır:
a) Esamin
şöyle demiştir: Fark gözetme bazan, onları birbirinden üstün görmeyle;
bazan-da, Allah'a itaat hususunda aynı yol üzere olmadıklarını söylemek
suretiyle olur. Bundan murad şudur: Biz onların hepsinin, Allah'a davet ve
Allah'ın mükellefiyetlerine inkiyâd hususunda aynı din üzere olduklarını kabul
ediyoruz.
b) Bazı
âlimler şöyle demiştir: "Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz"
ifâdesinden murad, yahudi ve hristiyanların farklı farklı inanmaları gibi, biz
onların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmek suretiyle, "onlardan
hiçbiri arasında fark gözetmeyiz" anlamıdır.
c) Ebû
Müslim, bu ifâdeden muradın, "Biz onların üzerinde icmâ ve ittifak
ettikleri şeyleri parçalamayız, bölmeyiz" mânası olduğunu söylemiştir. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp
ayrılmayın..." (Ali İmran, 103} âyeti gibidir. Cenâb-ı Hak bir kavmi
kınayıp, parçalanıp ayrılmakla vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, aranızdaki bağlar parça
parça olmuştur. (Fayda) umduklarınızın hepsi sizleri bırakıp gitmiştir" (Enam,
94).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz O'na teslim olmuşlarız" ifâdesine gelince, bunda birkaç izah
şekli bulunmaktadır:
a) Bizim bu
peygamberlerin nübüvvetini ikrar ve kabul edişimiz ancak, Allahu Teâlâ'nın
emrine inkiyâd ettiğimiz, O'nun emrine ve hükmüne teslim olduğumuz içindir.
Bu ifâde de, O'nun durumunun, Cenâb-ı
Hakk'ın kendilerine, "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı
arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez Ona boyun
eğmiştir" (Aw imran, 83) ifadesiyle hitabta bulunduğu kimselerin
durumundan farklı olduğuna bir dikkat çekme vardır.
b) Ebû
Müslim şöyle demiştir: tabirinin mânası, "Allah'ın emrine razı olmak ve
O'na muhalefet etmemek suretiyle O'nun emirlerine teslim olan, inkiyâd
edenleriz" demektir ki, bu Allah'a iman eden kimselerin vasfıdır. Bunlar
da barış ve teslimiyetten yana olan kimselerdir. Kâfirler ise, Allah'a harb
ilan etmiş kimseler diye vasfedilirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve
Resulüne harb açanların cezası..." (Maıde, 33) buyurmuştur.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz O'na teslim olmuşlarız" sözü hasr ifâde eder.
Buna göre ifâdenin
takdiri, "riya, gösteriş ve mal talep etmek gibi başka bir maksadımız
olmaksızın, sırf Allah rızası için biz teslim olduk, inkiyâd ettik.."
şeklindedir. Bu ifâde, kâfirlerin hallerinin bunun aksi olduğuna dikkat
çekmektedir. Çünkü onlar böyle yapmaz; aksine ancak gösteriş, riya ve mal elde
etmek için bunları yapar ve bu sözü söylerler.. Allah en iyi bilendir.
[221]
"Kim İslâm'dan
başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, âhfrette en
büyük zarara uğrayanlardan olacaktır" (Âl-i Imran. 85).
Bil ki, Allahu Teâlâ
önceki âyetin sonunda "Biz Ona teslim olmuşlarız" buyurmuş, bunun
peşinden de bu âyette, dinin sadece İslâm dini olduğunu, İslâm'ın dışındaki
hiçbir dinin Allah katında makbul olmadığını, çünkü makbul olan amelin, Allahu
Teâlâ'nın kendisinden ve failinden râz.\ olup, kendisine sevap verdiği amel
olduğunu beyân etmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah
ancak, muttaki olanlardan kabul buyurur" (MSide, 27) buyurmuştur. Daha
sonra Hak Teâlâ, İslâm dininin dışındaki dinlere mensup hiç kimsenin dininin,
Allah katında makbul olmadığı gibi, aynı zamanda o kimsenin âhirette hüsrana
uğrayanlardan olacağını açıklamıştır. Âhirette hüsrana uğramak, sevaptan mahrum,
cezaya da duçar olmakla gerçekleşir. Bu hüsran ifâdesine kişinin dünyada iken
yapamadığı salih amellere karşı duymuş olduğu üzüntü ve keder ile, yine dünyada
iken kendi bâtıl dinini yerleştirme hususunda katlandığı çile ve meşakkatler de
dâhildir. Bil ki bu âyetin zahiri, imanın İslâm olduğuna delâlet eder. Çünkü,
eğer iman İslâm'dan ayrı olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Kim İslâm'dan başka bir
din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecektir" buyurduğu için, o imanın
makbul olmaması gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedeviler,
"iman ettik" dediler; de ki, "siz iman etmediniz ama, İslâm
olduk deyin..." (Hocurat. ^âyetinin zahiri İslâm'ın iman'dan başka bir şey
olduğunu gösterir. Bu iki âyet, birinci âyeti örf-i şer'îye, ikinci âyeti de
vaz-ı lûgavîye hamletmekle uzlaştırılabilir.
[222]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/301.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/301.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/301-302.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/302.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/302.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/302-303.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/303.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/303-304.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/304.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/304.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/304.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/304-305.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/305-306.
[14] Müslim, Salat, 215 (1/350).
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/306-307.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/308.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/308.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/309.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/309-310.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/310.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/310.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/310-311.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/311.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/311-312.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/312.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/312-313.
[27] Allah'ı, varlıklara hulul eden her yerde mevcut, her
dilde konuşan bir insan şeklinde tasavvur eden sapık mezhepler (Ç).
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/313-315.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/315-316.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/316-317.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/317.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/317-318.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/318.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/319.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/319.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/319.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/319-320.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/320-321.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/321-322.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/322-323.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/323.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/323-324.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/324.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/324.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/325.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/325.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/325.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/325-326.
[49] Bu kelime kitapta şeklinde ise de daha önce şeklinde
geçtiği için ve manaya bu daha uygun düştüğü için bunu tercih ettik (Ç).
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/326-327.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/327-328.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/328-329.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/329.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/329.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/329.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/330.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/330.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/330-331.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/331.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/332.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/332.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/332.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/332-333.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/333-334.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/335.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/335.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/336-337.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/337-338.
[69] Bu bir darb-ı meseldir. Yani, "Damlaya damlaya
göl olur" (Ç).
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/338-339.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/339.
[72] Benzeri bir hadis için bkz Buhâri, Fezâil'ül-Ashab,
13; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 48, (4/1879).
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/339-340.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/341.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/341.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/341-342.
[77] Buhâri, İman, 37.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/342-344.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/344.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/344.
[81] Bu imparator, M.S. 14-37 arasında hüküm süren Tiberius
olmalı (Ç).
[82] Batılılara göre. Tiberius'dan sonraki imparatorun adı
Câligula olup 37-41 arasında tahtta kalıp öldürülmüştür. (Ç).
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/345-346.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/346.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/347.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/347.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/347.
[88] Bu manada bazı hadisler için bkz. Tirmizi, Fiten, 54,
62 (4/506.515).
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/347-351.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/352-354.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/354.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/355.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/355.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/356.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/356.
[96] Mütevatir kıraatler arasında tercih veya tafdilde
bulunmak doğru değildir; zira hepsi de sabittir. Müfessirimizin kasdı da bu
değildir. Anlaşılan o, mâna bakımından, böyle bir değerlendirme yapmaktadır
(Ç).
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/356.
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/356.
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/356-357.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/357.
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/357.
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/357.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/358.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/358.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/358-359.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/359-360.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/360.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/360.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/360.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/360-362.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/362-363.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/363.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/364.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/364.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/364.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/365.
[117] Başlangıçta Hz. Peygambere httab edilmişken, peşinden
gelen "kadınlarınız" cemi zamiri, ümmetin kasdedildiğini gösterir
(ç).
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 6/365.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/366-367.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/367-369.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/370-371.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/371.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/371-372.
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/372-373.
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/373-374.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/374.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/374-376.
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/376.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/376.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/377.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/377.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/377-378.
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/379-381.
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/381.
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/381-382.
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/382.
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/383-384.
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/384-385.
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/385.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/385.
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/386-387.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/387-389.
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/389.
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/389-390.
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/390-391.
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/391.
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/392.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/392-393.
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/393.
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/393-394.
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/394-395.
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/396.
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/396.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/396-402.
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/402-404.
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/404.
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/405.
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/405.
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/405-406.
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/406.
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/407.
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/407.
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/408.
[164] Benzeri bir hadis için bkz Tirmizt, Sünen, Büyü, 39
(3/565); Vesâya, S (4/433).
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/408.
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/409.
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/409-410.
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/411.
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/412.
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/412-413.
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/413-414.
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/414-416.
[173] (Benzeri hadis için bkz. Buhİri, istikraz, 12-13;
Nesai, bûyû, 100 (7/316-317).
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/416-418.
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/418-420.
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/420-421.
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/421-422.
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/422-423.
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/423.
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/423-424.
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/424.
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/424.
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/424-425.
[184] İbarenin tercümesi böyledir. Fakat kıraat imamının
kendi kıraati hakkında delil getirip rüçhaniyet iddia etmesini garipsedik. Pek
rastladığımız bir hadise değildir. Zira on kıraatin herbiri mütevatir olup
aralarında tercih söz konusu değildir. Bunun zühul olduğunu zannediyoruz ve
menşeini bilmiyoruz, muhtemelen Ebû Amr'ın ifadesinin gayesi; Arapçada
ilade ettiği mana
yönünden bu mânanın
daha zahir olduğunu kasdetmektir. (ç).
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/425-426.
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/426.
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/426-427.
[188] Müslim, zikir, 73 (4/2088); İbn Mâce, Mukaddime, 23
(1/92) (uzunca bir hadisten...}.
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/427.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/427-428.
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/428.
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/428.
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/428.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/429.
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/429.
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/429-432.
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/432-434.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/434.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/434-436.
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/436.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/437.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/437.
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/437.
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/438.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/438.
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/439.
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/439-440.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/440.
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/440-441.
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/442.
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/442-443.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/443.
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/443-444.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/444-445.
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/445-446.
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/446.
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/446-447.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/447.
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/447-448.
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/448.
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/449-450.
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 6/450.