Hz. Zekeriyya'm n İşaretle Konuşması 5

Birinci Mesele. 5

İkinci Mesele. 5

Zikir Konusunda Buradan Alınacak Ders. 5

Aşiyy ve İbkâr Kelimelerinin Mânası 5

Birinci Mesele. 5

İkinci Mesele. 6

Üçüncü Kıssa. 6

Hz. Meryem'in Tertemiz Oluşu. 6

Birinci Mesele. 6

İkinci Mesele. 6

Üçüncü Mesele. 6

Hz. Meryem'in Istıfa Edilmesinin Mânası 7

Beşinci Mesele. 7

Meryem'in Secde Ve Rükû İle Mükellefiyeti Hakkında. 7

Bu Gaybî Hadiseleri Bildirmek Hz. Peygamberin Nübüvvetinin Delilidir 8

Birinci Mesele. 8

İkinci Mesele. 8

Meryem'e Kimin Bakacağı Hususunda Kur'a Çekmeleri 8

İkinci Mesele. 9

Üçüncü Mesele. 9

Dördüncü Mesele. 9

Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemeleri 9

Birinci Mesele. 10

İkinci Mesele. 10

Hz. İsa'ya "Kelime" Denilmesi Hangi Mânaya Gelir?. 10

Hz. İsa'nın Babasız Yaratılmasının İzahı 10

Mesih Lafzının Mânası 11

Hz. İsa İle İlgili Bazı Sorular ve Cevaplar 12

Hz. İsa Dünyada da Ahirette de İtibarlıdır 12

Birinci Mesele. 12

İkinci Mesele. 13

Hz. İsa'nın Beşikte ve Olgunluk Çağında Konuşması 13

Birinci Mesele. 13

İkinci Mesele. 13

Üçüncü Mesele. 13

Kehl Tabirinin Mânâsı 14

Hz. İsa'nın Bebek İken Konuşmasına Hrfstiyanların İtirazı 14

Birinci Mesele. 15

Kitap, Hikmet, Tevrat ve İncil'in  Sıralanmasındaki Sır 15

Hz. İsa'nın, İsrailoğullarına Resul Gönderilmesi 15

Birinci Mesele. 15

İkinci Mesele. 16

Üçüncü Mesele. 16

Birinci Çeşit Mucize. 16

Hz. İsa'nın Mucizelerinden Birinci Nev'i: Çamurdan Kuş. 16

Birinci Mesele. 16

Halk (Yaratma) Burada "Ölçmek, Takdir” Manasındadır 16

Allah'a Hâlık İsmi Verilmesine İtiraz Edenlere Cevap. 17

Birinci Mesele. 17

Hz. İsa'nın Nefesi (Üflemesi) 18

Üçüncü Mesele. 18

Dördüncü Mesele. 18

İkinci, Üçüncü Ve Dördüncü Çeşit Mucizeler: Hastalar Ve Ölüler 18

Beşinci Nev'i Mucize: Gaybdan Haber Vermesi 18

Birinci Mesele. 19

İkinci Mesele. 19

Hz. İsa'nın Tevrat'ı Tasdik Etmesinin Mânası 19

Birinci Mesele. 19

İkinci Mesele. 19

Hz. İsa'nın Şeriatının Bazı Haramları Helal Kılması 20

Hz. İsa'nın Yahudilerde İnkâr Alametleri Görmesi 21

İkinci Mesele. 21

Birinci Mesele. 21

İkinci Mesele. 22

Havari Kelimesinin Mânası 22

Birinci Mesele. 22

İkinci Mesele. 23

Hz. İsa'nın, Küçüklüğünde Boyacının Yanında Çalışması 23

Havarilerin Gördüğü Bazı Mu'cizeler 23

Üçüncü Mesele. 24

Yahudilerin Hz. İsa'ya Tuzak Hazırlamaları 25

Birinci Mesele. 25

Allah Teâlâ'nın Mekrinin Mânası 25

Üçüncü Mesele. 26

Birinci Mesele. 26

İkinci Mesele. 26

Buyruğunun İzahı 26

Hz. İsa Yerine Başkasının Asılması Ve Bundaki Problemler 28

Kâfire Dünya Hayatında Verilen Azap Hakkında. 29

İkinci Mesele. 30

Üçüncü Mesele. 30

Birinci Mesele. 30

İkinci Mesele. 30

Üçüncü Mesele. 30

Dördüncü Mesele. 30

Birinci Mesele. 31

İkinci Mesele. 31

Üçüncü Mesele. 31

Hakim Kelimesinin Mânâsı 31

Hz. Âdem İle Hz. İsa Arasındaki Benzerlik. 32

Birinci Mesele. 32

İkinci Mesele. 32

Üçüncü Mesele. 32

Hz. Âdem'in Topraktan Yaratılması ve Bunun Hikmetleri 32

Âdem'in Yaratılması, Ona "Ol!" Emri Verilmesinden Önce Görünüyor?. 33

Beşinci Mesele. 34

Birinci Mesele. 34

İkinci Mesele. 34

"Sakın Şüphe Etme" Demenin Mânası 34

Dördüncü Mesele. 34

Hristiyanlara Mübahele Teklifi 35

Râzi'nin Bir Hristıyan Bilgin İle Münakaşası 35

İkinci Mesele. 36

Üçüncü Mesele. 37

Dördüncü Mesele. 37

Bazı Şiilerin Hz. Ali'yi Enbiyadan Üstün Saymasının Reddi 37

İbtihal Kelimesinin Mânası 38

İndirilen Azapta Çocukların İmhasının İzahı 38

Bu Hadisenin Nübüvvete Delâleti 39

Birinci Mesele. 39

İkinci Mesele. 40

Üçüncü Mesele. 40

Kıssa Kelimesi Hakkında Bilgi 40

Ehl-i Kitap İle Diyalog. 40

Birinci Mesele. 41

Hristiyanlann Müşrik Sayılmalarına Sebep. 42

Rab Edinmenin Mânâsı Nedir?. 42

Hz. İbrahim'in Yahudi ve Hristiyanlıkla Münasebeti 42

Birinci Mesele. 43

İkinci Mesele. 43

Üçüncü Mesele. 43

Ehl-i Kitap, Müslümanları Saptırmak İster 44

Ehl-i Kitap, Hz. Peygamberi Bile Bile İnkâr Ediyor 45

Birinci Mesele. 45

İkinci Mesele. 45

Birinci Mesele. 46

İkinci Mesele. 46

Üçüncü Mesele. 47

Yahudi Taktiklerinden: Önce İnanıp Sonra İslâm'dan Caymak. 47

Birinci Mesele. 47

İkinci Mesele. 48

Üçüncü Meslele. 48

Fadl Kelimesinin Mânası 51

Yahudilerin Emanete Hıyanet Etmeleri 51

Birinci Mesele. 51

İkinci Mesele. 52

Kıntar Kelimesinin Mânası 52

Dördüncü Mesele. 52

Birinci Mesele. 53

İkinci Mesele. 53

Yahudilerin, Yahudi Olmayanların Matlarını Mubah Saymaları 53

Birinci Mesele. 53

İkinci Mesele. 54

Üçüncü Mesele. 54

Âl-i İmran 77. Ayetin İniş Sebebi 55

Birinci Mesele. 55

Allah'a Verdikleri Ahdi Bozanları Bekleyen Beş Nevi Ceza. 56

Allah Teâlâ'nm, Mücrimlerle Konuşmaması ve Onların Yüzlerine Bakmaması 56

Bazı Yahudilerin Dillerini Eğip Bükerek Sözleri Tahrif Etmeleri 57

Tevrat'ın Tahrifi Daha Ziyade Mânadadır 57

Âl-i İmran 79. Âyetin Nüzul Sebebi 59

Kitap ve Nübüvvet Verilen Peygamber İnsanları Kul Edinmez. 59

Üçüncü Mesele. 60

Birinci Mesele. 60

İkinci Mesele. 60

Birinci Mesele. 60

İkinci Mesele. 60

Birinci Mesele. 61

İkinci Mesele. 61

Üçüncü Mesele. 62

Dördüncü Mesele. 62

Birinci Mesele. 62

İkinci Mesele. 62

Üçüncü Mesele. 62

Birinci Mesele. 63

İkinci Mesele. 63

Üçüncü Mesele. 63

Diğer Peygamberlerin Hz. Muhammed'in Nübüvvetini İkrar Etmeleri 63

Ahidden Maksad, Enbiyanın Hz. Muhammed'in Geleceğini Bildirmeleridir 64

Kelimesindeki Üç Farklı Kıraatin İzahı 65

Birinci Mesele. 65

İkinci Meesele. 66

Üçüncü Mesele. 66

Buradan Bütün Peygamberlere Kitap Verildiği Anlaşılıyor, Oysa Böyle Değildir 66

Beşinci Mesele. 67

Altıncı Mesele. 67

Hz. Muhammed'in Önceki Peygamberleri Tasdikinin Mânası 67

Peygamberlerden Alınan Mîsakın Mahiyeti 67

Birinci Mesele. 68

İkinci Mesele. 68

Şahitliğin Bu Âyetteki Mânası 68

İslâm Cansız Kâinatın Bile Tâbi Olduğu Dindir 69

Birinci Mesele. 69

İkinci Mesele. 69

Üçüncü Mesele. 69

İslâm’ın Bu Âyetteki Mânası 70

İkinci Mesele. 70

Birinci Mesele. 71

İkinci Mesele. 71

Hz. Peygamberin, Diğer Enbiyayı Tasdikindeki Hikmetler 71

Üçüncü Mesele. 72

Peygamberler Arasında Ayırım Yapmamak Gerekir 72


Hz. Zekeriyya'm n İşaretle Konuşması

 

Cenâb-ı Hakk'ın"İşaretleşmenin dışında..." buyruğuna gelince bunda iki mesele vardır: [1]

 

Birinci Mesele     

 

kelimesinin aslı, hareket etmektir. Bir şey hareket ettiği zaman, denilir. Bu anlamda olmak üzere, denize dedenilir.

Sonra âlimler, buradaki remz hususunda, çeşitli görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir:

a) Bu, nasıl olursa olsun et, baş, kaş, göz veya dudaklarla yapılan işaretten

ibarettir.

b) Remz, konuşma veya ses olmaksızın, kelimeyi dudak hareketleriyle göstermekten ibarettir. Alimler, "Remz kelimesini bu mânaya hamletmek daha uygundur; çünkü remz ile konuşma sırasındaki dudakların hareketi, sesli konuşma sırasındaki dudak hareketlerine uygun olacağı için, işaretle anlatım, mümkün bir şeydir. Buna göre bu hareketlerle, kişinin zihnindeki mânaları anlamak daha kolay olmuş olur.

c) Zekeriyya  (a.s)'nın gizli  ve  alçak  bir  sesle  konuşmuş olması mümkündür. Buna göre, sadece yüksek sesle konuşması yasaklanmıştı...

Eğer, "Remz, bir söz çeşidi değildir; o halde niçin insan­larla konuşmamandır" ifâdesinden istisna edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Remz, konuşmadan kastedilen amacı yerine getirdiği için, "söz" olarak isimlendirilmiştir. Ve yine bu istisnanın, "istisna-yı munkatî" olması da müm­kündür. Ama biz "remz" kelimesini alçak sesle konuşma manasına alırsak, buradaki problem kendiliğinden ortadan kalkar. [2]  

 

İkinci Mesele

 

Yahya İbn Vessâb, buradaki lyj kelimesini,  (rumuz, işaret) kelimesinin çoğulu olarak şek­linde iki ötre ile okumuştur.. Nitekim{pey­gamber, elçi) kelimesinin çoğulu da, bunun gibi gelmektedir... Bu kelime yineharflerinin fethasıylaşeklinde de okunmuştur. Bu durumdakelimesi, Zekeriyya (a.s) ve diğerjnsanlardan hâl.olmuş olur. Buna göre ifâdesinin mânası"Nasıl ki insanlar bir dilsizle işaretlerle konuşuyor, dilsizler de onlara işaretlerle cevaperiyorsa, bunun gibi, sen de insanlarla karşılıklı olarak remz ve işaretlerle konuşacaksın" şeklinde olur. [3]

 

Zikir Konusunda Buradan Alınacak Ders

 

Hak Teâlâ sonra, "Sen, Rabb'ini çok zikret" buyurmuştur. Bunun iki izahı bulunmaktadır:

a) Allahu Teâlâ onun dilini, işaret ile konuşmanın dışında, dünya meselelerini konuşmaktan alıkoydu. Ama, zikir ve tesbihat konusundaysa, dili normal işini icra ediyordu.. İşte bu da, apaçık mu'cizeler cümlesindendir.

b) Buradaki zikir'den murad, kalb ile zikirdir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ'nın marifet denizine gark olmuş olanların âdeti, başlangıçta bir süre lisân ile zikre devam etmektir. Kalb, Allah'ın zikrinin nurlarıyla dolduğundaysa, dil susar, zikir kalbte devam eder. İşte bundan dolayı arif kimseler, "Allah'ı tanıyanın, dili tutulur" demişlerdir. Buna göre Zekeriyyâ (a.s) sanki, susmak ve zikir ile marifetin mânalarını kalbinde hatırlayıp tutarak, onları devam ettirmekle ernrolunmuştur. [4]

 

Aşiyy ve İbkâr Kelimelerinin Mânası

 

 "Ve akşam sabah O'nu teşbih et" sözün e iki mesele vardır: [5]

 

Birinci Mesele     

 

kelimesi, güneşin ufka doğru inmeye başladığı zamandan ufukta kayboluncaya kadar geçen zamanı ifâde etmektedir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Ne, kuşluk serinliğinin katlanabileceğin gölgesi vardır. Ne de akşam serinliğinin tadacağın gölgesi..."

kelimesi, güneşin zeval vaktinden, tamamiyle battığı süreye kadar geçen zaman içerisindeki gölgedir.

 kelimesi ise, bir kimse sabah erkenden bir iş için yola çıktığı zaman söylenilen, kelimesinin masdarıdır. kelimeleri de aynı mânaya gelmektedir. İlk çıkan mahsûle ve meyvelere adının verilmesi de bundandır. İşte kelimenin kök mânası budur. Daha sonra, fecrin doğuşu ile kuşluk vaktine kadar olan zamana, ' adı verildiği gibi,  adı verilmiştir.

Bazı âlimler ise bu kelimeyi, hemzenin fethasıyta jlxftH şeklinde okumuş­lardır. Bu,(seher vakti) kelimesinin çoğulunun  oluşu gibi, keli­mesinin çoğuludur. Nitekim, bâ ve kâf harflerinin fethasıyla(Ona sabah erkenden geldim) denilir. [6]

 

İkinci Mesele       

 

Âyetteki ifâdesi hakkında şu iki görüş zikredilmiştir:

1- Bundan murad, "namaz kıl" demektir. Çünkü namaz da "Teşbih" diye adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haydi akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı "teşbih edin" (Yani namaz küm)" (Rum, 17) buyurmuştur. Namaz içinde teşbih de yapıldığından ötürü, namazın "Teşbih" diye adlandırılması caiz olmuştur. İşte burada delil, şu iki bakımdan bu ihtimalin olabileceğini göstermektedir:

a) Şayet biz bu ifâdeyi "teşbih" ve "tehlîl" etme manasına alır isek, bu âyet ile bundan önceki "Babb'ini çok zikret" âyeti arasında bir fark olmazdı. Binâenaleyh bu bâtıl olmuş olur. Çünkü birşeyin yine kendisine, (aynısına) atfedilmesi caiz değildir.

b)  Bu, Hak Teâlâ'nın,  "Gündüzün iki tarafinda namaz kıl" (Hûd, 114) âyetine son derece uygundur.

2- Hak Teâlâ'nın "Rabb'Sni çok zikret" ifadesi lisân ile zikretme mânâsına hamledilir. [7]

 

Üçüncü Kıssa

 

Hz. Meryem'in Tertemiz Oluşu

 

"Hani melekler: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah sana seçkin bir hususiyet verdi. Seni tertemiz (büyüttü), seni dünyadaki bütün kadınlar üzerinde mümtaz kıldı. Ey Meryem huşu ile Rabb'inln divanına dur, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et" demişlerdi" (Al-i İmran, 42-43).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [8]

 

Birinci Mesele   

 

Buradaki kelimesinin i'rabtaki âmili, bu sûrenin âyetinin (35. âyet) başındaki fadesidir. Sonra bu âyet, 35. âyete atfedimiştir. Bunun takdirinil (Meleklerin şöyle şöyle dediği zamanı hatırla) şeklinde olduğu da söylenmiştir. [9]

 

İkinci Mesele      

 

Âlimler, buradaki "Melekler" den maksadın, sadece Cebrail (as) olduğunu ve bunun aynen, "O (Allah), kendi emri ile meleklerle ruhu (vahyi) gönderir" (Nam, 2). (Yani, Cebrail (a.s) ile...) âyeti gibi olduğunu söylemişlerdir. Her nekadar bu mânâ, âyetin zahirini bırakma gibi görünüyor ise de, verilmesi gereken bir mânâdır. Çünkü Meryem Süresindeki bir âyet, Hz. Meryem ile konuşanın Cebrail (a.s) olduğunu göstermektedir. O da, şu âyettir: "Derken biz ona ruhumuz (Cebrail'i) göndermiştik de o kendisine yaratılışça tam bir beşer şeklinde görünmüştü" (Meryem.18). [10]

 

Üçüncü Mesele

 

Bil ki, Meryem (a.s), bir peygamber değildi. Çünkü Allah Teâlâ, "Biz senden evvel de kendilerine vah-yettfğimiz erkeklerden başkasını (peygamber olarak) göndermedik" (Enbiya, n (ve Yusuf, 109) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Cibril (a.s)'i ona göndermek, ya onun için bir keramettir, ki bu velilerin kerametini mümkin gören kimselerin görüşüdür; ya da Hz. İsa (a.s) için bir irhâstır, ki bu da hem bize, hem de Mu'tezile'den Ka'bî'ye göre caizdir; Yahut da Hz. Zekeriyya (a.s) için bir mu'cizedir, ki bu da Mu'tezile'nin ekserisinin görüşüdür. Bazı âlimler bunun, Cenâb-ı Hakk'ın da "Musa'nın anasına da... diye vahyettik" (Kasas.7)âyetinde belirttiği gibi, Hz. Musa (a.s)'ın annesine olduğu gibi, ruha bir mana üfleme, kalbe ilkâ ve ilham kabilinden bir şey olduğunu söylemişlerdir. [11]

 

Hz. Meryem'in Istıfa Edilmesinin Mânası

 

Bil ki bu âyette ilk önce "istifa" (seçme, seçkinkılma), sonra ikinci olarak temizleme, üçüncü olarak da, âlemlerin kadınları üzerine mümtaz kılma (ıstıfâ) zikredilmiştir. Birinci istifa1 nm, ikinci "ıstrta" iie aynı mânada olması caiz değildir. Çünkü birşeyi aynen tekrar etmek uygun düşmez. Binâenaleyh birinci "tstıfa"yı. Hz. Meryem'in ömrünün ilk yıllarında başına gelen güzel işlere, ikinci "ıstıfa"yı ise ömrünün son yıllarında karşılaştığı güzel şeylere hamletmek gerekir.

Birinci istifa şunlarla alakalıdır:

1- Allah Teâlâ, ondan başka hiçbir kadına böyle olmayı nasip etmemiş iken, kadın olmasına rağmen onun Beyt-i Makdis'in hizmeti için verilmesini kabul buyurmuştur.

2- Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Hz. Meryem'i annesi doğrurur doğurmaz ona hiçbirşey yedirip emzirmeden onu Hz. Zekeriyya (a.s)'ya teslim etmiş ve onun rızkı cennetten gelmeye başlamıştır."

3- Allah Teâlâ, onu kendisine ibâdet etsin diye başka meşgalelerden uzaklaştırmtş ve bu mânada çeşitli lütuf, hidayet ve ismetlerini ona has kılmıştır.

4- Hak Teâlâ, onun iaşesini, kendi uhdesine almış, böylece "(Zekerfyya), "Meryem bu sana nereden (geliyor?) dedi. O da, "Bu, Allah tarafindandır" (âı-i imran. 37) âyetinde de belirtildiği gibi, onun rızkı Allah tarafından gelmiştir.

5- Cenâb-ı Allah, ona meleklerin sözünü açıkça duyurmuştur. Bu, ondan başka hiçbir kadına nasib olmamıştır. İşte birinci "ıstıfa"dan maksad bunlardır.

Âyetteki temizleme (tertemiz büyütme)nin manaları da şunlardır:

1- Allah Teâlâ onu inkâr ve günahtan tertemiz kılmıştır. Bu, tıpkı Allah Teâlâ'nın Hz.Peygamber (s.a.s)'in hanımları hakkında buyurduğu, "(Allah) sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzâb. 33) âyeti gibidir.

2- Allah Teâlâ, onu erkeklerin dokunmasından uzak tutup temizlemiştir.

3- Onu,  hayızdan temiz ve uzak kılmıştır. Âlimler onun hiç hayız görmediğini söylemişlerdir.

4- Allah, onu kötü işlerden ve çirkin âdetlerden uzak tutarak temizlemiştir.

5- O,   Meryem'i  yahudilerin  katilliğinden,  töhmet ve yalanlarından muhafaza ederek temiz kılmıştır.

İkinci "ıstıfâ"dan murad ise şudur: Allah Teâlâ, Hz. İsa'yı ona babasız olarak vermiş, İsâ (a.s)'yı, annesinden doğarken konuşturmuş ve böylece o da, annesinin ileri sürülen töhmetlerden temiz olduğunu gösterecek şeylerle şehâdette bulunmuş ve Cenâb-ı Hak hem onu, hem de oğlunu bütün insanlar için bir mu'cize kılmıştır. İşte bu üç lafızdan kastedilen manalar bunlardır. [12]

 

Beşinci Mesele  

 

Hz. Peygamber (s.a.s) "(örnek olarak) âlemin kadınlarından şu dördü saha yeter: Meryem, Ftravun'un kansı Asiye, Hatice ve Fatma" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu hadisin, sayılan dört kadının, bütün kadınlardan efdal olduğuna delâlet ettiği; âyetin de Meryem (a.s)'ın bunların hepsinden efdal olduğuna delâlet ettiği ve buna göre bundan muradın, Hz. Meryem'in kendi zamanındaki kadınlar üzerine seçilip mümtaz kılındığını söylemenin, zahiri manayı bırakmak olduğu ileri sürülmüştür.

Sonra Hak TeâlâEy Meryem huşu Rabb'-inin divanına dur, secdeye kapan" buyurmuştur. Âyette geçen "Kunût" keli­mesinin ne manaya geldiği, (Bahara, 238) âyetinin tefsirinde geçti. Hülâsa olarak diyebilirz ki, Allah Teâlâ kendisinden olan bu büyük bağış ve lütuflannı Hz. Meryem'e has kıldığını beyân buyurunca o güzel nimetlere şükretmesi için daha fazla taatta bulunmasını gerekli kılmıştır. Bu âyetle ilgili şu sorular vardır: [13]

 

Meryem'in Secde Ve Rükû İle Mükellefiyeti Hakkında

 

Birinci soru: Allahu Teâlâ niçin bu âyette secdeyi rükûdan önce zikretmiştir?

Cevap:

a) Bunların başındaki atıf vâvı, tertibi değil, beraberliği ifâde eder.

b) Kulun, Allah'a en yakın olduğu zaman, secde ettiği zamandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)"Kulun, Rabb'ineen yakın olduğu zaman, secde esnasındaki hâlidir"[14] buyurmuştur. Secde bu derece faziletli ve şerefli olduğu için, Cenâb-ı Hak onu diğer ibâdet şekillerinden önce zikretmiştir.

Sonra Cenâb-ı Allah "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur. Bu, Allah'ın ona namaz kılmayı emrettiğinin bir işaretidir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak ona, çoğu zaman secdeye devam etmesini emretmiştir. Fakat o, namazı belli vakitlerde kılıyordu.

c) Ibnu'l-Enbârî, âyetteki tabirinin genel olarak, ibâdeti emir, bundan

sonrakitabirinin ise, uygun vakitlerde secde ve rükûyu emir manasında olduğunu; yoksa bundan muradın, hem secdeyi hem de rükûyu beraber yapıp, secdeyi rükûdan önce yapması manasında olmadığını belirtmiştir. Allah en iyi bilendir.

d) Namaz,  "secde" diye de adlandırılır.  Nitekim  Cenâb-ı  Hakk'ın, "Secdelerin arkasından da O'nu teşbih et" (Kâf, âyetinde de "secde" na­maz manasına alınmıştır. Hadiste "Sizden biri mescide girdiği zaman iki secde yapsın, yani iki rekat namaz kılsın"  buyurmuştur.  Yine  "mescid"  lafzı  da,  "sücûd"  (secde etme) masdarından bir isimdir ki, bundan maksat, secde edilecek değil, namaz kılınacak yer demektir. Bir de namazın en şerefli parçası secdedir. Bir şeyi en şerefli parçasının ismi ile adlandırmak, meşhur bir mecâz çeşididir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki Hak Teâlâ'nın, emrinin mânası, "Ey Meryem kalk"emrinin mânası ise "namaz kıl" demektir. Binâenaleyh "secde" ile namaz kastedilmiş olur. Bunun peşine "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyurmuştur ki bu ya ona cemaatla namaz kılmasını emir olur; bu durumda 'Secdeye kapan" buyruğu, tek başına namaz kılmayı, "ve rükû edenlerle beraber rükû et" buyruğu da cemaatla namaz kılmasını emir olur. Veyahut da rükûdan maksat tevâzûdur. Bu durumda da "secdeye kapan" sözü, açıkça namazı emir, "rükû edenlerle beraber rükû et" sözü ise namazda kalben huşu ve huzur içinde olmasını emretmek olur.

e)  Belki de onların şeriatına göre, secde rükûdan önce idi.

İkinci soru: Âyetteki "Rükû edenlerle beraber rükû et" emrinden murad nedir?

Cevap: Bunun manasının, "Onların yaptığı gibi yap" şeklinde olduğu, ve yine bu emirden muradın, her nekadar Meryem, insanların içine karışmasa dahi, Beyt-i Makdis'in etrafında yaşayan kimselerle birlikte Beyt-i Makdis'te cemaat halinde namaz kılmasının emredilmesi olduğu da söylenmiştir.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hak niçin "Rükû eden kadınlarla birlikte rükû et" dememiştir?

Cevap: Çünkü erkeklerin içine karışmadan uygun bir yerde erkeklere uymak, kadınlara uymaktan daha efdaldır.

Bil ki müfessirler şöyle demişlerdir: "Melekler bu sözleri açıkça bizzat Hz. Meryem'e söyleyince o kalkıp namaz kılmaya başlamış ve ayakları şişip, ayaklarından kanlar akıncaya kadar namaz kılmıştır. [15]

 

Bu Gaybî Hadiseleri Bildirmek Hz. Peygamberin Nübüvvetinin Delilidir 

 

"Bunlar, sana vahyetmekte ğumuzgayb haberierindendir. Meryem'ionlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken senyanlarında eğildin. Çekişirlerken de yine yanlarında yoktun" (Âl-i İmran, 44).

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktardır: [16]

 

Birinci Mesele     

 

(Bunlar) lafzı, yukarıda geçen şeylere işarettir. Buna   göre   mânası,   "yukarıda   geçen   Hanne, Zekeriyya, Yahya ve Meryem oğlu İsa'nın kıssaları gayb haberlerindendir. Binâenaleyh sen bunları ancak vahy ile bilebilirsin" şeklindedir.

İmdi, eğer: "Hz. Peygamberin, o hâdiseleri görmediği bildiriliyor. Bu zaten belli olup şüphe konusu değildir. Halbuki onları, o kıssaları bilenlerden nakletmesi zannı bulunduğu halde böyle bir nakil şüphesi reddedilmiyor?" denilirse cevaben deriz ki: Bu yahudilerce yakînen bilinen bir şeydi. Çünkü Hz. Peygamberi(s.a.s) okuyup yazan birisi değildi ve onlar da vahyi inkâr ediyorlardı. Bu durumda geriye sadece müşahede kalmıştı. Bu müşahedede, olmayacak bir şey görülse de, okuyup yazmasını bilmediğini bildikleri halde, vahyi inkâr edenlere hakaret olsun diye, nefyedilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz zaman sen batı tarafında (hazır) değildin, görenlerden de değildin " (Kasas. 4); "Nfdâ ettiğimiz vakit de sen Tûr dağının yanında değildin" {Kasas. 46); "(Yusufun kardeşleri) işleyecekleri işi kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102} ve "Onları bundan evvel ne sen biliyordun ne kavmin" (Hüd, 49) âyetleridir. [17]

 

İkinci Mesele      

 

gaybtan haber vermektir.ise, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli manalarda kullanılmıştır. Bu mana­ları, "Vahy, vahyolunana işaret etme, yazma ve bunlar gibi başka gizli yollarla birşeyi bildirmektir" şeklindeki tarif toplar. Bu tarife göre, ilham da vahiy sayılır. Nitekim Hak Teâlâ, "Rabb'İn bal arısına vahyetti..." (Nam,68);Şeytanlar hakkında, "Onlardostlarına vahyederler" (Enam, 121), ve "(Zekeriyya) onlara "sabah akşam teşbihte bulunun" dîye vahyetti" (Meryem, 12) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak bu şeyleri Cebrail (a.s) vasıtası ile, başka insanlara gizli ve kapalı olacak bir biçimde Hz. Peygamber (a.s)'e ulaştırınca, bunu "vahiy" olarak isimlendirdi.

Cenâb-t Allah'ın, "Meryem'/ onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken (sen yanlarında değildin)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [18]

 

Meryem'e Kimin Bakacağı Hususunda Kur'a Çekmeleri              

 

Âlimler, o kalemlerin ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

a) "Kalemler"den murad, onların Tevrat ve diğer kitapları yazdıkları kalemlerdir. Bu kalemler ile şu

şekilde kura çekmişlerdir: Kalemi, suyun akış isti­kâmetinin ters yönüne doğru giden, bu kefalete hak kazanacaktı. Onlar bunu yaptıklarında, Zekeriyya (a.s)'nın kalemi sadece bu şekilde suyun aksi istikametine gitti. İşte böylece ontar, Hz. Meryem'i onun himayesine almasını kabul ettiler. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür.

b) Onlar değneklerini akan suya attılar, sadece Zekeriyya (a.s)'mn değneği suyun akış istikâmetinin tersine gitti. Böylece kurayı o kazandı. Bu, Rebî'in görüşüdür.

c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onların kalemlerini atmaları, ümmetlerin ihtilâf esnasında kur'a çekmeleri manasındadır. Onlar böylece, üzerlerinde isimleri yazılı olan şeyleri kur'a için çekiyorlar, kimin ismi çtkar ise, onu ona veriyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken onlar kur'a çekmişlerdi de (Yunus) yenilenlerden olmuştu" (Satfat, i4i> buyurmuştur.  Bu, Arapların  kumarda kazanılan devenin etini paylaşmak için çektikleri fal oklarına benziyor. Bu hisseler, kesilip parçalandığı için, "kalemler" diye adlandırılmıştır. Birşeyi parça parça edersen iîU* dersin. İşte bu sebepten dolayı, yazı yazılan şeye de "kalem" denmiştir.

Kâdî şöyle demiştir: "Bu şeylere kalem denilmesi, aslî iştikak bakımından doğru ise de, örf, "kalem" kelimesini yazı yazılan şey mânasına tahsis etmiştir. Binâenaleyh bu lafzı bu mânâya almak gerekir. [19]

 

İkinci Mesele      

 

Âyetin zahiri onların, o istedikleri şeyi elde etme hususunda kalemlerini, bazısının bazısından imti­yazlı olduğunu ortaya koyacak bir biçimde bir şeye attıklarına delâlet etmektedir. Fakat bu atmanın nasıl olduğuna dâir bir işaret yoktur. Ancak ne var ki haberde, onların kalemlerinin suyun akış yönünün ters istikametinde hareket etmesi şartıyla kalemlerini suya attıkları ve böylece de ona mâlik oldukları rivayet edilmiştir. Sonra bu iş, Hz. Zekeriyya (a.s) için tahakkuk etmiştir. İşte bu sebeple de O, Hz. Meryem'e kefalet etmeye hak kazanmıştır. Allah en iyisini bilendir. [20]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âlimler, neticede onları münakaşaya götüren Hz.  Meryem'e kefil olma arzularının sebebinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İşte bundan dolay bazıları, Hz. Meryem'in babası İmran'ın onların başkanı ve ileri gelenleri olduğunu, babasının bu hakkından dolayı Hz. Meryem'e kefil olma hususunda istekli olduklarını; bazıları da annesinin onu Allah'a ibâdete ve Beyt-i Makdis'in hizmetine adamış olması, bu sebeple onların ona kefalet etmede arzulu olduklarını söylemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Hayır, önceki ilâhî kitaplarda Hz. Meryem'in ve Hz, İsa'nın halleri haber verildiği için, bu sebepten dolayı onu ibâdet olsun diye himaye etmek istemişler ve bundan ötürü çekişmişlerdir. [21]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu münakaşa edip çekişenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, onların Beyt-i Makdis'e hizmet edenler; bazıları da bunların, onların âlimleri, din adamları ve vahiy kâtipleri olduğunu söylemişlerdir. Onların, dinî bakımdan faziletli ve bu yolda istekli havas kişiler olduklarında şüphe yoktur.

Hak Teâlâ'nın"Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak" sözünde bir hazif vardır. Takdiri ise, Meryem'i hangisinin himayesine alacağını görsünler diye kalemler,ni atıyorlardı" şeklindedir. Bu husus zaten malum olduğu için, hazfedilmesi daha güzel olmuştur.

Hak Teâlâ'nın "Çekişirlerken de yanlarında yoktun" buyruğunun mânası, "Onlar Hz. Meryem'i kimin himaye edeceğini belirlemek için kur'a atarlar ve münakaşa ederlerken orada bulunmuyordun"

şeklindedir. Bu çekişmeden muradın, kur'adan önceki durum olması muhtemel olduğu gibi, kur'adan sonra meydana gelen bir başka çekişme olması da muhtemeldir. Netice olarak diyebiliriz ki bu âyetten maksat, onların Hz. Meryem'i himaye hususunda çok arzulu olduklarını göstermektir. Bu da ancak annesi Hanne'nin duası sebebiyle olmuştur. Çünkü o, "Benden olanbu(adağı) kabul et. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin sen" (Ali İmran, 35) ve ' Ben onu da, zürriyetini de o taşlanmış şey tandan sana sığındırırım'' (An imran, 36) demiş idi. [22]

 

Meleklerin Meryem'i İsa İle Müjdelemeleri

 

"Hani melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsâ Mesîh. Dünyada da âhirette de itibarlıdır. (Allah'a) çok yakın olanlardandır. Beşiğinde de

yetişkinlik hâlinde de insanlara söz söyleyecektir. O, sâlthlerdendir" dediği zaman (da sen yanlarında değildin)"

(Âi-i İmran, 45-46).

Bil ki, Allah Teâlâ, Hz. Meryem'in işinin başındaki ve sonraki hallerini iyice açıklayınca, Hz. İsa (a.s)'yı nasıl doğurduğunu da açıklayarak"Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor dediği za­man..." demiştir. Bu ifâde hususunda iki mesele vardır: [23]

 

Birinci Mesele     

 

Âlimler buradaki, edatının amitinin ne olduğu susunda ihtilaf etmişlerdir.

1- Bunun âmilinin, bir önceki âyetteki son "Sen yanlarında değildin" sözü,

2- Veya, "çekişiyorlar" sözü olduğu söylendiği gibi;

3- (35. âyetin başındaki) jl kavline atfedilmiş olduğu da söylenmiştir.

4- Keza, kelamınt takdiri şöyleyapılmıştır: "(sana anlattığım işbu Zekeriyya'ya ait meseleler ve Allah'ın ona Yahya'yı ihsan etmesi, meleklerin Meryem'e: "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dedikleri sırada olmuştu."

5- Ebû Ubeyde ise bu konuda bilinen mezhebini sürdürür ki, o da, bu gibi âyetlerdeki lafızlarının zâid sayılmasıdır. Bil ki ilk iki görüşte bazı zayıflıklar vardır. Çünkü Hz. Meryem, onlar kalemlerini atarlar ve bu hususta münakaşa ederlerken, Hz. İsa ile müjdelenecek yaşta değildi. Fakat Hasan el-Basrî'nin şu sözü bu konuda istisna edilebilir: "Hz. Meryem, küçük yaşta iken de akıllı idi. Çünkü bu ona yapılan bir ikramdı." Eğer bu doğru ise, o yaşta iken ona meleklerin Hz. İsa'yı müjdelemeleri caiz olur. Aksi halde bu müjdenin, onun bunları akledebileceği bir zamana kadar tehir edilmesi gerekir. Baz; âlimler buna cevap hususunda zorlanarak şöyle demişlerdir: "Bu çekişme ve müjdenin uzun bir zaman içinde meydana gelmiş olduğu söylenebilir. Nitekim sen, "Ben onunla falan sene karşılaşmıştım" dersin." Bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Bu hususta doğru olan üçüncü ve dördüncü izahlardır. Ebu Ubeyde'nin görüşünün zayıflığını ise, size izah etmiştik. Allah en iyi bilendir. [24]

 

İkinci Mesele      

 

Hak Teâlâ'nın, "Melekler, "Ey Meryem, Allah seni müjdeliyor" dediği zaman" sözünün zahiri, melek­lerin birden fazia olduğunu gösterir. Fakat bu husus­ta meşhur olan görüş, bu nida edip müjdeyi verenin Cibril (a.s) olduğudur. Bu hususu daha önce izah etmiştik. "Müjdeleme" (beşâret)tn ne olduğunu da, Ay (Bakara,25)âyetinin tefsirini yaparken söylemiştik. [25]

 

Hz. İsa'ya "Kelime" Denilmesi Hangi Mânaya Gelir?

 

Cenâb-ı Hakk'ın,"Kendinden bir kelime" ifâdesindeki "keli-me"nin ne olduğunu birçok mânâ ile izah etmiştik. Fakat buraya en uygunolanı şu iki izahtır:

a) Her çocuk, Cenâb-ı Hakk'ın (ol) "kelimesi" vasıtası ile yaratılmış ise de, Hz. İsa (a.s) hakkında âdeten ve örfen doğum için, bilinen sebep olan baba yoktur. Bu sebeple, onun meydana gelmesinin bu kelimeye nisbeti daha mükemmel ve tam olmuştur. Böylece bu açıklamaya göre, Hz. İsa (a.s) sanki "kelime"nin kendisi gibi kabul edilmiştir. Nitekim çok cömert ve ikbâl sahibi olanlara, mübalağa yoluyla, mertliğin bizzat kendisidir, mahza keremdir ve ikbali açık olandır" denilir. Burada da böyledir.

b) Âdil hükümdar bazan, adaletin gölgesinin ve ihsanın nurunun meydana çıkmasına sebep olduğu için, "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi (Zıllultah) ve O'nun nuru (Nurullah)" diye vasıflandırılır. Hz. İsa (a.s) da, açıklamalarının çokluğu, Allah'ın kelamı hususundaki şüphe ve tahrifatı gidermesi sebebi ile, Allah'ın kelâmının ortaya çıkmasına vesile olduğu için "Kelimetullah" diye isimlendirilmesi yadırganacak birşey değildir. [26]

 

Hz. İsa'nın Babasız Yaratılmasının İzahı

 

Eğer, "Niçin bir babanın tohumu olmadan, bir çocuğun doğması mümkündür" dediniz?" denilir ise, biz deriz ki: Müslümanların usul ve kaidelerine göre, bu açıktır. Buna, şu iki şey delâlet eder:

1- Cisimlerin, hayat, anlayış, konuşma meydana gelecek bir şekilde terkib edilip birleşmeleri, "mümkin" olan bir iştir. Allah Teâlâ'nın bütün mümkinata kadir olduğu sabittir. O halde, Allah Teâlâ bir şahsı, baba nutfesi olmadan da yaratabilir.  Bu hususun "mümkin" olduğu sabit olup, peygamberin de doğruluğuna mucizeler delâlet edince, bunun doğru olması gerekir. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s), mümkin olan bu işin vuku bulmuş olduğunu haber vermiştir. Sâdık olan birisi, bir mümkinin meydana geldiğini haber verince, onun bu şekilde olduğuna kesin hüküm vermek ve inanmak gerekir. Böylece bizim söylediğimiz şeyin doğruluğu sabit olmuş olur.

2- Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah indinde Âdem'in hâli gibidir" (Âi-ıimran, 59) âyetidir. Buna göre Allah'ın Hz. Adem'i babasız olarak yaratması imkansız görülmediğine göre, Hz. İsa'yı babasız yaratması hiç imkansız görülemez. İşte bu açık bir hüccettir.

Felsefecilerin prensiplerine göre de, bunun mümkün olduğu açıktır. Bunun böyle olduğuna şu hususlar delalet eder:

a) Felsefeciler, doğurtma suretiyle olmayan bir üreme yoluyla insanların meydana gelmelerinin imkansız olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü insanın bedeni, bu bedendeki hususî mizacın meydana gelmesi ile o bedeni yöneten nefs-i natıkayı kabule kabiliyetlidir. Bu mizaç ise ancak, dört unsurun (ateş, su, hava, toprak) belli bir süre içinde ve belli miktarlarda karışımı ile meydana gelir. Bu sebeple, bu unsurların parçalarının insanın bedenine uygun miktarlarda bir araya gelip imtizaç etmeleri imkansız değildir. İşte, mizaç ite ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin bir araya gelmesi esnasında bu unsurların imtizacı vâcib olur. Mizaç ile ilgili keyfiyet ve hususiyetlerin meydana gelmesi esnasında, o bedene ruhun girmesi vâcib olur.

Böylece insanın üreme yoluyla meydana gelmesinin mâkûl ve mümkin olduğu sabit olur. Durum böyle olunca insanın, bir baba olmaksızın meydana gelmesi öncelikle caiz ve mümkin olur.

b) Biz, meselâ farenin balçıktan, yılanların bitkilerden ve akreplerin de güzel kokulu bir tür nebattan meydana gelmesi gibi tevellüt yolu ile birçok canlının (normal olmayan bir üreme ile) meydana geldiklerini müşahede etmekteyiz. Bu durum böyle olunca, bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansız olmaması, haydi haydi mümkündür.

c) Zihindeki tahayyüller çoğu zaman,  bir çok  hadisenin  meydana gelmesine sebep olmaktadır. Çünkü olumsuz bazı şeyleri düşünmek, gazabın ortaya çıkmasına ve bedende ısının yükselmesine sebep olur. Uzun bir tahta, yere konulduğunda insan onun üzerinde yürüyemez mi? Tabiî ki yürür. Fakat bu tahta köprü gibi derin bir çukurun üzerine uzatıldığında, insan onun üzerinde yürüyemez. Aksine her yürüdüğünde düşer. Bu ise, sırf o insanın düşeceğini tasavvur etmesinin bu düşmeye sebep olmasından dolayıdır. Felsefeciler, kitaplarında bu konuyla ilgili pek çok misaller zikretmişler ve bunları, mu'cize ile kerametlerin olabileceğini beyân için bir asıl ve düstur saymışlardır. Buna göre, Hz. Meryem'in de, Hz. İsa'nın suretini zihninde hayal ettiğinde bunun, o çocuğun kendisinin rahmine yapışmasına kâfi geldiğinin söylenmesine hangi mâni vardır? Bütün bu hususlar mümkün ve muhtemel olunca, Hz. İsa (a.s)'nın babasız olarak meydana geldiğini söylemek, imkansız olmayan bir söz olur. Şayet sen gelmiş geçmiş bütün tabiî ilimler, tıp ve felsefe bilginlerinden bir çocuğun babasız olarak meydana gelmesinin imkansızlığını gösterecek ikna edici bir delil getirmelerini istesen, onlar, örf ve âdetin istikrasına (yani taranmasına) başvurmaktan başka bir yol bulamazlar. Halbuki filozoflar, bu gibi tarama ile elde edilen neticelerin ilim şöyle dursun, zann-ı galip bile ifâde edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz, bunun mümkün bir iş olduğunu anlamış olduk. Binâenaleyh Allah, insanlara bunu bildirdiğine göre, bunun böyle olduğuna kesin inanmak gerekir.

Hak Teâlâ'nın,ifâdesindeki harf-i cerri, teb'îz (bazısı, kısmen) manasını ifâde etmez. Çünkü eğer böyle olsaydı, Allah Teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan meydana gelmiş olması ve o zaman toplanabilen, ayrılabilen bir varlık olması gerekirdi. Böyle olan her varlık ise muhdes (sonradan meydana ge!me)dir. Allah, böyle olmaktan münezzehtir. Aksine buradaki lafzının manası, "ibtida-i gâye"dir. Çünkü Hz. İsa'nın babası olmadığı için, yaratılıp meydana getirilmesinde, Cenâb-ı Hakk'ın "ol" kelimesinin tesiri, daha mükemmel ve açık olmuştur. Buna göre, Allah'ın kelimesinin, Hz. İsa'nın. meydana gelmesinin başlangıcı olması daha mükemmel olmuş olur. Binâenaleyh mana, hristiyanların ve hulûliyye[27] nin vehmettiği şey değil, bizim zikrettiğimiz şey olur. [28]

 

Mesih Lafzının Mânası

 

Hak Teâlâ'nın'. "Adı, İsa Mesih, Meryem'in oğlu" tabiri ile ilgili birkaç sual vardır:

Birinci sual: "Mesih" lafzı, müştak (türemiş) bir isim midir, yoksa bu mânaya verilmiş bir özel isim midir?

Cevap: Bu hususta iki görüş vardır:

1- Ebü Ubeyde ve Leys şöyle demişlerdir: "Bunun İbrancada aslı "Meşîhâ"dır. Araplar bu kelimeyi arapçalaştırmış ve lafzını değiştirmişlerdir. "İsa" kelimesinin aslı da, îşû" idi. Niketim onlar, "Musa" lafzının aslının İbrancada "Muşa" veya "Mîşâ" olduğunu da söylemişlerdir. Bu görüşe göre, bu kelime müştak değildir.

2- "Bu, müştak bir kelimedir." Âlimlerin çoğu bu görüştedirler ve bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Hz. İsa, Mesih diye adlandırılmıştır. Çünkü onun meshedip dokunduğu her hasta iyileşirdi."

b) Ahmed b. Yahya şöyle der: "Çünkü o, yeryüzünü mesheder, yani dolaşıp gezerdi. Yüzölçümü "mesaha" da bu köktendir. Bu manaya göre, çok fasık ve içkici adama  denildiği gibi, mübalağa ifade etsin diye Hz. İsa (a.s)'ya da "Mesih" (çokça gezen) denilmiştir.

c) O, mesih idi. Çünkü Atlah rızası için yetimlerin başını meshederdi. Bütün bu görüşlere göre "fa'îl" vezninde olan bu kelime, "râhîm" manasında olan "rahîm" kelimesi gibi, ism-i fail manastndadır.

d) O, günahları ve kötülükleri meshedip silerdi.

e) O, "Mesih" diye adlandırılmıştır, çünkü ayağında çukur yok idi, yani düztaban idi.

f) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ona, ancak peygamberlere sürülen temiz ve mübarek bir koku sürülmüştür. Sonra bu görüştekiler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, bu kokuyu, doğduğu zaman kendisine bu koku sürülen herkesin peygamber olacağını melekler bilsin diye, bir alâmet kılmış olması mümkündür."

g) O, "Mesih" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü o doğduğu zaman, Cebrail (a.s), onu şeytanın dokunmasından korumak için, kanadıyla onu meshedip sarmıştır.

h) O, "Mesih" diye isimlendirilmiştir. Çünkü ana karnından ilahi bir koku sürülmüş olarak doğmuştur.

Bu görüşlere göre ise, "mesîh" kelimesi, ism-i mef'ul manasında olarak "memsûh" (meshedilmiş) yerine olmuş olur. Böylece fa'îl vezni mef'ûl manasına gelmiş olur.

Ebû Amr b. Alâ, Mesih'in "melik, hükümdar"; Nehaî ise, "siddîk, sözü özü doğru" manasına geldiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Belki de bu ikisi bunu, kelimenin kendisine delâlet etmesi sebebiyle değil de, Hz. İsa'yı medhetme cihetinden söylemişlerdir.

Ama, Deccâl'in Mesih diye adlandırılmasına gelince, o şu iki sebepten dolayı bu adı almıştır:

a) Onun iki gözünden birisi, silme ve dümdüz ve kör olduğu için...

b) Kısa bir zamanda, yeryüzünü dolaşıp katettiği için.. Âlimler sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: Yeryüzünde dolaştığı ve onun her tarafını katetmiş olduğu için, ona Deccâl adı verilmiştir. Nitekim, Deccâl bu işi yaptığında, denilir. Deccâl'in, Deccâl diye isimtendirilmesinin sebebinin, "Bir kimse göz boyayıp da, işi karmakarışık ettiği" zaman söylenilen tabirinden alındığı ileri sürülmüştür. [29]

 

Hz. İsa İle İlgili Bazı Sorular ve Cevaplar

 

İkinci sual: "Mesîh, Onun lakabı, İsa da O'nun ismi gibidir... O halde, niçin lakab isimden önce getirilmiştir?"

Cevap: Mesih, Siddîk ve Faruk lakapları gibi, O'nun çok şerefli olduğunu ve mertebesinin de çok kıymetli olduğunu ifâde eden bir lâkap gibidir. Böylece Allahu Teâlâ O'nu, derecesinin yüksekliğini ifâde etsin diye, önce lakabıyla, sonra da kendi özel ismiyle zikretmiştir.

Üçüncü sual: Hitâb, zaten Meryem (a.s)'e yapılmışken, daha niçin "Meryem oğlu İsa" denilmiştir?

Cevap: Çünkü peygamberler, annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Cenâb-ı Hak Hz. İsa'yı babaya değil, annesine nisbet edince, bu Hz. Meryem'e, Hz. İsa'nın babasız olarak dünyaya geleceğini bir bildirme olmuştur. Böylece de bu, faziletinin artmasına ve derecesinin yücelmesine sebep olmuş olur.

Dördüncü sual: HakTeâlâ'nın, "Onun ismi" sözündeki zamir, lafzına racidir. Halbuki, "kelime" lafzı ise, müennestir. O halde niçin zamir müzekker olarak getirilmiştir?

Cevap: "Kelime" lafzı her ne kadar müennes ise de, onunla isimlenen

şey müzekkerdir.

Beşinci sual: Cenâb-ı Hak niçin demiştir? Halbuki bu ifâdede isim olan, sadece "İsa" lafzıdır? Mesih ise lakab,

"Meryem'in oğlu" kısmı ise sıfattır...

Cevap: İsim, müsemmânın alâmeti ve onu bildiren şeydir. Buna göre sanki, "O'nun kendisiyle tanıtılıp ortaya konulduğu şey, bu üç şeyin toplamıdır" denilmiştir. [30]

 

Hz. İsa Dünyada da Ahirette de İtibarlıdır

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünyada da ahirette de itibar­lıdır" tavsîfine gelince, bunda iki mesele vardır: [31]

 

Birinci Mesele     

 

Vecîh kelimesinin mânası, makam, şeref ve kadr ü kıymet sahibi, itibarlı demektir. Bir kimsenin hem halk hem de idare nezdinde makam ve rütbesi yük­sek olduğu zaman denilir. Bazı dilciler de şöyle demişlerdir: Vecîh, kerîm anlamına gelir. Çünkü insanın uzuvlarının en şereflisi, onun yüzüdür.. Böylece yüz, kerem ve kemâlden bir istiare olmuş olur. Bil ki, Cenâb-ı Hak Hz. Musa (a.s)'yı da, "itabarlıdır" diye vasfetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de Musa 'yi incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah katında itibarlı idi" (Ahzâtı. 69) buyurmuştur. Sonra müfesstrler bu tabirin tefsiri hakkında şu görüşleri ileri sürmüşlerdir:

a) Hasan el-Basrî şöyle der: "O, peygamber olması sebebiyle dünyada, Allah katında derecesinin yüce olması sebebiyle de ahirette itibarlıdır."

b) Musa (a.s), Allah katında itibarlıdır. İsa (a.s)'ya gelince, duası müstecâb olması, ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi sebebiyle dünyada; Cenâb-ı Hakk'ın onu, kendisine inanan ümmetine şefaatçi kılıp,  ulüj'l-azm peygamberlerin şefaatini kabul ettiği gibi, ümmeti hakkındaki O'nun şefaatini kabul ettiği için, âhirette itibarlıdır, O, vecîhtir...

c) Ailahu Teâlâ O'nu, yahudilerin kendisini vasfetmiş olduğu kusur ve ayıplardan temiz kılmış olması sebebiyle dünyada; sevabının çokluğu ve Allah katındaki derecesinin yüksekliği sebebiyle âhirette itibarlı, makam ve mertebe sahibi kılmıştır.

İmdi şayet, "Yahudiler, O'na hertürlü kötü muameleyi reva görmüşken, o bu dünyada nasıl makam ve mevki sahibi, itibarlı olabilir?" denilirse biz deriz ki, Ailahu Teâlâ Hz. Musa'yı, yahudilerin O'nu kınamış olmalarına ve Cenâb-ı Hakk'in O'nu, onların dediklerinden temiz ve berî kılıncaya kadar O'na eziyyet etmiş olmalarına rağmen, "vecîh", (gözde, itibarlı) diye isimlendirmiş olduğunu söyledik. Bu da, Hz. Musa'nın itibarlı, makam ve mertebe sahibi olmasına bir zarar vermez... İşte burada da böyledir. [32]

 

İkinci Mesele      

 

Zecj kelimesi, hal olduğu için mansûbtur" demiştir. Buna göre mâna ise, "Allah seni, dünya ve âhirette itibarlı olan şu evlatla müjdeler" şeklinde olur. Ferrâ ise, bu kelimenin harf-i tariften tecerrüd ettiği içij şeklini aldığını söylemiştir. Buna göre sanki o, bu tabirin aslının,"Meryem'in itibarlı ve gözde olan oğlu İsa..." şeklinde olduğunu söylemiş, böylece de bu kelimeden harf-i tarifin tecrid edilmiş olduğunu ifâde etmiştir.

Hak Teâlâ'nın, "(Allah'a) çok yakın olanlardandır" buyru­ğuna gelince, bu hususta şu görüşler belirtilmiştir:

a) Allahu Teâlâ bu tabiri ile meleklere büyük bir medihde bulunmuş, bu sıfat vasıtasıyla onu da meleklere ilhak etmiş, onların derecesine çıkarmıştır.

b) Bu vasıf, Hz. İsa (a.s)'nın göklere yükseleceğine ve meleklerle arkadaş olacağına, âdeta dikkat çekmektedir.

c) Âhirette her İtibarlı kimsenin, mukarreb ve Allah'a yakın olması söz konusu değildir. Çünkü cennetlikler de kendi aralarında derece derecedirler. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Siz de üç sınıf olmuşsunuzdur: Sağ ehli... O sağ ehli ne mutludurlar! Sol ehli. ..O sol ehil ne bedbahttır! Hayır yarışlarında ta öne geçip kazananlara gelince: Onlar öncüdürler.. İşte onlar, (Allah'a) en çok yaklaştırılmış olanlardır" (vakıa, 7-11) buyurmuştur. [33]

 

Hz. İsa'nın Beşikte ve Olgunluk Çağında Konuşması

 

Hak Teâlâ'nın, "Beşiğinde de, yetişkinlik halin­de de insanlara söz söyleyecektir" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [34]

 

Birinci Mesele

 

Bu sözün başındaki vâv harfi, atıf vâvı olup, bu ifâdeyi kendinden önce geçmiş olan  kelime­sine atfetmektedir. Buna göre kelamın takdiri, şöy­ledir: Cenâb-ı Allah sanki, "itibarlı ve insanlara söz söyle­yen..." demiştir. Bana göre, yapılmış olan bu takdir zayıftır; çünkü bir zaruret ve elde edilecek bir fayda olmadığı sürece, fiil cümlesini isim cümlesine atfetmek caiz değildir. Evlâ olanı ise, âyetin takdirinin, "Allahu Teâlâ seni, dünya ve âhirette itibarlı; Allah'a yakın kullardan, mukarreblerden sayılmış; ismi, Meryem oğlu İsa Mestti olan bir kelime ile müjdeler..." şeklinde olmasıdır. İşte bu kelamın tamamı, tek bir cümledir. Sonra Cenâb-ı Hak, "... Ve insanlara söz söylemektedir" buyurmuştur ki, böylece bu kelam Cenâb-ıifâdesine atfedilmiş olur. [35]

 

İkinci Mesele      

 

Âyette geçen kelimesiyle ilgili, iki görüş bulunmaktadır:

a) Bunun mânası, "annesinin kucağı" demektir.

b) Süt döneminde çocuğun yattığı yer olarak bilinen maruf şey, yani beşiktir. Bu ifâdeden murad, "o insanlara, çocukların beşiğe muhtaç oldukları bir durumda iken konuşmuş olması..." olduğu halde, bu nasıl olmuştur?.. Halbuki maksat, ister annesinin kucağında isterse beşikte olsun değişmez. [36]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âyetteki"ve yetişkinlik halinde" kelimesi "beşiğinde" ifâdesine atfedilmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "O, insanlarla küçük iken de, yetişkin iken de konuşur." Burada birkaç sual vardır:

Birinci sual: "Kehl", ne mânaya gelir?

Cevap: Arapça'da bu kelime, insanın güçlü kuvvetli olup, delikanlılığının kemâle ermesi durumuna denir. Bu ifâde, bitkiler büyüyüp kemâle erdikleri zaman Arapların kullandıklarsözünden alınmıştır. Nitekim A'şa, şu şiiri söylemiştir:

"Birbirine giren ve çok da güzel olan bitkilerle bürünmüş; olgunluğunun

zirvesine ulaşmış, suya da iyice kanmış bitkinin büyük bir kısmı güneşle beraber döner..."

O, buradaki "Müktehil" kelimesi ile, son derece güzel ve mükemmel oluş manasını kastetmiştir.

İkinci sual: Hz. İsa'nın beşikte iken konuşması bir mû'cizedir. Fakat yetişkin iken konuşması, bir mu'cize değildir. O halde bunu söylemenin faydası nedir?

Cevap: Buna, birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1- Bu sözden murad, Hz. İsa'nın çocukluktan yetişkin oluncaya kadar birçok değişik haller geçirmiş olduğunu açıklamaktır. Halbuki yüce İlah hakkında böyle değişiklikler imkânsızdır. Bu ifâdeden maksad ise, İsâ (a.s)'nın bir ilah olduğunu söyleyen Necran heyetinin sözünü reddetmektir.

2- Bundan murad, onun insanlarla, annesinin temizliğini ve iffetini göstermek için beşikte iken bir defa, yetişkinliğinde ise vahyi ve nübüvveti açıklamak için çokça konuştuğunu göstermektir.

3- Ebu Müslim şunu söylemiştir: "Bu ifâdenin mânası şöyledir:'O, hem beşikte iken, hem de yetişkinlik döneminde insanlarla aynı şekilde ve aynı biçimde konuşmuştur." Bu, şüphe yok ki son derece tesirli bir mû'cizedir."

4- Esamm şöyle demiştir: "Bundan murad, "O yetişkinlik çağına ulaşır" demektir. [37]

 

Kehl Tabirinin Mânâsı

 

Üçüncü sual: Hz. İsa'nın göğe yükseltilinceye kadarki ömrünün otuzüç yıl altı ay olduğu nakledilmiştir. Bu duruma göre o, yetişkinlik çağına varmamıştır.

Cevap: Buna iki yönden cevap verilebilir:

a) Biz, kelimesinin Arapça'da tam ve kâmil olmaktan ibaret olduğunu beyân etmiştik. İnsanın en mükemmel hali ise, o otuz ilâ kırk yaşı arasında bulunduğu zaman olur. Binâenaleyh, Hz. İsa'nın bu yaşta iken, diye vasfedilmiş olması doğru olmuş olur.

b) Bu, Hüseyn İbn Fadl el-Becelî'nin görüşüdür. Buna göre, Hak Teâlâ'-nı tabirinden maksat, Hz. İsa'nın âhir zamanda semâdan inerek insan­larla konuşup, Deccâl'i de öldürmesinden sonra, böyle yeryüzüne ineceğine dair bir nass bulunmaktadır" demiştir. [38]

 

Hz. İsa'nın Bebek İken Konuşmasına Hrfstiyanların İtirazı

 

Hristiyanlar, Hz. İsa'nın beşikte konuşmasını kabul etmemişler ve kendi görüşlerinin doğruluğuna da, şöyle istidlal etmişlerdir: Onun beşikteyken konuş­ması, en garip ve en şaşırtıcı bir durumdur. Bu gibi vakıaların meydana gelmesi durumunda hiç şüphesiz ki, eğer bu hâdise meydana gelmişse, bu hâdisenin mutlaka sözlerine itibar edilecek ve hükme medar olacak çok kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelmiş olması gerekirdi... Çünkü bu gibi mu'cizelerin bir iki kişiye mahsus olması mümkün değildir. Gerçekten son derece hayret verici bir vakıa, kalabalık bir topluluğun huzurunda meydana gelirse, muhakkak ki bunu rivayet etmenin sebep ve yolları da fazlalaşır. Böylece de bu, tevatür derecesine ulaşmış olur. Tevatür derecesine ulaşmış olan bir şeyi gizlemek ise, imkânsızdır. Ve yine, eğer böyle bir şey meydana gelmiş olsaydı, bunu gizlemek imkânsız olurdu. Çünkü hristiyanlar, Hz. İsa'yı sevme konusunda çok aşırı davranarak, onun bir iiâh olduğunu dahi söylemişlerdir.. Böyle olan kimselerin, Hz. İsa'nın menkîbe ve faziletlerini gizleme hususunda çaba sarfetmeleri imkânsız olur; bilakis, onun hakkındaki bir menkîbeyi bin yapar... Böylece, böyle bir vakıa şayet meydana gelmiş olsaydı, bunu en iyi bilen kimselerin hristiyaniar olması gerekirdi. Onlar bunu inkâr etme hususunda mutabık olunca, bu işin kesinlikle meydana gelmemiş olduğunu anlamış oluruz.

Kelâmcılar bu şüpheye şu şekilde cevap vermişler ve şöyle demişlerdir: Hz. İsa'nın beşikte konuşması, ancak Hz. Meryem'in fuhuş ve zinadan beri ve masum olduğuna bir detil olsun diye meydana gelmiştir... Orada bulunanlar ise, az bir topluluk idi.. Böylece bu sözü duyanlar pek az bir topluluk olmuştur. Böylesi az sayıdaki topluluk içinde, hakikatlerin gizlenmesi hususunda bir ittifakın meydana gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Bunun şöyle olması muhtemeldir: O az sayıdaki topluluk, bunu anlatmıştır, amma o yahudiler onları bu konuda yalanlayarak, iftirada bulunmakla suçlamışlardır. Bunun üzerine onlar da bu sebepten dolayı susmuşlar, bu sebeplerden ötürü mesele, Allahu Teâlâ onu Hz. Muhammed'e bildirmesine kadar gizli ve saklı kalmıştır. Kaldı ki bütün hristiyanlar bunu inkâr etmemektedir. Çünkü, meselâ Ca'fer İbn Ebî Tâlib'den şu rivayet edilmiştir: Necaşî'ye Meryem sûresi okunduğu zaman Necaşî, "İsa (a.s)'nın hadisesiyle, bu sözde zikredilen hadise arasında zerrece fark bulunmamaktadır" demiştir.

Cenâb-ı Hak daha sonra"O, salihlerdendir" buyurmuştur. Eğer, "Hz. İsa'nın Allahu Teâlâ'dan bir kelime olması; dünyada ve âhirette itibarlı olması, Allah katında O'na çok yakın olanlardan olması, insanlarla beşikte ve yetişkinlik çağtnda konuşması... Evet, bu sıfatlardan her biri, onun salih kimselerden olması sıfatından daha yüce ve daha şereflidir.. O hâlde Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'nın sıfatlarını niçin, "Ve, sahillerdendir" vasfı ile bitirmiştir?" denilirse, deriz ki: Kişinin sâlih olmasından daha büyük bir rütbe yoktur. Çünkü kişi böyle olduğu zaman, yaptığı ve yapmadığı bütün işlerde en güzel yola ve en mükemmel usûle uyar, devamlı ona tâbi olur. Bunun, gerek dünyevî, gerek dinî hususlarda, kalbî ve uzvî fiillerin bütününe dair makamları içine aldığı, herkesçe malumdur. Binâenaleyh, Allahu Teâlâ, bazı tafsilatları zikredince, bunun peşinden derecelerin en yükseğine delâlet eden bu sözü getirmiştir... [39]

 

"Dedi ki: "Rabb'im, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum olabilir?" (Allah), "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir.." dedi. Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrâti ve İncil'i öğretecek.. Onu İsrailoğullanna peygamber gönderecek... (Onlara o), "Muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim. Gerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de Allah'ın izniyle o, derhal bir kuş olur. Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiriyorsunuz, onları size haber veririm. Muhakkak ki bunlarda, sizin için, eğer iman ediciler iseniz, bir ibret vardır" deyecek" (Âli imran. 47-49).

Müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Meryem, böyle demiştir. Çünkü, bir şey ile müjdelemek, âdetin hilafına vaki olan şeyden teaccüb etmeyi gerektirir. Biz bunun aynısını Hz. Zekeriyya'nın kıssasında açıklamıştık. Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir" tabirinin tefsiri Bakara, 117. âyetin tefsirinde geçmişti.

Hak Teâlâ'nın 'Allah ona yazma­yı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i Öğretecek" buyruğuna gelince, bunda iki mesele vardır: [40]

 

Birinci Mesele     

 

Nâfî ve Âsim, yâ harfiyle diğer kıraat imamları da nün ile şeklinde okumuşlardır. Yâ harfiyle okunması halinde, bu cümle "(Fakat) Allah dilediğini yaratır" cümlesine atfedil mistir. Müberred, "bu ifâdenin "Seni bir kelimeyle müjdel' (âh imran, 45) âyetine atfedildiğini" söylemiştir. Nûn ile okuyanlar, âyetin takdirinin şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Meryem, "Ya Eabbi, benim nasıl çocuğum olabilir?" demişti... Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak ona, "Öyle.. (Fakat) Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmetiği zaman, ona sadece ol! der, o da oluverir" demişti. Bu, her ne kadar gaib sîgasıyla bir haber verme ise de bu, Allahu Teâlâ'nın kendisinden bir haber vermesidir. Bu sebeple hiç şüphesiz, bu ifâdeye, gayb sîgasıyla olmayan haber vermeyi birleştirmesi güzel olmuş, bundan ötürü de "ve, ona öğretece­ğiz..." buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, buyru­ğunun mânası, 'İşte böylece biz, dilediğimizi yaratıyor, kitabı ve hikmeti Öğretiyoruz" şeklindedir. Allah en iyisini bilendir. [41]

 

Kitap, Hikmet, Tevrat ve İncil'in  Sıralanmasındaki Sır               

 

Bu âyette, atıf vâvıyla birbirine atfedilmiş olan dört mevzu bulunmaktadır. Bana göre doğruya en yakın olanı şöyle denilmesidir; Kitap kelimesinden murad, yazı ve kitabet sanatını öğretmektir. Hikmet'den murad, ilimleri öğretip, ahlâkı güzelleştirmektir. Çün­kü insanın kemâli ve mükemmelliği, hakkı zâtı gereği, hayrı da, onunla amel etmek için bilip tanımasındadır. Bu ikisinin toplamı "hikmet" diye adlandırılmıştır. Sonra Hz. İsa, hat ve yazı sanatını öğrenip, aklî ve şer'İ ilimleri de kavrayınca, Cenâb-ı Hak ona Tevrat'ı öğretmiştir. Hak  yazının öğretilmesinden sonra öğretmişti; çünkü Tevrat ilahî bir kitab olup, içinde de büyük sırlar bulunmakta idi. İnsanın, birçok ilimleri öğrenmedikçe, ilahî kitapların sırlarından bahsetmeye girişmesi mümkün değildir. Sonra Cenâb-ı Hak, dördüncü olarak İncil'i zikretmiştir. O, İncil'i Tevrat'tan sonra getirmiştir. Çünkü önce yazıyı öğrenip, sonra hak ilimlerini elde edip, daha sonra da, Hak Teâlâ'nın ondan önceki peygamberlere göndermiş olduğu kitapların sırlarını iyice ihata edip anlayınca, O'nun böylece ilimdeki derecesi yükselmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak o kimseye, bundan sonra başka bir kitap indirip, onu o kitabın sırlarına vakıf kılınca işte bu; ilimde, anlayışta, aklî-şer'î sırlan kavrayışta ve ulvî ve süflî hikmetlere muttali olmada en yüksek nokta ve en yüce payedir. İşte, bu dört lafzın tertibi hususunda söyleyebileceklerim bundan ibarettir. [42]

 

Hz. İsa'nın, İsrailoğullarına Resul Gönderilmesi

                                                               

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onu İsraîIoğullarına bir peygamber gönderecek.. (Onlara O), "muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cfze getirdim(diyecek)" buyurmuştur. Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [43]

 

Birinci Mesele     

 

Bu âyetle ilgili şu izahlar bulunmaktadır:

a) Âyetin takdiri, "Biz ona yazı yazmayı, hikme­ti, Tevrat'ı ve İncil'i öğreteceğiz; onu, İsrailoğullarına, "Ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim,." diyen bir peygamber olarak yollayacağız.. şeklindedir. Herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermediği sürece hazfler yapmak "güzeldir.

b) Zeccâc, şöyle demiştir: "Bana göre kelamın takdirinde tercih edilmesi gereken durum, "O, insanlarla bir resul olarak konuşuyordu" şeklinde olmasıdır.   Biz  bu  takdiri,  Hz.  İsa'nın,   "Ben  size...  getirdim"  ifâdesi münasebetiyle yaptık.. Buna göre mana, "Hz. İsa onlarla, "Ben size bir mû'cize getirdim" diyen bir resul olarak konuşuyordu, şeklinde olur" demiştir.

c) Ahfeş, "İstersen, vâv harfini zâid kabul edebilirsin; buna göre takdir de,  "Allah ona yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve onu İsrailoğullarına, kendilerine "Ben size bir mu'cize getirdim diyen bir peygamber olarak İncil'i de öğretecektir" şeklindedir. [44]

 

İkinci Mesele

    

Bu âyet, bazı yahudilerin görüşlerinin hilâfına olarak, Hz. İsa'nın bütün İsrailoğullanna bir peygamber olarak gönderildiğine delâlet eder. Bazı yahudiler ise Hz. İsa'nın, içlerinden hususi bir topluluğa peygamber olarak gönderilmiş olduğunu söylemişlerdir. [45]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âyet-i kerimede geçen hl kelimesiyle, müfred bir mana, cins mânası kastedilmiştir. Çünkü Allahu Teâlâ burada, tek bir tane değil, birçok mu'cizeyi sayıp tâdâd etmiştir. Ki, bunlar da ölüleri diriltmek, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmek, gayblardan haber vermektir.. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın,"Muhakkak ki ben size Rabb'inizden bir mu'cize getirdim" buyruğundaki "mu'cize" kelimesinden murad müfred, tek birşey olmayıp cinstir...

Çenâb-ı Hak, daha sonraGerçekte, ben size çamurdan kuşa benzer bir şey yapar, ona üflerim de Allah'ın izniyle derhal bir kuş olur" buyurmuştur.

Bil ki, Allahu Teâlâ burada Hz. İsa'nın mu'cizesi olarak beş çeşit mu'cizeden bahsetmiştir. [46]

 

Birinci Çeşit Mucize

 

Hz. İsa'nın Mucizelerinden Birinci Nev'i: Çamurdan Kuş

 

Burada, bu âyette zikretmiş olduğu mu'cize olup bunda birkaç mesele vardır: [47]

 

Birinci Mesele     

 

Hamza, hemzenin fethasıyla; Nâfl ise, hemzenin kesresiylşeklinde okumuşlardır. Buna göre, meftuh okuyanlar, bu kısmsözünden bedel yapmışlardır. Buna Cenâb-ı Hak sanki, "Ben size, çamurdan kuşa benzer bir şey yapma (mu'cizesini) getirdim..." demiştir. Kesre ile okuyanların kıraatinin ise iki izahı bulunmaktadır:

a) Bu, müste'nef (yeni başlayan) bir sözdür ve bu ifâdenin mâkabliyle de bir münasebeti kalmamıştır.

b) Hz. İsa, "mu'cize, âyet "Muhakkak ki ben, size çamurdan kuşa benzer birşey yaparım..." sözüyle açıklamıştır. Önceki cümlenin, mübtedâ olacak bir biçimde gelen daha sonraki bir cümleyle tefsir edilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, iman ed/p de güzei ameller işleyenlere vaadetmiştir" (Maide, 9) buyurmuş, daha sonra da va'adedilen şeyi"Onlar için bir mağfiret vardır" şeklinde açıklamış­tır. Yine Cenâb-ı Hak "Muhakkak ki İsâ'nm hâli, Allah katında, Âdem'in hâli gibidir" (ali imran, 59) buyurmuş, daha sonra "gibi.." kelimesin"Onu topraktan yarattı" sözüyle açıklamıştır. Bu izah çok güzeldir. Çünkü bu, mânâ bakımından "Muhakkak ki ben yaratırım" ifâdesini  kelimesinden bedel kılarak fetha ile okuyan kim­senin kıraati gibidir. [48]

 

Halk (Yaratma) Burada "Ölçmek, Takdir” Manasındadır   

 

 cümlesinin mânası, Yani, "Ben onu takdir eder, Ölçüp biçer, şekil verir; bu şekilde mey-. Biz Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 21) âyetinin tefsirinde, "halk" (yaratma) kelimesinin "takdir etmek, ölçüp değerlendirmek" mânasına geldiğini açıklamıştık. Bunu, burada da zikretmemizde bir mahzur yoktur. Biz deriz ki, bunun bu manaya geldiğine Kur'ân, şiir ve istişhâd delâlet etmektedir.

Kur'ân'a gelince, bunlar şu âyetlerdir:

a) AllahuTeâlâ'nın,'yaratıp, takdir edenlerin en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (Mü'minûn, 14» âyeti.. Bu böyledir, çünkü kulun, yaratma ve îcât etme mânasında "hâlık, yaratıcı" olamayacağı sabittir. Binâenaleyh onun "hâlık" olması, "takdir etmek, ölçüp biçmek ve inceden inceye düzenlemek, tesviye etmek" mânasına alınması gerekir.

b) "Halk" (yaratma) fafzı, yalana da ad olarak verilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Şuarâ sûresi 137. âyetinde, "Bu, evvelkilerin yalan ve düzmecelerinden başka birşey değildir"; Ankebût sûresi  17.  âyetinde,   "Yalan uydurup düzüyorsunuz" ve Sâd sûresi 7. âyetinde de, "Bu, ancak bir uydurmadır" buyurmuştur. Buna göre yalan söyleyen kimse, hâlık diye adlandırılmıştır. Çünkü o kimse, kafasında yalan takdir edip, sonra ona şekil vererek gerçek­leştirir.

c) Tefsirini yapmakta olduğumuz, "Gerçekte, ben size çamurdan kuş biçimi gibi bir şey yapar, yani onu düzenler ve tesviye ederim..." âyetiyle, Mâide süresindeki, "Hanı, çamurdan kuşa benzer bir şey yapıyordun.." (Mâide, no) âyeti, "halk" kelimesinin takdir ve tasvir etme, suret verme manalarına geldiğine delâlet eder.

Hak Teâlâ'nın, "Yerde olan her şeyi sizin için yaratan... Odur..." (Bakara,29) âyetidir. Bu ifâdedeki lafzı, maziye, yani geçmiş zamana işarettir. Biz bu ifâdeyi icâd ve ibda mânasına alırsak, mâna, "Yeryüzünde olan herşeyi Hak Teâlâ geçmiş zamanda icâd etmiştir" şeklinde olur ki, bu da ittifakla yanlıştır. O halde, sözün doğru olabilmesi için "halk" (yaratmak) kelimesini, takdir etmek manasına hamletmek gerekir. Bu hususta doğru olan mâna da, "Allahu Teâlâ, geçmişte, yeryüzünde şu anda meydana gelen her şeyi takdir etmişti..." şeklinde olan mânâdır.

Şiirden delile gelince, bu, şairin şu beytidir:

' yemin olsun ki sen, kafandan uydurduğun şeyleri iftira ediyorsun. Halbuki bazıları iser kafalarından birşeyter tasarlıyorlar ama başkasına iftira olarak söylemiyorlar."

Yine başka bir şairin, şu beytidir:[49]

 "Deriyi ölçüp biçen kadın ve erkek işçilerin elinde ancak derinin güzeli gıcırdar."

Istişhâda gelince, bu da şudur: Bir başka örneğe bakarak ayakkabıyı ölçüp biçip, onu iyice düzelttiğinde denilir. kelimesi, bir miktar hayır, pay, hisse demektir. Yine,, "Hakkı, müstehak olduğu şey budur" mânasında olmak üzere denilir. Düz ve çıplak kaya parçasına denilir. Çünkü düz olmada istiva; sert, girintili çıkıntılı olmada ise, ihtilaf ve pürüzler bulunmaktadır. Böylece, "halk" (yaratmak) kelimesinin takdir etmek, düzenlemek mânasından ibaret ofduğu ortaya çıkmış oldu. [50]

 

Allah'a Hâlık İsmi Verilmesine İtiraz Edenlere Cevap

 

Bütün bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki, Allah'a ( (Hâlık) isminin verilip verilemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Abdiltah el-Basri "Hakiki mânada olmak üzere, Allah'a bu kelimenin isnâd edilmesinin caiz olmadığını; çünkü takdir edip düzenlemenin, zan ve hesaplar yapmaktan ibaret olduğunu, bunun ise, Allah hakkında muhal olacağını" söylemiştir.

Âlimlerimiz ise, "Hâlık, ancak Allah'tır" demişler ve bunun böyle olduğuna şu âyeti delil getirmişlerdir: "Allah her şeyin halikı, yaratıcısıdır" (Zümer, 62).

Âlimlerimizden bazıları da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz! gökten ve yerden nzıklandıracak, Allah'tan başka bîr yaratan var mı?" (Fâtır, 3) âyetiyle istidlal etmişlerdir ki, bu zayıftır. Çünkü bunun mânası, "Allah'tan başka gökten rızık vermek vasfıyla nitelenmiş olan bir yaratıcı var mıdır?" demektir. Bizim, "Durumu bu olan yaratıcı sadece Allah'tır" şeklindeki sözümüzün doğru olmasından, "Allah'tan başka hâlık yoktur" sözünün doğru olması gerekmez.

Âlimlerimiz, Ebu Abdillah el-Basrî'nin bu sözünü şu şekilde cevaplandırmışlardır: "Takdir edip iyice düzenlemek, ilim ve zandan ibarettir. Ancak ne var ki zan, Allah hakkında imkânsız olsa bile, O'nun hakkında ilim mutlaka sabittir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, Hak Teâlâ'nm, buyruğunun mânası, "Ben tasvîr ve takdir ediyor, suret veriyor, ölçüp biçiyorum..." şeklindedir. O'nun, Kuşa benzeyen bir şey" sö­zündeki hey'e kelimesinin mânası, "hazırlanmış, takdir edilmiş şekil, heyet" demektir. Bu, senin bir şeyi ölçüp takdir ettiğin zaman söylemiş olduğuntabirinden alınmıştır. O'nun "derken ona üflerim" sözünün mânası ise, "Ben bu şekillendirilmiş, tasvir edilmiş çamura üflerim" demektir.

Cenâb-t Hakk'ın, "Allah'm izniyle, derhal bir kuş olur" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: [51]

 

Birinci Mesele     

 

Nâfi, bu ifâdeyi elif ile ve müfred olarak (bir kuş); diğer kıraat imamları ise, cemî sîgâsıyla şeklinde okumuşlardır. Maide süresindeki 110. âyette geçen kelimesi hakkında da durum aynıdır kelimesi cins isim olup, hem müfrede hem de cem'e ıtlak edilebilir, söylenebilir. Rivayet olunduğuna göre Hz. İsa (a.s), peygamber olduğunu iddia edip mu'cizeler izhâr edince, onlar Hz. İsa'nın işini zorlaştırmaya başlayarak, ondan bir yarasa meydana getirmesini, yaratmasını istemişlerdir. O da bunun üzerine bir balçık almış ve ona, yarasa şeklini vermiş; sonra da ona üfleyince, o gök ile yer arasında uçmuş...

Vehb, şöyle demiştir: "O, insanlar kendisini görebildikleri müddetçe uçuyor, onların gözlerinin göremiyeceği bir yere varınca, ölüp yere düşüyordu."

Sonra âlimler, bu hususta ihtilâf ederek, içlerinden bir grup, Hz. İsa'nın yarasadan başka blrşey yaratmadığını; bu manadan dolayı Nâfi'nin bu kelimeyi müfred olarak şeklinde okuduğunu söylerken; başkaları da, Hz. İsa'nın çok çeşitli kuşlar yarattığını, bu mânadan dolayı da, diğer kıraat imamlarının bu kelimeyi çoğul olarak, şeklinde okuduklarını söylemişlerdir. [52]

 

Hz. İsa'nın Nefesi (Üflemesi)

 

Kelâmcılardan bazıları bu âyetin, ruhun, rüzgâr gibi ince bir cisim olduğuna delâlet ettiğini, bundan dolayı

da Cenâb-ı Hakk'ın onu "üflemek..." ile vasfettiğini söylemişlerdir. Sonra burada, incelenmesi gereken bir husus vardır. Bu da şudur: "Allahu Teâlâ Hz. İsa (a.s)'nın nefesine Öyle bir hususiyet vermişti ki, O herhangi bir şeye üflediğinde O'nun o şeye üflemesi, o şeyin hayatiyet kazanmasını gerektiriyordu" denilebilir mi? Veyahut da, "Hayır, durum böyle değildi; bilakis Allahu Teâlâ, Hz. İsa'nın o şeye üflemesi sırasında bir mu'cize izhâr etmek suretiyle, kendi kudretiyle o cisimde hayâtı yaratıyordu..." denilebilir mi? Bu ikinci görüş, doğru ve gerçek olan görüştür, çünkü Cenâb-ı Hak, "O, ölümü de, hayatı da yaratandır" (Mulk. 2) buyurmuştur.

Ve yine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in hükümdar (Nemrud) ile olan münazarası sırasında, "Rabb'tm, dirilten ve öldürendir" (Bakara, 258) dediğini nakletmiştir. Eğer, diriltme sıfatı Allah'tan başkaları için de söz konusu olsaydı, hiç şüphe yok ki Hz. İbrahim'in bu istidlali geçersiz olurdu. [53]

 

Üçüncü Mesele

 

Kur'ân-ı Kerim, Hz. İsa (a.s)'nın, Cibril (a.s)'in Meryem (a.s)'e üflemesinden tevellüt edip, mey­dana geldiğini göstermektedir. Cibril (a.s) ise, sırf ruh ve mahza ruhanî bir varlıktır. Binâenaleyh şüphesiz, Hz. İsa (a.s)'ya üflemesi, ona hayat ve rûh vermek içindir. [54]

 

Dördüncü Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, (buyruğunun mânası, "Al- lah 'm izni olmadıkça, (Ali imran, 145) yani, "Ancak Allah'ın ölümü icâd edip yaratması bulunmadıkça, hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir" âyetinden dolayı, Allah'ın yaratması ve tekvîniyle demektir. Hz. İsa, bu şüpheyi izâle etmek ve, "Ben bunu tasvir ediyorum, ama ona can verip onda hayatı yaratan, peygamberlerinin elinden mu'cizeler izhar etmek için bunu yapan Allah'dır" hükmüne dikkatleri çekmek için, "Allah'ın izniyle" kaydını zikretmiştir. [55]

 

İkinci, Üçüncü Ve Dördüncü Çeşit Mucizeler: Hastalar Ve Ölüler

 

Bu Hak Teâlâ'nm "Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve alacalıyı İyileştirir, ölüleri diriltirim..." buyruğudur.

Dilcilerin çoğu, ekmeh kelimesinin, anadan doğma kör olan kimse anlamına geldiği kanaatindedirler. Halil ve başka âlimler, bu kelimenin, daha önce görüyorken sonradan görmez olan kimse anlamına geldiğini söylemişlerdir. Mücahid'den de bunun, "geceleyin görmeyen kimse" anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Bu ümmet (tabiîn) içinde, tefsir sahibi Katâde İbn Diâme es-Sedûsî'den başka anadan doğma kör kimse olmadığı söylenmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hz. İsa (a.s)'nın yanına elli bin kişi toplanmıştı; gücü yetenler onun yanına geliyor, gücü yetmeyenlerin yanına da Hz. İsa gidiyordu. Onun iyileştirmesi, sadece duâ ile oluyordu.. Kelbî, "Hz. İsa'nın ölüleri, 'Ta Hayy, ya Kayyûm!.." diyerek dirilttiğini; dostu olan Azer'i böylece dirilttiğini, Sâm İbn Nuh'u kabrinden çağırdığını, onun da diri olarak kabrinden çıktığını;, sonra bir ihtiyarın, o anda ölmüş olan oğluna uğradığını, O'nun hemen Allah'a duâ ettiğini, onun da diri olarak tabutundan çıkıp, çoluk çocuğunun yanına döndüğünü" söylemiştir. Hz. İsa'nın "Allah'ın izniyle" demesi, onun bir ilâh olduğuna inanan kimselerin, bu vehimlerini bertaraf etmek içindir. [56]

 

Beşinci Nev'i Mucize: Gaybdan Haber Vermesi

 

Bu, onun gaybdan haber vermesidir ki, Cenâb-ı Hak bu mu'cizeyi, Hz. , İsa'nın bir sözü olarak, "Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiyorsunuz, onları size haber veririm" sözünde belirtmiştir. Bu ifâde hakkında iki mesele vardır; [57]

 

Birinci Mesele

 

Bu âyet hakkında şu iki izah ve görüş bulunmaktadır

a) Hz. İsa, ilk önce gaybfardan haber veriyordu.

Süddî şunu rivayet etmiştir: "O, çocuklarla oynuyor,sonra onlara, babalarının ve annelerinin ne yaptığını haber veriyordu. Bunun üzerine O, çocuğa annesinin kendisi için şunları şunları sakladığını haber veriyordu; çocuk ise evine dönüyor ve, o şeyi alıncaya kadar ağlıyordu.. Sonra ise ana-babalar çocuklarına, "Bu sihirbazla oynamayın!" diyor ve onları bir evde topluyorlardı. Hz. İsa onları aramaya geldiğinde ise, çocukların anne-babalan Hz. İsa'ya, "Çocuklar evde değiller!" diyorlardı. Hz. İsa da, "Peki, evde kim var?" diye sorduğunda, onlar, "Domuzlar var.." diyorlardı. Hz. İsa da, "İşte, öyle olsunlar!" deyince onlar da domuz haline geliyorlardı.

b) Hz. İsa'nın gayblardan haber vermesi, gökten sofra indiği zaman zuhur etmişti. Bu böyledir, çünkü İsrailoğulları, bu sofradan geriye birşey bırakıp biriktirmekten nehyedilmişlerdi. Ama onlar, yine de yiyecek biriktirip, saklıyorlardı. Hz. İsa da, işte onlara neler sakladıklarını haber veriyordu. [58]

 

İkinci Mesele      

 

Bu şekilde gaybten haber vermek, bir mu'cizedir Çünkü, (gaybten) haber verdiklerini iddia eden mü- neccimmlerin bunu haber vermeleri, ancak daha ön­ce geçmiş olan bir soruya İstinâd ediyordu. Onlar bu soruyu sorduktan sonra, bir âlet vasıtasıyla bu haberleri ortaya koymaya çalışıyor, bu âlet vasıtasıyla yıldızların çeşitli hal ve durumlarını bilip tesbit etmeye gayret sarfediyorlardı. Sonra müneccimler, kendilerinin çoğu kez yanılmış olduklarını da kabul etmektedirler. Ama gaybta haber vermeye gelince bu, daha önce herhangi bir soru bulunmadan ve de bir âletten de istifâde etmeksizin, sadece Allah'tan alınan vahiy ile olmaktadır.

Sonra Hz. İsa (a.s) sözünü "Muhak­kak kt bunlarda sizin için, eğer iman ediciler İseniz, bir ibret vardır" diye bitirmiştir. Bu sözün mânası, "mu'cizevî delillerin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet ettiğine inanan herkes için bu beş şeyde, iddia sahibinin doğruluğunu gösteren güçlü ve susturucu mu'cizeler vardır. Evet, mu'cizenin, iddia sahibinin doğruluğuna delalet ettiğini inkâr edenler de vardır. Bunlar, Brahmanlardır. Çünkü mu'cizelerin meydana gelmesi bunlara kifayet etmez. Fakat mu'cize'nin. iddia sahibinin doğruluğuna delâlet ettiğine inanan kimselerin bu mu'cizeler hakkında söyleyecekleri hiçbir söz  yoktur. [59]

 

"Benden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılınmış olanbazı şeyleri helâl kılmak için (geldim). Size Rabb'inizden âyet (mu'cize) getirdim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah benim de Rabb'imr sizin de Rabb'inizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı müstakim budur" (Âl-i İmran, 50-51). [60]

 

Hz. İsa'nın Tevrat'ı Tasdik Etmesinin Mânası

 

Bil ki Hz. İsa (a.s), bu apaçık mu'cizeler ile, kendisinin Allah katından gönderilmiş bir peygaber olduğunu açıklayınca, bunun peşisıra hangi sebeplerle gönderildiğini beyân etmiştir. Onlar da şu iki şeydir:

1- "Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak..." Bu tabir ile ilgili iki mesele vardır: [61]

 

Birinci Mesele

 

Biz, bir önceki âyetteki sözünün takdirinin "Ben, "Muhakkak size bir âyet getirdim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak gönderiyorum" şeklinde olduğunu söylemiştik. Buna göre bu âyetteki kelimesi, oradaki cümlesine ma'tuftur. Bu­nun takdiri ise şu şekildedir: "Ben, muhakkak size âyet getirdim ve önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderildim" diyen birisini İsrailoğullarına peygamber olarak gönderiyorum" sözün delâlet etmesi sebebiyle, bu kısımların hazfi yerinde olmuştur. [62]

 

İkinci Mesele      

 

Her  peygamberin,  bütün  peygamberleri  tasdik etmesi gerekir. Çünkü onların peygamberliklerinin sabit olmasının yolu da mu'cizedir. Buna göre mu'ci- zesi bulunan herkesin peygamber olduğunu kabul etmek gerekir. İşte bu sebepten ötürü biz, Hz. İsa (a.s)'nın, Hz. Musa (a.s)'ya Tevrat'ın verilmiş olduğunu tasdik etmesi gerektiğini söyledik. Hz. İsa'nın İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilişinin maksatlarından birisi belki de, Tevrat'ı iyice anlatıp münkirlerin şüphelerini ve cahillerin yaptığı tahrifatları ortadan kaldırmaktır. [63]

 

Hz. İsa'nın Şeriatının Bazı Haramları Helal Kılması

 

2- "Ve size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için..." Bu hususta bir suâl vardır, o da şudur: "Bu son kısım bir önceki ifâde ile tezad teşkil eder. Çünkü bu, Hz. İsa'ntn Tevrat'ta İsrailoğullarına haram kılınmış olan bazı şeyleri helâl kılmak için geldiğini gösteren açık bir ifâdedir. Bu da İncil'in hükmünün, Tevrat'ın bu hususlardaki hükmünün aksini ifâde etmesi gerekir. Binâenaleyh bu, Hz.-İsa'nın "Önümdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak" şeklindeki sözü ile tezad teşkil eder?

Buna şöyle cevap verilir: Bu iki ifâde arasında herhangi bir tenakuz yoktur. Çünkü Tevrat'ı tasdik etmek demek, onda bulunan herşeyin hak ve doğru olduğuna inanmaktan başka birşey değildir.

İkincisi Tevrat'ta zikredilmediğine göre, Hz. İsa'nın Tevrat'ta haram kılınan şeyleri helâl kılması, O'nun Tevrat'ı tasdik edişine ters düşmez. Yine Hz. İsa (a.s)'nın geleceği Tevrat'ta müjdelendiğine göre, Hz. İsa'nın gelmesi ve O'nun şeriatı, Tevrat'a ters düşmüş olmaz.

Sonra âlimler bu hususta ihtilaf ederek, bazıları, Hz. İsa'nın Tevrat'ın hiçbir hükmünü değiştirmediğini söylemişlerdir. Vehb İbn Münebbih şöyle demiştir: "Hz. İsa (a.s), Hz. Musa (a.s)'nın şeriatında idi. O da cumartesi yasağını kabul ediyor ve kıble olarak Beyt-i Makdis'e dönüyordu."

Sonra Vehb, "Size haram kılınmış olan bazı şeyleri size helâl kılmak için (geldim)" ifâdesini şu iki şekilde tefsir etmiş ve:

a) "Yahudi âlimleri, kendi kendilerine bazı asılsız hükümler uydurmuş ve bunları Hz. Musa'ya nisbet etmişlerdi. Hz. İsa (a.s) gelince, bu gibi hükümleri kaldırmış ve bunların asılsız olduğunu belirtip, durumu Hz. Musa (a.s) zamanındaki şekline getirmiştir.

b) Allah Teâlâ, İsrai loğ utlarının işledikleri bazı günahlardan ötürü, onlara bir ceza olsun diye, bazı şeyleri onlara haram kılmıştı. Nitekim Hak Teâlâ, "Yahudilerin işledikleri bir zulüm sebebi ile, biz (evvelce) kendileri için helâl kılman temiz ve güzel şeyleri onlara haram kıldık" (Nisa. 16O) buyurmuştur.

Sonra bu haram kılma, yahudiler için devam edegeimiştir. Daha sonra Hz. İsa (a.s) gelerek, bu çetin hükümleri kaldırmıştır" demiştir. Diğer bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Hz. İsa (a.s), Tevrat'ın birçok hükmünü kaldırmıştır. Fakat bu, onun, yukarıda da açıkladığımız gibi, Tevrat'ı tasdik etmiş olmasına bir zarar vermez. O, cumartesi ile ilgili hükmü kaldırmış, onun yerine pazar günü hükmünü koymuştur. O, yaptığı her işte isabetlidir. Çünkü biz, nâsih ile mensuh'un, ikisinin de hak ve doğru olduğunu beyân etmiştik.

Daha sonra Cenâb-ı Allahrj "Size Rabb'lnizden âyet (mu'cfze) getirdim" buyurmuştur. Bu ifâde tekrar edilmiştir. Çünkü insanı, eskiden beri alıştığı şeylerin tesirinden koparmak zordur. İşte bundan dolayı Hz. İsa'nın sözü onların kalplerine daha faydalı ve tabiatları üzerinde daha tesirli olsun diye, mu'cizeleri tekrar zikretmiş, sonra onları korkutarakArtık Allah'tan korkun ve bana itaat edin" demiştir. Çünkü peygambere itaat etmek, Allah'tan ittikâ etmenin gereklerindendir. Böylece O, "Gerçekten Allah'tan korktuğunuz zaman, Rabb'im adına size emrettiğim şeylerde de bana itaat etmeniz gerekir" demiş, d,aha sonra da sözünü şöyle bitirmiştir öl "Şüphe yok ki Allah benim de Rabb'im, sizin de Rabb'İnizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte sırat-ı müstakim budur." Hz. İsa (a.s)'nın bu sözden maksadı, kendisi hakkında bâtıl şeyler uydurup, O'nun ilâh veya İlâh'ın oğlu olduğunu söylemesinler diye, Allah'a boyun eğdiğini izhâr etmek ve O'nun kulu olduğunu itiraf etmektir. Çünkü O'nun, Allah'a kul olduğunu kabul edip ikrar etmesi, câhil hristiyanların O'nun hakkında iddia ettiği şeylere manî olur. Sonra O, "Öyle ise Allah 'a kulluk edin" demiştir ki bu, "Allah Teâlâ bütün mahlukatın Rabb'i olduğuna göre, herkesin O'na ibâdet etmesi gerekir" manasındadır. Sonra da o bu hükmünü, "İşte sırat-ı müstakim (en doğru yol) budur" diyerek te'kid etmiştir. [64]

 

"Ne zaman ki İsa onlarda inkâr emareleri gördü, dedi ki: "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" Havariler: "Biziz Allah'ın (dininin) yardımcıları. Allah'a İnandık. Sen de şâhid ol ki, biz muhakkak müslümaniarız" dediler. "Ey Rabb'imlz, senin indirdiğin (o kitaba) inandık, o peygambere de tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz." (Yahudiler) hileye saptılar, Allah da onların hilelerine ceza verdi. Allah htlekârlan cezalandıranların en hayırlısıdır" (Âl-i İmran, 52-54).

Bil ki, Allah Teâlâ, Hz. Meryem'i Hz. İsa gibi bir çocukla müjdeleyişini anlatıp, onun özelliklerini iyice açıklayınca, mu'cizelerini bildirip, burada doğumunun hikayesini anlatmayarak, bu hadiseyi derinlemesine Meryem Sûresi'nde zikredince, Hz. İsa (a.s) bu mu'cizeleri kendilerine gösterdiği ve bu delilleri ortaya koyduğu zaman o yahudilerin ne yaptıklarını beyân etmeye başladı. "Ne zaman ki İsâ onlarda inkâr emareleri gördü" buyurdu. Bu ifâde ile alâkalı bâzt meseleler bulunmaktadır. [65]

 

Hz. İsa'nın Yahudilerde İnkâr Alametleri Görmesi     

 

 kelimesi, birşeyi duyup hissetmek manasından ibarettir. Bunun iki izahı vardır:

a) Bu kelimeyi zahiri mânasına vererek, "Onlar, inkârlarını söylüyorlardı. Hz. İsa da Allah'ın izniyle bunu   duyup   hissetti"   mânâsında  olduğunu söylemek.

b) Bu kelimeyi te'vil ederek, bundan murad şudur demek: "Hz. İsa, onların küfürde ısrarlı olduklarını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini bildi." Bu, şüphesi olmayan kesin bir bilgi haline gelince, Atlah Teâlâ, duyularla meydana gelen bu ilmi, "hissetme" diye ifâde etmiştir. [66]

 

İkinci Mesele      

 

Âlimler, yahudilerin inkârlarının ortaya çıkmasına sebep olan şeyin ne olduğu hususunda, şu görüşleri belirterek ihtilaf etmişlerdir:

1- Süddî şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'yı Israiloğutlarına bir peygamber olarak gönderdiği zaman, o gelip onları Allah'ın dinine davet etmişti. Onlar küfürlerinde inâd edip ona uymadılar. Bunun üzerine o onlardan korktu ve saklandı. İsa (a.s)'nın kavmi içindeki durumu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumu gibi idi. O da Mekke'de iken mustaz'af (güçsüz bırakılmış) bir kimse idi. Hz. Peygamber (s.a.s)'in müşrikler onu öldürmek istedikleri zaman Sevr mağarasında ve kendine inanan mü'minlerin evlerinde gizlenişi gibi, Hz. isa (a.s)da İsrailoğullarından gizlenmiş idi. Sonra annesiyle birlikte, yeryüzünü dolaşmak için (saklandığı yerden) çıktı. Bir şehre, bir adama rastladı. Bu adam son derece izzet-ü ikram gösterdi. Orada zâlim bir hükümdar vardı. İşte bu adam bir gün, mahzun bir şekilde Hz. İsa'nın yanına geldi. Hz. İsa (a.s) bunun sebebini sorunca şöyle dedi: "Bu şehrin adamı, zalim bir adamdır. O, bizden her adama, kendisini ve ordusunu yedirip içireceği bir gün tayin etti.. Bu günse benim sıram; ama durumum kötü..." Hz. Meryem (a.s) bunu duyunca, "Evladım, Allah'a dua et de, Alla o adama isteğini versin.." dedi. Bunun üzerine Hz. İsa, "Anneciğim, eğer bunu yaparsam, bundan bir şer meydana gelir." dedi. Buna karşılık Hz. Meryem, "O, ihsanda bulunup ikram etti.. Onun için, ona da mutlaka ihsanda bulunup ikram etmek gerekir" deyince, Hz, İsa (a.s) şöyle dedi: "O hükümdarın gelmesi yaklaştığı zaman, tencere ve kırbalarını suyla doldur. Sonra da bunu yapıp bitirdiğini bana bildir.." O adam bu işleri yapıp bitirince Hz. İsa, Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine, tencerede bulunan şeyler pişip (yemek haline), su kırbalanndaki su da şarap haline geldi.. Hükümdar geldiği zaman, yedi, içti ve bu içkinin nereden alındığını sordu. Bu soru üzerine adam, cevap vermemek için oyalandı. Hükümdar ise ısrar edip, neticede ona anlattırdı, gerçeği öğrendi.

Hükümdar bunu öğrenince, "Allah'a duâ ederek suyu şarap haline getiren bir kimseye, çocuğunu, Allah'ın diriltmesi için duâ ettiğinde mutlaka icabet olunur" dedi. Kralın oğlu, birkaç gün önce ölmüş idi. Bunun üzerine hükümdar Hz. İsa'yı çağırtarak, ondan duâ etmesini istedi. Bunun üzerine de, Hz. İsa "Bunu yapamayız.. Çünkü o yaşarsa, bir şerre sebep olabilir" dedi. Bu cevap üzerine kral, "Ne olacağı umurumda değil, yeter ki ben onu göreyim.. Eğer sen onu diriltirsen, bu yaptığın şeye müsaade ederim..." dedi. Bu teklif üzerine Hz. İsa, Allah'a duâ etti.. Bunun üzerine çocuk (dirilip ayağa kalktı) ve böylece  döndü. Ü\tes\n\n \nsan\at\ onun yaşadım görünce, derhal silaha

sarılarak birbirleriyle savaşmaya başladılar.. Hz. İsa'nın durumu da, halk arasında böylece son derece meşhur oldu.. Yahudiler, bundan dolayı, öldürmeyi amaçlayarak, onu kınayıp, açıkça onu inkâra başladılar.

2- Yahudiler, Hz. İsa'nın Tevrat'ta müjdelenen Mesîh olduğunu.ve kendi dinlerini neshedeceğini biliyorlardı. İşte bu sebeple onlar, işin hemen başında ona ta'n ettiler ve öldürmeye çalıştılar. Hz. İsa açıktan açığa davete başlayınca, yahudilerin kızgınlıkları arttı.. Onu rahatsız etmeye başlayarak, öldürmek istediler.

3- Hz. İsa, kendilerini imana davet etmiş olduğu kavminin iman etmeye­ceğini ve çağrısının onlara hiçbir fayda vermeyeceğini zannetti.. Böylece, onlar hakkındaki bu zannının gerçek olup olmadığını anlamak için onları denemek istedi de, onlara, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" dedi. Bu soru üzerine O'na, havarilerden başka hiç kimse olumlu cevap vermedi.. İşte o zaman, havarilerin dışında kalan herkesin kâfir olduğunu; dinini inkâr etme ve kendisini de öldürme hususunda kararlı ve ısrarlı olduklarını anladı.

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a (doğrugiden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözü hakkında iki mesele vardır: [67]

 

Birinci Mesele

 

Âyetle ilgili şu izahlar yapılmıştır

a) Hz. İsa (a.s), İsrailoğullarını dine davet edip, onlar da bu konuda diretince, onlardan uzaklaşarak yer­yüzünde dolaşmaya başladı. Derken, balık avlayan bir grup avcının yanına geldi. Onların içinde Şemûn, Yakûb ve Yuhanna İbn Zebedî bulunuyordu. Bu kimseler daha sonra, oniki havariye dahil olacaklardır.. Hz. İsa onlara şöyle dedi: "5u anda balık avlıyorsunuz, ama bana tâbi olursanız, ebedî hayat için insanları avlayan kimseler olursunuz..." Bunun üzerine avcılar Hz. İsa'dan bir mu'cize istediler.. Şemûn ağını o gece suya atmış, ama hiçbir şey de avlayamamıştı. Hz. İsa ona, ağını ikinci kez suya atmasını emretti.. Bu sefer, Şemûn'un ağı, nerdeyse parçalanacak kadar balıkla doldu taştı; bu durum karşısında onlar, başka bir geminin çalışanlarından yardım istediler, tam iki gemi dolusu balık elde ettiler.. O zaman onlar, Hz. İsa'ya iman ettiler...

b) Hz. İsa, "Allah'a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim?" sözünü, yahudiler O'nu öldürmek için bir araya toplanıp anlaştıkları zaman, işin en sonunda söylemiştir. Sonra burada şu iki ihtimal söz konusu olabilir:

Birinci ihtimal: Yahudiler, O'nu öldürmek için arayıp, O da onlardan uzaklaşmak istediğinde, bu ontki havariye, "Allah tarafından bana benzetilmek suretiyle, yerime öldürülmeye karşılık, cennette benim arkadaşım olmayı hanginiz ister?" dedi. Bu soruya onların bir kısmı icabet etti.

Hristiyanların İncil'lerinde zikrettikleri de şudur: "Yahudiler, Hz. İsa'yı yakalayınca, Şemûn kılıcını çekip, içlerindeki büyük bir âlime ait olan bir köleye vurarak, onun kulağını uçurdu. Bunun üzerine Hz. İsa ona, "Yeter!" dedi. Sonra da, kölenin kulağını alarak yerine koydu; kulak tıpkı eski haline geldi.. Netice olarak, Hz. İsa'nın yardım talep etmesinden maksadı, onları, kendisine yönelebilecek kötülüğü savuşturmaya yöneltmek, teşvik etmektir.

İkinci ihtimal: Hz. İsa onları, yahudilerle savaşmaya davet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Hak, başka bir sûrede, "Nitekim Meryem oğlu İsa, havarilerine, "Allah'a (doğru giden yolda) benim yardımcılarım kim olacak?" demiş, havariler de, "Allah'ın yardımcıları biziz" demişlerdi. İşte İsrailoğullanndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihayet biz, o iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de, bu suretle galip geldiler" <saf. 14) buyurmuştur. [68]

 

İkinci Mesele      

 

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın"Allah'a..." buyru- ğudur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bunun takdiri, "Allah'a gitmem veya O'na iltica etmem durumunda, kim bana yardımcı olur?" şeklindedir.

b) Bunun takdiri, "Allah'ın emrini açıklayıp, O'nun dinini ortaya koyuncaya kadar, benim yardımcılarım kim olacaktır?" şeklindedir. Bu ikinci takdire göre [ harf-i cerri, gaye mânasını ifâde eder. Buna göre Hz. İsa sanki, "Davetim tamamlanıp, Allahu Teâlâ'nın emri de ortaya çıkıncaya kadar, bana yardım etmeyi kimler idame ettirecektir?" mânâsını murad etmiştir.

 (ile) mânasına On-

c) Dilcilerin ekserisi buradaki harf-i cerrinin ğini söylemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, ların mallarını kendi mallarınızla beraber yemeyiniz " <Nisa, 2) âyetinde de kelimesi, manasındadır.

Hz. Peygamber (s.a.s) de "Az sayıdaki deve, az sa­yıdaki deveyle beraber deve sürüsü olur"[69] buyurmuştur.

Zeccâckelimesi  anlamına gelmez; çünkü sen, meselaZeyd, Amr'ın yanına gitti" dediğin zaman, "Zeyd Amr'la beraber gitti" demiş olmazsın. Çünkü harf-i cerri bir sınırı (gayeyi) ifâde eder. ise, bir şeyin başka bir şeye katılmasını, bi­tişmesini ifâde eder. Bilakis bizim, "Buradakiharf- anla­mındadır" dememizin anlamıharf-i cerri, 'nın temin etmiş olduğu mânâyı sağlar. Çünküifâdesinin manası, kendi "Allah'­ın yardımı yanısıra, yardımını kim bana katar, verir?.." şeklindedir. Hak Teâlâ'nın, ifâdesinin mânâsı, "(O yetimlerin) malını kendi malınıza katarak yemeyiniz..." Hz. Peygamber {s.a.s) ifâdesinin mânası da "Deve topluluğu deve topluluğuna katıldığı zaman sürüyü meydana getirir" şeklindedir" demiştir.

d) Mâna, "Allah'a yaklaşma ve O'na giden yolda yardımcılarım kimdir?" şeklindedir. Nitekim, hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kurban kestiği zaman''Allah'ım sendendir, sanadır.." yani, "Sana yak­laşmak içindir. dediği varid oimuştur. Yine bir kimse başkasını yanına çağırdığı zamander; yani, "Bana katıl, bana gel!" der. Burada da böyledir. Buna göre mânâ, "Allah'a bir yaklaşma ve ibadet olacak şeyler hususunda, yardımcılarım kimdir?" şeklinde olur.

e) Buradaki, afzının "lâm" anlamına gelmesidir. Buna göre Hz. İsa sanki, "Allah için yardımcılarım kimdir?" demiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı

Hakk'ın, Deki: "sn şerikleriniz içinden hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" De ki: "Hakkı gösterecek ve O'na iletecek Allah'dır" (Yunus, 35) âyetidir.

f) Âyetin takdiri, "Allah yolunda yardımcılarım kimdir?" şeklindedir. Buna görer harf-i cerrinin anlamına gelmesi caizdir. Bu Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. [70]

 

Havari Kelimesinin Mânası

 

Hak Teâlâ'ntn"Havariler, "Biziz Allah'ın yardımcıları..." dediler" ifâdesi hakkında birkaç mesele vardır: [71]

 

Birinci Mesele

 

Âlimler bu âyette geçen Havari" lafzı hakkında şu izahları yapmışlardır:

a) Havârî", bir kimsenin özelliği ve hususiyetini ifâde etmek için va'ad olunmuş bir isimdir. Katıksız, sırf öz olduğu için, "un"a, havârî denilmesi de, bundandır.                                                              

Hz. Peygamber (s.a.s) de, Zübeyr'e "O, benim halamın oğludur ve ümmetim içinde benim havarimdir."[72] buyurmuştur.

Tenleri ve cilt renkleri temiz ve duru olan kadınlara da denilir.

Buna göre âyette geçen, kelimesinden murad, peygamberleri tasdik ve onlara yardım konusunda samimî ve son derece ihlâslı olan, peygamberlerin seçkin ve kendilerine yakın dost ve tâbîleridir.

b) kelimesinin aslı kelimesidir. Bu kelimenin anlamı da, bembeyaz anlamındadır. Una da havârî denilmiş olması, bundan dolayıdır. kelimeleri de böyledir; bunların mânası, gözün beyaz kısmının iyice beyaz olmasıdır. Senin elbiseyi iyice temizleyip bembeyaz yaptığın zaman   demen de bu anlamdadır.

İşte bu takdirlere göre, âlimler, havarilerin niçin bu isimle adlandınldıkiarı kunusunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre Saîd İbn Cübeyr, elbiselerinin beyaz olması sebebiyle bu ismi almış olduklarını söylemiştir. Onların, çamaşırcı oldukları ve elbiseleri temizleyip beyazlattıkları söylenmiştir. Yine, onların kalpleri her türlü nifak, şekk ve şüpheden arınıp tertemiz olduğu için, onları medhedip, kalplerinin, son derece beyaz bir elbise gibi son derece temiz olduğuna işaret etmek için bu ismi almış oldukları da söylenmiştir. Bu, bir kimse kötü fiillerden uzak ve berî olduğundaFalanca, yakası pâk ve eteği de temiz olandır" denilmesi gibidir. Yine bir kimse kötü fiilleri yaptığı zamanFalanca, elbisesi kirli olandır" denilir.

c) Dahhâk şöyle demektedir: Hz. İsa (a.s), çamaşır yıkayan bir topluluğa uğradı ve onları imana çağırdı. Bunun üzerine onlar da iman ettiler. Çamaşır yıkayan kimseye Nabat dilinde denilirdi ki, bu çamaşırcı demekti. Daha sonra bu kelime Arapçalaştırılarak şeklini aldı.

Mukâtil İbn Süleyman, havarilerin çamaşırcı olduklarını söylemiştir. Bu lafzın iştikakının aslı iyice kavrandığı zaman, bu kelimenin, örfdeki kullanılış yoluyla, bir kimsenin çok yakın dostu ve onun sırdaşı anlamına geldiği anlaşılır. [73]

 

İkinci Mesele      

 

Âlimler, havarilerin kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Birinci görüş: İsa (a.s). onlar balık avlarlarken, onların yanına gelmiş ve onlara şöyle demişti: "Geliniz, insanları avlayalım." Onlar da, "Sen kimsin?" deyince, O, "Ben, Meryem oğlu İsa, Allah'ın kulu ve elçisiyim" dedi. Bunun üzerine onlar, bu iddiasına dair. bir mu'cize istediler. Hz. İsa da, mu'cize gösterince, ona iman ettiler... İşte bunlar, havarilerdir. [74]

 

Hz. İsa'nın, Küçüklüğünde Boyacının Yanında Çalışması

 

İkinci görüş: Âlimler şöyle demişlerdir: Annesi Meryem, İsa'yı bir boyacıya verdi. Boyacı ona bir şey öğretmek istedğinde (gördü ki) o, bunu ondan daha iyi biliyordu. Boyacı, bazı isteri sebebiyle işyerinden ayrılmayı ister ve O'na "Şurada birbirinden farklı elbiseler bulunmaktadır. Ben onların herbirisine belli şekil ve alâmetler çizdim. Ben döndüğümde bu işler tamamlanmış olacak şekilde, sen bu elbiseleri şu boyalarla boya..." der ve ayrılıp gider. Sonra Hz. İsa bir küp su kaynatarak, bütün elbiseleri onun içine basar; ve, "Allah'ın izniyle, istenildiği gibi olunuz.." der. Derken boyacı geri döner ve yaptığını ona haber verir. Bunun üzerine boyacı, "Bütün elbiseleri mahvettin!" der.. Hz. İsa ise, "Kalk ve bak., (bakalım öylemi?)" der. Böylece boyacı, istediği biçimde kırmızı, yeşil, sarı elbiseler çıkarmaya başlar.. Ve, bütün elbiseleri, istemiş olduğu renklere boyanmış olarak oradan çıkarır.. Orada bulunanlar ise buna hayret ederler ve O'na iman ederler.. İşte, havariler bunlardır. [75]

 

Havarilerin Gördüğü Bazı Mu'cizeler

 

Üçüncü görüş: Havariler, Hz. İsa'ya tâbi olan oniki kişiydiler. Onlar, "Ey Allah'ın ruhu, acıktık!" dediklerinde, Hz. İsa elini yere vuruyor, bunun üzerine her bir havari için iki ekmek çıkıyordu. Susadıkları zaman, "Ey Rüsullah, biz susadık!" diyorlardı. Bunun üzerine Hz. İsa elini yere vuruyor, derken yerden su çıkıyor, onlar da su içiyorlardı. İşte bunun üzerine, "İstediğimiz zaman bizi yediriyor, istediğimiz zaman da bize içecek veriyorsun.. Bizden daha faziletli kim olabilir?.. Biz sana iman ettik!" deyince, Hz. İsa, "Sizden daha efdal olan, eliyle çalışıp da kendi emeğinden yiyen kimsedir" buyurdu. Bu söz üzerine onlar elbise yıkamaya başladılar ve bundan dolayı da havari diye isimlendirildiler.

Dördüncü görüş: Bunlar hükümdar idiler. Bu görüşte olanlar şöyle dediler: Bu böyle olmuştur; çünkü hükümdarlardan birisi bir ziyafet hazırlayıp halkı davet etti. Hz. İsa da bir tabaktan yemek yiyor, ama O'nun yemeği hiç bitmiyordu. Bunun üzerine bu olayı O krala anlatınca O, "Onu tanıyorsunuz değil mi?" dedi. Onlar da, evet, dediler. Hep beraber Hz. İsa'nın yanına gittiler.

Melik ona, "Sen kimsin?" deyince, Hz. İsa, "Ben, Meryem oğlu İsa'yım" dedi.

Bunun üzerine hükümdar da, "Mülkümü bırakarak sana tâbi oluyorum" dedi ve bütün akrabalarıyla beraber Hz. İsa'ya tabi oldu ki, işte havariler bunlardır.

Kaffal şöyle demiştir: Bu oniki havarinin bir kısmı hükümdar, bazısı balıkçı, bazısının da çamaşırcı olması mümkündür; aynı zamanda hepsi de, Hz. İsa'nın yardımcısı ve O'nu sevme, O'na itaat etme ve O'na hizmet etme hususunda son derece ihlaslı ve samimi oldukları için, havarî olarak isimlendirilebilirler. [76]

 

Üçüncü Mesele    

 

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinden maksat, "Biz Allah'ın dininin ve peygamberlerinin yardımcı­larıyız" demektir. Çünkü hakiki anlamda, Allah'ın bizzat kendisine yardım etmek imkânsızdır. Binâenaleyh,  "Biz, Allah'ın yardımcılarıyız" ifâdesinden maksat, bizim söylediğimiz şeydir.

hak Teâlâ'nın, "Allah'a inandık" buyruğuna gelince bu, illet ve sebep yerine, geçen bir İfâdedir. Buna göre mânâ, "Allah'a iman etmiş olmanız sebebiyle, bizim Allah'ın yardımcıları olmamız gerekir. Çünkü, Allah'a iman etmek, O'nun dinine yardım etmeyi, dostlarını savunmayı ve düşmanlarıyla savaşmayı gerektirir" şeklindedir.

Daha sonra onlar"Sen de şahit ol ki, biz muhakkak müslümanlanz" demiştir. Bu böyledir, çünkü onların Hz. İsa'yı kendi üzerlerine şahit tutmaları, aynı zamanda Allah'ı şahit tutmak demektir. Sonra bu ifâde hakkında şu iki açıklama yapılmıştır.

a) Bu cümleden maksat, "Senin bizden, sana yardım ve seni müdafaa hususundaki talebine boyun eğdiğimize ve bu konuda Allah'ın emrine teslim olduğumuza şahit ol" demektir.

b) Bu, onların dininin İslâm ve İslâm'ın bütün peygamberlerin (a.s) dini olduğuna denir, havarilerin yapmış olduğu bir ikrar ve itiraftır.

Bil ki onlar, Hz. İsa'yı iman ettikleri ve müslüman oldukları hususuna şahit tuttukları zaman, Allah'a yalvarıp yakararak "Ey Rabb'imiz, senin indirdiğin (o Kitaba) inandık, o pey­gambere de tâbi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz" demişlerdir. Bu böyledir; çünkü havariler, birinci cümlede, yani "Allah'a iman ettik" dedikleri zaman Allah'a; "Senin indirdiğin (o kitaba) inandık" dediklerinde, Allah'ın kitaplarına; "O peygambere de tâbi olduk " dediklerinde de, Allah'ın resulüne iman etmiş ve bundan dolayı, Allah'a yakınlaşmayı ve O'nun sevabını elde etmeyi isteyerek, "Artık bizi şahitlerle beraber yaz" demişlerdir. İşte bu ifâde,

şahit olanların, havarilerden daha üstün ve onların derecelerinin de onlarınkinden daha ileri olmasını iktiza eder. İşte bu konuda müfessirler bazı açıklamalar yapmışlardır:

a) İbn Abbas"Şahitlerle beraber" tabirinin manası, "Hz. Muhammed (s.a.s) ve O'nun ümmetiyle beraber..." demektir. Çünkü, şehâdeti yerine getirmesi istenenler Hz. Muhammed ve O'nun ümmetidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece sizi Ömek (vasat) bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize bir şahit olsun diye..." (Bakara. 143) buyurmuştur.

b) Bu da, İbn Abbas'tan nakledilmiştir. Buna göre, "Artık bizi şahitlerle beraber yaz..." demek, "Bizi peygamberler zümresi içine yaz" demektir. Çünkü her peygamber, kavmine şahittir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendilerine gönderilenlere elbette soracağımız gibi,  onlara gönderilen resullere de muhakkak soracağız" (Araf, buyurmuştur. Allahu Teâlâ da onların dualarını kabul etmiş; onların herbirini nebî ve resul yapmış, böylece de onlar ölüleri diriltmiş ve Hz. İsa'nın yapmış olduğu her şeyi yapmışlardır.

c) "Bizi şahitlerle beraber yaz" duası "Bizi, senin birliğine ve peygamber­lerin doğruluğuna şahadet edenler zümresinin içinde yaz" mânâsındadır. Bu ifâdeden maksat şudur: Havariler, Hz. İsa (a.s)'yı kendilerinin müslümanlığına, "Sen de şahit ol ki biz muhakkak müslümanlanz" diyerek şahit tutunca, işi te'kid ve takviye etmek için Allah'ı da şahit tutmuşlardır. Yine onlar, Allah'ın birliğine ve peygamberlerin nübüvvetine şahadet eden her mü'minin alacağı mükâfaat kadar, Allah'tan mükâfaat istemişlerdir.

d) "Bizi şahitlerle beraber yaz" sözü, iyilerin amel defterlerinin ancak göklerde  meleklerin  yanında olacağına  işarettir.   Nitekim  Cenâb-ı  Hak, "Gerçekten iyilerin amel kitapları, hiç şüphesiz illiyyîndedir." (Mutannin, ıs» buyurmuştur. Allah Teâlâ, onların adını, mü'min şahitlerle beraber yazınca, onların bu nâmı, Mele-; A'la ve mukarreb melekler yanında meşhur olmuştur.

e) Allah Teâlâ, "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığına şahadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de..." (âı-i imran, ıs) buyurarak, ilim sahiplerini de şahitlerden saymış ve onların adını kendi adıyla birlikte zikretmiştir. İşte bu büyük bir derece ve yüce bir mertebedir. Bundan dolayı havariler de, "Bizi şahitlerle beraber yaz" yani "Bizi, adlarını adınla beraber zikrettiğin o kimselerden kıl" demişlerdir.

f) Cebrail (a.s), Hz. Muhammed (s.a.s)'e "ihsân"ın ne demek olduğunu sorduğundaO, "Sanki Allah'ı görüyörmüşsün gibi O'na ibadet etmendir"[77] buyurdu. İşte bu, ubûdiyyetle meşgul olmada insanın ulaşabileceği son noktadır. Bu da, kulun "gaybet" makamında değil, "şuhûd" makamında olmasıdır. İşte bu havariler, istidlal hususunda mükemmelliğe ulaşınca, bu "istidlal" makamından "şuhûd ve mükâşefe" makamına yükselmek istemişler ve "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" demişlerdir.

g) Allah'ı müşahede etme makamında bulunan kişi kendisine gelen çeşitli güçlük ve elemlere aldırış etmez. Binâenaleyh havariler, Hz. İsa'ya yardım edip, ona yardım ve onu korumayı üstlerine alınca, "Bizi, şâhidlerle beraber yaz" yani, "Bize gelecek çeşitli güçlük ve meşakkatlere aldırış etmemiz için, bizi celâlini müşahede eden kimselerden kıl! İşte o zaman peygamberine yardım için verdiğimiz sözü hakkıyla yerine getirmemiz kolaylaşır" demişlerdir. [78]

 

Yahudilerin Hz. İsa'ya Tuzak Hazırlamaları

 

Sonra Cenâb-ı AllahYahudiler) hileye saptılar, Allah da onların hilelerine ceza verdi Allah hilekârlan cezalandıranların en hayırhsıdır" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [79]

 

Birinci Mesele

 

"Mekr"   kelimesinin   Arapça'daki   asıl   manası, "gizlice ve karanlıkta fesat çıkarmaya uğraşmaktır.

Zeccâc, "Gecenin karanlığı ortalığı kapladığı zaman denilir" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hani bir vakitler o kâfirler sana tuzak kuruyorlardı (mekr)" (Enfal 30) ve "O (Yusurun kardeşleri) hile (mekr) yaparak İşleyecekleri işi kararlaştırırlarken sen yanlarında değildin" (Yusuf, 102) buyurmuştur.

Bu kelimenin asıl mânasının, "bir şeyin toplanması ve sağlarr yapılması" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Etine dolgun kadına denilir. Reyi sağlamlaştırmaya "icma" ve "cem"'de denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Siz ve ortaklarınız artık toplanıp işinizi kararlaşhnn" (Yunus. 7i) buyurmuştur. İşte bu sebeple mekr, sağlam olup eksiklik ve gevşekliklerden uzak, muhkem bir görüş manasına olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. [80]

 

Allah Teâlâ'nın Mekrinin Mânası    

 

Onların, Hz. İsa (a.s)'ya karşı yaptıkları hile, onların onu öldürmek istemeleridir. Allah Teâlâ'nın onlara karşı "mekr"i hususunda ise şu izahlar yapılmıştır: Birinci izah: Allah'ın onlara mekri, İsa (a.s)'yı göğe kaldırmastdır. Bu böyledir. Çünkü yahudilerin kralı olan bir yahudi, İsâ (a.s)'yı öldürmek istedi. Cebrail (a.s) ise Hz. İsa (a.s)'nın yanından hiç ayrılmıyordu. İşte, "O, (İsa'yı) Ruhul-Kudüs ile destekledik" (Bakara, 253) âyetinin manası budur. Yahudiler onu öldürmek istedikleri zaman, Cebrail (a.s) O'na, tepesinde bacası bulunan bir odaya girmesini emretti. Onlar o odaya girdiklerinde, Cebrail (a.s) O'nu bacadan çıkarıp, onun şeklini bir başkasına verdi. Böylece onlar, bu insanı, (Hz. İsa diye) yakalayıp çarmıha gerdiler. Orada bulunanlar üç gruba ayrıldılar. Bir grup, "Allah aramızda idi, gitti"; bir başka grup, "O, Allah'ın oğlu idi", üçün grup ise, "O, Allah'ın kulu ve elçisi idi. Allah Teâlâ O'nu göğe yükseltmek suretiyle, ona ikramda bulundu" demişler ve her grup, ayrı bir cemaat olmuşlardır. Derken Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderinceye kadar, kâfir olan ilk iki grup, mü'min olan üçüncü gruba baskın çıktı. Velhasıl diyebiliriz ki, Allah'ın onlara mekrinden murad, Hz. İsa'yı sema'ya ref edip, yahudtlere, serlerini O'na ulaştırma fırsatı vermemesidir.

İkinci izah: Havariler, oniki kişi idiler ve bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi münafıklık yapıp, yerlerini yahudilere bildirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onu, aynen Hz. İsa (a.s)'ya benzetti ve Hz. İsa (a.s)'ı da göğe yükseltti. Yahudiler, o münafığı Hz. İsa diye yakalayıp öldürdüler ve çarmıha gerdiler. İşte Allah'ın onlara olan mekri budur.

İbn İshâk şunu anlatmıştır: "Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldıktan sonra yahudiler havarilere işkence yaptılar

 Üçüncü izah: Muhammed, kızgın güneş altında tutarak onlara azab ettiler. Havariler, yahudilerin elinden çok çektiler. Bu durum, Roma İmparatoruna ulaştı. Yahudilerin başlarındaki idareci Roma'ya bağlı olan bir hükümdar idi. Ona, "İsrailoğullarından emrin altındaki insanların birisi, onlara Allah'ın peygamberi olduğunu söylüyor, ölüleri diriltip körler ile

alaca hastalığına tutulmuş olanları iyileştirdiğini gösteriyordu. Derken onu öldürdüler" denildi. Bunun üzerine o, "Eğer bunu bilseydim, yahudiler ile onun arasına girerdim (öldürmelerine mâni olurdum)" dedi ve havarilere adam gönderip onları yahudilerin elinden kurtardı. Havarilere Hz. İsa (a.s)'yı sordu. Onlar da ona herşeyi anlattılar. Böylece o hükümdar onların dinine girdi ve çarmıha gerileni indirip toprağa gömdürdü. O çarmıhı alıp, ona kıymet vererek sakladı. Daha sonra İsrailogullarıyla savaşıp, onlardan bir çok insan öldürdü.

Böylece hristiyanlığın temeli Roma İmparatorluğunda zuhur etmiştir. Bu imparatorun adı ""Tabâris"[81] idi. O hristiyan oldu, fakat bunu açıklamadı. Daha sonra adı Matlis"[82] olan başka bir imparator geldi ve Hz. İsa (a.s)'nın göğe kaldırılmasının kırkıncı yılında Beyt-i Makdis'teki yahudilerle savaşıp bir kısmını öldürürken bir kısmını esir aldı. Kudüs şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. İşte bu zaman, yahudilerin Kureyza ve Nadir kabileleri Hicaz bölgesine hicret etmişlerdi. Bütün bunlar Allah'ın, Hz. İsa'yı yalanlamalarına ve O'nu öldürmek istemelerine karşı onlara verdiği cezalardır.

Dördüncü izah: Allah Teâlâ o yahudilerin üzerine İran Pers hükümdarını musallat etti de o onları öldürdü veya esir aldı. İşte 'Çok çetin bir kuvvete sahip olan kullarımızı üzerinize musallat kıldık" (isra. 5) âyetinde de beyan edildiği gibi, Allah'ın onlara karşı mekri budur.

Beşinci izah: Bundan muradın şu mananın olması da muhtemeldir: Onlar, Allah'ın emirlerini gizleme ve dinini iptal etme hususunda hileler kurdular. Allah Teâlâ da dinini yüce kılıp, şeriatını ortaya koyup Allah düşmanı olan yahudilere, zillet ve alçaklık verip perişan ederek hile ve mekrde bulunmuştur. Allah en

iyi bilendir. [83]

 

Üçüncü Mesele 

  

"Mekr", birisine şer ve kötülük ulaştırmak için çareler aramaktan ibarettir. Allah için, hile kurup çare

araması düşünülemez. Allah hakkında kullanılan "mekr" kelimesi, müteşabth lafızlardan olmuş olur. Alimler bu lafzın te'vili ve tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir:

a) Allah Teâlâ, mekr ve hileye karşı verdiği cezaya da "mekr" demiştir. Bu, tıpkı  'Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür" (Şura. âyetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Allah hud'a ve tuzak kurmaya karşı verdiği cezayı "hud'a", istihzaya karşı verdiği cezayı da "istihza" olarak ifade etmiştir.

b) Allah'ın onlara yaptığı muamele, mekr'e benzediği için, bu adı almıştır.

c) Bu lafız, müteşâbihattan değildir. Çünkü bu, mükemmel ve sağlam tedbir manasınadır. Sonra örfte, başkalarına bir şer ulaştırmak için alınan tedbir manasına kullanılmıştır. Bu mana, Hak Teâlâ hakkında imkansız değildir. Allah en iyi bilendir. [84]

 

"O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz sent öldürecek olan benim; seni kendime yükseltip kaldıracak, inkâr edenlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tâbi olanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenleri  üstünde tutacak da (benim). Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilaf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" (Al-i Imran. 55).

Bu âyet hakkında birkaç mesele bulunmaktadır: [85]

 

Birinci Mesele     

 

Âyetin başındaki edatının âmili, bir önceki âyetin sonundaki sözü­dür. Yani, "Bu ilâhî hile, Allah şu sözü söylediğinde kurulmuş idi" demektir. Bunun takdirinin .. "Bu iş, Allah şöyle şöyle dediğinde olmuştu" şeklinde olduğu da söylenmiştir. [86]

 

İkinci Mesele      

 

Onlar, Allah Teâlâ'nın bu âyette, Hz. İsa (a.s)'yı birtakım sıfatlarla şereflendirdiğini kabul etmişlerdir: [87]

 

Buyruğunun İzahı

 

Birinci sıfat: Hak Teâlâ'nın"Şüphesiz sent öldürecek olan benim" buyruğudur. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın Hz. İsa (a.s)'dan nakl ettiği, "Fakat vakta ki sen bent (içlerinden) aldın, üstlerinde ntgehban yalnız sen oidun" (Mâide. 117) sözüdür. Müfessirler, bu iki âyeti şu iki değişik şekilde izah etmeşilerdir:

a) Âyette herhangi bir takdim veya tehir yapmaksızın onu zahirine göre mânalandırmak.

b)  Âyette bir takdim ve tehirin olduğunu kabul etmek. Birinci şeklin İzahı şu vecihler üzeredir:

1- "Şüphesiz seni öldürecek olan benim" sözünün mânası, "senin ömrünü tamamlayacak olan benim. Bunu tamamlayınca senin canını alırım. Onların seni öldürmelerine fırsat vermem, aksine seni semâma kaldırıp meleklerime yaklaştırır ve seni onların öldürmelerinden korurum" şeklindedir. Bu güzel bir te'vildir.

2- demek, "seni öldüren benim" mânasındadır. Bu görüş, İbn Abbas (r.a) ve Muhammed İbn İshâk'tan rivayet edilmiştir. Onlar şöyle demişlerdir: "Bundan maksat, onun yahudi düşmanlarının, O'nu öldürmeye imkân bulamayacaklarıdır. Allah O'nu öldürmüş ve sonra göğe kaldırmak suretiyle şeref kazandırmıştır." Bu görüşte olanlar da şu üç izahı yapmışlardır:

a) Vehb İbni Münebbih, "Allah, O'nun canını üç saatliğine almış ve sonra O'nu göğe kaldırmıştır" demiştir.

b) Muhammed İbn İshâk, "Allah O'nun canını yedi saatliğine almış ve sonra O'nu dirilterek semâ'ya ref etmiştir" demiştir.

c) Rebî İbn Enes ise şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, O'nu göğe kaldırırken cantnı almıştîr. Nilekim Cenâb-ı Hak,  "Allah (ölenin) ölümü esnastnda, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını (canlarım) alır" (zümer, 42) buyurmuştur.

3- Âyetteki vâv harf-i çerleri, tertip (sıra) ifâde etmezler. Binâenaleyh âyet, Cenâb-ı Allah'ın, Hz. İsa'ya bu şeyleri yapacağını gösterir. Fakat nasıl ve ne zaman yapacağı hususları delile bağlıdır. Deliller de, Hz. İsa'nın canlı olarak göğe yükseltildiğini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O (İsa) İnecek ve DeccâVi öldürecektir,[88] İşte Atlah Teâlâ bundan sonra onun canını alacaktır.

4- Bu, Ebu Bekir el-Vasıti'nin söylediği görüştür: "Bu ifâdeden murad şudur: "Şüphesiz ben seni, şehevî isteklerinden ve nefsinin nazlarından öldüreceğim..." Cenâb-ı  Hak daha  sonra da,   "Ve sent,  kendime yükselteceğim" buyurmuştur; çünkü Allah'ın dışındaki her şeyden fani olmayan bir kimse, marifetullah makamına ulaşamaz. Ve yine, Hz. İsa semâya yükseltilince, şehvetin, gazabın ve kötü huyların bulunmaması bakımından O'nun durumu, meleklerin durumu gibi olmuştur.

5- "Teveffî kelimesi, bir şeyi tam ve noksansız olarak almak anlamına gelir. Allahu Teâlâ, insanlardan bir kısmının hatırına, Allah'ın yükselttiği şeyin Hz. İsa'nın bedeni değil de ruhu olduğu fikrinin geleceğini bilince, Hz. İsa'yı ruhu ve bedenîyle bir bütün olarak göğe yükselttiğine delâlet etmesi için bu kelimeyi zikretmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın,  "Onlar sana hiçbir şekilde zarar veremezler" (Nisa, 113) âyeti de bu açıklamanın doğruluğunu gösterir.

6- sözünün mânası, "Ben seni öldürülmüş gibi yapacağım" şeklindedir. Çünkü, Hz. İsa göğe yükseltilip, yeryüzündeki haberi ve izi kaybolup silinince, adeta ölü gibi olmuştur.  Bir şeyin isminin, sıfat ve hususiyetlerinin ekserisinde, o şeye benzeyen bir şeye itlâk edilip, isim olarak verilmesi, caiz ve güzeldir.

7- "TeveffTnin anlamı, kabzedip atmaktır. Nitekim Arapça'da "falanca dir­hemlerimi, bana teslim etti ve ben o dirhemleri ondan teslim aldım1' denildiği gi­bi denilir. Bazan kelimesi, "alacağını tam aldı" mânasına gelir. Her iki ihtimale göre de, Hz. İsa'nın yeryüzünden alınıp gökyüzüne yükseltilmesi, onun için bir teveffî olur.

Buna göre, eğer, "Bu izaha göre teveffî, Allahu Teâlâ'nın Hz. İsa'yı kendisine yükseltmesinin aynısı olur. Binâenaleyh, "ve, sent kendime yükselteceğim" ifâdesi, bir tekrar olmuş olur" denilirse, biz deriz ki: "Şüphesiz seni öldürecek olan benim" sözü, teveffinin tahakkuk ettiğine delâlet eder. Bu ise, içinde birçok nev'i bulunan bir cinstir. Bu nevilerden birisi ölüm, birisi de göğe yükseltmektir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "Ve, seni kendime yükselteceğim" deyince, bu onun nev'ini belirtme olup, bir tekrar olmaz.

8- Bu ifâdede, muzâfın düşmüş olduğunu takdir etmek.. Buna göre takdir, "Amellerini tastamam alacağım" manasında      ve "amelini bana yükselteceğim"  şeklindedir. Bu, Cenâb-t Hakk'ın, "Güzel kelimeler, ancak O'na yükselir" (Fâtır, ıo>â-yeti gibidir. Bu âyetten muradı şudur: Allahu Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'ya tâat ve amellerini kabul edeceğini müjdelemiş, dinini yürütme ve şeriatını ortaya koyma hususunda düşmanlarından göreceği zorluk ve meşakkatlerin ecrinin yok olmayacağını, sevabının boşa gitmeyeceğini ona bildirmiştir. İşte, âyeti zahirî mânasına göre alanların yapmış oldukları izahın hepsi bundan ibarettir.

İkinci şekil: Bu, âyet-i kerimede, bir takdim veya tehire ihtiyaç olmadığı halde, bir takdim ve tehirin gerekli olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Ve seni kendime yükselteceğim" ifâdesi, Cenâb-t Hakk'ın Hz. İsa'yı diri olarak göğe kaldırdığını iktiza eder.

Buradaki vâv harf-i cerri bir tertip ifâde etmez. Binâenaleyh, bunda bir takdim ve tehirin bulunduğunu söylemekten başka bir çare kalmıyor. Buna göre   mana,   "Seni   kendime   yükselteceğim,   seni   kâfirlerden   kurtarıp temizleyeceğim ve seni dünyaya indirdikten sonra, sent Öldüreceğim" şeklinde olur. Kur'ân-ı Kerim'de bu gibi takdim ve tehirler çokça bulunmaktadır.

Sil ki, bu sunmuş olduğumuz (önceki) birçok izah, âyetin zahirine muhalefet etmemize mâni olup, buna ihtiyaç bırakmaz. Allah en iyisini bilendir.

İkinci sıfat: Allahu Teâlâ'nın"Ve seni kendime yüksel­teceğim" ifadesidir.

Müşebbihe, Allah'ın bir mekânda ve bu mekânın da semâ da bulunduğu şeklindeki görüşünü isbat hususunda bu âyete tutunmuştur. Biz, bu kitabın birçok yerinde kafi birçok delil ile, Allahu Teâlâ'nın bir mekânda bulunmasının imkânsızlığını göstermiştik. Binâenaleyh, bu ifâdeyi te'vil etmek gerekir. Bu da, birkaç şekilde olur:

a) Bu ifâdeden murad, "Seni, keramet ve ikramımın mahalline, bulunduğu yere kaldıracağım" mânâsıdır. Allahu Teâlâ bunu, tefhîm ve tazîm sebebiyle, kendisine yükseltmek gibi kabul etmiştir. Bunun bir benzeri de, "Ben, dedi muhakkak ki Rabb'ime gidiciyim" (Saftat. 99) âyetidir. Bunu söyleyen İbrahim (a.s) ancak, Irak'tan Şam'a gitmiştir. Bazan sultan, "Bu emri kadıya ref edin, yükseltin!" der. Hacılar, "Allah'ın ziyartçileri"; (Ka'be'ye) komşu olanlar da, "Allah'ın komşuları" diye isimlendirilir. Bütün bunlardan murad, bütün bu şeyleri yüceltmek ve tazimdir. Burada da böyledir.

b) Bu ifâdenin mânası şöyle olabilir: "Hz. İsa (a.s), kendisi hakkında, Allah'tan başka hiç kimsenin nükmedemiveceği bir mekâna yükseltilir." Çünkü yeryüzünde, insanlar (zahiren) çok muhtelif hükümleri üstlenip, icra ederler. Göklerde  ise,  gerçekte de,  zahirde de Allah'tan  başka hiçbir hâkim bulunmamaktadır.

c) Allahu Teâlâ'nın bir mekânda bulunduğunu farzetmemiz halinde, Hz. İsa'nın bu mekâna yükseltilmesi, onun faydalanmasına ve sevinmesine bir sebep olmaz. Bilakis o,*bu mekânda, eğer orada arzu ettiği sevap, rahmet, rahat ve nzık olursa, bu yükseltilmeden istifade etmiş olur. Bu her iki görüşe göre de, âyetin lafzını, "Seni, sevap ve amellerinin karşılığını göreceğin bir yere, bir makama yükselteceğim" mânasına hamletmek gerekir. Zikrettiğimiz bu mânanın takdir edilmesi gerekince, âyette Allah için bir mekânın söz konusu olduğuna delâlet eden hiçbir şey kalmaz.

Üçüncü sıfat: Allahu Teâlâ'nın "Seni İnkâr eden­lerin içinden tertemiz çıkaracağım..."cümlesidir. Bu, "Seni onların arasından çıkaracağım, seninle onların arasını fasledeceğim, ayıracağım" mânasına gelir.

Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı kendisine yükselteceğini söylemekle onun şerefinin yüceliğini gösterdiği gibi, onu inkâr edenlerin içinden çekip almayı, kurtarmayı da tathîr (temizlemek) lafzıyla beyan etmiştir. Bütün bunlar, Allah katında Hz. İsa'nın mertebesinin çok yüce ve makamının da çok üstün olduğuna delâlet etmektedir.

Dördüncü sıfat: Allahu Teâlâ'nın"Ve sana tâbi olanları Kıyamet gününe kadar, küfredenlerin üstünde tutacağım..." buyruğudur. Bu ifâdenin iki izahı bulunmaktadır:

a) Bunun mânası şudur: İsa (a.s)'nın dinine tâbi olanlar, Kıyamet gününe kadar, kahr, hakimiyyet ve hükümranlık vasıtasıyla Hz. İsa'nın dinini inkâr edenlerin üstünde olacaklardır. Binâenaleyh bu, yahudilerin Kıyamet gününe kadar zelil ve makhur olacaklarını haber vermektedir.

Mesih (a.s)'e tâbi olanlara gelince onlar, onun Allah'ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonraysa, onlar müslümanlardır. Hristiyanlar ise, her ne kadar kendilerinin Hz. İsa'ya muvafakat ettiklerini söylüyorlarsa da, aklın sarih delâleti, Hz. İsa'nın bu cahillerin söylemiş olduğu hiçbir şeye razı olmayacağına şehâdet ettiği için, bu kimseler Hz. İsa'ya karşı son derece muhalefet etmektedirler. Bununla beraber biz, dünyada, hristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudüerin durumundan daha üstün ve daha güçlü olduğunu görüyor; dünyanın hiçbir yerinde yahudi bir kral, yahudilerle dolu bir belde göremiyor; nerede olurlarsa olsunlar, zillet ve meskenet içinde bulunduklarını müşahede ediyoruz. Ama hristiyanların durumu bunun aksinedir.

b) Âyette bahsedilen, "üstte bulunma"dan murad, hüccet ve delil bakımından üstünlüktür. Bil ki bu âyet, "Ve, seni kendime yükselteceğim" buyruğunda belirtilen yükseltilmenin, mekân ve cihet bakımından değil, derece ve şeref bakımından olduğuna delâlet eder. Nitekim bu son ifâdedeki üstünlük de, mekân itibariyle bir üstünlük olmayıp, aksine derece ve manevî bir üstünlük anlamına gelmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın, Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilâf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" buyruğunun mânası şudur: Allahu Teâlâ Hz. İsa'ya dünyada iken bu şerefli hususiyetleri, yüce ve üstün mertebeleri vereceğini müjdelemiş. Kıyamette ise, O'na inananlar ile O'nun peygamberliğini inkâr edenler arasında hükmedeceğini haber vermiştir. Bu hükmedişin nasıl olacağı hususu, bu âyetten sonra gelen âyette açıklanmış olan husustur. [89]

 

Hz. İsa Yerine Başkasının Asılması Ve Bundaki Problemler

 

Bu âyetin konularından müşkil bir mesele geriye kalmaktadır ki, o da şudur: Kur'ân-ı Kerim'in nassı ve ifâdesi, Allahu Teâlâ Hz. İsa'yı semaya yükselttiği zaman, "Fakat onlar onu öldürmediler, asmadılar da. Ama (öldürülen veastlan adam) kendilerine (İsa) gibi gösterildi" (Nisa. 1577 âyetinde de ifâde edildiği gibi, onun şeklini ve suretini bir başkasına vermiş olduğuna delâlet etmektedir. Bu hususta birçok haber de varid olmuştur; ama rivayetler farklıdır. Bazan, Allahu Teâlâ'nın, onu öldürüp çarmıha gersinler diye yahudilere Hz. İsa'nın yerini gösteren düşmanlardan birisini Hz. İsa'ya benzettiği; bazan da, İsa (a.s)'mn, kendisine çok yakın olan arkadaşlarından birisini, kendi yerine öldürülsün diye, kendisine benzetilip yerine geçmeye teşvik ettiği rivayet edilmiştir. Velhasıl, nasıl olursa olsun, Hz. İsa'nın şeklinin ve şemâlinin bir başkasına verilerek onun Hz. İsa (a.s)'ya benzetilmesinde bazı problemler söz konusudur:

Birinci problem: Bir İnsanın şeklinin başka bir insana verilebileceğini mümkün görürsek, bu bir safsatayı gerektirir. Ben çocuğumu görsem; sonra onu ikinci kez gördüğümde, bu ikinci kez gördüğüm çocuğun, benim çocuğum değil de, çocuğuma benzetilmiş bir başka insan olduğunu mümkün görmüş olurum. Bu durumda da, duyu organlarıyla hissedilen şeylere itimad ortadan kalkar. Ve yine, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kendilerine emirler ve nehiyler verdiğini gören sahabenin, başkasının O'na benzetilmiş olabileceği ihtimalinden|dolayı, onun Hz. Muhammed olup olmadığını bilmemeleri gerekirdi... Bu ise, şeriatların yok olması neticesine götürür.

Yine, mütevâtir haberlerde asıl olan, o şeyi ilk haber verenin, onu bizzat görüp duyduğu bir şey olarak haber vermesidir. Görülen şeylerde hata edilebileceği mümkün görülürse, mütevâtir haberin sakıt olması evlâ bir şey olur,. Kısaca, bu kapının açılışının başı safsata; neticesi de, peygamberliklerin tamamını geçersiz kılmak olur.

İkinci problem: Allahu Teâlâ, Cebrail (a.s)'e çoğu durumda Hz. İsa'yla beraber olmasını emretti.. "Hani ben seni Cebrail ile desteklemiştim" (Maide, 110) âyetinin tefsirinde müfessirler böyle söylemişlerdir. Hem sonra, Cebrail (a.s)'in kanatlarından bir tek kanadının kenarı dahi, bütün insanlara karşı kâfi gelirdi.. Nasıl olur da, Hz. İsa'y' bu yahudilere karşı koruyamamış olsun?

Ve yine, Hz. İsa (a.s) ölüleri diriltmeye, anadan doğma kör ve alacalı hastaları iyi etmeye gücü yetiyorken, kendisi için kötülük düşünen bu yahudileri, kendisine sataşamasınlar diye öldürmeye, onları hasta etmeye, müzmin dertlere müptelâ kılıp felç etmeye nasıl güç yetirememiştir?

Üçüncü problem: Allahu Teâlâ, Hz. İsa'yı, göğe kaldırmak suretiyle bu düşmanlardan kurtarabilirdi. Binâenaleyh, bir başkasını ona benzetmenin faydası nedir ki? Bu, bir zavallıyı boş yere öldürtmek değil midir?

Dördüncü problem: Hak Teâlâ, bir başkasını Hz. İsa'ya benzetip, bundan sonra Hz. İsa'yı göğe yükseltince o yahudi topluluğu, Hz. İsa olmadığı hâlde, o adamın Hz. İsa olduğuna inanmışlardır. Binâenaleyh bu, onları bilgisizleştirip, akıllarını karıştırmaktır. Böyle bir şey ise, Allah'ın hikmetine uygun değildir.

Beşinci problem: Hristiyanlar, yeryüzünün doğusunda ve batısında çokça olmalarına; Hz. İsa'yı son derece sevmelerine ve onun hakkındaki aşırılıklarına rağmen, Hz. İsa'nın öldürüldüğünü ve çarmıha gerilmiş olduğunu müşahede ettiklerini bildirmişlerdir. Eğer biz bunu inkâr edersek, tevatürle sabit olmuş olan bir hususu ta'n ve tenkid etmiş oluruz. Tevatür itasabit olanı ta'n etmek ise, Hz. Peygamberin ve Hz. İsa'nın peygamberliklerini; hatta onların ve diğer peygamberlerin varlıklarını dahi tenkit ve reddetmeyi iktiza eder... Bütün bunlar İse bâtıldır.

Altıncı problem: Tevatürle sabit olduğuna göre, çarmıha gerilen kimse, uzun bir süre hayatta kalabilir. Eğer, çarmıha gerilen Hz. İsa değil de bir başkası olsaydı, o bağırır çağırır, "Ben İsa değilim. Ben ondan başka birisiyim!.." der ve bunu anlatabilmek için her şeyi yapardı. Eğer o çarmıha gerilen kimse bunları söylemiş olsaydı, bunu herkes duyardı.. Böyle bir şey mevcut olmadığına göre, durumun sizin söylediğiniz gibi olmadığını anlamış oluruz. İşte, bu konudaki başlıca problemler bunlardır..

Birinciye cevap: Kadir ve ihtiyar irâde sahibi bir Ma'budun olduğuna inanan herkes, Allahu Teâlâ'nın, meselâ Zeyd'e benzeyen başka bir insanı yaratmaya kadir olduğunu kabul eder. Sonra bu benzetmenin mümkün olması, zikredilen şüpheye düşülmesini de gerektirmez. Zikrettiğiniz hususlara karşı söylenecek söz budur.

İkinciye cevap: Eğer Cebrail (a.s) İsa (a.s)'yı düşmanlarına karşı korusaydı, vehayut da Allahu Teâlâ İsa (a.s)'ya düşmanlarını kendisinden uzaklaştırma gücü verseydi, o zaman O'nun mu'cizesi ilcâ" (zorlama, imana girmeye mecbur bırakma) sınırına ulaşmış olurdu ki, bu caiz değildir.

Bu, aynı zamanda üçüncü probleme de cevaptır. Çünkü Allahu Teâlâ, eğer İsa (a.s)'yı. başkasını ona benzetmeksizin, göğe kaldırsaydı bu mu'cize de "ilcâ" sınırına ulaşmış olurdu.

Dördüncüye cevap: Hz. İsa'nın talebeleri, orada bulunuyor, bu hadisenin

içyüzünü biliyor ve onlar bu karışıklığı izâle edip gideriyorlardı (Yani, durumu anlatıyorlardı).

Beşinciye cevap: Bu esnada orada hazır bulunanlar, az sayıda idiler. Az bir topluluğa şüphenin arız olması mümkündür. Binâenaleyh, mütevâtir haber başlangıç itibariyle az bir topluluğa dayanıyorsa, bu ilim ifâde etmez.

Altıncıya cevap: Hz. isa (a.s)'ya benzetilen kimsenin bir müslüman olması ve bunun da Hz. Isa tarafından kabul edilmiş olduğunun farzedilmesi halinde, bu kimsenin bu hadisedeki gerçek durumu anlatmayıp susmuş olması mümkündür. Netice olarak, onların Öne sürmüş oldukları sorular, kimi yönlerden ihtimal dahilinde olan hususlardır. Kafi ve kesin mu'clzeler ile, Hz. Muhammed'in, haber verdiği her hususta sıdk u doğruluğu sabit olunca, bu muhtemel hususların kesin nassa muarız ve aykırı olması imkânsızdır. Allah, hidâyete ileten velîdir, dosttur. [90]

 

"İnkâr edenlere gelince, ben onları dünyada da, âhlrette de en çetin bir azap ile azarlandıracağım. Onların hiçbir yardımcısı olmayacaktır" (Âl-i Imran. 56)

Bil ki, Hak Teâlâ, "Sonra dönüşünüz (de) yalnız bana olacaktır. İşte (o zaman), aranızda ihtilâf ettiğiniz şeylerin hükmünü ben vereceğim" (Ali imran, 55) buyurunca, bunun peşinden geniş bir şekilde bu ihtilâfın ne olduğunu beyân etmiştir. Buna göre bu ihtilâf, bir topluluğun inkâr etmesi, diğerlerinin de iman etmesidir. Küfreden kimseler hakkındaki hükme gelince, bu Allah'ın o kimseyi hem dünyada, hem de âhirette şiddetli bir şekilde azâplandırması, cezalandırmasıdır. İmân edip salih ameller işleyen kimseler hakkındaki hükmü ise, onlara ecir ve mükâfâatlarını tastamam vermesidirKâfirin dünyadaki azabı, iki yöndendir:

Bu âyette birkaç mesele bulunmaktadır: [91]

 

Kâfire Dünya Hayatında Verilen Azap Hakkında

 

a) Öldürülmek, esir edilmek, vb. şeyler ile.. Eğer o kimse küfrü terketseydi, bu şeyleri ona tatbik etmek uygun olmazdı.. İşte bu, dünya azabına dahil olurdu.

b) Kâfire arız olan hastalıklar ve musibetler.. Âlimler, bunların bir ceza olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, "Bu, kâfir hakkında bir cezadır; ama bir benzeri mü'minin başına geldiği zaman, bu ceza olmaz, bilâkis bir imtihan ve sınama olur" demişlerdir.

Hasan el-Basrî ise şöyle demiştir: "Benzeri musibetler kâfirin başına geldiğinde, bu bir ceza olmaz. Aksine, bir imtihan ve sınama olur ve tevbe edenlere uygulanan hadler (şer'î cezalar) yerine geçer. Çünkü o bir ceza değil, aksine bir imtihan olur. Bunun delili, Allah Teâlâ'nın bu gibi şeylere sabretmeye, rıza göstermeye ve boyun eğmeye karşılık herkese mükâfaat vaadetmiş olmasıdır. Bu durumda olan bir şey, bir ceza olmaz.

Eğer, "Siz birinci izahınızda bunların, kâfirin küfrüne karşılık bir azap olduğunu söylediniz. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nam, ei) âyetinin hilâfına bir durumdur. Bu âyetteki "Eğer" kelimesi, ceza (netice) olmadığı için, şartın da bulunmadığını gösterir. Bu sebeple, dünyada iken muaheze etmenin söz konusu olmaması gerekir. Yine Cenâb-ı Hak, "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilecektir" (Mümin, 17) buyurmuştur. Bu da, cezalandırmanın dünyada değil de, Kıyamet günü olacağını ifâde eder" denilir ise; deriz ki: İlahî cezanın dünyada iken meydana geleceğini gösteren âyet hususîdir. Sizin zikrettiğiniz âyetler ise umumidir. Husûsi olan delil, umûmî olandan önce nazar-ı itibara alınır. [92]

 

İkinci Mesele

 

Bir kimse şöyle diyebilir: "Azabın "şiddet" ile vasfedilmiş olması, kâfirin dünyadaki cezasının daha

şiddetli olmasını gerektirir. Halbuki biz durumun

böyle olmadığını görüyoruz. Çünkü durum bazan kâfirlerin, bazan müslümanlann aleyhine dönmektedir. Binâenaleyh bu bakımdan insanlar arasında bir fark görememekteyiz."

Buna karşı biz deriz ki: Bilâkis bu fark dünyada mevcuttur. Çünkü bu âyet-i kerime, Hz. İsa'yı yalanlayan yahudilerin durumunu beyân etmektedir. Biz onları zillet ve meskenetin bürüdüğünü görmekteyiz. Bu cevap ile, bu problem ortadan kalkar. [93]

 

Üçüncü Mesele    

 

Allah Teâlâ bu azabı, "kendilerine yardım edecek ve bunu kendilerinden uzaklaştıracak hiçbir yardımcı bulunmayan" bir azab olarak vasfetmiştir.

Eğer "Devlet başkanlarının ve mü'minlerin, ahd ve zımmîlik anlaşması sebebi ile kâfirleri öldürmeleri imkânsız değil midir?" denilirse, deriz ki: Bu öldürmeye mâni olan şey, aradaki ahd ve anlaşmadır. Binâenaleyh anlaşma sona erince kâfirin öldürülmesi helâl olur. [94]

 

"İmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, (Allah) onların mükâfaatını tastamam verecektir. Allah zâlimleri sevmez" (Âl-ı İmran, 57).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [95]

 

Birinci Mesele     

 

Hafs, Âsım'dan rivayet ederek, fiili yâ ile şeklinde, yani "Allah onlara mükâfaatiarını tastamam verir" manasında; diğer kıraat imamları da bir önceki âyette geçmiş olan (Hükmederim, azab ederim) ifâdelerine hamlederek "Onlara mükâfaatiarını tastamam veririz" şeklinde oku­muşlardır ki evlâ olan[96] bu kıraattir. Çünkü bu, sözün gelişine daha uygundur. [97]

 

İkinci Mesele      

 

Allah Teâlâ imân edenleri zikredip, sonra onları sâlih amel yapmış olmakla vasfetmiştir. Bu da, amel-i sâ-lih'in imanın hakikatinden başka birşey olduğunu gösterir. Bu husustaki delil ve açıklamalar daha önce birçok kez geçmişti. [98]

 

Üçüncü Mesele    

 

Amel-i Salih'in mükâfaatın sebebi olduğunu söyleyen kimse, âyetteki, "Onların mükâfaatlannı tastamam

vereceğiz" ifâdesini delil getirerek, sevap elde etmek için ibâdet etmeleri hususunda, insanları ücret karşılığı çalışan kimselere benzetmiştir. Bu husustaki izahlar da daha önce geçmişti. Alfah en iyi bilendir. [99]

 

Dördüncü Mesele

 

Mu'tezile, "Allah zâlimleri sevmez" ifâdesini, Allah Teâlâ'nın, günahları reddedip onları irade etmedi­ğine delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bir şeyi murad eden kimsenin o şey bir fiil olduğu zaman onu sevmiş olması gerekir. Fakat irâde ve sevgi şahıslarla ilgili olduğunda birbirlerinden farklı olurlar. Meselâ, "Zeyd'i seviyorum" denilir, fakat, "Zeyd'i irâde ediyorum" denilemez. Sevgi ile irâde fiillerle ilgili olduğunda, hakiki lügavî mânâlarında kullanılmaları durumunda, aynı mânaya gelirler. Böylece, "Allah zalimleri sevmez" sözü, "Allah zâlimlerin zulmünü irâde etmez, istemez" mânasında olmuş olur." İşte Kâdî de bunu böyle anlatmıştır. Bizim âlimlerimize göre, muhabbet kula, (sevgi), hayır ve menfaat ulaştırmayı murad etmek mânasındadır. Hak Teâlâ, her nekadar kâfirin inkârını murad etmişse de, o kâfire hayır ve sevap ulaştırmayı dilemez. Nitekim biz bu meseleyi daha önce, birçok kere anlatmış idik. [100]

 

"İşte bu sana okuduğumuz (kıssalar) âyetlerden ve hikmet dolu zikirdendir" (Âl-i İmran, 58).

Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [101]

 

Birinci Mesele     

 

Âyetteki "Bunları" sözü daha önce geçmiş olan Hz. İsa, Hz. Zekeriyya ve diğer zatlarla ilgili kıssalara işaret etmektedir. Bu kelime mübtedâ olup, "Onu okuyoruz" lafzı onun haberidir. "Ayetlerdendir'' ifâdesi ise ikincj haber yahut, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Buradaki kelimesininanlamında olup, «jlsî lafzının onun sılası ve o lafzının onun haberi olması caizdir. (Buna göre mânâ, "Sana okuduğumuz bu şeyler âyetlerdendir" şeklinde olur.) [102]

 

İkinci Mesele

 

"Tilâvet" ve "Kasas" kelimeleri, mânâ bakımından aynıdır. Çünkü her ikisi de, "bir şeyin peşi sıra başka birşey söyleme" mânasına gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu âyette ve "Sana Musa 'nm haberini okuyoruz" (Kasas, 3) âyetinde "tilaveti" (okumayı), "Biz sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yusuf. 3) âyetinde de "Kasas"ı (anlatmayı) zatına nisbet etmiştir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın, meleğin vahiy getirip okumasını, kendi okuması gibi saydığını göstermektedir. Bu ise, vahiy meleğini büyük bir şekilde şereflendirme ve yüceltmedir. Bu güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü Cebrail (a.s)'in okuması, kesinlikle farksız olarak Allah'ın emri ile olunca, bu, Hak Teâlâ'ya nisbet edilmiştir. [103]

 

Üçüncü Mesele

 

Âyette   geçen   "Âyetlerden"   kelimesinin   bu, "Kur'ân'ın âyetlerindendir" mânasında olması muh­temel olduğu gibi, yine "Senin peygamberliğinin kesinliğini gösteren âyetle.'den (mu'cizelerden)dir. Çünkü bunlar, ancak bir ilâhi kitaptan okuyan ya da kendisine vahyedilen bir kimsenin bilebileceği haberlerdir. Aşikardır ki sen ne yazı yazabiliyor ne de okuyabiliyorsun. Binâenaleyh geriye bunun, bir vahiy olduğunu söylemekten başka bir yol kalmaz" mânâsında olması da muhtemeldir. [104]

 

Hakim Kelimesinin Mânâsı

 

"Hikmet dolu zikirden.." sözü hakkında iki görüş vardır:

a) Bundan murat, Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân'ın, "hik­met dolu zikir"olarak vasfedilmesinde birkaç izah şekli bulunmaktadır:

1- Buradaki kelimesi (kadir, muktedir) (âlim, mutlak ilim sahibi) kelimelerinin (anlamında olmaları) gibi (hükmeden) mânasındadır. Buna göre, kendisinden hükümler elde edilmesi anlamında, Kur'ân, Hâkim, 'dir.

2- Bunun mânâsı, "Telifinde, nazmında ve ihtiva ettiği ilimlerin çokluğunda hikmet sahibi..." şeklindedir.

3- "Hakîm" kelimesinin mânasımuhkem, sağlam, korunmuş, muhafaza edilmişedir. Buna göre buradaki, mânâsmdadır.

Ezherî şunu söylemiştir: "Bu mâna, Arapça'da şuyû bulmuş olan bir mânadır. Çünkü, senin e (hükmettim..) ifâden, mâna bakımından muhkem yaptım, yanlıştan korudum, sağlamlaştırdı m) yerine geçmektedir. Böylece mâna, aslına döndürülmüş oldu. kur'ân'ın muhkem olmasının mânası ise, O'nun, kendisine herhangi bir bozukluğun ânz olmasından, yol bulmasından korunmuş ve muhkem kılınmış olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "âyetleri muhkem kılınım) buyurmuştur.

4- İhtiva ettiği hüküm ve hikmetler sebebiyle, Kur'ân'ın hikmeti söylediği, hikmeti dile getirdiğinin söylenrnesidir. Binâenaleyh, bu yorum itibariyle, "Hakim" olarak vasfedilmiştir.

b) Buradaile kastedilen Kur'ân'dan başka bir şeydir ki, bu da peygamberlere indirilen kitapların hepsinin kendisinden aktarılmış olduğu "Levh-i Mahfûz"dur.  Cenâb-ı Hak burada,  bu kıssaları, orada,  Levh-i

Mahfûz'da yazılmış olan şeylerden olmak üzere indirdiğini haber vermiştir. [105]

 

Hz. Âdem İle Hz. İsa Arasındaki Benzerlik

 

"Muhakkak ki İsa'nın hâli de, Allah katında, Âdem'in hâl!gibidir. Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona "ol!" dedi, o da oluverir.." (Âl-i İmran. 59).

Müfessirter, bu âyetin, Necrân heyeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında bulunuyorken nazil olduğunda ittifak etmişlerdir. Hristiyanların ileri sürmüş oldukları şüphelerden bir tanesi de, şöyle demeleriydi:

"Ey Muhammed, sen Hz. İsa'nın beşerden bir babası olmadığını kabul ettin.. O zaman da, onun babasının Allah olması gerekir!"

"Âdem'in, muhakkak ki ne babası, ne de annesi vardı... Bunun için de,

onun Allah'ın oğlu olması gerekmemişti... Hz. İsa için söylenecek söz de bunun gibidir.." İşte, sözün neticesi budur.

Yine, Allahu Teâlâ'nın Hz. Âdem'i topraktan yaratması caiz olunca, Hz. İsa'yı da Meryem (a.s)'in kanından yaratmış olması niçin caiz olmasın? Bu, akla daha yakındır. Çünkü, ana rahminde birikmiş kan damlasından bir canlının doğması, onun kuru topraktan meydana gelmesinden akla daha yakın görünmektedir. İşte, sözün özü budur. Sonra, burada birkaç mesele vardır: [106]

 

Birinci Mesele

 

buyruğunun anlamı, "Onun durumu ve hâli, Âdem'in hâli gibidir" şeklin­dedir. Bunun bir benzeri de i âyetidir. Yani, "Müttaküere va'adolunan cennetin sıfatı..." (Ra'd, 35)demektir. [107]

 

İkinci Mesele

 

"Allah onu (Âdem'i) topraktan yaratti" buyruğu kelimesinin sılası ve sıfatı değildir. Fakat, "Hz. Âdem'in durumu" tefsir etmek üzere

gelmiş, müste'nef bir haberdir. Zeccâc şöyle demiştir: Bu, senin, herhangi bir yönden ona benzediğini kastederek söylediğin"Senin duru­mun, Zeyd'in durumu gibidir" tabiri gibidir. Sonra da, Zeyd'in durumunu haber verip "şunu, şunu yaptı.." dersin. [108]

 

Üçüncü Mesele

 

Bil ki akıl, insan için, bir ilk babanın bulunmasının gerekli olduğunu göstermektedir; aksi takdirde her

çocuktan önce bir babanın bulunması, ama bu babaların kendisine râci' olacağı bir ilk babanın olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Kur'ân-ı Kerim, bu ilk babanın, bu âyet-i kerimede olduğu gibi, Hz. Âdem olduğuna delâlet etmekte ve; "Ey insanlar, sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren Rabb'tnizden ittikâ ediniz" (Nisa. i) ve 'Sizi bir tek nefisten yaratan ve bundan da eşini yaratan O'dur" (Araf, 189) buyurmaktadır. [109]

 

Hz. Âdem'in Topraktan Yaratılması ve Bunun Hikmetleri

 

Sonra, Allahu Teâlâ Hz. Adem'in yaratılışının keyfiyyeti hususunda birçok vecih zikretmiştir:

a) O, bu âyette de belirtildiği gibi, topraktan yaratılmıştır.

b) O, sudan yaratılmıştır. Allahu Teâlâ, "O, sudan bir beşer yaratıp da, onu soy sop haline getirendir" (Furkan, 54) buyurmuştur.

c) O, çamurdan yaratılmıştır. "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Secde, 7-e).

d)  O, çamurdan elde edilmiş bir hülâsadan, özden yaratılmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andoisun, biz İnsanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve sağlam bir karargâhta bir nutfe yaptık"

(Mû'minun, 12-13).

e) O, cıvık bir çamurdan yaratılmıştır. Allahu Teâlâ, "Andolsun ki biz onları, cıvık bir çamurdan yarattık" (Sa«ât. n> buyurmuştur.

f) O, salsâl'dan, kuru bir çamurdan yaratılmıştır. "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattık" (Hicr, 26) buyrulmuştur.

g)  İnsan, "acele"den yaratılmıştır.  "İnsanlar aceleden yaratılmıştır"{Enbiya, 37).

ı) Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz insanı, bir meşakkat içinde yarattık" <Beied, 4).

Hükemâ şöyle demiştir: Âdem'in topraktan yaratılması, birçok sebepten dolayıdır:

1- Mütevazi olsun diye.

2- Örtücü ve bağışlayıcı olsun diye...

3- Toprağa çok bağlı olsun diye.. Çünkü Hz. Âdem, yeryüzündekilere halife olmak için yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki, ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" (Bakara. 30) buyurmuştur.

4- Allahu Teâlâ kudretini izhâr etmek istedi ve bundan dolayı, cisimlerin en çok ışık saçanı olan  ateşten  şeytanları  yaratarak,  onları dalâletin karanlıklarına müptelâ kıldı; cisimlerin en latifi olan havadan melekleri yaratarak, onlara son derece büyük güç ve kuvvet verdi; cisimlerin en kesifi olan topraktan Adem (a.s)'i yarattı, sonra ona muhabbet, marifet, nör ve hidâyet verdi; deniz sularının dalgalarından gökleri yaratıp, onu havaya asılı bıraktı.. İşte bütün bunları, bunların yaratılışı, Allahu Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı olmaksızın müdebbir ve hiçbir şeye başvurmaksızın da hâlık olduğuna apaçık bir delil ve burhan olsun diye yaratmıştır.

5- İnsan, şehvet, gazab ve ihtiras ateşini söndürsün diye topraktan yaratılmıştır. Çünkü bu tür ateşler, ancak toprak ile söner. O'nun sudan yaratılışı

ise, kendisinde, eşyanın şekilleri tecelli edebilecek bir saflık ve arılıkta olsun diyedir.

Sonra, Allahu Teâlâ, yoğun olan latîf olanla karışıp da, çamur haline gelsin diye, suyla toprağı birbirine katmıştır. Bu, "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratıcıyım" (Sad. 7) âyetinin ifâde ettiği husustur.

Hak Teâlâ dördüncü mertebede, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir sülâleden yarattık" (Mü'mfcmn, 12) buyurmuştur. Buradaki sülâle kelimesi, ism-i mef'ul manasındadır. Çünkü "sülâle", çamurun cüzlerinin en latîf ve iyi kısmından süzülüp, alınmış olandır.

Sonra Cenâb-ı Hak, altıncı mertebede, insan için şu üç nevî sıfatı zikretmiştir:

a) O, salsâldandır. Salsâl: Hareket ettirildiği zaman içinden ses veren çömlek gibi, çın çın ses çıkaran kuru şey demektir.

b) Hame'dendir. Hame, bir müddet su cinde kalıp, rengi siyahlaşan şey demektir.

c) Kokusu değişmiş olandır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "İşte yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır" (Bakara, 259) buyurmuştur.

Hz. Âdem'in yaratılışıyla ilgili zikredilmiş olan âyetlerin arasını te'lîf etmek için söylenebilecek olan sözün hepsi budur. [110]

 

Âdem'in Yaratılması, Ona "Ol!" Emri Verilmesinden Önce Görünüyor?

 

Âyette bir problem vardır ki, o da şudur: Allahu Teâlâ, "Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı. Sonra ona

"ol!" dedi, o da oluverir" buyurmuştur. Bu ifâde, Hz. Adem'in yaratılmasının, Allahu Teâlâ'nın ona söylemiş olduğuözünden önce olmasını gerektirir. Bu ise, caiz değildir.

Âlimler buna birçok şekilde cevap vermişlerdir:

1- Ebû Müslim şöyle demiştir: "Biz, "halk" kelimesinin takdir ve tesviye mânasına geldiğini ve mânasının, Allah'ın onun meydana geleceği keyfiyeti bilmesi ve bunu, belli ve mahsûs bir biçimde meydana getirmeyi murad etmesi anlamına geldiğini beyân etmiştik.. Bütün bunlar, ezelden ebede kadar mevcut olan bir öncelik olarak, Hz. Âdem'in yaratılışından önce bulunurlar. Allahu Teâlâ'nın"ol!" sözü ise, O'nun Hz. Âdem'i varlık âlemine sokmasından

ibarettir. Böylece Hz. Âdem'in yaratılışının sözünden önce olduğu sabit olmuş olur."

2- Bu, Kâdî'nin istinat etmiş olduğu cevaptır. Buna göre, Allahu Teâlâ, Hz. Adem'i çamurdan yaratmış, sonra da ona"ol!" demiş.yani ona can ver­miştir. Nitekim Allahu teâlâ, "Sonra onu başka bir yaratılışla İnşâ ettik" (Müminun, 14)buyurmuştur. Eğer, âyetteki sözünün mansûb zamirinin kelimesine râci olduğu; Hz. Âdem'in de toprak halindeyken henüz mevcut olmadığı söylenirse, Kâdî buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Bilâkis, o sırada o mevcut idi. Ama, ona can verilmesi daha sonra idi. Canın kendisi ise, Adem'in kendisi değildir." Bu cevap zayıftır, çünkü Âdem (a.s) sırf belli bir şekle göre şekillenmiş olan cisimlerden ibaret değildir. Bilâkis, o, hususî ve kendisine has olan başka bir kimlikten ibarettir. Bu da, dengeli bir mizaç veya nefstir... Söz, buradan "nefs" nedir konusuna geçer ki, şüphe yok ki bu da en gızli-kapalı mes'elelerden birisidir.

Buradaki doğru cevap, şöyle denilmesidir: Hz. Âdem'in heykeli, yakın bir zamanda Hz. Âdem olacak bir durumda bulunduğu için, Allah onu, ileride meydana gelecek olan, olmuşcasına adlandırması kabilinden, "Âdem" diye isimlendirmiştir.

3-  Âyet-t kerimedeki ona "oli" dedi o da oluverir'/ sözü, bu hadisenin, önceki hadiseden sonra olduğunu gösterir. Nitekim, , "Sonra "(Sonra da, iman edenlerden olmaktır...)" (Beied, ^âyetinde de böyledir.

Mesela birisi, "Zeyd'e bu gün bin (dirhem, dinar) verdim, sonra, ona dün ikibin (dirhem, dinar) verdim..'' derse, onun bundan maksadı, "Ona bu gün bin dirhem verdim; sonra ben size haber veriyorum ki, ben ona dün ikibin dirhem vermiştim.." demek olur. "Allah onu (Âdem'i) topraktan yarattı" buyruğu da böyledir. Bunun mânası şudur: "Allah onu, tam ve noksansız bir yaratılışla yarattı.. Sonra Allah size, "Ben onu, ona jS* "ol!" demek suretiyle yarattım..." diye haber veriyor.." [111]

 

Beşinci Mesele

 

Âyetteki diğer bir müşkil de şudur: Ayette "Sonra ona "oll" dedi o da oluverdi" de­nilmesi gerektiği hâlde, Atlahu Teâlâ niçin böyle demedi de, o da oluverir" buyurdu?

Cevap: Bu sözün te'vili şudur: Buradaki, ifâdesi, mânâsındadır. Yani, "Ey Muhammed, bil ki, Rabb'inin kendisine "ol!" dediği şey, mutlaka otur, nitekim oldu da." [112]

 

"Hak, Rabb'İndendir. Öyleyse sen, şüphecilerden olma!' (Âl-i İmran, 60).

Bu âyetle ilgili bazı meseleler vadır: [113]

 

Birinci Mesele

 

Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Buradaki kelimesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, mânâ­sı da, "İsa'nın sana haber verdiğimiz kıssası"; veya"İsa'nın durumuyla ilgili bu haber, haktır" şeklindedir. Bu bilindiği için, mübtedâ hazfedil mistir.

Ebû Ubeyde, "Bu, önceki sözün bitmesinden sonra gelen bir "müste'nef" (başlangıç) kelimedir. Haberi ise, kelimesidir. Bu  "Hak, Allah'tandır; bâtıl ise, şeytandandır" demen gibidir" demiştir.

Diğer alimler İse kelimesi, mahzûf bir fiilin faili makammdadır" demişlerdir. Yani"Sana hak geldi" demektir.

Yine bu kelimenin, (mukadder) sıfat (ism-i fail) ile merfû olduğu da söylen­miştir. Bu durumda ifâdede bir takdim ve tehir bulunur. Bunun takdiri ise "Hak, senin Rabb'inden olduğu halde, sakın... olma" şeklindedir. [114]

 

 

İkinci Mesele

 

ŞuPne etmek demektir. İbnu'l-Enbarî, bu kelimenin, koyunu ve deveyi sağdığında, Arapların söy­lemiş olduğu "Deveyi ve koyunu sağdım" ifâdesinden alınmıştır. Buna göre şüphe eden kimse, şüphesi sebebiyle, sağılması sırasında sütün hızlanması gibi, bir mücadeleyi hızlandırıp cezbeder, mücadeleye sebebiyyet verir. Nitekim, bir kimse birisiyle mücadele edip çekiştiğinde denilir. Buna göre sanki o kişi, ötekinin

"Şükr, daha İaz\a nimeti celbeder" denilmiş olması da bundandır. [115]

 

"Sakın Şüphe Etme" Demenin Mânası

 

Âyette geçenkelimesi hakkında iki açıklama yapılmıştır: "

a) Ebu Müslim şöyle demektedir: "Bundan murad, hristiyan ve yahudilerin dediği değil, Hz. İsa'nın sana indirmiş ve bildirmiş olduğum şu haberidir" şeklindedir. Çünkü hristiyanlar, "Hz. Meryem bir ilâh doğurdu" demişler; yahudiler de Hz. Meryem'e iftira edip, bu çocuğu, Hz. İsa'yı Marangoz Yusuf'a nisbet etmişlerdir. Bunun üzerine de Allah Teâlâ, Kur'ân'da, Hz. İsa ile ilgili olarak indirdiği o şeyin hak ve hakikat olduğunu beyan ederek, bu hususta şüphe etmeyi yasaklamıştır.

Âyet-i kerimede geçen kelimesi, şek ve şüphe manasında olan M kelimesinin, babından ism-i failidir,"

b) Bu tabirden murad, "Bu meselenin izahı konusunda hak olan şey, bizim zikrettiğimiz darb-ı meseldir. Bu da, Hz. Âdem (a.s)'in kıssasıdır. Çünkü bu meseleyi izah etmek için, bu hadiseye (yani Hz. Âdem kıssasına) sarılmaktan daha güçlü bir beyân ve burhan bulunmamaktadır. [116]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse sen, şüphecilerden olma!" buyruğu, âyet-i kerimenin zahirine göre, Hz. Peygamber'e yapılmış bir hitaptır.

Bu da, âyet-i kerimenin zahirine göre, Hz. Muhammed'in kendisine indirilen şeyin doğruluğu hususunda şüpheye düşmüş olmasını gerektirir ki, bu caiz değildir. Âlimler bunun cevâbı konuşunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlardan bazıları şöyle demişlerdir: Bu hitabın zahiri her ne kadar Hz. Muhammed'e yöneltilmiş ise de, mâna bakımından ümmetine yapılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bir başka âyet-i kerimede, "Ey peygamber, kadınlarınızı boşadtğımz zaman..." (Talâk, 1) buyurmuştur.[117] Bazıları da bunun sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitâb olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mâna, "Yakînî ve kat'î inancına ve önceden olduğu üzere şüphe etmeme halini sürdürmeye devam et!" şeklindedir. [118]

 

Hristiyanlara Mübahele Teklifi

 

"Sana (bu) ilim geldikten sonra, kim seninle onun hakkında çekişirse, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalanalartn üstüne salalım..." (Âl-i imran, 61).

Bil ki Allahu Teâlâ bu sûrenin başında, hristiyanların (Hz. Meryem'in)' Allah'ın zevcesi, Hz. İsa'nın da O'nun oğlu olduğu şeklindeki iddialarının yanlış ve bozukluğuna delâlet eden birçok kat'î deliller zikretmiş; bunun peşinden de tam ve kusursuz araştırma yoluyla onların bütün şüphelerine cevap olacak açıklamaları getirmiş ve sözünü, onların sözlerinin bozukluğunu kesinkes orta­ya koyacak ve nihayete erdirecek şu nükteyle sona erdirmiştir: Hz. Adem'in, beşer olan bir baba ve annesinin olmamasından, O'nun Allah'ın oğlu gerekmediğine göre, Hz. İsa'nın, beşer olan bir babasının olmamasından da O'nun Allah'ın oğlu olması gerekmez... Allah bu tür şeylerden yüce ve münezzehtir... Hz. Âdem'in topraktan yaratılmış olması, aklın almayacağı bir şey olmadığına göre, Hz. İsa'nın da, annesinin rahminde bir araya gelmiş ve toplanmış kandan yaratılmış olması da, aynı şekilde imkânsız görülecek bir durum olmaz.. Âdil olup, hakkı tedkik eden ve araştıran herkes, bu izahın son derece açık olduğunu anlar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Bu açık seçik delillerden, net ve berrak cevaplardan sonra kim kalkar da seninle mücadele ederse, onlarla konuşmayı kes ve onlara inatçılara yapılacak şekilde muamele et.. Bu muamele de, senin onları "mülâane" (karşılıklı lânetleşme)'ye çağırmandır" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, müteakiben de,

"De ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı; kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimiz ve kendinizi çağıralım, sonra, duâ edelim de, Allah'ın lanetini yalancıların üstüne salalım..." buyurmuştur. Sonra burada birkaç mesele vardır: [119]

 

Râzi'nin Bir Hristıyan Bilgin İle Münakaşası                     

 

Ben Harzem'de iken bana, kendi dini konusunda çok bilgili ve derin alim olduğunu iddia eden bir hristiyanın gelmiş olduğu haber verildi.. Bunun üzerine ben kalkıp onun yanına giderek söze başladım.

O bana, "Hz. Muhammed'in peygamberliğinin delili nedir?"  deyince,  ben de ona Hz.  Musa ve Hz.  İsa ile diğer bütün peygamberlerin elinde mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledildiği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinde de mu'cizeler zuhur etmiş olduğu bize nakledilmiştir. Bu durumda biz, eğer tevatürü reddetsek veya onu kabul edip, ama "Mu'cize peygamberin doğruluğuna delâlet etmez" desek, bu durumda diğer peygamberlerin nübüvveti de bâtıl olur. Eğer, tevatürün doğruluğunu kabul edip mu'cizenin de peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini ikrar ve tasdik eder; sonra bu iki durumun Hz. Muhammed için de söz konusu olduğunu söylersek, delilde eşitliğin bulunması durumunda, medlulde de mutlaka eşitlik ve müsavat bulunacağı zaruretinden dolayı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in de nübüvvetini kesinlikle itiraf edip kabul etmek vacip olur..." dedim. Bunun üzerine hristiyan, "Ben Hz. İsa'nın bir peygamber olduğunu söylemiyorum; bilakis ben onun bir ilâh olduğunu söylüyorum" deyince, ben de ona şunları delil getirdim:

A- "Peygamberlik konusunda söz edebilmek için, mutlaka önceden ilâhın tanınıp bilinmesi gerekir. Senin söylemiş olduğun bu şey bâtıl ve asılsızdır. Bunun böyle olduğuna şu hususda delâlet eder: İlâh, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan bir "varlık"tan ibarettir. Binâenaleyh, ilâhtn bir cisim, uzayda bir yer işgal eden bir varlık ve bir araz olmaması gerekir.. Halbuki İsa, yok iken yaratılan; sizin iddianıza göre, diriyken öldürülen; başlangıçta çocuk; daha sonra gelişip serpilen, daha sonra da delikanlı olan, yeyip içen, def-i hacette bulunan, uyuyup sonra da uyanan cismanî bir beşer olan şu şahıstan ibarettir! Aklın bedâhetiyle, sonradan meydana gelen (muhdes)in kadîm; muhtaç olanın, ganî, müstağnî; mümkin bir varlık olanın vâcibu'l-vücûd ve değişenin de, daim ve değişmez olamayacağı hakikati zihinlerde yerleşmiş ve sübut bulmuş bir gerçektir.

B- Sizler, yahudilerin, Hz. İsa'yı yakalayıp çarmıha gerdiklerini, O'nu çarmıh üzerinde diri olarak bıraktıklarını, kaburgalarını paramparça ettiklerini; O'nun ise, onlardan kaçıp saklanma hususunda çareler aradığını ve onlar O'na bu şekilde işkenceler yaparken, O'nun çok şiddetli çığlıklar atmış olduğunu kabul ve itiraf ediyorsunuz.. İmdi eğer o bir ilâh olmuş olsaydı veya ilâh O'na hulul etmiş, girmiş olsaydı veyahut da onda, ilâhtan bir cüz bulunmuş olsaydı, o kendisini onlara karşı müdafâa eder ve hatta onları adamakıllı imha ederdi. Bu durumda, onların yapmış olduğu bu muameleden dolayı çığlıklar atmaya ve onların elinden kaçıp kurtulmak için çareler ve yollar aramaya ne ihtiyaç var? Allah'a yemin ederim ki, ben son derece hayret ediyorum! Aklı olan bir kimse, bu sözü nasıl söyleyebilir ve bu sözün doğruluğuna nasıl inanabilir? Aklın bedaheti de, neredeyse bu görüşün yanlışlığına şehâdet etmektedir.

C- İlahın, ya müşahede edilen şu cismanî şahıs olduğu yahut ilâhın tamamiyle bu cisme hulul ettiği, veyahut da ilâhın bir cüzünün ona hulul ettiği söylenebilir.. Bu her üç kısım da bâtıldır.

Birincisi bâtıldır, çünkü âlemin ilâhı o cisim olsa ve yahudiler de onu öldürmüş olsa, bu yahudilerin âlemin ilâhını öldürmüş olduğuna hükmetmek olurdu. Bu durumda âlem, nasıl ilansız kalabilir. Sonra, insanların en alçağı ve en rezili yahudilerdir; binâenaleyh, yahudilerin öldürmüş olduğu o ilâh, son derece âciz bir ilâh olmuş olur.

İkincisi de bâtıldır, çünkü ilâh ne cisim, ne de araz olmadığı için, onun cisme hulul edip girmesi de imkânsız olur. Eğer ilâh cisim olsa, bu durumda ilâhın bir başka cisme hulul etmiş olması, ilâhın cüzlerinin o cismin cüzlerine karışmış olmasından ibaret olur. Bu da, o ilâhın cüzlerinin o ilâhtan ayrılabilmesini iktiza eder. Eğer ilâh bir araz olursa, bu durumda da bir mahalle, bir yere muhtaç olur. Böylece de ilâh başka bir şeye muhtaç olmuş olur ki, bütün bunlar İse zayıf ve tutarsız şeylerdir.

Üçüncüsü de imkânsızdır, çünkü ulûhiyyetin tahakkuku hususunda o cüze itibar edilmiş olsaydı, o cüzün ilâhtan ayrılması hâlinde, ilâhın ilâh olarak kalmaması gerekirdi. Eğer, ulûhiyyetin tahakkuku konusunda o cüze itibar edilmemiş olursa, bu durumda o, ilâhtan bir cüz olmuş olmaz.

Böylece, mezkur her üç kısmın da fasit olmuş olduğu sabit ve bu sebeple, hristiyanların görüşü de, bâtıl ve temelsiz olmuş olur.

D- Hz. İsa (a.s)'nın Allah'a ibâdet edip O'na itaat hususunda son derece istekli olmuş olduğu, tevâtüren sabittir. Eğer, Hz. İsa ilâh olmuş olsaydı, bu imkânsız olurdu. Çünkü ifân, kendisine ibâdet etmez. İşte bütün bunlar son derece acık-seçik izahlar olup, hristiyanların görüşlerinin yanlışlığına apaçık bir biçimde delâlet ederler."

Sonra o hristiyana, "Hz. İsa'nın bir ilâh olduğuna delâlet eden şey nedir?" dediğimde, o, "Ölüleri diriltip, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmesi gibi hususların, elinde zuhur edip meydana gelmesidir. Bu gibi hususlar ise, ancak bir ilah kudretiyle meydana gelebilecek şeylerdir..." dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "Delilin bulunmamasından, medlulün de bulun­mamasının gerekmediğini kabul edip etmediğini" sordum. "Eğer kabul etmezsen, bu, ezelde âlemin bulunmamasından, yaratıcının da bulunmadığını söylemen anlamına gelir.. Eğer, "delilin bulunmamasından medlulün de bulunmaması gerekmez" kaidesini kabul edersen, bu durumda ben derim ki ilâhın, Hz. İsa'nın bedenine girmesini mümkün gördüğüne göre, o halde ilâhın, benim, senin, her canlı, her cansız ve her bitkinin bedenine hulul etmediğini nereden ve nasıl biliyorsun?" dedim. O, "Aralarındaki fark açıktır. Çünkü ben, bu hululün meydana geldiğine karar verdim.. Çünkü, o acayip ve şaşırtıcı şeyler Hz. İsa'nın elinde zuhur etmiştir. Halbuki, bu tür fiiller ne senin, ne de benim elimde zuhur etmez.. Böylece de, böyle bir hululün benimle senin hakkında söz konusu olamayacağını anlamış oluruz" dedi. Bunun üzerine ben kendisine, "İşte şu anda, benim, "delilin bulunmamasından, medlulün de bulunmaması gerekmez" şeklindeki sözümün mânâsını anlamadığını gösterdin. Çünkü, o mu'cizelerin zuhur etmesi, İlâhın Hz. İsa'nın bedenine hulul ettiğine delâlet eder. Bu mu'cizelerin senden ve benden zuhur etmemesinde ise, ancak bu delilin bulunmaması söz konusudur. Binâenaleyh, delilin bulunmamasıdan medlulün bulunmaması gerekmediği sabit olunca, o tür harikulade şeylerin senden ve benden sudur etmemesinden, hululün, benim, senin, köpek, kedi, fare... hakkında mümkün olmaması gerekmez" dedim.. Sonra sözüme devamla, "Allah'ın zâtının, köpeğin ve sineğin bedenine girebileceği hükmüne kail olan, götüren bir mezhebin, son derece adi ve bozuk olduğunu..." söyledim.

E- Sonra, sopanın yılana dönüşmesi, ölünün diriitilmesinden aklen daha uzak ve zor bir ihtimaldir. Çünkü, ölünün bedeni ile dirinin bedeni arasındaki münasebet ve benzerlik, sopayla ejderhanın bedeni arasındaki münasebetten daha fazladır. Binâenaleyh, sopanın ejderhaya dönüşmesinden Hz. Musa'nın bir ilâh veya ilâhın oğlu olması gerekmediğine göre, ölüleri diriltmenin ulûhiyyete delâlet etmemesi, daha uygun ve evlâ olan bir haldir.. İşte bunu söylediğim an, hristiyanın dili tutuldu, söyleyecek birşey bulamadı.. Allah en iyi bilendir. [120]

 

İkinci Mesele

 

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Necrân hristiyanlarına deliller getirip, sonra onlar da cehalet ve tanımamalarında ısrar edince, Hz. Peygamber (s.a.s), onlara "Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emretmiştir" dedi. Bunun üzerine onlar, "Ey Ebu'l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra, tekrar sana gelelim.." dediler. Gidip arkadaşlarıyla görüştüklerinde kraldan sonra gelen ve içlerinde söz sahibi olan kimseye: "Ey Abdu'l-Mesih, söyle bakalım ne dersin?" dediler. Bunun üzerine o, "Ey hristiyan topluluğu, Allah'a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladınız. Yine O'nun, sizin sahibiniz (Hz. İsa )hakkında hak olan sözü ve görüşü getirdiğine de yemin ederim. Yine Allah'a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberfe iânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür (hepsi mahvolur). Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir: Ama, bundan kaçınır, dininiz üzre yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmeye devam ederseniz, o adamla (Hz. Muhammed) anlaşın ve memleketlerinize geri dönün!.." dedi.

Bu esnada, Hz. Peygamber (s.a.s) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü, futa olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı.. Hz. Hüseyn'i kucağına almış, Hz. Hasan'ı elinden tutmuş, Hz. Fatma Hz. Peygamberin, Hz. Ali de Hz. Fatıma'nın peşindeydi... Hz. Peygamber şöyle diyordu: "Ben duâ ettiğim zaman, siz amin! deyiniz." Bunun üzerine Necrân'in piskoposa, "Ey hristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah'tan, bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz.. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hristiyan kalmaz.." dedi. Hristiyanlar sonra, "Ey Ebu'l-Kasım, biz seninle lânetleşmemeye ve dinin hususunda sana müdahale etmemeye karar verdik.." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Lanetleşmediğinize göre müslüman olunuz... Böylece de, müslümanlarm lehine olan, sizin lehinize, aleyhlerine olan da sizin aleyhinize olur.." deyince, onlar bunu kabul etmediler, direttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim" deyince, onlar, "Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok.. Fakat sana, bini saferr bini de recep ayında olmak üzere, ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman konusunda seninle anlaşma yapmak istiyoruz..." Bunun üzerine Hz. Peygamber onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle dedi: "Canımı kudret eifnde tutan Allah'a

yemin ederim ki, helak o Necrânlılara öylesine yaklaşmıştı ki... Eğer onlar lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirilecekler, bu vadi ateş olup onları yakacak ve Allah Necrân ve halkmm kökünü kurutacaktı.. Ağaçların tepelerinde kuşları bite... Bir yıla kalmayacak bütün hristiyanlar helak olacaklardı..." Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in siyah futa içinde evinden çıkıp, Hz. Hasan geldiğinde onu, o futanın içine soktuğu; Hz, Hüseyin, Hz. Fatıma ve Hz. Ali (r.a) geldiklerinde de, aynı şekilde onları da futanın içine soktuğu; daha sonra da "Ey ehl-i beyt, Allah sizden her türlü kirigidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" {Ahzâb.33)âyetini okuduğu rivayet edilmiştir. Bil ki bu rivayet, gerek tefsir gerekse hadis âlimleri arasında, sıhhati konusunda âdeta üzerinde ittifak edilmiş gibidir. [121]

 

Üçüncü Mesele

 

ifâdesindeki "nüve" zamiri, Hz. İsa'ya râcîdir. Bunun, bir önceki âyetteki "hak" kelime­sine râci olduğu da söylenmiştir. Buna göre mânâ, "Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu hususundaki bilgi sana geldikten sonra Rabb'inden olan bu hak hususunda kim seninle mücadele ederse..." şeklindedir. Buradaki ilimden maksat, ilmin bizzat kendisi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbindeki ilmin, buna bir tesiri yoktur. Aksine buradaki ilimden maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)'in aklî ve vahy ve tenzil yoluyla kendisine ulaşan nakfî delillerden zikrettikleridir. Hak Teâlâ'nın, ifâdesinin aslıseklindedir. Çünkü bu kelime "ulüv" masdarından ve "tefâ'ül" babındandır. Yâ harfine zamme ağır görüldüğü için, zamme hazfedilmiş, daha sonra da ictimâ-i sâkineynden dolayı, yâ harfi de hazfedilmiştir. Bu kelimenin asıl mânâsı, "yüce ve yüksek olmak" demektir. Buna göre "yüksek oldu" manasındadır. Fakat çok kullanıldığı için, her gelen varlık için "geldi" manasında kullanılmaya başlanmış ve gibi kullanılmıştır. [122]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu âyet-i kerime Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'in oğulları gibi olduğuna delâlet etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), oğulları çağır­mayı teklif etti ve Hasan ile Hüseyin'i çağırdı. Binâenaleyh Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in onun iki oğlu gibi olması gerekir. Bunu güçlendiren bir başka delil de En'am süresindeki, "Onun zürriyetinden de Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusuf u, Musa'yı ve Harun'u hidâyete kuvuşturduk. Biz, muhsinleri (iyilik edenleri) işte böyle mükafaatlandmrız. Zekeriyya'ya, Yahya'ya ve İsa'ya da (böyle hidayet verdik)" (avam, 84-85) âyetidir. Malumdur ki Hz. İsa (a.s), babadan dolayı değil de anadan dolayı Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan sayılmıştır. Böylece kızdan olan torunun da bazan oğul diye adlandırıtdığı sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [123]

 

Bazı Şiilerin Hz. Ali'yi Enbiyadan Üstün Saymasının Reddi            

 

Rey şehri'nde, Mahmud İbn Hasan el-Humusî isminde bir adam vardı. Bu, isnâ aşeriyye (Şia) mezhebi muallimlerinden olup Hz. Ali (k.v)'nin, Hz. Muhammed (s.a.s) dışındaki bütün peygamberlerden daha üstün olduğunu iddia ediyor ve şöyle diyordu:

"Bunun delili, âyetteki ''Kendimiz ve kendinizi çağıralım" ifadesidir. Çünkü "Kendimiz" kelimesinden maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat kendisi değildir. Çünkü insan kendi kendini çağırmaz. Aksine bu tabirden murad, Hz. Peygamberin kendisinden başkasıdır. Âlimler o başkasının, Hz. Ali (r.a) olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyet, Hz. Ali'nin, Hz. Peygamberin kendisi gibi olduğuna delalet etmektedir. Bu tabirin Hz. Peygamberin nefsinin, bizzat Hz. Ali'nin nefsini ifâde etmiş olması mümkün değildir. Bundan dolayı bundan murad, bu nefsin (kendisinin), onun kendisi gibi olmasıdır. Bu da, iki nefis arasında her yönden eşitliğin olmasını gerektirir. Fakat, deliller Hz. Peygamber'in bir peygamber, Hz. Ali'nin ise böyle olmadığına delâlet ettiği ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in Hz. Ali (r.a)'den daha üstün olduğuna da icmâ bulunduğu için, gerek peygamberlik, gerek üstünlük hususunda, bu umumi hükümle amel edilmemiştir. Bu iki husus dışındaki hususlarda ise bu umûmî hükümle amel edilmiştir. Sonra icmâ Hz. Muhammed (s.a.s)'in, diğer peygamberlerden efdal olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh Hz. Ali'nin de diğer peygamberlerden efdal olması gerekir. İşte bu, bu âyetin zahirî mânası ile yapılan istidlal şeklidir. Âyetle bu şekilde istidlal etmeyi, bizim görüşümüzü kabul eden ve reddedenlerin kabul ettikleri şu hadis de te'yid eder. Hz. Peygamber (s.a.s),

"İlminde Hz. Âdem'e, taatında Hz. Nuh'a, dostluğunda Hz. İbrahim'e, heybetinde Hz. Musa'ya, saflığında Hz. İsa'ya (benzer birisine) bakmak isteyen Ali İbn Ebİ Tâlib'e baksın" buyurmuştur. Bu hadis, her peygamberde ayrı ayrı bulunan hasletlerin Hz. Ali'de toplanmış olduğunu gösterir. Bu da, Hz. Ali'nin, Hz. Muhammed (s.a.s) dışındaki peygamberlerden efdal olduğuna delalet eder." Diğer Şiîler önceden de şimdi de bu âyetle, Hz. Ali'nin -delillerin tahsis ettiği özellikler dışında- Hz. Muhammed (s.a.s) gibi olduğuna İstidlal etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in nefsi, bütün sahabeden efdaldir. Binâenaleyh Hz. Ali'nin nefsinin (Kendisinin) de sahabeden efdal olması gerekir. Şia'nın bu husustaki görüşü, bundan ibarettir.

Buna şöyle cevap verilir: Müslümanlar arasında, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Hz. Ali'den daha faziletli olduğu hususunda bir icmâ bulunduğu gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) zuhur etmezden önce peygamber olanların, peygamber olmayanlardan efdal oldukları hususunda da b., icmâ vardır. Yine müslümanlar, Hz. Ali (r.a)'nin peygamber olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh âyetin zahirinin, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında husûsî bir hüküm ifâde ettiği gibi, diğer peygamberler hakkında da husûsî bir hüküm ifâde ettiğini kesin olarak söylemek gerekir. [124]

 

İbtihal Kelimesinin Mânası        

 

Âyetteki sözü "karşılıklı lanetleşelim" manasındadir. Nitekim her iki babdan olan şekli aynı manaya gelerek,  (Topluluk birbiriyle savaştı) (Karşılıklı ar­kadaş oldular) denilir. Âyetteki "ibtihâl" (lanetleşme) ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

1- İbtihâl, lanet olsun olmasın, çok gayretli bir şekilde dua etmek mana-sındadır. Çünkü ancak duada çok gayret gösterildiği zaman  denilir.

2- Bu kelime, Arapların "Allah'ın laneti üzerine olsun" manasında söyle­dikleri â tabirinden alınmıştır. Bunun aslı da, "lanet" manasına gelen bir  şeye  dayanmaktadır.  Çünkü   "lanet",   uzaklaştırmak  ve  kovmak manasındadır. Allah bir kimseye lanet edip, onu rahmetinden uzaklaştırdığı zaman denilir. Bu senin, birisi birisini ihmai ettiği zaman söylediğin "O, onu ihmal etti" sözünden alınmıştır. Memesine memelik bağlanmadan koğulup sürülmüş adam gibi, başıboş sahraya bırakılmış deve için denilir. Bu kelimenin mânasının izahı şudur: "Behl", gönderip başıboş bırakma manasına alındığında, sanki Allah bir kimseyi salıverdiği zaman, onu başıboş bırakmış ve onu kendisine havale etmiş gibi olur. Allah'ın kendisine havale ettiği kişi hiç şüphesiz helak olur. Binâenaleyh bir kimse ile mübâhele eden (lanetleşen) kişi, "eğer iş öyle ise Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Yine o insan, "Allah beni bana bıraksın. Allah beni kendi güç ve kuvvetime terketsin." Yani   "Kendi  vekilliğinden  ve  muhafazasından   uzak  tutsun",   yani "memelerinde memelik takılmamış, isteyen herkesin sağıp sütünü alabileceği ve kendisini koruyamayacak olan salıverilmiş deve gibi, muhafazasından uzak tutsun" der. Yine, yanında sopa bulunmayan insana da denilir ki bu, "Yanında kendisini müdafaa edeceği bir şeyi bulunmayan adam" manasınadır.

Birinci görüş daha uygundur. Çünkü âyetteki p ifâdesinin mânâsı, "sonra gayretle dua edip, lanetin yalancıların üzerine olmasını temenni edelim" şeklinde olur.

İkinci görüşe göre bu ifâdenin mânâsı, "sonra lanetleşelim ve Allah'ın lanetinin yalancılar üzere olmasını isteyelim" şeklinde olur ki bu bir tekrardır. [125]

 

İndirilen Azapta Çocukların İmhasının İzahı

 

Geriye âyet hakkında şu dört soru kalır:

1- Çocuklar, küçük oldukları zaman, onlara ilâhî azabın inmesi caiz olmaz. Halbuki ilgili hadiste Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mübâheleye daha çocuk olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i de soktuğu haber verilmiştir. Bunun faydası (manası) nedir?

Cevap: Âdetullah, bir kavme kökünü kurutma cezası geldiği zaman, onların içinde çocuklar ve kadınların da imha edilmeleri şeklinde cereyan etmiştir. Böylece bu, o kavmin mükellefleri için bir ceza olurken, çocuklar için bir ikâb olmamakta, aksine onlarm ölüm ve elemleri kavim için bir ölüm ve elem yerine geçmektedir. Malumdur ki, insanın çocuklarına ve ailesine karşı aşın derecede şefkati vardır. Çoğu kez insan, kendini çoluk çocuğuna feda edip, onlara bir kalkan olur. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber {s.a.s), çocuklarını ve ailelerini beraberinde getirmiş ve, hasmı davalarından vazgeçirme hususunda bu daha tesirli, hasmı korkutmada daha güçlü ve gerçeğin kendi tarafında olduğuna daha kuvvetli delil olsun diye, onlara da böyle yapmalarını emretmiştir. [126]

 

Bu Hadisenin Nübüvvete Delâleti

 

2- Bu hâdise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğuna delâleı eder mi?

Cevap: Bu hâdise, şu iki bakımdan Hz. Muhammed (s.a.s)'in, peygamberliğinin sıhhatine delâlet etmektedir:

a) Hz. Peygamber (s.a.s), onları azabın gelmesiyle korkutmuştur. Eğer Hz. Peygamber buna iyice güvenmeseydı. bu âdeta kendi kendini yalanlama hususunda bir çaba sarfetme olurdu. Çünkü hristiyanların mübâheleye yanaşmaları, sonra da azabın inmemesi durumunda, bu, haber verdiği

hususlarda yalancı olduğunun ortaya çıkması olurdu. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s)'in, en akıllı İnsan olduğu malumdur. Binâenaleyh O'nun, yalan olduğunu ortaya çıkarabilecek bir işi yapması uygun olmaz. O, bu hususta ısrar ettiğine göre, azabın onların başına geleceğine son derece güvendiği için ısrar ettiğini anlamaktayız.

b) Bu hristiyanlar mübâheleye yanaşmamışlardır. Tevrat ve İncil'de Hz. Peygamberin peygamberliğine deiâlet eden şeyleri onlar bitmemiş olsalardı, onunla mübâhele etmekten (lanetleşmekten) geri durmazlardı.

Buna göre eğer, "Onlar şüphe ediyorlardı; bu sebeple de, Hz, Muhammed'in sözünde sadık olması, böylece de zikredilen azabın başlarına gelmesinden korkmuş oldukları için, O'nunla lanetteşmeye girişmeyi terketmiş olduklarının söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki:

Bu, iki yönden reddedilir:

a) Onlar, Hz. Muhammed ile muaraza ve münazaa yapabilmek için maddî manevî bütün imkanlarını seferber ediyorlardı Eğer şüphe içinde olsalardı, bunu yapmazlardı.

b) Bu hristiyanlardan, onların şöyle dedikleri nakledilmiştir: "O, vallahi, Tevrat'ta ve İncil'de müjdelenmiş olan peygamberdir. Eğer siz onunla lanetteştrseniz,  sizin  kökünüz  kurur.."   Binâenaleyh,  bu  ifâde,  onların lanetleşmekten kaçınmalarının sebebinin, Hz. Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bilmeleri olduğunu açıkça göstermektedir.

3- Kâfirlerden bir kısmı, Hz. Peygamber (s.a.s)'le lanetleşmeye girmemişler miydi? Nitekim onlar şöyle demişlerdi: "Ey Allah, eğerbur senin katından gelme bir hak ise, hemen bizim üstümüze gökten taş yağdır..." (Enaı. 32). Ama sonra, kesin olarak onların üzerine azab inmemişti... Burada da böyledir. Yine, onların başına bir azabın gelmiş olduğunu kabul etmemiz halinde bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen onların içlerinde ikenr Allah onları azâblandıncı değildir..." (Enfâi, 33) âyetiyle çelişik olur.

Cevap: Hükmü hususi olan âyet, hükmü umumî olan âyetten önce gelir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s) bu surede, açıkça belirterek azabın ineceğini haber verdiğine göre, durumun bu şekilde olduğuna inanmak gerekir..

4- Bu âyetin peşisıra gelen, "İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır" (âh imran, 62) buyruğu, bu âyet ile ilgili midir, değil midir?

Cevap: Ebû Müslim şöyle demiştir: "Bu kısım, öncesiyle irtibatlıdır. Buna göre "yalancılar..." (Awimran,6i^kelimesinde vakfetmek caiz de­ğildir. Bu durumda âyetin takdiri,) "İşte bu, en doğru bir haberin beyânı olduğu için, Allah'ın lanetini yalancıların üzerine salalım.." şeklinde olur. Bu takdire göre, nin hakkı, harekesinin meftûh olmasıdır. Fakat 'deki lamdan dolayı kesreli ol­muştur. Nitekimİ is"Muhakkak ki o gün onların Rabb'i, onlardan hakkıyla haberdardır" (Adiyâi, n) âyetinde de böyledir." Diğer alimler ise, "Söz "yalancılar üzerine" ifadesiyle tamamlanmaktadır. Bundan sonra gelen ifâde, öncesiyle alâkası olmayan müstakil bir cümledir" demişlerdir. Allah en iyi bilendir. [127]

 

"İşte bu, elbette en doğru bir haberin beyânıdır. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Allah hiç şüphesiz yegâne galtbtir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz çevirirlerse Allah, o fesatçıları elbette hakkıyle

bilendir" (Âli İmran, 62-63).

Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: [128]

 

Birinci Mesele

 

Âyetteki  "bu.." kelimesi, daha önce zikredilmiş olan delillere ve lanetleşmeye davete işarettir "En doğru bir haberin beyânıdır" buyru­ğuna gelince, buradaki kelimesi, dine irşâd eden, hakka götüren ve kurtuluşu talep etmeyi emreden hususları içine alan sözlerin mecmûudur. Binâenaleyh, Allahu Teâlâ, emrine tam bir güven üzre olsun diye. peygamberine indirmiş olduğu şeylerin apaçık hak olduğunu beyân etmiştir. Bu durumda, âyetteki hitâb her ne kadar Hz. Peygamber'e ise de, bundan murad herkestir. [129]

 

İkinci Mesele      

 

sözündeki hüve zamiriyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu zamir fasi ve te'kîd zamiridir.. Buna göre, 'nin haberi ifadesidir.

Eğer, "Fas! zamirinin başına te'kîd lamının gelmesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: Bu lamın, haberin başına gelmesi caiz olduğuna göre, fasi zamirinin başına gelmesi daha güzel olur. Çünkü bu lâm, mübtedâya haberden daha yakın olup, lamın gelmesinde aslolan da, onun mübtedânın başına gelmesidir..

b) Bu hüve zamiri mübtedâ olup el-kasas kelimesi onun haberi, işbu mübtedâ ve haberden meydana gelen cümle denin haberidir. [130]

 

Üçüncü Mesele

 

lafzında he harfi, aslına uygun harekeli şeklinde veyahut da sûkün ileeklinde okun­muştur. Çünkü lâm harfi'nin bir cüz'ü olmuş, böylece de 1 (kenar) kelimesi gibi, tahfif edilmiş, sükûn ile okunmuştur. [131]

 

Kıssa Kelimesi Hakkında Bilgi     

 

"Falanca hikâyeyi anlattı - anlatıyor - anlatmak, hikâyet etmek" denilir. Bu kelimenin esas mânası, bir izi takib et­mektir.. Bir kimse bir başkasının izini takib ettiğinde denilir. Allahu Teâlâ'nın 'Kız kardeşine dedi ki: Onun izini takib et" (Kasas, n) ifâdesi de böyledir. Haberleri peşpeşe getirdiği ve kelâmı peşi peşine eklediği İçin, kıssa anlatan kimseye de  denilmiştir. İştekelimesinin manası, "peşipeşine gelen mânaları ihtiva eden haber" demektir.

Cenâb-ı Hak sonra "Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Bu, nefyin, olumsuz mânânın te'kîd ve vurgulanmasını ifâde eder. Çünkü sen, "Benim yanımda, insanlardan birisi vardır" dediğinde, bu cümle senin yanında bir kimse olduğunu gösterir. Fakat, Benim yanımda, insanlardan hiç kimse bulunma­maktadır" dediğin zaman bu, senin yanında onlardan bir kimsenin bulunmadı­ğını ifâde eder. Senin yanında onlardan birisi bulunmayınca, onlardan hiç kimsenin bulunmaması haydi haydi evlâdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" buyruğu, Hak ve Vâhid olan, Bir olan Allah (Subhanehû ve Teâlâ)'dan başka bir Tanrı'nın bulunmadığı hususunda çok kuvvetli bir mâna ifâde ettiği ortaya çıkmış olur.

Cenâb-ı Hak "Allah, hiç şüphesiz yegâne gâlib-tir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir O" buyurmuştur. Bu cümlede hristiyanların şüpheleri hususunda verilen cevaplara İşaret vardır. Bu böyledir. Çünkü onlar şu iki şeye dayanmışlardır:

a) Hz. İsa, ölüleri diriltmeye, anadan doğma körler ile alacalı hastaları iyileştirmeye muktedir olmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bu kadar kudret, ulûhiyyet için yeterli değildir. Bilâkis, ilâh olanın, kendisine karşı konulamayan ve engellenemeyen bir azîz ve gâlib varltk olması gerekir. Halkubi sizler Hz. İsa'nın böyle birisi olmadığını kabul ve itiraf ediyorsunuz. Hem siz bunu nasıl iddia edebilirsiniz ki; çünkü sizler, yahudilerin Hz. İsa'yı öldürdüğünü söylüyorsunuz."

b) Hristiyanlar, Hz. İsa'nın gaybtan ve benzeri şeylerden haber verdiğini, böylece de bir ilâh olması gerektiğini söylüyorlardı.. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bu kadarcık ilim, ulûhiyyet konusunda yeterli değildir. Bilâkis, ilâh olanın hakîm, yani bütün malumatı ve bütün işlerin neticelerinin nereye varacağını bilen birisi olması gerekir." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, hristiyanların bu iki şüphesine cevap vermeye bir işaret olsun diye, bu iki vasfı, yani "el-azîz, el-haktm" kelimelerini zikretmiştir.1 Bu âyetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başlarında zikretmiş olduğu, "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Odur. Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. O, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (âı-i tmran, 6) âyetidir.

Cenâb-ı Hak sonra "Eğer yine yüz çevirir­lerse, muhakkak Allah o fesatçıları hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Eğer onlar, Hz. İsa (a.s)'nın azîz, gâlib, hakîm ve işlerin neticesinin nereye varacağını bilmemesine karşılık, Allah'ın bir olması, azîz, gâlib, bütün makdûrâta kadir, hakîm ve işlerin neticesini ve nereye varacağını bilmesi gibi kendilerine anlatmış olduğun şeylerden yüz çevirirlerse bil ki, onların sırf dönüp yüz çevirmeleri, ancak inatlarından dolayıdır. Binâenaleyh, onlarla konuşmayı kes ve onların işini Allah'a havale et!.. Çünkü Allah, fesat çıkaranların fesadını bilen, kalblerdeki bozuk gaye ve maksatlara muttali olan ve onları bunlar sebebiyle cezalandırmaya muktedir olandır.." [132]

 

Ehl-i Kitap İle Diyalog

 

"De ki: Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin" (yani) "Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım; Allah'tan başka birbirimizi rab edinmeyelim." Ama, yine

yüz çevirirlerse deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki müslüman olanlarız" (Âl-i imran, 64).

Bil ki, Hz. Peygamber (s.a.s) Necrân hristiyanlarına çeşitli deliller getirmiş, bilahare onlar ayrılmışlar, daha sonra da onları mübaheleye davet etmişti. Fakat onlar mübahelenin neticesinden korkarak buna yanaşmayıp, cizye ödemek suretiyle müslümanlara boyun eğmeyi kabul etmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s), onların iman etmeleri hususunda son derece istekli olunca, Allahu Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Ey Muhammed, bu konuşma üslûbunu bırak; akl-ı selim ve temiz fıtrat sahibi olan herkesin, mücâdeleyi bırakma esası üzerine kurulmuş insaflı bir söz olduğuna şehadette bulunacağı bir başka metod ve üslûba geç ve, "Ey Ehl-i Kitap! Hepiniz, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye gelin: "Allah'tan başkasına tapmayalım..." de!.? Yani, "İfâde etmede birbirimize karşı insaflı olduğumuz, kimimizin kimine zulmetmeye meyletmediği bir kelimeye, (bir esasa) geliniz ki, bu da, "Ancak Allah'a tapmamız ve Ona hiçbir şeyi şirk koşmamamız" dır" demektir. İşte bu sözden murad budur. Şimdi lafızların tefsirine geçefim.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Ehl-i Kitap!" tabiri hakkında şu üç görüş zikredilmiştir:

a) Bu ifâdedeki "Kftâb ehli" nden murad, Necrân hristiyanlarıdır.

b) Bundan maksat, Medine yahudîleridir.

c) Bu ifâde, her iki topluluğu da içine almaktadır. Bunun her iki grup hakkında nazil olduğuna şu husus da delâlet etmektedir:

1- Lafzın zahiri, iki topluluğa da şamildir.

2- Âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet edilen şu husustur: Yahudiler Hz. Peygamber'e şöyle demişti: "Hristiyanların Hz. İsa'yı Rab edinmeleri gibi,  bizim de,  sadece seni  Rab edinmemizi  istiyorsun!..." Hhstiyanlar da, "Ey Muhammedi Sen, yahudilerin Uzeyr (a.s) hakkında söylemiş oldukları şeyi senin hakkında söylememizi istiyorsun" demişlerdi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyeti indirdi. Bana göre, doğruya en yakın olan, bu ifâdeyi Necrân hristiyanlarına hamletmektir. Çünkü biz, Hz. Peygamber'in önce onlara deliller getirdiğini, sonra da onlarla "mübâhele" istediğini; ama bu sırada insaflı olup mücadeleyi ve onlart ilzam ederek susturmayı arzulamayı terke dayanan söze geçtiğini açıklamıştık. Bunun böyle olduğuna, Hz. Peygamberin burada onlara, Hak Teâlâ'nın, "Ey kitap ehli!" sözüyle hitap etmesi de delâlet etmektedir. Bu isim, isimlerin en güzellerinden ve lakabların da en mükemmellerinden birisidir. Çünkü Cenâb-ı Hak onları, Ehl-i Kitap addetmiştir. Bunun bir benzeri de, Kur'ân'ı hıfzetmiş olan kimselere, "Ey, Allah'ın kitabının taşıyıcıları, (hâmilleri)"; müfessire de, "Ey Allah'ın kelâmının müfessiri!" denilmiş olmasıdır. Bu lakab, bunu söyleyenin, muhatabı yüceltme ve onun kalbini hoş tutmak hususunda ileri derecede bir mânayt kastettiğine delâlet eder. Bu ancak, insanın, hasmıyfa mücadele ettiği sırada, münakaşa ve çekişme yolunu bırakıp, insaf ve hakkaniyet yolunu tuttuğu zaman söylenilir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Celiniz" emrine gelince, bundan murad, her ne kadar bir yerden başka bir yere geçmek söz konusu olmasa dahi, çağırılmış oldukları şeyi belirlemeleri ve onu incelemeye yönelmeleridir. Çünkü bu lafzın aslı  lafzından alınmıştır. Bu kelime de, alçak bir yerden yüksek olan başka bir yere yükselmek anlamını ifâde eder. Sonra, bu kelime çok kullanıldığı için, kendisine çağırılan şeye ve yere yönelme ve teveccüh etmeyi isteme mânâsına delâlet eder olmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin mânası, "ifâde etmede birbi­rimize insafsız davranmamızın söz konusu olmadığı; hiç kimsenin birbirine zulmetme meylinin bahis mevzu olamıyacağı bir kelimeye geliniz!" demektir.

kelimesi, adalet ve insaf demektir. Bu böyledir, çünkü "insafın hakikati, bir şeyin yarısını vermek, ortalamak demektir. Çünkü aklen vâcib olan, kişinin hem kendine, hem de başkasına zulmetmeyi terketmesidir. Bu da

ancak, yarıyı vermekle, ortalamakla, ortayı gözetmekle mümkün olur. Binâenaleyh, kişi insaflı olur da zulmü bırakarak yarıyı o kişiye verirse, böylece kendisiyle başkası arasında eşit davranmış, böylece denge kurulmuş olur. Kişi zulmedip, başkasına verdiğinden daha fazlasını kendisine aldığı zaman, denge bozulur. Eşitlik, adalet ve insafın gereklerinden olduğu için, adetâ adaletin kendisi sayılmıştır.

Zeccâc, âyetteki t'j-- (müsavi) kelimesinin, "kelime" lâfzının sıfat) olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Allah bununla, "müsavi olan kelime" mânasını murad et­miştir. Buna göre Hak Teâlâ'nın, tabiri "Âdil, dosdoğru ve aynı olan bir kelimeye gelin. Binâenaleyh o kelimeye gerek siz, gerek biz iman ettiğimiz zaman, eşitlik ve istikâmet üzere olmuş oluruz" demektir.

Sonra Cenâb-ı AllahAllah'tan başkasına tapmayalım" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: [133]

 

Birinci Mesele

 

Bu tabirin başındaki edatının dâhil olduğu cümlenin mahalli hususunda şu iki görüş vardır:

a) Bu, mukadder bir (O,) mübtedâsının haberi

olarak merfûdur. Buna göre sanki birisi "O kelime nedir?" demiş de, cevaben "O, Allah'tan başkasına tapmamamızdır" denilmiştir.

b) Bu cümlenin mahalli, âyetteki "kelime" lafzından bedel olarak mecrûrdur. [134]

 

Hristiyanlann Müşrik Sayılmalarına Sebep                    

 

Allah Teâla bu âyette şu üç şeyi zikretmiştir.

1- "Allah'tan başkasına tapmayalım";

2- "Ona hiçbir şeyi eş tutmayalım";

3- "Allah 'i bırakıp da, birbirimizi Rab edinmeyelim ".

Allah Teâlâ, özellikle bu üç şeyi zikretmiştir, çünkü hristiyanlar bu üç işi bir arada olarak yapıyorlardı: Onlar, Allah'tan başkasına, yani Mesih İsa (a.s)'ya ibâdet etmişler ve Allah'a onu eş tutmuşlardır. Bu böyledir, çünkü onlar, "Allah şu üç şeydir: Baba, oğul ve Ruhu'l-kudüs" demişler, böylece de kadîm ve eşit üç varlığın mevcut olduğunu söylemişlerdir. Biz onların, üç kadîm varlık olduğunu söylediklerini ifâde ediyoruz, çünkü onlar şöyle demişlerdir: "Kelime" uknumu Mesîh'in beşerîlik vasfına (nâsût); Rûhü'l-Kudüs uknumu (şahsı) da, Meryem'in beşerîlik vasfına (nâsût) bürünmüştür. Şayet bu iki uknum, müstakil iki zât olmasaydı, Baba'nın zâtından ayrılıp İsa ve Meryem'in beşerilik vasfına bürünmeleri caiz olmazdı. Onlar, müstakil üç ayrı zâtın varlığını kabul etmekle, muhakkak ki müşrik olmuşlardır.

Onların, Allah'ı bırakarak âlimlerini ve zâhidlerini Rab edinmiş olduklarına şunlar da delâlet eder: [135]

 

Rab Edinmenin Mânâsı Nedir?

 

a) Onlar, helâl ve haram kılma konusunda âlimlerine ve zahidlerine itaat ediyorlardı.

b) Onlar, âlimlerine secdeye kapanıyorlardı.

c) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onların mezhebine göre riyâzat ve mücâhede konusunda kâmil olan herkeste, ona lâhût (ilahîlik vasfı)'nın hulul ettiğinin eseri görülür; böylece de o kimse, ölüleri diriltebilir. Körleri ve alacalı hastaları iyileştirebilir. Onlar, böyle olan kimseye her ne kadar Rab demeseler bile, ne de olsa o kişi hakkında rubûbiyyet mânâsının tahakkuk ettiğini kabul ediyorlardı.

d) Onlar, günahlar konusunda âlimlerine itaat ediyorlardı. Rubûbiyyetin mânâsı da ancak budur.

Bunun bir benzeri de, "Hevâ (Ve hevesini) kendisine tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?.." (Câsiye. 23) âyetidir. Böylece hristiyanların bu üç şeyi birden yaptıkları sabit olmuş olur. Bu üç şeyin bâtıl olduğu, akıl sahiplerince üzerinde ittifak edilmiş olan bir husus gibidir. Bu böyledir, çünkü Hz. İsa (a.s)'dan önce kendisine ibâdet edilen sadece Allah Teâlâ idi. Binâenaleyh durumun, Hz. İsa'nın zuhurundan sonra da aynı şekilde devam etmesi gerekir. Yine Allah'a ortak koşma da herkesin ittifakıyla bâtıldır. Hem, yaratıcı ve bütün nimetlerin mün'imi Cenâb-i Allah olduğu için, helâl, haram, inkıyâd ve tâat hususunda, onların âlim ve zahidlerine değil, sadece Allah'a yönelmek gerekir. İşte bu üç durumun izahı böyledir.

Daha sonra Hak TeâlâAma, yine yüz çevirirlerse deyin ki: "Şâhid olun, biz muhakkak ki müslüman olanlarız" buyurmuştur. Bu ifâde, "Eğer onlar kendi dinlerinde diretirlerse, siz "Biz muhakkak ki müslüman olanlarız" deyiniz, yani, kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun, fakat sizden başkalarını bu dine çekme kaydında olmayınız" demektir. [136]

 

Hz. İbrahim'in Yahudi ve Hristiyanlıkla Münasebeti

 

"Ey Ehl-t Kitap, İbrahim hakkında niçin çekişip duruyorsunuz? (Halbuki) Tevrat da, İndi de ancak ondan sonra indirilmiştir, (buna da) aklınız ermiyor mu?" (Â!-i Imran, 65).

Bil ki yahudiler de hristiyanlar da "İbrahim bizim dinimizde idi" diyorlardı. Allah Teâlâ da onların bu iddialarının, Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra indirildiğini belirterek bâtıl olduğunu ve bu sebeple de onun yahudi veya hristiyan olmasının düşünülemeyeceğini açıklamıştır.

Eğer, "Bu durum siz müslümanlar için de söz konusudur. Çünkü siz de, İbrahim'in İslâm dini üzere olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki İslâm da, Hz. İbrahim'den uzun zaman sonra indirilmiştir. Eğer siz bu sözünüzden maksadınızın, Hz. İbrahim'in, dinin usulü (inanç) bakımından şu anda müslümanların üzerinde olduğu mezheb üzere oluşunu söylemek ise, biz deriz ki: Yahudilerin, "İbrahim bir yahûdi idi" şeklindeki sözlerinden maksatlarının da, onun yahudilerin üzerinde .oldukları din üzere oluşunu söylemek; hristiyanların da, "İbrahim bir hristiyan idi" şeklindeki sözlerinden maksatları­nın, onun hristiyanların takib etmiş oldukları din üzere oluşunu söylemek olması; binâenaleyh Kur'ân'ın Hz. İbrahim'den sonra nazil olması, onun müslüman sayılmasına nasıl ters düşmüyor ise, bu izaha göre Tevrat ve İncil'in Hz. İbrahim'den sonra nazil oluşları, onun bir yahudi ve bir hristiyan olmasına ters düşmeyeceğinin söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilir ise, şöyle cevap verilir:

Kur'ân-ı Kerim, Hz. İbrahim'in bir Hanîf (tevhid inancında) ve müslüman olduğunu haber vermiştir. Tevrat ve İncil'de ise, onun bir yahudi veya hristiyan olduğu yer almamıştır. Binâenaleyh fark ortaya çıkmaktadır. Sonra biz şöyle de deriz: Hristiyanların, Hz. İbrahim'in dini üzere olmadıkları açıktır. Çünkü Hz. İsa (a.s), Hz. İbrahim zamanında mevcut değildi, dolayısıyla da, Hz. İsa'ya ibâdet, Hz. İbrahim devrinde kesinlikle meşru değil idi/ Bundan dolayı, Hz.

İsa'ya ibâdete yönelmek, şüphe yok ki, Hz. İbrahim'in dinine uymaz. Yahudilerin, Hz. İbrahim'in dini üzere olmayışları da böyledir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s) gelmezden önce de insanlara bazı mükellefiyetlerinin bulunduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Yine bu mükellefiyetleri insanlara, yine bir insanın ulaştırmış olduğunda da şüphe yoktur. Hiç şüphesiz ilâhî teklifleri insanlara ulaştıranın mu'cizelerle te'yid edilmiş olması gerekir. Aksi halde insanların, onun getirdiği bu teklifleri kabul etmeleri vâcib olmaz. Bu durumda Hz. İsa'dan önce nice peygamberler gelmiş ve onların belli şeriatları olmuştur. Bu sebeple, Hz. Musa (a.s), peygamber olarak gelince, bu durumda onun, ya o şeriatları iyice yerleştirip uygulamak için geldiği, yahut da yeni bir şeriat getirdiği söylenebilir. Eğer Hz. Musa, kendinden önceki şeriatları uygulamak için gelmiş ise, o şeriatların sahibi değil, aksine kendinden öncekilerin şeriatlarını uygulayan bir fakih gibi olur. Yahudiler ise bunu kabul etmezler. Eğer Hz. Musa yeni bir şeriat getirmiş ise, kendinden önceki şeriatları neshettiğini söylemiş olur. Böylece bütün peygamberlerin şeriatlarında neshin olabileceği hükmü mutlaka yer almıştır. Yahudiler ise neshi hiç kabul etmezler. Bu sebeple yahudilerin, Hz. İbrahim'in dininde olmadıkları sabit olmuş olur. Binâenaleyh yahudi ve hristiyanların, Hz. İbrahim'in bir yahudi veya bir hristiyan olduğu iddiaları geçersiz olmuş olur. Âyetten kastedilen işte budur. Allah en iyi bilendir.[137]

 

"İşte siz onlarsınız ki hakkında (biraz) bilginiz olan hususta (haydi) çekiştiniz (diyelim. Ya) hiç bilginiz olmayanlar hakkında hâlâ niçin çekişip duruyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne bir yahudi ne de bir hristtyandı. Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müsiümandı. O, müşriklerden de değildi. Gerçekte İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde ona tabî olanlarla, şu peygamber ve iman edenlerdir. Allah o iman edenlerin yardimcısıdır" (Âl-r İmran, 66-68).

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [138]

 

Birinci Mesele

 

Âsim, Hamza ve Kisâî, med ve hemze ile şeklinde; Nâfî ile Ebû Amr, hemzesiz ve medsiz olarak, fakat sakin elifi gösterecek şekilde; İbn Kesir ise hemzeli fakat medsiz olarak vezninde şeklinde; İbn Âmir de hemzesiz fakat med ileşeklinde okumuşlardır. Hemze ve meddi belir­terek okuyanlar kelimeleri aslı üzere okumuşlardır. Çünkü bu tafız, birisi diğeri de olan iki ayrı kelimedir. Bu ifâdeyi medsiz ve hemzesiz okuyanlar ise, kelimenin aslını bozmamak suretiyle, tahfif (kolaylık otsun) diye böyle okumuşlardır. [139]

 

İkinci Mesele

 

Âlimler lafzının aslının ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre nin bir tenbih edatı, asıl kelimenin de (sizler) olduğu veya bu ifâ­denin aslının (sizler mi) şeklinde olduğu, Arapların (suyu akıttım) şeklindeki kullanışları gibi, birinci hemzenin he harfine dönüşmüş olduğu söylenmiştir. Âyetteki kelimesi, kesre üzere mebnîdir. Bunun aslı ise şeklidir. Başına tenbih hâ'sı gelmiştir. Bu, hem med ile, hem de med­siz okunur.

Buna göre şayet, "Âyetteki  lafzındaki fö (sizler) lafzının haberi nedir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu hususta şu üç görüş ileri sürülmüştür:

a) Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lafzın başındaki hâ, tenbih için getirilmiştir kelimesi mübteda, kelimesi onun haberidirsözü ise, birinci cümleyi açıklayan müste'nef bir cümledir. Buna göre mâna şöyledir: "Sizler o ahmak şahıslarsınız. Sizin ahmaklığınız ve kıt akıllılığınızın delili şudur: Siz, haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan hususta çekişiyorsunuz. Ya daha niçin, hiç bilginiz olmayan hususlarda çekişiyorsunuz?"

b) Buradaki (sizler) kelimesi mübtedamânasında olan kelimesi ise onun haberi, bu kelimeden sonra gelen cümle de sıla cümlesidir.

c) kelimesi mübteda kelimesi atf-ı beyân, , cümlesi ise haber olup, takdir şöyledir: "Sizler, ey şu kimseler, ... çekiştiniz..." [140]

 

Üçüncü Mesele    

 

Âyetteki, "Bilginiz olan hususta çekiştiniz" buyruğundan murad şudur: Onlar Tevrat ve İncil'in şeriatlarının, Kur'ân'ın şeriatına muhalif olduğunu sanıp, bunu iddia etmişlerdir. Binâenaleyh ontara, "Hakkında bilginiz olmayan hususlarda nasıl çekişiyorsunuz? Hakkında bilginiz olmayan bu husus da Hz. İbrahim'in şeriatının, Hz. Muhammed'in şeriatına muhalif olduğunu iddia etmenizdir" denilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Allah'ın, "İşte sizler onlarsınız ki hakkında bilginiz olan hususta çekiştiniz..." buyruğunun şu mânaya olması da muhtemeldir: Allah Teâlâ onları gerçek manada "ilim" ile tavsif etmemiştir. Ancak şu mânayı murad etmiştir: "Sizler, bildiğinizi iddia ettiğiniz hususlarda onunla çekişmeyi mümkün görüp uygun kabul ettiniz. O halde, hakkında kesinlikle bilginiz olmayan hususlarda onunla çekişebiliyorsunuz. "Sonra Hak Teâlâ bu hususu "Halbuki Allah, bu şeriatların birbirlerine uyup uymadıklarını bilir siz, bu durumların nasıl olduğunu bilemezsiniz" diyerek ortaya koymuştur.

Sonra Cenâb-ı Allah, bu hususu daha açık izah ederek "İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hristiyandı" buyurmuş ve onları Hz. İbrahim'in kendi dinlerinden olduğu iddialarında yalanlamıştır.

Daha sonra "Fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı" buyurmuştur ki, âyetteki "Hanîf" kelimesinin ne demek olduğu Bakara sûresi'nde geçmişti (Bakara, 135).

Daha sonra da "O, müşriklerden de değildi" buyur­muştur. Bu, Hz. İsa'nın ilâh olduğunu söyledikleri için hristiyanların. teşbih inancına kail oldukları için yahudilerin müşrik olduklarına bir tarizdir.    -

Eğer, "Siz, Hz. İbrahim'in İslâm dini üzere olduğunu söylemekle, onun inanç veya ahkâm (usûl veya furü) bakımından İslâm dini üzere olduğunu mu kastediyorsunuz? Eğer birincisini kastediyorsanız, bu sadece İslâm dinine mahsus bir durum değildir. Biz de bu mânada, Hz. İbrahim'in yahudi dininde yani, Hz. Musa'nın getirdiği din üzere olduğunu veya hristiyanların dini üzerine yani Hz. İsa'nın getirdiği hristıyanlık dini üzere olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü usûl (itikad) bakımından, peygamberlerin dinlerinin farklı olması caiz değildir. Eğer siz bu sözünüzle, Hz. İbrahim'in furû (ahkâm) bakımından İslâm dini üzerinde olduğunu kastediyorsanız, bu durumda Hz. Muhammed'in yeni bir şeriat üzere olmayıp, başka bir peygamberin getirdiği şeriatın uygulayıcısı olması gerekir Yine kesin olarak bilinen bir husus da şudur ki: Kur'ân'a göre ibâdet etmek, Hz. İbrahim (a.s) zamanında yok idi. Mesela, m üsl umanlar m namazında Kur'ân okuma meşru ve şart olduğu halde, Hz. İbrahim'in şeriatındaki namazda meşru değildir" denilir ise, biz deriz ki:

Bu sözden maksadın, Hz. İbrahim'in usûl (itikad) bakımından İslâm dini üzere olması olabilir. Bundan kastedilen ise, Hz. İbrahim'in itikad bakımından, zamanımızdaki yahudi ve hristiyanlartn inançlarına uymadığını belirtmektir. Bundan Hz. İbrahim'in furû (ahkâm) bakımından İslâm dininde oluşunu kastetmek de murad edilmiş olabilir. Bu böyledir. Çünkü Allahu Teâlâ o furû ahkâmı, Hz. Musa'nın şeriatıyla neshetmiştir. Sonra Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında da, Hz. Musa'nın şeriatı, Hz. İbrahim zamanında mevcut olan şeriatı neshetmiştir. Bu izaha göre Hz. Muhammed (s.a.s) de şeriat sahibi olmuş olur. Sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının çoğu, Hz. İbrahim'in şeriatına uygun olup, pek azında muhalefet söz konusu olunca, bu az miktardaki muhalefet, uygunluk ve muvafakatin bulunmasına zarar vermez.

Sonra Cenâb-ı Hak,

"Gerçekte, İbrahim'e insanlardan en yakın olan, herhalde ona tâbi olanlarla şu peygamber ve iman edenlerdir" buyurmuş ve bu ifâdede, şu iki grup insandan bahsetmiştir:

a)  Hz. İbrahim'e daha Önce tâbi olmuş olan kimseler.

b)  Hz. Muhammed ve diğer mü'minler.

Sonra Cenâb-ı Hak "Allah, o iman edenlerin yardımasıdır" buyurmuştur. Yani,  "Yardımı, desteği, muvaffak kılması, onları yüceltmesi ve onlara ikramda bulunmasıyla onların yardımcısı..." demektir. [141]

 

Ehl-i Kitap, Müslümanları Saptırmak İster

 

"Ehl-i Kitab'tan bir zümre arzu etti ki, sizi bir şaşırtsalar.. Halbuki onlar kendilerinden başkasını şaşırtıp sapıtamazlar da, (bunun) farkına bile varamazlar" (Âl-i Imran, 69).

Bil ki, Allahu Teâlâ, Hak'tan sapmanın ve hüccetleri kabul etmemenin, ehl-i kitabın vazgeçmedikleri bir yol olduğunu beyân edince onların bu kadarla yetinmeyip, aksine Hz. Muhammed (s.a.s) kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini de kabul ediyor" şeklindeki sözleriyle, ona iman eden kimselerin kalbine şüpheler atıp, onları haktan saptırma hususunda ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını da açıklamıştır.

Yine Hz. Musa (a.s), Tevrât'da şeriatının sona ermeyeceğini haber vermiştir. Yine, (yahudilere göre) neshin varlığını kabul emek, "bedâ" neticesine götürür. Bundan yani âyetten maksat, mü'minleri, yahudilerin sözüne kanmamaları hususunda uyarmaktır. Bu ifâdenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Ehl-i kitaptan bir çoğu, Hak kendilerine besbelli olduktan sonra, içlerindeki hasedden ötürü, sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştü" (Bakara, 109) âyetiyle, "Onlar, kendilerinin inkâr ettikleri gibi sizin de küfredip onlarla beraber olmanızı arzu ettiler" (Nisa, 89) âyetidir.

Bil ki buradaki, harf-i cerri bâziyyet ifade eder. Burada Cenâb-ı Hak ancak onların bir kısmını zikretmiş, bu hükmü onların hepsine teşmil etmemiştir. Çünkü onların içinde, iman etmiş olanlar da bulunmaktaydı. Allahu Teâlâ iman edenleri, "İçlerinde mutedil ve insaf sahibi olan bir zümre de vardır" (Maide, 66) ve "Ehl-i kitab'm içinde kaim olan bir ümmet vardır ki, onlar gecenin saatlerinde secdeye kapanarak, Allah'ın âyetlerini okurlar" (Ali imran, 113) diyerek medhü sena etmiştir.

Bu âyetin Muâz, Ammâr İbn Yasir ve Huzeyfe hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Çünkü, yahudiler bu şahısları kendi dinlerine davet etmişlerdi. Cenâb-ı Hak, "sizi saptırmak..." buyurmayıp da "Keşke sizi bir saphrsalar" buyurmuştur. Çünkü jî edatı, temennî içindir. Zira, senin "keşke şöyle olsaydı'1 sözün, bir temenni ifâde etmektedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan her biri arzu eder ki, keşke bin yıl yaşatılsa.." (Bakara, 96) âyetidir.

Hak Teâlâ sonra, "Halbuki onlar, kendilerinden başkasını şaşırtıp sapıtamazlar" buyurmuştur ki, bu da birtakım mânalara muhtemeldir:

a) Başkalarını saptırmaya yönelmiş olmalarından dolayı ilahî cezaya müstehak olmaları sebebiyle, onların kendi nefislerini helak etmeleri... Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlar bize zulmetmemişler, ama kendi kendilerine

zulmetmişlerdi" (Bakara, 57), "Onlar muhakkak ki, kendi yüklerini ve, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de bizzat yüklenip taşıyacaklar..." (Ankebut, 13) ve "Çünkü onlar kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini eksiksiz taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et ki, onların yüklenecekleri bu yükler ne kötüdür" (Nam, 25) âyetleri gibidir.

b) Onların kendilerini hidâyet ve hak bilgisinin haricinde bırakmaları.. Çünkü, hidâyetten uzaklaşan kimse, "sapıtmış" diye vasfedilir.

c) Onlar,  mü'minleri saptırmak için ellerinden geleni yapıp,  sonra mü'minler de onlara iltifat etmeyince, onların eli boşa çıkmış, bundan bir netice alamayarak hüsrana uğramışlardır. Çünkü onlar birşeye inanmışlar, daha sonra durum onların tasavvur ettiklerinin aksine ortaya çıkmıştır.

Daha sonra Hak TeâlâBunun) farkına bile varamazlar," Yani, "Bunun mü'minlere değil, kendilerine zarar verdiğini bilemezler" buyurmuştur. [142]

 

Ehl-i Kitap, Hz. Peygamberi Bile Bile İnkâr Ediyor

 

"Ehl-i kitap, kendiniz görüp bilip dururken, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" (Âl-i İmran. 70).

Bil ki, Allahu Teâiâ, Tevrât'da Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden delillerin farkında olmayan taifenin durumunu beyân edince, onların bu delilleri bilen kısmı olan âlimlerinin de hâlini beyân ederek, "Ey ehl-i kitap, Allah'm âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu hitapda birkaç mesele vardır: [143]

 

Birinci Mesele

 

Âyetteki (niçin?) suâlinin aslı 'dır. Çünkü buradaki istifham için gelmiş olan 'dır. Başına lâm harfi gelmiş olduğu için, hafiflik olsun diye daki elif düşmüştür. Bir de, harf-i cer, bu eliften bir bedel gibi olmuştur. Ayrıca

o, kelimenin sonunda gelmiştir ki deki fetha da buna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirlerine ne hakkında sorup duruyorlar?" (Nebe. ve "öu mü/deyi neye Mnâen yapıyorsunuz?" (Hicr. 54), sual­leri de böyledir. Bu harfler üzerinde vakfetmeki şeklinde, hâ harfi ile yapılır. [144]

 

İkinci Mesele

 

Ayetteki "Allah'ın âyetlerini" lafzıyla ilgili birkaç görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bundan murad, Tevrat ve İncil'de varid olmuş olan âyetlerdir. Buna göre, bu lafız hakkında birkaç ihtimal bulunmaktadır:

a) Bunlar,  bu iki kitapta bulunan,  Hz.  Muhammed (s.a.s) ile ilgili müjdelerdir.

b) Bunlar, bu iki kitapta bulunan, Hz. İbrahim'in müslüman bir Hanîf olduğu hususundaki ifâdelerdir.

c) Bunlar, bu kitaplarda, gerçek dinin İslâm olduğunu gösteren ifâdelerdir.

Bil ki, bu açıklamalara ihtimâli olan bu görüşe göre diyebiliriz kL "âyetleri inkâr etmek" ifâdesinin iki mânaya gelmesi muhtemeldir.

a) Onlar, Tevrat'ı değil, bilâkis Tevrat'ın delâlet etmiş olduğu şeyi inkâr ediyorlardı. Buna göre, mecaz yoluyla, delilin ismi medlule itlâk edilmiştir.

b) Onlar, Tevrat'ın bizzat kendisini inkâr ediyorlardı, çünkü onlar, Tevrat'ı tahrif ediyor ve Tevrat'ta, Hz. Muhammed'in peygamberliğine delâlet eden bu gibi âyetlerin mevcudiyetini inkâr ediyorlardı.

Hak Teâlâ'nın buyruğunun, bu izaha göre mânası şudur: "Ontar, müslümanların ve avam tabakalarının yanında bulunduklarında, Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri ihtiva ettiğini inkâr ediyorlar; sonra birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna şehâdet ediyorlardı. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendiniz şahidler olduğunuz halde, (niçin) onda bir eğrilik aramaya yelteniyorsunuz..." (âı-i Imran, 99) âyetidir. Bil ki, âyeti bu anlayışa göre tefsir etmek, bu âyetin gaybden bir haber vermeyi ihtiva ettiğine delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, kendi içlerinde gizleyip de aksini haber verdikleri şeyi bildirmiştir. Şüphesiz, gaybden haber vermek bir mu'cizedir.

İkinci görüş: Bu âyetlerden murad, Kur'ân-ı Kerim'dırsözünün manası da şudur: "Siz, Kur'ân'ın bir mu'cize olduğunu avam insanlar yanında inkâr ediyor, ama sonra kalbleriniz ve akıllarınızla, onun bir mu'cize olduğuna şehâdet ediyorsunuz..."

Üçüncü görüş: Bu âyetlerden murad, Hz. Muhammed (s.a.sj'in elinde zuhur eden bütün mu'cizelerdir. Bu görüşe görebuyruğunun mânası şudur: Siz, diğer peygamberlerin elinde zuhur eden mu'cizelerin, onların doğruluklarına delâlet ettiğini kabul ediyorsunuz... Zira mu'cize, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilme yerine geçer. O halde siz, mu'cizelerin, bu açıdan diğer peygamberlerin sıdkına delâlet ettiğine şehadette bulununca, bunun Hz. Muhammed hakkında da söz konusu olduğuna da şehadette bulunmuş oluyorsunuz. Binâenaleyh, Hz. Muhammed'in nübüvvet ve risâletini inkâr etmekte ısrar etmeniz, mu'cizelerin, diğer peygamberlerin doğruluklarına delâlet etme konusunda hak ve gerçek olduklarını itiraf etmenizle çelişmekte, tezâd teşkil etmektedir. [145]

 

"Ey Ehl-i Kitap, niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyor, gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki siz, bunu biliyorsunuz..." (Âl-i İmran, 71).

Bil ki, yahudi âlimlerinin tutmuş olduğu iki yol bulunmaktaydı:

a) Onlar, kalbleriyle Hz. Muhammed'in Allah katından görevlendirilmiş bir hak peygamber olduğunu bildikleri halde, O'nun peygamberliğini inkâr ediyorlardı.  Allahu  Teâlâ  birinci  âyette,  onları  bu  davranış  şeklinden nehyetmiştir.

b) Onlar, şüpheler meydana getirmek, delil ve beyyinâtı da gizlemek hususunda çalışıp çabalıyorlardı. Allah Teâlâ bu ikinci âyette de, onları bu davranıştan nehyetmiştir. Buna göre birinci davranış şekli, azgınlık ve sapıklık makamıdır; ikinci makam ise, başkalarını azdırma ve saptırma makamıdır.

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [146]

 

Birinci Mesele

 

kelimesi, şeddeli olarak şeklinde de okunmuştur. Yahya İbn Vessâb, bu kelimeyi, bâ harfinin   fethasıyla   şeklinde  okumuştur. Yani, "Niçin, hakka bâtılı giydiriyorsunuz?" şeklinde... Bu, Hz. Peygamber'in şu hadisi gibidir"... Yalanın iki elbisesini giyen kimse gibidir." Şair de şöyle demiştir "O, mecd ü şeref ile ridâlanıp, onu izârgibi kuşandığında..." [147]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki, hakkı gizlemeye gayret eden kimse için bu hususta şu iki yolun dışında başka bir yol yoktur,

a) Ya, bâtıla götüren bir şüphe atmak,

b) Veyahut da, hakka delâlet eden delili gizlemek.. Âyetteki, "Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz?" kısmı birincisine; "ve gerçeği gizliyorsunuz" kısmı ise, ikincisine işarettir.

Hakkı bâtıl ile karıştırma, burada birkaç mânaya gelmektedir:

1- Tevrat'ı tahrif etmek... Onlar, münezzel, vahyedilmiş âyetleri, muharref ve uydurma şeylerle karıştırıyorlardı. Bu görüş, Hasan el-Basrî ve İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.

2- Onlar, insanları şüphelendirmek için, günün başlangıcında müslüman olduklarını söyleyip, günün nihâyetinde de İslâm'dan rücû etmek hususunda aralarında anlaşmışlardı.. Bu görüş de, İbn Abbas ve Katâde'den rivayet edilmiştir.

3- Tevrat'da, hem Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden müjde, sıfat ve vasıfların bulunması, hem de bunun zıddını vehmettiren şeylerin bulunmasıdır. Binâenaleyh bu, muhkem ve müteşabih gibi olmuştur.. Böylece onlar, tıpkı müşebbihe'den çoğunun yaptığı gibi, bu iki tür şeyden birisini diğerine   karıştırmak   suretiyle,   zayıf   inançlı   olanlara   meseleyi   tersyüz göstermeye uğraşıyorlardı. Bu, Kadr'nin görüşüdür.

Onlar, Hz Muhammed (s.a.s)'in, Hz. Musa'nın hak olduğunu itiraf ettiğini ve sonra "Tevrat'ın da Hz. Musa (a.s)'nın şeriatının neshedilmediğine delâlet ettiğini söylüyorlardı. Bütün bunlar ortaya şüphe atmaktır.

Hak Teâlâ'nın, Gerçeğigizliyorsunuz" ifâdesinden murad şudur: Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden mevcut âyetlerle istidlalde bulunmak tefekkür ve teemmüle muhtaçtır. Zamanımızdaki bid'at ehlinin, muhakkik âlimlerin delillerinin, kendilerine tâbi

 olan avamdan kişilere ulaşmaması için ellerinden geleni yapmaları gibi, yahudi âlimleri de bu istidlalin tamamlanacağı o lafızları gizleme hususunda gayret sarf ediyor I ardı.

Hak Teâlâ'nın "Halbuki siz, bunu biliyorsunuz" buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) Sizler, bunu inâd ve hasedinizden dolayı yaptığınızı biliyorsunuz.

b) Cehalet ve hurafe erbabı değil, ilim ve marifet erbabı olan sizler bunu biliyorsunuz.

c) Bu gibi işleri yapanlara verilecek cezanın büyük olduğunu biliyorsunuz. [148]

 

Üçüncü Mesele

 

Kâdî, "Hak Teâlâ'nın, ''Niçin Hakkı bâtıl ile karışftnyor, gerçeği gizliyorsunuz?" ve "Mçin inkâr edi­yorsunuz?" sualleri, bu işlerin kullara âit fiiller oldu­ğunu gösterir. Çünkü Allah Teâlâ'nın bu fiilleri kullarda yaratıp, sonra da "niçin yaptınız?" demesi caiz değildir" demiştir.

Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Fiil bir sebebe dayanır. Binâenaleyh o sebebin eğer bir muhdis (meydana getiren) olmadan kendiliğinden meydana geldiğini kabut edecek olur isek hiçbir yaratıcı olmadığını söylemiş oluruz. Yok eğer o sebebi icâd edip meydana getirenin kulun kendisi olduğunu kabul edersek bu durumda kul diğer bir irâdeye muhtaç olmuş olur. Eğer o sebebin icâd edip yaratıcısının Allah olduğunu söylersek, aleyhimize söylediğiniz şey, sizin aleyhinize de söz konusu olur. Allah en iyi bilendir. [149]

 

Yahudi Taktiklerinden: Önce İnanıp Sonra İslâm'dan Caymak

 

"Ehl-i Kitap'tan bir güruh (şöyle) dedi: "Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin. Olur ki (onlar dinlerinden) dönerler" (Âl-i imran, 72).

Bil ki, Allah Teâlâ, hakkı bâtıl ile karıştıran yahudilerden bahsedince, bunun peşisıra onların karıştırmalarının bir şeklini anlatmıştır. İşte bu şekil, bu âyette bahsedilen husustur.

Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: [150]

 

Birinci Mesele

 

Onların birbirlerine, "Mü'minlere indirilen (Kur'ân'a) gündüzün evvelinde İnanın.." demeleri ile ilgilidir. Bu sözden maksat, indirilenin tamamı olabileceği gibi, indirilen âyetlerin bir kısmı da olabilir.

Birinci ihtimale göre şu izahlar yapılmıştır:

a) Yahudi ve hristiyanlar, İslâm'ın doğruluğu meselesinde, zayıf itikatle müslümanları şüpheye düşürmek için hilelere başvurmuşlardı.  Bu da, yahudilerin Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen şeriatı, bazı zamanlarda kabul etmeyi, bazan da inanmayı müteakip onu tekzib etmeyi, yalanlamayı izhar etmeleridir. Çünkü insanlar, (zayıf müslümanlar) onların bu yalanlamalarını görünce, "Bu tekzîb, haset ve inattan dolayı değildir; aksi hâlde böyle olsaydı, onlar ta başında onu tasdik etmezlerdi.. Bu tekzîb haset ve inattan dolayı yapılmadığına göre, bunun, Ehl-i Kitabın Hz. Muhammed'in durumunu iyice düşünerek, değerlendirdikleri O'nun nübüvvetinin delillerini iyice araştırmaları, böylece de bu tam tefekkür ve eksiksiz incelemelerinden sonra, O'nun bir yalancı olduğu ortaya çıktığı için yapılmış olması gerekir..." derler. Böylece bu   yol,   Hz.   Muhammed   (s.a.s)'in   nübüvvetinin   sıhhati   konusunda müslümanların zayıfları yönünden bir şüphe sebebi olmuş olur. Hayber yahudilerinin âlimlerinden oniki kişinin bu metod üzerinde ittifak ettikleri de söylenmiştir sözünün mânası, "Biz şüpheyi onların kafalarına attığımızda, belki Muhammed'in taraftarları O'nun dininden bu yola dönerler ve vazgeçerler" demektir.

b) Âyetin mânasının şöyle olmasıdır: "Yahudilerin ve hristiyanların âlimleri birbirlerine şöyle demişlerdir: Ehl-i Kitâp'tan din kardeşlerinizle başbaşa kaldığınız zaman dininizde sebat etmeniz şartıyla, münafıklık yapıp mü'minlere uyduğunuzu gösterin. Çünkü böylece mü'minler bir kararsızlık içine düşerler ve zaman içerisinde sizler de onlara karşı münafıklığı sürdürürsünüz. Böylece durumları zayıflayıp dinleri yok olup gider ve onlar yine sizin dininize dönmüş olurlar." Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delalet eder:

1- Cenâb-ı Hak, "Hakikaten imân edip küfre sapanlar, sonra yine iman edip küfre dönenler..." (Nisa. 137)buyurup, bunun peşinden de "Münafıkları müjdele..." (Nisa. 13e» buyurmuştur ki, bu "Onlar imân edenlere kavuştukları zaman "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca ise, "emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza ediyoruz" derler" (Bakara, 14) âyeti gibidir.

2- Allah Teâlâ, bu âyetin peşinden "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayınız" buyurmuştur. Bu ifâde, onların üzerinde oldukları dinden başka bir dine girmekten nehyedildiklerine delâlet eder. Böylece de "gündüzün evvelinde inanın" ifâdesi, nifakı emretme olmuş olur.

c) Esamm şöyle der: "Yahudiler birbirlerine, "Eğer Muhammed'i her getirdiği şeyde yalanlarsanız, sizin câhilleriniz yalancı olduğunuzu anlarlar. Çünkü O'nun getirdiği şeylerin pek çoğu haktır. Fakat O'nun getirdiği şeylerin bir kısmını kabul edip, bir kısmını inkâr ederseniz, câhil halk sizin onu yalanlamanızın, inadınızdan dolayı değil, adaletinizden dolayı olduğunu zanneder, böylece de sözlerinizi kabul ederler" demişlerdir."

İkinci ihtimal, "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin" âyetinin, Allah'ın indirdiği Kur'ân âyetlerinin bir kısmı ile ilgili olmasıdır. Bu görüşü savunan âlimler, bunun kıble meselesi ile ilgili olduğunu söylemiş ve bu hususta şu iki izahı zikretmişlerdir:

a) İbn Abbas, âyet-i kerimedeki "gündüzün ewelinde"n maksadın, sabah namazı; "sonunda"n maksadın da öğlen namazı olduğunu söylemiştir ki, bunun izahı şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye geldikten sonra Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya başladı. Yahudiler bu durumdan son derece memnun olarak, bunun devam etmesini arzu ettiler. Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamberi, kıble olarak Ka'be'ye çevirmesi, bir öğle namazı esnasında oldu. Bunun üzerine Ka'b İbn Eşref ve başkaları "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda ise inkâr edin." Yani,*Muhammed'in yönetip sabah namazını kıldığı kıbleye inanın. Çünkü bu, haktır. Yönelip öğle namazını kıldığı kıbleyi ise inkâr edin" demişlerdir ki âyette bahsedilen inkâr ettikleri "gündüzün sonu" işte budur.

b) Kıble Ka'be'ye çevrilince, bu yahidilere zor ve ağır geldi. Bundan dolayı birbirlerine, "Gündüzün evvelinde Ka'be'ye doğru namaz kılın, gündüzün sonunda da bu kıbleyi inkâr ederek, Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılın. Böylece o müslümanlar: "Ehl-i Kitap İlim sahibi insanlardır. Eğer onlar bu kıblenin  bâtıl  olduğunu  anlamasalardı,   bunu   bırakıp  Beyt-i   Makdis'e dönmezlerdi" derler ve o kıblelerini bırakıp Beyt-i Makdis'e dönerler" diyorlardı. [151]

 

İkinci Mesele

 

Allah Teâlâ'nın, o yahudilerin bu hile üzerinde ittifak edişlerini haber vermiş olmasının şu faydaları vardır:

1- Bu hile, onların kendi içlerinde sır tuttukları, hiçbir yabancının bilmediği bir oyun idi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu haber verince, bu gaybtan bir haber verme olmuştur. Binâenaleyh bir mu'cizedir.

2- Allah   Teâlâ,   mü'minleri,   yahudilerin   böyle   bir  hile   üzerinde anlaştıklarından haberdar ettiği için, bu hilenin mü'minlenn kalplerinde hiçbir tesiri olmamıştır. Eğer böyle bir bildirme olmasaydı, bu hile, iman ve itikadları henüz zayıf olan bazı kimselerin kalplerinde etkili olabilirdi.

3- Yahudiler, bu hileleri ortaya çıkarılarak rezil ve rüsvay edildiği için, bu, bir nev'i onları bu gibi hile ve oyunlara yeltenmekten caydırma olmuştur. [152]

 

Üçüncü Meslele

 

Âyette geçen "veche'n nehâr", "gündüzün evveli" manasınadır. Arapça'da "vech", "herşeyin insana bakan tarafı ve yüzü" mânâstndadır. Çünkü insanın baktığı şeyde ilk karşılaştığı budur. Nitekim elbisenin görünen tarafına da "vechü's-sevb" denilir. Sa'leb, İbnü'l-A'rabVnin, "gündüzün evveli" mana­sına "Ona gündüzün evvelinde geldim" dediğini rivayet etmiştir. Rebî İbn Ziyad da şiir olarak şöyle demiştir:

"Kim Mâlikin öldürülmesinden sevinç duyar isef kadınlarımıza gündüzün evvelinde gelsin." [153]

 

"Ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın. (Habibim onlara) de ki: " Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir."(O güruh şöyle derler:) "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanlann) Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)." De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir.

Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf sahibidir" (Âl-i İmran, 73-74).

Müfessirler, âyetin başındaki ifâdenin, yahudilerin sözünün sonu olduğu

hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta şu iki İzah yapılmıştır:

a) Mânâ, "Tevrat'ın ahkâmını kabul etmeyen hiçbir peygamberi kabul etmeyin. Tevrat'ın herhangi bir hükmünü değiştiren peygamberleri de kabul etmeyin"  şeklindedir.  İşte bu,  yahudilerin  bugüne kadar sürdürdükleri tutumlarıdır. Bu izaha göre, âyettekTâbi olana" ifâdesindeki lâm harfi, zaide olur. Çünkü, meselâ (falancayı tasdik ettim) denilir, ama denilmez. Bu lâm harfinin zaide olması caizdir. Bu, tıpkı • (Nemi, 72) âyeti gibidir ki bu (ensenize binmek üzeredir) mâna-sındadır.

b) Allah Teâlâ, bu âyetten Önce, "gündüzün evvelinde inanın, gündüzün sonunda inkâr edin" sözünü zikretmiş, daha sonra bu âyette ise, "ve dininize tâbi olandan başkasına inanmayın.." yani, "ancak dininize tabî olanlar için böyle bir imânı gösterin" sözünü getirmiştir. Sanki onlar şöyle demişlerdir: "Meseleleri tersyüz etmekten maksadımız ancak, dinde size uyanların dininiz üzere devam etmelerini temin etmektir." Buna göre, "Ancak dininize tâbi olanlar için böyle bir imam gösterin" ifâdesi "Herkesin gayesi, kendine tabî ve taraftar olanları, taraftar olarak muhafaza etmektir" mânâsındadır.

Sonra Cenâb-ı Allah, "De ki: "Şüphesiz hidayet Allah'ın hidâyetidir" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), bu tabirin "Din, Allah'ın dinidir" mânasına geldiğini söylemiştir. Bunun bir benzeri de Bakara süresindeki "De ki, şüphesiz hidâyet Allah'ın hidâyetidir" (Bakara, 120) âyet-i kerimesidir.

Bil ki bu sözün, Cenâb-ı Hakk'ın o yahudilerden naklettiği şeye, nasıl bir cevap teşkil ettiğini mutlaka izah etmek gerekir. Biz deriz ki: Birinci izaha göre, -ki bu onların kendi dinlerinden başka bir din olmadığını söylemiş olmalarıdır-bu söz, şu cihetten onlara cevap teşkil edebilir: Onların tabi oldukları yolun din olması, Allah'ın emredip bildirmesi ve ona uyulmasını emretmesi ile olmuştur. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak bundan sonra başka bir dini emredip, insanları ona sevkedince ve o dine uymayı gerekli kılınca, bu dinin peygamberi her nekadar önceki dine uymasa da, kendisine uyulması gereken bir peygamber olmuş olur. Çünkü bu din de, Cenâb-ı Hakk'ın hükmü ve hidâyeti ile bir din olmuştur. Bu din Cenâb-ı Hakk'ın hükmüyle olunca, bu dine uymak gerekir. Bunun bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın, onların görüşlerine bir cevap olarak, "Onları, üzerinde durdukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da" (Bakara, 142) buyurmasıdır. İkinci izaha göreyse mâna, "Hidâyet, şüphesiz ancak Allah'ın hidâyetidir. Ben size işte bunu getirdim.. Dolayısıyla, bu hidâyeti def etme konusundaki bu zayıf tedbir ve tuzağınızın (müslümanlara hiçbir zararı), size de hiçbir faydası olmayacaktır" şeklindedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, O güruh şöyle derler): "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine veya o (müslümanların Rabb'imiz katında size karşı hüccetler getireceğine (inanmayın)" buyurmuştur.

Bil ki bu âyet, zor ve müşkil olan âyetlerdendir. Buna göre biz deriz ki, bu ifâde ya Allah'ın sözü cümlesindendir, veyahut da yahudilerin sözü cümlesinden olup, onların, "Ve, dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözlerinin bir tetimmesi (devamı)dır. Bu iki ihtimalden her birini benimsemiş olan müfessirler bulunmaktadır.

Birinci ihtimal: Bu ihtimal hakkında birkaç vecih bulunmaktadır:

a) İbn Kesir, istifham olmak üzere, elif harfini çekerek, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elifin fethası, medsiz ve de istifham mânâsını kas-tetmeksizin jijİ 01 şeklinde okumuşlardır. Eğer İbn Kesir'in kıraatini alacak olursak, bu durumda bunun mânası açıktır. Çünkü buradaki istifham "tevbîh" kınama ve azarlama için getirilmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Mal ve oğullar sahibi olmuş diye, karşısında âyetlerimiz okunduğu zaman o, "evvelkilerin masalları" demiştir" (Kalem, 14-15) âyetleri gibidir. Buna göre mâna, "Size verilmiş olan şeriatın benzeri bir başkasına da verildiği için mi, ona tâbi olmayı kabul etmiyorlar?" şeklindedir. Sonra, ihtisar gayesiyle bu sorunun cevâbı hazfedil m iştir ki, böylesi hazifler çokça yapılmaktadır. Nitekim bir kimse, birisine çokça ihsan ve lütufta bulunduktan sonra, önün işlemiş olduğu hataları sayıp döküp bundan dolayı onu uzun uzadıya kınadıktan sonra, "Sana olan ihsanımın azlığından mı? Seni küçümsediğini için mi?" der. Bunun mânası şudur: "Bunun için mi sen, bu yaptıklarını yaptın?" Şunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa o, âhiretten korkarak, Rabb'inin rahmetini umarak, gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibâdet eden kimse (gibi) midir?" (zûmer. 9) âyetidir. Bu izah şekli, Mücâhid ve İsa İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.

deki elifi kasr ederek okuyan kimsenin kıraatine gelince, bu âyeti yine istifham mânasına hamletmek mümkün olur. Nitekim, "Onları uyarsan da uyarmasan da onlara birdir" (Bakara, 6) âyet-i kerimesi hem med ile, hem de kasr ile okunmuştur. Aynı şekilde"Ma/ ve oğullar sahibi olmuş diye" (Kaiem, u) âyeti de, hem med, hem de kasr ile okunmuştur. Şair İmriu'l-Kays da şöyle demiştir:

"Mahalleden aksam mı ayrılıyorsun, yoksa sabah erkenden mi? Neyin var, niye beklemedin (beklemiyorsun?)"

Yani "Mahalleden akşam mı ayrılıyorsun?" demek iste­miştir. Böylece istifham elifi hazfedilmiştir. Bu kıraatin istifham mânâsına ihtimali olunca, âyetin takdiri, bizim birinci kıraat hususunda yapmış olduğumuz açıklamanın aynısı olur.

b) O yahudiler kendi taraftarlarına, "sizin dininize tâbi olanlardan başka hiç kimseyi tasdik edip inanmayın!" dediklerinde, Allahu Teâlâ peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e bu iddiadaki yahudilere şöyle demesini emretmiştir: "Hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. O halde, size verilen hidâyetin aynısının sizin dışınızda kalan bir kimseye verilmesini veyahut da, eğer sizler bunu onlardan kabul etmezseniz, o müslümanların bununla Rabb'inizin katında sizinle münakaşa edip  hüccet getirmelerini yadırgamayınız!"  Bu  ikinci açıklamaya göre söylenebilecek en son söz şudur: Bu izah "Binâenaleyh yadırgayıp inkâr etmeyiniz.." sözünün takdir edilmesini gerektirir. Çünkü bu sözün takdir edilmesine, Hak Teâlâ'nın, "Hidayet ancak Allah'ın hidâyetidir" buyruğu delâlet etmektedir. Zira, hidâyet ancak Allah'ın hidâyeti olunca, Allah o hidâyeti, kullarından dilediği kimseye verecektir. Böyle olunca da, onu inkâr etmemek gerekir. Semûd kavmine gelince:

c) Hidayet; açıklama yapmaya, beyan etmeye verilen bir isimdir. Bu Hak Teâlâ'nın

Biz onlara doğru olan yolu gösterip açıkladık, ama onlar körlüğü hidayete tercih ettf/er" (FussHet, 17)âyetindeki mâna gibidir. Buna göre Muhakkak ki, hidayet.." kelimesi müb4  "Allah'ın hidâyeti" sözü ondan bedel; ifâdesi de, başına harfi getirilerek mübtedânın haberidir. Buna göre âyetin takdirî manası: "Ya Muhammed, sen şöyle de: "Hiç şüphesiz Allah'ın beyânı, size verilmiş olan şeyin mislinin, başka hiç kimseye verilmemesi -ki o da dinlerin en üstünü olan İslâm dinidir- ve, o yahudilerin âhirette,  Rabb'inizin  huzurunda sizinle cedelleşmemeleridir.

Çünkü, âhirette sizin hakka isabet etmiş olduğunuzu, kendilerinin ise sapıtmış olduklarını iyice bilmiş olacaklardır" de!" Bu tev'ilde, sadece bir y harfinin takdir edilmesi gerekir ki, bu caizdir. Bu, Hak Teâlâ'nın

d) kelimesi isimdir; lafzı ondan bedel kısmı da onun haberidir. Buna göre kelamın takdiri: "Muhakkak ki Allah'ın hidâyeti, size verilen şeyin aynısının bir başkasına verilmesidir" şeklindedir. Bu te'vile göre Hak Teâlâ'nın ifadesinde, mutlaka bir takdir yapmak ge­rekir. Buna göre takdir, "Onlar, sizinle Rabb'inizin katında cedelleşip hüccet getirirler de, böylece Rabb'iniz onların aleyhine olarak sizin lehinize hükmetmiş olur" şeklinde olur. Buna göre mana, "Hidâyet, sizi kendisine hidâyet etmiş olduğum İslâm dinidir. Binâenaleyh, bu din hususunda kim benim huzurumda sizinle hüccetleşmeye kalkışırsa, onun aleyhine, sizin de lehinize olmak üzere hükmederim" şeklindedir. Hak Teâlâ'nın ifadesi, takdirin bu şekilde yapılacağını gösterir. Çünkü, Allah'ın, müslümanların Rabb'i olduğuna dair hüküm vermiş olması, O'nun o müslümantardan razı olduğuna delâlet eder. Bu da, Allah'ın o müslümanların lehine hükmedip, aleyhlerine hükmetmeyeceğini ihsas eder.

İkinci ihtimal: Hak Teâlâ'mn, "Size verilenin benzerinin başka birisine de verildiğine.." ifâdesi, yahudilerin sözlerinin bir tetimmesi (devamı) olmasıdır. Buna göre bu âyette bir takdim ve tehirin bulunması söz konusudur. Buna göre kelamın takdiri, "Size verilmiş olan şeyin bir mislinin sizden başka birisine verileceği veya onlar, Rabb'inizin katında sizinle cedelleşeceği için, dininize tâbi olandan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız.. (Ey Habibim) "hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir. Lutf-u inayet, Allah'ın elindedir," de!" şeklindedir. Yani yahudiler şöyle demek istemişlerdir; "Sizin dininizde olanlar hariç, size verilen şeyin bir benzerinin bir başkasına da verilebileceğine dair inanç ve düşüncenizi izhâr etmeyin.. Size verilmiş olan ilahî kitabın bir mislinin de müslümanlara verildiğine dair olan tasdikinizi gizleyip, onu, müslümanların sebatını arttırmasın ve müşriklerin bu müslüman olmalarına yol açmasın diye, müslüman ve müşriklere değil sadece kendi dindaşlarınıza söyleyin."

Hak Teâlâ'nın, "Veya o, Rabb'iniz indinde size karşı hüccetler getireceklerine..." buyruğuna gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesine atıftır. O'nunsözündeki vâv harfinin mercii, âyet-i kerimede geçen ta lafzıdır. Çünkü Jr* mâna bakımından cemidir. Buna göre mâna "Müslümanların, Kıyamet günü size karşı hüccet getirip Allah huzurunda size galip gelebileceklerine dair sırrınızı, sizin dışınızdakilere söylemeyin" şeklinde olur. Bana göre bu şekilde yapılan tefsir zayıftır.

a) Yahudilerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinini kabul etme hususunda kendi dindaşlarını kollayıp gözetme istekleri, onların, kendi tâbi ve taraftarları olmayanları kollayıp gözetme isteklerinden daha fazla ve daha ileridir. Binâenaleyh, onların birbirlerine, kendi dinlerinde olanların yanında, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dininin doğruluğuna delâlet eden o delilleri kabul ve itiraf edip, yabancıların yantndaysa böyle bir şeyden kaçınmaları nasıl uygun olabilir? Bu, son derece uzak bir ihtimaldir.

b) Bu takdire göre, âyet-i kerimenin nazmı bozulur ve onda, fasih kimselerin sözlerine uygun düşmeyen bir takdim ve tehir bulunmuş olur.

c)  Bu takdire .göre, mutlaka bir( hazf söz konusudur. Çünkü takdir, "De ki: Hidayet, ancak Allah'ın hidâ-

yeti ve lutûf da, Allah'ın elindedir" şeklinde olur. Buna göre, Hak Teâlâ'nınû? ifâdesinin başındaki mukadder J* ifadesi hazfedilmiş olur.

d) Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu tek bir sözün iki cüzü arasında nasıl yer alabilmiştir? Hiç şüphesiz bu, doğru ve düzgün bir söz olmaktan, son derece uzak bir kelâmdır.

Kaffâl şöyte demektedir: HakTeâlâ'mn, buyruğunun buraya kadar yahudilerden yapılmış olan nakillerin sona ermesiyle, nebisine söylemesini emretmiş olduğu bir kelâm olması muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, yahudilerin bâtıl bir sözünü nakledince, hiç şüphesiz, buna hak bir söz ile mukabelede bulunmasını, sonra da o yahudilerin sözlerinin geri kalanını tamamlamaya avdet etmesini, peygamberine öğretmiştir. Bu, bir müslümanın bir kâfirden, içinde küfür bulunan bir söz nakletmesi ve o küfür kelimesini söyleyeceği sırada "Allah'a iman ettim" veya, Allah'tan başka Tanrı yoktur" veyahut da "Allah bundan yüce ve münezzehtir" deyip, sonra da, naklini ve sözünü tamamlamaya dönmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, bu kabil bir şey olmuş olur. Daha sonra Hak Teâlâifâdesine kadarki yahudilerin sözünün tamamını zikretmiş, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bu konuda onlarla mücadele edip, onların görüşlerinin bâtıl olduğu hususuna onların dikkatlerini çekmesini emrederek, O'na şöyle demiştir: "De ki: "lûtf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve herşeyi hakkıyla bilendir. O, dilediğine rahmetini has kılar. Allah, en büyük fazl sahibidir."

e) kelimesi, tasdik anlamına geldiğinde lâm harf-i cerriyle kullanılmaz. Meselâ, "Zeyd için tasdik ettim" denilmeyip, aksine "Zeyd'i tasdik ettim" denilir. Binâenaleyh, âyet-i kerimede, i "Ancak, sizin dininize tabi olanlara inanın, onları tasdik edin" denilmesi gerekirdi. Bu takdire göre de.Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki lamın hazfedil meşine; O'nun ifâdesinin başına da, bâ harf-i cerrinin veya onun yerine peçecek bir şeyin takdir edilmesine ihtiyaç duyulur. Çünkü âyetin takdiri "Size verilmiş olanın bir mislinin bir başkasına da verilmiş olması sebebiyle, sizin dininize tâbi olanlardan başkasını tasdik etmeyiniz, inanmayınız...." şeklinde olur. Böylece de, bu şekildeki bir tefsirde hazf, takdir, nazım bozukluğu ve mânanın kötü olması bir araya gelmiş olur.

Ebû Ali el-Farisî "Âyetin başındaki İman kelimesini, ikrar mânasına hamletmek uzak bir ihtimal değildir" demiştir. Böylece mana, "size verilen şeyin bir mislinin başka birisine verilmiş olduğunu, sadece sizin dininize tâbi olmuş olan kimselere ikrar ediniz.." şeklinde olur. Ebû Ali'nin yapmış olduğu bu takdire göreifâdesindeki lâm harfi zâid olmaz. Ama, her halükârda bâ harf-i cerrinin veya onun yerine geçecek başka bir harfin takdir edilmesi gerekir. İşte, bu âyetin tefsiri hususunda söylenmiş olan şeylerin özeti budur. Allah, ne murad ettiğini en iyi bilendir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkryla bilendir. O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük fazl sahibidir" buyurmuştur.

Bil ki, Allahu Teâlâ yahudilerden şu iki şeyi nakletmiştir:

a) İslâm'ın sıhhati konusunda müslümanların kafasında şüphe meydana getirmek için, onların, gündüzün başında iman edip, günün sonunda da inkâra saptıkları.. Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tür hilelerine, diyerek cevap vermiştir ki, bunun mânası, "Allah'ın hidâyetinin kemâli ve beyânının kuvveti yanında, böylesi zayıf bir şüphenin hiç bir gücü ve etkisi söz konusu olamaz" şeklindedir. [154]

 

Fadl Kelimesinin Mânası

 

b) Allahu Teâlâ yahudilerin kendilerine verilmiş olan kitap, hikmet ve nübüvvetin bir mislinin veya aynısının başka bir kimseye verilmesini kabul etmeyerek, bunu yadırgadıklarını nakletmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu tür tuzaklarına da, "De ki: "Lütf-u inayet muhakkak ki Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir" buyruğu ile cevap vermiştir.

Bu sözde geçen fadl kelimesinden murad, peygamberliktir. Arapça'da "fadl" kelimesi, fazlalık anlamına gelir. Kelimenin genel olarak kullanıldığı yer ise, "lütf-u ihsanın fazlalığı..." anlamıdır. Hayır olan hasletlerde, başkalarından fazla ve üstün olan kimseye, "fâdıl" denilir. Daha sonraysa "fadl" kelimesi, failinin (Onu yapanın) başkasına ihsan etmeyi düşünmüş olduğu her çeşit menfâat hakkında daha fazla kullanılır olmuştur. Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın elindedir" buyruğunun mânâsı, "O, fadlın sahibi olup, ona kadir ve muktedir olandır" demektir. O'nun, "onu dilediğine verir" sözü ise, "8u fadl, O'nun dilemesine bağlı olan bir l ütuftur" mânasına gelir. 8u da, peygamberliğin, müstehak olma sebebiyle değil, lütufta bulunma ile meydana gelip tahakkuk ettiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu nübüvveti, failinin (Allah'ın) yaptp yapmamakta muhtar olduğu fadl kabilinden kılmıştır. Buna göre bu, müstehak olan kimse hakkında, ancak mecazî bir şekilde kullanılabilir. Allah'ın, "Allah, rahmeti bol olan ve her şeyi hakkıyla bilendir" ifâdesi de bu mânayı te'kid etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bol olması, O'nun kudretinin mükemmelliğine, O'nun "âlim" olması da, O'nun ilminin mükemmelliğine delâlet eder. Böylece, O'nun kudretinin bu derece mükemmelliğinden dolayı, dilediği kuluna dilediğini lütfetmesi uygun olduğu gibi, ilminin mükemmel olmasından dolayı da, O'nun fiillerinin ancak hikmet ve doğruluk üzere olması uygun olmuştur.

Cenâb-ı Hak daha sonra "O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük faz! sahibidir" buyurmuştur. Bu ifâde, bir önceki sözü âdeta te'kid etmiş gibidir. Bu âyet ile, önceki ifâde arasındaki fark şudur: Fadl, fazlalık ve ziyâde demektir. Sonra bu fazlalık, kendisine ilâvede bulunulan şeyin cinsindendir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Lütf-u inayet, muhakkak ki Allah'ın elindedir" buyruğu ile, kendisinin, onlara verdiği yüce makamların bir mislini de, kullarından bazısına verebileceğini, hatta aynı cinsten daha fazlasını bile verebileceğini beyân etmiş, sonra da, "O, rahmetini dilediğine has kılar" buyurmuştur. Allah Teâlâ'ya nisbet edilen rahmet, bu fazldan daha üstün bir şeydir. Çünkü bu rahmet-i ilâhiyye şeref ve mertebesinin yüceliği bakımından, o (yahudilere) vermiş olduğu şeyin cinsinden olmayan bir mertebeye ulaşabilir. Hatta onlara verdiği şey ile mukayese edilemiyecek kadar yüce ve üstün olabilir.

Bu iki âyetin toplamından şu netice ortaya çıkar: Allah Teâlâ'nın, kullarını aziz edip, onlara ikramda bulunmasının mertebeleri sonsuzdur. O'nun in'âmtnı

ve ikramını muayyen mertebelere ve şahıslara has kabuı etmek, Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâlini bilmemek demektir. [155]

 

Yahudilerin Emanete Hıyanet Etmeleri

 

"Ehl-i Kitap'tan öyle kimseler vardır ki kendisine bir kantar (altın) emânet etsen, onu sana eksiksiz öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ktc ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkça, onu sana Ödemez. Bunun sebebi şudur: Onlar, "Ümmîler hakkında bizim mes'uUyetlmiz yoktur" demişlerdir. Onlar, Allah'a karşı, bildikleri halde, yalan söylerler. Hayır, kim ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz

Allah müttaklleri sever" (Al-i İmran, 75-76).

Bil ki bu âyet-i kerime önceki âyet ile iki bakımdan irtibatlıdır:

a) Cenâb-ı Hak, önceki âyette yahudilerin kendilerine, bir benzeri başka hiçbir kimseye verilmemiş olan dinî mertebe ve makamlar verilmiş olduğunu iddia ettiklerini nakletmiş, daha sonra da, emânete hıyanet etmenin bütün dinlerce çirkin oduğu halde, onların emânete hıyanette ısrarlı olduklarını açıklamıştır ki, bu da onların yalancı olduklarını göstermiştir.

b) Allah Teâlâ, bir önceki âyette yahudilerin, "Dininize tâbi olandan başkasına inanmayın" şeklindeki sözleri gibi, dinlerle ilgili kötü hallerini nakledince, bu âyette de, onların insanlarla ahş-verişlerindeki kötü hallerinin bazısını anlatmıştır. Bu da onların, hıyanet, zulüm ve az olsun çok olsun insanların mallarını elde etmeye ısrar etmeleridir.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmakladır: [156] 

 

Birinci Mesele

 

Âyet, onların ehl-i emânet ve ehl-i hıyanet olarak iki kısım olduklarını gösterir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır;

a) Onların ehl-î emânet olanları, müslüman olanlarıdır. Yahudilik üzere devam edenleri ise, hıyanette ısrarlı olanlarıdır. Çünkü onların inançlarına göre, kendi dinlerinde olmayan kimseleri öldürüp onların mallarını almaları helâldir. Bu âyetin bir benzeri de, "Hepsi bir değildirler. Ehl-t kitap İçinde, (hakkı) ayakta tutan bir cemaat vardır. Onlar gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar" (âm Imran, 113) âyeti ile, "İçlerinde iman edenler vardır. (Fakat) onların pek çoğu fasıktırlar" (âm imran, 110) âyetidir.

b) Ehl-i kitaptan emânet ehli olanlar hristiyanlar, hıyanet ehli olanlar ise yahudilerdir. Bunun delili ise, bizim de söylemiş olduğumuz gibi yahudilerin kendi dinlerinden olmayanların öldürülmesini ve hangi yolla olursa olsun, onların mallarını ele geçirmelerini helâl saymalarıdır.

c) İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Birisi, Abdullah İbn Selâma emânet olarak binikiyüz ukiyye altın bırakmıştı. Abdullah o emaneti sahibine vermişti. Bir başkası da yahudi Finhas İbn Âzûrâ'ya bir dinar emânet vermişti. Fakat o bu emanete hıyanet edip bunu vermedi. İşte bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu." [157]

 

 

İkinci Mesele

 

Arapça'da na u denilmesi gibi,  (Ona falan hususta güvendim" denilir. Buradaki bâ harfi, emâneti yapıştırmak ve bitiştirmekharf-i cerri de emânete hakim kılmak rnanasındadır. Buna göre, bir kimseye birşey güvenilip emânet edildiği zaman, o kimseye olan yakınlığı ve onu koruyup gözetme münasebetinden dolayı, emânet edilen o şey âdeta o şahsa yapıştırılmış ve bitiştirilmiş gibi olur. Yine bu mal emanet edilen kimse, bu emânete hâkim olmuş ve adetâ onu ele geçirmiş bir kimse gibi olur. İşte bu sebepten dolayı, bu mânâyı her iki şekilde ifâde etmek de güzel olmuştur  (Sana, bir dinar emânet ettim) sözünün, "Bu hususta sana güvendim" mânasındal (Sana, onu emânet ettim) sözünün ise "Seni, ona emin ve muhafız kıldım" mânasında olduğu söylenmiştir. [158]

 

Kıntar Kelimesinin Mânası       

 

Âyette "kıntar" ve "dinar" lafızlarının zikredilmesinden murad, çok sayıda veya az sayıda maldır. Yani "Ehl-i kitap içinde, kendilerine çok sayıda para ve mal emanet edildiği halde emâneti yerine getiren son derece güvenilir kişiler bulunduğu gibi, yine onların içinde, kendilerine az miktarda mal emânet edilse bile hıyanet etmekten çekinmeyen son derece hain kişiler de vardır. Bu âyetin bir benzeri de, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bfr zevce almak isterseniz, öbürüne kantar kantar (mehir) vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın" (Nisa, 20) âyetidir. Bu izaha göre, bu âyetteki "kantar"ın ne kadar olduğunu izaha gerek yoktur. Fakat âlimler bu hususta şunları söylemişlerdir:

1- Kantar (Kıntâr), binikiyüz ukiyyelik bir ölçüdür. Çünkü âyet, Kureyş'ten bir adamın, binikiyüz ukye altınını Abdullah fon Selam (r.a)'a emânet bırakıp, onun da hıyanet etmeden bu malı sahibine iade ettiği için nazil olmuştur. Binâenaleyh bu hadise, "kıntâr"ın bu miktarı ifâde ettiğini göstermektedir.

2- Abdullah İbn Abbas (r.a)'dan. "kıntar"ın, bir öküz derisi dolusu mal mânâsına olduğu rivayet edilmiştir.

3- "Kıntâr"ın, bir milyon dinar veya bir milyon dirhem manasına geldiği de söylenmiştir. Bu husustaki izah, daha Önce (Âl-i İmran, 14. âyetin tefsirinde) geçmişti. [159]

 

Dördüncü Mesele

 

Hamza ve Ebû Bekr'in rivayetine göre Âsim, hâ harfinin sükûnu ile kelimeyi, «aji şeklinde okumuş­lardır. Bu kıraat, Ebû Amr'dan da rivayet edilmiştir.

Zeccac: "Ebû Amr'ın râvisi, hemzenin sükûnu ile şeklindeki kıraatinde yanıldığı gibi, burada da yanılmıştır. Çünkü Ebû Amr, bunu harekenin "ihtilası" ile kıraat eder" demiştir. Zeccâc bu okunuşun yanlışlığına şöyle diyerek delil getirmiştir: "Ceza (cevap), hâ zamiri değildir. Şart'ın cevabı, bu zamirden önceki kelimedir. Buradaki hâ, bir zamir olan isimdir. İsimler ise, vasıl halinde meczûm olmazlar." Ferrâ da: "Bazı Araplar, makabli harekeli olduğu zaman zamiri cezmedip, meselâ"Onu, şiddetli bir şekilde dövdüm" derler. Araplar nitekim gibi kelimelerde mimi sakin okuyorlar. Hatbuki bunların asılları* şeklinde merfudur" demiş ve şu beyti söylemiştir: Ali "Ne bir rahatlık ve bolluk, ne de bir tokluk olmadığını görünce.. kelimesi, hâ harfinin harekesi, hazfedilmiş yâ harfinin yerine kesre ile yetinilerek, "ihtilas" ile okunduğu gibi, tam kesre İle de okunmuştur ki asıl olan da budur.

Daha sonra Hak Teâlâ, "Yine onlardan öyle kimseler vardır kir ona bir dinar (altın) versen, sen üzerinde ısrar ile durmadıkta, onu sana ödemez" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: [160]

 

Birinci Mesele

 

Âyette geçen lafzı hakkında şu iki izah yapılmıştır:

1- Bazı âlimler bunu hakiki manasıyla almışlardır.

Süddî şöyle demiştir: "Bu, "bizzat onun yanında dikilip ondan ayrılmadıkça..." manasmdadır. Buna göre âyet, "O, yanıbaşında dikilip durduğun müddetçe, kendisine verdiğin şeyi itiraf edip kabul eder. Fakat işi ihmal edip geriye bırakır ve ertelersen inkâr eder" demektir.

2- Bazı âlimler de bu lafzı mecazî manada almış ve şu izahları yapmışlardır:

a) İbn Abbas (r.a), bu ifâdeden maksadın, ısrar etmek, çekişmek, davalaşmak ve istemek mânâları olduğunu söylemiştir. İbn Kuteybe "Bu kelimenin aslı şuna dayanır: Birşeyi ısrarla isteyip peşine düşen kimse, o şey için kâim (ayakta) olmuş olur. Onun peşini bırakan kimse ise, adetâ ona aldırmamış, oturup kalmış olur. Bunun delili, (Ali imran,  yani, 'Allah'ın emrine göre çalışıp, hiç ondan çıkmayan bir ümmet" âyetidir. Sonra bir işin peşini bırakmayan herkes için, bizzat ayakta bulunma söz konusu olmasa da, onun peşini bırakmadı denilir" demiştir. Ebu AH el-Fârisî de, Arapça'da "kıyam" (ayakta durma) kelimesinin, devam ve sebat manasına geldiğini söylemiştir ki biz bunu, (Bakara, 3) âyetinin tef­sirinde zikrettik iLa "Dimdik ayakta duran bir din" (Enam, ıei) âyeti de böyledir. Bu, "devam eden, mensûh olmayan sabit bir din" demektir. Buna göre âyetteki ifadesi, "Emanet ettiğin bu malı ondan geri istemeye ısrarla devam etmedikçe..." mânâsındadır. [161]

 

İkinci Mesele

 

Âyetteki "dinar" ve "kıntâr" kelimelerinin muhtevasına, para ve mal olarak verilen emânet ve borçlar girer. Çünkü insan, başkasına emânet ver­diği şeylerde, yaptığı alış-verişlerde ve verdiği borçlarda güvenir. Âyetle, bunlardan herhangi birinin bilhassa belirtildiğine dair bir husus yoktur. İbn Abbas'dan ise, bunu alış-verişe hamlettiği ve "onlardan, bir kantarlık altın mukabili alış-veriş yaptığın zaman, karşılığını sana verenler olduğu gibi, yine onlardan bir dinarlık alış-veriş yaptığında, karşılığını sana vermeyecek olanlar da vardır" diye mânâ verdiği nakledilmiştir. Yine biz, bu âyet-i kerimenin, Abdullah İbn Selâma büyük miktarda bir mal, Finhâs İbn Âzûrâ'ya azıcık bir mal emanet eden kişiler hakkında nazil olduğunu, Finhâs yahudisinin az mala hıyanet etmesine rağmen, Abdullah İbn Selâm'ın ise emâneti yerine verdiğini nakletmiştik. Böylece bu ifâdenin, bütün kısımlara muhtemel olduğu sabit olmuş olur. [162]

 

Yahudilerin, Yahudi Olmayanların Matlarını Mubah Saymaları

 

Cenâb-ı Allah daha sonra"Bunun sebebi şudur: On/ar, "ümmiler hakkında bizim mes'ûUyetimtz yoktur" buyurmuştur. Bunun mânâsı şudur: "Onların bu helâl görmesi ve hiyânet etmeleri, onları, ^"Arapların, elimize geçirdiğimiz mallan hususunda bize bir mesuliyet terettüb etmez" demiş olmaları sebebiyledir." Burada birkaç mesele vardır: [163]

 

Birinci Mesele

 

Âlimler, yahudilerin bu tür helâla inanmalarının sebebi hususunda şunları zikretmişlerdir:

a) Onlar, dinleri konusunda çok mutaassıb idiler; işte bundan dolayıdır ki, bizim dinimizde olmayanların öldürülmesi ve ne şekilde olursa olsun, mallarının alınması helâldir" diyorlardı. Bir hadis-i şerifte, bu âyet nazil olduğu zaman, Hz. Peygamberin,

"Allah'ın düşmanları (yahudiler) yalan söylüyor. Cahtifyyedekİ her şey, benim İki ayağım altındadır (hükümsüzdür). Ancak, emânet müstesna. Emânet, ister itaatkâr olsun, ister günahkâr olsun, sahibine verilmelidir"[164] dediği rivayet edilmiştir.

b) Yahudiler, "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" (Maide, ta); bizim dışımızda kalan insanlar ise, bizim kölelerimizdir. Biz kölelerimizin mallarını yediğimiz zaman hiç kimse bundan dolayı bizi sorgulayamaz" diyorlardı.

c) Yahudiler bu sözü, mutlak mânâda olmak üzere, kendi dinlerine tâbi olmayan herkes hakkında söylemiyor, aksine Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmiş olan Araplar hakkında söylüyorlardı. Yahudilerin câhiliyyede bir takım insanlarla alış-veriş ettikleri, bu insanlar müslüman olunca, yahudilere vermiş oldukları malları istediklerinde, yahudilerin "Sizin bizde herhangi bir hakkınız yoktur. Çünkü sizler dininizi terkettiniz" dedikleri rivayet edilmiştir.

Ben derim ki, yahudilerin inançlarına göre, bir bâtıl dinden bâtıl diğerr dine giren kimselerin mürted hükmünde olması muhtemel ve caizdir. Binâenaleyh onlar, Arapların kâfir olduklarına inansalar bile, ancak ne var ki yahudiler İslâm'ın bir küfür olduğuna inandıkları için, müslüman olan o Arapların mürted olduklarına hükmetmişlerdir. [165]

 

İkinci Mesele

 

"Bize mes't yoktur" sözlerinden maksat, isteme ve vermeye zorlama hak ve kudretlerinin olmadığıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "edenlere karşı bir yol yoktur" (Tevbe, 91), "Allah, kâürlere, mü'minlerîn aleyhinde asla bir yol bahsetmeyecektir" (Nisa, 141) ve "Kim kendisine yapılan zulmün ardından hakkını alırsa, işte bunlar aleyhinde bir yol yoktur. O yol ancak, insanlara zulmedenlere karşıdır" (Şûra. 41-42) buyurmuştur. [166]

 

Üçüncü Mesele

 

Ayette geçen "ümmî" kelimesinin mânâsı "(ana, asıl, kök, anne...)'ye mensûb olan" demektir.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yazı yazmadığı için "ümmr diye adlandirildiği söylenmiştir. Bu böyledir, çünkü fö bir şeyin aslı ve temeli demektir. Binâenaleyh, yazt yazamayan birisi, aslolan yazı yazamama işini sürdürmüştür demektir.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ümmü'l-Kurâ" "Beldelerin anası, aslı..." olan Mekke'ye nisbet edilmesi sebebiyle bu ümmî vasfını almış olduğu da söylenmiştir.

Sonra Hak Teâlâ,

a) Onlar,  kendi dinlerinde olmayan kimselere hıyanet edilebileceği hükmünün Tevrat'ta zikredildiğini söylemişlerdir ki onlar bu konuda yalan söylüyorlardı ve bu hususta yalancı olduklarını da biliyorlardı. Böyle olan kimselerin hıyanetleri daha büyük, suçları daha ağır olur.

b)  Onlar, hıyanetin haram olduğunu biliyorlardı.

c) Onlar, hıyanet edene herhangi bir günahın olmadığına inanıyorlardı. Sonra Hak Teâlâ, "Hayır, kim

ahdini yerine getirir ve ittikâ ederse, şüphesiz Allah muttakileri sever" buyurmuştur.

Bil ki buradaki (Hayır) kelimesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, sırf kendisinden önceki kısmı, yani yahudilerin "Ümmîlerin bize karşı bir yolu yoktur" şeklindeki sözlerini nefyetmek ve reddetmek için getirilmiştir. İşte Cenâb-ı Allah, onların bu sözlerini reddetmek için, "Hayır onların aleyhine bir yol (mesuliyet) vardır" demiştir. Bu, Zeccâc'ın tercihi olan

görüştür. Zeccâc şöyle der: "Bana göre bu âyetteki vakf-ı tam  kelimesi üzerinde yapılır. Ondan sonra gelen cümle, bir müste'nef (yeni) cümledir.

b) kelimesi, kendisinden sonra yeni bir söze başlamak için getirilmiştir. Çünkü o yahudüerin "yaptıklarımızdan dolayı bize mesuliyet gelmez" şeklindeki sözleri, "Biz Allah'ın sevgilileriyiz" şeklindeki sözlerinin yerine geçer. Böylece Hak Teâlâ, kendisinin sevdiği kimselerin ahde vefa gösteren ve muttaki olan kimseler olup, başkaları olmadığını açıklamıştır. Bu izaha göre kelimesi üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.

Âyetteki "Kim ahdini yerinegetfrfrse" ifâdesindeki, "ahdi yerine getirme" ile ilgili izahımız daha önce geçmişti. Bu ifâdenin sonundaki "nüve" zamirinin, bir önceki âyetteki, lafzındaki "Allah" lafzına râcî olması caizdir. Bu zamir, buradaki (kim) lafzına da râcî olabilir. Çünkü "and" masdardır, failine de, mefûlüne de muzaf olabilir. Bu hususta şu iki sual vârid olmuştur:

Birinci sual: Zamir'in, "ahd'in faili olan kelimesine râcî olması duru­munda, ehl-i kitabın ahidlerini yerine getirip hıyaneti bırakmaları halinde, Allah'ın sevgisini kazanmaları muhtemeldir. (Buna ne denilir?)

Cevap: Bu böyledir. Çünkü onlar, ahidlerini yerine getirdiklerinde, herşeyden önce en büyük ahidlerini yerine getirmiş olurlar. Bu da, Allah'ın onların kitaplarında, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeleri hususunda aldığı ahiddir. Eğer onlar, hıyaneti bırakma konusunda Allah'tan ittikâ edip sakınmış olsalardı, Allah'a yalan nisbet etmeyi ve Tevrat'ı tahrif etmeyi bırakmada da O'ndan ittikâ ederlerdi (Halbuki bunu yapmamışlardır).

İkinci sual: Cevap cümlesinde, şart cümlesine râcî olacak zamir nerededir?

Cevap: "Muttakiler" kelimesinin umûmi oluşu bu zamirin yerine tutmuştur.

Bil ki bu âyet, ahde vefa işinin önemli bir iş olduğuna delâlet eder. Çünkü taatlar şu iki şeye, yani Allah'ın emrine saygı ve O'nun mahlukattna şefkata inhisar eder. Binâenaleyh ahde vefa, her ikisini de içine alır Çünkü ahde vefa, insanların menfaatinin sebebidir ki bu Allah'ın mahlûkatına şefkatli olmak yerine geçer. Ahde vefâ'yı Cenâb-ı Hak emretmiş olduğu için, onu yerine getirme, Allah'ın emirlerine ta'zim edip saygı göstermek demek olur. Böylece ahde vefanın, tâatin her iki çeşidini içine aldığı sabit olur. Ahde vefa, başkası hakkında olabileceği gibi, insanın kendisi hakkında da olabilir. Çünkü kendi ahdini ve sözünü yerine getiren kimse, tâatleri yapmış,haramları terketmiş olur. Zira bu durumda, nefis sevap elde edeceği için, kurtuluşa ve fevze ermiş, Cenâb-ı Hakk'ın ikâbından uzaklaşmış olur. [167]

 

"Gerçekten, Allah'a olan ahtdleiini ve yeminlerini az bir fiyata satanlar (yok mu), işte onlar için ahtrette hiçbir nasib yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onların yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz.

Onlar için pek acıklı bir âzab vardır" {Âli İmran, 77).

Bil ki bu âyetin, kendinden önceki âyetle irtibatı birkaç yöndendir:

a) Allah Teâlâ, yahudilerin diğer insanların malları hususunda hâin olduklarını beyân ettiği İçin ve hem sonra insanların mallarına hıyanet etmenin ancak yalan yeminlerle yürüyeceği malum olduğu için, bunun peşisıra yalan yemine yeltenen kimselere va'îd-i ilâhi'yi ifâde eden bu âyet-i kerimeyi getirmiştir.

b) Allah Teâlâ, o yahudilerin Allah'a karşı, bile bile yalan söylediklerini nakettiği için ve Allah'ın her mükelleften, Allah'a karşı yalan söylememek ve Allah'ın dinine hıyanet etmemek hususunda ahd almış olduğunda şüphe olmadığı için, bunun peşisıra, işte bu ilâhî va'îd'i zikretmiştir.

c) Allah Teâlâ, bir önceki âyette, onların insanların malları hususundaki hıyanetlerini; sonra bu âyette ise, Allah'a verdikleri sözler ile ahidler hususundaki hıyanetlerini ve yalan yere yemin ettikleri zaman kullandıkları Allah'ın isimlerine saygr gösterme hususundaki hıyanetlerini anlatmıştır. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bu âyet, yalan yere yemini nehyetme hususunda gelmiş, müstakil ye yeni bir sözdür. Çünkü âyetin mânâsı umûmidir ve bunun, yalan yere yemin etmeye yeltenen birçok kimse hakkında nâzit olmuş olduğunu gösteren birçok rivayet vardır. Durum böyle olunca, bu vaîdin, sadece yahudilere has olmayıp, yalan yemin işini yapan herkes için umûmi bir hüküm olduğuna inanmak gerekir. [168]

 

Âl-i İmran 77. Ayetin İniş Sebebi

 

Bu âyetle ilgili bazı meseleler bulunmaktadır: [169]

 

Birinci Mesele

 

Âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili rivayetler değişiktir. Bazı rivayetler, bunu, Allah'ın daha önceki âyetlerde hallerini ortaya koyduğu yahudilere has kılarken, bazıları da başka kimselere âit saymıştır.

Birinci Ihtimal'in iki şekli vardır:

1- İklime şöyle demiştir: "Bu âyet, yahudilerin âlimleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Allahu Teâlâ'nın Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle ilgili olarak   Tevrat'ta  emretmek  suretiyle   kendilerinden   almış  olduğu   ahdi gizlemişler, elleriyle Tevrat'ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve rüşveti elden kaçırmamak için de, onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki, "Emirlerimi yerine getirin, ben de size karşı olan ahdimi yapayım" (Bakara, «) âyetiyle istidlal etmişlerdir.

2- Bu âyet, yahudi âlimlerinin, "Ümmîler hakkında bize mes'ultyet yoktur" şeklindeki iddiaları hakkında nazil olmuştur. Onlar, bu konuda elleriyle bir kitap yazmışlar ve onun, Allah katından olduğuna dair yemin etmişlerdir. Bu, Hasan el-Basrt'nin görüşüdür.

İkinci ihtimalde, birkaç izah şekli mevcuttur:

1- Âyet-i kerime, Eş'as İbn Kays ile, bir arazi parçası hakkında kendisiyle davalaşan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Onlar, davalaşmak üzere Hz. Peygamberin yanına geldiklerinde, Hz. Peygamber adama, "Delilini getir" deyince adam, "Benim bir hüccetim yok" der. Bunun üzerine Eş'as'a, "Sana da yemin etmek gerekir" deyince, Eş'as yemin etmeye niyetlenir ki, bunun üzerine Allahu Teâlâ bu âyet-i kerimeyi inzal buyurur. Böylece Eş'as, yemin etmekten vazgeçer, söz konusu olan arazı parçasını hasmına bırakarak, gerçeği itiraf eder. Bu, İbn Cüreyc'in görüşüdür.

2- Mücahfd şunu söylemiştir: "Bu âyet-i kerime, malına rağbeti artırmak için yalan yere yemin etmiş olan bir adam hakkında nazil olmuştur."

3- Bu âyet-i kerime, Abdan ile İmri'u'l-Kays hakkında nazil olmuştur. Onlar, bir arazi hususunda davalaşmak üzere Hz. Peygamberin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine, İmri'u'l-Kays'ın yemin etmesi gerekince o, "Yarına kadar bana mühlet ver" dedi. Sonra, ertesi gün geldiğinde arazinin o (adamın) olduğunu kabul etti. Doğruya en yakın olanı, âyetin mânasını hepsine namletmektir.

Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten, Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini satanlar" ifâdesine, Allahu Teâlâ'nın emrettiği, haklarında deliller getirdiği, peygamberlerden alınmış olan ahidler ve kişinin kendisini yapmakla sorumlu tuttuğu şeyler dahil olur. Çünkü bütün bunlar, vefa gösterilmesi gereken Allah'ın ahidlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun, zekâtımızı vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız" (Tevt», 75); "Ahdi yerine getirin. Çünkü ahtdden sorulur" (isra,34), "Adağını yerine getirirler, vefa gösterirler" (insan. 7) ve "Müminler için­de, Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösteren nice adamlar vardır" (Ahzab, 23) buyurmuştur. Biz, "eş-şirâ" il jiM kelimesinin mânasını, (Bakara. ıe> âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Bu böyledir, çünkü müşteri bir şeyi alırken, başka bir şeyi de verir. Alınan ve verilen şeylerden her biri, diğerinin bedeli ve değeri olur. Yeminlere gelince, onun durumu bellidir. Yemin, insanın va'ad, va'îd, inkâr veya isbât gibi hususlara dair herhangibir haberini te'kîd edip kuvvetlendirdiği bir sözdür. [170]

 

Allah'a Verdikleri Ahdi Bozanları Bekleyen Beş Nevi Ceza

 

Cenâb-ı Hak daha sonra, "İşte onlar için, âhirette hiçbir nasîb yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı birazab vardır" buyurmuştur. Bil ki, Allahu Teâlâ, Allahu Teâlâ'nın ahdini ve yeminleri az bir fiyata satmaktan ibaret bu şart üzerine, beş çeşit karşılık ve ceza bina etmiştir. Bunlardan dördü, bu kimselerin sevaptan mahrum oluşlarının beyanı hakkındadır. Beşincisi ise, bu kimselerin azabın en şiddetlisine duçar olacaklarını beyan etmektedir. Sevaptan mahrum olmalarına gelince bil ki, sevap, tazîm ile yanyana bulunan, halis ve katıksız bir menfaatten ibarettir.

b) Bu cezaların birincisi, "İşte onlar için âhirette hiçbir nasîb yoktur" cümlesidir. Bu, onların âhiret menfaatlarından mahrum olacaklarına işarettir. Bunun peşinden gelen diğer üç ceza, "Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz,

onların yüzlerine bakmaz ve onları temize çıkarmaz" ifâdeleridir. Bunlar, o kimselerin tazım ve izzet-ü ikramdan mahrum kalacaklarına bir işarettir.

Beşincisi ise, "Onlar için pek acıklı bir azap vardır" ifadesidir ki bu da, azaba işarettir. Sen bu tertibi anladığına göre, şimdi de bu beş şeyin herbirini açıklamaya geçelim:

Birincisi, "İşte onlar için ankette hiçbir nasîb yoktur" buyruğudur. Bunun mânası, "Onların âhiretteki hayır ve nimetlerden hiçbir nasibi ve payı yoktur" demektir. Bil ki, bu umumî hüküm, ümmetin icma'ı ile, tevbe edilmemiş olması şartıyla mukayyettir. Çünkü insan bundan tevbe ederse, icmâ ile kabul edildiğine göre, bu ilâhî tehdit ve va'îd o kimseden sakıt olur. Bizim mezhebimize göre bu, aynı zamanda afv-ı ilahî'nin bulunmaması şartıyla mukayyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, «) buyurmuştur. [171]

 

Allah Teâlâ'nm, Mücrimlerle Konuşmaması ve Onların Yüzlerine Bakmaması

 

İkincisi, "Allah onlarla konuşmaz" ifadesidir. Bu ifâdede bir sual bulunmaktadır. Bu da şudur: Allahu Teâlâ, "Hepsine yapmış oldukları şeyleri muhakkak ki soracağız" <Hicr, 93) ve "Kendilerine (peygamber) gönderilenlere de muhakkak soracağız, onlara gönderilmiş olan (peygamberlere de muhakkak soracağız" (Araf, 6) buyurmuştur. O halde, bu âyet ile şu iki âyet arasını nasıl cem edebiliriz?

Bunun cevabı olarak Kaffâl şöyle demiştir: "Bu ifâdelerin hepsinden kastedilen, Allahu Teâlâ'nm gazabının şiddetini beyan etmektir. Çünkü, bir kimse bir başkasını dünyada iken kendisiyle konuşmaktan men ettiği zaman, muhakkak ki bu men etme işi, Allahu Teâlâ'nm o kimseye gazabı sebebiyledir. Yine bir kimse, bir başkasına öfkelenip kızdığında ona, "Seninle konuşmaya­cağım!" der ve bazan da gözüne görünmemesini emrederek," Falancanın yüzünü görmeyeyim!" der. O adamın adt geçtiğinde, ona kızgın olan kimse, onu hayır ile yâd etmez. Böylece, bu tabirlerin, gazabın şiddetini ortaya koymak için söylenilmiş birer kinaye olduğu ortaya çıkmış, anlaşılmış olur. Biz, gazabından Allah'a sığınırız. Bu, doğru bir cevaptır.

Bazı âlimler de şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, arada bir elçi bulunmaksızın, sözünü kendi dostlarına duyurmasının, ancak kendi dostlarına mahsus bir yüceltme, bir şereflendirme olması da uzak bir ihtimaldir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, o kâfir ve ağır günahkârlarla konuşması, onları hesaba çek­mesi ise, meleklerin konuşması aracılığıyla olur.

Bazı âlimler de, bu âyetin mânasının, "Allahu Teâlâ, onları sevindirecek ve onlara herhangi bir fayda temin edecek herhangi bir kelâm ite söyleyip konuşmaz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, itimâda şayan olan cevap ilkidir.

Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onların yüzlerine bakmaz" ifadesidir. Bundan murad, "Allah onlara lütf-u insanıyla nazar etmez" demektir. Nitekim, denilir ki, bu ifâdenin mânası, "Falanca, falancaya değer vermez ve ona ihsanda bulunmaz" demektir. Bu mecazî mananın sebebi şudur: Bir insana değer veren bir kimse, ona iltifat ederVe bakışlarını sürekli ona yöneltir. İşte bu sebepten dolayı, her ne kadar orada hakiki manada bir bakış söz konusu olmasa dahi, Allah'ın nazar etmesi, değer vermesi ve kuluna lütuf ve ikramda bulunması mânasına gelir. Bu bakmanın, bizzat görme mânasına gelmesi caiz değildir. Çünkü Allahu Teâlâ onları gördüğü gibi, başkalarını da görür. Yine, bu bakmadan muradın, bir şeyi görmek için, görülecek şeye doğru yüzü çevirmek olması da caiz değildir. Çünkü bu şekilde görmek, ancak cisim olan şeylere mahsustur. Rabb'imiz ise, bir cisim olmaktan yüce ve münezzehtir.

Aksi görüşte olanlar ise, bu âyet ileharf-i cerriyle beraber kullanılan Joj kelimesinin, rü'yet manasını ifâde etmediğine; aksi halde bu âyete göre, Allahu Teâlâ'nın onları görmemesi gerekeceğine istidlal etmişler, bunun ise bâtıl olacağını söylemişlerdir.

Dördüncüsü, Hak Teâlâ'nın, "Ve onları temize çıkarmaz" ifadesidir. Bu ifâde hakkında da şu tefsirler yapılmıştır:

a) "Allah, bağışlamak suretiyle onları günahlarının kirlerinden temizlenir, aksine onlara ceza verir, azâb eder."

b) "Allahu Teâlâ, kendi temiz dostlarını medh-ü sena edip övdüğü gibi, onları asla medh-ü sena etmez. Şahidi tezkiye edenin bu tezkiyesi, o şahidi bir bakıma medhetme gibidir.7

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın kullarını tezkiyesi, bazan meleklerin lisanıyla tahakkuk eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanma sokulacaklar.., "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm... Dünya evinin en güzel sonucudur bu!" (diyecekler)" (Rad, 23-24); "Bunları melekler karşılayarak, "Bu, size va'adolunan gününüzdür" (derler)" (Enbiya, 103.) ve "Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlanmzız...   (Fusiltet,31)buyurmuştur.

Bu medh bazan da, doğrudan doğruya olur. Bunun dünyadaki oluş şekli, "Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler... (yok mu?).." (Tevbe, 112) âyetinde ifâde edildiği gibi; âhirette oluş şekli de, "Çok merhametli olan Hab'den bir selâm vardır..." (Yâsin, 56) âyetinde ifâde edildiği gibidir.

Beşincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için pek acıklı bir azâb vardır" buyruğudur. Bil ki, Allahu Teâlâ, onların sevap ve mükâfaattan mahrum olduklarını beyân edince, onların elîm ve çok şiddetli bir azaba duçar olacaklarını da beyân buyurmuştur. [172]

 

Bazı Yahudilerin Dillerini Eğip Bükerek Sözleri Tahrif Etmeleri

 

"Ehl-i kltap'tan Öyle bir Ûrka vardır ki, Kitap hakkında dillerini eğip bükerler; siz onu Kitaptan sanasmız diye.:. Halbuki o. Kitaptan değildir ve "O, Allah katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir.

Allah'a karşı, bile bile, yalan söylerler" (Âli imran, 78).

Bil ki bu âyet, bir önceki âyetin, kesinlikle yahudiler hakkında nazil olduğunu gösterir. Çünkü bu âyet, yahudiler hakkında nazil olmuş olup bir önceki âyete atfedil mistir. İşte bu atıf, önceki âyetin de yahudiler hakkında nazil olmuş olmasını gerektirir. Bil ki, âyette geçen, "eğerler.." kelimesinin masdarı olan, kelimesi, bir şeyi büküp, onu dümdüz ve dosdoğru olmak­tan çıkararak eğriltmektir. Nitekim, "elini bükdüm"; bir şey sapıp eğrildiğinde, inhiraf ettiğinde,; "Falan­ca, bana karşı olan tavrını (tamamiyle) değiştirdi"; bir kimse dilini, sözünü eğip büktüğü zaman, bir kimse, bir başkasına karşt olan normal davranışını, aksi istikamette değiştirdiği zaman, "sözünü, su şeye karşı eğdi büktü" ve bir kimse, birisini fikrinden vazgeçirdiğinde, denilir. Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur "Borcunu ödemeye kadir olanın, borcunu sürüncemede bırakması zulümdür''[173]

Hak Teâlâ da, 'Dinerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak, "râinâ" derler" (Nisa, 46) buyurmuştur.

Kelimenin lügavî manasını bu şekilde kavradığında, bu ifâdenin tefsiri hususunda şu açıklamaların yapıldığını söyleyebiliriz:

a) Kaffâl (r.htabirinin mânasının, "Onlar, kelimeye yöne­liyorlar, o kelimenin irabını, mânayı değiştirecek bir biçimde tahrif ediyorlardı. Bu durum, Arapların lisanında çokça görülen bir durumdur.. Aynı şeyin İbranîce'de de yapılmış olması uzak bir ihtimal değildir. Onlar bu işi, Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden âyetlerde yaptıkları için, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dillerin! eğip büküyorlar" tabiriyle bu durumu kastetmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu son derece güzel bir açıklamadır.

b) İbn Abbas (r.a)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah'ın, kıyamet gününde kendileriyle konuşmadığı ve kendilerine rahmet nazarıyla bakmadığı kimseler, içinde, Hz. Muhammed'in sıfatlarını bozdukları bir kitap yazıp, onu Hz. Muhammed (s.a.s)'in sıfatlarının bulunduğu (gerçek) kitaba karıştırmışlar, sonra da, "O, Allah katındandır" demişlerdir.

Sen bunu anlayınca, biz deriz ki: Dili eğip bükmek, avurtları şişirerek, çok yaldızlı laflar ederek ve mübalâğa ederek dili eğip büküp konuşmaktır ki bu da, zemmedilmiş kötü bir durumdur. Böylece Allahu Teâlâ, onların yazıp uydurdukları bu kitabı okumalarını, onları kınayıp ayıplamak için, "dili eğip bükmek" diye ifâde etmiş; buna "okumak" kelimesini ıtlak etmemiştir. Araplar, aynı şey hakkında, medh ve zem lâfızlarını bir birinden ayırarak, meselâ medh hususunda"Çok fasîn v beliğ bir hatip", zemm hususunda da "Laf ebesi ve çok geveze bir hatip" derler.

Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehl-i Kitap'tan Öyle bir fırka vardırki Kitap hakkında dillerini eğip bükerler" buyruğundan murad, onların, uydurdukları bâtıl kitabı okumalarıdır ki, Allahu Teâlâ bu hususu, "Elleriyle kitabı yazıp da, "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline..." (Bakara. 79) âyetinde beyan etmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Halbuki o, Kttap'tan değildir" buyurmuştur. Yani, "O, Allah katından indirilmiş hak bir kitap değildir." Burada geriye şu iki soru kalmıştır:

Birinci soru: Hak Teâlâ'nın, "Onu zannetmeniz için.." ifâde-sindeki "nüve" zamirinin mercii nedir?

Cevap: Bu mansûb zamirin mercii, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dillerini eğip bükerler" sözünün delâlet ettiği şeydir ki, bu da tahrif edilip uydurulandır. [174]

 

Tevrat'ın Tahrifi Daha Ziyade Mânadadır

 

İkinci soru: Tevrat, insanlar arasında bu kadar meşhur olduğu halde, o nasıl tahrif edilebilmiştir?

Cevap: Belki de bu iş, onu tahrif etme hususunda ittifak edebilecek küçük bir topluluktan sadır olmuştur. Sonra bu topluluk, o muharref olan kısmı, avam ve câhil olan halka sunmuşlardır. Bu izaha göre tahrif bu şekilde mümkün olmuştur.

Bana göre ise, âyetin tefsiri hususunda daha isabetli olan bir başka izah da şudur: Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden âyetler hususunda, kalbin iyice düşünüp tefekkürde bulunmasına ihtiyaç vardır. Yahudiler, aklı karıştıran bu soruları ve insan düşüncesini karartan bu itirazları halka sunuyorlardı. Böylece bu deliller, dinleyenlerin nazarında, karışık görünüyordu ve şöyle diyorlardı: Allah'ın bu âyetlerden muradı, sizin değil bizim söylediğimiz manadır. İşte onların âyette bahsedilen, tahriflerinden ve dillerini eğip bükmelerinden maksad budur. Bu, tıpkı zamanımızda yapılan şu işe benzer: Hakka, doğruya isabet eden bir kimse Allah'ın kitabından bir âyeti delil getirdiğinde, haksız olan ona çeşitli şüpheler ve sorular sunar ve "Allah'ın o âyetten muradı, senin zikrettiğin mâna değildir" der. İşte burada da böyledir.

Sonra Hak Teâlâ, "Ve "' Allah batındandır" derler" buyurmuştur. Bil ki bazı âlimler, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz onu kitaptan sanasmız diye... Halbuki o, kitaptan değildir" buyruğu ile, "ve "O, Allah kanadandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğu arasında mânâ bakımından bir fark yoktur. Fakat bunu, te'kid için farklı iki lafızla tekrar etmiştir" demişlerdir.

Muhakkik âlimler ise, bu iki ifâdenin farklı mânâlara geldiğini; çünkü kitapta olmayan herşeyin Allah katından olmadığı söylenemez. Zira şer'î hükümler bazan kitap, bazan sünnet, bazan icma, bazan da kıyasla sabit olur ki, bunların hepsi de Allah katındandır. Buna göre "Siz onu kitaptan sanasmız diye... Halbuki o kitaptan değildir" ifâdesi, hususî bir nefiydir. Sonra bu hususî mânadaki nefye, Allah, umumî bir nefyi atfederek "ve, "O, Allah kadındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" buyurmuştur.

Yine bu âyetteki "Kitap"tan maksadın, Tevrat; onların "Bu, Allah katındandır" dedikleri şeyden muradın da, Eş'iyâ, Ermiya ve Habakûk gibi diğer peygamberlerin kitaplarında yer almış olan hükümler olması da mümkündür. Çünkü yahudiler, bu tahrif işini Allah'a nisbet etme hususunda da şaşkın hareket ediyorlardı. Yahudiler, tecrübesiz, toy, Tevrat'tan habersiz, ahmak bir topluluk buldukları zaman, bu uydurdukları şeyleri Tevrat'tanmış gibi söylüyorlardı. Fakat akıllı ve zeki bir toplulukla karşılaştıklarında bunların, Hz. Musa'dan sonra gelmiş olan peygamberlerin kitaplarında yer aldığını iddia ediyorlardı.

Cübbâî ve Ka'bî, bu âyeti, kulun fiillerini Allah'ın yaratmadığına delil getirerek "Eğer tahrif ve yalan söyleyerek dili eğip bükmeyi Allah yaratmış olsaydı, yahudiler "Bu Allah katındandır" şeklindeki sözlerinde doğru; Cenâb-ı Allah da "Halbuki o, Allah katından değildir" sözünde (hâşâ) yalancı olmuş olurdu. Çünkü o zaman onlar, Allah katından olanı Allah'a nisbet etmiş, Allah ise kendi katından olan şeyin kendi katından olmadığını söylemiş olur. Yahudileri, Allah Teâlâ'dan daha doğru sözlü kabul edecek bir topluluk için, zillet olarak bu yeter" demişlerdir. Halbuki hiç kimse yahudilerin "O, Allah katındandır" şeklindeki sözlerinden muradın, onun Allah'ın kelâmı ve kitabı olduğunu söyleyemez. Çünkü biz bunu, bu manada kabul ettiğimizde, âyetteki "Siz onu Kitaptan sanasınız diye... Halbuki o, Kitaptan değildir" ifadesi ile, "ve, "O, Allah katındandır" derler. Halbuki o, Allah katından değildir" ifâdesi arasında bir fark kalmaz. Aralarında bir fark olmayınca da, bunların birbirlerine atfedilmesi uygun düşmez.

Ka'bî bu itiraza şu iki tarzda cevap vermiştir:

a) Mahluk'un Hâlık indinden oluşu, emredilmiş şeyin onu emredenden olmasından daha kuvvetlidir. Sözü en kuvvetli manasına hamletmek daha evlâdır.

b) "Halbuki o, Allah katından değildir" ifâdesi, o şeylerin Allah katından olmasını mutlak manada nefyeder. Bu ise, o şeylerin Allah katından olmasını belirli bu cihetten nefyeder. Binâenaleyh o şeylerin, ne yaratılış ne de hüküm bakımından Allah katından olmaması gerekir.

Buna şöyle cevap verilir: "Cübbâî'nin, "ve "O, Allah katındandır" derler" âyetini "Allah'ın kelâmı" mânasında alır ise, bu bir (lüzumsuz) tekrar olur" şeklindeki iddiasının cevabı bizim şu sözümüzdür: "Halbuki, o kitaptan değildk" âyeti, "O, kitapta yer almamıştır" mânasındadır. Bu, o söylenen şeyin, Allah'ın peygamber diliyle veya bir başka yolla sabit olan hükmü olmasına manî

değildir. Allah Teâlâ, "Halbuki, o Allah katından değildir" dediğine göre, onun Allah'ın bir hükmü olmadığı ortaya çıkmış olur. Bu izaha göre, böyle bir tekrar söz konusu olmaz.

Ka'bî'nin yaptığı iki izahtan birincisinin cevabı da şöyledir: Cevabın mutlaka, suâle uygun olması gerekir. O yahudiler, kendilerinin zikredip yaptıkları şeylerin, Allah'ın yaratması olduğunu iddia etmemişlerdir. Aksine onlar bunun, Allah'ın hükmü olduğunu ve kitabında yer aldığını iddia ediyorlardı. Binâenaleyh, Hak Teâlâ'nın, "Halbuki o, Allah katından değildir" buyruğunun başka bir şeye değil, işte bu mânaya râcî olması gerekir.. Yaptığımız bu izahla da, Ka'bî'nin ikinci izah olarak söylemiş olduğu şeyin, fasit olduğu ortaya çıkar. Allah, en iyisini bilendir.

Cenâb-ı Hak sonra, "Allah'a karşı bile bile yalan söylerler" buyurmuştur. Bunun mânası, "Onlar bile bile böyle bir yalana yöneliyorlar" şeklindedir.

Bil ki, bu âyette kastedilen tahriften murad, eğer Tevrat'ın lâfızlarını ve bu lafızların irâblarını değiştirmek olursa, buna cüret edenlerin, yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olabilecek küçük bir grup olması gerekir. Yok eğer bundan maksat, istidlal yollarına şek ve şüpheler atmak suretiyle, Hz. Muhammed'in nübüvvetine delâlet eden o (apaçık) delilleri karıştırıp teşviş etmek olursa, büyük kalabalıkların bu hususta mutabakata varmış olmaları uzak bir ihtimal sayılmaz. [175]

 

"Hiçbir İnsanın, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra diğer insanlara "Allah'dan başka bana da kul olun" demesi yakışık almaz. Fakat o, "öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde Rabbaniler olun" (der.) O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emretmez. Hiç size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?" (Âl-i Imran, 79-80).

Bil ki, Allah Teâtâ, ehl-i kitap âlimlerinin âdetinin tahrif ve tebdil etmek olduğunu beyân edince, bunun peşisıra onların tahrif etmiş olduğu şeylerden birinin de, İsa (a.s)'nın ilâhlık iddia ettiğini ve kavmine, kendisine ibâdet etmelerini emrettiği iddiaları olduğunu zikretmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Hiçbir insanın şöyle şöyle demesi yakışık almaz" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [176]

 

Âl-i İmran 79. Âyetin Nüzul Sebebi  

 

Bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet vardır:

a) İbn Abbas (r.a) şunu söylemiştir: "Yahudiler, "Üzeyİr Allah'ın oğludur"; hristiyanlar da "Mesih, Allah'ın oğludur" dedikleri için bu âyet nazil olmuştur.

b) Denildiğine göre, yahudilerden Ebû Râfî el-Kurazî, ve hristiyanlardan da Necran heyetinin reisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Sana ibâdet etmemizi ve seni bir rab edinmemizi mi istiyorsun?" demişler, bunun üzerine de Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'tan başkasına tapmaktan veya Allah'tan başkasına ibâdet etmeyi emretmekten Allah'a sığınırız. Allah Teâlâ, beni böyle bir iş için göndermedi ve bana böyle birşeyi emretmedi" demiş ve bu âyet nazil olmuştur.

c) Bir adam Hz. Peygamber'e şöyle demişti: "Ey Allah'ın resulü, biz sana birbirimize selam verdiğimiz gibi selam veriyoruz. Sana secde ederek (selam verelim) mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Hiç bir kimsenin, Allah'tan  başka  bir varlığa  secde  etmesi  doğru  değildir.   Fakat  siz peygamberinize izzet-ü ikramda bulunun ve herkese hakkını vermeyi bilin" buyurmuştur.

d) Yahudiler, kendilerinin elde ettiği fazilet ve makamlara hiç kimsenin ulaşamayacağını iddia edince, Allah Teâlâ onlara şöyle demiştir: "Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, sizlerin, insanları köle ve hizmetçi yapmaya uğraşmamanız, aksine insanlara Allah'a itaat edip, O'nun tekliflerine boyun eğmelerini emretmeniz gerekirdi. Bu durumda da, insanları Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini tasdik etmeye teşvik etmeniz gerekirdi. Çünkü Hz. Muhammed'in elinde mu'cizelerin zuhur etmesi, böyle yapmanızı gerektirir." Bu, âyetin lafzının ihtimal tanıdığı bir izahtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra diğer insanlara "Allah'ı bırakıp da bana kul olun" demesi..." ifâdesi, tıpkı "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiblerinf tanrı edindiler" (Tevbe, 31) âyeti gibidir. [177]

 

Kitap ve Nübüvvet Verilen Peygamber İnsanları Kul Edinmez        

 

Âlimler, âyetteki,  "Hiçbir insanın, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği  verdikten sonra  diğer insanlara "Allah'dan başka bana da kal olun" demesi yakışık almaz" sözünden ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:

1- Esâmm, bunun, "Eğer o peygamberler böyle söylemeye yelten sele rdi, Allah onları bundan men ederdi" manastnda olduğunu ve buna Cenâb-ı Allah'ın, "Eğer (peygamber) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onu sağ elimizle (kudretimizle) yakalayıverirdtk" (Hakka, 44-45) ve "Andolsun ki sen onlara nerdeyse biraz meyledecektin, O takdirde İse biz hayatın da ölümün de katmerli (acısını) sana tattıracakhk" (Isra, 74-75) âyetlerinin delâlet ettiğini söylemiştir.

2- Peygamberler, yanısıra ulûhiyet ve rubûbiyet iddiası güzel düşmeyen sıfatlarla mevsufturlar: Meselâ, Allah Teâlâ onlara kitap vermiş ve vahyetmiştir. Bu ise, ancak temiz nefisler ve güzel ruhlar için olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (Enam. im* 'Celâlim hakkı için, biz onları, bilerek, âlemlere üstün kıldık" (Duhân, 32) ve "Allah, hem meleklerden, hem de insanlardan peygamberler seçer" (Hacc, 75) buyurmuştur. Temiz olan nefislerden, böyle bir iddianın çıkması imkansızdır.

Yine peygamberlik vermek, peygamber olacakların ilmini kemâle erdirdikten sonra olur. Bu ise, böyle bir iddiada bulunmaya manî olur. Hülâsa insanın biri nazarî, diğeri amelî (teorik ve pratik) iki kuvveti vardır. Nazarî kuvveti, ilim ve gerçek bilgiler ile kemâle ermedikçe; ameli kuvveti de kötü huylardan iyice temizlenmedikçe insanın nefsi, vahyi ve nübüvveti almaya müsait olmaz. Nazarî ve amelî kuvvette meydana gelecek böyle bir mükemmellik, bu gibi söz ve itikadların peygamberlerden sadır olmasına mânı olur.

3- Allah Teâlâ, bu gibi iddialarda bulunmayacağını bildiği kullarını nübüvvet ve risaletle şereflendirir.

4- Peygamber olan kimse, Allah'ın hükümlerini, Allah adına söylediğini iddia ediyor ve iddiasında doğru olduğuna hüccet getiriyor. Binâenaleyh o, eğer insanlara kendisine ibadet etmelerini emreder ise, bu durumda gösterdiği mu'cize, O'nun sadık olduğuna delâlet etmez ki bu caiz değildir.

Bil ki âyetteki "Hiçbir insanın" ifâdesinden maksad, "Bu sözü onun söylemesi haram olur" mânası değildir. Çünkü böyle birşey söylemek, bütün mahlûkat için haramdır. Âyetin zahiri, bunun, Allah'ın o kimseye kitap, hikmet ve nübüvveti vermesi sebebiyle olmadığına delâlet eder. Yine bundan maksad, bir haram kılma olsaydı, şüphesiz ki bu, hristiyanların bunu Hz. İsa için iddia etmiş olmalarında onları yalanlama manasına gelmezdi. Çünkü bir başkasının birşey yaptığını iddia eden kimseye, "Onun bunu yapması helâl değildir" denilmesi, o kimseyi iddiası hususunda bir yalanlama olmaz. Cenâb-ı Hak bununla, Hz. İsa (a.s)'nın, onlara "Allah'tan başka, beni ilah edininiz" dediğini iddia ettiklerini anlatmıştır. Binâenaleyh bundan murad, bizim söylediğimiz mânadır. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey değil" (Meryem, 36) âyetidir. Bunu, bir çocuğun olması halini kendi zâtından nefyetme yoluyla söylemiştir; tanrım ve nehyetme üslûbunda değil.. HakTeâlâ'nın, "Bir peygamberin emânete hainlik etmesi yakışık almaz..." (Ah Imran, ıeı> buyruğu da böyledir. Bundan murad da "nefy" dir, nehy değil!.. Allah en iyi bilendir. [178]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kendisine Kitabı, hükmü ve  peygamberliği verdikten sonra..." beyanı, son dere­ce güzel tertib edilmiş olan üç şeye işarettir. Bu böyledir, çünkü semavî kitaplar önce nazil olur; sonra da peygamberin aklında o kitabı anlama melekesi meydana gelir. İşte hasıl olan bu melekeye Cenâb-ı Hak, "hüküm" kelimesiyle işaret etmiştir. Çünkü dilciler ve müfessirler, "hüküm"ün ilim mânasında olduğu hususunda müttefiktirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Henüz çocuk iken, ona hükmü verdik" (Meryem, 13) yani, "ilim ve anlayış verdik" buyurmaktadır. Sonra, peygamber o kitabı anladığı zaman, onu halka tebliğ eder.. İşte buna da "nübüvvet, peygamberlik" sözüyle işaret edilmiştir. Bu ne güzel bir tertiptir!..

Cenâb-ı Hak sonra, "... sonra (da) insanlara, "Allah'ı bırakıp da, bana kul olunuz"demesi (yakışık almaz)" buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki mesele vardır: [179]

 

Birinci Mesele

 

Zahir olan kıraat, lâm harfinin nasbıyla olmak üzere, şeklinde okunmasıdır. Ebû Amr'ın bunu, ref ile şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.

Nasb ile okunduğu zaman, kelâmın takdiri, "Peygamberlik, böyle bir söz söyleme ile birarada bulunmaz, bağdaşmaz" şeklinde olur. Bu durumda nasb eden âmil, sözünün başındakinasb edatıdır. Bu, Jj "Sonra da demesi..." manasında olarak, "Allah'ın ona vermesi" ifâdesine atfedilmiştir. Ref ile okuyanlar, bu ifâdenin bir "cümle-t isti'nâfîyye" olduğunu düşünerek, böyle okumuşlardır. [180]

 

İkinci Mesele

 

Vahidî, İbnAbbas(r.a)'ın Hak Teâlâ'nın, "Bana kul olunuz..." sözündeki kelimesi Müzeyne Kabilesinin bir lehçesi olup, onlar (kullar, köleler) yerine,  kelimesini kullanmaktadırlar" dediğini nakleder

Sonra Cenâb-ı Hak, "(Fakat o), rabbaniler olun der" buyurmuştur. Bu hususta da iki mesele vardır: [181]

 

Birinci Mesele     

 

Âyet-i kerimede bir hazf bulunmaktadır. Buna göre kelâmın takdiri, "Fakat onlara,   "Rabbaniler  olunuz!"  der"  şeklindedir.

Binâenaleyh burada, ifâdede kendisine delâlet eden bir şey, (karîne) bulunduğu zaman, Arapların yapmış oldukları hazf uygulaması gereğincekelimesinden iştikak etmiş olan kelimesi hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzleri simsiyah olanlara gelince, "İmanınızdan sonra inkâr ettiniz, öyle mi?" (Aı-t imran. 106)   âyetidir. Yani,   "Onlara böyle denilir" demektir. [182]

 

İkinci Mesele

 

Alimler,kelimesinin ne demek olduğu hususunda, şu görüşler ileri sürmüşlerdir: Rabbânî Tabirinin Mânası        a) Sibeveyh şöyle demektedir: "O'nu biliyor, O'na itâata devam  ediyor"  mânasında olmak üzere, Rabb'a mensub, O'na ait, demektir. Nitekim birisi Allah'ı tanımaya ve O'na itaat etmeye yöneldiği zaman, "ilahî adam" denilir. "Rab" keli­mesine elif ve nûnun ilâve edilmesi, bu sıfatın kemâline işaret etmek içindir. Nitekim bir kimse, saçları çok ve gür olursa ; sakalı uzun olursa boynu kalın ve güçlü olmakla vasfedildiği zaman Araplar, derler. Onlar, saça nisbet ettiklerinde  ; boyna nisbet ettikleri zaman,  sakala nisbet etkikleri zaman da, derler.

b) Müberred,  kelimesinin, ilim erbabı mânasına geldiğini, Onlar­dan her birine denildiğini, Rabbani'nin ise, insanlara ilim öğretip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse mânasına geldiğini; elif- nün harfinin ise mübalağa için getirildiğini; nitekim Arapların bu mübalağayı ifâde

için  (suya iyice kanmış),  (çok susamış),  (çok doymuş) ve  (çırılçıplak) dediklerini; sonra  kelimesine nisbet yâ'sının eklendiğini; nitekimve jtâj denildiğini" söylemiştir."

Vahidî şöyle demektedir: "Sibeveyh'in görüşüne göre Rabbani, "Rabb'ini bilip, O'na itaat eden" manasında olmak üzere Rabb'e mensup mânasına alınmıştır.

Müberred'in görüşüne göreyse, kelime "terbiye etmek, yetiştirmek" manasından iştikak ettirilmiştir."

c) İbn Zeyd ise şöyle demektedir: "Rabbani, insanları eğitip yetiştiren,

demektir. Buna göre,  kelimesi, ümmetin idareci ve âlimleri anlamına gelmektedir." İbn Zeyd, bu görüşünü Cenâb-ı Hakk'ın, O

 "Rabbanilerin, onları nehyetmeleri gerekmez miydi?" (Mâide. 63) âye­tinde de zikretmiştir. Yani, "İdareciler ve âlimler." Bunlar, kendilerine itaat olunan iki zümredirler. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Ben sizi, bana kullar olmaya davet etmiyorum; ancak ben sizi, Allah'ın emrini uygulama ve O'na itaat etmeniz suretiyle, melikler ve âlimler olmaya davet ediyorum" şeklinde olur.

Kaffât (r.h) ise şöyle demektedir: "İdarecinin, Rabbanî diye isimlendirilmesi de muhtemeldir. Çünkü idareciye de, âdeta bir rab gibi itaat edilir. İşte bu mânada olmak üzere, idareciye "Rabbanî" denilmiş olur."

d) Ebû Ubeyde: "Bu kelimenin Arapça olmadığını, aksine İbranice veya Süryanice olduğunu sanıyorum... İster Arapça, ister Süryanice olsun, şurası bir gerçek ki bu kelime, öğrenen, öğrendiğiyle amel eden ve hayır yollarını başkalarına öğretmekle meşgul olan bir insanı göstermektedir" demiştir.

Cenâb-ı Hak sonra, "Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: [183]

 

Birinci Mesele

 

 ifâdesinde iki kıraat bulunmaktadır:

a) İlim kökünden olmak üzere "Biliyorsu­nuz" şeklinde okunmuştur ki bu, Abdullah İbn Kesir, Ebû Anv ve Nâff'nin

kıraatidir.

b) Ta'lim, öğretme kökünden alınarak, şeklinde okunmuştur ki, bu da yedi kıraat imamlarından geriye kalanların okuyuşudur. Her iki okuyuş

şekli de doğrudur. Çünkü bu kimseler, "kitâb"ı kendileri için öğrenip, ayrıca başkalarına da öğretiyorlardı. Ebû Amr, kendi kıraatinin daha tercihe şayan olduğuna şu iki delili[184] getirmiştir:

1- Cenâb-ı Hak, bu âyette, buyurmuş, şeddeli olarak de­memiştir.

2- Bu fiili şeddeli okumak, iki mef'ul almasını gerektirir. Halbuki burada tek mef'ui vardır. Bunu şeddeli okuyanlar, ikinci mef'ul'ün hazf edildiğini ve bunun, veyahut da "insanlara veya sizden başkasına öğretmekte olduğunuz kitap sayesinde..." takdirinde olduğunu, çünkü Arapça'da mef'ulü binlerin genellikle hazfedildiğini söylemişler, sonra da bunu şeddeli okumanın daha evlâ olduğuna şu iki delili getirmişlerdir:

1- Ta'lim, ilmi de içine alır. Fakat ilim talimi içine almaz. O halde bu fiili ta'lim vezninde şeddeli okumak daha evlâdır.

2- Rabbani olanlar, ilimle iktifa etmezler. Öğrendikleri ilimlerine, Allah rızası için ta'limi (başkasına öğretmeyi) da katarlar. Baksana Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bunu emretmiş ve "(İnsanları) Rabb'İntn yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et" (Nam. i25) buyurmuştur. Mürre İbn Şürâhil'in "Alkame, insanlara Kur'ân'ı öğreten rabbanilerden idi" şeklindeki sözü de delâlet etmektedir. [185]

 

İkinci Mesele

 

İbnü Cinnî, "Muhteseb 'inde, Ebû Hayve'nin, tâ harfinin zammesi, dâl'in sükûnu ve râ'nın kesresi ile

kelimeyi şeklinde okuduğunu naklederek şöyle demiştir: "Bu şekildeki kıraatin,(öğrendi) veyahut da (öğretti) fiilinden nakledilmiş olması gerekir. (okudu), ve başkasına okuttu) fiilleri de böyledir. Araplar genellikle hem hem de fiil­lerini kullanmışlardır. İşte bunun masdarı, "tedris" şeklinde gelmiştir. [186]

 

Üçüncü Mesele    

 

Her iki kıraata göre de, bu ifâdelerin başında bulunan   lafzı, mâ'i masdariyye olup, başında bulunduğu cümleyi müfred hükmüne çıkarır. Buna göre takdir,

"Kitabı bilen ve öğreten kimseler olmanız ve kitabı tedris etmeniz sebebiyle rabbaniler olunuz" şeklindedir. Bu, kelimesinin aynısı "Onların şugünlerine kavuşmayı unutmaları gibi, bugün biz de onları unutacağız (terkedeceğiz)" (Arâf, 51) âyetindekidır.

Sözün özü şudur: İlim, ta'lim ve tedris, sahibinin rabbani olmasını gerektiren şeylerdir. Sebep, şüphe yok ki müsebbebden (neticeden) başkadır. Binâenaleyh bu durum, bir kimsenin rabbani olmasının, âlim, mu'allim ve tedriste devamlı bir kimse olmasından farklı birşey olmasını gerektirir. Bu da, ancak o kimsenin Allah rızası için öğrenmiş, öğretmiş ve tedrisatta bulunmuş olmasıyla mümkün olur. Velhasıl onu bütün bu işlere sevkeden, Allah rızasını elde etme gayesi; her türlü kötü fiilden vazgeçiren de Allah'ın cezasından sakınma isteğidir. Peygamberin, insanlara bunu emrettiği sabit olunca, insanlara kendisine kulluğu emretmiş olmasının imkansızlığı sabit olur. Her iki kıraatin de neticesi aynı mânaya varır. Çünkü Peygamber, bütün gayret ve çabası, ruhları ve kalbleri halktan çevirip Hakk'a yöneltmek olan kişidir. Böyle bir insanın, akılları Hakk'a taattan çevirip, kendisine itaata yöneltmesi nasıl mümkün olur. Bu durumda, peygamberlerden her birinin, başkalarına kendisine ibâdeti emretmesinin İmkansız olduğu ortaya çıkmış olur. [187]

 

Dördüncü Mesele

 

Âyet, ilmin, ta'limin ve tedrisin, insanın rabbânî olmasının sebebi olduğunu gösterir. Binâenaleyh kim bundan başka bir gaye ile öğretim ve eğitim işiyle meşgul olursa, onun gayretleri boşa gitmiş ve işi neticesiz olmuş olur. Bu, zahiren güzel görünen bir ağaç dikip, meyvesinden istifade edemeyen bir kimsenin durumuna benzer. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Faydasız ilimden ve huşu duymayan kalpten Allah'a sığınırız"[188] buyurmuştur.

Sonra Hak Teâlâ, "O, sizin melekleri ve peygamberleri tanrı edinmenizi de emretmez" buyurmuştur. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [189]

 

Birinci Mesele

 

Âsim, Hamza ve İbn Âmir, râ harfinin nasbıyla diğer kıraat imamları da, râ harfinin ref'iyle seklinde okumuşlardır. Nasb ile okunmasına gelince, bu kelimenin, ifâdesine atfedilmiş olmasın­dan dolayıdır. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu ifâdenin başındaki edatının, ziyade kabul edilmesi... Buna göre mâna, "Allah'ın kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet vermiş olduğu hiçbir kimsenin, insanlara, "Allah'tan başka bana da kulluk edin" demesi ve, size, "Melekleri ve peygamberleri rab edininiz" şeklinde emretmesi yakışık almaz, uygun değildir" şeklinde olur. Nitekim sen, "Ben Zeyd'e ikramda bulunayım da, sonra o beni hakîr kılsın, benimle alay etsin... Bu olacak şey değil!.." dersin.

b) Bu ifâdenin başındaki, edatının zâid olmamasıdır. Buna göre mâna, "Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyş'i, meleklere ibadet etmekten; yahudi ve hristiyanları da, Hz. Uzeyr ve Hz. İsa'ya ibadet etmekten nehyetmiştir. Bunun üzerine onlar, "Sen, bizim seni mi rab edinmemizi istiyorsun?" dediklerinde onlarafHiçbir beşerin, Allah kendisini peygamber olarak gönderdikten sonra, halkı meleklere ve diğer peygamberlere tapınmaktan nehyederken, kendine kul olmaya çağırması uygun olmaz denilmiştir" şeklinde olur. Bu ifâdeyi, müste'nef bir cümle olarak merfû okumanın izahını yapmaya gerek bile yoktur. Çünkü bu ifâde, sözün manası tamamlandıktan ve sona erdikten sonra gelmiştir. Bunun kendinden önceki ifâdeyle bir münasebeti bulunmadığına, İbn Mesûd'un, "Ve, size asla emretmez" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir. [190]

 

İkinci Mesele

 

Zeccac, bu ifâdenin, "Allah size emretmez;"İbn Cüreyc ise, "Hz. Muhammed size emretmez" şek­linde olduğunu söylemişlerdir. Bu fiilin failinin, diğer peygamberler olduğu ve mânanın, "Tıpkı Kureyş'in yaptığı gibi, peygamberler, melekleri rab edinmenizi asla emretmezler..." şeklinde olduğu da söylenmiştir. [191]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı  Hak  bu  âyette  özellikle  melekleri  ve peygamberleri zikretmiştir. Çünkü, ehl-i kitaptan, Allah'tan başkasına ibâdet etmekle vasfedilenlerin,ancak meleklere, Hz. İsa'ya ve Hz. Uzeyr ( a.s )'e ibadet etmiş oldukları nakledilmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu "melekler ve peygamberler" kısmını hassaten zikretmiştir.

Daha sonra Hak Teâlâ, "Hiç size, siz müslüman olduktan sonra, kâfirliği emreder mi?" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: [192]

 

Birinci Mesele

 

ifâdesinin başındaki hemze, istifham-ı inkarı manasındadır. Yani, "O, bunu emretmez. Bunu yapmaz" şekfindedir. [193]

 

İkinci Mesele

 

Keşşaf sahibi, Hak Teâlâ'nın, buyruğunun, muhatabların müslümanlar olduklarına delil olduğunu, bunların da, Hz. Peygamber (s.a.s) den, kendisine secde etmek için izin isteyenler olduğunu söylemiştir. [194]

 

Üçüncü Mesele

 

Cübbaî, "Âyet, Allah'ı inkâr etmek, O'nu bilmemek; Allah'a iman etmek ise, O'nu tanımaktır" diyenlerin

görüşünün yanlışlığına delâlet etmektedir. Çünkü Allahu Teâlâ böylesi kimselerin küfrüne hükmetmiştir ki, bu hüküm O'nun, "O size küfrü emreder mi?" ifadesidir. Sonra da, o kimselerin Allah'ı tanıdıklarını belirtmiştir ki, buna da Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra o, kalksın da insanlara, "Allah'tan başka bana da kul olunuz" desin!... (Bu olacak şey değil!)" sözü delâlet etmektedir. Bu ifâdenin zahiri, onların Allah'ı tanıdıklarını gösterir. Binâenaleyh, burada Allah'ı tanımanın yanında küfür de bulunduğuna göre, işte bu durum imanın, O'nu tanımak; küfrün de O'nu tanımamak olduğuna delâlet eder" demiştir.

Buna şöyle cevap veririz: Biz, "Allah'ı İnkâr etmek, O'nu bilmemektir" şeklindeki sözümüzle, sadece O'nun mevcudiyetini bilmeme mânasını kastetmiyoruz. Aksine bu ifâdemizle, O'nun zâtını, selbî ve nisbî sıfatlarını, tapınılma, mabudiyyet hususunda O'nun bir ortağının bulunmadığını bilmemeyi kastediyoruz. İşte kişi bunu bilmeyince, O'nun sıfatlarının bir kısmını da bilmemiş olur. [195]

 

Diğer Peygamberlerin Hz. Muhammed'in Nübüvvetini İkrar Etmeleri

 

"Allah, peygamberlerden, "Andotsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdekl (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" diye mlsak (ahd) aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi ve uhdenize bu ağır yükümü alıp kabul eylediniz mi?" dedi. Onlar, "İkrar ettik" dediler. (Allah da): 'Öyleyse şâhid olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim" dedi. Artık kim

bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fâsıklann taa kendileridir" (Âli İmran, 81-82).

Bil ki bu âyetlerden maksad, ehl-i kitap için bir mazeret olmadığını belirtip onların inadlarını ortaya koymak için, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden ve onlarca malum olan şeyleri sayıp dökmektir. Allah Teâlâ'nın bu âyette bahsettiği husus da, bunlardan birisidir. Hak Teâlâ, kitap ve hikmet verdiği o peygamberlerden, kendilerine her ne zaman verilmiş olan kitabı tasdik eden bir peygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olmaları hususunda söz (misak) almıştır. Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bunu kabul ettiğini haber vermiş ve bunu kabul etmeyenlerin fasıklardan olacağına hükmetmiştir ki işte âyetten maksat budur. Velhasıl Allah Teâlâ, bütün peygamberlere yanlarında olan kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere inanmalarını vâcib kılmıştır. Fakat bu tek mukaddimeye, ikinci bir mukaddime eklenmediği müddetçe, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini isbat için kifayet etmez. Bu ikinci mukaddime de, Hz. Peygamber (s.a.s)'İn, onların kitaplarını tasdik edici olarak gelen bir peygamber olması şartıdır. Bu durumda birisi şöyle diyebilir: "Bu, birşeyi kişinin kendi hakkında kabullenmesidir. Çünkü bu, Hz Muhammed'in peygamber olduğunu kendisinin söylemesidir." Buna, "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bir peygamber olmasından murad, elinde mu'cizelerin zuhur etmiş olmasıdır. Binânealeyh böyle bir sual söz konusu olmaz" diye cevap verilir. Allah en iyisini bilendir. Biz, şimdi tekrar âyetin lafızlarını tefsir etmeye dönelim:

Cenâb-ı Allah'ın,"Allah, peygamberlerden... misak aldığı zaman..." ifâdesi hakkında İbn Cerir et-Taberî "Bu, "Ey ehl-i kitap, Allah'ın peygamberlerden ahd ve söz aldığı zamanı hatırlayın" manasındadır" demiştir.

Zeccâc ise, bu ifâdenin, "Ey Muhammed Kur'ân'da Allah'ın peygamberlerden ahd almış olduğunu hatırla" mânasında olduğunu söylemiştir.

Âyetteki "Peygamberlerin misâkı" tabirine gelince, bil ki masdarlann failine de mef'ulüne de muzaf olması caizdir. Binâenaleyh bu tabirden murad, Allah'ın bizzat peygamberlerin kendilerinden aldığı ahid olabileceği gibi, peygamberleri için başkalarından aldığı ahid de olabilir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu âyetin tefsirinde ihtilaf ederek her iki şekilde de mâna vermişlerdir.

Birinci şekil, Allah Teâlâ'nın birbirlerini tasdik etme hususunda peygamberlerden söz almasıdır. Bu, Sa'fd İbn Cübeyr, Hasan el-Basrî ve Tâvus'un (Allah onlara rahmet etsin) görüşüdür.

Buradaki mîsak ve ahdin, Hz. Peygamber (s.a.s)'e mahsus olarak diğer peygamberlerden alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu, Hz. Ali, İbn Abbas, Katâde ve Süddî'den (Allah onlardan razı olsun) rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına delil olarak şunları zikretmişlerdir:

1-Ayetteki, "Allah, peygamberlerden., misak aldığı zaman" buyruğu, bu ahdi alanın Allah; ahid alınanların da peygamberler olduğunu gösterir. Âyette ümmetlerden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh bu ahdin ümmetlerden (insanlardan) alındığını söylemek güzel olmaz. Bu delile şu şekillerde cevap verilebilir:

a) Yaptığınız bu izaha göre misak, burada mef'ulüne muzaf olmuş olur. Bizim izahımıza göre ise, bu ahid ve misak, fiilin failine nisbet edilmesi gibi, kendisi için ahid alınana nisbet edilmiş olur. Şüphesiz ki, bir fiilin failine nisbeti, mef'ulüne nisbetinden daha kuvvetlidir veya en azından eşittir. Bu, tıpkı "Allah'ın misâkı ve ahdi" denilmesi gibidir. Buna göre takdir, "Allah'ın, peygamberleri için ümmetlerinden aldığı o ahdi hatırlayınız" şeklinde olur.

b) Bununla, peygamberlerin çocuklarından alınan ahdin kastedilmiş olması da mümkündür. Peygamber evladlan, buna göre, İsrailoğullandır. Bu izaha göre âyette bir muzaf hazfedil mistir. Bu, tıpkı  Bekr İbn Vâil şöyle yaptı. Ma'd İbn Adnan böyte yaptı" denilmesi gibidir. Bundan murad, "Onların çocukları ve kavimleri şöyle yaptı" manasıdır.

c) Buradaki "peygamberlerden" murad, ehl-i kitap olabilir. Bu lafız, onlara hakaret etmek için kullanılmıştır. Çünkü onlar, "Biz, peygamberliğe Hz. Muhammed'den daha lâyıkız. Çünkü biz ehl-i kitabız ve peygamberler bizden olur" diyorlardı.

Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde "nebî" lafzı zikredilmiş ve bununla onların ümmetleri kastedilmiştir. Mesela, Cenâb-ı Hak: "Ey Peygamber, kadınları boşadıgımz zaman..." (Talak, 1) buyurmuştur.

2- Şu hadis de bu görüşte olanların lehine delildir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

' Ben size, bu dini taptaze ve tertemiz olarak getirdim. Bakın, Allah 'a yemin ederim ki İmran İbn Musa (a.s) yaşıyor olsaydı bana uymaktan başka bir şey yapamazdı."

3- Hz. Ali (r.a)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ gerek Hz. Âdem, gerekse ondan sonra gelen bütün peygamberlerden, "şayet Hz. Muhammed, zamanınızda peygamber olarak gönderilir ve, siz de hayatta olursanız, mutlaka ona imân edip, yardım edeceksiniz" diye ahd-ü misâk almıştır. Buradaki yardımdan maksadın, bu ahdi dile getirmek olması mümkündür. Allah en iyisini bilendir. [196]

 

Ahidden Maksad, Enbiyanın Hz. Muhammed'in Geleceğini Bildirmeleridir

 

İkinci şekil şudur: Bu âhidden murad, bütün peygamberlerin, ümmetlerinden, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik edip O'na yardım etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları ahiddir ki bu, çoğu âlimlerin görüşüdür. Biz, daha önce, âyetin bu manaya da gelebileceğini söylemiştik. Bu görüşte olanlar, doğruluklarına şanları delil getirmişlerdir:

Birinci hüccet: Ebu Müslim el-İsfehânf'nin söylediği şu izahtır: "Ayetin zahiri, Allah'ın ahd aldığı kimselerin, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde, O'nu tasdik etmeleri gerektiğini göstermektedir. Halbuki bütün peygamberler, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde, vefat etmiş idiler. Ölmüş olan kimseler, mükellef tutulamazlar. Kendilerinden misâk alınmış olan kimselerin Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildiğinde O'nu tasdik etmeleri vâcib olup, O peygamber olarak gönderildiğinde, diğer peygamberlere Hz. Muhammed'e iman etmeyi gerekli ve vâcib kılmak da mümkün olmadığına göre, kendilerinden ahd alınanların, peygamberlerin bizzat kendileri değil, aksine bunların, o peygamberlerin ümmetleri olduğunu anlamış oluruz." EbÛ Müslim sözüne devamla şöyle der: "Bizim bu fikrimizi, Allahu Teâlâ'nın, kendilerinden ahd almış olduğu kimselerin, Hz. Muhammed'e iman etmemeleri hâlinde fasık olacaklarına hükmetmiş olması da te'kîd etmektedir. Bu vasıf (fâsık olmak vasfı) peygamberlere değil, olsa olsa ancak onların ümmetlerine yakışır."

Kaffâl (r.h), Ebû Müslim'e cevap vererek şöyle demiştir: "Âyetten maksadın, "şayet peygamberler hayatta olmuş olsalardı, onların Hz. Muhammed (s.a.s)'i tasdik etmeleri gerekirdi" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (faraza) şirk koşmuş , olursan, celâlim hakkı için, amellerin boşa gider" (Zümer, 65) âyetidir. Halbuki Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kesinlikle müşrik olmayacağını biliyordu. Ancak ne var ki bu söz sadece faraza kaydıyla zikredilmiştir. Burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, "Eğer o peygamber, bizim adımıza bazı sözler uydurmuş olsaydı, muhakkak ki onun sağ elini alrverirdik. Sonra da, muhakkak kir onun kalb damarını koparırdık" (Hakka, 44-«) buyurmuş; meleklerin sıfatı hakkında da, onların sözle kendisinin önüne gecemiyeceklerini ve kendilerine her surette hakim ve kahîr olan Rab Teâlâ'dan korktuklarını haber vermiş olduğu halde, "Bunlardan (meleklerden) kim, "Ben de Ondan başka bir tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz, o zalimleri de böyle cezalandıracağız" (Enbiya, 29) buyurmuş ve bütün bunları faraza kaydıyla zikretmiştir. İşte burada da böyledir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hak peygamberlerin farazî olarak, iman etmemeleri takdirinde "fasık" olacaklarını bildirmiştir. Çünkü "fısk" ismi, şirkten daha kötü değildir. Halbuki Cenâb-ı Hak, bu şirkten farazi olarak Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında, "Eğer (bilfarz) şirk koşmuş olursan, celâlim hakkı için amellerin boşa gider" {zomer, 65) şeklinde bahsetmiştir. İşte burada da böyledir.

İkinci hüccet: Bu âyetten maksat, Hz. Muhammed zamanında olan kimselerin iman etmeleridir. Misakın bu kimselerden alınmış olması, âyetten elde edilmek istenen maksadın meydana gelmesi hususunda, peygamberlerden alınmış olması halinden daha beliğ, daha müessir olmuş olur.

Bu hüccete karşı şu şekilde cevap verilmiştir: Peygamberlerin dereceleri, ümmetlerinin derecelerinden daha yüce ve daha şereflidir. Binâenaleyh âyet, Allahu Teâlâ'nın, o peygamberlerin hayatta olmaları halinde Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmelerini vacib kıldığına; onların böyle bir iman etmemeleri halinde fâsıkfar zümresinden olacaklarını beyan ettiğine delâlet edince, evet eğer böyle olunca, onların ümmetlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeleri haydi haydi farz olur. Binâenaleyh, âyette geçen "ahd" sözünü, matlûb olanı elde etme hususunda peygamberler için anlamak, bu bakımdan daha isabetli olur.

Üçüncü hüccet: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Ona, "Abdullah İbn Mesûd'un talebeleri Hak Teâlâ'nın bu âyetini, "Hani Allah, kendilerine kitap verilmiş olanlann misâkım almıştı" şeklinde

okuyorlar; biz ise, j "Hani Allah, peygamberlerin misâkmı almıştı" şeklinde okuyoruz" denildiğinde o, "Allah, ümmetleri aleyhinde olarak (onlan sorumlu tutmak üzere) peygamberlerden ahid almıştır" diye cevap vermiştir.

Dördüncü hüccet: Bu ikinci şekil, Hak Teâlâ'nın, "Ey İsrailoğullan, size ihsan etmiş olduğum bunca nimetlerimi hatırlayın, tavsiyelerimi yerine getirin; ben de size karşı olan ahdimi yerine getireyim..," (Bakara, 40) ve "Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye bir mîsâk almıştı" (Aw imran, 187) âyetleriyle de te'kîd edilmektedir. Bu mevzuda söylenenlerin hepsi, işte bundan ibarettir. Allah, muradını en iyi bilendir. [197]

 

Kelimesindeki Üç Farklı Kıraatin İzahı

 

Cenâb-ı Hakk'ın"Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim" ifâdesine gelince, bunda birkaç mesele vardır: [198]

 

Birinci Mesele

 

Kıraat imamlarının cumhuru,  kelimesini, lâm harfinin fethasıyla  şeklinde; Hamza, lamın kesresiyle şeklinde; Saîd İbn Cübeyr de şeddeli olarak şeklinde okumuştur. Fetha ile okumaya gelince bunun iki izah şekli vardır:

a) ism-i mevsût, ondan sonra gelen onu sılası; haberi ise, lâfzıdır. Kelâmın takdiri ise, "Şüphesiz size vermiş olduğum kitap ve hikmete; yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere gelmiş olan peygambere, işte bunlara mutlaka iman edeceksiniz..." şeklinde olur. Bu takdire göre, edatı, mübtedâ olduğu için mahallen merfûdur. Sılasındanedatına râci olacak olan zamir ise, hazfedilmiştir. Bunun takdiri ise, şeklindedir. Böylece mevsûle râci olacak olan zamir hazfedilmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın tıpkı,  Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" ,  âyetindeki hazf gibidir (Yani, şeklindedir). Yapılmış olan bu takdire, şu iki soru yöneltilmiştir:

Birinci soru:  edatı mevsûle olduğu zaman, sılaya atfedilen cümlede, râci olacak bir zamirin bulunması gerekir. Aksi halde bu atıf doğru olmaz. Baksana, sen  "Babası kalkan şahıs, sonra Zeyd( gitti" dediğinde, bu ifâde doğru olmaz. Halbuki, Hak Teâlâ'nın, fii ifâdesinde mevsûle râci olacak bir zamir bulunmamaktadır.

Biz deriz ki, Ahfeş'e göre, zahir bir ismin zamir yerinejgetirilmesi caizdir. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'm, "Kim korkar, sabrederse, muhakkak kt Allah tyt hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez" (Yusuf, »»âyetidir. Cenâb-ı Hak burada, "Onun ecrini etmez" dememiştir. Ve yine Cenâb-ı Hak, Sip kîr-"'man edip de güzel ameller yapanlar yok mu? Biz, muhakkak ki, tyi amel ve hareket edenin mükâfaatını zayi etmeyiz" (Kehf, 30) buyurmuş, "Onların ecrini zayi etmeyiz" dememiştir. Çünkü, bu iki âyette geçen zahir isimler, zamirin yerine geçmişlerdir. İşte burada da böyledir.

İkinci soru: Hak Teâlâ'nın,  ifâdesindeki lâm harfinin getirilmesindeki fayda nedir?

Deriz ki: Bu lâm harfi, ibtidâ (başlangıç) lamıdır. Bu senin,"Muhakkak ki Zeyd, Amr'dan daha faziletlidir" demen gibidir. Bu lamın "muksemun aleyh" (kasemin konusu) yerine geçecek olan şeyin başına gelmesi güzel olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'm, "Hani, Allah peygamberlerden misak almıştı" buyruğu, kasem yerindedir. Manası ise, Allah onların (şu konuda) yemin etmelerini istedi..." şeklindedir. İşte bu lâm, kasemden dolayı gelmiştir. Bu konunun izahı da işte budur.

b) Bu, Sibeveyh, Mâzlnî ve Zeccâc'ın tercihidir. Bu tercihe göre, buradaki şart mânası tazammun eden  dır. Buna göre takdir, "Şayet size bir kitap ve hikmet veririm; sonra da size, yanınızda olanı tasdik eden bir peygamber gelirse, sizler ona muhakkak ki iman edersiniz" şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki lâm, kasemden dolayt getirilmiş olan lamdır. Ama,  edatının başındaki lâm hazfedilmese de, mâna değişmez. Bunun bir benzeri de, "Allah'a yemin ederim ki, şayet sen yapar­san, ben de yaparım" demendir. Buna göre, lafzının zikredilmesi veya zik-redilmemesi sebebiyle mâna değişmez. İşte bu âyette de böyledir. Bu izaha göre,  edatının mahalli, sebebiyle mansûb; fiilinin mahalli de, fiiline atfedilmesi sebebiyle meczumdur. ifâdesi de, şartın ce­zasıdır. Sibeveyh, birinci görüşü, yani nın mevsule olmasını kabul etmez. Çünkü Sibeveyh, zahir ismin zamir yerine kaim olacağını kabul etmemektedir.

'daki lâm harfinin, meksûr okunması da, illet lamı olmasından dola­yıdır. Buna göre sanki, "Allah, onların misaklarını şunun için almıştır: Çünkü, kendisine kitap ve hikmet verilenlere böyle bir lütfün tahsis edilmiş olması, diğer peygamber ve nebileri tasdik etmelerini gerektirir" denilmek istenmiştir.

Bu kıraate göre  mevsûle olur. Bu izahın tamamını, birinci izahta açıkla­mıştık.

Bu kelimenin şeddeyle  şeklinde okunmasına gelince, Keşşaf sahibi bu hususta şu iki izahı yapmıştır:

a) Bunun mânası şöyledir: "Size bir kitap ve hikmet verdiğimde ve sonra size o kitabı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, o peygambere inanıp yardım etmek size vâcibtir.

b) Bu âyetteki,  lafzının aslı dır. Üç mîm harfinin, yani iki mim ile 'daki mîm'e idğâm edildiği için mim harfine çevrilmiş olan nûn'un bir arada bulunuşu ağır görülmüş ve bunlardan biri hazfedil m iştir. Böylece bu kelime,  olmuştur. Bu, "Size verdiğim şeyden dolayı, ona imân edeceksiniz" mânâsındadır. Bu, mânâ bakımından Hamza'nın kıraatına yakındır. [199]

 

İkinci Meesele

 

Nâfî, tâ'zim için nün ile pfty şeklinde, diğer kıraat imamları da tevhid için (müfred olarak) tâ ile, (Ben size verdim) şeklinde okumuşlardır. Nafl'nin delili, "Davud'a Zebur verdik" (Nisa, 163> "Henüz çocuk iken ona hikmet verdik" (Meryem, 13) ve "O ikisine, apaçık gösteren o kitabı verdik" (Saffat, ıı?) âyetleridir. Bir de, bu kıraat Allah'ın azametini daha çok belirtmektedir. Binâenaleyh dinleyenlerin kalbinde daha fazla heybet uyandırır. Buraya bu mâna daha uygun düşer. Diğer kıraat imamlarının delili ise, ç»ty "O kitabı kulu (Muhammed'e) indiren Allah'a hamdoisun" (Kehf, i) aye­tidir.

Bir de, bu okuyuş, âyetin hem öncesine hem de sonrasına daha uygun düşmektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah bundan önce, "Allah .. aldığı zaman" ifâdesini, bundan sonra da "Bu ağır yükümü" kelimesini getirmiştir. Nafî, diğer kıraat imamlarının bu görüşlerine, "Fesahat çeşitlerinden birisi de, ifâdeyi müfred iken cem'e veya cemî iken müfrede doğru değiştirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (kitabı) "Benden başka hiç kimseyi vekil tutmayın" diye İsrafloğulian için bir hidayet rehberi) kıldık" buyurmuş, "KILDIK" dediği gibi (demekle beraber) "BİZDEN başka" dememiştir. Allah en iyisini bilendir. [200]

 

Üçüncü Mesele

 

Allah Teâlâ, peygamberleri gâib yoluyla zikretmiş, daha sonra da "Size... verdim" buyurmuştur ki

bu bir hitaptır ve burada bir hazif vardır. Bunun takdiri, "Allah, peygamberlerden ahd alıp, onlara hitap ederek, "Ben size kitap ve hikmet verdim" demiştir" şeklindedir.

Kur'ân'da çok hazif vardır. Bazı âlimle', bu âyet hakkında başka bir takdir yapıp, yukarıda nahivcilerden naklettiğimiz külfetlerden kurtararak şöyle demişlerdir: "Allah, peygamberlerinden, "size verdiğim kitap ve hikmeti, insanlara tebliğ edin" diye ahd almıştı." Bu takdiri yapanlar şöyle demişlerdir: "Fakat burada, söz kendisine delâlet ettiği için "tebliğ edin" emri hazfediHniştir. Çünkü kasem lamı fiile gelebilir. Bu lâm, fiile delâlet edince, söz daha kısa olsun diye fiil hazfedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nezdtnizdekt (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir. Ona mutlaka iman ve yardım edeceksiniz" buyurmuştur. Bu takdire göre, âyetin nazmı bozulmaz ve öyle zorlanılarak yapılan takdirlere de ihtiyaç duyulmaz. Mutlaka bir takdir yapmak gerekiyorsa, nazmın güzel ve açık bir şekil aldığı bir takdirin yapılması, o gibi zorlamalara girmekten daha evladır. [201]

 

Buradan Bütün Peygamberlere Kitap Verildiği Anlaşılıyor, Oysa Böyle Değildir

 

"Andolsun ki size kitap verdim" ifâdesinde bir müşkil vardır. O da şudur: Bu hitap, ya bütün pey­gamberlere veyahut da onların ümmetleri nedir. Eğer bütün peygamberler için yapılmış bir hitap ise, bütün peygamberlere kitap verilmiş olduğunu gösterir. Halbuki onların bazılarına kitap verilmiştir. Yok eğer bu hitap ümmetlerine ise, bu müşkil daha da büyür. Buna şu İki şekilde cevap veririz:

a) Bütün peygamberlere kitap verilmesi, her nekadar bazılarına kitap verilmese de, onların da diğer peygamberlere verilmiş olan kitaplarla doğruya ulaşmış ve o kitaplarla amel etmeye davet etmiş olmaları mânasındadır.

b) Peygamberlerin (a.s) en faziletlisi, kendilerine kitap verilenlerdir. Binâenaleyh onların hepsi de, bu âyette kitap verilmiş olma şerefi İle tavsif edilmişlerdir. [202]

 

Beşinci Mesele

 

Kitap, indirilen ve okunan şey manasınadır. Hikmet ise, kitapta olmayan geniş mükellefiyetler yükleyen vahiy demektir. [203]

 

Altıncı Mesele

 

ifâdesindeki harf-icerri,  daki  ism-i mevsûlünû beyân için gelmiştir. Bu senin şu sözün gibidir. "Yanımda gümüş­ten, iki dânik (1/6 dirhem) vardır."

Cenâb-ı Allah'ın, "Sonra da size nez-dinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" âyeti ile ilgili bazı sorular vardır:

Birinci soru: Peygamber, peygamberlere değil, ümmetlere geldiği hâlde, bu ifâdede 'Sonra siz (peygamberlere) gelecektir" buyurulmasının mânâsı nedir?

Cevap: Biz bu âyetteki, "Allah, peygamberlerden... ahd aldığı zaman..." ifâdesini, peygamberlerin kendilerinden değil de onların ümmetlerinden alınan ahid manasında anlarsak, böyle bir soru kendiliğinden kalkar. Eğer biz bu ifâdeyi, bizzat peygamberlerin kendilerinden alınan ahid manasında anlarsak, âyetteki o resul size gelirse 'sözü, (sizin zamanı­nızda o resul gelirse) demektir. [204]

 

Hz. Muhammed'in Önceki Peygamberleri Tasdikinin Mânası

 

İkinci soru: Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatı, onların şeriatları ile aynı olmadığı halde, Hz. Muhammed onlarla birlikte olanı yani onların şeriatlarını ve ahkâmını nasıl tasdik etmiş olabilir?

Cevap: Biz deriz ki, bu ifâdeden maksat, tevhid, nübüvvet ve dinin asıllarında uygunluğun bulunmasıdır. Fakat dinin tafsilatında (ahkamında) bir farklılık olsa bile, bu gerçekte bir ihtilaf değildir. Çünkü bütün peygamberler, Hz. Musa (a.s) zamanında hak olan şeyin onun şeriatı; Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında hak olan şeyin O'nun şeriatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, her nekadar bir farklılık zannı uyandtrsa bile, hakikatte bir uygunluk vardır. Yine âyetteki, "Sonra da size nezdinizdeki (kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" buyruğundaki "bir peygamber"den maksat, Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların nezdindekı şeyi tasdik edici olmasından maksat ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, vasıflarının ve çeşitli durumlarının Tevrat ve İncil'de zikredilmiş olmasıdır. Hz. Peygamberin sıfatlan ve halleri, o kitaplarda zikredilenlere uygun olarak tezahür edince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat gönderilişi, onların yanındaki bu kitapların bir tasdiki olmuştur. İşte Hz. Muhammed (s.a.s)'in, onların nezdindeki kitapları tasdik edici olmasından maksad budur. [205]

 

Peygamberlerden Alınan Mîsakın Mahiyeti

 

Üçüncü soru: Netice olarak, Allah Teâlâ, bütün peygamberlerden, nezd(erindeki kitabı tasdik edici olarak gelen her peygambere iman etmeleri hususunda söz almıştır. Binâenaleyh bu "misâk" ne demektir?

Cevap: Bu "mîsâk"ın, o peygamberlerin akıllarında, Allah'ın emrine inkiyad etmenin vâcib olduğuna delalet eden delillerin yer almış olması mânasına gelmesi muhtemeldir. Böyle bir peygamber geldiğinde, ancak kendisinin doğruluğunu gösteren mu'cizeler elinde zuhur ettiği zaman bir peygamber olmuş olur. O, diğer peygamberlere, Allah'ın, insanlara kendisine imân etmelerini emrettiğini haber verdiği zaman, onlar işte o esnada o peygambere de inanmanın vacib olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh böyle delillerin o peygamberlerin aklında yer almış olması, onlardan "mîsâk" alma gibidir.

Yine bu "mîsâk"tan muradın şöyle olması da muhtemeldir: Allah Teâlâ, o peygamberin sıfatlarını, daha önceki peygamberlerin kitaplarında tafsilatıyla belirtmiştir. O peygamberin hâli, önceki kitaplarda yazılı olanlara aynen uyduğu zaman, O'na inanmak vâcib olur. Bundan dolayı âyetteki "Sonra da size, nezdtnizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelecektir" ifâdesi her iki mânâya da delâlet eder. Birincisine, âyetteki "bir peygamber" lafzı, ikincisine de, "Nezdinizdekini tasdik edin" sözü delâlet eder.

Allah Teâlâ'nın, "Ona mutlaka imân ve yardım edeceksiniz" ifâdesinin mânası açıktır. Çünkü Allah Teâlâ önce o peygambere inanmayı, ikinci olarak da ona yardım etmeye gayreti emretmiştir. Bu ifâdenin başındaki lâm, kasem lamıdır. Sanki, "Allah'a yemin ederim ki, ona inanacaksınız..." denilmiştir.

Sonra Hak Teâlâ, ("(Allah) "ikrar ettiniz mi?" dedi" buyur­muştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [206]

 

Birinci Mesele

 

Alfahu Teâlâ'nın, ifâdesini, "Allah, peygamberlerden ahd aldı" mânâsında tefsir edersek, "İkrar ettiniz mi?" ifâdesi, "Allah, peygam­berlerine, "Ona iman etmeyi ve yardımda bulunmayı kabul ettiniz mi?" dedi" mânasında olur. Yok eğer bu ifâdeyi "Cenâb-ı Hak, peygamberlerinden, ümmetlerinden ahd almaları hususunda ahd-u mîsâk almıştır" mânâsında tefsir edersek "İkrar ettiniz mi?" ifâdesinin mânası, "Her peygamber, ümmetine "ikrar ettiniz mi?" der" şeklinde olur. Çünkü Allah Teâlâ, her nekadar bu ahdi

peygamberler ümmetlerinden almışlar ise de, kendisine nisbet etmiştir. Bu İkrar isteme peygamberlerden sudur etmiş ise de, Allah Teâlâ onu kendisine nisbet etmiştir. Bundan maksat şudur: Peygamberler bu işi tahakkuk ettirme ve te'kîd etme hususunda büyük çaba sarfetmişler, sadece ümmetlerinden söz (ahd) alma ile yetinmemiş, onlardan sözlü ikrar da istemiş ve bu hususu şâhid tutarak te'kid etmişlerdir. [207]

 

İkinci Mesele

 

"İkrar", if'al babında olup bunun aslı,  "Birşey yerinde durup, orada karar kılarak, oradan ayrılma­dığı zaman söylenilen   tabirinden alınmıştır. Birisi bir şeyi kendi aleyhine itiraf edip kabul ettiğinde ona mukırr denir.

Hak Teâlâ'nın, "Ve uhdenize bu ağır yükümü ahp kabul eylediniz mi?" buyruğuna gelince, buradaki "alma", kabul etme manasınadır. Kur'ân-ı Kerim'de, birçok yerde ' (aldı) kelimesi, kabul etti mânasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ondan bir fidye alınmaz" (Bakara, 48) yani kabul edilmez, ve "Sadakaları alır" (Tevbe, ıo4jyani "kabul eder" buyurmuştur. Âyetteki "Isr", yaptığı bir işten dolayı insana gelen zorluk demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey Rabb'imtz, bizden evvelki (ümmetlere) yüklediğin gibi üstümüze bir ısr (yük) yükleme" (Bakara, 286) buyurmuştur. Nitekim "ahd" da, bu ağırlık mânasından ötürü "Isr" diye ifâde edilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ahd, bağlanıp sağlama alınan şeylerden olduğu için "Isr" diye adlandırılmıştır. Pazubend'e de "Isâr" denilmesi, bu mânâdan dolayıdır. Âyetteki bu kelime, ısjs* şeklinde de okunmuştur. Bu kıraatin, mânasında kullanılmış olması caizdir. [208]

 

Şahitliğin Bu Âyetteki Mânası

 

Sonra Allah Teâlâ,  "Onlar "ikrar ettik" dediler" buyurmuştur. Buradaki, "Öyleyse şahit olun" ifâdesinin çeşitli tefsirleri yapılmıştır:

1- "Öyleyse birbirinize ikrar ile şahid olun. Ben de sizin ikrarınıza ve birbirinizi şâhid tutmanıza şahidlik edenlerdenim." Bu, bu işi onlara pekiştirmek ve onların Allah'ın şahadeti ile birbiftenne şahid oluşlarını hatırlayıp bildiklerinde böyle bir şahadetten rucû etmekten onları sakındırmak manasına gelir.

2- "Öyleyse şâhid olun" emri, meleklere yönelik bir hitabtır.

3- "Öyleyseşâhid olun" emri "Herkes kendisini, kendisi aleyhine bir şâhid

kıtsın" mânâsındadır. Bunun bir benzeri de, "Onları kendilerine şahid tutmuş ve "Ben, sizin Rabb'iniz değil miyim? (demişti.) Onlar da "Evet, (kendi aleyhimize) şahid olduk" demişlerdi" (Araf, 172) âyetidir. Bu, "mübalağa"

babındandır.

4- Bu, "Bilmeme hususunda hickimsenin iteri sürecek mazereti kalmasın diye bu mîsakı, âlim câhil herkese açıklayınız" mânâsındadır. "Şâhid", dâvanın doğruluğunu ortaya koyan kimse demektir.

5- Bu ifâde, "Size ikrar ettirdiğim bu mîsakı, iyice belleyin ve bu hususta bir şeyi görüp gözeten bir kimse gibi olun" mânâsındadır.

6- Biz, mîsâk'ın ümmetlerden alınmış olduğunu kabul edersek, bu durumda bu ifâde, peygamberlere, ümmetlerine şâhid olmalarını emreden bir hitab olmuş olur.

Hak Teâlâ'nın"Ben de sizinle beraber şâhidük edenlerdenim (dedi)" buyruğu bir te'kid ve mecbur tuttuğu şeyi takviyedir. Bunun diğer bir faydası da şudur: Allah Teâlâ, her nekadar burada başkasını şahid tutmuş ise de, böyle bir şâhid tutmaya kendisinin ihtiyacı yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'ya hiç birşey gizli kapaklı kalmaz. Ancak bir maslahattan ötürü onları birbirlerine şahid tutmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, sırları ve gizli şeylerin en gizlisini bilir.

Cenâb-ı Hak(bunun peşisıra diğer te'kidli bir ifâde daha getirip "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte o gibiler fasıklann taa kendileridir" buyurmuştur. Yani, "Geçen bunca delilden sonra kim o peygambere iman ve yardım etmekten yüz çevirirse, fasıklardan olur" demektir. Fasıklar için olan ilâhî va'îdler malumdur. Âyetteki, "Artık kim bundan sonra yüz çevirirse..." ifâdesi, şart cümlesidir. Şart ve ceza cümlesinde kullanılan mâzî fiiller, muzarî fiil manasındadırlar. Allah en iyi bilendir. [209]

 

İslâm Cansız Kâinatın Bile Tâbi Olduğu Dindir

 

"Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayet Ona döndürülecekler" (Al-i İmran, 83).

Bil ki Allah Teâlâ, bir önceki âyette, Hz. Muhammed'e iman etmeyi, geçmiş bütün peygamber ve ümmetlere gerekli ve meşru kıldığı bir hükmü olduğunu beyân edince, bunu istemeyen ve kabul etmeyen herkesin Allah'ın dininden başka bir din istemiş olacağını açıklamış ve "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [210]

 

Birinci Mesele

 

Âsım'ın  râvisi   Hafs,   bu  âyetteki fiilleri,  şu  iki sebepten ötürü yâ harfi ile ve şeklinde okumuştur:

a) Bu fiillerin faillerinin, bir önceki âyette geçen "fasıklar" olduğunu göstermek için...

b) Allah Teâlâ, yahudi ve hristiyanların Hz. Muhammed'e imân etmelerinin gerekli olduğunu ortaya koymak için, bir önceki âyette mîsâk aldığını anlatmıştır. Yahudi ve hristiyanlar inkârlarında ısrar edince, onların bu hallerini yadırgayarak,   "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?" buyurmuştur. Ebû Amr, yahudi ve diğer kâfirlere bir hitap olarak, ilk fiili üjfcS "arıyor musunuz?" şeklinde ' Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez Ona boyun eğmiştir"  ifâdesinde zikredilmiş oian  bütün mahlukata râci olsun diye ikinci füli de üyrj. şeklinde okumuştur.

Diğer kıraat imamları ise, bu iki fiili muhatab sigası ile ve "arıyor (musunuz?)" ve "döndürüleceksiniz" şeklinde okumuşlardır. Çünkü bu âyetten önce gelen "İkrar ettiniz mi?" "alıp kabul eylediniz mi?'' ifâdeleri, muhatab sigasıyla gelmiştir. Ve yine müstüman, kâfir ve herkese, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah'a teslim olduğunu ve sizin dönüşünüzün de O'na olacağını bilip dururken, Allah'ın dininden başkasını mı arayıp duruyorsunuz?" denilmesi de uzak bir ihtimal değildir. Bu Hak Teâlâ'nın tıpkı, "Karşınızda Allah'ın âyetleri okunup dururken ve O'nun peygamberi de içinizde tken, siz Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?" (Ah liman. 101) âyeti gibidir. [211]

 

İkinci Mesele

 

Bu ifâdenin başındaki hemze, istifham içindir. Bu istifhamdan maksat, onların yaptıklarını yadırgamak

(istifhâm-ı inkârı) veyahut da onların yaptıklarını sadece belirtmek (istifhâm-ı takriridir. Bu istifham edatının esasen yeri öy£ lafzıdır. Bunun takdiri ise, "Allah'ın dininden başkasını isterler mi?" şeklindedir. Çünkü istifham ancak, fiil ve hadiseler hakkında olur. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak, mef'ûl olan ifâdesini, fiili olan Oji£ kelimesinden önce getirmiştir. Çünkü bu, hemzenin mânâsı olan inkâr etme ve yadırgamanın, bâtıl bir mabuda yönelmiş olması itibariyle daha mühimdir. Bu ifâdenin başında bulunan fâ harfi ise, cümleyi cümleye atfetmek için getirilmiştir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a) Takdir, öyt"İşte bunlar, fâsıkların ta kendileridirler; ve onlar yine, Allah'ın dininden başkasını isterler" şeklindedir. Bil ki, şayet denilmiş olsaydı, yine caiz olurdu. Ancak ne var ki, fâ harfinin getirilmiş olmasında, bunun ifâde ettiğinden daha fazla bir mana vardır. Sanki şöyle denilmiştir: "Bu kadar beliğ te'kidlerle te'kid edilmiş olan bu mîsakın alınışından sonra mı, siz hâla Allah'ın dininden başka bir din arıyorsunuz?" [212]

 

Üçüncü Mesele

 

Rivayet edildiğine göre ehl-i kitaptan iki grup, Hz.İbrahim (a.s)'in dini hususundaihtilâf edince, hükümleşmek üzere Hz. Peygamber'in yanına geldiler. Bu iki gruptan her biri, Hz. İbrahim'in kendilerine daha yakın olduğunu iddia ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Her iki grup da, Hz. İbrahim'in dininden uzaktır" dedi. Buna karşılık onlar, "Biz senin hükmünü kabul etmiyor ve dinini de alıp benimsemiyoruz" deyince, işte bu âyet nazil oldu.

Bence, bu âyeti bu sebebe hamletmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durumda âyetin, mâkabliyle (öncesiyle) ilgisi kalmaz. Halbuki, istifhâm-ı inkarî, bu cümlenin kendisinden öncesiyle irtibatlı olmasını gerektirir. Binaenaleyh, âyetin izah şekli şudur: Bu mîsak onların kitaplarında zikredilmiş olduğu için, onlar da bunu bildikleri için , Hz. Peygamberin peygamberlik davasında doğru ve sadık olduğunu da biliyorlardı. Binaenaleyh, inkârların yegâne sebebi olarak geriye, sadece düşmanlık ve haset kalmaktadır. Bundan dolayı onlar, hasedi kendisini inkâra götüren İblis gibi olmuşlardır. Allahu Teâlâ onlara, böyle oldukları zaman, Allah'ın dininden başka bir din, Allah'tan başka da bir mabud aramış olacaklarını bildirdi.. Sonra da, Allah'a karşı inatlaşmanın ve O'nun hükmünden yüz çevirmenin, akıllı kimselere yakışmayan şeylerden olduğunu beyân ederek, 'Hal­buki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi} ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayet Ona döndürülecekler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili- iki mesele vardır: [213]

 

İslâm’ın Bu Âyetteki Mânası

 

İslâm, teslim olma, boyun eğme ve itaat etme anlamına gelir. Bunu anladığın zaman bil ki, göklerde ve yerde bulunan bütün varlıkların itaat etmesinin

birçok izah şekli vardır:

1- Bu bence en sahih olan izahtır. Allahu Teâlâ'nın dışındaki bütün varlıklar, zâtı bakımından mümkün varlıklardır. Zâtı bakımından mümkün olan her varlık, ancak Allah'ın var etmesiyle var, yok etmesiyle de yok olur. O zaman, Allah'ın dışında bulunan her şey, varlık ve yokluk taraflarından, Allah'ın celâline boyun eğmiş ve O'na itaat etmiştir. İşte, boyun eğip inkıyâd etmenin nihayeti de budur. Sonra, bu izahta başka bir incelik daha vardır ki, o da şudur: "O'na boyun eğmiştir" ifâdesi, bir hasr ifâde eder. Yani, "Göklerde ve yerde bulunan herşey ve herkes, başkasına değil, sadece ve sadece O'na boyun eğmiştir" demektir. Binâenaleyh bu âyet, vâcibu't-vücûd'un tek olduğunu ve ister akıl, ister nefis, ister ruh, ister cisim, ister cevher, ister araz, ister fail, isterse fiil olsun, O'nun dışındaki herşeyin ancak Allah'ın var etmesiyle vücûd bulacağını ve O'nun yok etmesiyle de yok olacağını ifâde etmektedir. Bu mânaya delâlet etme hususunda, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde bulunan herkes, ister istemez Allah'a secde eder" (Ra'd, ıs) âyetiyle, "Hiçbir şey hariç olmamak üzere, hepsi O'nu hamd ile teşbih eder" (isra. 44) âyetidir.

2- Allah'ın irade buyurduğu hususta, hiçkimsenin O'na karşı koyması mümkün değildir. Varlıklar, Allah'ın muradını ya isteyerek veyahut da istemedikleri halde, kabul etmek zorundadırlar. Meselâ sâlih müslümanlar, dine taalluk eden meselelerde Allah'a isteyerek; tabiatlarına ters düşen hastalık, fakirlik, ölüm ve benzeri şeyler hususunda da O'na istemeyerek (kerhen) inkiyâd ederler. Kâfirlere gelince onlar, her halükârda, Allah'a kerhen inkiyâd ederler. Çünkü onlar, din ile alâkalı olan hususlarda Allah'a boyun eğmezler; dinî olmayan diğer hususlarda ise, O'na kerhen teslim olurlar. Çünkü onların, Allah'ın kaza ve kaderini savuşturmaları mümkün değildir.

3- Müslümanlar, isteyerek; kâfirler ise, Ölümleri esnasında kerhen ve istemeyerek Allah'a boyun eğmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Fakat, hışmımın gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi" (Mümm, 85) buyurmuştur.

4- Bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak ki, "Allah" derler" {Lokman, 25) âyetinin delaletiyle, O'nun uluhiyyetine isteyerek; O'nun tekliflerine ve elem ve kederleri yaratıp vermesine de istemeyerek boyun eğmektedirler.

5- Bütün varlıkların boyun eğmesi, mîsak alındığı sırada meydana gelmiştir ki  bu  da  Cenâb-ı  Hakk'ın,   "Hani Rabb'in Âdemoğullanndan,  onların sırtlarından züniyetlerini çıkarıp kendilerini neft/erine şahit tutmuş, "Ben sizin Rabb'fniz değil miyim?" demişti" (Araf, 172)âyetinin İfâde ettiği husustur.

6-   Hasan   el-Basrî,   "İsteyerek  boyun  eğmek,   gökteki  (meleklere) mahsustur. Yerdektlere gelince, bunların bir kısmı isteyerek, bir kısmı da kerhen İnkiyâd ederler" demiştir. Ben de derim ki, Cenâb-ı Hak Subhânehu, bu hususu, gökleri ve yeri yaratması konusunda zikretmiştir ki, bu da, "Sonra da ona ve yeryüzüne, "ikiniz de ister İstemez gelin" buyurdu" (Fusilet, 11) âyetinde bahsedilmiş olan husustur. Bu konuda, insanı hayranlıklar içinde bırakan birçok sırlar bulunmaktadır.

Hak Teâlâ'nın, öy "Nihayet O'na döndürülecekler" ilâdesine gelince, bundan maksad da şudur: "Dünyada Allah'a muhalefet eden herkesin dönüşü, Allah'a olacaktır." Bundan maksat, "Allah'dan başka hiç kimsenin bir zarar ve fayda veremeyeceği yere varacaktır..." demektir ki bu, hak dine muhalefet eden kimselere karşı yapılmış büyük bir tehdittir. [214]

 

İkinci Mesele      

 

Vahidî (r.h) şöyle demektedir: kelimesi, in kiyâd etmek manasına gelir. Nitekim bir kimse bir

başkasına boyun eğip inkiyâd ettiğinde jlai bir kimse, başka birisinin emriyle çekip gittiği zaman "Muhakkak ki -onun emrini dinledi, O'na itaat etti" ve bir kimse birisine muvafakat edip uyduğunda da "Muhakkak ki ona uydu, muva­fakat etti" denilmektedir." İbnu's-Sikkît şöyle der: denilir. Âyet-i kerimedeki ifâdeleri, hal mahallinde gelmiş olan birer mefûl-i mutlak oldukları için mansûb olmuşlardır. İfâdenin takdiri ise, şeklindedir. Bu, senin tıpkı zsk "Bana koşarak geldi" demen gibidir.

Halbuki, denilmez.. Ama, "Bana konuşarak geldi" denilir. Çünkü, kelâmın kendisi gelmez... Allah en iyi bilendir. [215]

 

"De ki: Allah'a İman ettik. Bize indüene, İbrahim'e İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a ve oğullarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rab Taâlâ'dan verilenlere de (iman ettik). Onlardan hiç biri arasında fark

gözetmeyiz. Biz Ona teslim olmuşlarız" (Âli İmran, 84).

Bil ki Cenâb-ı Hak, önceki âyet-i kerimede, yanlarında olanı tasdik etme konusunda diğer peygamberlerden mîsak aldığını beyan edince, bu âyette de, Hz. Muhammed'in sıfatlarından birisinin, onların yanında bulunan Tevrat'ı tasdik etmesi olduğunu açıklamış ve, Ve ki: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e... indirilene iman ettik..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili bazı meseleler vardır: [216]

 

Birinci Mesele

 

ifâdesindeki zamir müfred, (iman ettik) ifâdesindeki zamir de cemidir. Bu hususta bazı izahlar bulunmaktadır:

a) Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed'e hitab ettiği zaman, ancak tekil lafızlarla hitab etmiş ve O'na, kavmine hitab ettiğinde, hükümdarların ve büyük şahısların konuşması gibi, tazim ve ululuk ifâde eden bir üslûbla, cemi lafzını kullanarak hitab etmesini öğretmiştir.

b) Allahu Teâlâ önce söz, Allah'ın bu emirlerini insanlara tebliğ edecek olanın o peygamber olduğunu göstersin diye, ona müfred bir lafızla hitab etmiş, sonra, bu sözü söylediği zaman ashabının ona muvafakat edeceğine bir dikkat çekmek üzere, "iman ettik" tabirini kullanmıştır.

c) Allahu Teâlâ, bununla, Hz. Peygamber'in onların yanında olan kitabı tasdik edici olduğu zuhur etsin diye, sözünün ifâde etmiş olduğu emri yerine getirme hususunda, O'nun şahsına hitab etmiştir. Sonra bu mükellefiyetin sa­dece O'na has olmayıp, bilakis bütün mü'minler için bir görev olduğuna dikkat çekmek için, &' (iman ettik) tabirini kullanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Müminler de, onların her biri de Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman etti. "O'nun peygamberlerinden hiçbiri arasında ayıran yapmayız..." (Bakara, 285) buyurmuştur. [217]

 

İkinci Mesele

 

Allah'a iman, peygamberlere imandan önce zikredilmiştir; çünkü Allah'a iman, peygamberliğe ima­nın aslıdır. İkinci mertebede, O'na indirilmiş olana iman zikredilmiştir. Çünkü diğer peygamberlere nazil olan kitaptan onların ümmetleri tahrif ve tebdil etmiştir, bu kitapların durumtarını bilmek de, ancak Hz. Muhammed'e inzal edilmiş olana iman etmekle mümkündür. Binaenaleyh, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'ân, diğer peygamberlere indirilen için bir asıl olmuş olur. İşte bundan dolayı Hz. Muhammed'e indirileni diğerlerinden önce saymıştır. Üçüncü mertebede, ehl-i kitabın, varlıklarını kabul ve itiraf ettiği, ama nübüvvetleri hususunda ihtilaf etmiş olduğu bazı peygamberler zikredil­miştir. Âyetteki, (torunlar) kelimesiyle kastedilenler, Cenâb-ı Hakk'ın Araf 160. âyetinde, oniki boyunu zikretmiş olduğu, Yakub (a.s)'un torunlarıdır. [218]

 

Hz. Peygamberin, Diğer Enbiyayı Tasdikindeki Hikmetler

 

Allahu Teâlâ, birçok sebeplerden dolayı, her peygamberin nübüvvetini kabul ve tasdik etmeyi vacib kılmıştır.

a) Hz. Peygamber'in, bütün peygamberleri doğrulayıcı olduğunu isbat etmek.. Çünkü bu şart, mîsakın alınmasında gözönünde bulundurulmuştu.

b)  Ehl-i kitabın görüşlerinin birbirleriyle çeliştiğine dikkat çekmek.. Bu böyledir, çünkü onlar ancak, elinde bir mu'cize zuhur ettiği için tasdik ettikleri bir peygamberi doğruluyor ve tasdik ediyorlardı. Bu ise, elinde bir mu'cize zuhur eden herkesin bir peygamber olmasını iktizâ eder. Buna göre, elinde mu'cize zuhur etmiş olanların bir kısmını tasdik edip, bir kısmını yalanlamak bir çelişkidir. Bilâkis yapılması gereken gerçek şey, hepsini tasdik edip, hepsinin nübüvvetini kabul etmektir.

c) Cenâb-ı Hak bu âyetten önce, "Şimdi onlar, Allah m dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki, göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir" (Ali İmran. 83) buyurmuştur. Bu, onların peygamberlerin bazısını yalanlamada ısrar etmelerinin, Allah'ın dininden yüz çevirmek ve Allah ile münazaaya girmek olduğuna dikkat çekmektir. İşte burada da, ehl-i kitabı nitelemiş olduğu, hüküm ve mükellefiyetlerde Allah ile münazaaya girme hâlinin O'ndan ve O'nun ümmetinden zail olması için, bütün peygamberlerin nübüvvetine iman hususunu açıklamıştır.

d) Allahu Teâlâ birinci âyette, bütün peygamberlerden, kendilerinden.gelen her peygambere iman etsinler diye misak aldığını bildirmiştir. Bu âyette ise, Hz. Muhammed (s.a.s)'den kendisinden önce geçmiş olan her peygamberi tasdik etsin diye ahid almıştır; ama kendisinden sonra gelecek peygamberleri (tasdik etmesi hususunda) bir misak almadığını zikretmiştir. Binâenaleyh bu âyet bu bakımdan, Hz. Peygamber'den sonra bir peygamber olmayacağı hususuna kesin olarak delâlet etmiş olur.

İmdi eğer fiili bu âyette niçin isti'lâ ifâde eden harf-i cerriyle, önceki âyette de bir intiha ifâde eden harf-i cerriyle müteaddi kılınmıştır?" denilirse, biz deriz ki, her iki mânanın da bulunmasından dolayıdır. Çünkü vahiy yukardan aşağı iner ve peygamberlere ulaşır. İşte bundan dolayı, bazan bir mana ile, bazan da diğer mâna ile kullanılmıştır.

Yine şu da söylenilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında (üze­rimize) tabiri kullanılmıştır; çünkü vahiy, O'nun üzerine nazil olmaktadır. Ümmet hakkında (bize...) kelimesi kullanılmıştır, çünkü vahiy, Hz. Peygamber'den nihayet onlara varıp ulaşmaktadır". Bu açıklama, bir zorlamadır. Şu âyetlere bakmıyor musun?  "Sana İndirilene" (Bakara, ; "Sana kitabı indirdik" (Nisa, 105) ve iman eden­lere indirilmiş olana iman ediniz..." (âli İmran, 72). [219]

 

Üçüncü Mesele

 

Âlimler, daha önce geçmiş ve şeriatları neshedilmiş olan bu peygamberlere imanın nasıl olacağı husu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Bu İhtilâfın aslı şudur: Onla­rın şeriatları neshedildiğine göre, peygamberlikleri de neshedilmiş olmaz mı? Buna, "Neshedilmiş olur" diyenler şöyle derler: "Biz onların daha önce nebî ve resul olduklarına inanırız, ama şu anda onların nebî ve resul olduklarına inanmayız." "Onların şeriatlarının neshedilmiş olması, peygamberliklerinin de neshedilmiş olmasını gerektirmez" diyenler ise, "Onların şu anda da nebî ve resul olduklarına inanırız" derler. Bu noktaya dikkat etmen gerekir. [220]

 

Peygamberler Arasında Ayırım Yapmamak Gerekir             

 

Âyet-i kerimedeki "Onlardan hiçbiri arasında tork gözetmeyiz' tabiri hakkında birkaç İzah bulunmaktadır:

a) Esamin şöyle demiştir: Fark gözetme bazan, onları birbirinden üstün görmeyle; bazan-da, Allah'a itaat hususunda aynı yol üzere olmadıklarını söylemek suretiyle olur. Bundan murad şudur: Biz onların hepsinin, Allah'a davet ve Allah'ın mükellefiyetlerine inkiyâd hususunda aynı din üzere olduklarını kabul ediyoruz.

b) Bazı âlimler şöyle demiştir: "Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz" ifâdesinden murad, yahudi ve hristiyanların farklı farklı inanmaları gibi, biz onların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmek suretiyle, "onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz" anlamıdır.

c) Ebû Müslim, bu ifâdeden muradın, "Biz onların üzerinde icmâ ve ittifak ettikleri şeyleri parçalamayız, bölmeyiz" mânası olduğunu söylemiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın..." (Ali İmran, 103} âyeti gibidir. Cenâb-ı Hak bir kavmi kınayıp, parçalanıp ayrılmakla vasfetmiş ve şöyle buyurmuştur:   "Andolsun ki, aranızdaki bağlar parça parça olmuştur. (Fayda) umduklarınızın hepsi sizleri bırakıp gitmiştir" (Enam, 94).

Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz O'na teslim olmuşlarız" ifâdesine gelince, bunda birkaç izah şekli bulunmaktadır:

a) Bizim bu peygamberlerin nübüvvetini ikrar ve kabul edişimiz ancak, Allahu Teâlâ'nın emrine inkiyâd ettiğimiz, O'nun emrine ve hükmüne teslim olduğumuz  içindir.  Bu  ifâde de,  O'nun durumunun,  Cenâb-ı  Hakk'ın kendilerine, "Şimdi onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, (hepsi) ister istemez Ona boyun eğmiştir" (Aw imran, 83) ifadesiyle hitabta bulunduğu kimselerin durumundan farklı olduğuna bir dikkat çekme vardır.

b) Ebû Müslim şöyle demiştir: tabirinin mânası, "Allah'ın emrine razı olmak ve O'na muhalefet etmemek suretiyle O'nun emirlerine teslim olan, inkiyâd edenleriz" demektir ki, bu Allah'a iman eden kimselerin vasfıdır. Bunlar da barış ve teslimiyetten yana olan kimselerdir. Kâfirler ise, Allah'a harb ilan etmiş kimseler diye vasfedilirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve Resulüne harb açanların cezası..." (Maıde, 33) buyurmuştur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz O'na teslim olmuşlarız" sözü hasr ifâde eder.

Buna göre ifâdenin takdiri, "riya, gösteriş ve mal talep etmek gibi başka bir maksadımız olmaksızın, sırf Allah rızası için biz teslim olduk, inkiyâd ettik.." şeklindedir. Bu ifâde, kâfirlerin hallerinin bunun aksi olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü onlar böyle yapmaz; aksine ancak gösteriş, riya ve mal elde etmek için bunları yapar ve bu sözü söylerler.. Allah en iyi bilendir. [221]

 

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecek ve o kimse, âhfrette en büyük zarara uğrayanlardan olacaktır" (Âl-i Imran. 85).

Bil ki, Allahu Teâlâ önceki âyetin sonunda "Biz Ona teslim olmuşlarız" buyurmuş, bunun peşinden de bu âyette, dinin sadece İslâm dini olduğunu, İslâm'ın dışındaki hiçbir dinin Allah katında makbul olmadığını, çünkü makbul olan amelin, Allahu Teâlâ'nın kendisinden ve failinden râz.\ olup, kendisine sevap verdiği amel olduğunu beyân etmiştir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah ancak, muttaki olanlardan kabul buyurur" (MSide, 27) buyurmuştur. Daha sonra Hak Teâlâ, İslâm dininin dışındaki dinlere mensup hiç kimsenin dininin, Allah katında makbul olmadığı gibi, aynı zamanda o kimsenin âhirette hüsrana uğrayanlardan olacağını açıklamıştır. Âhirette hüsrana uğramak, sevaptan mahrum, cezaya da duçar olmakla gerçekleşir. Bu hüsran ifâdesine kişinin dünyada iken yapamadığı salih amellere karşı duymuş olduğu üzüntü ve keder ile, yine dünyada iken kendi bâtıl dinini yerleştirme hususunda katlandığı çile ve meşakkatler de dâhildir. Bil ki bu âyetin zahiri, imanın İslâm olduğuna delâlet eder. Çünkü, eğer iman İslâm'dan ayrı olsaydı, Cenâb-ı Hak, "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecektir" buyurduğu için, o imanın makbul olmaması gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedeviler, "iman ettik" dediler; de ki, "siz iman etmediniz ama, İslâm olduk deyin..." (Hocurat. ^âyetinin zahiri İslâm'ın iman'dan başka bir şey olduğunu gösterir. Bu iki âyet, birinci âyeti örf-i şer'îye, ikinci âyeti de vaz-ı lûgavîye hamletmekle uzlaştırılabilir. [222]

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/301.

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/301.

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/301-302.

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/302.

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/302.

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/302-303.

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/303.

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/303-304.

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/304.

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/304.

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/304.

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/304-305.

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/305-306.

[14] Müslim, Salat, 215 (1/350).

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/306-307.

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/308.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/308.

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/309.

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/309-310.

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/310.

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/310.

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/310-311.

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/311.

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/311-312.

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/312.

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/312-313.

[27] Allah'ı, varlıklara hulul eden her yerde mevcut, her dilde konuşan bir insan şeklinde tasav­vur eden sapık mezhepler (Ç).

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/313-315.

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/315-316.

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/316-317.

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/317.

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/317-318.

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/318.

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/319.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/319.

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/319.

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/319-320.

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/320-321.

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/321-322.

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/322-323.

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/323.

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/323-324.

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/324.

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/324.

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/325.

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/325.

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/325.

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/325-326.

[49] Bu kelime kitapta şeklinde ise de daha önce şeklinde geçtiği için ve mana­ya bu daha uygun düştüğü için bunu tercih ettik (Ç).

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/326-327.

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/327-328.

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/328-329.

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/329.

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/329.

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/329.

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/330.

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/330.

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/330-331.

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/331.

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/332.

[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/332.

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/332.

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/332-333.

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/333-334.

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/335.

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/335.

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/336-337.

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/337-338.

[69] Bu bir darb-ı meseldir. Yani, "Damlaya damlaya göl olur" (Ç).

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/338-339.

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/339.

[72] Benzeri bir hadis için bkz Buhâri, Fezâil'ül-Ashab, 13; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 48, (4/1879).

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/339-340.

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/341.

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/341.

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/341-342.

[77] Buhâri, İman, 37.

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/342-344.

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/344.

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/344.

[81] Bu imparator, M.S. 14-37 arasında hüküm süren Tiberius olmalı (Ç).

[82] Batılılara göre. Tiberius'dan sonraki imparatorun adı Câligula olup 37-41 arasında tahtta kalıp öldürülmüştür. (Ç).

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/345-346.

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/346.

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/347.

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/347.

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/347.

[88] Bu manada bazı hadisler için bkz. Tirmizi, Fiten, 54, 62 (4/506.515).

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/347-351.

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/352-354.

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/354.

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/355.

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/355.

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/356.

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/356.

[96] Mütevatir kıraatler arasında tercih veya tafdilde bulunmak doğru değildir; zira hepsi de sa­bittir. Müfessirimizin kasdı da bu değildir. Anlaşılan o, mâna bakımından, böyle bir değer­lendirme yapmaktadır (Ç).

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/356.

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/356.

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/356-357.

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/357.

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/357.

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/357.

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/358.

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/358.

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/358-359.

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/359-360.

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/360.

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/360.

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/360.

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/360-362.

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/362-363.

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/363.

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/364.

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/364.

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/364.

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/365.

[117] Başlangıçta Hz. Peygambere httab edilmişken, peşinden gelen "kadınlarınız" cemi zamiri, ümmetin kasdedildiğini gösterir (ç).

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/365.

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/366-367.

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/367-369.

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/370-371.

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/371.

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/371-372.

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/372-373.

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/373-374.

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/374.

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/374-376.

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/376.

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/376.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/377.

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/377.

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/377-378.

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/379-381.

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/381.

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/381-382.

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/382.

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/383-384.

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/384-385.

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/385.

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/385.

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/386-387.

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/387-389.

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/389.

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/389-390.

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/390-391.

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/391.

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/392.

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/392-393.

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/393.

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/393-394.

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/394-395.

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/396.

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/396.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/396-402.

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/402-404.

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/404.

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/405.

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/405.

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/405-406.

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/406.

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/407.

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/407.

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/408.

[164] Benzeri bir hadis için bkz Tirmizt, Sünen, Büyü, 39 (3/565); Vesâya, S (4/433).

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/408.

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/409.

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/409-410.

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/411.

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/412.

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/412-413.

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/413-414.

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/414-416.

[173] (Benzeri hadis için bkz. Buhİri, istikraz, 12-13; Nesai, bûyû, 100 (7/316-317).

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/416-418.

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/418-420.

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/420-421.

[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/421-422.

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/422-423.

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/423.

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/423-424.

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/424.

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/424.

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/424-425.

[184] İbarenin tercümesi böyledir. Fakat kıraat imamının kendi kıraati hakkında delil getirip rüçhaniyet iddia etmesini garipsedik. Pek rastladığımız bir hadise değildir. Zira on kıraatin herbiri mütevatir olup aralarında tercih söz konusu değildir. Bunun zühul olduğunu zannediyoruz ve menşeini bilmiyoruz, muhtemelen Ebû Amr'ın ifadesinin gayesi; Arapçada ilade  ettiği  mana  yönünden  bu  mânanın  daha zahir olduğunu  kasdetmektir.  (ç).

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/425-426.

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/426.

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/426-427.

[188] Müslim, zikir, 73 (4/2088); İbn Mâce, Mukaddime, 23 (1/92) (uzunca bir hadisten...}.

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/427.

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/427-428.

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/428.

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/428.

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/428.

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/429.

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/429.

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/429-432.

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/432-434.

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/434.

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/434-436.

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/436.

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/437.

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/437.

[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/437.

[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/438.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/438.

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/439.

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/439-440.

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/440.

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/440-441.

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/442.

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/442-443.

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/443.

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/443-444.

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/444-445.

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/445-446.

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/446.

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/446-447.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/447.

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/447-448.

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/448.

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/449-450.

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/450.