NİSA SÜRESİ 13

Meali   : 13

İlgili Hadîsler. 13

«Ey İnsanlar!» Hitabı 13

İlk İnsan Adem'in Yaratılması 14

İnsanların Fizyonomik Değişiklikleri Neyi İsbatlar?. 14

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 15

Bütün İnsanların Aynı Soydan Gelmesi 15

Nefs, Diğer Bir Deyimle Ruh Nedir?. 15

Âyetler Arasinda  Bağlantı 16

Meali : 16

İniş Sebebi 16

Birden Fazla Kadınla Evlenmek. 16

Neden   Dörde   Kadar?. 17

Nikâh Emri 17

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali : 18

İlgili Hadîsler. 18

Kadın Haklarini  Koruma. 18

Fıkhî Yönü. 19

Mehri Kızın Velisi Veya Vasisi Alabilir Mi?. 19

Âyetler  Arasında  Bağlantı 19

Meali : 19

İlgili Hadîsler. 19

Aile Reisinin Tutumu. 19

Âyetler Arasında  Bağlantı 20

Meali   : 20

İniş Sebebi 20

İlgili Hadîsler. 20

İslâm Sekiz Şeyin Korunmasını Emreder. 20

Yetimin Rüşde  Ermesi 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali : 22

İniş Sebebi 22

İlgili Hadisler. 22

Hakların  Korunması 23

Sosyal Yönü. 23

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali : 23

İniş Sebebi 24

Miras Hukukunda Kız Ve Erkek Çocukların Durumu. 24

Ana  Babaya Ayrılan  Hisse. 24

Âyetler Arasinda Bağlantı 25

Meali  : 25

Kari Koca Arasında İkili  Birli Taksim.. 25

Fıkhî Yönü. 25

Ölenin  Vasiyeti Yoksa. 26

Ferâiz  İlminin  Önemi 26

İrsin Rükunları  Üçtür. 26

İrsin Şartları 26

İrsin Sebepleri 26

İrse Engel Sayılan Sebepler. 27

Ferâiz  İlminin  Konusu. 27

Arazi Beş Kısımdır. 27

Erkek Mirasçılar On Kişidir. 27

Kadın   Mirasçılar  Yedidir. 27

Bunlardan Altı Tanesi  Başkası Sebebiyle  Mirastan Tamamen  Mahrum  Olmaz  28

Varisler Miras Almada Üçe Ayrılır. 28

Takdir  Edilen  Farzlar. 28

Zevı'l-Erham.. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali : 29

İlgili Hadîsler. 29

Zina Hükmü. 29

Zina Sucunun Tesbıtı 30

Tevrat Ve İncil'de Zina Yasağı 30

Yorumlar - Rivayetler. 30

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali : 31

İlgili Hadisler. 31

Tevbe Kapısı İnsana Ölünceye Kadar Açıktır. 31

Günah Çıkarma. 32

Tasavvufî Yönü. 32

İki Durumda Tevbe Kabul Olunmaz. 33

İspritizma - Medyumluk. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 34

Meali  : 34

İniş Sebebi 34

İlgili Hadîsler. 34

Kadın Hakları 35

Tarihî Bir Belge. 35

Mehir. 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali  ; 36

İniş Sebebi 36

İlgili Hadîsler. 37

Yakın Akraba İle Evlenmenin Sakıncaları 38

Yakin Akraba İle Evlenmek Yasaklanmış Mıdır?. 38

«Yabancı kadınlarla evlenin ki zayıf ve geri zekâlı kalmayasınız!» 39

Sütün Nikâh Üzerindeki Olumsuz Te'siri 39

Hukukî Yönü. 39

Mut'a Nikâhı 40

Mut'a Nikâhı Ne Zaman Ve Kaç Defa Mubah Kılınmıştır?. 41

Âyetler Arasında  Bağlantı 42

Meali  : 42

İlgili  Hadîsler. 42

Evlenmede Malî Güç. 42

Hepiniz Aynı Soydansınız. 43

Fuhuşta Bulunmayan Ve Gizli  Dost Edinmeyen Cariyeler. 43

Fıkhi Yönü. 43

Tahliller. 44

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali  : 44

İlgili  Hadîsler. 44

Dinî Hükümler Akıl Yoluyla Değil, Vahiy Yoluyla    Bilinir. 44

Hak Dinlerin Kaynağı Birdir. 45

Ahlâkî Yönü. 45

Hafifletilen Ağır Yük. 45

Âyetler Arasında Bağlantı 46

Meali  : 46

İlgili Hadîsler. 46

İlahî Sınır, Sağlam Akıl Ve Gelişmiş Vicdan İle Uyum Sağlar. 47

Bir Milleti Ya Da Nesli Katletmek. 47

Hakka Tecavüz İnsana Üç Ayri Cehennem Hazırlar. 47

Âyetler Arasında Bağlantı 48

Meali : 48

İniş Sebebi 48

İlgili Hadîsler. 49

Tarihî Yönü. 49

Yaratılışta Farklılık. 49

Ahlâkî Yönü. 50

Tahliller. 50

Âyetler Arasında Bağlantı 51

Meali : 51

İniş Sebebi 51

İlgili  Hadîsler. 51

Erkeklerin Üstünlüğünün Anlamı 52

İki Ayrı Cinsin Ayrı Görevleri 52

e)  Kocasının irşad ve murakabesine gönül kapısını açık bulundurmak, 52

Kadın Haddini Aşıp Baş Kaldirirsa. 52

Hukukî Yönü. 53

Âyetler Arasında Bağlantı 54

Meali : 54

İlgili Hadîsler. 54

Olgun İnsanın Vasıfları 55

Âyetler Arasında Bağlantı 56

Meali : 56

İniş Sebebi 56

İlgili Hadîsler. 56

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 57

İlmi Ve Bir Takım Gerçekleri Gizlemek. 57

Âyetler Arasında Bağlantı 58

Meali : 58

İlgili Hadîsler. 58

İlâh! Adalet 58

Şahit Getirmek. 59

Âyetler Arasında Bağlantı 60

Meali  : 60

İniş Sebebi 60

İlgili  Hadîsler. 60

İçki Yasağında Pedagojik Yöntem.. 60

Namaz Allah'a, Sarhoşluk Şehvete Yöneliktir. 61

Fıkhı Yönü. 61

Yorumlar - Rivayetler. 62

Teyemmümün  Hikmeti 62

Âyetler  Arasında  Bağlantı 63

Meali  : 63

İniş Sebebi 63

Dinde Değişiklik. 64

Yahudiler Ve Tevrat 64

Yorumlar  - Rivayetler. 65

Âyetler Arasında Bağlantı 65

Meali  : 65

İniş Sebebi 65

İlgili  Hadîsler. 65

İtikadî Yönü. 66

Allah'ın Emri Mutlaka Yerine Gelecektir. 66

Lanetlenen Cumartesi Yaranı 66

Âyetler Arasında Bağlantı 67

Meali : 67

İniş Sebebi 67

İlgili Hadîsler. 68

Aşağılık Duygusu Ve Temize Çıkmaya Çalışmak. 68

Teşvik İçin Övmekte Sakınca Yoktur. 69

Yorumlar - Rivayetler. 69

Âyetler Arasinda Bağlantı 69

Meali : 69

İniş Sebebi 70

Yahudiler Devlet Kurabilir Mi?. 70

Cehalet - Cimrilik - Haset 71

Ayetler Arasında Bağlantı 71

Meali : 71

İlgili Hadîsler. 71

Ceza Amelin  Cinsindendir. 72

İlmî Yönü. 72

— Neden Sadece Derinin Yanması? —... 72

Tertemiz Zevceler. 73

Koyu Gölgelik. 73

Âyetler Arasında Bağlantı 73

Meali : 73

İniş Sebebi 74

İlgili Hadîsler. 74

Emaneti  Ehline Vermek. 75

İnsanlar Arasında Hükmettiğinizde Adaletle  Hükmedin. 75

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü. 76

Hukukî Yönü. 76

Âyetler Arasında Bağlantı 77

Meali : 77

İniş Sebebi 77

İlgili Hadisler. 78

Dört Delil 78

Emir Sahiplerine İtaat 78

Rivayetler – Yorumlar. 79

Âyetler Arasında Bağlantı 80

Meali : 80

İniş Sebebi 80

İslâmî Hükümleri Beğenmemek. 80

Dindarlığın Bu Türü Dert Ve Musibet Getirir. 81

Âyetler Arasında Bağlantı 82

Meali : 82

İniş Sebebi 82

İlgili Hadis. 82

Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet 82

Peygamberler Günahlardan  Korunmuşlardır. 83

Âyetler Arasında Bağlantı 83

Meali : 83

İniş Sebebi 84

İmân Mutlak Teslimiyet İster. 84

Olaylar İman Grafiğini Çizer. 84

Âyetler Arasında Bağlantı 85

Meali : 85

İniş Sebebi 85

İlgili Hadîsler. 85

Mü'min İçin En Yüksek Amaç, Allah Ve Peygambere Mutlak İtaattir. 86

Arkadaşın En İyisi 86

Tasavvuf! Yönü. 86

Ayetler Arasında Bağlantı 87

Meali : 87

Mü'mini Münafıktan Ayıran Mihenk. 87

Savaşa Hazırlık. 87

Günün Şartlarına Göre Savaş Taktiği 88

Âyetler Arasında Bağlantı 88

Meali : 88

İlgili Hadîsler. 88

Geçici Hayatı Sonsuz Saadete Çevirenler. 89

Savaşı Gerektiren Sebepler. 89

Âyetler Arasında Bağlantı 90

Meali : 90

İniş Sebebi 90

İlgili Hadîsler. 91

Ciddi Bir Eğitim Ve Sağlam Bir İmân. 91

Dünya Geçimliği Azdır. 91

Çizilen Hayat Kanununa Uyanlarla Uymayanlar. 92

Âyetler Arasinda Bağlantı 92

Meali: 92

İniş Sebebi 92

İlgili Hadîs. 93

Peygamber Ancak Allah Adına Konuşur. 93

Allah'a Giden Yolu Gösterirken Zorlama Yoktur. 93

Âyetler Arasında Bağlantı 94

Meali  : 94

İlgili Hadîsler. 94

Kur'ân, Hazret-İ Muhammed'in  (A.S.)  Rjsaletinin En Büyük Şahididir. 94

Kur'ân Âyetleri Arasında Mutlak Anlamda Tamamlayıcı Ve Uyum Sağlayıcı Bağ Mevcuttur. 94

Âyetler Arasında Bağlantı 95

Meali : 95

İniş Sebebi 95

İlgili Hadîsler. 96

Devlet İdaresinde Gizlilik. 96

Çıkan Haberin Doğruluğunu Araştırmak. 96

Basın - Yayın. 96

Kıyas Ve İçtihadın Cevazına Delil 97

Âyetler Arasında Bağlanti 97

Meali : 97

İniş Sebebi 97

İlgili Hadîsler. 98

Mü'min Yalnız Başına Da Olsa Allah Yolunda Cihat Etmekle Yükümlüdür  98

Kuvvetler Dengesi 98

Âyetler Arasında Bağlanti 99

Meali : 99

İniş Sebebi Ve İlgili Hadîsler. 99

Şefaatin Ölçü Ve Anlamı 99

Avukatlık Mesleği 100

Âyetler Arasında Bağlanti 100

Meali  : 100

İlgili Hadîsler. 100

Selâm'in Sosyal Yapımız Üzerindeki Olumlu Tesiri 101

Selâm Nasıl Verilir?. 101

Selâm'da Ölçü Ve Edep. 101

Kimlere Selâm Vermek Mekruhtur. 102

Âyetler Arasinda Bağlantı 102

Meali : 102

İki Esas. 102

Cemaatten Ayrılmamak. 102

Âyetler Arasında Bağlantı 102

Meali : 103

İniş Sebebi 103

Açıktan İnkâra Sapanlar Hakkında Farklı Görüşe Gerek Yoktur. 103

İslâm'da Üç Türlü Hicret Var. 104

Herkes Kendi İnanç Ve İdealinde Adam Arar. 104

İslâm'ı Bırakıp İnkara Sapanlar. 105

Başka Bir Ülkeye Sığınma Hakkı 105

Allah'ın Saptırdıkları 105

Âyetler Arasında Bağlantı 106

Meali: 106

İniş Sebebi 106

İlgili Hadîsler. 107

Hukukî Yönü. 107

Yanlışlıkla Öldürmenin Anlam Ve Ölçüsü. 107

Konunun Hikmet Ve Felsefesi: 108

Trafik Kazaları - Ölüm Olayları 108

Kasden Öldürmenin Manevî Cezası, İçinde Temelli Kalınacak Cehennem'dir  108

Ayetler Arasında Bağlantı 109

Meali 109

İniş Sebebi 109

İslâm Her Zaman İçin Ümit Ve Güven Kapısıdır. 109

Âyetler Arasında Bağlantı 110

Meali : 110

İniş Sebebi 110

İlgili Hadîsler. 111

Üç Sınıf Arasında Kıstas. 111

Savaş Ruhu Ve Aşkı 112

Kendini Zayıf Kabul Edip Allah Yolunda Cihada Katılmayanlar. 112

İslâm'da Hicret Ve Sebepleri 113

Âyetler Arasında Bağlantı 113

Meali : 113

İniş Sebebi 113

İlgili Hadîsler. 114

Namazı Kısmak Veya Kısaltmak. 114

Korku Namazı Nasıl Kılınır?. 115

Savaş İyice Kızıştığında. 115

Neden Korku Namazi?. 116

Neden Beş Vakit?. 116

Âyetler Arasinda Bağlantı 117

Meali  : 117

İniş Sebebi 117

İlgili Hadîsler. 117

Peygamberin Yargıda Yeri Ve Yetkisi 117

Haklı Olduğu Bilinmedikçe Kişiyi Savunmamak. 118

Müslümanlardan Yana Hükmetme Arzusu. 118

Âyetler Arasında Bağlantı 119

Meali : 119

İniş Sebebi 119

İlgili Hadîsler. 119

Günah Ve Hata Nisbîdir - İzafîdir. 119

Dört Ayrı Günahkâr. 120

Âyetler  Arasında Bağlantı 120

İniş Sebebi 120

Hakkın  Yüceliği 120

Allah'ın Sunduğu Fa2îlet Ve Rahmet 120

Sana Kitab Ve Hikmeti İndirdik. 121

Sana Bilmediğini Öğretti 121

Âyetler Arasında Bağlantı 121

Meali  : 121

N E C V   =  Fısıldaşma, Gizli Toplantı Yapma. 122

Bütün Hayırları Kendinde Toplayan Üç Tabir. 122

Peygambere Muhalefet 122

Tahliller: 123

Âyetler Arasında  Bağlantı 123

Meali 123

İniş Sebebi 123

İlgili  Hadîsler. 124

Günahların Bağışlanma Ölçü Ve Anlamı 124

Allah'ı Bırakıp Dişilere Tapanlar. 125

Şeytanin Baş Kaldirmasi 125

Kudret Elinden  Çıkan  Her Şey Mükemmeldir. 126

Allah'ın Yarattığını Değiştirmek. 126

Kur'ân'da Tekrar. 126

Âyetler Arasında Bağlantı 127

Meâlı : 127

İniş Sebebi 127

İlgili Hadîsler. 127

Karşıt İki Güc Ve Bunlarin  Ürünü. 128

Amel-İ Salihte Kadın Erkek Eşitliği 128

Âyetler Arasında Bağlantı 128



 

 




NİSA SÜRESİ

 

Kur'ân'm dördüncü süresidir.

NİSA, kadınlar mânasına İMREE kelimesinin çoğuludur.

Sûrede kadınlardan söz edildiği ve kadın haklarına yer verildiği için ona bu isim verilmiştir.

Bir, ya da birkaç âyet müstesna sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. 175 veya 176 âyet, 3045 kelime ve 16030 harftir. [1]

Uhud savaşında 300 kadar münafıkın savaşa katılmayıp hıyanet ve ihanette bulunması ve savaşta Hazreti Peygamber (A.S.) tarafından veri­len kesin emre uymayan bazı mü'minlerin -iyi niyetle de olsa- yanlış de­ğerlendirmesi savaşın bir anda kaderini değiştirmiş, Müslümanlar galip iken mağlûp duruma düşmüş ve ellinin üstünde, bir diğer tesbite göre, 70 şehit vermiştir.

Bu yüzden birçok kadın, dul ve çocuk da yetim kalmış, ekonomik sı­kıntıyı da buna ilâve edersek yürekler acısı bir durum meydana gelmişti. İşte NiSÂ sûresinin ilk bölümü, sözü edilen ortam nedeniyle bilhassa ka­dın haklarını, akrabalık bağlarını konu edinir.

Bir önceki sûrede, mü'minlerin sosyal ve ekonomik alanlardaki ağır şartlar karşısında nasıl bir yol izliyeceklerine yer verilerek düşmana karşı uygulanacak stratejiye dikkatler çekilmiş ve bu, dört madde halinde belirlenip son bulmuştu.

Nisa sûresine, yine bu şartlar içinde perişan olan kadınlarla ilgili bir­çok hükümlere yer verilerek başlanılmış ve böylece iki sûre arasında bir bağlantı kurulmuştur. [2]

 

Meali   :

 

1— Ey insanlar! sizi bir tek nefs (can olan Âdem)den yaratan, ondan da eşini meydana getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten korkun; adına birbirinizden dileklerde bulun­duğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz ki, Allah üzerinizde (kusursuz) bir gözeticidir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kadınlara iyilik tavsiye edin. Çünkü onlar eğri bir kaburga kemiğin­den yaratılmışlardır. Kaburgada en yüksek kısım onun tümseğidir; doğ­rultayım derken kırarsın, haline bırakacak olursan hep öğle eğri kalacak­tır. O halde kadınlara hayır ve iyifik tavsiye edin.» [3]

«R a h m (akrabalık bağı) Arş'ta asılı bulunuyor ve «kim beni ulaştı-rırsa Allah onu (rahmetine) ulaştırsın; kim de beni koparırsa Allah onu (rahmetinden) koparsın» diyor..» [4]

«Kim rızkının genişlemesini, ecelinin geciktirilmesini arzu ediyorsa, sila-i rahimde bulunsun (akrabasıyla olumlu yönde ilgisini sürdür­sün),» [5]

Ebû   Hüreyre   (R.A.)den Hz. Âişe  (R.A.)dan Enes   (R.A.)den

«Akrabasından ilgisini kesen kimse Cennet'e giremez.» [6]

 

«Ey İnsanlar!» Hitabı

 

'<Ey insanlar! Rabbınıza karşı gelmekten sakının....»

Kur'ân'da bu ölçüdeki hitap iki yerde geçer: Biri Nisa sûresinde, di­ğeri Hac sûresinde.. Nisa sûresi nasıl Kur'ân'ın ilk yarısının dördüncü sû­resi ise. Hac sûresi de Kur'ân'ın ikinci yarısının dördüncü süresidir. Nisa sûresinde insanın yaratılışının başlangıcı açıklanır. Hac sûresinde insa­nın son bulacağı, kıyamet ile dünya hayatının sona ereceği anlatılır. Her iki hususu iyice düşünüp ölüm ve dirimi yaratan Allah'tan korkmamız, O'na karşı gelmekten sakınmamız tenbih edilir.

Hem ilk yaratılış, hem yaratılışın son bulması, yüksek bir kudretin şaşmayan kanunlarına göre gerçekleşmektedir. Bir sivrisineği yaratmaya gücü yetmiyen insanın her ân bu kudret karşısında eğilmesi gerekmez mi? [7]

 

İlk İnsan Adem'in Yaratılması

 

<{O ki sizi bir tek nefs (can olan Âdem)-den yarattı...»

Bakara sûresinde bu konuya kısmen temas edilmiş, dinî ve ilmî açık­laması yapılmıştı. Bu sûrenin başında ise tekrar aynı konuya başka bir yönden değinilmiş, ayrı bir hüküm ve değişik bir açıklık getirilmiştir:

a)  Âdem'in yaratılışı bilinen sebep ve kanunların dışında başka bir ilâhî kanunla gerçekleşmiştir.

b)  Kadın -ki bu ilk anamız Havva'dır- da yine daha ayrı bir kanunla Adem'den meydana getirilmiştir.

Bu iki maddeye baktığımızda bir takım sorular ister istemez hatıra gelmektedir:

1.  Neden ilkin Âdem yaratılmıştır?

2.  Neden Havva da aynı kanuna göre yaratılmamıştır?

3. Ve neden ilkin Havva yaratılmamıştır?

Şimdi önce kısaca konuyla ilgili iki maddeyi açıklıydım ve bu açık­lama içinde hatıra gelen üç soruyu cevaplandırmaya çalışalım :

Canlının canlıdan meydana geldiği (biyogenez) ilmî araştırmalarla da kesinlik kazanmışa benziyor. Diyebiliriz ki, bu, varlık âleminde câri bir ka­nundur. Ancak canlıların birbirinden meydana gelip ürediğini dikkate al­dığımızda, bu zincirleme uzar da gider. Ama bir yerde durması gerekir. Aksi halde hiçbir canlı türüne bir başlangıç düşünmek veya belirlemek mümkün olmaz. Halbuki her türün mutlaka bir başlangıcı vardır. Ne var ki, ilim bunun cevabını tam ve kesin biçimde ortaya koyamamıştır. Çün­kü ilim bu konuda da gözlem ve deney açısından hareket eder ve sonuca varmak ister. Oysa her canlı türün ilk yaratılışı ayrı bir kanuna bağlı bu­lunduğu ve bu kanunun deney ve gözlem dışında kaldığı, fizik ötesiyle il­gili bulunduğu muhakkaktır.

İşte Allah, insan türünü meydana getirmek için önce ilk insanı yarat­tığını Kur'ân'da belirterek konuya açıklık getirmiştir. Gen denilen harika­da ataların, gelecek döle vereceği pay hep saklıdır ve bütün türlerde oğuî döller atalarına benzer, gerçeğinden hareketle, insanların, ilk insan Âdem'e benzediği kendiliğinden ortaya çıkar.

Havva'nın yani ilk anamızın erkekten yaratılması da yine ayrı bir ilâ­hî kanunla gerçekleşmiştir. Çünkü bizim bildiğimiz kanunlar üremeyle, kalıtımın kalıplarıyla ilgilidir. Döllenmiş yumurta hücresi kendine benzer iki hücre meydana getirmek üzere faaliyete geçer ve böylece geometrik diziye uygun bir çoğalma olur. Görülüyor ki Havva (ilk kadın) bu ölçüde vücut bulmamış, bizim bilmediğimiz ilâhî emirle Adem'den meydana gel­miştir.

Ama bunun aksi neden olmamış, yani önce kadın, sonra erkek ya­ratılmamıştır? Gerçi böyle olması insan mantığına daha uygun gelmek­tedir; önce dişinin sonra da erkeğin yaratılması bir bakıma üreme kanu­nuna daha yakın bir anlam taşır. Ama hakikat öyle değildir. İlâhî irâde ha­yatın ağır yükünü taşıyacak ve yeryüzünde Allah'a halîfe olacak, Allah adına konuşup hüküm verecek erkeği asıl yapmıştır. Kadına saygınlık, merhamet, şefkat, nezaket ve nezahet isteyen annelik vasfını lütfederek onu ağır bir yükün üzücü ve ezici baskısından korumuştur. Bunun içindir ki, çocuk babasını temsil eder, onun soyadını alır. Çünkü aile ve sosyal yapı da bunu böyle istemekte; İnsanlar tarafından hazırlanan kanunlar da bu fıtrata ister istemez uyulmaktadır.

Neden Havva da Âdem Gibi Çamurdan Yaratılmamıştır?

Bu sorunun cevabını doyurucu ölçü ve anlamda Şeyh Muhyiddin Ara-bî vermiştir; adı geçen özetle diyor ki:

«Allah, Âdem'i kendi suretinde yarattı. Bu onun suretinde tecelli etti, demektir. Allah ise bir surette ancak bir defa tecelli eder, ikinci bir tecel­lisi olmaz. Bu sebeple Havva'yı Âdem'den, adam suretinde meydana ge­tirdi.

O bakımdan erkek, kadını, ona baş olma derecesinde sever. Kadın ise erkeği, parçanın bütüne bağlılığ! ölçü ve mânasında sever, vatanına olan bağlılığı ölçüsünde ilgi duyar. Çünkü erkek kadının asıl vatanı sayı­lır.» [8]

İbn Arabî Hazretleri bu konuya diğer bir bölümde ise şöyle açıklık getirmiştir:

«İnsanî cisimler yaratılışta dört kısma ayrılır:

1.  Âdem'in yaratılışı,

2.  Havva'nın         »

3. İsa'nın               »

4. Diğer insanların yaratılışı..

Bunlardan her birinin cisminin yaratılışı sebep ve illette diğerine uy­mamaktadır. Ama bedenî ve ruhî surette birleşmektedirler. Sebeplerin farklılığı, aklı zayıf olanları, ilâhî kudret hakkında şüpheci olmaktan kur­tarmak içindir. Tek sebebe bağlı kalınsaydı, ilâhî kudretin sonsuz tecel­lileri zor anlaşılır, (bazıları yaratma gücünün eşyanın tabiatında bulun­duğunu vehmederdi). Halbuki Allah her şeye kadirdir; dilediğini dilediği sebep ve kanunlara göre yaratır.» [9]

 

İnsanların Fizyonomik Değişiklikleri Neyi İsbatlar?

 

Yüz hatları, kafa taslan, vücut yapıları itibariyle birbirinden kesinlik­le farklı olan; huy ve karakter, akıl ve yetenek, vicdan ve merhamet ba­kımlarından farklılık arzeden milyarlarca insanın bir tek insandan yaratıl­ması, ilâhî kudretin sonsuzluğunu ve mükemmelliğini yansıtır. Eğer yarat­ma gücü eşyanın tabiatında mevcut olsaydı, topraktan insan değil, ancak toprak vücuda gelebilir; erkekten dişi değil, yine erkek meydana çıkar ve böylece biteviyelik sürüp giderdi. Vücut bulan bütün insanlar hemen saydığımız her sıfatta -bir fabrikanın mamulleri gibi- birbirine eşit durum­da olurdu.

Bütün bunlar cok yüksek bir irâdenin koymuş olduğu kanunlarla ger­çekleşmekte ve ilâhî tecelliyle vücut bulmaktadır. [10]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

«Kendisiyle birbirinizden dilekler­de bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmaktan sakının.»

İslâm, hem aile yapısını arızasız ayakta tutmak, hem sosyal bünyeyi güçlendirmek amacıyla akrabalık bağlarına önem verir. Aslında bu iki ya­pıyı da ayakta tutan ana kolonlardan biri de budur. Hazreti Peygamber (A.S.) Efendimiz bu hususta bazı dikkat çekici benzetmelerde bulunarak akrabalığı birbirine sıkı biçimde birbirine bağlanmış bir ağacın köklerini hatırlatıp misal vermiştir. Ayrıca akraba arasındaki yakın ilgiye, rahmet kökünden gelen SILA-İ RAHM demiş ve böylece konunun dindeki yerini en duyarlı biçimde açıklamıştır.

Akraba arasında ciddi, samimi ve ahenkli münasebetin birçok yarar­ları olduğu gibi, bunu kesmenin de birçok zararları muhakkaktır.

Yararları:

a)  İnsanı yalnızlıktan kurtarır.

b)  Çocuklar arasında kaynaşma ve gelişmeyi sağlar. Onların pısırık, uyuşuk kalmasını önler.

c)  Kötü niyet besleyen komşuların cesaretini kırar.

d)  Sıkıntılı  günlerde yardımlaşmayı   kolaylaştırır;  yabancının   kapısı­na gitmeye gerek bırakmaz.

e)  İlâhi rahmetin aralıksız inmesine sebep olur; ömrü  uzatır,  rızkı bereketlendirir.

f)  Şeytanı uzaklaştırır, rahmet meleklerini yaklaştırır.

Yakınların birbirine ilgisiz kalmasının zararları ise, yukarıda belirti­len yararların tam aksinin ortaya çıkmasıdır.

Bunun için Kur'ân'da : «Adına, birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarını (çiğnemekten} sakının» buyurulmuştur. [11]

 

Bütün İnsanların Aynı Soydan Gelmesi

 

Sizi  bir tek nefs can olan Adem)den yaratan....»

Kur'ân'da bütün insanların aynı soydan geldiğinin açıklanmasının bir takım sebepleri ve öğüt alınacak yanları, ilmî araştırmayı kolaylaştırı­cı yönleri vardır:

a)  İslâm, insan unsuruna değer verir. Servet ve makam gibi arızî fak­törler üçüncü plânda kalır.

b)   «Haberiniz olsun ki, ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olma­yanın Arab'a, ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza bir üstünlüğü var­dır,»[12] ölçüsünü sunar ve savunur, üstünlüğün sadece TAKVÂ'da oldu­ğunu açıklar.

c)  İyi terbiye gören, güzel ahlâk ölçüleriyle yetişen, bütün bunların üstünde Allah'a kul olmanın şuuruna eren her insan soyludur, muhterem­dir.

d)  Aristokrat bir sınıf yoktur. Her insan, iman, ahlâk, bilgi, yetenek, doğruluk ve çalışkanlığı oranında derece alır, mevki işgal edebilir.

İşte bütün bunlar, bu asil görüşler hem sosyal yapıyı düzene sokar, hem millî bünyeyi kuvvetlendirir.

e)  İlim adamlarının ABİYOGENEZ - BİYOGENEZ üzerinde çalışma­larını hızlandırır, onu sağlıklı bir sonuca götürme imkânını sağlar. Haya­tın başlangıcı hakkında olumlu sonuç vermiyen bir takım varsayımlardan insanı kurtarır; başka dünyalardan gelen organizmalarla dünyada canlı­lar için bir sebep ve başlangıç aramaya gerek olmadığına dikkatleri çe­ker, Darvvinizm'in bu konuda da kurtarıcı bir simit olmadığını vurgular.

Şunu da hemen anlatalım ki, ilmî araştırmalar, derinleştikçe ve haki­katlere yaklaştıkça, Kur'ân'a yaklaşmış olur. Gerçeği bulup çıkarınca bu Kitab'ı tasdîka yönelir. [13]

 

Nefs, Diğer Bir Deyimle Ruh Nedir?

 

NEFS birçok mânalara gelir. Ancak konumuzu oluşturan âyette, bedenle birleşen ruh, demektir. Bununla Âdem Peygamberin beden ve ruhu kasdedilmiştir.

Ruhun hakikatini bilmek mümkün değildir. Çünkü insana pek az bil­gi verilmiştir. Biz, ruhu ancak tezahürleriyle bilmekteyiz. O halde İslâm bilginlerine göre RUH'un tezahürlerini şöyle özetliyebiliriz iRUH, nuranî bir varlıktır, yüce âlemden gönderilmedir, kesafet ve ağırlığı yoktur, onun için bir hacim de düşünülemez. Diridir, hareket ha­lindedir. İnsan bedenindeki bütün hücrelere nüfuz eder, güldeki gülsuyu, kordaki ateş ne ise bedendeki ruh ona benzer. Elektrikle ampul veya baş­ka bir elektronik cihaz arasındaki ilgiye de benzetilebilir.

RUH'un bedendeki varlığını ancak ve daha çok duygu, düşünce, irâ­de, akı!, hafıza ve benzeri yeteneklerimizin varlığıyla anlayabiliyoruz. Çün­kü bunlar beden denilen madde yığınının sıfatlarından değildir ve olamaz da.. O halde bunlara bir kaynakjbir başlangıç bulmak zorundayız ki o da RUH'tur. Elektrik nasıl aletler vasıtasıyla anlaşılıyorsa, ruh da öyle.. Isı, hareket ve ışık elektrik akımıyla meydana geliyor. Bedenimiz taşıdığı bü­tün organlarıyla ruh'un birer aletidir. [14]

 

Âyetler Arasinda  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, insanların aynı soydan, tek bir babadan geldiği açıklanarak, üstünlüğün ancak Allah'a kul olup Ona karşı gelmekten, say­gısızlıkta bulunmaktan kaçınmakla gerçekleşeceği belirtildi. İnsanın men­şei hakkında ilim adamlarına ipucu verildi. Sonra akrabalık bağlarının öne­mine parmak basıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, iyi ve olgun bir insanın daha birçok yanlan bu­lunduğu hatırlatılıyor. Toplum ve ailenin bir parçası sayılan yetimlere ve onların haklarına dikkatler çekiliyor. Sonra öa evliliğin meşru sınırları be­lirtilerek kadın haklarına yer veriliyor. [15]

 

Meali :

 

2—  Yetimlere mallarını verin; temizi murdara değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız muhakkak ki büyük bir vebaldir.

3—  Eğer  (velîsi  bulunduğunuz)  yetim  kızlarla  (evlenince)  haklarını gözetemiyeceğinizden,   adalet   sağlayamıyacağınızdan   korkarsanız,   (on­ları   değil) size helâl olup hoşunuza giden diğer kadınları ikişer, üçer, dör­der nikâh ediniz. Eğer bu takdirde de aralarında adalet kuramıyacağımz-dan endîşe ederseniz bir kadınla veya elinizin altındaki câriye ile yetinin. Bu, adaletten sapmamanıza daha yakındır.

 

İniş Sebebi

 

Bir adam, kardeşinin yetim kalan oğlunu himayesine almıştı. Çocuk örgen olunca babasının malını istedi. Ama amcası vermek istemedi. Bu yüzden davacı ve davalı olarak Peygamber (A.S.) Efendimize geldiler. Yukarıdaki âyetin bu sebeple indiği söylenir. [16] Diğer bir rivayet:

Bir adam vasilik ettiği yetim kızı elinin altında tutuyordu. Kızın hayli malı vardı, ama tutunacak bir dalı yoktu. Adam bu yetimle hem evlenmi­yor, hem başkasıyla evlenmesine imkân vermiyor, hem de sık sık dayak atıp tehdit ediyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.[17]

Saîd bin Cübeyr (R.A.) diyor ki:

«Araplar yetimlerle ve birden fazla kadınlarla evlenirler, ama hiçbi­rinin hakkını gözetmezlerdi. Özellikle birkaç yetim kızın malına göz dike­rek onlara önce vasilik eder, sonra da mallarına ve kendilerine sahip çı­karlardı.

Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi ve hem yetim kızların haklan, hem kadın hakları korundu.» [18]

 

Birden Fazla Kadınla Evlenmek

 

«Eğer (velisi bulunduğunuz) yetim kızlarla (evlenince) haklarını gözetemiyeceğinizden, adalet sağlayamıyacağınızdan korkarsanız, size helâl olup hoşunuza gi­den diğer kadınları   ikişer, üçer, dörder nikâh ediniz.»

Dinimizde konumuzu oluşturan âyet ve ilgili hadîslerle birden fazla kadınla evlenmeye bazı şartlarla oevâz verilmiştir. Evlenmek sünnettir ve bu bir temel kaidedir. Birden fazla kadınla evlenmek ise bir istisnadır. Kur'ân'da bu istisnaî cevaz mutlak anlamda tutulmamış, bazı şartlarla takyit edilmiştir. Nisa sûresi 3. ve 129. âyetlerle bu husus açıklanmış ve her türlü şüpheyi kaldıracak ölçüde bir anlatıma yer verilmiştir. Bun­ları özetliyecek olursak, şöyle siralıyabiliriz :

a)  Birden fazla kadına ihtiyaç duyulması,

b)  Malî imkânların yeterli olması,

c)  Zevceler arasında eşitliğin sağlanması,

d)  Kadının annelik   vekarının korunması,    onurunun zedelenmemesi için âdi! davranılmasi..

Önce şunu belirtelim ki, birden fazla kadınla evlenebilmek için sözü edilen şartlardan başka bir de kadınların erkeklerden sayı bakımından fazla olması gerekmektedir. Bir belde veya ülkede kadın sayısı erkeklere oranla az veya eşit durumda ise, birden fazla kadınla evlenme imkânını zorlaştırmış olur. Ama bunun aksine kadın sayısı fazla olduğu yerlerde her erkek ancak bir kadınla evlenebilir hükmü uygulanıyorsa, o takdirde geriye kalan kadınlar ne olacak?

Konumuzu oluşturan Nisa sûresinin ve ilgili âyetlerin Uhud savaşın­dan sonra İndiği ve daha çok kadın haklarını hükme bağladığı kesindir. Bu savaşta yetmişe yakın Müslüman mücahit şehît edilmiş, o yüzden bir­çok kadın dul, birçok kız yetim kalmıştı. Bir de İslâm'ı kabul etmediği için kocasını terkedip Medine'ye hicret eden hanımlar vardı. Çoğunun başını sokacak bir yuvası bile yoktu. Bu fedakâr ve cefakâr hanımları kendi ka­derleriyle başbaşa bırakmak mı, yoksa onları zevce edinip barındırmak mı daha âdil bir ölçü ve davranış olurdu?

İşte Kur'ân bu sosyal derde çare getirmiş; önce akrabalık bağlarına önem verilmesini emretmiş, sonra yetim haklarının korunmasını esasa bağlamış, sonra da kadınları sıkıntıdan kurtarmaya yönelik bir formül ge­tirmiştir.

Günümüzün ekonomik şartlarını da dikkate alırsak, ahlâk dışı yollara düşen kadın ve kızların çoğunun evlenme şansını kaybedenler olduğunu görürüz. Özellikle Batı'da ve Amerika'da bu, tahminlerin üstünde -yaygın­laşmış, fuhuş hat safhaya gelmiştir. Tek kadınla evli bulunan erkeklerin bu tip kadınlarla zina ettiğini, bu yüzden hem aile yuvasına ihanette bu­lunulduğunu, hem binlerce nesebi gayr-i sahih çocuğun dünyaya gelme­sine ve ülke için başlıbaşına bir problem doğmasına sebep olduğunu kim inkâr edebilir? Şartlar elverdiğinde gayr-i meşru yollara düşmektense meşru yoldan bu isteği karşılamak daha sağlıklı ve ülke yararına daha sıhhatli değil midir?

Konuya bu ciddiyetle eğilmiyen ve aslında İslâm'a karşı olan bazı kişilerin, İslâm'da birden fazla kadınla evlenmeyi alay konusu yaptığı, yer-li-yersiz sataşmalarda bulunduğu sık sık görülmektedir. Şimdi onlara so­ruyoruz: Toplum bünyesinde kadın erkek arasında sayı dengesizliği var­sa, bir erkeğe üç-dört kadın düşüyorsa, bu dengesizliği ne ile düzeltmek, ya da gidermek mümkündür?

İslâm sosyologları, ahlâkçıları karşımıza şu üç çareyi koymakta ve bir tercih yapmamızı önermektedirler:

1.  Her erkek bir kadınla  evlensin, geriye  kalan  kadınlar  kocasız ve âilesiz yaşasın.

2.  Bir erkek bir kadınla evlensin, ama boşta kalan diğer kadınlardan birkaç tanesiyle gayr-i meşru yaşasın.

3.  Her erkek şartların elverdiği ölçüde birden fazla kadınla evlenerek kadınların annelik vekar ve şerefine yakışır öiçüde onlarla eşitliği gözete­rek yuva kursun.

Evet, karşımızda üç çare var. Ama hangisi insanlığımıza, aile yapımı­za, imanla beslenen vicdanımıza ve kadının iffet ve namusuna yakışır? Tek kelimeyle, bunlardan hangisi vicdanî ve insanîdir? Bir de buna erkek­lerin poligami  karakterlerini eklersek tercîh   ne olur? [19]

 

Neden   Dörde   Kadar?

 

Bugüne kadar kadın erkek arasındaki sayı dengesizliğinin en çok bu rakama düştüğünü görüyoruz. İstisnaî bazı haller bu kaideyi bozmaz ve hükme dayanak sayılmaz.

Evliliğin ömrü uzattığı da bilinmektedir

Yapılan ciddi araştırmalardan, mutlu bir evliliğin ömrü uzattığını an­lıyoruz. Sosyal yapımızda bunun birçok örnekleri mevcuttur. Birkaç yıl önce Almanya'da yapılan araştırmalar sonucunda evli erkeklerin ortala­ma 71 yaşına kadar, bekâr olanların 65 yaşını zor buldukları ortaya çık­mıştır. Bu kaide sadeae insanlar için değil, atlar, kediler, kanaryalar ve maymun, aslan, fil ve hatta yılanlar gibi evcil, ya da vahşi hayvanlar için de geçerlidir. Yalnızlık çoğu kez insanı huzursuz, sinirli ve endişeli yapar. Hele bir de kişinin inancı zayıf olur da manevî yönden bir tatminsizlik için­de bulunursa, bu büsbütün yıpratıcı olur.

Bir de evlenemiyen erkek ve kadınları bu açıdan düşünmek gerekmez mi? [20]

 

Nikâh Emri

 

«Hoşunuza giden diğer kadınları.,., nikâh ediniz.»

Kur'ön'da yer alan emirler, daha çok vücubu gerektirir. O bakımdan Zahiriyye mezhebi,evlenmenin vacip olduğunu, kocalık görevini yerine getirme güç ve imkânına sahip olan erkeğin evlenmesinin gereğini belirt­mişlerdir.

Fıkıhta yetkili uzmanlara göre,            şehvetini frenlemeye gücü yetmeyen ve o yüzden zinaya kayma endişesi olan erkeklerin evlenmesi vâ-cibdir. Böyle bir endişe söz konusu olmadiğinda ise, evlenmek müekked bir sünnettir.

Hanefî mezhebinde içtihat seviyesinde olan fakihler ise, ergen olup evlenme kudretine sahip olan erkeklerin namuslu kadınları nikâh etmeleri farz-ı kifayedir, yani o toplumdan bazısının evlenmesiyle farz yerine gel­miş olur, evlenmiyenler hakkında ise, sünneti terketmelerinden dolayı âhi-rette muahaza edilecekleri söz konusu olur, demişlerdir. O halde toplu­mun tamamı evlenmeyi terkedecek olurlarsa, farz-ı kifaye yerine getiril­mediğinden hepsi günahkâr sayılırlar.

Sonuç otarak diyebiliriz ki: Günaha kayma, zinaya düşme tehlikesi söz konusu olduğunda, evlenmek farzdır. Böyle bir tehlike yoksa, yani ki­şi nefsine hâkîmse, o takdirde farz değil, sadeee onun hakkında müekked bir sünnettir; şartlar elverdiğinde bu sünneti yerine getirmesi tavsiye edil­miştir.

Âyette geçen «yetim kızlar» tabiri üzerinde hayli durulmuş, bazı mü-fessirler bunun sadece ana-babası olmayan kızları değil, dul kadınları da kapsamına aldığını beyân etmişlerdir. Bu yoruma göre, gerek yetim kız­ları, gerekse dul kadınları himaye edenler, sadece onların malından yarar­lanmayı düşünüyorlar da evliliği buna vasıta kılıyorlarsa, o takdirde hem onların haklarını, hem evlilik müessesesinin kutsallığını zedeliyorlar de­mektir. Bu durumda onlarla değil, diğer iffetli kadınlarla evlenmeleri ha-yırlrolur. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, yetim kızların durumuna dikkatler çekildi, haklarının korunması emredildi. Mallarından dolayı nikâhlanmalarınm iyi sonuç vermiyeçeğine işaret edildi. Rüşde erdiklerinde -aklî dengeleri bo­zuk değilse- mallarının teslim edilmesi belirtildi.

Sonra şartlar elverdiği takdirde birden fazla kadınla evlenmenin caiz olduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, tekrar kadın hakları söz konusu ediliyor; onlar için başlayacakları yeni bir hayat döneminde tutunacak parasal bir dalın, da­yanılacak malî bir desteğin gereği belirtilerek hükme bağlanıyor; MEHR veya SADAK adı altında onlara şer'î bir hak tanınıyor. [22]

 

Meali :

 

4— (Evlendiğiniz) kadınlara mehirlerini güçlük çıkarmadan gönül rı­zasıyla verin. Eğer onun bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu rahatlıkla, içinize sinerek yeyin.

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüilah (A.S.) Efendimiz nikâh akdinde SİGAR yapmayı yasak­ladı.» [23]

ŞİĞAR : Aralarında bir mehir koymaksızın iki tarafın, kızlarını birbiri­ne nikahlamak üzere yaptıkları akiddir.

«Şartlardan noksansız yerine getireceğinizin en haklısı, kadınları ken­dinize helâl kıldığınız mehirdir.» [24]

 

Kadın Haklarini  Koruma

 

Yetim kızlara vasîlik edip mallarını yemek için onlarla evlenen Arap­ların bu haksız tutumu yerildikten ve gereken hüküm bildirilerek yetimle­rin malı ve canı korunduktan sonra Kur'ân kadın haklarına dikkatleri çe­kip nikâh akdinde onlara tanınan bir haktan söz ediyor: Nikahlanan ka­dına -ister yetim, ister câriye, ister hür, ister dul olsun- günün şartlarına ve kadının aile ve sosyal durumuna göre emsali dikkate alınarak kendisine MEHR vermek vâcibdir. Hiç bir erkek kadının bu hakkını vermemez-lik edemez. Hattâ karısına bu hususta borçlu bulunan erkek öldüğünde, kadın gönül rızasıyla bağışlamadığı takdirde, hayır konusunda hiçbir va-siyyeti yerine getirilmez. Çünkü İslâm şeriatına göre : Ölen bir kimsenin aeriye bıraktığı mal ve servetinden önce tekfin ve teçhize harcanır, sonra insanlara olan borçları ödenir. Sonra da vasiyyetleri -bıraktığı servetin üçte birini geçmiyorsa- yerine getirilir. O halde borçlar ödenmeden hayır­la ilgili vasiyyetler hiçbir zaman yerine getirilmez. Kadının mehri, kocası üzerinde bir borçtur.

O halde kadınlara tanınan bu hakkın aile ve sosyal hayatımızda önem­li yeri ve birçok yararlan vardır:

a)  Erkeklerin kadınlara karşı koruyucu destek olduğunu ve Allah'ın onlara doğuştan sunduğu üstünlüğü en iyi biçimde kullanmaları gerekti­ğini  hatırlatmak,

b)  Yeni bir hayata başlayan kadını büsbütün malî dayanaksız bırak-miyarak, onu bu yönden de desteklemek,

c)  Nimetin külfetsiz olmadığını, evlenmenin de bir takım külfetlerinin bulunduğunu bu hakla da anlamak,

d)  Mehrin bir bağış değil, dinin belirlediği bir hak olduğuna, bu hu­susta kadının kocasına karşı bir eziklik veya küçülme, aşağılanma duy­masına gerek olmadığına, hakların karşılıklı bir anlam taşıdığına açıklık getirmek,

e)  Erkeğin zorlayıcı bir sebep olmadığı halde keyfi boşamasını en­gellemek..

Bütün bunlar hem kadın haklarını korumayı, hem onların kadınlık va­kar ve onurunun zedelenmemesini içerir. Genç kuşağın dinî yönden de eğitilmesinin lüzumu her zaman için geçerlidir. Kadın haklarına saygılı olmayan veya bu konuda yeterli bilgi almayan, aile yuvasından amacın ne olduğunu düşünemeyen erkeklerin mahkeme eşiklerini aşındırmaları sosyal bir hastalık halinde sürüp gitmektedir. [25]

 

Fıkhî Yönü

 

«Kadınlara mehirlerini güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin.»

M E H R : Evlenirken nikâh akdinde erkek tarafından kadına şer'î bir hak olarak verilen paradır. Mehr-i muaccel, nikâhta hemen verilen pa­ra; mehr-i müeccel, boşanma veya ölüm halinde verilmesi kararlaştırılan para..

Mehir, yukarıda da açıkladığımız gibi, yeni bir hayata adım atan ka­dın için malî bir destek, tutunacak bir imkândır. İslâm bu vesileyle de ka­dın haklarını korumuştur. Konumuzu oluşturan âyet, mehrin vücubuna de­lâlet eder. Bunda icmâ' vardır. Ancak Irak fukahasından bir kısmı, efendi kendi kölesiyle cariyesini evlendirecek olursa, o takdirde mehir gerekmez, demişlerdir. Halbuki âyetin zahiri böyle bir takyit ya da istisnaya uygun değildir. Mutlak bir hüküm ifâde etmektedir.

Mehrin belli bir tavanı yoktur. Ama tabanı müctehit imamlar tarafın­dan tesbit edilmiştir. Nitekim ileride de belirteceğimiz gibi, Hz. Ömer (R.A.) kadınların sadakt (mehri)ni en çok 12 okiyye olarak belirledi, Resûlüllah'ın bu öiçüde mehir verdiğini hatırlattı. Bunun üzerine İslâm hanımlarından bîri kalkıp şöyle itirazda bulundu : «Ya Ömer! Allah'ın bize verdiğini sen kısmak istiyorsun. Kur'ân'da «Boşamak istediğiniz kadına bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın..» buyurulmuyor mu?.» Bunun üzerine Ömer (R.A.) ilâhî hükmü hatırladı ve : «Kadın uygun olanı ifade etti. Ömer ise hatâya düştü..» [26] dedi.

Hakları en iyi koruyan ve zayıfların elinden en çok tutan, şüphesiz ki Allah ve Peygamberidir. İslâm, haklı olduğu sürece zayıftan yanadır. [27]

 

Mehri Kızın Velisi Veya Vasisi Alabilir Mi?

 

Arap cahiliyye devrinde olduğu gibi, bugün de İslâm ülkelerinin Kur'-ân'a bilgisiz ve ilgisiz kalınmış kesimlerinde evlenen kadınların mehrini velileri almakta ve böylece her bakımdan desteklenmesi gereken ailenin bu ferdinin ilk adımda hakkı gasbedilmekte, tutunacak küçük bir dal on­dan esirgenmektedir. Araplar mehir olarak daha çok deve aldıklarından, kız çocuğu dünyaya gelen aileye, «deveniz çoğaldı!.» denirdi. Günümüzde «Başlık» adı altında alınan para da ölçüyü aşmadığı, İslâm âdetine uydu­ğu takdirde, mehirden başka bir şey değildir. Çünkü mehir için belli bir tavan yoktur. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle, evlenen kızın öz hakkı olan mehrinin hem kocası, hem velisi tarafından alınması haram kılınmıştır. Ancak kadın gönül rızasıyla mehrinin ya tamamını, ya da bir kısmını ko­casına veya velisine bağışlarsa, bunda bir sakınca yoktur. [28]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kadın ve yetim haklarına temas edildi. Bu hu­sustaki ilâhî hükümler açıklandı. Aşağıdaki âyetle, gerek veli ve aile reisi­nin, gerekse vasînin, hayatının dayanağı sayılan malını çarçur edecek, ge­reksiz biçimde harcayacak kişilere vermemesi, aile bütçesini bizzat ken­disinin tanzim edip yürütmesi emrediliyor. [29]

 

Meali :

 

5— Allah'ın geçiminizi sağlamaya destek kıldığı mallarınızı (savur­gan) beyinsizlere vermeyin; (mallarınızda yapacağınız tasarruf ve elde ede­ceğiniz gelirle) onları besleyin, giydirin ve kendilerine örfe uygun güzel söz söyleyin,

 

İlgili Hadîsler

 

«Üç kimse var ki, duâ etseler bile Allah kabul etmez :

1.  Fena huylu, ahlâksız karısını boşamayan erkek,

2.  Malını beyinsize, çarçur edecek ahlâksızlara veren kimse,

3.    Başkası üzerindeki alacağına şahit tutmayan, (onu belgeiendir-miyen) kimse..» [30]

 

Aile Reisinin Tutumu

 

«Mallarınızı (savurgan) beyinsizlere vermeyin..»

Aile bünyesinde moda ile demode arasında bocalayıp duran, sokak kıyafeti için hiç bir ölçü tanımadan harcamada bulunan fertler varsa, aile reisi haftalık, ya da aylık bütçeyi bizzat hazırlamalıdır. Aksi halde gelir-gider arasında büyük bir dengesizlik meydana gelir ki bunun acısını hem aile, hem bağlı bulunduğu toplum çeker.

Kur'ân bu âyetle hem aile reisini, hem yetimlerin vasisini, hem dev­let malını korumakla görevlileri uyarıyor. Kazanılan her kuruşun hesabı­nı, özellikle âhirette vermekle yükümlü bulunuyoruz. Harcanan her kuruş­tan da mutlaka sorumluyuz.

Meşru olmayan yollardan kazanılan bir servet nasıl yakıcı bir ateş ise, kazanılan serveti gayr-i meşru yollarda harcamak da ateşten başka bir şey değildir. Bu ateş hem dünyada, hem âhirette aile ve toplumu yakıp kavurabilir.

Şüphesiz .ki savurganlık, dünyada ahlâksızların, vurguncuların, hazı­ra konmak istiyenlerin çoğalmasına sebep olur. Fakirle zengin, sosyetey­le halk tabakası arasında derin uçurumlar meydana getirir. İnsanlık için en büyük fitne sayılan komünizmin süratle yayılmasına vasat hazırlar ve bir gün bu fitne ülkeyi yakıp yıkan bir ateş durumuna gelebilir.

Âhirette ise, böylesine bir servet ve harcama sadece Cehennem'e ya­kıt olur. O halde ne aile reisi malını insafsızca harcayan çocuklarına; ne de vasî, harcamasını bilmiyen himâyesindekilere malını terketmemelidir. Örfe uygun bir yol izlemeli, dizginleri elinde tutmalıdır. Aileyi moda kurba­nı olmaktan kurtarmaya çalışmalıdır. [31]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, nikâh akdinde kadınlara tanınan şer'î hak belirtil­di. Bu hususta kocaların nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde duruldu. Aşağıdaki âyetle çocukların ve yetimlerin rüşde ermesi halinde takip edi-leçek statü üzerinde duruluyor. Veli ve vasilerin devamedegelen hatalı ve gayr-ı âdil tutumları yerilerek yetimlerden yana âdil bir ölçü getiriliyor. [32]

 

Meali   :

 

6— (Himayeniz altındaki) yetimleri, evlenme çağına gelinceye kadar deneyin; onlarda (din ve dünya işlerinde, malı koruma ve bilerek harcama hususunda) bir olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine teslim ediniz. Büyürler de (geri alırlar) diye mallarını tez elden gereksiz harcayıp yeme­yiniz. Zengin olan (vasî ya da velî) müstağnî davransın; fakir olanı ise ör­fe uygun şekilde yesin. Bir de yetimlerin mallarını (vakti gelip) kendilerine teslîm ettiğiniz zaman onlara karşı şahit tutunuz. Hesap sorucu olarak Al­lah yeter.

 

İniş Sebebi

 

Ashab-ı Kirâm'dan Rıfaâ ölünce geriye vâris olarak küçük oğlu Sa­bit kalmıştı. Amcası onu himayesine almak isteyince durumu önce Resû-lüllah (A.S.) Efendimize arzetti ve :

— «Ey Allah'ın Peygamberi! kardeşim oğlu himayemde yetim olarak bulunuyor. Onun malından ne ölçüde harcamam helâldir ve bu malı ne-zaman ona teslim etmem gerekir?» dedi.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [33]

 

İlgili Hadîsler

 

Bir adam Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki;

— Ey Allah'ın Peygamberi! ben çok fakir bir kimseyim, hiçbir şeyim yoktur. Yanımda bir de yetim bulunuyor, (onun malından yiyebilir miyim?)

Efendimiz (A.S.) ona şu cevabı verdi:

«İsraf etmeksizin, gereksiz harcamada bulunmaksızın ve onu kendi­ne ait bir sermaye edinmeksizin ihtiyaç nisbeti yiyebilirsin.» [34]

 

İslâm Sekiz Şeyin Korunmasını Emreder

 

İslâm, insan hayatını en makul ölçülerle düzenleyen ilâhî bir sistem­dir. Bütün esas ve prensipleri sekiz şeyi korumaya yöneliktir. Her toplumun huzurlu ve fazîlet ölçüleri içinde bir hayat sürmesinde bu sekiz unsura mutlaka  ihtiyacı vardır:

1.  Aklı korumak,

2.  Canı         »

3.  Malı         »

4.  Nesli        »

5.  Din ve ahlâkı korumak,

6.  İlmi ve tekniği korumak,

7.  Sağlığı korumak,

8.  Ülkeyi         »

Konumuzla ilgili âyette, bunlardan üçünün korunmasına yer verilmiş­tir: Nesli, malı ve ahlâkı korumak.

Yetimlere vasilik, çocuklara velilik etmek bir bakıma sağlıklı bir nes­lin yetiştirilmesini öngörür. Binlerce kimsesiz ve öksüz çocukları kendi kaderlerine terketmek, büyük bir gaflet olur. Küçümsenemiyecek bir kesi­mi dinî ve millî eğitim dışına itip ülkenin geleceğini ciddi biçimde tehlikeye sokabilir. Bugün gerek Batı ülkelerinde, gerekse Amerika ve diğer geliş­miş ülkelerde bunun doğuracağı elim sonuçların farkına varıldığı için devlet eliyle milyarlar harcanarak kimsesiz çocuklar korunmaya çalışıl­maktadır.

Oysa, Kur'ân'da, gerek meryem kıssasında, gerekse yetimleri koru­ma bölümünde bu konuya 1400 yıl önce parmak basılmış; ilâhî uyarı en duyarlı biçimde sergilenmiştir. Ülkemizde henüz bu millî ve sosyal mese­leye ülke çapında yeterince ilgi gösterilememiştir.

Gerek âiie bütçesini hazırlamada aile reisinin göstereceği hassasiyet ve titizlik, gerekse öksüzlerin mallarını korumada vasilerin göstereceği duyarlılık, mal ve serveti gereksiz yere harcamayı önleyebilir.

Bu iki yönlü hassasiyet bir bakıma ahlâkı da korumaya yöneliktir. Çünkü ahlâk ve fazileti ayakta tutmak için dinî ahlâka, öğretim ve eğiti­me ne kadar ihtiyaç varsa, ekonomik güce de ihtiyaç vardır. [35]

 

Yetimin Rüşde  Ermesi

 

«Onlarda bir rüşt (olgunluk) görürseniz...»

RÜŞT: Ergin hale gelme, bulûğa erme mânasına geldiği gibi, doğru yolu bulma, doğruyu seçme anlamına da gelir. Rüştünü isbat etmek, er­gen ve ergin sayılacak yaşa gelmek, demektir.

Bulûğa erme dört şeyden biriyle gerçekleşir: Bunlardan ikisinde ka­dın erkek müşterektir. Diğer ikisi ise kadınlara hastır.

Müşterek olanlardan birisi yaş, diğeri ergenliktir. Kız ve erkek çocuk 15 yaşına girince, bulûğa ermiştir, artık bir bakıma reşid sayılırlar. Nite­kim Abdullah bin Ömer (R.A.) diyor ki:

«Uhud savaşında 14 yaşında idim. Savaşa katılmak istedim, ama Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz yaşıma bakarak isteğimi kabul etmedi. Hendek savaşında ise 15 yaşına girmiş bulunuyordum. Müracaat ettiğimde bu kez Resûlüllah beni kabul etti.» [36]

İlim adamlarının çoğu bulûğ ve rüşt hususunda bu rivayeti senet seç­mişlerdir. İmam Şafiî de bu rivayeti esas kabul ederek içtihadını yürüt­müştür.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kız çocuğun rüşde ermesi, 17 yaşını; erkek çocuğun ise 18 yaşını bitirmiş olmasıyla gerçekleşir.

Erkek çocuğun ergen olma haline gelince: Bu, meninin şehvetle fış­kırarak dışarı çıkmasıyla belirlenir.

Kadınlara has olan iki şey : Aybaşı hali ile gebeliktir.

Ancak kendine ait bir malda tasarruf edebilmek için bulûğa ermek yeterli değildir; dindarlığının ve malı harcamadaki tutumunun müsbet ol­ması, aklî dengesinin yerinde bulunması gereklidir. Aksi halde HACİR al­tında tutulur. Bu durumda tasarruf ehliyeti ya tamamen kalkar, ya da sa­lâh buluncaya kadar kısıtlanır. İmam Şafiî'nin içtihadı bu ölçüdedir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hür, âkil ve baliğ olan kimse HACİR aitina alınmaz. Hattâ temyiz çağında bulunan bir çocuğun -veli, ya da vasîsinin izniyle-tasarrufta bulunması sahihtir.

İmam Mâlik'e göre, kız 15 yaşına da girse, tasarrufa ehil değildir. An­cak bu yaşta evlenirse, o takdirde kocasının izniyle malında tasarruf ede­bilir.

Medenî hukuka göre : Fiil ehliyetinin kazanılması, rüşde ermekle, yani kız ve erkek çocuğun 18 yaşını doldurmalarıyla gerçekleşir. Bu bir bakıma İmam Ebû Hanîfe'nin erkek çocuk hakkındaki içtihadıyla birleşir. Ayrıca aynı hukukta, kazaî rüştün tayininde çocuğun 15 yaşını tamamlaması ve diğer üç şartın bulunması halinde hakime yetki verilmiştir. Bu, İmam Şa­fiî'nin içtihadına yakın bir hükümdür. [37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle vasiliğin yetki sınırı ve yetim hakları belirtildi. Ser­vetin korunması için rasgele bir harcama yapılmaması, henüz rüşdünü isbat etmemişlere ve bir de beyinsizlere tasarrufta bulunma yetkisinin ve­rilmemesi üzerinde duruldu ve gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, miras taksiminde de kadın ve yetim haklarına yer veriliyor. Asıl mirasçıyı gayr-i âdil bir örf ve gelenek ile mirastan mahrum etmeye hiç kimsenin yetkili olmadığı, hakların Allah tarafından belli bir farz olarak takdir edildiği haber veriliyor. [38]

 

Meali :

 

7—  Ana ve baba ve yakın hısımların -az olsun, çok olsun- geriye bı­raktığı (mîrası)ndan erkeklere pay; yine ana baba ve yakın hısımların ge­riye bıraktığı (mîrası)ndan kadınlara bir pay vardır. Bu, farz kılınmış belir­li bir hissedir.

8—  Miras taksiminde  (mirasçı  olmayan)  hısımlar,  öksüzler ve  yok­sullar hazır bulunursa, azık olacak ölçüde onlara da bir şey verin ve gü­zel söz söyleyin (kırıcı, incitici olmayın).

9—   Arkalarında elleri ermez, güçleri yetmez çocuklarını bırakacak olsalardı, onlar hakkında endişe duyanlar, (vasilik ettikleri yetimler hak­kında da) aynı endişeyi duysunlar (ve bu hususta da) Allah'a karşı gel­mekten sakınsınlar, sağlam ve doğru söz söylesinler.

10— Doğrusu yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karın dolusu ateş yemiş olurlar. Onlar harıl harıl yanıp yükselen bir ateşe gire­ceklerdir.

 

İniş Sebebi

 

Ansardan Sabit oğlu Evs vefat edince, geriye karısını ve üç kızını bı­rakmıştı. Fakat Evs'in amcasının iki oğlu mirasa sahip çıkarak kadına ve kız çocuklara bir şey vermediler. Cahiliyye devrinin kötü âdetlerinden bi­ri de şu idi : Ölenin karısına, kız çocuklarına ve bir de ergen olmamış er­kek çocuklarına mirastan bir pay ayırmazlardı. Ancak ata binip savaşan, ganimet elde edebilen yaşta ve güçteki erkek çocukları veya diğer hısım­lar mirastan yararlanabilirdi.

Böyleee Evs'in karısıyla üç kızı aç ve perişan kaldılar. Kadın bu hak­sızlığa dayanamıyarak Peygamber (A.S.) Efendimize gelip durumunu ar-zetti. Mirasa sahip çıkanlar çağırıldı. Onlar da cahiliyye devri âdetini ay­nen söylediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.), «siz gidin, Allah'ın bu hususta indireceği hükmü bekliyelim..» buyurdu. Bunun üzerine yuka­rıdaki âyetler indi. [39]

 

İlgili Hadisler

 

Ashaptan Sa'd bin Ebî Vakkas (R.A.) evinde hasta yatıyordu. Pey­gamber (A.S.) Efendimiz onu görmeğe gittiğinde Sa'd çok sevindi ve ara­larında şu konuşma geçti:

—- Ya Resûlellah! ben mal sahibi bir kimseyim. Mirasçım olarak bir tek kızım bulunuyor, Malımın üçte ikisini tasadduk (hayır) etmek istiyo­rum, ne buyurursunuz?

  Hayır, bu çok..

  Yarısını..?

  O da çok.

  Üçte birini?.

  Üçte biri de fazla. Gocuklarını zengin bırakman, onları başkasına el açan muhtaç durumda bırakmandan hayırlıdır,  buyurdu. [40]

«İki   zayıfın   malından   sakınmanızı   tavsiye   ederim:   Kadın   ve   ye­tim...» [41]

Yedi helak edici şeyden sakının :

1.  Allah'a ortak koşmak,

2.  Sihir,

3.  Haklı bir sebep dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir in­sanı öldürmek,

4.  Faiz yemek,

5.  Yetim  malı yemek,

6.  Savaş  meydanından  kaçmak,

7.  Namuslu İffetli mü'mine bir kadına zina isnat etmek. [42]

«Allah'tan korkun, çocuklarınız arasında (her bakımdan) adaletten ayrılmayın.» [43]

 

Hakların  Korunması

 

İslâm, yeni bir hayat düzeni ve insan haklarını korumada âdil ölçüler ve esaslar getirmiştir. Bilindiği gibi, kökleşmiş âdetleri, örfleri, sistemleri değiştirmek çok zordur. Ama Kur'ân insana yakışanı emrederken, onun ruhunun yüceliğine ters düşen şeyleri yasaklarken ve bilhassa hukukî meselelerde kendine has hükümler getirirken birçok cahiliyye devri âdet­lerini, örflerini kökünden değiştirmiştir. Kendi yapısına uyan hukukî me­selelere, uyum sağlayan âdetlere yer vermeyi bir taklit saymamıştır.

Arap Yarımadasında cahiliyye devrinin birçok kötü âdetlerini, gayr-i âdil kanun ve kurallarını, sistem ve yöntemlerini; kadın ve yetimler aleyhi­ne olan bütün geleneklerini kademeli biçimde kaldırmış, pedagojik bir metotla mücadelesini sürdürmüş, çeyrek asırda bunların yerine her çağa hitap edebilen güçte yepyeni bir sistem geliştirip yerleştirmiştir.

Miras hukuku, onun hukuk zincirinin sadece bir halkasıdır. Daha ön­ce Araplarda ve diğer bazı ülkelerde kadınlara ve kız çocuklarına miras­tan bir pay verilmezdi. Hısımlardan ancak ata binip savaşabilen, yağma­cılık yapabilen yaşta ve güçte olanlar gerçek vâris sayılırdı. Yetim kızla­ra vasilik yapan hısımlar, onları her türlü haklarından mahrum bırakırlar­dı. İşte konumuzu oluşturan âyetlerle miras hukukunun ana teması en âdil ölçüde belirtilerek sözü edilen kötü âdetlerin yıkılması sağlanmıştır. [44]

 

Sosyal Yönü

 

«Mîras taksiminde (mirasçı olmayan) hısımlar, öksüzler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, azık olacak ölçüde onlara da bir şey verin ve güzel söz söyleyin.»

Öksüzü ve muhtacı her zaman koruyan Kur'ân, miras bölüşülürken de onlara yardım elinin uzatılmasını, ahlâk ve fazilet ölçüleri içinde tav­siye etmiştir. Sosyal bünyeyi güçlendirmekte, fertleri arasında merhamet, sevgi ve saygı bağlarını geliştirmekte; sınıf kavgasına sebep olacak yol­ları kapamakta bundan daha te'sirli bir yöntem var mıdır?

Büyük bir servetin taksiminde dikkatlerin çekilmemesi mümkün mü­dür? Bu dikkatleri kinden, hasetten, servet düşmanlığından uzaklaştırıp rahmete ve kardeşliğe döndürmek bizim elimizdedir.

«(Mirasçı olmayan) hısımlar, öksüzler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, azık olacak ölçüde onlara da bir şey verin ve güzel söz söyleyin..» cüm­lesi, insana verilen değeri, gösterilen saygıyı yansıtır. Araplar kadın ve kızları, küçük çocukları mirastan mahrum ederken, İslâm sadece bu hak sahiplerini korumakla kalmamış, bir de mirasçı olmayan hısımların, ök­süz ve yoksulların miras malından gözetilmesini emretmiştir. Onun en son ve en mükemmel din olduğunu isbatlamaya bu yetmez mi?

Öyle ki, İslâm bu konuda iki ağır müeyyide koymuştur:

1.  Hak sahiplerinin tesbit edilip   haklarının   korunmasını,   haksızlık edenlerin cezalandırılmasını  emretmiş;

2.  Haksızlık edenler için kıyamet günü çılgın bir ateşin hazırlandığı­nı haber vermiştir.

«Doğrusu yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler , ancak karın do­lusu ateş yemiş olurlar. Onlar harıl harıl yanıp yükselen bir ateşe gire­ceklerdir.»

Âyette bir incelik vardır: Karın dolusu ateş yemek ve ileride harıl hani yanıp yükselen bir ateşe düşmek, haksızlıkta bulunanın iki ateşle azâb göreceğine işarettir: Biri dünyada vicdan azabı çekmek ve insan­ları huzursuz eden bir ortam hazırlamak, diğeri âhirette Allah'ın amele göre hazırladığı azaba çarptırılmak.. [45]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ana babanın bıraktığı mirastan erkeğe bir pay ve­rileceği gibi kadına da bir pay verileceği belirtildi ve böylece cahiliyye devrinin kötü bir âdeti kaldırılmış oldu. Aşağıdaki âyetle, erkek ve kadın­lara, kardeşlere, ana ve babalara mirastan düşen hisseler belirtiliyor; İs­lâm'ın bu konuda da ortaya koyduğu sosyal adalet ve sağlıklı düzenin öl­çü ve anlamına yer veriliyor. [46]

 

Meali :

 

11— Allah, çocuklarınız hakkında (mîras konusunda) şunu tavsiye eder, (ilâhî hükümlerini bildirir): Erkeğe, iki dişi payı vardır. Dişiler ikiden fazla ise, (erkek kardeşleri de yoksa) terekenin üçte ikisini alırlar. Dişi bir tane ise, (yine erkek kardeşi de yoksa) terekenin yarısı onundur. Eğer ölenin çocuğu varsa ana-babadan her birine altıda bir hisse verilir. Öle­nin çocuğu yoksa, ana-babası da kendine mirasçı bulunuyorsa, anasına üçte bir, (geriye kalanı babasına) verilir. Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda bîr alır. Bütün bunlar, ölenin yaptığı vasiyyeti ve üzerindeki borcu yerine getirildikten sonradır. Babalarınızdan ve çocuklarınızdan hangisi­nin fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. (Belirlenen pay­lar) Allah'tan bir farizadır. Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Câbir  (R.A.)   hasta  yatıyordu.  Resûlüllah   (A.S.)   Efendimiz,  yanında

Ebû Bekir SIDDÎK olduğu halde onu ziyarete gittiler. Ama Câbir'i komaya girmiş vaziyette buldular. Resûlüllah (A.S.), su istedi; abdest alıp bu su­dan Câbir'in üzerine serpti: Çok geçmeden komadan çıktı, akli dengesi yerine geldi. Resûlüliah'i başucunda görünce çok sevindi ve :

  Ya Resûleiiah! dedi, malımı ne yapayım, nasıl bir taksimatta bu­lunayım?

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [47]

Diğer bir rivayet:

Bir kadın, yanında iki kız çocuğu olduğu halde Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve şöyle dedi:

  «Ya Resûleiiah! bunlar, Sabit bin  Kays'ın çocuklarıdır. Bildiğiniz gibi Sabit, Uhud savaşında şehit edildi. Onun amcası terekesinin tama­mını aldı, bu iki yavruya ve bana hiçbir şey bırakmadı. Bu kızcağızların malı olmadıktan sonra evlenemezler, yani fakir kızları kimse almaz.»

Peygamber (A.S.) Efendimiz ona :

«Üzülme, Ailah bu hususta elbet bir hüküm indirecektir.» diyerek te­sellide bulundu. Çok geçmeden yukarıdaki âyet indi. Bunun üzerine Re­sûlüllah, Sâbit'in amcasını çağırdı ve: «Sabit'ten kalan malın üçte ikisini kızlarına, sekizde birini karısına ver. Geriye kalanı sanadır,» buyurdu. [48]

 

Miras Hukukunda Kız Ve Erkek Çocukların Durumu

 

«Allah çocuklarınız hakkında (mîras konusunda) şunu tavsiye eder: Erkeğe, iki dişi payı vardır.»

İslâm, erkeği aile reisi kabul eder. Onu hem karısına, hem çocukla­rına bakmakla yükümlü tutar. Kadına ise, çocuklarına en yakın ve en te­sirli terbiyeci, evinin  iç düzeninde daha  çok  sorumlu  nazarıyla  bakar.

Böylece geçim hususunda ortaklaşa ve fakat farklı mesuliyetler getirir­ken nafaka temininde yükün ağır kısmını erkeğe yükler. Çünkü İslâm'a göre kadın ev işlerini, çocuk yetiştirme ve terbiye etme görevlerini ikinci plâna itip kendini erkek kadar sorumlu hissederek evin dışındaki iş ha­yatına verecek olursa, hem aile yapısında, hem çocuk terbiyesinde, hem kendi saygınlığında zedeleyici bir takım problemler getirmiş olabilir. Bun­ları şöyle özetliyebiliriz ;

a)  Aile yuvası, huzur verici, yorgunluğu giderici bir yer olmaktan çı­kar, otel havasına girer.

b)  Mutfak, çamaşır ve benzeri iç meseleler düzensizliğe itilir.

c)  Akşam yorgun ve sinir sistemi kısmen bozuk karı-koca eve gelin­ce ne bir güler yüz, ne de tatlı bir söz onları karşılar. Ufak bir kıvılcım ikisinden birinin patlamasına neden olabilir.

d)  Çocuklar ana  şefkat  ve  terbiyesinden   mahrum,  eğitilmeğe  çok muhtaç cahil dadıların ya da ana okullarının kucağına atılır. Bu, aile fert­leri arasındaki manevî bağların ciddi biçimde kopmasına sebep olur.

İslâm, aile yapısını, belirttiğimiz gibi, kendine has bir ölçü ve düzen­de ele aldığı için miras taksiminde erkeğe fazla bir pay ayırmıştır. Erkek alacağı bu iki payı, bir pay ile gelen karısına ve çocuklarına harcamak zorundadır. Çünkıj aile yapısı bunu böyle gerektirmektedir.

Görülüyor ki İslâm, miras hukukunda da kendine has aile düzenini esas tutarak hüküm koymuştur. Şüphesiz ki bu hüküm, sosyal adaleti ger­çekleştirmede ve aile düzeninin sağlıklı devam etmesinde nâzım rol oy­nar.

O halde İslâm'ın getirmiş olduğu aile düzeni ve sosyal sistemi dik­kate almadan erkeğe iki, kadına bir verilmesinin eşitlik ilkelerine ters düştüğünü, gayr-i âdil bir anlam taşıdığını iddia etmek çok bilgisizce ve sübjektif bir yargı olur. [49]

 

Ana  Babaya Ayrılan  Hisse

 

 ölenin  çocuğu varsa,  ana-babadan her birine altıda bir hisse verilir.»

Hayatlarını maddî ve manevî varlıklarıyla çocuklarının sağlıklı, bilgi­li yetişmesine adayan ana ve babaya, ölen evli evlâdından bir pay ayır­mak, hem adalet, hem insaftır. Batıda bir çok ülkelerde ölen kimsenin ço-    varsa   ana babasına terekesinden bir pay verilmemektedir. Halbu-CUMâm  bu durumda da ana babadan her birine 1/6 hisse ayırmıştır. Öle-'  SocuğU yoksa, anasına 1/3 pay verilir, geriye kalanını baba alır.

Ölenin erkek ve kız kardeşlerine gelince, bunlar da ikili birli pay alır­lar Bu, bir bakıma fazladan bir miras sayılır. Ölenin oğlu bulunsaydı kar­deşlerine hiçbir pay düşmezdi. [50]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Mirasla ilgili hükümler devam ediyor. [51]

 

Meali  :

 

12—  Eğer karılarınızın çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bütün bunlar yaptık­ları vasiyyet veya (üzerlerindeki) borç (ödenip) yerine getirildikten sonra­dır.

Eğer çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri karılarınızındır. Ço­cuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri karılarınızındır. Bu da yaptığınız vasiyyet veya borçtan sonradır. Eğer vâris olunan (muris) erkek veya ka­dının çocuğu ve babası yoksa ve (ana tarafından) bir erkek veya kız kar­deşi bulunuyorsa, herbirine altıda bir verilir. Sayıları bundan (birden) fazla ise üçte bir hisseye ortaktırlar. Bu da yapılan vasiyyet veya borçtan sonradır.

Bütün bunlar mirasçıları zarara uğratmaksızın yerine getirilir. Bunlar Allah tarafından tavsiye (emir)dir, Allah bilendir ve yüksek hilm sahibidir.

13—  İşte  bunlar Allah'ın  sınırlarıdır.  Kim  Allah'a  ve  Peygamberine itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacak­ları Cennetlere koyar. Bu da büyük bir kurtuluştur.

14— Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan edip (başkaldırır) da O'nun sınırlarını aşarsa Allah onu, içinde devamlı kalacağı bir ateşe so­kar; artık horlayıcı bir azâb onun içindir.

 

Kari Koca Arasında İkili  Birli Taksim

 

«Eğer karılarınızın çocukları yok­sa, bıraktıklarının yarısı sizindir...»

Kur'ân, ailenin malî külfetini yüklenen erkeğe mirasta kadına nisbet-le iki kat vermeyi, kan koca ve ana baba arasında da geçerli saymıştır. Ölen karısının çocuğu yoksa, koca bırakılanın yarısını, çocuğu varsa dört­te birini alır. Çünkü erkek bu durumda yeni bir evlilik hayatına başlaya­bilir, yeni bir külfet yüklenir. Ölen kocanın çocuğu yoksa kadın, bırakıla­nın dörtte birini, çocuğu varsa sekizde birini alır. Çünkü kadının yükünü hafifletecek yeni bir koca ortamı hazırdır. İhtiyacının çoğunu evleneceği kocası yüklenecek. Kadın hissesini aldıktan sonra kalan mirasın tamamını çocuklar alır. Bu farklı taksim, bazı kişilerce dış görünüşüyle pek âdil sa­yılmayabilir, ama İslâm'ın getirmiş olduğu aile ve sosyal yapılar incelen­diğinde, ne kadar isabetli ve âdil olduğu kendiliğinden anlaşılır. Temelin­de mutlaka  adalet felsefesi  yatmaktadır.

Aynı husus ana-baba hakkında da söz konusudur. Ana-babaya ge­lince, öien çocuklarının bıraktığından -ölenin çocuğu yoksa- anne üçte bir, baba ise, ondcn arta kalanı alır. Bu nisbet ikiii-birli ölçüsüne uygun gelmektedir. Çünkü yükün ağırlığı babanın omuzlarındadır.

Bütün bunlar ilâhî sınırlar ve yasalardır. Mutlak hayır ve gerçek ada­leti yansıtır. Allah kullarına haksızlık etmez. O, zulmü kendisine haram kıldığı gibi, insanların birbirine zulmetmesini de yasaklamıştır. Kur'ân'a ve Hazreti Muhammed'e (A.S.) imân eden için en uygun taksimat şekli budur. Çünkü Allah kendi yasalarını Müslüman ailelerin İslâmî yaşayışıy-la uyum sağlar ölçü ve anlamda koymuştur. Bu bakımdan Kur'ân'daki hü­kümlerin bir kısmı, inanmıyanların aile ve sosyal yapılarına ters düşebilir. İnkarcıların İslâm'a karşı gelmelerinin sebeplerinden biri de budur. [52]

 

Fıkhî Yönü

 

Ölen bir Müslüman için vârislerinin, ilk yerine getirilmesi gerekli olan vazifeleri nelerdir? Müctehit imamlar bunu dört madde halinde belirle­mişlerdir :

1   Tekfin, teçhiz ve defin,

2.  İnsanlara olan borçların vakit kaybetmeden ödenmesi,

3.  Varsa, vasiyyetinin yerine getirilmesi,

4.  Terekesinin vereseye taksiminin sağlanması..

Kur'ân bilhassa bu noktayı şöyle belirtiyor: «Bütün bunlar yaptıkları vasiyet veya (üzerlerindeki) borç (ödenip) yerine getirildikten sonradır.»

O halde ölen kimsenin bıraktığı bir servet varsa, önce definle ilgili harcama yapılır. Sonra kalan para veya mal ile borçları ödenir. Bundan sonra kalan bir para veya mal olursa, ölenin vasiyeti yerine getirilir. Ya­pılan vasiyet bırakılan malın üçte birini geçmemelidir. Aksi halde gecen, yani üçte biri aşan kısım veresenin uygun kabul etmesine bağlıdır. Kabul etmedikleri takdirde sadece üçte birine denk geleni yerine getirilir. Sonra kalan para veya mal vârisler arasında belirlenen biçimde taksim edilir. [53]

 

Ölenin  Vasiyeti Yoksa

 

Ölenin vasiyeti yoksa, o takdirde bıraktığı maldan ve paradan hiçbir hayır yapılamaz. Ancak vârisler kendilerine düşen paydan isterlerse ha­yır yapabilirler.

İSKAT, sadece bir temennidir. Vasiyet edilmişse devir muamelesine yer verilmeksizin, aynen uygulanır. Vasiyet yoksa, iskat'a gerek yoktur. Kaldı ki ölenin hem vasiyeti yok, hem de geriye yetim bırakmışsa, defin masrafı ve borçlarının ödenmesi dışında hiçbir harcama yapılamaz.

DEVİR, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ve ashabının yapmadığı, uygu­lamadığı, tavsiyede bulunmadığı bir bid'atdır. Dinin yüceliğini zedeliyen, din adamlarının itibarını düşüren sünnet dışı bir icatdır. Yapılmamasında mutlaka hayır vardır.

Fukaha'dan bir kısmının DEVİR üzerinde olumlu görüş ortaya koy­ması, daha çok medrese talebesini, tekke dervişlerini korumaya matuf bulunuyordu. Şartlar değişmiştir. Bugün için fukahanın o buluşu bir öl­çü ve kıstas taşımamaktadır.

İslâm'da Miras İntikal Vergisi Yoktur

İslâm'da miras intikal vergisi yoktur. Murisin serveti ne kadar çok olursa olsun, devlet buna bir vergi koymaz. Ancak hiç bir mirasçısı bu­lunmazsa, o takdirde tamamı Beytü'l-mala, yani devlet hazinesine kalır. [54]

 

Ferâiz  İlminin  Önemi

 

İnsan haklarını koruyup disipline eden, hısımlar arasında tartışma, haksızlığa sapma, sürtüşme gibi ihtilâfları önleyen, sosyal adaletin arıza­sız devam etmesine yardımcı olan İslâm MİRAS HUKUKU'nun hukuk li­teratüründe  müstesna  bir yeri  vardır.

Peygamber (A.S.) Efendimiz bu ilmi hem övmüş, hem ümmetine tav­siye etmiştir.

«Ferâiz ve Kur'ân öğrenin- Çünkü (ben de bir insanım ve her insan gibi) ölümlüyüm.» [55]

«Ferâiz öğrenin. Çünkü ben de ölümlü bir kişiyim. Çok sürmez iki ki­şi mirasta ihtilâfa düşer de kendilerine ferâiz ahkâmını bildirecek bir kim­se bulamazlar..» [56]

«Ferâizi hem öğrenin, hem öğretin. Çünkü ferâiz ilmin yarısıdır ve ilk unutulan ilim bu olacaktır; ümmetimden ilk çekilip alman da yine bu ilim olacaktır.» [57]

 

İrsin Rükunları  Üçtür

 

1.  Muris

Hakikaten veya hükmen ölen kimsedir.

2.  Vâris

İrsi Şer'î delille sabit olan kimsedir.

3.  Mevrus

Ölenin terkettiği maldır. [58]

 

İrsin Şartları

 

İrsin şartlan üçtür:

1. Murisin ölümü.

2.  Vârisin hayatı,

3.  İrs cihetinin bilinmesi.. [59]

 

İrsin Sebepleri

 

İrsin sebepleri üçtür:

1.  Rahim,  (ölene nesep cihetiyle hısımlık),

2.  Nikâh, (karı-koca arasında meydana gelen sahih akit),

3.  Velâ (azâd etmekten meydana gelen hükmi yakınlık). [60]

 

İrse Engel Sayılan Sebepler

 

İrse engel sayılan sebepler dörttür:

1.  Rık  (kölelik),

2.  Katii  (vârisin murisi öldürmesi),

3.  İhtilâf-i Dar (Dar-i Harp ile Dar-i İslâm),

4.   Muris ile vâristen her birinin ayrı bir dine bağlı bulunması. [61]

 

Ferâiz  İlminin  Konusu

 

Ferâiz ilminin konusu terekedir. Bu nakit olduğu gibi mal da olabilir. Mal da iki kısma ayrılır: Taşınan ve taşınmıyan..

Taşınmaz mallar: Taşınmaz mallar üçe ayrılır:

1.  Mülk (ev, bağ, bahçe, dükkân, han, otel ve benzeri şeyler)

2.  Arazi

3.  Sahih vakıflar.. [62]

 

Arazi Beş Kısımdır

 

1.  Arazi-yi Memlûke,

2.  Arazi-yi Miriyye ,

3.  Arazi-yi  Mevkute,

4.  Arazi-yi Metruke

5.  Arazi-yi Mevat..

Arazi-yi Memlûke : Mülkiyet yoluyla tasarruf olunan yerlerdir. Mülki­yeti tamamen sahibine ait olduğu için, tevarüs kapsamına girer ve ferâ­iz ilmine göre taksim edilir.

Arazi-yi Miriyye : Beytü'l-male (Devlet Hazinesine) ait arazidir ki tar­la, çayır, yaylak, kışlak ve korular bu cümledendir. Arazi Kanunnamesine bağlıdır; ferâiz ahkâmına girmez.

.'Arazi-yi Mevkufe; bu da iki kısımdır: Birinci kısım araziden olup şe­riat ahkâmı uyarınoa sahibi tarafından vakfedilen ve tasarruf haklan Vak­fe ait olan, vâkıfın şartlarına göre muamele gören arazi. Diğeri, arazi-yi miriyyeden olup Sultanlar tarafından vakfedilen arazilerdir, sahih vakıf­lardan sayılmaz, tahsisat kapsamına girer. Arazi Kanunnamesine göre muamele görür.

Arazi-yi Metruke; bu da iki kısımdır: Biri umum için terkedilmiş yer­lerdir; yo! ve benzeri yerler. Diğeri bir kasaba ya da köy halkına tahsis edilen arazidir; mer'a ve benzeri yerler bu cümledendir. Bunlarda miras hukuku câri değildir, yani ferâiz ahkâmına tabi değildirler.

Arazi-yi Mevat: Şehir veya kasaba ve köy dışında sahipsiz bir ara­zidir ki, yaklaşık yarım saatlik bir mesafede bulunması gerekir. Bu tür araziyi işletenler, onları kendilerine mülk edinemezler. Öldükleri zaman ferâiz ve Arazi Kanunnamesine göre muamele görmez. [63]

 

Erkek Mirasçılar On Kişidir

 

1.  Oğul

2.  Oğlun oğlu...

3.  Baba

4.  Dede {baba tarafından..)

5.  Kardeş

6.  Kardeş oğlu

7.  Amca

8.  Amca oğlu..

9.  Koca

10. Azatlı  kölenin efendisi. [64]

 

Kadın   Mirasçılar  Yedidir

 

1.  Kız

2.  Oğlun  kızı..

3.  Anne

4.  Anne anne..

5.   Kız  kardeş

6.  Karı

7.  Azatlı kölenin hanımefendisi. [65]

 

Bunlardan Altı Tanesi  Başkası Sebebiyle  Mirastan Tamamen  Mahrum  Olmaz

 

a)  Ana-baba

b)   Erkek ve kız çocuk

c)   Karı-koca.. [66]

 

Varisler Miras Almada Üçe Ayrılır

 

1.  Sadece farz (belirlenmiş pay) ile vâris olanlar.

Bunlar: Karı-koca, kızlar, kız kardeşler, anneler, neneler, ve anne tarafından olan.anne bir kardeşlerdir.

2.  Ta'sîb sebebiyle vâris olaniar.

Bunlar: Oğlan çocuklar, kız kardeşler, oğlan çocuklarının oğlan çocukları, amcalar, amcanın erkek çocuklarıdır.

3.  Bazan farz, bazan da ta'sîb yoluyla vâris olanlar. Bunlar: Baba ile dededir. [67]

 

Takdir  Edilen  Farzlar

 

1. Yarı :   1/2,

2.  Dörtte bir: 1/4

3.  Sekizde bir:  1/8

4.  Üçte iki: 2/3

5.  Üçte bir: 1/3

6.  Altıda  bir:  1/6

YARI: 1/2 şu beş varise verilir:

1.  Kız

2.  Oğlun kızı (kız olmadığında)

3.  Ana-baba bir kız kardeş

4.  Baba bir kız kardeş (Ana-baba bir kız kardeş olmadığında)

5.  Koca (oğul ve oğlun oğlu olmadığında)..

DÖRTTE BİR:  1/4 şu  iki vârise verilir:

1.  Koca (ölenin çocuğu ve oğlunun çocuğu olduğunda)

2.  Karı (ölenin çocuğu ve oğlunun çocuğu olmadığında) ÜÇTE İKİ : 2/3 yarı alan varisler birden fazla olduğunda. ÜÇTE BİR:  1/3  şu  iki  vârise  verilir:

1.  Anne (ölenin çocuğu, oğlunun çocuğu, birden fazla erkek ve kız kardeşleri olmadığında)

2.    Anne bir kardeşler (birden fazla olduğunda), ALTIDA BİR : 1/6 şu altı vârise verilir:

1.  Anne (Ölenin çocuğu, oğlunun çocuğu ve birden fazla erkek ve kız kardeşleri olduğunda),

2.  Ana bir kardeşler (yalnız bir tane olduğunda),

3.  Baba (ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile beraber bulundu­ğunda),

4.  Sahih dede,

5.  Oğlun kızı (bir tane öz kız ile beraber bulunduğunda),

6.  Baba bir kız kardeş (ana-baba bir kız kardeşle beraber bulundu­ğunda), [68]

 

Zevı'l-Erham

 

Zevi'l-erham : Ölene yakınlığı olup ashab-ı ferâiz ve asabe olmayan hısımlardır. Nesep yoluyla farz sahipleri ve asabe bulunmadığında ölen murisin terekesi zevi'l-erhama kalır.

Zevi'i-erham dört sınıftan ibarettir:

1—  Ölene intisap edenler (ölenin kızlarının evlâdı ve ölenin oğlunun kızlarının evlâdı...),

2—  Ölenin intisap ettiği kimseler (sahîh olmayan dedeler ve sahîh olmayan nineler),

3—  Ölenin ana-babasından birine veya ikisine intisap edenler (kız kardeşlerinin erkek ve kız çocukları; oğlan kardeşlerinin kızları ile onların çocukları; ana bir kardeşlerinin erkek ve kız çocukları),

4—  Ölenin baba tarafından dede veya ninelerine intisap edenler (ba­basının ana-baba bir veya baba bir veya ana bir kardeşleri; babasının ana bir oğlan kardeşleri; anasının ana-baba bir veya baba bir veya ana bir erkek kardeşleri; anasının ana-baba bir veya baba bir veya ana bir kız kardeşleri; ölenin uzak dedelerine veya uzak ninelerine intisap edenler, ki bunlar, dede veya ninelerinin asabe olmayan erkek veya kız kardeşleri­dir. Sözü edilen amca ve teyzelerin erkek ve kız evlâdı ile asabe olan am­caların kızları ve onların erkek ve kız çocukları).. [69]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kadınlara iyilikte bulunulması, her zaman için haklarının korunması emredildi. Mirasta kendilerine uygun hak tanındığı ve ayrıldığı belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle, kadınlık şerefini, annelik vekarı-nı, aile iffetini hiçe sayıp namusunu pazara çıkaracak kadınlara -aile ve toplumun selâmeti adına- verilecek eeza açıklanıyor. Ancak cahiliye dev­rinin çirkin âdetleri tamamen yıkılmadığı için hafif bir ceza uygulaması tavsiye ediliyor. Kadın ve erkeklerin iftiraya uğramamaları için de, ken­disine zina isnat edilen şahsın o fiili işlediğine dair iddiacı veya ihbarcının dört şahit getirmesi hükme bağlanıyor. [70]

 

Meali :

 

15—  Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanların, (bunu isbat için) aleyh­lerine aranızdan dört şahit getirin.  Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.

16—  Sizlerden fuhuşa sapanların (zina edenlerin) ikisine de eziyet­te bulunun (onları ayıplayın, kınayın), Tevbe edip kendilerini düzeltirlerse, artık vazgeçin. Şüphesiz ki, Allah tevbeleri çokça kabul eden ve merha­meti bol olandır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Benden (gerekli hükmü dinleyip) alın, benden (gerekli hükmü dinle­yip) alın! Allah fuhuş yapan kadınlara bir yol açtı: Evli evliyle, bakire ba­kire ile zina ettiğinde (bekâr erkek, bakire kızla fuhuş yaptığında), evli veyc dula yüz değnek ve recim gerekir. Bekâr erkek ve bakireye ise yüz değnek ve bir yıl sürgün gerekir.» [71]

«Nisa sûresinden sonra artık (zina edenler hakkında) hapis cezası yoktur.» [72]

 

Zina Hükmü

 

Konumuzla ilgili âyette belirtilen hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında uygu­lanmıştır. Yasak olan birçok şeylerde olduğu gibi, İslâm burada da kade­meli bir yol takip etmiş ve pedagojik bir metot izlemiştir. İslâm'ın gelişme çağında daha yeni müslüman olan ve cahiliyye devrinin birçok kötü ve Çirkin ahlâkını kendinde taşıyan kişilere ilk adımda ağır bir ceza tatbik etmek ilâhî murada uygun gelmediğinden önce hafif bir ceza ile yetinilmistir. Kınama, ayıplama ve evde tutma gibi tedbirler bir deneme mahi­yetinde ortaya konmuştur. Meride indirilecek ağır cezaya gerek olup ol­madığı tartışılmasın diye hafif ceza ile başlanılmıştır." Ayrıca, bilhassa er­kekler durumlarını düzeltir, tevbe eder, derin bir pişmanlık duyarlarsa, o takdirde ayıplama ve kınamadan vazgeçilmesi de emredilerek, toplum ah­lâkını alt-üst eden böyle bir suç için verilen ceza, ıslah-ı nefs etmekle kaldırılmış oluyor.

Ayrıca bu konuda en önemli husus, suçun tesbit ve isbat şeklidir. Müslümanlardan dört âdil erkeğin şehadette bulunması şart koşulmuş­tur. Bu bir bakıma açıktan fuhşu önlemeye yönelik gibi görünüyorsa da aslında namuslu kadın ve erkekleri müfterilerin, namus düşmanı aşa­ğılık kişilerin zina iftirasından korumaya matuftur.

Ne var ki, açıktan fuhuş irtikâp edene de bu cezanın çok hafif gele­ceği ve önleyici bir tedbir olmadığı bilinmekteydi. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz daha ağır bir cezanın inmesini gönülden istiyordu. Nite­kim RECİM âyeti indiğinde bu düşünce ve duygusunu açığa vurarak : «Benden {zina hakkında gerekli hükmü) alın...» buyurmuştu.

Sözü edilen kınama ve evde tutma cezasının SEVİCİLİKLE ilgili oldu­ğunu, âyetin zahirinden bu mânanın anlaşıldığını söyleyenler olmuşsa da sahih rivayetlerin tamamı, bunun zina ile ilgili bulunduğunu ortaya koy­muştur. İlim adamlarının çoğu bu hükümlerin RECİM âyetiyle kaldırıldığı­nı belirtmişlerdir. [73]

 

Zina Sucunun Tesbıtı

 

«Aleyhlerine  aranızdan  dört şahit getirin.»

Zina suçunun tesbiti, devletin yetkili organlarının görevidir. Bu konu­daki ihbar, iddia ve ortalıkta dolaşan haberler kadı tarafından değerlen­dirilmek üzere ciddi bir araştırma yapılır. İhbarcı veya iddiacıdan bu ko­nuda dört âdil şahit getirmesi emredilir. Getiremediği takdirde müfteri durumuna düşer ve cezalandırılır. [74]

 

Tevrat Ve İncil'de Zina Yasağı

 

Tevrat'ta bu konuda çok ağır müeyyideler ve cezalara yer verilmiş­tir. Şöyleki:

a)  Câriye ile zina edene, yetkili organın takdir edeceği bir ceza ve­rilir.

b)  Hür kadınla zina edenler, mutlaka öldürülecektir.

c)   Kâhin [haham ve benzeri din adamlardın kızı zina ederse, yakıla­caktır.

d)   Erkek erkekle temasta  bulunursa,  mutlaka  ikisi  de öldürülecek­tir.

e)  Bir adam kızıyla anasını birlikte alırsa, bu alçaklıktır; aranızda al­çaklık olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşte yakılacaklardır.

f)  Şehirde nişanlı kızla yatan adamı taşla taşlıyacaksınız ve ölecek­ler. [75]

Tevrat'ta bunlardan başka aynı konuyla ilgili daha birçok hükümler yazılıdır.

İncil'de :

İsâ Peygamber kendisine gelip iyi bir insan olmak isteyen adama şöyle demiştir: «Adam öldürmeyeceksin, zina etrniyeceksin, çalmıyacak-sın, yalan şehadette bulunmayacaksın, babana ve anana hürmet edecek­sin ve komşunu kendin gibi seveceksin,»[76]

İncil'de belirtilen belgelerle zina yasağı belirtilmişse de suç sabit ol­duğunda önleyici mahiyette ne gibi bir ceza uygulanacağına temas edil­memiştir. Bu, İncil'in getirdiği yeni bir hükümle Tevrat'ın ilgili hükümleri­ni yürürlükten kaldırdığını göstermektedir. Çünkü İsâ Peygamber, İsrâil-oğulları'na-gönderilmiştir. Değişen şartlar, gelişen sosyal yapı karşısında yeni hükümler getirdiği için, İsrâiloğulları'nın hücumuna mâruz kalmıştır.

Hammurabi Kanunnamesinde :

Bu kanunnamede zina yasaklanmış ve cezası ise, suda boğmak, ola­rak belirlenmiştir. Ancak krala bu konuda da bir takım yetkiler tanınmış­tır.

Peygamberin Tevrat'la İlgili Sorusu

Yapılan sahih rivayete göre ; Medine'de bir Yahudi, yanında bir ka­dınla bir erkek olduğu halde Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve a iki­sinin zina ettiğini söyledi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.} Efendimiz ona: «O halde sizden en bilgili iki adam bul, bana getir!» diye emretti. Yahudi çok geçmeden iki bilgin kişiyi alıp geldi. Peygamber (A.S.) onlara sordu :

— Zina eden bir erkekle kadın hakkında Tevrat'ta ne gibi bir hüküm var?

Cevap verdiler :

  Tevrat'a göre, erkekle kadının zina ettiğini dört kişi gözleriyle fiil halinde görür ve şahitlikte bulunursa, onları recmetmek gerekir.

Peygamber (A.S.) :    .

  O halde bunları recmetmekten sizi alıkoyan nedir? Cevap verdiler:

  Başımızda bir kimse yok. Biz de böyle bir ceza vermeyi hoş gör­medik.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.) şahitleri çağırdı, hepsi de zina fiilini gözleriyle gördüklerini söyleyince Peygamber (A.S.) recmedilmelerini emretti. [77]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Âyette, «O kadınlar» ile «O iki erkek» manasına gelen VELLÂTÎ ve VELLEZÂNÎ sıfatları üzerinde durulmuştur. Birinci sıfat:

a)  Evli bekâr bütün kadınları ifade eder.

b)   Evli kadınlarla ilgilidir, ancak evli erkeklere de şâmildir.

c)  Hapis cezası sadece zînâ eden kadınlarla ilgili bir hükümdür. Ezi­yette bulunma, yani kınama ve ayıplama cezası ise her iki cins ile ilgilidir.

İkinci sıfat:

a)  Sadece erkeklerle ilgilidir. İkil bir sıfat olarak hem evli, hem be­kâr erkekler kasdolunur.

Kadınlara hapis cezası, erkeklere kınama, ayıplama cezası verilir. Çünkü erkeğin çalışıp kazanması, evini beslemesi gerekir. İbn Abbas (R.A.) de aynı görüştedir. Ünlü luc,atçı Nuhas da bu yorumu uygun kabul etmiştir.

b)  Bakire kadın ve bekâr erkekle ilgilidir. Taberî bu yorumu terciha uygun görmüştür. Nuhas aynı görüşte değildir. Çünkü müennesin müzek­kere tağlibi uzak bir ihtimaldir,

Sonuç:

İslâm'ın ilk yıllarında çahiliyye devrinin çok çirkin âdetlerini, fena huylarını bir çırpıda ortadan kaldırmak mümkün değildi. Özellikle fuhuş çok yaygındı. Karılarını değiştirenlerden tutun da karısını kahramanlara takdim edip soylu evlât edinmek isteyenlere kadar birçok kötü gelenekler sürüp gitmekteydi. Kur'ân terbiyevî bir metotla işe başladı. Önee fuhuş yapanların fiili dört erkek şahitle belirlendiğinde hafif ceza şekli getiril­miş, kadınların kendi evlerinde hapsedilmesi, erkeklerin ayıplanıp kınan­ması emredilmiştir. Sonra İslâm'ın ruhlara hayat veren güneşi insanların iç âlemini iyice aydınlatıp ısıtınca ceza şekli değiştirilmiş : Bekârlara 100 değnek vurulması, evlilerin ölüm cezasıyla tecziye edilmesi hükme bağ­lanmıştır.

Sürgün cezası ise, ikinci halife Ömer (R.A.) devrinde kaldırılmıştır. Ömer, şarap içen Ümeyye oğlu Rabia'yı Hayber'e sürgün etmişti. O da sürgünde bulunduğu günlerde Hıristiyan dinine girmiş, böyleee İslâm'dan ayrılmıştı. Bu haber Ömer'i çok üzmüş ve : «Bundan böyle bir daha hiçbir müslümana sürgün cezası vermiyeceğim..» [78] demek suretiyle bu cezayı kaldırmıştır. [79]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İslâm bir yandan ruhları arındırırken diğer yandan sağlam bir nesil yetiştirmenin kaynağı olan aileyi devam edegelen hayasızlığın dışında tut­mayı amaçlamıştır. Kendine has kültürü yavaş yavaş gönüllere yerleşti­rirken, buna biri dünyevî diğeri uhrevî olmak üzere iki mutluluk va'detmiş-tir. Aksine bir yol tutanlar için de biri dünyada, diğeri âhirette olmak üze­re iki felâketin geleceğini haber vermiştir. Yukarıdaki âyetlerle bu husus işlenmiş, aşağıdaki âyetlerle sözü edilen felâketin âhiretle ilgili ilk sinya­li verilmiştir. [80]

 

Meali :

 

17— Allah'ın kabul edeceğini üzerine aldığı tevbe, bilmeyerek kötü­lük (günah) işledikten sonra çok geçmeden pişmanlık duyanların tevbe-sidir. İşte Allah bunların tevbesini kabul eder. Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.

18— Yoksa kötülük (günah ve vebal)leri işleyip (devam ederken) kendisine ölüm gelince, «Ben şimdi tevbe ettim» diyenlerin ve bir de kâ­fir olarak ölenlerin tevbesi (kabul edilir) değildir. İşte onlara elem verici bir azâb hazırlamışızdır.

 

İlgili Hadisler

 

Şeytan dedi ki:

«Ey Rabbim! Senin izzetine and olsun ki, senin kullarını -ruhları ce-sedlerinde bulunduğu sürece- doğru yoldan saptırmaya çalışacağım.» Bu­nun üzerine Cenâb-ı Hak ona : «İzzet ve Celâlim, Yüceliğim ve Kudretim

hakkı iç'" kullarımı -bana  istiğfarda bulundukları sürece-  bağışlayaca­ğım..» [81]

«Allah kullarının tevbesini, canları boğazlarına gelmeden öncesine kadar kabul eder.» [82]

«Kim ölümünden bir yıl önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kim ölümünden bir ay önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kim ölümün­den bir cuma önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kim ölümünden bir gün önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kim de ölümünden bir saat önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur.» [83]

«Şüphesiz ki Allah, henüz hicap ara yere girmeden kulun tevbesini kabul eder veya onu bağışlar.»

— Hicabın arayere girmesi nedir? diye sorulduğunda. Efendimiz şu cevabı vermiştir:

«Canın, kişi müşrik olduğu halde çıkmasıdır.» [84]

 

Tevbe Kapısı İnsana Ölünceye Kadar Açıktır

 

Âyet ve hadîslerin tamamından anlıyoruz ki, Allah kullarına karşı cok merhametlidir. Can boğaza gelinceye kadar kullarına tevbe etmeleri için fırsat tanımıştır. İnsan ruhunu günah ve kusurlardan temiz bir vaziyette gönderdiği gibi, onu yine tertemiz olarak kendine yükseltmek ister. Ancak tevbenin kabul olunması için dört şart vardır; onları gerçekleştirmek ge­rekir. Yoksa sadece dil ile «Tevbe ettim..» «Pişmanlık duydum..» gibi söz­lerle tevbe etmenin bir yararı yoktur.

1.  Günah   işledikten   sonra  vakit   kaybetmeden   gönülden   pişmanlık duymak,

2.  Derhal günahı bırakmak ve ona karşı nefret duymak,

3.  Bir daha günah işlemerneye azmetmek,

4.  Allah'tan utanarak günahı terketmek.. Buna bir beşincisini de ekliyenler olmuştur:

5.  Kime karşı günah işlediğinin şuurunda olup bağışlanmak için is­tiğfarda bulunarak göz yaşı akıtmak..

Din âlimlerimizin hemen hepsi tevbenin bu şartlar doğrultusunda va­cip olduğunu söylemişlerdir. Ölümün ne zaman ve nerede geleceği bilin­mediğinden her zaman günahtan kaçınmak vâcibdir. Ancak günah işlen­diğinde de hemen tevbe etmek vâcibdir. [85]

 

Günah Çıkarma

 

«Allah'ın kabul edeceğini üzerine aldığı tevbe....»

İslâm'a göre, günah çıkarma yetkisi hic kimseye verilmemiştir. Gü­nahları ancak Allah -dilerse- bağışlar. Resûiüllah (A.S.) Efendimize de bu yetki verilmemiştir. O ancak günahkârlar için duâ etmiş ve insanlara doğ­ru yolu gösterirken nelerin günah ve nelerin sevap olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamberlerin görevi, acık bir tebliğdir. Hidâyet Allah'a aittir. Günah ve kusurları da ancak O bağışlar.

Hıristiyanlığa gelince, bu konuda İsâ Peygamberin bir sözünü yanlış yorumlamalarından günah çıkarma usulünü ortaya koymuşlar ve rahip­leri yetkili kılmışlardır. İsâ Peygamberin : «Günah, günahı yüklediğinizin üstünedir, günahtan sakındıklarınızın dışında kalır.» sözü, aslında insan­ların, daha doğrusu inananların yeryüzünde Allah'ın şahitleri olduğuna işarettir. Açıktan günah işleyenin fiiline şahit olanların şehadeti elbeîte-ki Allah katında muteberdir. Yoksa bir rahibin önünde diz çöküp günahları bir bir dile getirerek günahtan kurtulmayı arzulayan kimseyi günahtan te­mizlenmiş kabul etmek anlamına değildir.

Dördüncü Latran Konsilinde (1215) ergenlik yaşına gelen her dinda­rın hiç değilse yılda bir kere gelip günah çıkarması gerektiği kararı alın­mıştır.

Burada dikkat edilecek önemli bir husus var: İnsan kafasının ürünü olan ibadet ile Allah tarafından ölçü ve anlamı belirlenip gönderilen ibâ­det arasındaki fark kendiliğinden sırıtmaktadır; birincisi, insanı bir fani­nin önüne getirip hiç değilse yılda bir kez günahlarını itiraf etmesini ve rahip vasıtasiyle günah çıkartmasını önerirken, ikincisi kul ile Allah ara­sına girilemiyeceği inancından hareketle günahların gizli tutulmasını ve ancak Allah'a yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunulmasının geçerli ola­cağını açıklar. İslâm'da din adamlarının günah çıkarmak için belli bir za­man ayarlama yetkisi ise hic yoktur. Tevbe kapısı ölüm gelinceye ka­dar açıktır. Yılda bir kez değil, günah işledikten hemen sonra pişmanlık duyup Allah'tan bağışlanmak dilemek vâcibdir. [86]

 

Tasavvufî Yönü

 

Tasavvuf erbabı, tevbe edenleri dört tabakaya ayırmışlardır:

1 Doğuştan iyi huylu olup iyi bir eğitim görerek sağlam bir imâna sahip olan, aynı zamanda hayırsever, merhametli ve yufka yürekli olanlar.

Bunlar bir günah işlediğinde, derin bir pişmanlık duyar ve unutulmaz bir ders ve ibret alırlar. Bir ar önce tevbe edip huzura kavuşmaya çalı­şırlar. Sonra Allah'a karşı gelmekten derin bir mahcubiyet duyup iyilik, hayır ve fazilete hız verirler. İyilikleri kötülüklerini silecek ölçü ve anlam­dadır.

2.  İçlerinde kendilerini şehvete iten gücün ağır bastığı, kalblerini dur­madan meşgul edip ruhlarına tesir ettiği durumda olanlar.

Bunlar nefslerinden esip gelen havaya uydukları müddetçe günah iş­lerler. Ne var ki mü'min olduklarından içlerindeki Allah fikri ve ona bağlı bulunan imân nefisle savaş halindedir. Şeytan nefse sinyal verirken, me­lek kalbe ilhamda bulunur. Mü'min bu durumda aklını ve vicdanını imâ-nıyla bütünleştirip Allah'tan yardım bekleyerek Resûiüllah (A.S.) Efendimi­zin sünnetine kendini iterse, nefs yenilgiye uğrar ve selâmet sahili görü­nür.

3.  Büyük günahlardan, ahlâk bozucu fiil ve sözlerden kaçınıp aralık­sız çetin bir mücadele içinde olanlar. Bunlarda şehvet gücü yenilgiye uğ­ramıştır. Ruhlarındaki ilâhi cevheri ortaya çıkarıp başarılı olabilirler. An­cak küçük günahlarla olan mücadelede pek başarılı değillerdir. Bazen on­ları bu tür günahlara iten nefs kuvveti üstün gelir, bazen imân ve irfan güçleri üstün gelir. Haliyle küçük günahlardan tamamen kurtulmak belki de insan için mümkün değildir. Peygamberler müstesna...

4.  Günahla tevbe arasında  zikzak çizip  bocalayanlar.  Bunlar daha çok irâdesi zayıf olanlardır. Dünyaya karşı temayülleri hayli fazladır. Son nefeslerini günah üzeremi, tevbe üzeremi vereceklerinin tam bir ölçüsü yoktur. Tehlikeli bir yoldan yürümektedirler.

Bunlar tevbe edenlerin en aşağı tabakasında bulunanlardır. [87]

 

İki Durumda Tevbe Kabul Olunmaz

 

«Yoksa kötülükleri işleyip (de­vam ederken) kendisine ölüm gelince, ben şimdi tevbe ettim......»

Tevbe kapısı ölünceye kadar acıktır. Bu, Allah'ın kullarına yakın mer­hametini belirtir. Ancak iki durumda tevbe kabul değildir:

1.  Ölümle yüzyüze gelip bütün  umutların tükendiği  anda  pişmanlık duyup yapılan  tevbe,

2.  Küfür  üzere  ölürken   hakikatleri  ayan-beyân  anlayınca   pişmanlık duymak..

Ümitsizlik halindeki tevbe, sağlam, köklü bir imânın ürünü olmaktan çok uzaktır. Bunun için kızıldenizde bütün umutlan tükenince «Musa ile Harun'un Rabbine inandım.» diyen Firavn'ın bu pişmanlık ve tevbesi ka­bul edilmemiştir. Kıyamete yakın Hz. Peygamber (A.S.)ın haber verdiği gibi, güneş batıdan doğunca tevbe kapıları kapanacak. Çünkü böylesine büyük bir mu'cize karşısında tevbe edip inanmanın hiçbir değeri yoktur. Hür düşünce ve serbest irâdenin dışındadır. [88]

 

İspritizma - Medyumluk

 

TEVBE konusunu işlerken hür düşünce, serbest irâdeden söz edilmiş ve ölüm ile yüzyüze gelip bütün umutların tükendiği andaki imânın ve tevbenin bir değer taşımadığı belirtilmiş; Firavn'ın son demindeki tutumu ve güneşin batıdan doğacağı vakit inkarcıların dönüşü buna misal göste­rilmişti.

Bu arada Medyumların RUH ÇAĞIRMA seanslarında ölülerin ruhla­rının haber verdikleri iddiası hatırımıza geldi. Bir an kabul edelim ki in­san ruhları medyuma seslenmekte ve ona bazı haberler vermektedirler. Daha önceleri ruhun varlığına inanmıyan kişilerin öyle bir durum karşı­sında dönüş yapmasının, tevbe etmesinin ölçü ve anlamı nedir? Bu konu­da câri bir ilâhî kanun var mıdır? Cidden ruhlarla temas kurmak, onlar­dan haber almak mümkün müdür? Bu sorulara cevap vermeden önce isp­ritizma, diye bir deyimle medyumculuğun nereden dünyaya yayıldığını kı­saca belirtelim: Daha çok Tibet ve Hindistan gibi geri kalmış ülkelerde bu ve benzeri konular çok yaygındır. İspritizmanın tarihi çok gerilere uzanır. Zamanla Batı Avrupa'ya da geçmiş, orada az değişik bir uygulama orta­mı bulmuştur, Avrupa'daki medyum daha çok içinden gelen bir sesi din­lemek ve bilimsel araçlarla duyulmasına imkân olmayan bilgileri alabil­mek için dikkatini bir konuda yoğunlaştırır.

İspritizma, hem kerametten, hem ilhamdan ayrı bir anlam taşır. Bu durumda içten gelen ses, yoğunlaşan dikkat sebebiyle şuur altından mı gelmekt3dir, yoksa iddia edildiği gibi ruhun bir cevabı mıdır? Üçüncü bir ihtimal, inkarcı bir ainnînin arayere girmesinden mi meydana gelmektedir? Bu soruların cevabını verebilmek için Allah'ın kâinatta her varlıkla ilgili bulunan ve şaşmadan hedefine doğru ilerleyen kanunlarını bilmek gerekir;

a)  Eğer ölülerin ruhlarıyla    trans[89]  haline geçmekle temas  kur­mak mümkün olsaydı, yani bu ölçü ve anlamda bir ilâhî kanun bulunsaydı ve ruhlar da sorulan hususlar hakkında sağlıklı bilgi verme yetkisini taşi-salardı, peygamber ve kitap göndermeye lüzum kalmazdı. Her insan ka­bir, âhiret ve benzeri gaybe bağlı bulunan konularda en doğru bilgiyi al­ma şansına sahip olur ve bu doğrultuda bir imân düzeyine gelebilirdi.

b)  Ruhun ölümsüzlüğü ve bedenin ölüm olayından sonra ruhun ken­dine has bir hayata eriştiği doğru ise, karşımıza ayrıca şu sorular çıkar:

1.  Tekrar dirilmek söz konusu  mudur?

2.  Dinlerin haber verdiği âhiret âlemi var mıdır?

3.  Kıyamet kopaeak mıdır?

4.  Her insan yaptığından hesaba çekilecek mi?

5.  Cennet ve Cehennem diye mükâfat ve azâb yerleri var mı?

6.  İyilerin ruhları nîmet içindeyse, kötülerin ruhları nerede?

7.  İyi ile kötü arasında bir fark yoksa bu kadar kitaplara ve peygam­berlere, büyük mürşidlere ne gerek var?

Medyumların ruh çağırma seanslarında duydukları sesleri, aldıkları haberleri değerlendirdiğimizde, bu sorulara dolaylı olarak şu cevabın ve­rildiğini görmekteyiz : Öldükten sonra ruhlar için -dinlerin haber verdiği-nîmet ve azâb diye ayrı ve farklı dereceler ve makamlar yoktur. Her ruh huzur içindedir. Ölümle birlikte iyilik ve kötülük de yok olup son bulur. Ne kabir suali, ne de Cennet ve Cehennem rüzgarı...

İşte bu eevap, bütün hak dinlerin getirmiş olduğu akaidi (temel inanç

esaslarını) kökünden yıkmakta, sorumluluk duygusunu dumura uğratmak­tadır.

O halde medyuma gelen ses, ya inkarcı bir cinden ve şeytandan, ya da şuur altında kaynaklanıp çıkmaktadır. Tabii bugün için İslâm'ın yük­sek esas ve prensiplerinin dışında bunun böyle olduğunu isbat edecek başka bir ölçü ve araç yoktur. Zamanla ilmî araştırmalar bu konuda bize leler tesbit edecek bilemiyoruz. Her şeyden evvel ispritizma – medyumluk konusunda çok uyanık olmak ve dinî esasları, kâinatta var olan ilâhî ka­nunları iyice bilmeden bu ve benzeri konuların te'sir alanına girmemek gerekir.. Hele İslâm tasavvufunu bütün derinliğiyle bilmeye, büyük muta-savviflerin.âriflerinkeşivetesbitieriniiyianlamaya büyük ihtiyaç vardır. Aksi halde bir çıkmazın İçinde bocalayıp kalırız. O zaman ne tevbenin, ne Al­lah'a yönelmenin mâna ve değeri kalır.. [90]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle kadın hakları belirtildi. Cahiliyye devrinin insan hak­larını zedeliyen bütün örf ve âdetlerinin İslâm'da yeri olmadığı hatırlatıla­rak karı-koca arasındaki münasebetlerin karşılıklı haklara dayalı olduğu­na dikkatler çekildi. Bununla beraber hâlâ kendini o devrin çirkin âdet­lerinin te'sirinden kurtaramıyarak açıktan fuhuş irtikâp edenler üzerinde duruldu, önleyici tedbirlere kısmen temas edildi ve sonra ümitsizlik hali­ne düşmeden önce tevbe etmenin gereği üzerinde duruldu. Küfür üzere gi­denlerin pişmanlığının hiçbir yarar sağlamıyacağı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle yine kadın haklarına diğer bir açıdan bakılarak parmak basılıyor; boşanmadan önce de, boşandıktan sonra da kadının annelik vekarının düşürülmesinin çok sakıncalı sonuçlar doğuracağına işaret ediliyor. Kendisine mehir olarak verilen hakkın geri alınmaması hu­susunda ilâhî hüküm açıklanıyor. [91]

 

Meali  :

 

19—  Ey imân edenler! Kadınlara zorla vâris olmaya kalkmanız, (me­hir olarak) verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmanız size hefâl değildir. Meğerki apaçık bir fuhuş işleyeler. (O takdirde verile­nin bir kısmı karşılığında boşayabilirsiniz). Kadınlarınızla iyi geçinin. Ken­dilerinden hoşianmayıp tiksiniyorsanız,  hoşlanmadığınız bir şeyde  Allah birçok hayır takdir etmiş olabilir.

20—  Bir eşinizi boşayip da yerine başka bir eş almak istiyorsanız, öncekine (mehir olarak) kantar kantar altın (çokça mal) vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi geri almayınız. (Boşamaya sebep uydurup) iftira ederek, açık günah işleyerek verdiğinizi ondan geri alır mısınız?

21—  Nasıl alırsınız ki, birbirinize iyice katılıp başbaşa  kaldınız ve onlar sizden sağlam bir söz de almışlardı.

 

İniş Sebebi

 

Cahiliyye devrinde bir kadının kocası ölünoe, koca tarafından hısım­lar o kadına sahip çıkmakta yarışırcasına acele ederler ve kim daha er­ken kadının üstüne elbisesini atarsa, hak sahibi o olurdu. Böylece kadın tamamen o adamın tasarrufu altına girerdi ; İsterse kadınla evlenir, ister­se onu başkasıyla evlendirip mehrini alıp yer, isterse nikâhlar fakat cin­sel ilişkide bulunmaz, malına tamamen sahip çıkmak için eziyyet eder, ölmesini beklerdi.

Bütün bu haksızlıklara karşı çıkan olmaz, zavallı kadın bir zorbanın elinde kan kusar, hayatı zehir olurdu.

Allah son din İle onlara merhamet ve adalet elini uzatarak haksızlığın önüne geçti ve yukarıdaki âyetler bu nedenle indi. [92]

Yine cahiliyye devrinde Medineli'lerden bir kadının kocası ölünce, ko­ca tarafından olan hısımları hemen harekete geçer, hangisi önce gelip el­bisesini o kadının üzerine veya oturduğu evin damının üstüne atarsa, ar­tık kadın onun tasarrufu altına girerdi. Nitekim Ebû Kays vefat edince başka eşinden olan oğlu gelip üvey anasının üstüne elbisesini attı ve son­ra da nikahladı, ama ne kadına yaklaştı, ne de azıcık olsun merhamet gös­terdi; bilakis üzmek için ne lazımsa onu yaptı. Zavallı kadın başka çıkış yolu bulamayınca soluğu Resûlüllah (A.S.) Efendimizin yanında aldı. Pey­gamber (A.S.) ona : «Git evinde otur, Allah'ın emrini bekle!,» buyurdu. Cok geçmeden aynı durumda olan birkaç kadın da Hazreti Peygamber'e mü­racaat ederek dert yandılar; derken yukarıdaki âyetler indi. [93]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kadınlar hakkında Allah'tan korkun; çünkü siz onları birer ilâhi ema­net olarak aldınız ve Allah sözüyle onları kendinize helâl edindiniz.» [94]

«Elinizin sahip olduğu her canlı hakkında Allah'tan korkun (merha­met ve adaletten ayrılmayın).»[95]

«İki zayıf hakkında Allah'tan korkun : Köle ve kadın..» [96]

«Elinizin sahip olduğu şeyler (canlılar) hakkında Allah'tan korkun ve şu iki zayıf hakkında da Allah'tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk..» [97]

«İnanan bir koca, inanan karısına her yönden öfkelenmesin. Onun bir huyunu beğenmiyorsa, başka bir huyuna razı olur.» [98]

 

Kadın Hakları

 

«Kadınlarınızla iyi geçinin...»

Kur'ân'da kadına verilen değerin, haklarını korumaya gösterilen öne­min en açık belirtisi, dördüncü sûreye, «kadınlar» anlamına gelen «Nisa»

adının verilmesidir. Miras ve boşama konularında ferdin mantığına, gayr-i müslimlerin aile ve sosyal yapılarına kıyasla kadın haklarını korumada pek âdil bir ölçü getirilmediği iddia edilir. Aslında bu, meseleyi ayrı bir açıdan değerlendirmekten doğmaktadır. Şöyle ki, İslâm'ın getirdiği hü­kümleri yine İsla mı n kendine has düzeninde değerlendirmek gerekir. Onu yabancı bir düzenin ölçülerine göre ele aldığımızda, açık bir uyumsuzluk­la karşılaşır ve bu sebeple de çok yanlış bir değerlendirme yapmış oluruz. Sözü edilen bu iki konuya, yani miras ve boşama konularına da aynı açı­dan baktığımızda, İslâm aile yapısıyla tam bir uyum halinde ve âdil ölçü­ler içinde bulunduğunu görürüz.

İslâm, cahiliye devrinde kadınlar aleyhine uygulanan ne kadar örf ve âdetler varsa hepsini temelinden yıkmış, onlar için yepyeni bir hayat dü­zeni getirerek haklarını korumuştur. Cahiliye devri adetleriyle ilgili birkaç misal verelim :

a)  Ne evinde, ne toplum içinde kadının söz hakkı yoktu..

b)  Ticaret malı gibi alınıp satılır ve istenildiğinde değiştirilirdi.

c)  Kooası ölünce, koca tarafından hısımlar ona sahip çıkar, üzerine ilk elbisesini atanın malr olurdu. Artık o adam onu dilediği gibi yönetirdi.

d)  Kadının malına varis olmak için onunla evlendikten sonra, her tür­lü zorbalık yapılır, kadın ölünceye kadar hakir tutulurdu.

İslâm bu ve benzeri davranışları yasakladı, her türlü haksızlığı haram kıldı. Kadına mehir olarak verilen mal ve paranın geri alınmasına cevaz vermedi. Ancak kadın açık fuhuşta bulunduğu takdirde verilen hakların bir kısmının geri alınmasına bazı şartlarla müsaade edildi.

Açık fuhuş; yüz kızartıcı niteljkte olan zina, hırsızlık, hayasızlık ve benzeri gayr-i ahlâkî şeylerdir. «Açık» tabirinin konulması, kadını hem kocasının, hem başkasının iftirasından korumaya yöneliktir.

Kur'ân'da böylece kadın haklan âdil kıstaslara bağlandıktan sonra, karı-kocanın karşılıklı iyi niyetle birbirine sıcak ilgi duymaları, güzel ge­çinmeleri emredilmiştir. Kur'ân güzel geçinmenin ölçüsünü «meveddet» «rahmet» olarak belirlemiştir. Meveddet: sıcak İlgi, samimi sevgi ve saygı anlamına gelir. Rahmet ise, karı-koca haklarını şefkat, hoşgörü, iyi niyet düzeyinde tutmaktır. Bu, bir aile için geçinmenin ideal şeklidir, di­yebiliriz.

Kadının bazı huylarını beğenmemek veya bazı hallerinden tiksinmek, nefret etmek, insan tabiatında her zaman bulunabilir. Ama bir yuvanın selâmeti için bu, gerçek kıstas olamaz. Çünkü peygamberler dışında hiçbir insan dörtbaşı mamur değildir. Herkesin kendine göre bir takım kusurları ve meziyetleri vardır. Tiksinilen bir kusurun ötesinde kimbilir nice üstün

taraflar mevcuttur.

Buna birkaç örnek verelim :

a)  Allch'a inanır, günlük ibadetini yerine getirir.

b)  Aza kanaat eder, kocasını sıkmaz.

c)   Evine bağlıdır.

d)  Temiz ve düzenlidir.

e)    Doğurgandır.

f)   Beraberinde bereket de getirmiştir.

g)  Annelik vasfı, vekar ve terbiyesi göz ve gönül dolduracak düzey­dedir.

Bunlar bir kadında aranılan güzel vasıflardır. Birkaç kusur ise bun­ların yanında belirsiz kalır.

Ama her şeye rağmen karı-koca birbirine ısınamıyor ve tiksinme, nef­ret duyma devam ediyorsa, ruhları arasında bir uyumsuzluk söz konusu­dur. Bunu gidermek çok zordur. Kadın da bu sıkıcı bağdan kurtulmak is­tiyorsa, o takdirde boşamaya cevaz vardır. Boşayınca da koca daha ön­ce eşine verdiği mehirden -bir yük altın bile olsa- bir şey geri almaz. Çün­kü kadın bakirelik ve gençliğini ona vermiştir. Hem evlenirken Allah'ın güzei sözüyle nikâh yapılmış; kadın adına erkekten, evine bağlı iyi bir koca olarak davranması için söz alınmıştır.

Nikâh akdinde Besmele, Fatiha, duâ ve tek kelimeyle Allah ve Re-sûlüllah isimlerinin anılmasının sebep ve hikmetlerinden biri de budur.. [99]

 

Tarihî Bir Belge

 

«{Mehir olarak) kantarkantar altın vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi geri almayınız.»

İkinci halîfe Ömer (R.A.) bir gün cemaate hitap ederken, kadın hak­larına değindi ve özetle şöyle dedi :

«Evlenirken kadına ölçü dışı bir mehir takdir etmeyin. Çünkü bu hu­susta da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz size örnektir. Eğer (aile bütçesini sarsacak) fazla miktarda mehir vermek şu dünyada cidden bir şeref ve âlicenaplık veya Allah katında bir takva ölçüsü sayılsaydı herhalde Re­sûlüllah Efendimiz sizden buna daha cok lâyıktı. Halbuki O evlenirken de, kızını evlendirirken de 12 okıyyeden fazla bir mehir takdir etmemiştir.»

Bunun üzerine bir kadın itiraz ederek şöyle dedi :

«Ya Ömer! Allah bize veriyor, sen ise alıyorsun.. Cenâb-ı Hak Kur'ân'-da : (Boşanmış kadına mehîr olarak) kantar kantar altın (çokça mal) ver­miş olsanız bile, hiçbir şeyi geri almayınız.» buyurmuyor mu?

Bu uyarı üzerine Ömer (R.A.) :

«Kadın isabet etti, Ömer ise hatâ...» dedi ve şunu ilâve etti: «A Ömer, herkes senden daha  bilgilidir!.» [100]

 

Mehir

 

Kadına İslâm şerîatınca tanınmış bir haktır. Nikâh akdinde anılması ve belirtilmesi sünnettir. Anılmadığı takdirde emsaline göre takdir edilir. Kadın, Kitap Ehlinden de olsa yine bu hakka sahiptir.

Mehrin Tavan ve Tabanı

Mehrin belirlenmiş bir tavanı yoktur. Ailenin sosyal ve ekonomik ya­pısına ve gücüne, kadının soyuna ve emsaline göre takdir edilir. Tabanı ise mezheplere göre farklıdır:

a) Hanefîlere göre, 10 dirhem (32 gr. saf gümüş).

d) Malikîlere göre saf altından bir dinarın dörtte biri veya saf gü­müşten üç dirhem.

c) Şafiî ve Hanbelîlere göre, mehrin belli bir taban ve tavanı yoktur. Kişinin durumuna, kadının emsaline göre takdir edilir,

Hanefîlere göre :

Koca boşadığı kadınla sahih bir halvette bulunmuşsa, cinsel yaklaş­mada bulunmasa bile mehrinin tamamını ödemekle yükümlüdür. Cinsel yaklaşma veya sahih bir halvet meydana gelmemişse, o takdirde yarısını vermekle yükümlüdür. [101]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kadın haklarına yer verildi. Gerek aile yapısında, gerekse sosyal bünyede kadının kısmen olsun yeri belirtildi. Evlilikte kar­şılıklı haklara saygılı olmanın bir takım yolları anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yakınakrabaylaevlenmek gibicahiliye devriâdetle-rinin  İslâm'da yeri olmadığı, her erkeğin istediği kadınla evlenemiyeceği açıklanıyor. Gerek nesep, gerekse süt sebebiyle hangi kadınların nikâh-lanmasının haram olduğu belirtiliyor. Mut'a nikâhının Sünnet ile kaldırıl­dığına ayrıca atıflar yapılıyor. [102]

 

Meali  ;

 

22—  Babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin, ancak geçen geç­ti. Doğrusu bu bir fuhuş, çok çirkin bir davranış, ilâhî gazap ve ne kötü bir yoldur!

23—  Analarınız,   kızlarınız,   kızkardeşleriniz,   halalarınız,   teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren süt analarınız, süt kardeşle­riniz,  karılarınızın  anaları,  kendileriyle  gerdeğe  girdiğiniz  karılarınızdan (doğma) yanınızda beslediğiniz üvey kızlarınız, -analarıyla gerdeğe girme-mişseniz onlarla evlenmenizde bir sakınoa yoktur- öz oğullarınızın kan­larıyla ve iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmek suretiyle evlenme­niz haram kılınmıştır. Ancak (daha önce) geçen geçmiştir. Şüphesiz ki ANah hem çok bağışlayan, hem çok merhamet edendir.

24—  Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılınmıştır. Elinizde bulu­nan (evli harp esirleri) cariyeler müstesna.. (İşte bütün bunlar) Allah'ın size farz kıldığı yazılı  hükümlerdir;  bunlardan  başkasını,  namuslu-iffetli, zinadan kaçınarak mallarınızla (mehir verip) istemeniz size helâl kılınmış­tır. O halde onlardan hangisinden (nikâh akdiyle) yararlandınızsa, men-

 

İniş Sebebi

 

Cahiltye devri âdetlerini sürdüren Araplardan bazısı babalarından dul kalan kadınlarla evlenmekte bir sakınca görmezlerdi. İslâm öz anneyle evlenmeyi yasakladığı gibi üvey anneyle de evlenmeyi yasaklamıştır. Yu­karıdaki âyetler, Arapların bu çirkin âdetinin Allah katında bir gazap, çok çirkin bir yol ve büyük bir vebal olduğunu açıklamak üzere indirilmiştir.

Yine rivayete göre Ansar'ın seçkin kişilerinden Ebü Kays ölünce, oğlu dul kalan üvey anasıyla evlenmek istedi. Kadın da ona, «sana ço­cuk doğuracağıma söz veriyorum» dedi. Ama her şeye rağmen adam bir de durumu Peygamber Efendimize arzetti. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [103]

 

İlgili Hadîsler

 

Bera' bin Azib (R.A.) anlatıyor:

«Dayımı elinde bir bayrak bulunduğu halde birkaç kişiyle yola çıktı­ğını gördüm. «Nereye gidiyorsunuz?» diye sorduğumda, bana şu cevabı verdi : «Bir adam üvey annesiyle evlenmiş, onun başını kesmeye gidiyo­ruz..» [104]

Peygamber (A.S.) Efendimiz :

«Kadınlardan yedisi nesep cihetiyle, yedisi de sıhriyyet ve süt emme cihetiyle haram kılınmıştır.» buyurdu, sonra da (yukarıdaki) muharremat âyetini okudu. [105]

«Nesep cihetiyle haram olan, süt emme cihetiyle de haramdır.» [106]

Sahih rivayete göre, Hz. Hamza'nın (R.A.) kızı Resûlüllah (A.S.) Efen­dimize zevee olarak verilmek istendiğinde, Efendimiz : «O bana helâl de­ğildir, Nesep cihetiyle haram olan, süt emme cihetiyle de haramdır; o be­nim süt kardeşimin kızıdır..» buyurdu. [107]

«Ey insanlar! Size kadınlardan muvakkat (belirli bir süre) bir zaman için yararlanmanıza (mut'a nikâhı yapmanıza) izin vermiştim. Artık Allah mut'a nikâhını kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında mut'a ile aldığı bir kadın varsa, verdiği mehirden hiçbir şey almadan onu salıver­sin..»[108]

Hazreti Ali (R.A.} diyor ki :

«Resûlüllah (A.S.} Efendimiz Hayber'in fethinde mut'ayı ve bir de ev­cil eşek etini yemeği yasakladı.» [109]

Hz. Ömer (R.A.) bir gün minberde cemaate şöyle seslendi:

«Bazılarına ne oluyor da mut'a nikâhı yapmak istiyor? Halbuki Resû­lüllah (A.S.) Efendimiz bunu yasakladı. Herhangi bir adamın mut'a nikâhı yaptığını tesbit edersem, herhalde onu recmederim!» [110]

«Analarınız, kızlarınız...... si­ze haram kılınmıştır.»

Nesep Yoluyla  Haram Olan  Kadınlar:

1.  Anneler (nineler),

2.   Kızlar (ve torunlar),

3.  Kız kardeşler (ve onların kızları),

4.  Halâlar,

5.  Teyzeler,

6.  Kardeş kızları,

7.  Kız kardeş kızları.

Sıhriyyet ve Süt Emme Cihetiyle Haram Olan Kadınlar:

1.  Süt anneler,

2.  Süt kız kardeşler,

3.  Karısının anneleri,

4.  Üvey kızlar,

5.  Öz oğulların kızları,

6.  İki kız kardeşi beraber aynı adama nikahlamak,

7.  Üvey anneler...

Bunlarla evlenmenin âyetle haram kılındığında icmâ' vaki olmuştur. Ancak gerdeğe girmediği kadını boşadığı takdirde onun kızıyla evlenme­sinde bir sakınca yoktur. Cumhura göre buna muhalefet eden olmamıştır. Gerdeğe girsin girmesin nikahladığı kadını boşadığı takdirde onun anne­siyle hiçbir suretle evlenemez. Bunda da cumhurun ittifakı vardır.

Hanefîlere göre :

Evlendiği kadının anasıyla zina eden veya onu şehvetle öpen ya da şehvetle ona dokunan adamın karısı kendisine haram olur, bir daha onun­la evienemez.

Şafiî ve Malikîlere göre :

Bu durumda adamın karısı kendisine, ancak onun anasıyla sahih bir nikâhla münasebette bulunursa haram olur. Nikâhsız yaklaşma, şehvetle öpme ve okşama her ne kadar büyük günahsa da karısını kendisine ha­ram kılmaz. Çünkü haram şey, helâli haram yapmaz. emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz....»

Süt Anne ve Süt Kız Kardeşler:

Süt emmenin-ölçüsü ve sayısı nedir? Müctehit imamların bu hususta farklı içtihat ve tesbitleri vardır:

a)   Hz. Âişe (R.A.) Validemizden yapılan rivayete göre : «Bir, iki defa emmek nikâhı haram kılıcı değildir.»

Bu hadîsi delil kabul edenler, üç defadan az emmek nikâhı haram kıl­maz, hükmünü çıkarmışlardır. [111]

İmam Ahmed bin Hanbel'in içtihadı da bu doğrultudadır.

b)   Fukahadan bir kısmına göre, ancak beş defa emdiği takdirde, süt emme nikâhı haram  kılar.  Bunların dayanak ve delili,  Hz.  Urve'nin  Hz, Âişe Validemizden rivayet ettiği şu hadîstir:

«Kur'ân'da bu konuda inen âyet 10 defa emmenin bilinmesi hakkın­daydı. Yani çocuğun on defa bir kadının göğsünü emdiği bilinirse, nikâhı haram kılar. Sonra bu hüküm beş emmekle kaldırıldı. Resûlüllah  (A.S.)

Efendimiz vefat ettiğinde bu Kur'ân'da okunan bir hüküm olarak bulunu­yordu.» [112]

İmam Şafiî bu rivayeti delil olarak seçip içtihadına dayanak yapmış­tır.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bir defa bile emmek, tahrîm sebebi olarak kâfidir.

İki kız kardeşi aynı adamın kendj nikâhı altında tutması haram sayıl­dığı gibi, kadınla halâsını, kadınla teyzesini bir arada nikahlamak da ha­ram sayılmıştır.

Tevrat'ta Nikahı Haram Olanlar:

Tevrat'ta da nikâhlanması yasak olan kadınlara geniş yer verilmiş ve konuya şu cümleyle başlanmıştır:

«Sizden hiç biri yakın akrabasından birine -onun çıplaklığını açmak için- yaklaşmıyacaktır.»

Kur'ân'da isimleri belirtilen yakınların hemen çoğu Tevrat'ta da be­lirtilmiştir. Ancak süt analık ve süt kardeşlik konusuna temas edilmemiş­tir. Kur'ân Tevrat'taki bazı hükümleri değiştirmekte, değiştirilen kısımları tashîh edip yeni bir takım hükümler getirmektedir. [113]

 

Yakın Akraba İle Evlenmenin Sakıncaları

 

Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetlerle yakın hısımlardan kimlerle evlenmenin haram kılındığı açıklandı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu konuda geniş açıklamada bulunmuş ve âyette işaret edilen hususları ye­terince belirtmiştir.

Yakın akrabayla evlenmenin dinî sakıncaları olduğu gibi, ilmî sakın­caları da tesbit edilmiştir. Birçok hastalıkların, sakatlıkların irsî olduğu artık bilinmektedir: Şeker, göğüs kanseri, kan dinmezliği, damar sertliği, romatizma bu cümledendir. Bundan başka çeşitli anormalliklerin genler vasıtasıyla irsî yapıdan ileri geldiği bilinmektedir. Akrabalık ne kadar ya­kın olur, bu hususta ailede yakın akrabayla evlenme ne kadar çok ve sık tekrarlanırsa, çocukların o nisbette anormal doğma ihtimalinin arttığı gö­rülmektedir.

Bunun için semavî kitapların hemen hepsinde yakın akraba ile evlen­mek yasaklanmıştır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de Kur'ân'da belirtilen yakın akrabayla evlenmediği, sahih rivayetlerle sabit olmuştur.

Çünkü irsî kusur ve meziyetlerin yalnız baba ve anadan değil, ikinci, üçüncü, beşinci., babadan genler vasıtasıyla geldiği kesinlik kazanmıştır. Annenin yumurtasında 23 tane kromozom vardır. Aynı şekilde babanın sperminde de 23 tane kromozom bulunur. İlkah anında yumurta ve sperm­den gelen kromozomlar birleşir, 46 kromozom meydana gelir. Kromozom­lar çocuğun irsiyet unsurlarını ve özelliklerini tayin eden ünitelerdir. Ço­cuk, bedenindeki her hücre için anneden bir, babadan da bir kromozom alır. [114]

 

Yakin Akraba İle Evlenmek Yasaklanmış Mıdır?

 

Konumuzu oluşturan âyette isimleri geçenler dışında kalan akraba ile evlenmek dinen yasaklanmamıştır. Ancak haber-i vahit (tek râvinin ri­vayet ettiği hadîs) ile bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Tarafımdan tercü­me edilen TERBİYETÜ'L-EVLÂD Fİ'L-İSLÂM adlı iki ciltlik Dr. Abdullah Nâsıh ULVAN'ın eserinin birinci cildinde sözünü ettiğimiz konu şöyle açık­lanmıştır :

— Soysuz, şerefsiz, inançsız ve ahlâksız bir ailede yetişen kızlardan sakınmamız şu hadîsle emredilmiştir: «Hadrâ-i dimen'den sakının!» Bu­nun üzerine soruldu: «Hadrâ-i dimen nedir, ey Allah'ın Resulü!?» Cevap verdi: «Çöplükte yetişen güzel kadın...» [115]

Diğer iki hadîste de şöyle buyurulmuştur:

«Nutfeleriniz için araştırıp seçin (uygun ve denk olacak nezih kadın­lar bulmaya çalışın). Çünkü kadınlar, erkek ve kız kardeşlerine benzer çocuklar doğururlar.» [116]

«İyi, düzenli, elverişli bir nahiyede (yetişen kadınlarla) evlenin. Çün­kü soy ve kan çok hilekâr ve aldatıcıdır.» [117]

Bütün bu hadîsler haber-i vahit ile rivayet edilmiştir; çoğu zayıf sayıl­sa da hepsi biraraya gelince hasen durumunu alır. O halde hadîslerin ta­mamı evlenmeğe rağbet eden kimseyi, iyi, düzenli, elverişli evde ve konak­ta yetişip gelişen kadınlarla evlenmeğe teşvîk etmekte; şeref, asalet ve faziletle tanınan köklü bir evde yetişen şerefli, soylu bir nutfeden süzü­len, soylu, temiz atalardan meydana gelen kızlarla evlenmeyi tavsiye bu­yurmaktadır.Evlenirken yabancı kadını seçmek

Kadını eş olarak seçerken bu hususta İslâm'ın hikmete yönelik öne­rilerinden biri de, yabancı kadını, hısım sayılan kadınlara tercîh etmek­tir. Bu da çocuğun yetenekli ve necip doğmasına yönelik bir arzudur. Ay­nı zamanda çocuğun irsî hastalık ve kusurlardan selâmette kalması ve aile çemberinin geniş tutulması, sosyal ilişkilerin daha sağlam ve geliş­kin olması için bir önlemdir.

Bu doğrultuda gerçekleşen evlilik, doğan çocuğun fiziksel yapısında da güç ve kuvvet artırır; daha iyi gelişmesine, sağlam temel üzerinde kud­ret kazanmasına yardımcı olur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin hısım ve akraba ile evlenmekten sa­kınmayı tavsiye buyurması, hiç de şaşılacak şey değil. O'nun bütün emir ve tavsiyeleri ilme ışık tutmakta, ana fikir olmaktadır. Şüphesiz ki, bu tavsiye, çocuğun cılız, geri zekâlı olmasını önlemeye, anne-babadaki ku­surun, bilhassa evlilikten meydana gelen kusurun çocuğa intikal edip onu bön yapmasına engel teşkil etmeye yöneliktir.

Kısacası, irsî kusurlar, yani atalardan gelen, vereset yoluyla intikal eden kusurlardan uzak tutmayı amaçlamaktadır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in bu konudaki uyarılarnıdan ve ümmeti­ni sözü edilen evlilikten sakındırmaya yönelik tavsiyelerinden biri şöyledir:

«Yakın hısımlarla evlenmeyin; çünkü bu durumda çocuk zayıf ve ge­ri zekâlı doğar.»

«Yabancı kadınlarla evlenin ki zayıf ve geri zekâlı kalmayasınız!» [118]

 

Sütün Nikâh Üzerindeki Olumsuz Te'siri

 

Âyet ve hadîslerin açık delâletinden, sütanne ve sütkardeşlerle ev­lenmenin haram olduğu anlaşılıyor. Müctehit imamların da bu mesele hak­kındaki görüş ve içtihatları farklı olmakla beraber tahrîmde birleşmekte­dirler.

Önce şunu belirtelim ki, bu tahrîm, anneye ve sütüne karşı üstün say­gıyı ifade eder. Süt, emen ile emziren arasında ruha dayalı sevgi bağları-

nı hazırlar. Bir bakıma annelik evlatlık duygusunu doğurur. O halde kişi­nin, sütünü emdiği kadınla veya onun çocuklarıyla evlenmesi, hem bu sevgi ve saygıya, hem de ruhun derinliğine inen duygusal bağa ters dü­şer.

Anne sütünde bebeği besliyecek yeterli maddeler bulunduğu gibi ka­rakter ve ruhî yapısında da tesirini gösterecek bazı özelliklerin bulundu­ğunu daha çok tasavvuf erbabı keşif ve müşahedeye dayanarak belirt­mişlerdir. Bilindiği gibi ana sütü sadece bir besin maddesi olarak kalmı­yor, aynı zamanda bulaşıcı hastalık mikroplarına karşı direnme gücü ve-riypr. Bunların ötesinde daha ne gibi yarar ve tesirleri var, bilemiyoruz. İslâm'ın süt anne ve süt kardeşlerle evlenmeyi haram kılmasında belirti­len nedenlerden başka bir takım hikmetleri daha vardır. İleride ciddi şe­kildeki bilimsel çalışmalar ve araştırmalar bazı gerçekleri ortaya çıkara­bilir.Allah daha iyisini bilir. [119]

 

Hukukî Yönü

 

«Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılınmıştır. Elinizde bulunan (evli harp esirleri) cariyeler müstes­na..»

Âyetin açık delâletinden, savaşta esir edilen evli kadınlarla evlen­menin helâl olduğu, esir düşmekle boşanmış sayıldığı, gayrimüslim Olan kocasıyla bağlarının koptuğu anlaşılıyor, Ancak fıkıhçılar (İslâm hukuk­çuları )bu âyetin yorumunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır:

a) İbn Abbas, Ebû Kılâbe, İbn Zeyd, Mekhûl, Zührî ve Ebû Saîd el-Hudriy'e göre âyetteki «muhsanat» tabirinden murat, evli olan harp esir­leri kadınlardır. Bunların savaşta esir edilmedikleri takdirde nikâhları iki yönden haramdır: Biri evli bulundukları, diğeri müşrike (Allah'a ortak ko­şan) oldukları için. Esir edildikleri takdirde hangi mücahidin hissesine isa­bet ederse, ona nikâh yoluyla helâl olur. Tabii aradan bir ayhâlinin geçme­si gerekir.

İmam Şafiî'nin de içtihadı bu anlam ve hükümdedir. Ashab ve Tabiîn­den ismi geçen bu zatların delili ise Ebu Sald el-Hudrî'nin rivayet ettiği şu mealdeki hadîstir:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hunayn savaşında bir bölük askeri HE-VAZİN bölgesindeki EVTAS'a göndermişti. Bunlar düşman  ile karşılaşıp savaşmışlar, üstünlük sağlayarak düşmanı mağlûp etmişler ve bu arada hayli ganimet elde etmişlerdi. Ganimetler arasında evli kadınlar da bulu­nuyordu. Ashab-ı Kiram, bu kadınların evli bulunmalarını dikkate alarak kendilerine helâl olmadıklarına hükmetmişlerdi. Bunun üzerine yukarıda­ki âyet, buna ruhsat verildiğini belirtir mahiyette indi.»

Az yukarıda belirttiğimiz gibi, sözü edilen kadınlarla evlenebilmek için iddetin (şer'î bekleme süresi) bitmesini beklemek gerek. Bu bir bakıma kadına karşı daha saygılı davranmayı ve bir de neslin dejenere olmama­sını amaçlar. Hâmile olup hamli henüz kesin belli olmayan bir kadınla he­men evlenildiğinde doğacak olan çocuğun kime ait olduğu bilinmez.

İmam Kurtubî'ye göre, âyet bu konuda çok açıktır. Yoruma bile lü­zum yoktur. İmam Mâlik, İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam Ebû Sevr de aynı görüş ve içtihatta bulunmuşlardır. Ancak bu du­rumda olan kadınların şer'î bekleme süresi ne kadardır? Müctehit imam­ların, Ashab-ı Kirâm'dan yapılan rivayetlere dayanarak tesbitleri biraz farklıdır:

*  Ebu Said el-Hudrî'nin rivayetinden bunun bir ayhali görmesiyle sona ereceği şöyle belirtiliyor: «Esir edilen evli kadınlardan gebe olanlarla do­ğum yapıncaya, gebe olmayanlarla ayhali görünceye kadar evlenip cinsel yaklaşmada bulunmayın..»

*  Hasan bin Salih'e göre, bunların şer'î bekleme süresi, cariyelerde olduğu gibi iki ayhali görmeleridir. İmam Ebû Hanîfe ile İmam Sevrî de aynı görüştedirler.

*  İmam Mâlik'e göre, birincilerin görüş ve tesbiti daha sıhhatlidir.

b)  Abdullah bin Mes'ud, Saîd bin Müseyyeb, el-Hasen bin Ebî Hasen, Ubey bin Kâ'b, Câbir bin Abdullah'a göre,   Muhsenat'tan     murat, evli ca­riyelerdir. Onların başkasına satılmaları, boşanmaları anlamınadır. O hal­de evli olan câriye satıldığı takdirde boşanmış sayılır ve satın alan onun­la evlenebilir. Tabii yine şer'î bekleme süresi sona erinceye kadar bek­lenilir.

c)  Evli olan müslim ve gayrimüslim kadınlar kasdediliyor. Hz. Ali'ye (R.A.) göre, bundan maksat, sadece evli olan müşrike kadınlardır,

d)  Yine MUHSANAT'tan murat, evli olsun, bekâr olsun namuslu her kadın demektir. Böyle olan kadınlarla ancak şartlar elverişli olduğu tak­dirde sahih bir akitle evlenmek caizdir.

Konumuzu  oluşturan  âyetin zahirini  bütün  bu yorum  ve  mânalara hamletmek mümkün. Ancak ne var ki, sahih rivayetleri de dikkâte aldığı-

mızda. birincilerin yorum ve içtihadının daha sahih olduğu ortaya çıkar. Nitekim müfessirlerin çoğu da bu mâna ve hüküm üzerinde durmuşlardır. [120]

 

Mut'a Nikâhı

 

«Onlardan hangisin­den yararlandımzsa, mehrini takdir edildiği şekilde verin..»

Âyette, mut'a nikâhına delâlet eden «istimta1» masdarından alınma «İstemta'tüm» fiili kullanılmıştır, İstimta', telezzüz etmek, yararlanmak, de­mektir,    «ucûr» kelimesi ise    «ecr»in çoğuludur, ücretler demektir.

Ne var ki İslâm hukukçuları, müctehit imamlar ve büyük müfessirle-rimiz bu âyeti sözlük manasıyla tefsir etmeyip, konuyla ilgili diğer âyetleri ve rivayet edilen sahih hadîsleri de dikkâte alarak daha geniş ve fakat farklı içtihatta bulunmuşlardır. Biz önce bu görüş ve içtihatların özetini vermeyi, sonra da meseleyi sonuca bağlamayı uygun gördük:

1—  el-Hasen ve Mücâhid'e göre,  kadınlardan sahih  nikâhla yarar­landığınız takdirde onların mehirlerini veriniz. Nikahlandıktan sonra bir de­fa olsun cinsel yaklaşmada veya Hanefîlere göre sahih bir halvette bulu­nan   koca,   karısına   belirlenen,   belirlenmediği  takdirde  emsaline   uygun mehir vermekle yükümlüdür.

Bu görüşe göre, âyet, MUT'A NİKAHIYLA ilgili değildir.

2—  İbn Huveyz-Mendad'a göre de âyeti mut'a nikâhının caiz oldu­ğuna hamletmek doğru değildir. Çünkü Resülüllah (A.S.) Efendimiz mut'a nikâhını yasaklayıp haram kılmıştır. Hem  Kur'ân'da+ = Sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın.[121] buyuruimuştur. Bu bir bakıma yukarıdaki âyeti açıklar mahiyettedir. «Sahipleri..» diye terce-me ettiğimiz «ehil»den maksat, veli ve iki de şahitle yerine getirilecek şer'î nikâhtır. Mut'a Nikâhı ise bu ölçü ve anlamda değildir.

Bu görüş daha çok birinci görüşü destekler muhtevadadır.

3— Cumhura göre bu, İslâm'ın ilk yıllarında caiz olan veya savaş nedeniyle ruhsat verilen Mut'a Nikâhına delâlet eder. Şartlar değişince bu hüküm kaldırılmıştır. Nitekim İbn Abbas, Ubey ve İbn Cübeyr bu âye­ti :  şeklinde okumuş­lardır. [122]

4__ Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'e göre, âyet, mut'a nikahıyla ilgi­lidir; ancak miras âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Çünkü mut'a nikâhında miras hükmü câri değildir.

5__  Hz. Âişe ve Kasım bin Muhammed'e göre, mut'â nikâhı şu âyetle yasaklanıp haram kılınmıştır:

 [123]

Bu bakımdan mut'a ne sahih bir nikâhtır, ne de elin sahip olduğu bir mülktür, (cariye anlamına olan mülk). Nitekim Dârekutnî, Hz. Peygamber (A.S.)in mut'a nikâhını haram kıldığına dair Hz. Ali'den (R.A.) sahih rivâ-yetier yapmıştır. Hazreti Ali (R.A.) bu konuda diyor ki: «Ramazan orucu diğer bütün oruçları; zekât diğer bütün sadakaları; talâk, iddet ve miras hukuku mut'ayi; kurban diğer boğazlamaları neshetmiş, hükmünü kaldır­mıştır.»

6— İbn Mes'ud (R.A.) da, talâk, iddet ve miras hukukuyla mut'a ni­kâhının hükmü tamamen kaldırılmıştır, diyor. [124]

 

Mut'a Nikâhı Ne Zaman Ve Kaç Defa Mubah Kılınmıştır?

 

* Sahih-i Müslim'de Hz. Abdullah'tan yapılan rivayete göre, deniliyor ki: «Biz, Resülüllah (A.S.) Efendimizle birlikte savaşırken evimizden ayrı düştük ve bu yüzden Peygambere : «Ya Resûleltah! kendimizi iğdiş yapa­lım mı?» diye sorduğumuzda bizi böyle bir şey yapmaktan men'etti ve dul kadınlarla bir elbise karşılığında muvakkat nikâh yapmamıza ruhsat verdi.»

Ebu Hatim el-Büstî'nin de dediği gibi, ashabın bu sorusundan mut'a'-nın önceleri meşru ve mubah olmadığı anlaşılıyor. Yine ciddi tesbitlere göre, verilen bu ruhsat Hayber savaşında kaldırılıyor. Sonra fetih yılında (yani Mekke'nin fethinde) tekrar ruhsat verildiği ve üç gün sonra, bir ri­vayete göre üç saat sonra ruhsatın kaldırıldığı, kıyamete kadar haram kı­lındığı naklediliyor.

ilim adamlarımız bu rivayeti pek sıhhatli bulmamışlar. Üzerinde hayli farklı tesbit ve görüşlere yer verilmiş ve tartışma konusu olmuştur. Al­lah daha iyisini bilir.

Tartışma konusu olan, Hayber savaşında kaldırıldığı rivayeti değil, Mekke'nin fethinde buna tekrar ruhsat verildiğine dair olan rivayettir. [125]

*  İbn Arabî diyor ki: mut'a nikâhı, şeriatın garip hükümlerinden bi­ridir. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında mubah kılınmış, Hayber'in fethinde ha­ram kılınmış ve Evtas savaşında tekrar mubah kılınmış ve ondan sonra tekrar haram kılınmıştır. Kıble meselesi hariç bunun bir benzeri ikinci bir mesele yoktur.

Burada, Evtas olayının Hayber'den önce mi, sonra mı meydana gel­diği de bir araştırma konusudur. [126]

*  El-Ekva'a göre, mut'a nikâhı Evtas olayında mubah kılınmış, Hay­ber'in fethinde ise haram kılınmıştır. Bundan sonra artık mubah kılındığını belirten sahih bir rivayet mevcut değildir.

el-Ekva'ın tesbitinden, Evtas olayının Hayber'den önce meydana gel­diği anlaşılıyor ki sahih olan da budur.

*  Rabi' bin Sebre'ye göre, Mekke fethinde tekrar mubah kılınmıştır. Ne var ki bu rivayet pek muteber sayılmamıştır.

*  Ebû Davud'un Musannef'inde, Rabi' bin Sebre'den yapılan rivayete göre, mut'a nikâhı, son olarak Haccetü'l-Vedâ'da yasaklanmıştır. Ebu Dâ-vud diyor ki,«bu konuda en sahih rivayet budur..»

İlim adamlarımız, ciddi araştırmacılarımız, bu rivayetin de pek mute­ber olmadığını ortaya koymuşlardır. Çünkü Haccetü'l-Vedâ'da ashabın çoğunun karısı yanında bulunuyordu. O ana kadar buna ruhsat verildiği­ni belgeliyen hiçbir rivayet mevcut değildir. Ancak Haccetü'l-Vedâ'da bu­nun haram olduğunun bir kez daha duyurulmasında yarar görülmüş, ola­bilir.

*  Amr'ın  el-Hasen'den yaptığı  rivayette  ise, şöyle deniliyor:  Mut'a ancak üç kez mubah kılınmıştır. En son Umre-i Kaza'da mubah kılındığı ve ondan sonra artık yasaklandığı sanılmaktadır.

*  Ebu Cafer et-Tahaviy'e göre :  Mut'a  konusunda Hazreti Peygam­berden yapılan bütün rivayetler seferde bulunduğu zamanlara raslar. Seferde buna ruhsat verildiği gibi, yine seferde yasaklanmıştır. Haccetü'l-Vedâ'da mubah kılındığını iddia edenlerin rivayeti ise, bu konudaki rivayet­lerin hepsinin dışında kalır. Çünkü Veda' Haccında çoğunun karısı yanın­da bulunuyordu. Ashabın orada bekârlıktan şikâyet etmesi ise hiç düşü­nülemez. Bilâkis bunun haram olduğu Haccetü'l-Vedâ'da bir defa daha ilân edilmiştir. Çünkü Mekke'de bu âdet yaygındı. [127]

*  el-Esca'ın Ammar Mevlâ  Şerîd'den yaptığı  rivayete göre, Ammar diyor ki : İbn Abbas'a sordum :

__ Mut'a zina mıdır, yoksa nikâh mıdır?

Cevap verdi:

  Ne zinadır, ne de nikâh...

  Peki nedir? dedim,

  O, Allah'ın buyurduğu gibidir, dedi.

  Mut'adan dolayı iddet gerekir mi? diye sordum.

  Evet, bir ayhali, diye cevap verdi,

  Mut'a ile evlenen çiftler birbirine vâris olur mu? diye sorduğum­da ise, dedi ki:

  Hayır...

*  Ebu Amr de diyor ki : Önce gelen âlimlerle, sonra gelen âlimlerden hiçbiri mut'a'nın belli bir süre ile nikâh olduğunda ve bu anlamda evlenen çiftlerin birbirine vâris olmayacağında farklı görüş ortaya koymamıştır.

*  İbn. Atiyye diyor ki: Mut'a nikâhı, adamın kadınla iki şahit huzu­runda ve velisinin izniyle belli bir süre için evlenmesidir. Ancak aralarında miras hükmü câri değildir. Süre sona erince kadın artık boşanmış kabul edilir ve birbirine haram sayılır. [128]

Nuhas bu konuda şöyle bir tarifte bulunmuştur: Mut'a : erkeğin ka­dına, «seninle bir gün için evleniyorum, sana iddet gerekmez, aramızda miras ve talâk da söz konusu değildir. Buna şahitlik edecek kimseye de ihtiyaç yoktur.» demesi ve kadının da bunu böyle kabul etmesidir.

Bu doğrudan zinadır. İslâm hiçbir zaman bunu mubah kılmamiştır. Onun için Hz. Ömer (R.A.) : «Bana mut'ayla evlenmiş bir adam getirilmiye görsün mutlaka onu taşla ezip belirsiz hale getiririm!» demiştir. [129] Bütün bu rivayet ve tesbitlerden çıkaracağımız sonuç şudur:

«Mut'a nikâhına İslâm'ın ilk yıllarında bilhassa savaş günlerinde ruh­sat verilmiş, sonra Hayber'in fethinde yasaklanmıştır. Bunun dışındaki ri­vayetlerin, görüş ve tariflerin çoğu sıhhatli değildir, aynı zamanda haber-i vahitle rivayet edildiği için de hükme medar sayılmamıştır. İslâm savaş günlerinde bu hususta iki zarardan en hafifini seçip geçici bir ruhsat ta­nımıştır, hepsi o kadar. Veda' haccında da bunun haram kılındığının bir daha açıklanması, her türlü şüphe ve ihtimalleri kaldıracak anlamdadır.»

Tekrar edelim ki bu konuda en sahih ve hükme medar rivayet Hz. Ali (R.A.)den yapılanıdır:

«Peygamber (A.S.)  Efendimiz Hayber gününde hem mut'a nikâhını, hem de ehli eşek etini yasakladı.» [130]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Evlenme hususunda hangi kadınları nikahlamanın helâl, hangilerinin haram olduğu kısmen belirtildikten sonra, hür mü'mine kadınları nikâhla-maya maddî yönden gücü yetmiyen kimseler, zinaya sapmaktan endişe ederlerse, o takdirde namuslu mü'mine cariyelerle, sahiplerinin iznini ala­rak evlenmelerinde bir sakınca olmadığı belirtiliyor. [131]

 

Meali  :

 

25— Sizden kim iffetli hür mü'mine kadınlarla evlenecek güce sahip değilse, ellerinizde bulunan mü'mine cariyelerinizden (alıp evlensin). Al­lah imânınızı daha iyi bilendir. Kiminiz kiminizdensiniz, (aynı soydan gel­mesiniz). O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu if­fetli olanlarını sahiplerinin izniyle kendinize nikahlayın; mehirlerinî de ör­fe uygun biçimde verin. Bu evlilikten sonra fuhşa saparlar (zina eder-Ier)se, o takdirde cezaları, hür kadınlar hakkında konan cezanın yarısıdır. (Cariyeyle evlenmenize izin verilmesi) sizden günah sıkıntısına (zinaya) düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Herhangi bir köle efendisinin iznini almaksızın evlenirse, o zâni-dir.» [132]

«Kadın kadını evlendirmesin, kadın kendi kendini de evlendirmesin. Çünkü zâniye, kendi kendini evlendiren kadındır.» [133]

«Sizden birinizin cariyesi zina ettiğinde, bu ortaya çıkıp kesinleşirse, ona had tatbik edin ve kendisini ayıplamayın. İkinci defa zina ederse, yi­ne had cezası tatbik edin ve kınayıp ayıplamayın. Üçüncü kez zina eder­se, artık onu kıldan ma'mul bir urgan karşılığında bile olsa satsın!.» [134]

«Ey gençler topluluğu! sizden kim evlenip (karısının mehir ve nafa­kasını karşılamaya) güç getirirse, evlensin. Çünkü evlenmek gözün daha çok (haramdan) sakınmasını, namus ve iffetin daha çok korunmasını sağ­lar. Buna güç getiremiyene oruç tutmak gerekir. Çünkü oruç onun için bir nevi iğdişliktir.» [135]

 

Evlenmede Malî Güç

 

«Sizden kim iffetli hür mü'mine kadınlarla evlenecek güce sahip değilse...»

Kur'ân-ı Kerîm, neslin devamı, fuhşun önlenmesi, düzenli bir aile ha­yatının kurulması için meşru' yoldan evlenmeyi emretmiş bunu kuvvetli sünnet saymıştır. Maddî ve manevî güç ve imkânı bulunduğu halde evlen-meyip bekâr olarak ölenleri Hz. Peygamber (A.S.) kınamış, onları ölülerin en rezili diye vasıflandırmıştır. Ancak kurulacak yeni yuvanın zarurî ihti­yaçlarını karşılayacak malî imkânların bulunmasına özellikle parmak bas­mış ve bu sünneti malî imkânla kayıtlamış, böyle bir imkâna sahip olma­yanların sabretmesini tavsiye ederek kendileri lehine daha hayırlı sonuçvereceğini belirtmiştir. Hür iffetli mü'mine bir kadını sıkıntıya sokup qün ayrı bir huzursuzluk çıkmasına neden olmaktansa, bekâr yaşamak daha hayırlıdır. Cariyelerin henüz yer yer kendini hissettirdiği İslâm toplu­luklarında ise, ikinci çare olarak zinaya sapmamak için onlarla evlenil-mesine cevaz verilmiştir. Bu da gelişi güzel değil, sahibinden izin alıp mehrini ödemek şartıyla mümkün olacağına bilhassa temas edilmiştir. Nikahlanan kadın cariye de olsa, onun kadınlık ve annelik vekarına say­gılı olmamız, ticarî bir meta' muamelesinden uzak, insanlığımıza yakışır ölçü ve anlamda bir evliliğe kapı açmamız gerekir. İşte Kur'ân bu hususa açık işarette bulunup mü'minleri uyarıyor. Ayrıca kendini zinadan koruya­bilen bir bekâr mü'minin, câriye de olsa, bir kadını sırf şehvetini teskin et­mek için sıkıntıya sokmasının da pek uygun olmayacağına dikkatleri çe­kip evlenmemenin daha hayırlı olacağını haber veriyor.

Bu, bir bakıma kadına ve dolayısıyla insan unsuruna gösterilen say­gının ve ona tanınan hakların bir belirtisidir, Böylece mü'min cariyelerin de rasgele alınmaması tenbih edilmiş oluyor.

Kur'ân bir yandan toplum yapısındaki bu zayıf unsurları koruyup in­sanî haklarının yok yere çiğnenmesine kapıları kaparken, onları da tama­men başıboş bırakmıyor; yani yarı hürriyet sınırları içinde sınırsız bir hür­riyet tanımıyor; fuhşa sapacak olurlarsa, hür kadınlara uygulanan ceza­nın yarısının onlara uygulanmasını emrediyor. Çünkü hürriyeti yarıyarıya elinden alınmış bir insana verilecek bu kabil cezanın da ona göre tutul­ması adaletin gereği değil midir? Böylece bu konuda ceza hürriyetle oran­tılı oluyor. [136]

 

Hepiniz Aynı Soydansınız

 

«Allah imânınızı daha iyi bilendir. Kiminiz kiminizdensiniz..»

Renk, ırk, dil ve bölge farkı gözetmiyen Kur'ân, insana değer sunar­ken daha cok onun imân ve takva (Allah'tan saygı dolu bir kalble korkup Kötülüklerden sakınmajsına bakar. Kölelik, esirlik ve cariyelik, zenginlik ve fakirlik gibi sıfatların ve durumların arızî olduğuna dikkatleri çeker, bun-

an h|Cbir|nin değer ölçüsü olmadığını hatırlatır. Bütün insanların tek soydan geldiğini, hakiki üstünlüğün imân, takva ve faziletle vücut bula-»leceğini vurgular. Ancak Kur'ân bir yandan da insanın evlilik gibi ko­nularda sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını ihmal etmez. Geçimini zor sağlayabilen bir erkeğin bolluk içinde doğup büyüyen hür mü'mine bir kadınla evlenmesini pek uygun görmez. Çünkü bu durumda olan çiftlerin mutlu bir yuva kurması çok zor, hattâ bazen imkânsızdır. Ama hayatı çi­leyle dolu olup kıt kanaat geçinmesini bilen bir mü'mine câriye ile evlen­meye engel olmaz. Bununla beraber cariyeyi de sıkıntıya sokmak ihtimal dahilindeyse adamın evlenmeyip bekâr kalmasının hayırlı olacağını ve şeh­vetini teskin için oruç tutmasını tavsiye eder.

Bütün bu kayıt ve rivayetlerden anlıyoruz ki, İslâm kadının mehri hu­susunda bir sınırlama yapmamış, bunu daha çok örfe, kadının sosyal ve aile durumuna uyum sağlayacak bir anlayış ve ölçüye bırakmıştır. [137]

 

Fuhuşta Bulunmayan Ve Gizli  Dost Edinmeyen Cariyeler

 

«O halde fuhuşta bu­lunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu, iffetli olanlarını......»

İslâm, iffet ve namus cevherini hür mü'mine kadınlarda aradığı gibi, cariyelerde de arar ve ancak bu cevhere dosdoğru sahip bulunan kadın­lar ev hanımı olmaya lâyıktırlar, der. Peki ama dinimiz iffet ve namus cev­herini yalnız kadınlarda mı arar, yoksa erkeklerde de aynı cevherin bu­lunmasını ön görür mü? Kur'ân'da ciddi bir araştırma yapıldığı ve ilgili hadîslerle birleştirildiği takdirde aynı sıfatın erkeklerde de arandığını gö­rürüz. Nisa sûresi 24. âyette, «(İşte bütün bunlar) Allah'ın size farz kıldığı yazılı hükümlerdir; bunlardan başkasını, namuslu-iffetli olup, zinadan ka­çınarak mallarınızla (mehir verip) istemeniz sîze helâl kılınmıştır.» buyu-rulurken bilhassa evlenecek erkeklerin de namuslu iffetli olup zinadan kaçınan kimseler olması belirtiliyor. Aynı husus Maide sûresi 5. âyetle de açıklanarak konuya ağırlık kazandırılmıştır. [138]

 

Fıkhi Yönü

 

İmam Mâlik'e göre, bir mü'minin maddî ve manevî güç ve imkânı bulunduğu halde hür mü'mine kadınla evlenmeyip bir mü'mine cariye ile evlenirse, onları ayırmak gerekir. (Bu yetki hâkime verilmiştir).

* İmam Ebû Yusuf'a göre, hür iffetli mü'mine bir kadınla evli bulu­nan kimsenin cariye ile evlenmesi caiz değildir. Çünkü âyette geçen TAVL tabiri ona göre, «hür kadın» demektir.

*  Süfyan Sevrî, Katade, Atâ' ve Nahai'ye göre, TAVL tabiri, sabırlı, Yâdeli ve dayanıklı olmak demektir. O halde bir cariyeye gönül verip baş­kasıyla evlenmeyi düşünmeyen erkek, malî gücü yerinde de olsa zinaya sapmamak için onunla evlenebilir.

*  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hür iffetli mü'mine bir kadınla evli bulun­mayan kişi zengin bile olsa, Allah onun cariye veya Hıristiyan bir kadınla evlenmesine vüs'at tanımıştır. İsterse evlenebilir.

Tabiinden Mücahit'ten de bu anlam ve hükümde rivayet yapılmıştır. Nitekim Süfyan Sevrî'nin İbn Ebî Leylâ'dan, onun da Minhal'dan, onun da Ubbad bin Abdillah'tan yaptığı rivayette Hz. Ali (R.A.)nin şöyle dediği tes-bit edilmiştir: «Câriye üzerine hür kadın nikâhlanırsa, iki gün hürre, bir gün cariyeye tahsis edilir.»

*  İmam Şafiî'ye göre, câriye ile evlenmek şu iki şarta bağlanmıştır: Malî güçsüzlük ve bu yüzden zinaya sapma endişesi.. [139]

 

Tahliller

 

TAVL veya TUL tabiri üzerinde farklı yorumlar ve değişik tahliller ya­pılmıştır :

a)  TAVL  okunduğunda,   refah   ve   zenginlik  demektir.   Falan   adam TAVL sahibidir, yani malî güce sahiptir, demektir.

b)  TUL okunduğunda, uzunluk anlamına gelir, kısanın karşıtıdır. Bun­dan maksat, mehir verecek kudrette olmaktır.

c)  Evlenmeyi kolaylaştıran her türlü maddî ve manevî güç demektir.

d)  Satışı ve icare verilmesi mümkün olan her şeye TAVL denilir. [140]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Hür kadınlarla cariyelerin nikâh ahkâmı belirtildikten ve onların bazı haklarına yer verildikten sonra aşağıdaki âyetlerle sözü edilen hükümle­rin sebep ve illetlerine temas ediliyor; toplumun sağlam temellere oturtul­masının, aile yuvasının meşru sınırlar içinde varlığını koruyabilmesinin önemine işaretle bunu tahrip etmek isteyenlerin her devirde bulunabile­ceğine dikkatler çekiliyor. [141]

 

Meali  :

 

26—  Allah size (dinî hükümleri ve hükümlerin bağlı bulunduğu ahlâ­ki ölçüleri) açıklamak, sizden öncekilerin yollarını (örnekleriyle sergileyip) göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.

27—  (Öyle  ya)  Allah  tevbelerinizi   kabul  etmek   ister.  Şehvetlerine uyup gidenler ise, sizin( doğru yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.

28—  Allah sizden (ağır sorumlulukları, taşınması zor yükleri) hafif­letmek ister. İnsan oldukça zayıf (iradeli) yaratılmıştır.

 

İlgili  Hadîsler

 

«Dinin (ve dindarlığın) Allah katında en sevimlisi, bâtıldan uzak hak­ka yönelik koskolay olanıdır.» [142]

«Ben, bâtıldan uzak hakka yönelik koskolay bir dinle gönderildim.» [143]

 

Dinî Hükümler Akıl Yoluyla Değil, Vahiy Yoluyla    Bilinir

 

Gerçi  insan, zekâsıyla, aklıyla ve  bir takım yetenekleriyle  hakikati bulmaya, bulup kavramaya çalışır, ama bu hep sınırlıdır. Objektifleşme gayretimizin durmadan aklımızı harekete geçirmesi, eşyayı daha iyi an­lamamıza yardım eder. Ne var ki hakikat bunun çok ötesindedir. Aklın ve zekânın hududunu aşar. Bunun için Hazreti Peygamber (A.S.) ; «Allahım! Eşyanın hakikatini olduğu gibi bana göster..» diye duâ etmiştir. [144]

O'nun gibi. Bir olan, öncesiz ve sonrasız bulunan Allah'ı, O'na kulluk görevimizin hikmet ve manasını, bunun ölçü ve biçimini, âhireti ve ilgili hakikatleri, kabir âlemini aklımızla çözüp anlamamız mümkün değildir. Çünkü aklın sınırı ve ilgilendiği şey, fizik âlemidir. Bunlar ise daha çok metafizikle ilgilidir.

İşte konumuzu oluşturan 26. âyetle bu hususa temas edilerek, «Allah size (dinî hükümleri ve hükümlerin bağlı bulunduğu ahlâkî ölçüleri) açık­lamak ister..» buyurulmuştur. Bu bakımdan «Dinsiz akıl kör, akılsız din to­paldır..» diyenler yanılmamışlardır. İşte peygamber ve kitap gönderilme­sinin sebeplerinden bir kısmı bunlardır; yani aklın sözü edilen hususlarda mutlaka vahye ihtiyacı vardır. [145]

 

Hak Dinlerin Kaynağı Birdir

 

(Allan size açıklamak, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister.»

Aynı kaynaktan süzülüp gelen hak dinler arasında ortaklaşa nokta­lar mevcuttur. Toplumun selâmeti, ailenin saadeti ve devamlılığı için kut­sal kitaplarda yer alan hükümler ve tavsiyeler arasındaki yakınlık, benzer­lik ve derece derece daha tekâmül edilmişlik bize kaynağın aynı olduğu­nu, aynı amaçlar güdülerek vahiy yoluyla indirildiğini göstermektedir. Di­ğer kutsal kitaplarda beşer e I i dokunarak değiştirilen ilâhî beyân ve belgelerin Kur'ân tarafından tashih edildiğini de bilmekteyiz. Kur'ân son kitap olma özelliğiyle kendisinden önceki kitap ve sahifelerin Allah tara­fından indirildiğini ve gönderilen her peygamberin hak olduğunu ilân eder­ken, kasıtlı ve çok tutucu ellerin tahrif ettiği kutsal kitaplardaki son din ve son peygamberle ilgili belgelerin çoğu anlaşılmaz hale sokulmuş ve böylece dinler arasındaki bağlantılar koparılmıştır. Bu yüzden Kur'ân bir-cok âyetlerle Musa ve İsa Peygamberleri saygı ile anar, onların hak pey­gamber olduklarını ilân eder. Ama haham ve papazların bu kitaplar ara­sında ciddi ve objektif bir mukayese zahmetine katlanmadıkları, aksine bazı hükümleri değiştirip, tanınmaz hâle soktukları ve o sebeple de Yahu­dilerle Hıristiyanların Hazreti Muhammed'i peygamber, Kur'ân'ı da İlâhî kitap olarak kabul etmedikleri bilinmektedir.

Allah ise Kur'ân'da daha önce gelip geçen peygamberlerin yollarını hatırlatarak onlara iman edip doğru yolda yürüyen mutlu toplulukları ör­nek veriyor ve böylece dinler arasında ortaklaşa bağların bulunduğunu bilhassa belirtiyor. [146]

 

Ahlâkî Yönü

 

«Şehvetlerine uyup gidenler ise, sizin (doğru yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.»

Her cağda ve devirde mide ve uçkuruna bağlı kalıp günlük hayatını bu doğrultuda acımasızca harcayan donuk ruhlu, tıkanık kalpli, silik vic­danlı, körpe dimağlı nice şehvet mübtelası kimseler vardır. Bunların din­darlığa, güzel ahlâka, erdemliğe hiç ama hiç tahammülleri yoktur. Fırsat buldukça bu düzeyde bulunan kişileri alaya alarak kendilerini aşağılık çu­kurundan çıkarma görüntüsü vermeye çalışırlar.

Ve yine bu tipler, içine düştükleribataklığın,ister istemez hayatın tek yolu ve amacı olduğunu, çevrelerine aşılamak ve yoldaşlarının sayısını ar­tırmak için büyük gayretler harcarlar. Toplumun posası sayılan bu tipleri ıslâh etmek çok zor, hattâ bazı bölgelerde imkânsızdır. Meğerki Cenâb-ı Hak hidayet verip inayet buyura...

Yıllar yılı din adamlarını alay konusu edinen, şiir, roman, hikâye, si­nema, tiyatro ve benzeri sanat dallarıyla dine ve ondan kaynaklanan gü­zel ahlâka en ağır darbeyi indirenler de daha çok bunlardır.

Dün peygamberin karşısına çıkıp onu alaya alan, olmadık yalan ve" iftiraları atan, bir sürü beyinsiz şirreti onun yakasına salıveren Ebu Ce­hiller ne ise, bugün Kur'ân hükümlerini çağdışı ilân edip, onu çöl kanunu diye vasıflandıranlar; kadının vücut hattını göstermiyen geniş mantoyu gericilik sayıp din ve ahlâk düşmanlığı kusanlar da odur.

Kur'ân'da mü'minlerin dikkati bu şehvet mübtelâlarına çekilerek, «Şehvetlerine uyup gidenler ise, sizin (doğru yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.» cümlesiyle gereken uyarı yapılmıştır.

Evlenme konusunda bilhassa bu hususlara parmak basılması çok an­lamlıdır.  İslâm, kadını şehvetperestlerin ağından ve ağzından  kurtarmayı amaçlarken onun kadınlık ve annelik gibi iki önemli vasfını bütün vekar ve terbiyesiyle korumayı planlamış, bunu yıkmak isteyenlerin karakter ve tutumunun portresini çizmiştir. [147]

 

Hafifletilen Ağır Yük

 

«Allah sizden (ağır sorumlulukları, ta­şınması zor yükleri) hafifletmek ister..»

Bu konuda Tevrat ile Kur'ân arasında mukayese yaparak bir kaç mi­sal vermemiz, ilâhî muradı yansıtmamıza yardımcı olur:

TEVRAT : «Bir adam kızıyla anasını birlikte alırsa bu alçaklıktır; ara­nızda alçaklık olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşte yakılacaklardır.» (Levililer:   10/14),

KUR'ÂN: «Karılarınızın anaları (size) haram kılınmıştır.»  (Nisa: 23). Zina suçu dört şahitle tesbit edildiği takdirde sadece zina eden er­kekle kadın öldürülür, ateşle yakılmaz.

TEVRAT : «Bir adam bir kız alır da kızın kız olarak bulunmadığını id­dia eder ve doğru çıkarsa, o zaman genç kadını babasının evinin kapısı­na çıkaracaklar ve şehrin adamları onu taşla taşlıyacaklar ve ölecek..»

(Tesniye : 22/21).

KUR'ÂN ise, karısının zina ettiğini iddia eden koca, bu iddiasını göz­leriyle fiil halinde görmüş dört erkek şahitle isbat edemediği takdirde Lİ-AN yapılır ki bu, kadını büyük bir iftiradan korumakta ve haksız bir id­diaya kurban etmemektedir. Nitekim Nur sûresi 6-9. âyetlerle konu şöyle" açıklanmıştır: «Kendi eşlerine (zina suçu isnat edip iftira) atanlar ve ken­dilerinden başka şahitleri bulunmayanlardan herbirinin şahitliği, doğru­lardan olduğuna dair dört defa Allah ile (yemin edip) şehadette bulunma­sıdır.

Beşinci defa, eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını söylemesidir.

Kocasının elbette yalancılardan olduğuna dair kadının dört defa Al­lah ile yemin edip şehadette bulunması, Beşinci defa, eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendisi üzerine (inmesini) dilemesi, kadından cezayı savar.»

TEVRAT'ta zina konusunda evli, bekâr, hür ve câriye farkı gözetil­meksizin hepsinin öldürülmesi emredilmiştir.

KUR'AN'da ise, bekârlara yüz değnek vurulması, evlilerin öldürülme­si emredilir. Cariye ve köleye, hür kişiler hakkında uygulanan cezanın yarısının uygulanması hükme bağlanır.

Akrabadan kimlerle evlenmenin haram kılındığında Kur'ân ile Tevrat

birleşir. [148]

Görülüyor ki Tevrat'taki bazı ağır hükümler Kur'ân'da hafif [eti I m işti r.

Tabii bu misalleri çoğaltmak mümkün. Sosyal alandaki gelişme, daha me­denice yaşama şuurunun uyanması, ilmî hareketin başlaması, dinî hüküm­lerin tekâmülünü gerektirmiş ve böylece en son dinde beşere daha çok kolaylıklar sağlanmıştır.

Beyhakî'nin «Şa'bü'l-İmân» bölümünde İbn Abbas'ın (R.A.) bu âyet­lerle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«Nisa sûresinde sekiz âyet var ki, bu ümmet için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır.» Konumuzu oluşturan üç âyet onlar­dan üçüdür. [149]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle yetimlere karşı nasıl davranılacağı, mallarının ko­runması, rüşde erince kendilerine şahit huzurunda teslim edilmesi hak­kındaki hükümler açıklandıktan; eline geçen malı harvurup harman sa­vuran sefihlere mal teslim edilmemesi tavsiye edildikten sonra kadın hak­larına geçildi, mehirlerin örfe uygun verilmesi emredildi. Hür kadınlarla cariyelerin nikah ahkamı ve bunun sebepleri üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle buraya kadar anlatılan hükümlerin bir özeti ve­riliyor. Zulüm ve haksızlıktan kaçınılması tenbih edilerek insan haklarının zedelenmemesine dikkatler çekiliyor ve meşru ticarete teşvik ediliyor. [150]

 

Meali  :

 

29—  Ey imân edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin; ancak karşılıklı rızayla meydana gelen aiım-satım ile (yemeniz helâldir). Kendi kendinizi (haram yiyip haksızlıkta bulunarak) öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.

30—  Kim de bunu (ilâhî sının) aşarak, haksızlıkta bulunarak işlerse, onu ateşe ulaştırıp (Cehennem'e) sokacağız. Bu da Allah'a göre çok ko­laydır.

31—  Eğer men'edildiğiniz büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurla­rınızı örtüp temizleriz ve sizi şerefli bir makama yerleştiririz.

 

İlgili Hadîsler

 

«Helak edici yedi şeyden sakının : Allah'a ortak koşmak, sihir yap­mak, haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, yetim malı yemek, zina etmek, savaş alanından sırt çevirip kaçmak ve iffetli, namuslu mü'min

kadınlara zina isnat etmek..» [151] İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordum :

  Hangi günah daha büyüktür?

  Allah'a eş-ortak koşman., Halbuki O seni yaratmıştır. Buyurdu,

  Ondan sonra hangi günah daha büyüktür? Diye sordum.

  Seninle birlikte(nzkını) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen, diye cevap verdi.

  Ondan sonra hangisi? dedim.

  Komşunun karısıyla zina etmen.. Buyurdu. [152]

«Büyük günahlar: Allah'a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek adam öldürmek, yalan yere yemin etmektir.»

«Size büyük günahların en büyüğünden haber vereyim mi? Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı gelmektir.» buyurdu ve sonra dizleri üze­rine doğrularak : «Haberiniz olsun, yalan yere yemin, yalan yere yemin, yalan yere şahitlik...» buyurdu ve bu cümleyi o kadar tekrarladı ki, «keşke sussa.» diye fısıldaştık. [153]

 

İlahî Sınır, Sağlam Akıl Ve Gelişmiş Vicdan İle Uyum Sağlar

 

«Ey imân eden­ler! Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin...»

Helâl ve haram sınırları ilk nazarda insan hürriyetini frenler, nefs ve şehvetle ilgili istekleri engeller gibi görünür. Gerçek anlamda ise, toplu­mun hürriyetini korumakta, insan haklarına el ve dil uzatılmasını önlemek­te ve tek kelimeyle beşer ruhuna yakışanı emretmektedir.

İşte Kur'ân'ın buyurduğu bâtıl sebepler bu iki sınırla bağlantılı olma-ygn, sağlam akla ve gelişmiş vicdana ters düşen her türlü hile, yalan, haksızlık ve aşırılıktır. Bunu yine Kur'ân'ın yüksek beyânı doğrultusunda birkaç misalle açıklayalım :

a) Her kadına yakışan, meşru' yoldan evlenip annelik gibi kutsal vas­fı zedelemeden ayakta tutmak ve aile yapısında sağlam karakterli evlât yetiştirmektir. Onu bu çizginin dışına çıkaran her sistem, her eğitim ve anlayış ve davranış haramdır, bâtıldır.

b) Her erkeğe uygun olan, başkasının namusuna göz dikmemek ka­dını kirletip sokağa atmamak, nesebi meçhul bir neslin meydana gelmesi­ni önlemektir. İşte erkeğin bu doğrultuda hayatını disipline edip nefsine hâkim olması helâl, bunun aksine bir yol ve tutum haram ve bâtıldır. İnanç­lı ve kültür seviyesi yüksek bir toplumun akıl ve viedanı da bundan baş­kasını kabul etmez.

ç) «Her hak bir hizmet karşılığıdır» esasından veya ana fikrinden ha­reketle enerjisini ve meveut kapitalini ortaya koyup alıcı ve tüketici lehi­ne kolaylık sağlayarak mal getirip örfe uygun satış yapmak helâldir. Bu­nun dışına çıkıp faiz, rüşvet, irtikâp, zimmet, millet ve devlet malına el uzatmak, fahiş fiatla mal satmak, ihtiyaç maddelerini piyasadan çekip ih­tikâr yapmak haram ve bâtıldır. Yine kültür seviyesi gelişmiş, aklı kendine rehber edinmiş bir toplumun bundan başkasını kabul etmesi düşünülebilir mi?

d) Her kadının, kadın-erkek arasındaki ilgi ve cinsel duygunun ölçü ve anlamını bilmesi ve bu açıdan hareketle şehveti tahrik edecek söz ve davranışlardan, giyim ve kuşamdan kaçınması, hem kendi selâmeti, hem aile ve toplum yapısının sapasağlam ayakta durması, hem de yetişmekte olan nesle örnek olması bakımından çok gereklidir. Bu ölçü ve sınırı aş­ması haram ve bâtıldır. Aklı başında, âhirete inanan ve millî, dinî kültürü alan hangi erkek karısının veya kızının, kızkardeşinin mahrem yerlerini açıp etini teşhir etmesine, başka erkeklerin dikkatini kendi üzerine şehevî yoldan çekmesine razı olur? [154]

 

Bir Milleti Ya Da Nesli Katletmek

 

«Kendi kendinizi (haram yiyip haksızlıkta bulunarak) öldürmeyin.»

Her millet varlığını koruyup devam ettirmek zorundadır. Bunun için bilimsel araştırmalara, eğitim kurumlarına, teknik araştırmalara yönelip hız verdiği kadar aile ve toplumu, inanç ve ahlâkı en sağlam biçimde ko­rumak, âdet ve geleneklerine bağlı kalmak, tarihî hasletlerini kuşaktan kuşağa aktarmak gibi hayatî meselelere de eğilmesi gerektir. Aksi halde tek yönlü kalıp kendini dengesizliğe itmiş olur ki, bunun sonu bir nevi in­tihar demektir.

Kur'ân Allah'a inanan milletlere bu açıdan sesleniyor: «Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin; ancak karşılıklı rızayla meydana ge­len a!ım-satim(la yemeniz helâldir). Kendi kendinizi (haram yiyip haksız­lıkta bulunarak) öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametli­dir.»

Bunun taşıdığı anlam ve hüküm gayet açıktır: Ehil kişiler iş başına getirilmediği, fertler ve toplum kendi haline bırakıldığı gün, helâl ve ha­ram sınırlan birbirine karışır, kötü niyetli kişilere, arayıp da elde edeme­dikleri fırsat ve imkânlar verilmiş olur. Ve işte o zaman her kesimde ve konuda anarşi ve tuğyan başlar, ahlâksız şirretler sahnede kolgezerken ahlâklı fakat korkak kişiler belirsiz ve silik hale gelir. Çok geçmeden top­lum kendini manevî alanda da katletmiş olur... Artık ne akıl kalır, ne vic­dan, ne ruh kalır, ne de imân... Bozuk bir düzen, bozuk bir nesil oluşur ve sonueu bütün aileleri perişan eder. [155]

 

Hakka Tecavüz İnsana Üç Ayri Cehennem Hazırlar

 

Biri vicdanda, biri toplum yapısında, diğeri âhirette.. Haksız insan kendini ne kadar başarılı ve becerikli kabul etse bile, vicdanı için için onu kemirip rahatsız eder. Böylece bir iç cehennemi başlar. Yapılacak her haksızlık oraya sadece bir kürek yakıt atar. Düşünebilen bir insan için bu çok fena bir azaptır. «Kendi kendinizi öldürmeyin!» emri bu gerçe­ğe ışık tutar.

Toplum yapısında revaç bulan haksızlık ve zulüm, çoraklaşan ara­ziye döner; mevcut bitkiler sararmaya, asırlık ağaçlar kurumaya yüztu-tar. Bu düzeye gelen toplumda ne huzur kalır, ne de güven. Herkes ha-

linden şikâyetçidir. Bir bataklık ki içine düşen kurtulmak ister, ama ne çare kurtulamaz. İnsan için hayatta ikinci Cehennem budur. Üçüncüsü ise âhirettedir. O halde fertler de, milletler de kendi saadet ve felâketini

kendileri hazırlarlar.

O kadar ki, bu noktaya gelen bir millet artık kış mevsimine, yaşlılık devresine girmiş sayılır. Allah'ın yardımı ulaşmazsa, yıkılır. «Şüphesiz ki AUah size karşı çok merhametlidir.»

Kendi Kendinizi Öldürmeyin!

Müfessirlerin yorum ve açıklamasına göre bu, üç anlamda tezahür eder:

1.  Haram ile beslenmek, bâtıl sebepleri harekete geçirip başkasının hakkına el uzatmakla gerçekleşir. Haram ile beslenen bir beden ateşe da­ha lâyıktır, çünkü ruhunu öneeden katletmiştir.

2.  İmân ve irfan zayıflığından veya tamamen bunların yokluğundan dolayı olayların te'siri altında kalıp intihar etmekle ortaya çıkar.

3. Aşırı zühd adına nefse gereğinden fazla eziyet edip bedeni kuv­vetten düşürmek ve işe yaramaz hale getirmekle kendi kendini öldürmüş olur.

Sıraladığımız bu üç türlü katil, veya tedricî intihar da haramdır. [156]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Bâzı sebep ve bahanelerle insan haklarına el uzatmanın, meşru ahm-satım dışında halkı sömürmenin zulüm olduğu, düzensizlik ve dengesiz­lik doğuracağı belirtildi. Allah'a inananların bu tür kirli işlere girmeme­leri; imân, vicdan ve sağlam akılla bağdaşmıyan yollara baş vurmama­ları tenbih edildi, Aşağıdaki âyetlerle de imân ve vicdanı kemiren, ruhu paslandıran haset ve gözaçlıktan kaçınılmasına dikkatler çekiliyor ve ay­rıca kadınların erkeklere has ruhî ve bedenî yetenek ve özelliklere öze­nip temennide bulunmalarının insan fıtratına ters düştüğüne, ilâhî hikmete bir bakıma karşı çıkma anlamı taşıdığına işaret edilerek gerekli uyarı ya­pılıyor. [157]

 

Meali :

 

32—  Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıkla­rından bir pay vardır. Siz Allah'tan bol nimetini, cömertçe ihsanını iste­yin. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilendir.

33—  Ana-babanm ve yakın hısımların geriye bıraktıkları maldan -er­kek ve kadından her biri için- vârisler kıldık. Kendileriyle yeminli bağlan? ti yaptığınız kimselere de hisselerini verin. Şüphesiz ki Allah her şeye şa­hittir.

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme (R.A.; bir gün temenni mahiyetinde şöyle demişti:

— Ya Resûlellah! erkekler savaşıyor, biz savaşamıyoruz. Dolayısıy­la bu şerefli hizmetten mahrum kalıyoruz. Onlardan zayıf olduğumuz hal­de mirasta onlara ayrılanın yarısı bize veriliyor..

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [158] Katade'nin tesbit ettiği rivayette ise şöyle deniliyor:

Erkeklere mirasta kadınlara nisbetle iki kat hak tanınmıştı. Onlar bu­nu dikkate alarak, âhirette de kadınlardan çok üstün derece ve keramet­lere erişmeyi temenni ettiler. Bunun üzerine,«Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.» Herkes ameli ve takvası nisbetinde derece ve kerametlere erişebilecektir, mealindeki âyet­ler indi. [159]

Diğer bir rivayet:

Müslüman kadınlar, «Erkeklerin Allah yolunda savaştıkları gibi keş­ke biz de savaşsaydık.» diye temennide bulunmuşlardı. Bunun üzerine yu­karıdaki âyetler indi. [160]

Yine Katade diyor ki:

«Cahiliyye devrinde kadın ve çocukları mirasçı kabul etmezler, on­ları kendi kaderlerine terkederlerdi. İslâm gelince bu iki zayıfın hakkını korudu, kadınlara erkeklere nisbetle yarı hisse verildi. Çünkü ailenin yü­künü erkek taşır. Bunun üzerine kadınlar erkekler kadar hisse almayı te­menni ettiler, derken yukarıdaki âyetler indi.» [161]

İbn Abbas'a (R.A.) göre i Bu âyet daha çok Peygamber (A.S.) Efen­dimizin birbirine kardeş yaptığı Ansar ile Muhacirler hakkında nazil ol­muştur. Onlar bu kardeşlik sebebiyle birbirlerine vâris oluyor, ölenin asa-be ve diğer zevi'l-erham hısımlarına bir şey verilmiyordu. Âyetler bu uy­gulamayı kaldırmaya matuftur. [162]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'tan bol nimetini, cömertçe ihsanını isteyin. Çünkü Allah ken­disinden istenilmesini sever. Hem ibâdetin en üstünü, acı ve kederden sonra gelecek sevinci beklemektir. [163]

«İslâm'da (birbirine vâris olma hususunda), yeminli akit yoktur.» [164]

«Cahiliyye devrinden kalma ne kadar yemin varsa ona bağlı kalın. İslâmiyette ise (o tür) yemin yoktur.» [165]

«Farzları (Kur'ân'da belirtilen miras hususundaki belli hisseleri) sa­hiplerine ulaştırın. Geriye kalanı erkek tarafından (asabe sayılan) diğer varislere (verin).» [166]

 

Tarihî Yönü

 

Âyetin iniş sebepleriyle ilgili bütün hadîsler ve rivayetler dikkate alındı­ğında 33. âyetle, cahiliyye devrinde çok yaygın bulunan iki gayr-i âdil âdetin yasaklanmış olduğunu görüyoruz.

1.  Çocuğu olmayanlar, başkasının çocuğunu evlât edinir ve ölünce de bütün servetini o çocuğa bırakır, asabe ve zevilerham düzeyindeki vâ­rislerine bir şey verilmezdi. Âyet, bu âdeti kaldırdı.

2.  Birbirleriyle dostluk kurup sıkı-fıkı olanlar, öldüklerinde sağ kala­nı diğerine vâris olup terekeden altıda bir hisse almak için yeminli akit yaparak şöyle derlerdi:

«Benim kanım senin kanındır. Benim yıkımım senin yıkımındır. Benim intikam ve kin tutmam senin intikam ve kin tutmandır. Benim savaşım se­nin savaşındır. Benim esenlik ve barışım senin esenliğin ve barışındır. Sen bana, ben de sana vâris oluruz. Sen benim hakkımı ararsın, ben de senin hakkını ararım. Sen benden yana kan parası ödersin, ben de senden yana...»

Kurtubî'nin tesbitine göre, «Yeminli bağlantı yaptığınız kimselere de hisselerini verin!» hükmü, «Ana-babanın ve yakın hısımların geriye bırak­tıkları maldan erkek ve kadınlardan her biri için vârisler kıldık..» âyetiyle kaldırılmıştır. İbn Cerîr Taberî de aynı görüştedir. Cumhur-i selefe göre yemin bağlantısıyla birbirine vâris olmanın hükmü,«Hısımlar ise Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındır.»[167] mealindeki   âyetle    kaldırılmıştır.

İlim adamlarından bir cemaate göre, âyet, yemin bağlantısıyla  birbirine vâris olma hakkında değildir; birbirine yardımcı ve nasihatçı olmak üzere yemin edenlerle ilgilidir. [168]

 

Yaratılışta Farklılık

 

«Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın..»

Kur'ân burada daha çok toplumu ilgilendiren bir noktaya parmak ba­sarak iki ayrı cins olan, fakat birbirini tamamlayan kadın ile erkeğin ya­ratılışta farklı bulunduklarını hatırlatıyor. Hayat düzeninin dengeli ve can­lı biçimde korunmasında bu iki farklı cinsin nazım rol oynadıklarına işa­rette bulunarak iyi düşünmemizi öneriyor. Biri diğerine benzemeye veya onun gibi olmaya özendiği ve bunu fiili alanda uygulamaya çalıştığı tak­dirde aile ve toplumun dengesini bozmuş olurlar. Bunun acısını daha çok yetişmekte olan kuşak çeker. Kur'ân bunun temenni edilmesini bile ya­rarsız saymakta, kalbleri bu tür duygulardan temizlemeye yönelmektedir.

Erkekler genellikle güçlü, dayanıklı ve sabırlıdırlar; hayatın ağırlığını omuzlarında taşıyabilirler. Çabuk heyecana kapılmaz, soğukkanlı ve tem­kinlidirler. Kadınlar böyle değildir. Onlar daha çok annelik gibi sevgi, say­gı, nezâket ve nezaheti gerektiren vasıfta yaratılmışlardır. Bu yüzden çok duyarlıdırlar. Yufka yürekli, ince kalpli de diyebiliriz. Çabuk kırılır ve üzü­lürler.

Kur'ân bu farklı duruma dokunarak kadınların erkekler gibi olmayı temenni etmelerinin, fıtrattaki hikmete, hayattaki dengeye bilgisiz ve il­gisiz kalmalarından ileri geldiğini belirtmek istiyor. Aynı şekilde erkekle­rin de yükün ağırlığını düşünerek kadın olmayı temenni etmeleri veya on­lara özenmeyi zaman zaman ortaya koymaları bilgisizliklerinin ürününden başkası değildir. İki ayrı cins aynı ölçü ve biçimde, aynı güç ve karakter­de, aynı duygu ve fıtratta yaratılmış olsaydı, herhalde aile düzeni kalmaz, bir baş yerine birkaç baş ortaya çıkar, herbiri ayrı bir tarafa çeker, ha­yatın denge akışı diye bir şey kalmazdı. Aynı zamanda cinsel ilişkiler du­mura uğrar, neslin devamı bile zorlaşırdı. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi, «kadının erkekten yaratılması, onu daha cok erkeğe bağlama, kişinin vatanına olan ilgisine benzer bir ilgi meydana getirme hikmetini ta­şımaktadır.» Erkek ise kadını -kendisinden bir parça kılındığı için- ona baş olma derecesinde sever. Kadın ise erkeği, parçanın bütüne olan bağlılığı nisbetinde sever, vatana olan ilgi ölçüsünde bağlılık duyar. Çünkü erkek kadının vatanıdır.   [169]

Hayat Sahnesinde Herkes Yeteneğine Göre Yerini Alır:

 «Erkeklere kazandıkla­rından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.»

Her insan kendi gücüne, akıl ve zekâsına, yetenek ve kültürüne göre hayat sahnesinde lâyık olduğu yeri alır; zayıflar, beceriksizler, pısırıklar ve korkaklar, iradesiz ve dayanıksız olanlar kendiliğinden elenir. Ama hiç­bir zaman bütün insanlar aynı güç ve yetenektedir denilemez. Çünkü Al­lah'ın koymuş olduğu hayat kanunu, insanların hepsini bir fabrikanın ma'-mulleri gibi eşit biçimde yaratmamıştır. Bu da haliyle hayatın akışında dengeyi sağlamaya, düzeni korumaya yöneliktir. Herkes aynı zekâ, akıl, yetenek, güç ve biçimde yaratılsaydı çetin bir mücadele başlar, hiç kimse geride kalmak, ağır iş görmek, yük taşımak istemez, diğerinin kendisin­den farklı olmadığını düşünerek aynı seviyede bulunmayı kaçınılmaz bir hak sayardı. Böylece ne hanıma!, ne çöpçü, ne kapıcı, ne de odacı bulu­nur, hayat ölçü ve anlamını yitirirdi. Cenâb-ı Hak bu farklı durumu, irsî kusur ve meziyetlerle sağlamakta, GEN denilen harikayı hizmete sevket-mektedir. Tâki «Ben neden yeteneksiz, geri zekâlı yaratıldım?» diye iti­razlar ortaya çıkmasın, ana-babanın ruh ve beden sağlığını koruyup ko­rumamasının bunda olumlu ya da olumsuz tesiri anlaşılsın.. [170]

 

Ahlâkî Yönü

 

İslâm, «Dünyalıkta kendinden aşağıya; din, ahlâk ve ilimde kendin­den yukarıya bakmayı telkin eder.» Birincisi insanı kanaatkar; ikincisi fa­ziletli ve gayretli yapar, gıpta duygusunu geliştirip hayata canlılık kazan­dırır.

Temenni, daha çok ele geçmesi zor hattâ imkânsız bazı şeylere eriş­meyi dilemek, kafa ve kalbi onunla meşgul edip durmaktır. Devamı halin­de hasede dönüşür; haset de haksız yollara baş vurmaya sürükleyip gö­türür. O takdirde bâtıl sebeplerle birbirinin malını yemek, bu ve benzeri kötülüklerin ortaya çıkmasına sebep olmak gibi haksızlıkları doğurur.

Kur'ân-i Kerîm bu ve bir önceki âyetlerle önce insanın dışını, sonra da içini düzeltmeye, dış temizliğiyle iç temizliğini birleştirip bütünleştirme­ye yönelmiştir. Bunun hedefi ise saadetin şu üç mertebesini meydana ge­tirip sağlamaktır:

1.  Ruhumuz ve vicdanımızla ilgili saadetimiz,

2.  Bedenimiz ve bağlı bulunduğu organlarla ilgili selâmetimiz.

3. Çevremizle ilgili saadetimiz...

Birincisi, sağlam imân, isabetli görüş, keskin zekâ, kuvvetli seziş ve mevcuda kanaatla gerçekleşir. Aynı zamanda namuslu, dürüst ve hakse­verlikle gelişme kaydeder. Böylece kişide vücut bulan saadet atmosferin­de aşırı utangaçlıktan terbiye ölçüsünü aşmayacak biçimde kurtulma duygusu belirir. Korkaklıkla atılganlık arasında dengeli bir cesaret oluşur. Bönlükle çerbezelik arasında hikmet ölçüsüne dayalı vakar meydana ge­lir. Bunların hepsi bir araya gelince de güzel ahlâkın meyveleri olgunlaş­mış sayılır.

İkincisi, sağlık, güzellik, uzun ömür ve temiz bir hayat yaşama prog­ramı ile gerçekleşir. Kur'ân ruhumuza ve bedenimize uygun geleni, bu iki yapımızla uyum sağlayanı sergilerken ikinci kademedeki bu saadete erişmemizi telkin eder.

Üçüncüsü, beşerî münasebetlerimizin gelişmesine yardımcı olur; sos­yal faaliyetlerde aktif rol almamızı, sözü dinlenir, sevilir ve sayılır kişi ol­mamızı, tek kelimeyle kişiliğimizi kazanmamızı kolaylaştırır ve dostların, sevenlerin ve sayanların çoğalmasına fırsat hazırlar.

O halde, «Neden Allah onu benden üstün kıldı, bunun aksini yapma­dı?» diye bir soru ortaya atmamız hem yersiz, hem mânâsız kalır. Çünkü Allah dilediğini yapar; O yaptığından sorulmaz; insanlar ise yaptıklarından sorulurlar. Allah'ın her işlediğinde mutlak hayır ve iyilik, denge ve düzen vardır. Bize düşen teslimiyettir. Nitekim kutsî hadîste buna işaretle buyu-ruluyor ki :

«Kim benim kaza (ve kaderi)me teslimiyet gösterir, belâma sabreder ve nimetlerime şükrederse, onu sıddîk (çok doğru) yazarım ve kıyamet günü sıddîklarla birlikte hasrederim. Kim de kazama razı olmaz, belâma sabretmez, nimetlerime şükretmezse, kendine benden başka Rab ara-? sın!.» [171]

 

Tahliller

 

- Faz I : Rızık, bol nîmet, cömertçe ihsan, ibâdete tevfik, dü­zenli hayata açılan kapı gibi mânalara gelir.

-Mevâlî: Mevlâ 'nın çoğul şeklidir; zıt mânalara ge-len bir kelimedir: Köle azat edene denildiği gibi, azat edilen köleye de denir. Sınıf farkında da üst düzeyde bulunan kimse için kullanıldığı gibi alt düzeyde olan hakkında da kullanılır. Ayrıca yardımcıya, amca çocuk­larına ve komşuya da «mevlâ» denilmiştir. Âyette ise «vârisler» mânasın­da kullanılmıştır ki, daha çok asabe ve zevilerhamı içermektedir. [172]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Erkek ve kadından her birinin yaratıldığı «fıtrat kanunu»na bağlı ka­larak dünya hayatında fıtratına yakışanı ve bu açıdan ruhî yapısıyla uyum sağlıyanı yapmakla yükümlü tutulduğu belirtildikten sonra aşağıdaki âyet­lerle erkeklerin fıtrat kanununa göre üstün yaratıldıklarına dikkatler çe­kiliyor ve bunun örneği ve nedeni özetleniyor. [173]

 

Meali :

 

34—  Erkekler, kadınlar üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstün­lüktedirler. Bu da Allah'ın kimini kimine üstün kılması ve erkeklerin mal­larını (mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyledir. O bakımdan gü­zel huylu, iyi amelli kadınlar itaâtlıdırlar. Allah (onların haklarını ve iffet perdelerini)  nasıl  koruduysa, onlar da  (kocalarının)  yokluğunda öylece (hem kendilerini, hem kocalarının mal ve şerefini) korurlar.

O kadınların ki, baş kaldırıp itaatsizliklerinden endişe duyarsınız, ön­ce onlara öğüt verin, sonra da yataklarında yalnız bırakın; (yola gelmez­lerse) bu defa dövün. O takdirde (kadınlık vecibelerini yerine getirip) size itaat ederlerse, artık (üzüp incitmek için) aleyhlerinde bir yol aramayın. Şüphesiz ki Allah, çok yücedir, çok büyüktür.

35—  Karı-koca arasının açılmasından endişe ederseniz, bir hakem erkeğin ailesi tarafından, bir hakem de kadının ailesi tarafından gönderin; karı-koca (ya da hakemler) aralarını düzeltmeyi dilerlerse, Allah onları başarılı kılar. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilen ve her olup bitenden ha­berlidir.

 

İniş Sebebi

 

Muhaddis Mukatil diyor ki:

Ansardan Sa'd bin Rabî' ile karısı Habîbe'nin arası açılmış ve bu yüzden Sa'd ona bir tokat vurmuştu. Kadıncağız durumu babası Zeyd'e iletti. Zeyd, kızına yapılan bu davranışa üzülerek durumu Peygamber (A.S.) Efendimize anlattı. Efendimiz (A.S.) : «Kısas (misilleme) gerekir..» buyurdu. Bunun üzerine baba ile kız kısas yapmak üzere ayrılırken Pey­gamberimiz seslenip onları geri çağırdı ve şöyle buyurdu : «Durun, gitme­yin. İşte bu Cibril'dir, şimdi bana geldi ve şu âyeti indirdi: «Erkekler, ka­dınlar üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstünlüktedirler. Bu da Al­lah'ın kimini kimine üstün kılması ve erkeklerin mallarını {mehir ve nafa­ka olarak) harcamaları sebebiyledir.» sonra Efendimiz şunu ilâve etti:

«Biz bir hüküm vermek istedik; Allah da bir hüküm vermeyi murat et­ti. Allah'ın irâde ettiği çok daha hayırlıdır.»

Böylece yukarıdaki iki âyetle sözü edilen kısas hükmü kaldırılmış oldu. [174]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretmiş olsaydım herhalde kocasına secde etmesi için kadına emrederdim. [175]

Peygamber (A.S.) Efendimize soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Hangi kadın daha hayırlıdır? Cevap verdi :

  Bakınca kocasını sevindiren, emredince ona itaat eden ve hem kendi nefsi, hem kocasının malı ve şerefi hususunda kocasının hoşlanma­dığı şeyde kocasına muhalefet etmiyen kadın... [176]

«Kadınlara hayır ve iyilikle tavsiyede bulunun. Çünkü kadın eğri bir kaburgadan yaratılmıştır; kaburgada en eğri kısım onun en tümsek kıs­mıdır. Onu doğrultayım derken kırarsın; kendi haline terkedersen hep öyle eğri kalır, O halde kadınlara hayır ve iyilikle tavsiye edin.» [177]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştu :

«Haberiniz olsun! Kadınlara hayır ve iyilikle tavsiyede bulunun. Çün­kü onlar ancak yanınızda sizin yardımcılarınızdır; onlardan sahip olduğu­nuz tek şey budur. Meğerki açık bir hayasızlıkta bulunsunlar, o takdirde yara-bereye yol açmıyacak biçimde dövün. İtaat ederlerse artık aleyhle­rine bir yol aramayın.» [178]

«Sizden biriniz karısını, köle döver gibi dövmesin. Sonra günün so­nunda onunla cinsel yaklaşmada bulunması umulur (o zaman da çok mahcup duruma düşer).» [179]

 

Erkeklerin Üstünlüğünün Anlamı

 

«Erkekler kadınlar üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstünlüktedirler.»

Kur'ân konumuzu oluşturan âyetle, daha önce her cinsin fıtratındaki özelliğini bilmesi ve hayatının akışını ona göre düzenlemesi; fıtratına aykırı vasıflara sahip olmayı temennide bir yararın bulunmadığı hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra erkeklerin kadınlara olan üstünlüğünü iki maddede özetledi :

a)   Kavvam,

b)  İnfak,.

Bu iki kelimenin Arapça sözlükte ve tefsir kitaplarında çok geniş mâ­na taşıdığını görmekteyiz. KAVVAM, «kaim»in mübalağa şeklidir. KAİM : İşleri selahiyetle yürüten, maiyetindekileri idare eden, yüklendiği görevi yerine getiren ve bu vasfını koruyan, demektir. KAVVAM ise bunlarfdaha çok yerine getirip daha becerikli olan demektir. Tıpkı devlet başkanının, hükümetin başının milletini gözetip idare ettiği, koruyup savunduğu gibi.

İNFAK: Mal, ya da parayı belli konularda, meşru' sınırlar içinde harcamak, gerektiğinde tamamını sarfetmek ve ticarî konuda malın re­vaç bulmasını sağlamak gibi mânalara gelir. Böyleee erkeklerin üstünlü­ğünün kaba kuvvet olmadığı; kaba kuvveti disipline edip imân ve akıl, ilim ve kültür doğrultusunda kanalize ederek yararlı işlerde kullanılması, bilhassa kadınlarla ilgili meselelerde çok ölçülü ve anlamlı tutulması em-redildiği anlaşılmaktadır.

Bu, genel ölçüde bir yargıdır ki istisnası her zaman söz konusudur. Aynı zamanda her cinsin kendine has bir takım vasıfları var ki diğeri ona sahip değildir. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin de dediği gibi: «Bazı kadınlar olgunluk ve yetenekte erkek derecesinde, bazı erkekler de noksanlıkta kadın derecesindedirler.»

Arapça'da «HAZA KAYYIMÜ'L-MER'ETİ VE KAVVAMUHA» denilir ki bundan şu mâna kasdedilmiştir: «Kadının daha çok ev dışındaki işlerini ve hayat akışını düzenliyen, onu koruyan ve onu kendine yardımeı kabul eden erkektir.» Ancak erkek kendindeki bu üstünlüğü düşünerek böbür-lenmemeli ve her cinsin diğerinde bulunmayan bir takım meziyetleri bu­lunduğunu kabul etmelidir. Kur'ân bunu çok veciz ve anlamlı bir cümley­le sergiliyor: «Allah'ın kimini kimine üstün kılması...... sebebiyledir..» [180]

 

İki Ayrı Cinsin Ayrı Görevleri

 

Kur'ân yukarıdaki iki âyetle kadınla erkeğin birbirine ve dolayısıyla aileye karşı görevlerini özetlemiştir .

Erkeğin Görevi:

a) Karısının nafakasını ve zarurî ihtiyaçlarını karşılamak,

b)  Elindeki mal ve parayı bilerek ve ölçülü biçimde harcamak,

c)  Karısının ev dışındaki işlerini yürütmek, onu gözetip korumak,

d)  Karısını kendine sadık bir yardımcı saymak, bu konudaki noksan­lıkları en güzel ve genel anlamdaki söz ve buluşlarla gidermeye çalışmak,

e)  Evini ihmal etmemek, hem kendisinin, hem de karısının ve çocuk­larının günlük hayatını düzenli yürütmeye çalışmak, bunun için kendisini örnek sayılacak düzeyde tutmak..

Kadının Görevi:

a)  Güzel huy, iyi ameli âdet edinmek,

b)  Dine, örfe ve akla uygun hususlarda kocasına itaat etmek,

c)  Namus ve iffetini, kocasının şeref ve itibarını korumak,

d)  Kocasının gıyabında  hem  kendini,  hem onun mal ve namusunu muhafazaya çalışmak,

e)  Kocasının irşad ve murakabesine gönül kapısını açık bulundurmak, [181]

 

Kadın Haddini Aşıp Baş Kaldirirsa

 

O kadınlar ki, baş kaldırıp itaatsizlik­lerinden endişe duyarsanız......»

Kur'ân'da kadının ev hanımı olarak hak ve vecibeleri belirlendikten sonra, her şeye rağmen aile disiplinini bozup söz dinlemez, yola gelmez bir tavır takınırsa, ne yapmak gerekir? hususu açıklanıyor. Öyle ki, Kur'ân bu meselede ilâhî metodu yine pedagojik bir yöntemle açıklamaktadır:

1.  Kadının  psikolojik,  dindarlık, sosyal ve  kültürel  durumu  dikkate alınarak öğüt vermek; bencilliğin ve o sebeple gereksiz tartışmanın hiç kimseye yarar sağlamadığını bazı örnekler vererek anlatmaya çalışmak,

2.  Sonuç alınamadığı takdirde yatak odasını veya yatakları ayırmak, cinsel ilişkileri kesmek,

Bu daha çok kadının kıskançlık ruhunu kamçılar. Erkeğin de takın­dığı sert bir tavır varsa, onu yumuşatır.

3.  Bununla da yola gelmediği ve serkeşliği inatla devam ettiği tak­dirde, yara-bere yapmayacak, iz bırakmıyacak, fazla acıtmıyacak ölçüde dövmek.

Bu takdirde kadın aile disiplinine döner, ev hanımı olma vekarını korur, hak ve vecibelerini yerine getirmeye başlarsa, artık mesele çözülmüş sayılır ve aleyhinde bir yol aranmaz.

Bu üçüncü yol da netice vermezse, bu kez son çare olarak iki tara­fın aileleri karı-koca arasını bulmak için birer hakem gönderirler. Ailele­rinden hakem göndermek mümkün olmadığı takdirde, komşulardan ada­letle isim yapmış iki adam görevlendirilir. Tabii karı-koca anlaşmak ister­lerse, hakemler de ağırlıklarını arayı düzeltme yönünde kullanırlarsa, Al­lah herhalde onları başarılı kılar.

Boşanma ise, en son çaredir. Mecbur kalınmadıkça bu yola girilme-melidir. Çünkü helâlin Allah katında en çok sevilmiyeni, karı boşamaktır.

Kadına dayak atılır mı? diye itirazlarda bulunanlar ve bunu ilkel bir yöntem sayanlar eksik değildir. Böyle bir itiraza cevap vermeden önce şu soruyu sormak lâzımdır: Peki kadın her türlü saygı sınırını aşar, evde devamlı huzursuzluk çıkarır, kocasını dinlemez, keyfine göre yaşamak is­terse, ne yapmak gerekir? Öğüt hiç tesir etmiyor, büsbütün tepkiyle kar­şılanıyor, oinsel ilişkinin kesilmesi bilâkis onu memnun ediyorsa, onu ken­di haline terketmek mi daha iyi olur? Yoksa başka bir çareye baş vur­madan onu hemen boşamak mı daha yararlıdır?

Kur'ân, sergilediği üç yöntemle sonuca varmamızı öğütlüyor. Bazı kadınlar sözden, nasihattan, yıkılan aile yuvalarını örnek vermekten an­lar. Bazı kadınlar cinsel ilişkiyi kesmekten hiç hoşlanmaz, kıskançlık ru­hu harekete geçer ve daha fazla dayanamıyarak yola girme ihtiyacını du­yar. Bazı kadınlar bunların hiçbirinden anlamaz, biraz kaba ruhlu, inatçı­dırlar, dayaktan korkar, ya da hiç hoşlanmazlar. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmezler. Kocası bu yola başvurunca, kadınlık vekannın zedelen­mesine daha fazla imkân vermeden kendini düzeltir, hak ve vecibelerini yerine getirmeye başlar.

Kur'ân bu yolda ısrar edilmesini önermiyor, bir çare olarak gösteri­yor, sonuç alınmadığı takdirde hakemlere baş vurulmasını emrediyor. Çün­kü Allah yarattığı kullarının psikolojik yapılarını, tutum ve davranışlarını en iyi bilendir. İlâhî hükümlerini bu hikmet ve bilgisine göre koymuştur.

Kadına karşı kaba kuvveti harekete geçirmenin fazla bir yararı yok­tur. İnoitmiyeçek, yara-bere yapmıyacak kadar dövmek bir yol ve metot-dur. Hattâ bu metoda başvurulurken için için şöyle düşünmek veya de­mek gerekir: Beni kadından daha güçlü kılan Allah bir gün beni de ben­den güçlülerin eline teslim edebilir. Çünkü ceza amelin cinsindendir. [182]

 

Hukukî Yönü

 

İslâm hukukçuları ve müctehit imamlar bu âyete dayanarak şu hük­mü çıkarmışlardır:

«Koça karısını beslemekten, zarurî ihtiyacını karşılamaktan âciz ka­lırsa, o takdirde koruyuculuk ve idarecilik vasfını yitirmiş olur. Bu durum­da kadın kadıya başvurup nikâhının feshedilmesini isteyebilir. Kadı du­rumu inceleyip iddianın doğruluğunu anlayınca tefrika karar verir.»

Bu, daha çok İmam Mâlik ile İmâm Şafiî'nin içtihadıdır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, böyle de olsa, kadının nikâhı feshettirme yetkisi yoktur. Meğerki nikâh akdinde kendisine tefvîz veya tahyir verilmiş oisun, o tak­dirde boşanma hakkı her zaman geçerli sayılır.

Yine âyetin zahirinden anlıyoruz ki, koca karısının nafakasını karşı­lamakla yükümlüdür. Ancak kadın haklı bir sebep yokken darılıp kocasını terkederse, nafakası kendiliğinden düşer.

Hakemler uygun gördükleri takdirde tefrik (karı-kocayı ayırma) yapabilirler mi? Hz. Ali (R.A.)den yapılan rivayete göre, hakemler tefrika yetkilidirler. Koca onlara vekâlet versin vermesin farketmez. Yapılan tef­rik bir TALÂK-I BÂIN kabul edilir.

El-Hasen'den yapılan rivayete göre, hakemler tefrike yetkili değildir­ler. İmam Ebû Hanîfe'nin de içtihadı bu anlamdadır. Ancak koca olan adam hakemlerden birine olsun tefrik yetkisi tanırsa, o takdirde mesele yok..

İmam Şâfî'nin diğer bir kavline göre, ülkenin emîr veya kadısı hake­me tefrîk yetkisi verebilir. İmam Evzâî'ye göre, hakemler kendilerine ve­kâlet verilmese bile boşamaya hükmedebilirler. Çünkü hakemler bu me­selede kadı mesabesinde sayılırlar. [183] Diğer bir rivayete göre, İmam Şa­fiî de aynı görüştedir. Şa'bî ve Nahaî'nin de görüşü budur.

İlim adamlarının çoğuna göre, hakemlerin vereceği karar ittifak et­tikleri takdirde muteberdir. Her biri ayrı görüşte olursa, verecekleri hü­küm geçerli sayılmaz.

Ünlü Müfessir Fahreddin Râzi'ye göre Erkeğin Üstünlüğü İki Yönlüdür:

Biri hakiki sıfatta, diğeri şer'î hükümlerde.. Hakiki sıfattaki üstünlük :

1.  Bilgi

2.  Güç ve kudret

Şer'î hükümlerdeki üstünlük:

1.  Peygamberlik

2.  Devlet başkanlığı

3.  Cihadın vücubu

4.  Ezan ve ikaamet

5.  Hutbe

6.  İ'tikâf

7.  Hudud ve kısasta şehadet,

8.  Mirasta kadına nisbetle iki hisse

9.  Asabelik

10.  Hataen adam öldürme diyeti [184]

11.  Nikâh ve talâkta velayet

12.  Birden fazla evlenmek.. [185]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Kur'ân'da geçen âyetlerle karı-koeanın karşılıklı hakları açıklandı. Aile yuvasının sağlam temellere oturtulması için erkek ve kadından her birinin fıtrî özelliğine göre kendine düşen hak ve vecibeleri yerine getir­mesi emredildi. Aşağıdaki âyetle, karı-koca arasındaki ilgi kadar önem taşıyan yakınlardan, hizmetçi, işçi ve köle gibi elimizin altındaki kişiler­den söz ediliyor. Bütün bunlara iyi davranılması, aile ile hısımlar ve sos­yal ycpı arasında sağlam bir köprü kurulmasının lüzumu anlatılıyor. [186]

 

Meali :

 

36— Allah'a ibâdet edin (kulluk vecîbelerini yerine getirin), hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın. Anaya, babaya iyilik edin; hısımlara, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sahip olduğunuz elinizin altındaki (köle, câriye, hizmetçi, işçi) lere de iyilik edin, (alçak gönüllü, güzel sözlü davranın). Şüphesiz ki, Al­lah kendini beğenip böbürleneni ve övüneni sevmez.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Cebel oğlu Muâz'a (R.A.) sordu :

  Ya Muâz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilirmisin? O da:

  Allah ve Resulü daha iyi bilir.

Diye cevap verince, Efendimiz şöyle buyurdu :

  Allah'a ibâdet etmeleri; hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır. Sonra devamla sordu :

  Ya Muâz! kulların Allah üzerindeki hakkı nedir bilirmisin? Kullar o hakkın gereğini yapınca, Allah'ın onlara azap etmemesidir. [187]

Bir adam Hz. Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek sordu :

  Kim iyi arkadaşlığıma daha lâyıktır?

  Annen...

  Ondan sonra?

  Annen...

  Ondan sonra?

  Annen...

  Ondan sonra?

  Baban... [188]

«Cebrail durmadan komşu hakkında bana tavsiyede bulundu, o ka­dar ki ileride komşuyu komşuya vâris kılacağını sandım.» [189]

«Yoksula verilen bir sadaka, sadece bir sadakadır. Ama yakın hısım­lara verilen bir sadaka hem sadaka, hem hısımlarla ilgi kurmaktır.» [190]

«Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına hayırlı ve yarar­lı olandır. Allah katında komşuların en hayırlısı, komşularına hayırlı ve ya­rarlı olandır.» [191]

«Üç ayrı komşu vardır: Bir hakkı olan komşu; iki hakkı olan komşu; üç hakkı olan komşu -ki bu komşuların en üstünüdür-. Bir hakkı olan, hı­sım olmayan gayrimüslim komşudur. Onun sadece komşuluk hakkı var­dır. İki hakkı olan, müslüman komşudur. Biri Müslümanlık, diğeri komşu­luk hakkıdır. Üç hakkı olan, Müslüman hısım komşudur. Biri komşuluk, bi­ri Müslümanlık, biri de hısımlık hakkıdır.» [192]

«Günah olarak kişiye yeter, elinin altındaki (hizmetçi, köle ve câriye)-nin azığını hapsedip vermemesi.» [193]

«Köle ve hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir; Allah onları elinizin al­tına vermiştir. Kimin kardeşi elinin altında bulunuyorsa, yediğinden ona yedirsin, giydiğinden ona giydirsin, güç getiremiyeceği şeyi teklif etmesin, teklif edince de onlara yardımcı olsun!» [194]

«Ben, yetimi himaye eden kimse ile şu iki parmak gibi, Cennet'te bir aradayız!» [195]

«Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet'e giremez.» [196]

«Ya Eba Zer! Çorba pişirdiğinde suyunu çokça koy da komşunu (dü­şünerek onun hakkına da) riayet et..» [197]

«Vallahi imân etmiş olmaz! Vallahi imân etmiş olmaz! Vallahi imân et­miş olmaz!»

Bunun üzerine soruldu : — Kim, ya Resûiellah!? Cevap verdi:

«Komşusu, kötülüklerinden güven içinde olmayan kimse...» [198]

«Allah'a ve âhiret gününe imân eden kimse komşusuna eziyet etme­sin. Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse ancak hayır söylesin, değilse sus­sun!» [199]

 

Olgun İnsanın Vasıfları

 

«Allah'a ibadet edin, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın......»

Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetle, Allah'ı bilip insanlığını anla­yan mü'minin onbir kadar üstün sıfatı çok duyarlı ve anlamlı biçimde ser­gileniyor. Bu aynı zamanda gönderilen her peygamberin sünneti, her kut­sal kitabın konusudur, diyebiliriz. Çünkü hayatta en zor şey, kişinin in­sanlığını idrak etmesi, üstün bir varlık olduğunun sır ve hikmetini kavra-masıdır. Nitekim sıralıyaoağımız onbir maddeye dikkat edildiğinde, bun­dan başka bir de eğitim sisteminin mayası, ahlâk ve faziletin ölçüsü, top­lumun huzur estiren gerçek yapısı görülecektir. Bunun için rahatlıkla divebiliriz ki, huzur ve sükûna, vicdan rahatlığına, ruh berraklığına erişmek isteyen herkesin içeceği tek kaynak, elbetteki bu ilâhî pınardan akan ha­kikat damlalarıdır. Sıralayacağımız onbir vasıf, bu pınarın muslukları me­sabesindedir :

1.  Sonsuz kudret sahibi ve tek yaratıcı olan Allah'ı bilmek ve bu imân ve bilgi ile O'na ibâdet etmek.

Zaten ibâdetin asıl mânası, emredileni yerine getirmek, yasaklanan­dan sıkıntı duymadan kaçınmaktır. Bu, kalb ve organlarımızın her türlü düşünce, niyet ve amelierini içine alır.

2.  Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak.

Bu, ibâdeti sırf Allah'a has kılarak, O'nun rızasını kazanmak için ye­rine getirmeyi; her türlü gösterişten, beğensinler, takdir etsinler düşün­ce ve niyetinden uzak tutmayı gerektirir. Dinde buna İHLÂS denilir.

3.  Ana-babaya iyilikte bulunmak,

Bu, Allah'a ibâdetten hemen sonra ikinci kademede ana-baba hak­kının yer aldığını, onlara iyilikte bulunmanın yine ikinci derecede bir ibâ­det anlamı taşıdığını anlatır.

Resûlüllah (AS.) Efendimiz : «Büyük günahların en büyüğü, Allah'a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek ve yalan yere yemin etmektir.»

buyurarak bunun açıklamasını yapmıştır. [200]

4.  Yakın hısımlara iyilikte bulunmak.

Bu, aynı soydan ve aynı aileden gelen kişiler arasında samimi ilgi ve dayanışmayı gerçekleştirir. Fert ve ailelerin buna olan ihtiyacı, suya ha­vaya olan ihtiyacı gibidir. Bunun anlamı daha çok felâket günlerinde an­laşılır.

5.  Yetimlere iyilikte bulunmak.

Bu, kimsesiz çocukları himayeye almak, toplum ve ülkeyi başıboş, eğitilmemiş, ruhen yontulmamış insanların istilâsından koruyup kurtar­maya yöneliktir. Kimsesiz çocuklarla ciddi biçimde ilgilenmiyen veya böy­le bir plân ve programı olmayan ülkeler bugün çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlar.

6.  Yoksullara  iyilikte bulunmak.

Bu, toplum yapısında açılacak yaraları önceden hesaba katıp tedbir almaya yöneliktir.

7.  Yakın komşuya iyilikte bulunmak.

Bu, aynı mahallede oturup sabah akşam yüzyüze gelen insanlar ara­sında sıcak ve samimi ilginin kurulmasını, huzurlu bir ömür geçirmeyi sağ­lar. «Yola çıkmadan önce arkadaşını, ev tutmadan önce komşunu seç!» sözü boşuna söylenmemiştir.

8.  Uzak komşulara iyilikte bulunmak.

Bu, beşerî münasebetleri geliştirmeyi, komşuluk çemberini genişlet­meyi gerektirir. Hiçbir aile kendi başına rahat yaşıyamaz; mutlaka iyi komşulara, samimi dostlara ihtiyaç duyar. Din bu ihtiyacı en güzel biçim­de sağlamayı emrediyor.

9.  Yanımızdaki dost ve arkadaşımıza iyilik etmek.

Bu, hem iyi arkadaş edinmeyi, hem edinilen arkadaşı iyi bir insan yapmayı, hem her insanın mutlaka birkaç dost ve arkadaşa ihtiyacı bu­lunduğunu, hayatın akışı içinde dostların yüzünü görmenin insana güç ve huzur vereceğini hatırlatır.

10.  Yolda kalmışlara, hariçten gelen misafirlere iyilikte bulunmak.

Bu, İslâm ülkelerinde her insanın güven içinde bulunduğunu, yurdun­dan ve servetinden uzak kalanlara yardım elini uzatanların bulunabilece­ğini, böylece ülkeler ve beldeler arasında ciddi bir kaynaşmanın sağlana­cağını öğretir.

11.  Elimizin altındaki hizmetçi, işçi, kapıcı ve memurlara iyilikte bu­lunmak.

Bu, sınıf farkını ve sınıf çatışmasını önlemeye yöneliktir, İnsanlara daima tepeden bakan, kendinden aşağıdaki tabakayı küçümseyen ve gayr-i insanî davranışlarda bulunan beyinsizlerdir ki topiumu huzursuz eder, halkın sınıflara ayrılmasına sebep olurlar. [201]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, aile ve toplumu ayakta tutan, fertleri daha huzur­lu ve güvenli bir hayata kavuşturan onbir kadar güzel huydan söz edil­mişti. Aşağıdaki âyetlerle, bunu engelliyen ve hedefinden saptıran cim-riiik ve gösteriş üzerinde duruluyor. [202]

 

Meali :

 

37—  Onlar ki, cimrilik eder, İnsanlara da cimrilikle tavsiyede bulu­nur ve Allah'ın kendilerine verdiği bol nimeti, cömertçe ihsanı gizlerler, (elbette ki Allah onları sevmez). Biz de böyle olan inkarcı nankörlere aşa­ğılayıcı bir azâb hazırladık.

38—  Hem onlar ki mallarını, insanlara gösteriş olsun diye harcarlar da Allah'a ve âhiret gününe inanmazlar, (onların arkadaşı Şeytan'dır). Ar­tık Şeytan kime dost ve arkadaş olursa, arkadaş olarak o ne kötüdür!

39—  Allah'a ve âhiret gününe imân edip Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiğinden  (Allah için) harcasalardı ne zararları olurdu? Allah onları bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Müfessirlerden çoğuna göre, âyet Tevrat'ta Hz. Muhammed (A.S.) "'e ilgili sıfatları gizleyen Yahudi bilginleri hakkında inmiştir. Kelbî de ay­nı görüştedir.

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Yahudilerden birkaç kişi sık sık Ansar'dan bir cemaate giderek, «Mallarınızı böyle harcarsanız, fakir düşeceğinizden endişe ediyoruz..» diyerek sözde onlardan yana iyilik düşündüklerini tel­kine çalışıyorlardı. Asıl maksatları ise, Hz. Muhammed (A.S.)in yüce dâva­sını baltalamak ve O'nu yalnızlığa itmekti. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [203]

İbn Cerir Taberî'ye göre; Tevrat ve İncil'de Hazret-i Muhammed' (A.S.) le ilgili belgeleri gizleyen Yahudi ve Hıristiyan bilginleri hakkında inmiştir. Çünkü her milletin bilginleri kendi halkına az çok iyilik yapmayı telkin eder, cömertliği över. O halde onların cimrilikle tavsiyede bulunması mal ve servette değil, ilimdedir. [204]

 

İlgili Hadîsler

 

«İki huy var ki mü'minde biraraya gelmez: Cimrilik ve kötü ah­lâk..» [205]

Kudsî hadîs - Allah buyurdu :

«Ortaklıkta ben ortakların en doygunuyum. Kim bir amelde bulunur da benden başkasını ona ortak ederse, hem onu, hem ortağını terkede-rim.» (Bu, taat ve ibâdette ortak koşmak anlammadir). [206]

«Allah kuluna bir nîmet ile ihsanda bulunduğunda o nimetin eserinin kulun üzerinde görünmesini çok sever.» [207]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

Cimrilik, bir bakıma parayı ilâh edinme, bir bakıma onu Allah'tan çok sevme, bir bakıma da onu memleketten, dost ve yakınlardan üstün tutma anlamına gelir. Bunların her üçü de zararlıdır. Birinci şekil, insanı küfre ve nankörlüğün en kötüsüne düşürür. İkinci şekil, insanı her geçen gün Allah'tan, kutsal değerlerden uzaklaştırır. Üçüncü şekil, daha çok insan haklarına el uzatmayı sonuçlandırır.

Cimriliğin bu üç şeklinde de iki ayrı aşağılayıcı azabı, hor ve hakîr kılıcı sonucu vardır:

1. Dünya hayatında sınıf farkının doğmasını, sınıf kavgasının başla­masını hızlandırır. Fakir ve işsizlerin kalbinde zengine karşı kin ve inti­kam hislerini doğurur. İhmal edildiği takdirde, zenginlen aşağılayıcı iç fırtınaların kopmasına  sebep olabilir.

Günümüzde bu ortamdan en çok yararlanmaya çalışanlar komünist­lerdir. Bunlar diyebiliriz ki bazı ülkede başarılı olmuşlardır; özel mülkiyet düşmanlığı ağır basmış, böylece ne cimriliğin, ne de zenginliğin anlamı kalmıştır.

Bu bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz 23 yıllık risâlet devrinde put­perestlik ve ahlâksızlıkla mücadele ettiği kadar, cimrilikle de mücadele etmiştir. Bugün İslâm ülkelerinde din ve ahlâk henüz ayakta duruyor, özel mülkiyete saygı gösteriliyorsa, şüphesizki, bunda cömert zenginlerin, Hakk'a secde eden bilginlerin, cesur mü'minlerin, kanaatkar fakirlerin, kendini ibâdete veren olgunların katkısı ve payı pek büyüktür,

2. Ahirette hazırlanan aşağılayıcı azap bundan daha beterdir.

İşte Kur'ân konumuzla ilgili âyetle bu hakikate ışık tutarak Müslü­manları uyarmaktadır.

Ayrıca Kur'ân 38 ve 39. âyetlerle cimrilikten sonra bir Müslüman için en kötü sayılan huya, gösteriş için yapılan iş ve amele parmak basıyor. Bunun sebebi açıktır: Allah ancak kendi rızasına uygun olanı kabul eder ve bu ölçüde harcama yapanlara yardım eder. Aksi halde yapılan yardım­lar, harcanan emekler bizi amaç ve hedefimize ulaştırıcı olmaz. Çünkü Al­lah'ın yardımı şartlıdır; belli kanunlara bağlanmıştır: İhlâs başta olmak üzere imkân ve irâde sınırı bu kanunun değişmiyen ölçüsüdür. Kul ihlâs ile işe başlar, maksadı Allah olur ve bütün imkân ve irâdesini kullanarak beşer gücünün erişebileceği imkân sınırına gelirse, ancak Allah yardım eder. Günümüzde yer yer başarısızlığa uğramamızın başlıca sebeplerin­den biri de, belirtilen sınırı bilmemektir.

İmam Gazalî'nin de dediği gibi, biz ilim ve amele Allah için değil nef­simizden yana bir pay ayırmak niyetiyle başladık, ama gördük ki, ilim ve amel Allah'tan başkasını istememektedir.

Kur'ân'da 39. âyetle sonuç şöyle açıklanıyor:

Ortada bir harcama var ama ilâhî rıza yok. Böylesine bir harcama ve onu doğuran anlayış ve düşünce sadece şeytanîdir; bir takım şahsî çıkar­lara yöneliktir. Şahsî çıkarın ön plâna alındığı bir ülkede toplum ve mille­tin yararı sözkonusu değildir. Böyle olunca da yapılan harcamalar ne ah­lâksızlığı, ne de baş kaldıran tuğyanı durdurabilir. Aksine bunlara vasat hazırlar cinstendir.

Bunun için Kur'ön insanları, özellikle mü'minieri uyararak bütün him­met ve harcamalarını, Allah için, O'nun rızasına uygun, O'nun koyduğu din ve ahlâk doğrultusunda yapılmasını önermekte; insanlar böyle yapsay­dı ne zararları olurdu? diyerek konuyu noktalamaktadır.

Evet, düzenli, huzurlu bir hayat isteyenlere gereken öğüt verilmiştir. Yani Allah ve Resulü kendilerine düşeni yapmışlardır. Biz de bize düşeni yapmak zorundayız. Ne var ki bu bir imân ve irfan işidir. Cenâb-ı Hak ba­siretimizi açsın!. [208]

 

İlmi Ve Bir Takım Gerçekleri Gizlemek

 

Aşırı tutuculuk, kıskançlık ve şahsî çıkar çoğu zaman insanı hakikat­leri gizlemeye iter; hele bir de kişinin kalbinde kök salmış bir imân yoksa... Yahudi ve Hıristiyan din adamları sözü edilen üç huyun kurbanı olmuş­lardır. Son Peygamber gönderilmeden önce herkesten çok onlar bu pey­gamberin yolunu sabırsızlıkla beklerken, Kureyş kabilesi Haşim oğulların­dan Hz. Muhammed (A.S.)in çıkması ve Hanîf bir dine bağlı aileden gön­derilmesi yadırgandı ve çoğu bunu hazmedemedi. Kimi kendi milletinden gelmediği için, kimi aşırı tutucu bulunduğu, kiminin şahsî çıkarı söz konu­su olduğu için Ona karşı çıktılar; bununla da kalmıyarak Tevrat ve İn­cil'de Muhammed (A.S.)ın vasıflarını açıklayan belgeleri gizliyerek hem il­me, hem kutsal kitaplara ihanette bulundular.

Şimdi biz Tevrat ve İncil'de son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili belgeleri sıralıyalım : [209]

 

TEVRAT:

 

«Allah'ın kadim vakitlerden beri mukaddes peygamberlerinin ağzıyla buyurdu, cümle şeylerin ıslâh olunacağı vakitlere değin sana kabul etmek gerekir. Zira Musa ecdadınıza : «Allanınız Rab, biraderlerinizden size be­nim gibi bir peygamber zuhura getirecektir. Onun size söyliyeceği cümle hususları dinleyesiniz.» [210]

«İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı ol­duğu seçme kulum : Ruhumu onun üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmıyacak ve sesini yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmıyacak ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı pekiştirineeye kadar zayıflamıyacak ve cesareti kırılmıyacak ve adalar onun şeriatını bekliye-cekler.» [211][212]

 

İNCİL:

 

«Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rabb) yalvaracağım ve O size başka bir Tesellici, Hakikat Ruhunu verecektir, tâ ki dâima sizinle beraber olsun. Onu dünya kabul edemez, çünkü onu gör­mez ve bilmez, siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor..» [213]

«Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum : Benim gitmem si­zin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Tesellici size gelmez. Fakat gidersem onu size gönderirim ve o geldiği zaman, günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.» [214]

«Size söyliyecek daha çok şeylerim var, fakat o Hakikat Ruhu gelin­ce size her hakikate yol gösterecek, zira kendiliğinden söylemiyecektir; fakat her ne işitirse söyliyecek ve gelecek şeyleri size haber verecektir. O beni taziz edecektir. Çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.» [215]

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvalarını yetiştirecek bir millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [216]

Bütün bu hakikatler yazılı dururken Yahudi ve Hıristiyan bilginleri, din adamları Allah tarafından kendilerine bir rahmet olarak sunulan ilim, din. kitap ve benzeri nimetleri gizlemeyip insanlara -tıpkı Musa'nın ve İsa'nın açıkladığı gibi- açıklasalardı ne zararları olurdu? [217]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah yolunda harcayanlara verilecek mükâfatın kat kat olacağına ve Allah'ın sunduğu nimetleri gizleyip harcamıyanlara verilecek cezanın şid­detine işaret edildikten sonra aşağıdakiâyetlerleverilecek olan mükâfat ve ceza hususunda Allah'ın hiç kimseye haksızlık etmiyeceği belirtiliyor

ve ilâhî emirlerin insanlara tebliğ edildiğine dair kıyamet günü her üm­metten bir şahit getirileceği ve Peygamber (A.S.) Efendimizin de onlar üze­rine şahit getirileceği haber veriliyor. [218]

 

Meali :

 

40—  Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığınca haksızlık yapmaz. Zerre ağır­lığında bir iyilik olsa, onu kat kat artırır ve kendi katından bir de büyük bir ecir (mükâfat) verir.

41—  Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine şa­hit getireceğimiz zaman (halleri)   nice olur?

42—  Küfredip Peygamber'e karşı gelenler, o gün yerle bir olmayı çok isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizliyemezler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah, dünyada verdiği ve âhirette mükâfatlandıracağı bir tek iyilik bile olsa mü'mine haksızlık etmez, (onun karşılığını noksansız verir.)» [219]

«Kıyamet günü (Cehennem'den kurtulma saadetine erişen) mü'minle-re denilecek ki: Dönünüz, kalbinde zerre ağırlığınca imân bulunan kim­seleri ateşten çıkarınız!» [220]

 

İlâh! Adalet

 

«Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığın­ca haksızlık yapmaz...»

Zulüm ve haksızlık daha çok üç sebepten kaynaklanır: Şahsî çıkarın ön plâna alınması, kalblerde biriken kin ve haset ateşinin için için yanma­sı ve bilgisizliğin ilgisizlikle birleşip ölçüsüzlük halini alması..

Belirtilen bu üç huy, nefs doğrultusunda insan karakterini yansıtır, Allah ise, bu gibi sıfat ve huylardan pak ve münezzehtir. Ne kimsenin ibâ­detine ihtiyacı vardır, ne de kimsenin iyilik severliği ve âdil olması O'nun şanını yüceltir. O ne ise odur ve öyle de kalacaktır. Ancak kulların küfür ve haksızlığa sapmasına, kötülük işlemesine razı değildir. Gönderdiği bü­tün peygamberler ve indirdiği bütün kitaplar Onun rızasına uygun olanı emreder, olmıyanı men'eder; sonra da insanı aklı ve iradesiyle başbaşa bırakır.

«Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığınca haksızlık yapmaz.» buyurulması, her türlü itiraz kapısını kapamaya yöneliktir. Herkes kendi kaderini kendi eliyle çizer; ilâhî müdahale söz konusu değildir. Yol gösterici kitap ve pey­gamber, yolları aydınlatıcı akıl ve irâde vardır. İlim malûmata tabi'dir. Ya­pacağımız için yazılmıştır; yazıldığı için yapmıyoruz. Bu bakımdan Kudret Kalemi ezelî ve ebedî ilimle yazacağını yazıp mürekkebi kurumuş ve ya­zılan sahifeler katlanıp kaldırılmıştır. O bakımdan her insan yaptığının kar­şılığını hiçbir haksızlığa uğramadan görecek; işlediklerini -bir şey kaybol­madan- olduğu gibi önünde hazır bulacaktır. İlâhî adalet de tecelli edecek ve ona göre hükmünü yürütecektir.

«Zerre ağırlığınca bir iyilik olsa, onu kat kat artırır.» «kim iyilikle ge­lirse, ona bunun on katı verilir; kim de kötülükle gelirse, bu da ancak misliyle karşılık görür ve onlar haksızlığa uğramazlar» [221] mealindeki, âyet ilâhî adaletin şaşmazlığını yansıtır. Kimdir ki, Allah'a güzel bir ödünç ver­sin de Allah onu kat kat artırsın..» [222]mealindeki âyet ise, iyiliğin bire on, bire yetmiş, bire yediyüz karşılık göreceğini müjdeler. [223]

 

Şahit Getirmek

 

«Her üm­metten bir şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?»

Kur'ân'ın açık anlatımından, her kabile ve millete bir uyarıcı peygam­ber gönderildiği ve peygamber gönderilmedikçe de Allah'ın azap edici ol­madığı anlaşılıyor. Konumuzla ilgili âyette : «Her ümmetten bir şahit ge­tirdiğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?» buyrulurken her ümmetten getirilecek şahidin o millete gönderilen peygamberden başkası olmayacağına işaret ediliyor.

«And olsun ki her ümmete, Allah'a ibâdet edip tapın, azdırıp saptırı­cılardan kaçının! diye uyarıda bulunan bir peygamber göndermişizdir.» [224]

«Biz, peygamber göndermedikçe azâb ediciler de değiliz.» [225]

«Rabbin, kasabaların ana yerleşim yerlerine peygamber gönderme­dikçe, o kasabaları yok edici değildir.» [226]

Bu, «Bize uyarıcı gönderseydin böyle azıp sapıtmazdık!.» diye ortaya atılacak itirazları susturmaya yöneliktir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden önce her kabile ve millete yine onlardan birer peygamber gönderilerek in­san aklına ve irâdesine yön verilmek istenilmiştir. Çünkü Allah ile kullan arasındaki ilginin ölçü ve anlamını, kabir, âhiret ve ruh ile ilgili hususları akıl yoluyla bilip tesbit etmek mümkün değildir. Zira aklın yolu ve meto­du, mantığa dayalı müşahede ve tecrübedir, yani bugünkü tabirle göze­tim ve deneydir. Sözünü ettiğimiz hususlar ise bu ikisinin ötesinde ayrı bir anlam taşımaktadır.

Ama ne var ki, kimi gönderilen peygambere UYARICI, kimi BİLGE, kimi FİLOZOF, kimi HAKÎM diye isim vermiştir. Peygamber terimi ise Fars-çadan Türkçemize geçen bir kelimedir, sözlük olarak, yol gösterici de­mektir. Kur'ân'da geçen RESUL ve NEBÎ karşılığında kullanılmıştır.

Böylece her peygamber kendi kavmine uyarıcı olarak gönderildiğini belgelendirmek için, Cihan Peygamberi Hazret-i Muhammed'i (A.S.) şahit gösterecektir. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, gerek Mİ'RAC Gecesi, gerek başka müşahedelerinde ve mâna âlemine intikallerinde gelip geçen bütün peygamberlerin ruhlarıyla mülakat yapmıştır; bu bakımdan hepsini de bilir ve tanır. Aynı zamanda Kur'ân, «Her ümmete bir peygamber gönderdik..» buyurduğuna göre, bu da Peygamberimizin elinde şahitlik için yeterli belge sayılır.

Buna rağmen kendilerine uyarıcı gönderilmediğini iddia edip akılla­rınca kurtuluş çareleri arayan yalancıların ağızları mühürlenir, elleri ve ayakları leh ve aleyhlerinde şehadette bulunur. Yâsîn sûresinde bilhassa bu husus açıklanmıştır. Geniş bilgi için o kısmın tefsirine müracaat edil­mesi tavsiye olunur.

Bunun için İbn Mes'ud (R.A.) bize sözünü ettiğimiz şahitlik konusuy­la ilgili şu duygulandırıoı olayı nakletmiştir:

«Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bana :

  Kur'ân oku, diye emretti. Ben dedim ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Kur'ân sana indi, şimdi onu size nasıl oku­yayım?

Bunun üzerine buyurdu ki:

  Evet, Kur'ân'ı başkası okuyunca onu dinlemeyi çok severim.

Ben de Nisa sûresini okumaya başladım. «Her ümmetten bir şahit ge­tireceğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?» âyetine gelince, «Bu an sana yeter!» dedi ve ağladı..»[227]

Şüphesiz ki bu, Allah'a ve âhiret gününe inanmanın bir tezahürüdür. Cenâb-ı Hak hepimize bu konularda duyarlı bir kalb, anlayan bir gönül nasip eylesin. [228]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İnkarcıların yerle bir olmayı temenni ettikleri kıyamet ahvalinden ve hiç kimsenin bir şey gizleme imkânı bulunmadığı bir günden söz edildik­ten sonra, adaletin kılı kırk yararcasına tecelli edeceği, hiç kimseye hak­sızlık edilmiyeceği hesap gününde, ancak kalbini ve organlarını imân nu­ruyla tertemiz tutanların saadete lâyık oldukları ve bunun için de iç ve d'Ş temizliğini en uygun biçimde sağlayan NAMAZ'ı her türlü gösterişten ve dünyevî kirlerden uzak bulundurmanın gerektiği açıklanıyor. [229]

 

Meali  :

 

43— Ey imân edenler! Sarhoş iken -ne dediğinizi bilinceye kadar -cünüp iken, -yoldan geçmeniz müstesna- gusledinceye kadar namaza (ve mescide) yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz, sizden biriniz tabiî ihtiyacını gidermekten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız, bu durumda su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edip yüz­lerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok affedici ve çok bağış­layıcıdır.

 

İniş Sebebi

 

İslâm'ın ilk yıllarında içki henüz yasaklanmamıştı. Ashabdan bazı ki­şiler sarhoş iken namaza gelir, şuuru tam yerinde olmadığından kıraati yanlış bile okurdu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [230]

Yapılan rivayete göre, Hazret-i Ali  (R.A.) diyor ki :

«Bir defasında Abdurrahman bin Avf (R.A,) ziyafet sofrası hazırlayıp Ashabdan bazı şahısları davet etmişti. Akşam vaktine kadar yediler, iç­tiler. Ezan okununca biri imam olup cemaatle namaz kılarken imam KÂ-FİRÛN sûresini yanlış okudu. Çünkü sarhoş bulunuyordu. Bu olay aklı erenleri fazlasıyla üzdü. Onun üzerine yukarıdaki âyet indi.»

Diğer bir rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, beraberinde Hz. Aişe (R.A.) de bulundu­ğu bir yolculukta Hz. Âişe (R.A.} gerdanlığını kaybetti, derken onu bulmak için Ashab o yerde sabahladı. Ne yanlarında, ne de yakınlarında su vardı. Bunun üzerine teyemmüm âyeti indi. [231]

 

İlgili  Hadîsler

 

Ümmu Seleme (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mescid'in yüksekçe bir yerine çıkarak yüksek sesle şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki, Mescit, cünüp kimseye ve ay-hali olana helâl değildir.» [232]

«Cünüp, ayhali ve loğusa olan Kur'ân'dan bir şey okumasın!» [233] «Ben Mescid'i ayhali kadına ve cünüp kimseye helâl kılmıyorum.» [234]

 

İçki Yasağında Pedagojik Yöntem

 

Araplarda o devirde çok yaygın olan içki, İslâm'ın ilk yıllarında da bu yaygınlığını sürdürmüştü. Bakara sûresinde de belirtildiği gibi İslâm, ca-hiliye devrine ait kötü âdetleri bir çırpıda değiştirmeyi veya yasaklamayı uygun bulmamıştır. Bir yandan Allah'ın varlığını, birliğini sıfatlarıyla bir­likte, en derin manasıyla gönüllere işlerken, diğer yandan insanın dünya ve âhiret afiyetine ters düşen ibtilâları yasaklamada kademeli fakat pe­dagojik bir yöntem uyguluyordu. Zaten büyük dâvalar, köklü inkılaplar ancak bu şekil başarıya ulaşabilir.

İçki konusunda da aynı yöntem uygulanmıştır: Önce içkinin güzel bir nzık olmadığı açıklandı, «Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir millet için ibret, öğüt ve belge vardır.» [235]

Bu âyetle içkinin güzel bir rızık olmadığına dikkâtler çekilmişti. İlâ­hî muradı sezenler içkiye iltifat etmemeye, hiç olmazsa onu azaltmaya başladılar. Ancak kesin yasak inmediği için Ashabdan da içki İçenler ve sarhoş bir vaziyette namaz kılanlar eksik değildi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (R.A.), «Allahım! içki hakkında bize şifâ verecek bir açıklamada bu­lun..» diye duâ etti. Çok geçmeden ikinci kademede şu âyet indi: «Sana hamr (alkollü içki)den ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) faydalar vardır; ama günahları (ve zararları) yararlarından daha büyüktür.» [236]

Bu da içkiyi kesin olarak yasaklamıyor, güzel bir rızık olmadığını bi­raz daha açıklıyor, zararının yararından fazla olduğunu hatırlatıyordu. Böylece içki hakkında kafalardaki istifham biraz daha büyümüş o]uyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hazret-i Ömer'i çağırıp inen âyeti ona okudu. Ömer (R.A.), murad-i ilâhiyi anlamakta gecikmedi ve tekrar el kal­dırıp: «Allahım! içki hakkında bize şifâ olacak bir açıklamada bulun..» di­ye tekrar duâ etti.

Âyet tesirini gösterdi. Birçok mü'minler içkiyi terke azmettiyse de ke­sin bir tahrîm bulunmadığı için bazen içilmesinde bir sakınca görmediler. Bu arada sarhoş bir vaziyette namaz kılanlar oldu. O sebeple üçüncü ka­demede istifhamı daha da büyütecek anlamda konumuzu oluşturan âyet indi: «Ey îmân edenler! sarhoş iken -ne dediğinizi bilinceye kadar- nama­za yaklaşmayın.» Yine Hazret-i Ömer çağrıldı ve inen âyet kendisine okun­du. Ömer yine tatmin olmamıştı ki, tekrar ellerini kaldırıp : «Allahım! içki hakkında bize şifa olacak bir açıklamada bulun.» diye duâ etmişti.

Bu âyetle içkinin artık kötü ve zararlı, ibâdetten alıkoyucu olduğu açıklanıyor, kafa ve gönülleri bu konuda iyice düşünmeye sevkediyordu. Yöntem başarılı olmuş, içki içenler iyice azalmış hattâ kınanmaya başlan­mıştı, derken dördüncü kademedeki Mâide sûresi 90. âyetle kesin yasak indi. Hazret-i Ömer çağrıldı ve âyet okundu. Ömer (R.A.) ferahladı ve: «Vazgeçtik, vazgeçtik Rabbim!» diyerek hem sevincini, hem emre kayıt­sız şartsız uyduğunu    söyledi. [237]

 

Namaz Allah'a, Sarhoşluk Şehvete Yöneliktir

 

Kur'ân'da ilgili âyetle bir taraftan içkinin zararlı ve haram olduğuna temas edilirken, diğer taraftan içki sebebiyle nefs, şehvete yöneldiğinde, ruhun Allah'a yönelmesinin mümkün olmadığı hatırlatılıyor ve en yüce huzurda Allah ile bir bakıma konuşmayı gerektirirken sarhoşluk nefs ve şehvetle kaynaşmaya kucak acıyor ki, bu iki zıt halin aynı anda bir gönül ve kafada birleşmesi düşünülemez.

Konuyu özetliyecek olursak :

Namaz Mevlâ'yı, içki şeytanı ister. Namaz ruha, içki nefse gıdadır. Namaz Allah'a,  içki İblise yaklaştırır. Namaz imânı, içki şehveti güçlendirir.

Namaz ruha afiyet, bedene sıhhat kazandırır. İçki afiyeti giderir, sıh­hati bozar.

Namaz kötülükten alıkoyar, içki kötülüğe ve günaha iter. Namaz iyi insan olmayı, içki saldırgan bulunmayı gerektirir. [238]

 

Fıkhı Yönü

 

1.  Cünüp ve ayhali olanların camilerin bir kapısından girip öbür ka­pısından çıkmasında bir sakınca olup olmadığı, âyetin bu konuda sarih bir anlatımı bulunup bulunmadığı üzerinde farklı görüşler vardır:

a)  İmam Mâlik ve İmam Şafii'ye göre mutlaka mubahtır. Âyet bu hu­susta açıklayıcı hüküm getirmiştir. El-Hasan da aynı görüştedir.

b)  Rey tarafdarı  sayılan   Irak fukahasına  göre  mutlaka  mekruhtur. Çünkü «Âbir-i sebil»den maksat, yolculuk halidir.

c)  Rey tarafdarı fukahadan diğer bazısına göre, herhalde camiin için­den geçmek gerekiyor ve su da bulunmuyorsa, o takdirde teyemmüm edi­lerek geçilebilir.

2.  Cünüp ve ayhali olanların cami' ve mescidlerde oturması caiz mi­dir?

a)  İlim adamlarının çoğuna göre, tahrîmen mekruhtur. Nitekim, ev­lerinin kapısı Meseid-i Saadete açılan birkaç aile vardı. Resûlüllah (A.S.) onlara : «Şu evlerinizin kapısını Mesçid'den başka tarafa çevirin!» diye emretmiş ve bu emrini tekrarlamıştı.

b)  Ahmed bin Hanbel'e göre, cünüp ve ayhali olanlar abdest aldık-

lan takdirde mescidde oturabilirler. İmam Şafiî'nin arkadaşlarından Mü-zenî de aynı görüştedir. Ahmed bin Hanbel bu meselede Ata' bin Yesar'ın şu rivayetine dayanmıştır:

«Hazret-i Peygamberin (A.S.) Ashabından bazı kişileri cünüp bulun­dukları halde abdest alıp Mescid'e gelerek oturduklarını gördüm.»

3.  Erkeğin teninin kadının tenine dokunması abdesti bozar mı?

a) İmam Şafiî'ye göre, her ikisinin de abdesti bozulur. Çünkü âyette, «Veya kadınlara dokunmussanız,» deniliyor.   Lems: tenin tene dokun­ması demektir. Ashabdan İbn Mes'ud ile İbn Ömer'in (Allah ikisinden de razı olsun) yorumu bu anlamdadır.

b)  İmam Mâlik'e göre, karısını öper veya çimdiklerse sadece erkeğin abdesti bozulur. Mücerred dokunmakla abdest bozulmaz.

c)  Ahmed bin Hanbel'e göre, şehvetle dokunursa abdesti bozulur.

d)   Ebu Hanîfe'ye ve arkadaşlarına göre,  ikisinin de abdesti  bozul­maz. Çünkü âyetteki LÂMESTÜM fiili daha çok cinsî yaklaşmayı yan ka­palı bir ifadeyle anlatır.

4.  Teyemmümde yüz ve ellerin sınırı:

a) İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şafiî'ye göre, abdestteki sınır ne ise odur. Diğer iki mezhebin de görüş ve içtihadı buna yakındır, aralarında pek cüz'i bir fark vardır. [239]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

1— Ayette gecen sarhoşluğu, uyku sersemliği anlamına yorumlayan­lar da var. İbn Cerir Taberî'nin Dahhak'tan yaptığı rivayete göre, Dahhak şöyle demiştir: «Bu şaraptan mütevellit bir sarhoşluk değil, uyku sersem­liğidir.»

Aynı rivayeti Ebu Nuaym de yapmıştır. Ne var ki bu yorum çok zayıf kabul edilmiş ve hükme dayanak alınmamıştır. [240]

2— Âbir-i Sebil.. (Hazret-i Ali (R,A.) ve İbn Abbas (R.A.) Hazretlerine göre, «yolculuk halinde bulunan kimse» demektir. Abdullah b. Cübeyr ve El-Hasan da ay­nı görüştedirler.

3—  Namaz'dan maksat, namaz kılınan yerdir. Âbir-i sebil'den mak­sat, camiin içinden geçmek isteyendir. Yani iki kapılı cami'den geçip git­mek için cünüp bulunmamak gerekir. Su bulunmadığında herhalde geç­mesi gerekiyorsa, teyemmüm edip öyle geçer.

Bu, daha çok İbn Vehb, İbn Zeyd, İbn Yesar ve benzeri fukahanın gö­rüş ve yorumudur.

4—  Lâmestüm.

a)   İbn Abbas ve Saîd bin Cübeyr Hazretlerine göre, cinsel yaklaş­madır. Nikâh anlamına da gelir.

b)  Tenin tene dokunmasıdır. Bu, İbn Mes'ud (R.A.) Hazretlerine gö­redir.

c)   Ebû Ubeyde ve benzeri zatlara göre, öpmek anlamında kullanıl­mıştır.

d)   Elle dokunmaktır.

5—  Saîd.

a)   Üzerinde bitki bulunmayan düz kaygan toprak..

b)   Üzerinde bitki ve ağaç bulunmayan yeryüzü..

c)   Düz bir toprak..

d)   Herhangi temiz bir toprak,

e)  Yeryüzü..

f)   Üzerinde ince toz veya kum tabakası bulunan yer cinsi..

6— Tayyib.

a)   Kir ve pislikten temiz olan.

b)   Helâl bir toprak.

c)   Münbit toprak. [241]

7— Teyemmüm,

Sözlükte kasdetmek anlamına gelir. Terim olarak,  niyet edip elleri temiz toprağa dokundurup önce yüze, sonra kollara sürmek mânasında   kullanılmış  ve  kelimenin  sözlükteki   mânasından  niyetin   farz  olduğu hükmü çıkarılmıştır. [242]

 

Teyemmümün  Hikmeti

 

Bu durumda su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin......»

İslâm, Allah'a kulluğu ibâdete, ibâdeti de iç ve dış temizliğine bağla­mıştır. Böylece ibâdet kulluğun, temizlik de ibâdetin temelini oluşturmak­tadır.

Ruh ve beden afiyetinin, dünya ve âhiret düzeninin insan hayatında­ki yeri ve mânası, havadaki oksijenin yeri kadar önemlidir. NAMAZ hem buâfiyetin, hem bu düzenin ilk ve son kaynağıdır. Mi'rac Gecesinde büyük bir ilâhî armağan olarak farz kılınması da bunu göstermiyor mu? Böyle­sine önemli bir ibâdete gelişigüzel bir hazırlık veya rasgele bir temizlikle değil, kalbi ve kafayı, ruhu ve vicdanı harekete geçiren abdestle; su bu­lunmadığı veya bulunup da kullanma imkânı olmadığı zaman teyemmüm­le zemin hazırlamak gerekir.

İşte teyemmüm bir yandan abdest yerine geçip namaza ön hazırlığı sağlarken, diğer yandan insana kulluk doğrultusunda alçak gönüllülüğü, mahviyetkârlığı öğretiyor; bencilliği, başkalarını aşağı görmek gibi nef-sanî gururu kırıp atıyor. Sonra da ölümü cok duyarlı biçimde hatırlatarak, ellerimizi toprağa dokundurduğumuzda sanki için için bir fısıltı kalbimize geliyor: «Senden yaratıldık, sendeki nimetlerle hayatımızı sürdürdük ve sonunda eskiyen elbiseyi atıp yenisini giyinebilmek için sana döndürüle­ceğiz.»

İnsana, İslâm dışında bu kadar yüce, yüce olduğu kadar anlamlı ve eğitici başka bir iş ve ameliye gösterilebilir mi?

Bunun için «DİN BİR EĞİTİM İŞİDİR,» «HAKİKİ DİNDARLIK GELENEK VE GÖRENEKTEN ZİYADE, EĞİTİMLE GERÇEKLEŞİR.» diyoruz. Yoksa sadece «Abdestin farzı dörttür.» «Teyemmümün farzı ikidir veya üçtür» demekle neticeye varılmıyor. Bu işin şeklidir. Hikmet ve mânasını, amaç ve gayesini gönüllere en duyarlı biçimde işlemek gerek. Bu da iki şey is­ter: Eğitimcinin bütün bu hikmet ve amaçları bilmesi ve sonra da onunla inanarak, zevk alarak yaşaması.. Bu bakımdan dinî okulları açmadan öğ­retmenini, kursları açmadan öğreticisini yetiştirip hazırlamak lâzımdır. Aksi halde istenilen amaca erişilemez. Görkemli binalar yapmak, içini göz

ve gönül doldurucu biçimde döşemekle adam yetiştireceğimizi sanıyor­sak kendi kendimizi aldatmış oluruz. Bütün bunlar işin şekli ve aracıdır. Binanın ihtişamıyla orantılı olarak imânh, kültürlü, faziletli öğretim kadro­su şarttır. [243]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Geçen âyetlerle dinî bazı hükümler açıklandı; insan tabiatında ve ya-ratılışındaki yüceliğe ters düşen içki ve benzeri nesnelerin zararlı ol­dukları belirtilerek ibâdeti hedefinden saptıran bu tür ibtilalardan vazge­çilmesinin gereği, hatırlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle, daha önce kendilerine kitaptan az-çok birer nasip verilen ümmetlerin belirtilen hususlara dikkat etmedikleri, dünya saltanatıyla ilgili bir takım çıkarları uğruna kitapta yer alan ilâhî sözlerin yerini değiştirecek ve bazı kelimelerini silecek kadar sapıttıkları, bu yüzden de lanetlendikleri haber veriliyor ve son dine ina­nan bahtiyarların tarihten ibret almaları lüzumu üzerinde duruluyor. [244]

 

Meali  :

 

44—  Kendilerine kitaptan az-çok bir pay verilenlere bakmaz mısın? Bunlar sapıklığı satın alıp sizin de doğru yoldan sapmanızı isterler.

45—  Allah İse düşmanlarınızı daha iyi bilendir, İşinizi düzenleyici dost olarak da Allah yeter; yardımcı olarak da Allah elverir.

46—  Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri konulduğu yerlerden değişti­rirler, dillerini eğip bükerek, dine de saldırarak, «işittik {ama kalbimizle) karşı koyduk!» derler. Dinle, a dinlemez olası! «Râinâ = bizi güt, bizi gö­zet a çoban!» derler. Eğer onlar, «işittik ve itaat ettik», «dinle ve bizi gö­zet!» deselerdi herhalde kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Ama Allah küfürleri sebebiyle onları, lânetlemiştir. Bu yüzdetv -azı müs­tesna- imân etmezler.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki : Medine Yahudilerinden birkaç kişi hakkın­da inmiştir. Peygamber (A.S.) Efendimiz konuştuğunda onlar dillerini bü­küp alay ederler, sözleri başka kalıba döküp gayr-i ciddi yollara başvu­rur ve Tevrat'ta son peygamberle ilgili sözleri de -kelimelerin yerini de­ğiştirerek- değiştirmeye çalışırlardı. [245]

Ayrıca Yahudilerden okur-yazar olup Tevrat'tan az-çok anlayanlar­dan birkaç kişi Hazret-i Peygambere gelip bir şeyler sorarlar, dışarı çı­kınca Peygamber Efendimizin (A.S.) dediklerini değiştirerek etrafa yay­maya çalışırlardı. Yukarıdaki âyet bu sebeple inmiştir. [246]

Peygamber (A.S.) Efendimiz kendisine gelen bazı Yahudilere bir şey­le emredince, yüzüne karşı, «sözünüzü işittik.» derler, içlerinden ise «em­rine karşı geliyoruz» diye geçirirlerdi. Bazan da «İşittik a işitmez olası!»-«Kulağını bize ver!.» gibi yakışıksız sözler sarfederler, bununla peygambere hakarette bulunmayı kasdeder ve sonra da, «O, hak peygamber ol­saydı bizim bu sözlerle kendisine içimizden hakaret ettiğimizi anlardı» di­yerek kitap ehlinin son dine girmesini önlemeye çalışırlardı.

Cenâb-ı Hak, bilgin geçinen Yahudilerin içlerinde neler besleyip dü­şündüklerini açıklarken mü'minleri onlara karşı uyanık bulunmaya davet ediyor. [247]

 

Dinde Değişiklik

 

«Kendilerine ki­taptan az-çok pay verilenlere bakmaz mısın, bunlar sapıklığı satın alıp sizin de doğru yoldan sapmanızı isterler.»

Dindar geçinen bilginlerin veya din âlimi olduğunu iddia edenlerin dinde değişiklik yapması iki sebebe dayanır: Biri, dini geçim vasıtası ya­pıp mal ve makam gibi geçici nimetlere erişmek için Allah ve Peygamber sözünü, kendi mantığına uydurmaya çalışan üst tabakadaki efendilerinin arzusuna göre yorumlamak. Diğeri inkarcı ve şüphecileri dine ısındırmak için din adına taviz vermek, hükümlerde yanlış yorumlarda bulunmak ve o gibi kişilerin mantığına göre bir din meydana getirmek.

İşte bu ikisi de son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Dini asıl mecra­sından saptırmaya yönelik çok hatalı bir yoldur. Dini kendi çıkarına alet edinip hükümlerini basit mantık oyunlarıyla değiştirenler, daha çok para, şöhret ve makam hastası olan zavallılardır. Ama Allah dinini korumayı kendi üzerine aldığı ve bu din Allah'tan başkasını kabul etmediği için böy-leleri hiçbir zaman umduklarını elde edememiş, peşinde koştuklarına eri­şememiş, zalimlere yardımcı oldukları için de sonunda tokatı -ilâhî ka­nun gereği- onlardan yemişlerdir.

«Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz indirdik ve elbette biz onun koruyuçuları-yizdır.» [248]

«Doğrusu Allah bu Kitap'la bazı kavim ve milletleri yükseltir, diğer bazı kavim ve milletleri de düşürüp alçaltır.» [249]

«Şüphesiz ki Allah bu ümmet için her yüzyılın başında, onun dinini tazeliyecek müçedditler gönderir.» [250]

Dini, şüpheci ve inkarcıların akıl ve mantığına uydurmaya çalışanlar da diğerleri kadar zavallıdırlar. Çünkü bu gayretin (!) altında, kendilerinin Allah ve Peygamberden daha merhametli bulunduğu iddiası yatar. Allah'­ın açmadığı bir kapıyı açmaya kalkışmak, Peygamber'in (A.S.) müsamaha ile karşılamadığı dinî hükümlerde müsamahalı davranmak küstahlığın en çirkini değil midir?

Dinde reformdan sözedenlerin dindeki yeri ve payı nedir? Cami ve cemaati tenkit edip lüzumsuz sayanların dinle ilgisi nedir? Faizi bugünkü ortam içinde mubah görenlerin, kadının açılıp saçılmasıyla dinin ne gibi ilgisi bulunduğunu inkâr yollu soranların İslâm ve Onun Kitab'ı Kur'ân'la bağlantısının ölçüsü nedir? Bunlar kendi basit mantığına göre yeni bir din icat etme hevesine kapılmamış mıdır?Böylesine din adına taviz veren din adamının dinle ilgisi var mıdır?

İşte Kur'ân, Yahudilerin gerek Tevrat'ta yaptıkları değişiklik ve ke­lime oyunlarını, gerekse son peygamberin sözlerini dinledikten sonra onu hedefinden saptırmaya yeltenmelerini lânetlemektedir. Son Nebi'ye uyan­ların bu hususta çok uyanık ve dikkatli olmaları tenbih ediliyor. Din bir bütündür, ya tamamı gönül rızasıyla kabul edilir, ya da reddedilir. Bir kıs­mını kabul etmek, bir kısmını kabul etmemek diye bir kaide yoktur. Böy­le bir yetki Peygambere bile verilmemiştir. [251]

 

Yahudiler Ve Tevrat

 

«Yahudilerden bir kısmı, kelime­leri konuldukları yerlerden değiştirirler....»

Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyette olduğu gibi, yer yer bu konu­ya temas edilerek ağırlık kazandırılması, önemine ve ibret alınacak bö­lümlerine dikkatleri çekmek içindir. Bir hikayeci, ya da romancı diyelim, hayal ürünü olan sözlerinin değiştirilmesine razı değildir. Hele bir ilim adamı tarafından kaleme alına-n bir kitaba başkasının kasıtlı dokunması, kelime ve cümleleri üzerinde oynaması affedilir cinsten değildir. İnsan­oğlu kendi ürünü olan kitabına karşı gösterdiği duyarlığı neden Allah'ın kitabına karşı göstermez? İşte aklın ve mantığın durduğu ve de cevapsız bıraktığı soru! Bunun için Cenâb-ı Hak geçmişteki olayları, yersiz yorum ve tahrifleri misal vererek son kitabi Kur'ân'ı korumayı kendi üzerine al­mış, insanların zayıf irâdesine bırakmamıştır.

Kaldı ki Kur'ân, yani Allah sözü başka sözlerle hiçbir yönüyle ölçül­meyecek kadar yücedir ve anlamlıdır;  kelimenin  cümlede aldığı yere ve i'raba ve cümlenin söz dizisindeki ölçü ve ahengine göre mana ve hüküm taşıdığını kim inkâr edebilir? Bir kelimeyi yerinden oynatmak, en azından satranç tablosundaki piyonlardan birini gelişigüzel oynatmak kadar fahiş hataya yol açar.

Yahudilerin paraya ve dünya saltanatına karşı zaafları bilinmektedir. Musa Peygamberin aralarından 40 gün ayrılmasıyla onların bu zaafları or­taya altundan ma'mul bir buzağı çıkarmadı mı? Buzağının altundan yapıl­ması, bu madeni Allah'a tercih ettiklerine bir delil sayılmaz mı? Ve put­perestliğin en kötüsü değil midir? Musa Peygamberin vefatından sonra da Tevrat'ın bazı belgelerini kendi tutumları doğrultusunda değiştirmekte bir sakınca görmedikleri de muhakkak.

Yahudi bilginlerinin Tevrat ile olan ilgisi iki yönlü olmuştur; Koruya-mayıp unuttukları kısımlar; koruyup da değiştirdikleri kısımlar. Kur'ân bu yüzden onların lanete uğradıklarını haber veriyor. Nitekim Tevrat iyice tetkik edildiğinde Allah sözü ile Musa ve diğer peygamberlerin sözü bir­birine karıştırılmış, birçok yerlerde ayırt edilemiyecek duruma getirilmiş­tir. Krallar ve Tarihler bölümlerinde bilhassa belirtilen husus çok belirgin­dir.

Konumuzu gereğinden fazla uzatmamak için Tevrat'taki bu karışık durumları misaller vermek suretiyle anlatmaya gerek görmüyoruz. Ancak Hindistan âlimlerinden Rahmetullah Efendinin bu konuda kaleme aldığı ve Osmanlıcaya da tercemesi yapılan İZHARÜ'L-HAK adlı eserini tavsiye ederiz. Gerek Tevrat, gerekse İnciller'deki tahrifatı mukayeseler yaparak belirtmiştir. [252]

 

Yorumlar  - Rivayetler

 

Tahrif :Bu kelime genellikle iki mânaya gelir: Kelimeyi konulduğu mananın dışına çıkarıp başka bir manaya te'vîl etmek. Gelecek olan son peygambe­ri müjdeliyen belgeleri kendi milletlerinden bir azizin geleceğine işaret say­mak ve böylece son peygamberi inkâr etmek. Diğeri ise, bir kelime veya cümleyi yerinden alıp başka bir yere koyarak taşıdığı hükmü anlaşılmaz duruma getirmek. [253]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen  âyetlerle  Yahudilerden   kendilerine  az-çok   kitaptan   nasîp  verilenlerin hakk'a ve hakikate nasıl sırt çevirdikleri anlatıldı. Sonra Kitap ehlinden bazı bilginlerin Tevrat'ta bir takım değişiklikler yaparak doğru yoldan saptıkları, onun için lanetlendikleri açıklandı. Bu yüzden son ki­tap olan Kur'ân'ın mutlaka maksatlı ellerin dokunmasından korunacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, hakiki Tevrat'a inanmanın Kur'ân'a ve Hz. Mu-hammed' (A.S.)e inanmayı gerektirdiğine dikkatler çekiliyor. Buna rağmen aşırı taassup yüzünden Kur'ân'a karşı çıkmanın, Allah'a karşı çıkmak an­lamını taşıdığı, bunun ise küfre ve inkâra yol açtığı belirtiliyor. Hak adına hakkı inkâr etmenin elîm bir azabı gerektirdiği bir defa daha haber verili­yor. [254]

 

Meali  :

 

47—  Ey kendilerine kitap verilenler! Beraberinizdeki kitabı tasdik et­tiği halde indirdiğimiz bu Kitap (Kur'ân)a, biz henüz birtakım yüzleri be­lirsiz hale getirip enselerine çevirmeden veya Cumartesi (hürmetini çiğ­neyen) kimseleri lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce imân edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.

48—  Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bun­dan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar. Artık kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz o, büyük bir günah ile iftirada bulunmuş olur.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz Medine Yahudilerinin bilginlerinden bir­kaç kişiyi çağırarak onlara şöyle dedi : «Herhalde getirdiğim bu kitabın hak olduğunu siz de bilirsiniz?» Onlar. «Biz böyle hak bir kitap bilmiyoruz», diye karşılık verip inkâr ve inatlarında ısrar ettiler. Bunun üzerine yukarı­daki  âyetler indi. [255]

Nitekim bu âyeti duyduktan sonra ister istemez insafa gelip hakkı kabullenen ünlü yahudi bilgini Abdullah bin Selâm, gelip İslâm'a girdi. Hazret-i Ömer (R.A.) devrinde de yine Yahudi bilginlerinden Kâb el-Ahbar gelip Müslüman oldu ve : «Ya Rab! bu âyetin haber verdiği bir âkibete uğ­ramaktan korktum, gelip son dine girdim. Beni kabul buyur..» diye duâ et­tiği  sahîh  rivayetlerden  anlaşılmaktadır.

48. âyetin, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Hamza'yı Uhud sava­şında öldüren ve sonra da pişmanlık duyup Müslüman olmak istiyen Vah­şi hakkında indiğini söyliyenler de vardır. [256]

 

İlgili  Hadîsler

 

Cabir bin Abdullah (R.A.) anlatıyor:

— Bedevilerden biri, Hz. Peygamber'e (A.S.) gelerek sordu : «Ey Al­lah'ın Peygamberi! İnsanı Cennet ve Cehennem'e sokan sebepler ve ge­rekler nelerdir?» Efendimiz (A.S.) ona şu cevabı verdi : «Kim Allah'a or­tak koşmadığı halde ölürse Cennet'e girer. Kim de Allah'a ortak koştuğu halde ölürse Cehennem'e girer.» [257]

«Zulüm üç türlüdür: Birincisini Allah bağışlamaz. İkincisini Allah ba­ğışlar. Üçüncüsü ise Allah ondan hiçbir şey terketmez. Allah'ın bağışla­madığı zulüm, Allah'a ortak koşmaktır. Çünkü Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür. Allah'ın bağışladığı zulüm, insanlarınkendi nefslerine yaptık­ları haksızlıklardır; bu, kullarla Allah arasındaki bir haldir. Allah'ın hiçbir şeyini terketmediği zulüm ise insanların birbirlerine yaptığı zulümdür. (Bun­da kul hakkı vardır. Mutlaka her hak sahibine verilecektir).» [258]

«Her günahın Allah tarafından bağışlanacağı umulur; ancak kâfir olarak ölen adamın günahı ve bir de bir mü'mini kasden haksız yere öl­dürenin günahı bağışlanmaz.» [259]

 

İtikadî Yönü

 

 «Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz...»

İslâm, Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanları hem Tevrat'ı, hem İn­cil'i tasdîk eden Kur'ân'a imân etmeye davet ederken, onları şirkten kur­tarmayı amaçlıyor. Yahudilerin kendileri için millî ilâh olarak Yehova'yı seçtikleri, diğer bir tabirle Allah'ın sadece Yahudilerin millî Tanrısı ol­duğu iddiaları ve İsa (a.s.) ile son peygamber Hz. Muhammedi (A.S.) aynı zamanda son kitap          Kur'ân'ı inkâr etmeleri açıktan küfürdür, bir

bakıma Allah'a ortak koşmaktır. Bunun için İslâm ilim adamları: «Küfür tek bîr millettir,» demişlerdir. Hıristiyanlara gelince, onlar da üç tanrı inan­cıyla ortaya çıktılar, Allah'a oğul isnadında bulundular ve böylece son peygamberi, İncil'in açık biçimde haber vermesine rağmen inkâr ettiler.

Bu tarz inançların hepsi şirk sayılır. Kur'ân, Kitap ehlinin bu çok sa­kat ve yanlış tutumlarını eleştirip dönüş yapmadıkları takdirde kıyamet gününde de yüzlerinin enselerine döndürülerek, doğru yoldan sapmanın nasıl bir azap hazırladığını bir tablo halinde gözlerinin önüne seriyor ve Allah'ın, şirki, yani kendisine ortak koşmaklığı kıyamet gününde bağışla-mıyacağını, çünkü bunun açık bir küfür olduğunu, diğer günahlarla ölçü-lemiyeceğini açıklıyor. Ancak dünyada tevbe edip dönüş yapanlar müs­tesna...

Şüphesiz ki burada katıksız bir TEVHÎD'e davet var. Aynı kaynaktan süzülüp gelen dinlerin tekâmül ede ede İslâmiyetle son bulup doruğuna ulaştığı, doruktan aşağıda durup inat ve inkâr etmenin mantıkî hiçbir ya­nı bulunmadığı belirtiliyor. Sosyal yapılarda, milletlerin hayatında, beşerî kanunlarda tekâmülü, hiçbir itirazda bulunmadan kabul ettiğimiz halde, dinlerin tekâmül ettiğini neden anlayıp kavrayamıyoruz? Din aşırı taas­sup içinde geriye dönüp bağlanmayı mı emrediyor? O takdirde bütün in­sanların Âdem Peygambere indirilen birkaç sahifeden başka hiçbir se­mavî kitap kabul etmemeleri gerekmez mi? Halbuki Âdem Peygambere indirilen o birkaç sahife sadece o günün ihtiyaçlarına cevap verecek öl­çüde bulunuyordu. Ne gelişmiş bir sosyal yapı, ne gelişmiş aile yuvaları, ne yazılan kitaplar, ne de kurulan tesisler vardı.

Kur'ân bilhassa bu husus üzerinde duruyor ve dinlerle peygamberler zincirinde böyle bir tekâmülü kabul etmiyenleri -Tevhîd İnancını bozduk­ları için- elim bir azap ile müjdeliyor. Çünkü Kur'ân kendisinden önoe in­dirilen bütün kitapları, gönderilen bütün peygamberleri tasdik edip saye ile anıyor; Tevhîd İnancı bozulmasın diye dinler arasındaki bağların kopa­rılmasına müsaade etmiyor, tez-antitez karşılaşması doğrultusunda haki­kat anlaşılıp kabul edilinceye kadar ölçülü bir diyalogun sürdürülmesini öneriyor. [260]

 

Allah'ın Emri Mutlaka Yerine Gelecektir

 

<<Bir takım yüzleri belirsiz hale getirip enselerine çevirmeden...»

Bu, dünyada Allah'ın açmış olduğu doğru yoldan sapmaları ve sap-tirmalanyla, kalb gözlerinin kapanıp hakkı göremez olmalarıyla yorum­lanabilir. İlâhî çağrıya olumlu cevap vermiyenlerin sorunun sapıklık ve küfür olduğu muhakkaktır. Allah'ın bu hükmü de mutlaka yerine gelir. Çünkü ilâhî ilim bu konuda malumata tabi'dir ve asla yanılmaz.

Kıyamette ise, haktan sapıp yanlış yola girdiklerine ve bu yolda İnat ve inkârla yürüdüklerine karşılık «ceza amelin cinsindendir» kaidesince yüzleri silik hale getirilip enselerine döndürülecek, yanlış yolda direnme­nin böylece karşılığı âdil ölçülerle gerçekleşmiş olacaktır.

Çünkü ta m s maddesi veya tabiri, biri hakikî diğeri mecazî olmak üzere iki mâna taşır. Hakikî mâna, yüzlerin silinip belirsiz hale gelmesi, yüz ve ensenin aynı biçime dönmesidir. Mecazî mânası, yüz hatlarının giderilmesiyle fizyonomide değişiklik meydana gelmesi, böylece tanınmaz bir görünüme bürünmesidir. Bu, kıyamet günü gerçekleşecektir. Diğer bir mânayla, doğru yola girmemek, bu hususta ilâhî davete gönül kulağını tıkamaktır ki, bu dünyada meydana gelen manevî bir ta m s'tır. Böylece ilahî emir ve hüküm, kulların tutum ve amellerine, inanç ve İrâdelerine göre tecelli eder. Çünkü Allah hiç kimseye zulmetmez.

Mecazî mânalarından biri de, Yahudi ve Hıristiyanların kuvvet ve sal­tanatlarının Arap Yarımadasında sona ereceği ve gerisin geriye çekilip oradan silinmeleridir. Müfessir Fahruddin Râzî bu mâna üzerinde de dur­muş ve geniş bilgi vermiştir. Nitekim tarih bunu doğrulamıştır. [261]

 

Lanetlenen Cumartesi Yaranı

 

Davud Peygamber devrinde Akabe'de balıkçılıkla geçinen İsrailoğulla-rının, dinleri gereği cumartesi günleri tatil yapmaları, ibâdetle meşgul olup başka bir iş yapmamaları gerekiyordu. Kıyıya doğru akın eden balıkları görünce bu hürmeti çiğnediler, ilâhî yasağa uymadılar, böylece cumartesi günleri de balık avlamaya devam ettiler. O yüzden ilâhî lanete lâyık görül­düler. Maddeye karşı aşırı meyillerinden maymun tabiatlı olmuşlardı. [262]

Bugün hâlâ mevcut Tevrat nüshalarında cumartesiyle ilgili şu belge­lere raslamaktayız : Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi: İsrail Oğullarına söy­le ve onlara de : Mukaddes toplantılar olarak ilân edeceğiniz RABBİN bayramları,.benim bayramlarım şunlardır: Altı gün iş işlenecek, fakat ye­dinci günde tam rahat Sebti, mukaddes toplantıdır; hiç bir türlü iş işlemi-yeceksiniz; bütün meskenlerinizde RABBE Sebttir (yani cumartesi bay­ramıdır ve o günde Rabbe yapılacak ibâdettir.) [263]

Bu Konuda Önemli Rivayetler;

Yahudi bilginlerinden Kâb el-Ahbar diyor ki:

Deveme binip Medine'ye geldiğimde bir adamın şu âyeti duyarlı bir edâ ile okuduğunu gördüm: «Ey kendilerine kitap verilenler! Beraberiniz-deki kitabı tasdik ettiği halde indirdiğimiz bu Kitab (Kur'ân)a, biz henüz bir takım yüzleri belirsiz hale getirip enselerine çevirmeden veya Cumar­tesi (hürmetini çiğneyen) kimseleri lanetlendiğimiz gibi onları lanetleme­den önce imân edin.,»

Bunu dinlediğim zaman bende derin bir tesir meydana getirdi. Vakit kaybetmeden gidip guslettikten sonra İslama girdim.» [264]

İbn Ömer (R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz devrinde büyük günah üzere ölen kim­selerin cehennemlik olduğuna şehadet ederdik. Bu âyet inince, artık böyle bir şehadette bulunmaktan vazgeçtik.» [265]

Hz. Ali (R.A.) diyor ki:

«Kur'ân'da bana bu âyetten daha çok sevimlisi yoktur.» Yani en çok bu âyeti severim. [266]

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

Bir gün Hz. Ömer'e sordum, dedim ki:

  Ey Mü'minlerin Emîri! adam iyi amellerden hiçbir şey bırakmaz da yapar, ancak Allah'a ortak koşarsa, onun için ne dersin?

Ömer (R.A.) bana şu cevabı verdi:

  O Cehennem'dedir.

Ben tekrar sordum, dedim ki:

  Allah'a ortak koşmakla birlikte nasıl hiçbir amelin yarar sağlamı-yacağını umuyorsam, öylece Tevhîd'le birlikte hiçbir günahın zarar ver-miyeceğini umuyorum.

Hz. Ömer (R.A.) bu sorumu cevapsız bıraktı. [267]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap ehlinin, kendi soylarından bekledikleri bir me-sîh ve azizin geleceğine büyük umut bağladıkları, son gelen Peygambe­rin kendi soylarından olmadığı için önce bir şaşkınlık geçirdikleri, sonra da inkâra saptıkları açıklandı. Bunun da doğrudan veya dolaylı şirk oldu­ğu ve Allah'ın kendisine şirk koşulmasını âhirette affetmiyeceği hatırla­tıldı.

Aşağıdaki âyetlerle şirk içinde bocalayıp bununla beraber kendini te­mize çıkarmak isteyenlerin tutumu kınanıyor; Allah'a karşı yalan uydur­malarından dolayı lanetlendikleri haber veriliyor. [268]

 

Meali :

49—  Görmedin mi, şu kendilerini temize çıkaranları? Ama Allah, di­lediğini temize çıkarır ve hurma çekirdeğindeki ince lif kadar olsun hak­sızlığa uğramazlar.

50—  Bak, Allah'a karşı nasıi yalan uyduruyorlar! Açık günah olarak bu yeter.

51—  Şu kendilerine kitaptan az-çok bir pay verilenleri görmedin mi? Cibt  ve   Tâğût   (put ve benzeri bâtıl tanr;lar)a inanıyorlar ve inkar­cılar için de, «Bunlor şu imân eden (Müslüman mü'minjierden yolca daha doğrudurlar!» diyorlar.

52—  İşte bunlar, Allah'ın lanetlediği kimselerdir. Allah kimi lanetler­se artık ona bir yardımcı bulamazsın.

 

İniş Sebebi

 

Kelbî diyor ki:

«Yahudilerden birkaç kişi beraberlerinde çocukları bulunduğu nalde Peygamber (A.S.) Efendimize geldiler ve «Ya Muhammedi şu bizim ço­cuklarımızın bir günahı var mı?» diye sordular. Efendimiz (A.S.) de «Hayır...» diye cevap verince onlar: «İnandığımıza yemin ederiz ki bizler de bu çocuklar gibiyiz; gündüzleyin günah işlersek geceleyin, geceleyin günah işlersek gündüzleyin bizden bağışlanıp temizlenir.» diyerek ken­dilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler in­di.» [269]

Diğer Bir Rivayet:

Yahudi ileri gelenlerinden bir grup, Mekkeliieri Hazret-i Peygamber aleyhine kışkırtıp biraraya getirmek için Mekke'ye gitmişti. Mekkeliler on­lara : «Siz kitap ehlisiniz, az-çok bilirsiniz. Bizle Muhammed hakkında ne dersiniz?» Yahudiler zaten böyle bir soru bekliyorlardı, «siz ne yaparsınız, Muhammed ne yapar?» diye bir soru tevcih ettiler. Onlar da: «Bizler gelen Hacılara deve boğazlar, onlara süt ve su takdim eder, akrabamızla ilgi kurar, misafirlere ikram ederiz. Bizim dinimiz eski ve köklü, Muhammed'in dini yeni..» diye cevap verdiler. Yahudiler, «o halde yolca siz Muhammed'-den daha doğrusunuzdur!.» diyerek görüşlerini ortaya koydular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [270]

 

İlgili Hadîsler

 

«Övgü yağdıran dalkavukların yüzüne toprak saçın!.» [271]

Bir adam diğer birini övüp duruyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona : «Yazıklar olsun sana! Arkadaşının boynunu koparıverdin., Sizden biriniz arkadaşını övmek istediğinde, öyle sanıyorum, desin. Allah'a karşı hiç kimseyi temize çıkarmayın.» [272]

«Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde anlayışlı ve bilgili kı-'Of- Hem doğrusu şu mal tatlı ve çekicidir; kim hak ölçüleri içinde ondan alırsa kendisine mübarek olur!. Bir de sakın övgü yağdırıp dalkavukluk

yapmayın; çünkü böyle yapmak, övüleni boğazlamak elemektir.» [273] «Övgü yağdırmaktan sakının; çünkü bu boğazlamak sayılır.» [274]

 

Aşağılık Duygusu Ve Temize Çıkmaya Çalışmak

 

«Görmedin mi, şu kendilerini temize çıkaranları?»

İslâm güneşi bütün parlaklığıyla Arap Yarımadasında yükselip dün­yayı aydınlatmaya başlayınca, ötedenberi Yahudilerin beklediği kurtarıcı MESİH inancı, Hıristiyanların beklediği kurtarıcı AZİZ inancı, bu iki mille­tin kalbinde iyice yer ettiğinden, ister istemez kalblerinde son dine karşı bir haset ve kin meydana geldi. Son peygamberin başka milletten gelme­si onları için için üzdü ve bir aşağılık kompleksine kapıldılar. Bu yüzden bir taraftan Tevrat ve İncil'deki belgeleri değiştirip kasıtlı yorumlara baş­vururken, diğer yandan kendilerini temize çıkarma gayretine düştüler; gâh «Bizler Allah'ın oğullan ve en yakın dostlarıyız..» dediler; gâh «Bu çocuk­lar gibi bizim de günahlarımız yoktur..» diye kendilerini tezkiye ettiler. Gâh «Ancak Yahudi ve Hıristiyan olanlar Cennet'e girebilecektir.» iddiasını tekrarlayıp durdular.

Çünkü Yahudiler Tevrat'ın bazı belgelerini de sıkıntılı günlerinde kur­tarıcı bir simit gibi görerek yanlış yorumlamışlardı. Davud Peygamber nes­linden bir Mesîh'in gelip kendilerini kurtaracağına inanıyorlardı. Hazret-i Muhammed (A.S.) ise Davud neslinden değildi. Bilhassa Babil sürgününün verdiği eziklik ve aşağılanma, ideal bir kurtarıcının geleceği inancını iyice pekiştirmiş ve nesilden nesile aktarılarak kesinlik ifade eden bir ilâhî emir sanılmıştı. Tevrat'ta : «İşte. Davud'a salih bir kök sürgünü çıkaracağım günler geliyor, Rab diyor. Ve bir kral gibi krallık edecek ve akıllı davrana­cak ve memlekette doğruluk ve adalet edecek. Onun günlerinde Yahuda kurtulacak ve İsrail emniyette duracak..» [275]  deniliyor.

Aslında bu, Davud Peygamberden sonra hem hükümdarlığı, hem peygamberliği nefsinde birleştirecek güçte Süleyman Peygamberin geleceğini haber vermektedir. Ama Yahudiler esaretten esarete sü­rüklendikleri için bunu belirttiğimiz gibi, bir çan simidi sayıp kendilerini avutmaya çalışmışlardır. Davud'dan sonra gelecek olan kurtarıcının Sü­leyman olacağını ikinci bir belge ile Tevrat şöyle açıklıyor: «İşte, adı filiz olan (yani Davud soyunun bir filizi, sürgünü) adam ve o durduğu yerden filizlenecek ve Rabbin mabedini yapacaktır. Evet Rabbin mabedini yapa­cak olan odur ve haşmet onun üzerine olacak ve oturacak, tahtı üzerinde saltanat sürecek...» [276]

Mabedi yapan Süleyman Peygamberdir. Kudüs'te inşa ettiği muhte­şem mâbedden Kur'ân'da da söz edilir. Taht üzerinde saltanat süren de odur. Hıristiyanlara gefince, onlar da İncil'de Hazret-i Peygamber'in (A.S.) geleceği ile ilgili belgeleri, kurtarıcı bir AZİZ anlamında yorumlamışlardır. Nitekim, İzmir'de 1960-1966 yıllarında müftülük yaptığım sîrada Amerikan 6. Filosu İzmir limanına gelmişti. Filoda bir de yarbay papaz bulunuyordu. Müftülüğe uğrayıp nezaket ziyaretinde bulunduğunda sohbet arasında söz Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğini haber veren İncil'deki belgelere intikal etti. Yuhanna İncil'i 16/7-14. belgelerinde İsâ Peygamberin, «Be­nim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Tesellici size gelmez, fakat gidersem onu size gönderirim.», «Size söyliyecek daha çok şeylerim var. fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat Ruhu gelince size her hakikate yol gösterecek, zira kendiliğinden söylemiyecektlr; fakat her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni taziz ede­cektir, çünkü benimkinden alıp size bildirecektir.» mealindeki haberini kendisine hatırlattığımda, önce İncil'de bu gibi kayıtların olmadığını söy­lediyse de İncil'i açıp kendisine gösterdiğimde, «Ha hatırladım, dedi; bu­nunla, Hıristiyanların kurtarıcı olarak bekledikleri azizden haber veriliyor.» diyerek konuyu kapamak istedi. [277]

 

Teşvik İçin Övmekte Sakınca Yoktur

 

Fazilet örneği kişileri, başkasına örnek olsun diye övmekte bir sakın­ca yoktur. Çünkü bunda dalkavukluk yok, fazilete teşvîk vardır. Bir de fa-zîlet fazilet olduğu için övülürse bunda da bir kötü niyet mevcut değildir. Nitekim Peygamber Efendimizin amcası İslâm'a girmemekle beraber hem İslâm'ı övmüş, hem de faziletin doruğunda bulunan Hz. Muhammed'i (A.S.) övmekten kendini alamamıştır:

«O bembeyaz tertemiz insanın yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağ­mur beklenir. O yetimlerin hâmisi, dulların koruyucusu idi.» diyerek Resû-lüllah (A.S.} Efendimizi övmüştür. Ünlü Şâir Kâb bin Züheyr'in Peygam­berimizin (A.S.) huzurunda övgü dolu kasidesi de sadece tasvip görmüş­tü. Ancak sınırı aşıp kişiyi olduğundan fazla övmeyi uygun görmemiş ve Ashabına : «Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övüp uçurdukları gibi beni uçurmayın! Ben ancak bir kulum. Siz (benim için) Allah'ın kulu ve Resulü deyin.» buyurmuştu. [278][279]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

CİBT ve TAĞUT :

a)  Tapılan iki put

b)  Cibt, sihir; tağut, şeytan

c)  Cibt şeytan; tağut, put

d)  Cibt, kâhin

e)  Tağut, Allah'tan başka tapılan her şey[280]

 

FETİL

a)  İki parmak arasında meydana gelen incecik kir,

b)  İki parmak arasında oluşan incecik kabuk,

c)  Tırnakla et bitişiğinde meydana gelen lif şeklindeki incecik deri,

d)  Hurma çekirdeğinin içindeki incecik iplikçik manalarına gelir. [281]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Yahudilerin son din ve son nebiye karşı takın­dıkları olumsuz tavır ve bu yüzden kendilerini yalan ve şirke sürükleyecek kadar hak ve hakikat caddesinden ayrıldıkları açıklandı. Aşağıdaki âyet­lerle bu milletin cehaleti ve cehaletin neticesi olan cimrilik ve kıskançlık­ları anlatılıyor. Böylece hakla bâui, doğruyla eğri arasındaki mücadelenin sürdürülmesine işaret ediliyor; tez-antitez sürtüşmesinin lüzumu dolaylı yoldan belirtiliyor. [282]

 

Meali :

 

53—  Yoksa onlara mülk-ü saltanattan bir pay mı var? O takdirde in­sanlara hurma çekirdeğinin oyuğu kadar bir şey bile vermezler.

54—  Yoksa Allah'ın insanlara, cömertçe sunduğu nîmet ve bol ihsa­nına karşı haset mi ediyorlar? Gerçekten biz İbrahim hanedanına kitap ve hikmet verdik, hem de büyük bir mülk sunduk.

55—  Bu sebeple onlardan kimi imân etti, kimi de yüzçevirdi. Cehen-nem'in boy boy yükselen ateşi onlara elverir.

 

İniş Sebebi

 

Allah, son peygamberi Jsmail soyundan Kureyş kabilesi Hâşim oğul­larından seçince, Yahudiler gelecek olan mesîh ya da kurtarıcının herhal­de Harun soyundan olması gerektiğini ileri sürerek üç yönlü bir ölçüsüz­lük ortaya koydular: Cehalet, cimrilik ve tekelcilik, sonra da haset ve kin..

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [283]

 

Yahudiler Devlet Kurabilir Mi?

 

«Yoksa onlara mülk-ü saltanattan bir pay mı var?...»

İlgili âyet üzerinde ciddi bir araştırma yapmayan, âyeti bir evveli ve bir sonrası ile ele alıp tefsire çalışmayan, sadece kelime dizisine bakıp Yahudilerin bir devlet kuramıyaçağını iddia edenler, zaman zaman ortaya

çıkmışlardır. Böyle bir yorum hem âyetin ruhuna, hem de tarihî gerçeklere birkaç yönden ters düşmektedir:

a)  Önce Kur'ân bu âyetle Yahudilerin başka milletlere özellikle Müs­lümanlara karşı çok hasîs davrandıklarını, kendilerine arzu ettikleri mü!k-ü saltanat bir kez daha verilse yine bu huylarından vazgeçmiyeeekierini; her çeşit nîmetin kendi tekellerinde kalmasını istiyeçeklerini hatırlatıyor. Çün­kü geçmişte bunun örnekleri vardır. Samuel [284], Davud ve Süleyman Pey­gamberler devrinde onlara geniş bir mülk ve göz kamaştıran bir saltanat verildiği halde sözü edilen tutumlarında bir değişiklik görülmemişti. Şimdi de aynı saltanat verilse, değişen bir şey olmıyacaktır.

b)  Kur'ân'ın  parmak bastığı  mülkten  maksat,  peygamberlikle birle­şip bütünleşen saltanattır. Davud ve Süleyman Peygamberler devrinde ol­duğu gibi. Ama son peygamberin Yahudilere değil bütün milletlere gönde­rilmesi gerekliydi. Çünkü artık kabile ve milletlere birer uyarıcı gönderme devresi sona ermiş, bütün cihana seslenecek Ahir Zaman Peygamberinin gönderilmesi ilâhî murada uygun düşmüştü. Eğer Yahudilerin istediği gibi Harun hanedanından gönderilseydi, onu millî peygamber ve kendilerine kurtarıcı mesîh ilân edecek ve risalet nimetini diğer milletlerden esirge­meye çalışacak, böylece cihan peygamberliği tutucu ve tekelci bir mille­tin ihtirasına terkedilmiş olacaktı. Bu da ilâhî murada uymamaktadır.

O halde mülkten maksat bir «İsrail Devleti» değil, İsrailoğullan'nın öteden beri bekledikleri bir kurtarıcının çıkıp onları Davud ve Süleyman peygamberler devrindeki iki yönlü bir saltanata kavuşturmalarıdır. Kısaca, peygamberlik şeref ve payesidir diyebiliriz.

Nitekim Hazret-i Muhammed (A.S.) peygamberliğini ilân edince Ya-hudiler,«mülk ve nübüvvete asıl lâyık olan bizleriz, bu hususta Araplara nasıl uyarız?»diyerek ilâhî iradeye karşı çıktılar.

c)   «Em» münkati', istifham inkâr içinse de, «Fe İzâ»daki «Fa» harfi mahzuf bir şarta cezaiyyedir. Bu takdirde çıkarılan sonuç şudur:  «Eğer Yahudilere mülk-ü saltanattan bir pay verilse, onlar insanlara bir hurma çekirdeği bile vermezler.» Böylece âyette onlara asla mülk verifmiyeceği, devlet kuramıyacakları belirtilmiyor, onların başkalarına karşı cimriliği ve tekelciliği açıklanıyor. Daha doğrusu Yahudilerin karakteri ortaya konu­luyor.

d)  1948'de Yahudilerin bir «İsrail Devleti» kurması, bu yorumun hak­lı olduğunu kanıtlamıştır.

e)  54. âyetle, İbrahim ve İsmail soyundan gelen Hazret-i Muhammed'e (A.S.) sunulan peygamberlik payesine, Yahudilerin haset ettiği belirtiliyor ve zaten daha önceleri de bu soya hem kitap ve hikmet, hem de büyük bir mülk verildiği açıklanıyor. Bu da Yahudilere verilmiyeeek olan mülkün bir «İsrail Devleti» kurmaları değil peygamberlik nimeti olduğunu açıkça gösteriyor. Nitekim Talmud'da da ifadesini bulan  «TANRININ  DEVLETİ» inancı vardır. «Ama bu dünyanın dışında göksel (semavî) bir devlet de­ğildir. Bu devletin yeryüzünde Tanrı'nın yönetimiyle ve insanların emeğiy­le kurulması gerekir. Bu devlette bütün kişisel ve sosyal haksızlıklar or­tadan kalkacaktır. İşte bu düşünce Yahudi kavminin varlığının muamma­sının anahtarıdır. Bu inanç ve düşünce onların mutsuzluğa düşmesini ön­lemiştir. Tarihî geleneklerine dayanarak bu  ideal devletin  kurucularının Tanrıyla  kendilerinin olacağına  inanmış ve  güvenmişlerdir.  Yahudilerce Tanrının Devleti Mesih'le kurulacaktır.» [285]

Bunun için kendilerinden olmayan peygamberlerin kimini öldürmüş, kimini inkâr etmişlerdir. Hazret-i Muhammed'in (A.S.) karşısına çıkmala­rı da buna dayanır. Kur'ân ise onların artık «TANRI DEVLETİ» kuramıya-caklarını, yani onlara böyle bir devlet verilmiyeceğini, son peygamberin onlardan değil, Allah'ın murat ettiği İsmail soyundan geleceğini ve nite­kim öyle olduğunu açıklıyor.

O halde DEVLET ve MÜLK'ten maksat, bir İsrail Devleti değil, onla­rın tabiriyle «TANRI DEVLETbdir ki itikadlarına göre MESÎH'in çıkması ve peygamberliğin Yahudilere verilmesidir.

f)  «EM»in muttasile olduğunu, daha önce mâna itibariyle bir istifha­mın geçtiğini, ayrı bir yorum olarak sunanlar var. İbn Cerir ve diğer riva­yet yolunu seçen müfessirier bu yorum üzerinde de yeterince durmuşlar­dır. Bu durumda mâna şöyledir: Yahudiler, Mekke müşriklerinin Müslü­manlara nisbetle daha doğru yolda bulunduğunu iddia etmişlerdi. Bunun üzerine «yoksa onlara mülk-ü saltanattan bir pay mı var?» cümlesi atfe­dilerek, «siz  onların   bu   iddialarına      hayret   edersiniz,   yoksa   mülk­ten nasipleri olduğu iddialarına mı? Eğer mülkten bir nasîpleri olsa kim­seye bir hurma çekirdeğinin oyuğu kadar bile bir şey vermezler.»

Bu yorum, daha çok onların cimriliğinin, hasisliğinin, tekelciliğinin öl-Çü ve anlamını yansıtmaya yöneliktir.

Konuyu özetiiyecek olursak:

Yahudilere verilmiyeeek olan mülk, bir «İsrail Devleti» değildir. Kendi inançlarına göre en büyük kurtarıcıları olarak bekledikleri Mesih'in kuracağı bir TANRI DEVLETİ'dir. Kur'ân artık onların bekledikleri Mesih'in gel-miyeceğini, bir TANRI DEVLETİ de kuramiyacaklarını haber vermekte, son peygamber Hazret-i Muhammed'in (A.S.) milletler için tek kurtarıcı bu­lunduğunu ilân etmektedir. [286]

 

Cehalet - Cimrilik - Haset

 

Yahudilerin ellerinde Tevrat bulunduğu halde, putperestleri Müslü­manlara nisbetle daha doğru yolda kabul etmeleri, elbette ki derin bir bil­gisizlik, yaygın bir cehalet eseridir. Cimrilik ise, Alah'ın verdiği nimetleri başkasına vermemek ve bunu kendi tekelinde bulundurmaya çalışmaktır. Haset ise, kendilerinden başkasına Allah'ın nîmet vermemesini temenni etmektir. Böylece cimrilikle haset, nimetin başkasına verilmemesinde or­taklaşa bir mâna taşımaktadır.

Mefatihü'l-Gayb adlı tefsirde konu bu acıdan ele alınıp açıklanırken deniliyor ki:

«İnsanın iki türlü kuvveti vardır: Biri ilimle, diğeri amelle ilgilidir. Bi­rinci kuvvetin kemâli, bilgidir; noksanı bilgisizliktir İkinci kuvvetin kemâli, güzel ahlâktır, noksanı ise kötü ahlâktır. Kötü ahlâkın en noksanı ise cim­rilik ve hasettir. Çünkü bu ikisi de Allah kullarına zarar vermenin kayna­ğıdır. Yahudilerin önce cehaletle, yani bilgisizlikle, sonra da cimrilik ve hasetle vasiflandırılmasının iki nedeni vardır: Birincisi, şeref ve rütbede nazarî kuvvet amelî kuvvetten önce gelir ve ona asıl sayılır. Bu bakımdan nazarî kuvvetin diğerinden önce açıklanması gerekir. İkincisi ise, cimrilik ve hasedin meydana gelmesine sebep cehalettir. Mal ve serveti Allah için harcamak, iç temizliğine ve âhiret mutluluğuna yol açar. Mal ve ser­veti biriktirip hayırlı yollarda harcamamak dünyalığı toplayıp elde etme­ğe yol açar. O halde cimrilik dünyaya davet eder, âhirete yönelmekten men'eder. Cömertlik âhirete çağırır, dünyaya kalb ile yönelmekten alıko-yar. Hiç şüphe yok ki dünyayt -âhirete tereih etmek katıksız bir cehalettir. Hasede gelince, Allah uluhiyyet nimetlerini kullarına ulaştırmak ister; za­ten uluhiyyet bir bakıma bu manayı yansıtır. Bunu kıskananlar ise, Allah'ı bu vasfından azletmek basiretsizliğine uğramışlardır. (Çünkü İlâh'ı, ulu-hiyyetten azletmek mümkün değildir.) Bu da katıksız bir cehildir. Böylece haset ve cimriliğin asıl sebebinin cehalet olduğu ortaya çıkmış oluyor.» [287]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Yahudi ve Hıristiyanların son dine ve peygamberine karşı olumsuz yöndeki tutumları, bu konudaki cehalet, cimrilik ve hasetleri açıklandı. Peygambere imân edenlerle etmiyenler arasındaki farka dokunuldu. Aşağıdaki âyetlerle bu iki ayrı gruba amellerine uygun verile­cek ceza ve mükâfat çok anlamlı biçimde belirtiliyor. [288]

 

Meali :

 

56—  Şüphesiz ki, âyetlerimizi fnkâr eden kâfirleri İleride ateşe atıp yakacağız; derileri her yandığında -azabı iyice tadsınlar diye- onun yeri­ne başka deri koyup yenileyeceğiz. Doğrusu Allah çok güçlüdür, çok üs­tündür, yegâne hikmet sahibidir.

57—  İmân edip iyî-yararlı amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akan Cennet'Iere sokacağız; artık orada devamlı kalırlar; onlara orada tertemiz zevceler vardır ve onları koyu gölgeliğe koyacağız,

 

İlgili Hadîsler

 

Hazret-i Ömer (R.A.) diyor ki: «Cehennem'de bir saat içinde yanan deriler yüz defa yenilenir.» Bunu ben Peygamber (A.S.) Efendimizden böy­le işittim. [289]

«Doğrusu Cennet'te bir ağaç var ki atlı onun gölgesinde yüzyıl yürür de bitiremez. O, Şecere-i Hüld'dür.» [290]

«Cehennem'de kâfirin iki omuzunun arası seri bir süvarinin yürüyü­şüyle üç günlük mesafe kadardır.» [291]

«Cehennem'de kâfirin bir dişi Uhud Dağı kadardır; derisinin kalınlığı üç günlük mesafe kadardır.» [292]

Cehennem'de kâfirlerin vücudunun anormal biçimde büyümesi, me­caz yoilu bir tabirdir. Maksat, bedenlerin hayli büyüyeceğini, azabın da o nisbette şiddetli olacağını belirtmektir. Allah ve Peygamberi daha iyisini bilir. [293]

 

Ceza Amelin  Cinsindendir

 

«Şüphesiz   ki,   âyetlerimizi   inkâr eden kâfirleri ileride ateşe atıp yakacağız...»

Yahudi ve Hıristiyanlardan kendilerine kitaptan az-çok bilgi verilen­lerin çoğu hakkı iki yönlü tahrip etmişlerdir: Biri, Tevrat ve İncil'deki doğ­ru haberleri, gelecekle ilgili beyânları halka yanlış aktarmışlar; diğeri, hem bu iki kitabı, hem de Musa ile İsa Peygamberleri saygı ile anan Kur'ân ve Muhammed'e (A.S.) karşı çıkmak suretiyle Tevhîd akidesine ağır darbe vurmuşlar ve İslâm'ın Kitap ehli arasında yayılmasına engel olmuşlardır. Halbuki İlâhî kitaplardaki hakikatler insanların ortaklaşa malıdır; onları gizlemeye veya aslından uzaklaştırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.

İşte Tevrat ve İncil'e sahip çıkanların çoğu, bütün insanlığın hakkına bilerek veya bilmiyerek tecavüz etmiş sayılırlar. Aynı kaynaktan gelen ki­tapların birbirine karşı olduğunu iddia etmek, her kitabın ayrı bir kaynak­tan indiğini iddia etmek kadar gülünçtür. Bir sonraki kitap bir evvelkini tasdik eder ve onun tekâmülünün bir basamağını teşkil ettiğini açıklar. Kur'ân bu gerçeği yer yer belirtirken İsâ Peygamberin İsrailoğullan'na gön­derilmiş bir peygamber olduğuna parmak basar. Bununla İncil'in Tevrat'ı tamamladığına, değişen sosyal şartlar karşısında bazı yenilikler getirdi­ğine işarette bulunur.

Din geneilikle insanlar için ilâhî rahmetin açık bir tezahürü, ebediyen kurtulmanın kapanmayan kapısıdır. Bu rahmeti hedefinden saptırmak, rahmeti azaba çevirmek büyük bir cinayettir. Kur'ân-ı Kerîm yüze yakın yerde Tevrat ve İncil'in Allah tarafından gönderilen semavî kitaplar oldu­ğunu açıklarken, haham ve papazların Kur'ân'i inkâra sapmaları, dinle­rin amaç ve hedefiyle ters düşer. Barış yerine düşmanlık, kardeşlik yerine kin ve nefret getirir. Haçlı seferleri bu düşmanlık ve kinin fiili durumu değil midir? Böylece din, onu asıl mâna ve maksadıyla kavrayamıyan bil­gisiz, inatçı ve inkarcı ellerde rahmete değil, azaba yol açmış, Tevhîd'i yı­kıp, üç ilâh, millî ilâh saçmalarına vasıta kılınmıştır. Bu da milletleri ve toplulukları asırlardır tedirgin etmekte, milyon ve milyarlar harcanıp hakk'ın nurunu karartmaya sebep olmaktadır. Yahudilerin kurduğu SİYONİZM ve MASONLUK, Hıristiyanların oluşturduğu ve bugün Vatikan'­ın bütçesinin yarısından fazlasını ayırdığı MİSYON Teşkilatı bunun tipik örneklerinden bir-ikisidir.

İşte Kur'ân hakkı inkâr uğruna harcanan her kuruşun Cehennem'de inkarcıya yeni bir deri olacağını haber verirken cezanın amelin cinsinden olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

Bunun aksine hakkı ayakta tutma, onu gönüllere işleme uğrunda har­canan emeğin, akıtılan terin, sarfedilen her kuruşun karşılığı da çok din­lendirici, altlarından ırmaklar akan ebedî mutluluk yurdu ve bitip tüken-miyen gönül ferahlatıcı gölgelikler olması, amele uygun bir mükâfat değil midir? [294]

 

İlmî Yönü

— Neden Sadece Derinin Yanması? —

 

«Azabı iyice tadsınlar diye, onun yerine başka deri koyup yenileyeceğiz....»

Kur'ân burada çok dikkat çekici bir olayı naklederken, ilim adamları­nı etraflıca düşünüp araştırmaya sevkediyor. Zaten Kur'ân'ın değişmiyen metodlarmdan biri de budur. Hakkı gizliyerek veya inkâr ederek asırlar­ca insanlığı tedirgin edenlere, Cehennem'de yanan her derinin yerine bir yenisi konmak suretiyle yapılacak azabın nasıllığı ve niceliği belirtiliyor. Nitekim Hicrî III. asırla dördüncü asır arasında yetişen ünlü müfessir İbn Cerir Taberî, Câmiu'l-Beyân adlı tefsirinde bunun sebebini kısmen olsun şöyle açıklamıştır: «Yanık deriye inip etle deriyi kaplayınca fazla bir acı hissedilmez olur.» Bu çok güzel bir yorumdur. Günümüzde gelişen tıbbî araştırmalar ve elde edilen olumlu sonuçlar bize bu konuyu bilimsel yön­den de açıklığa kavuşturmuştur. Prof. Dr. Abdülaziz İsmail EL-İSLÂM VE TlBBU'L-HADÎS adlı eserinde bu konuya temasla diyor ki:

«Sinirlerin daha çok aeı ve elem duyan kısmı, cilt tabakasında olan uçlarıdır. Dokular, adaleler ve iç organlardaki duyarlık cilde nisbetle daha zayıftır. Bunun için mütehassıs bir doktor, cildi derinlemesine aşma­yan yanığın verdiği acı ve elemi derhal anlar, ona göre davranır.»

Ayrıca aynı cildin devamlı yanması sebebiyle zamanla acı hissedil­mez olur, yani duyarlık dumura uğrar. Bunun için Cenâb-ı Hak yanan de­riyi değiştirmekle acı ve elemi yenileyecek ve duyarlığın devamlılığını sağ­layacaktır.

Yetkili bir tıp kurulu tarafından hazırlanan yazıda aynen şöyle deni­liyor : «Yüzeysel ve hafifçe derinin derinliğine inen yanıklarda deri aşırı duyarlık gösterir. Halbuki derinin tüm derinliğine inmiş yanıklarda hic duyarlık yoktur. Sterii bir iğne batırmakla bu durum tesbit edilebilir. Bu da derinliğe inen yanıklarda derideki bütün duyu sinirleri uçlarının öldü­ğünü ortaya koymaktadır. Kısmen derine inen yanıklarda deri hep yenile­nir.» [295]

 

Tertemiz Zevceler

 

«Onlara orada tertemiz zevceler vardır.»

Dünyada haktan yana olup ömrünü bu doğrultuda değerlendirerek tertemiz bir hayat süren ve ömür defterini bu temizlik ve faziletle kapayan mü'minin mükâfatı da o nisbette temiz olacaktır.

Kur'ân'da Cennet'teki zevcelerden söz edilirken «mutahhara» tabiri kullanılmıştır. Bu kelime maddî ve manevî kir ve kusurlardan uzak, insan tabiatının özlediği paklık ölçülerinin tamamını eksiksiz kendinde bulun­duran kadınlara sıfat olarak getirilmiştir. Bu paklık ve temizliğin iç yüzü­nü ve gerçek anlamını dünya ölçüleriyle anlatmak elbetteki çok zor, hattâ imkânsızdır. Çünkü Cennet'teki hayat-şartlarıyla dünya hayat şartları ara­sında çok fark vardır. Uzaklara gitmeye gerek yok, güneş ailesindeki ge­zegenler arasındaki şartlar bile çok farklıdır. Dünya şartlarına göre yara­tılan bir insanın herhangi bir gezegende yaşaması mümkün değildir. Bu bakımdan öldükten sonra bir istihale geçirip yeni bir beden verilince, âhi-ret âleminin şartlarına uygun nitelikte olacaktır. Sahih hadîslerden anlı­yoruz ki, Cennet nîmetlerinin posası yoktur. Yenilen her şeyin artığı bu­harlaşarak vücuttan ayrılır. Sindirim sistemi çok değişiktir; yenilen gıda­ların posası olmadığı için tabii ihtiyacı giderme diye bir şey de yoktur. Ge­belik, doğum, ayhali, loğusalık gibi dünya hayatına has üreme o âlemde sona ermektedir. Sonsuz ve sınırsız bir mülkte kavga bitmiştir. Kin, haset, nefret ve şiddet gibi hisler ibtal edilmiştir. Herkese tatmin olacağı ölçü ve anlamda nimetler sunulur. Böylece Cennet ehli her türlü maddî ve manevî kirlerden uzak, temizlik ve nezahetin en ideal ölçüsünde bulunurlar. [296]

 

Koyu Gölgelik

 

(Ve onları koyu gölgeliğe koyacağız.»

Cennet, şu bildiğimiz güneş sisteminin dışındadır. Ayrı bir sistem ve ayrı bir aileye bağlıdır. İnsanları hiç rahatsız etmiyeeek ayrı bir ışık ve ay­rı bir enerji kaynağı vardır. Onu tarif etmek elbetteki mümkün değildir. Çünkü o bizim bilgi sınırımızın dışında kalır. Hiç modeli olmayan bir şeyi anlatmak da, anlamak da çok zordur. Hiç kaplumbağa görmemiş olsay­dık, böyle bir hayvan düşünmemiz de çok zor olurdu. Dünyadan milyar­larca defa büyüklükte dev yıldızların var olduğunu biliyoruz. Ancak o yıl­dızlardaki şartları tam sıhhatli şekilde bilemiyoruz. Bir takım varsayımlar­dan öteye geçemiyoruz. Cennet böylesine büyük bir yıldızda veya onun ötesinde -olabilir. Çok değişik hayat şartları taşıdığı için ölmeden oraya gitmemiz mümkün olmuyor. Dünya şartlarına göre. yaratılan bu bedeni­mizin oraya intibakı mümkün değildir. Hem bu beden yaşlandıkça kişinin gerek fizikî,  gerek zihnî gücünü   çeşitli  ölçülerde azaltmaya  yöneliktir. Zamanla eskir ve işe yaramaz hale gelir. Bu durumda ruhumuz eskiyen bu elbiseyi atar. Bu kez gideceği âlemin şartlarına uyum sağlayacak ikin­ci bir elbiseye bürünecektir. Bu ikinci elbiseyle ruh arasında ortaklaşa bağlar vardır, yani o bedende daha çok belirgin olan, ruhun sıfatlarıdır. O bakımdan hastalık, uyku, yorulma ve üzülme, yaşlanma ve ölüm gibi arazlar yoktur. Oradaki gıda maddeleri daha çok ruha hitap eder. Çünkü beden bütünüyle ruha tabi'dir ve onun tamamlayıcı unsurudur.

Koyu gölgelikten maksat, rahatsız eden bir güneşin olmadığı, gece ve gündüz gibi sun'i zamanların bulunmayışıdır.

Dünyada ruhen tekâmül eden peygamberler ve yüksek düzeydeki ve­lilerde bedenin ruha tabi' olduğu çok daha belirgindir. IMefs tesirini kay­bettikçe ruh güçlenir ve bulunduğu bedende çok faal durum alır. Ve işte o zaman dünya gıdalarına karşı isteksizlik başlar, açlık ve susuzluk bir sü­re hissedilmez olur. Bu, öteki âlemde ruhun keyfiyetini biiemedğiimiz gı­dalarla gıdalanaçağına bir ipucu sayılır. Cennet nîmetleri hakkında kısa bir bilgi vermeyi kolaylaştırır. İlâhî İnayet gölgesine erişen bir mü'minin duyacağı hazzı hangi kelimeyle anlatabiliriz? Aynı zamanda o gölgenin ferahlatıcı havasını, göz ve gönül dolduran özelliğini nasıl tarif edebiliriz? Allah yegâne galib, en üstün kuvvet ve kudret sahibidir. Her işi hikmet ve adaletledir. O, hiç kimseye zulmetmez. Ama insanlar kendilerine zulme­derler. [297]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Gecen âyetlerle iyi amellerde bulunan mü'minler için hazırlanan bü­yük mükâfatlar açıklandıktan sonra aşağıdaki âyetle, iyi amellerin en önemli ve en büyüklerinden birinin EMANETİ EHLİNE VERMEK ve insan­lar arasında hükmedildiğinde ADALETLE HÜKMETMEK olduğu belirtiliyor. [298]

 

Meali :

 

58— Şüphesiz ki Allah emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasın­da hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah, bu­nunla size ne güzel öğüt verir! Şüphesiz ki Aliah her şeyi işiten ve gören­dir.

 

İniş Sebebi

 

Âyet Mekke'nin fethinde inmiştir.

Kabe'nin bakım ve temizliği ve diğer işleriyle Osman bin Talha görev­liydi. Bu bakımdan Kabe'nin anahtarı bu ailenin elinde bulunurdu. Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde, henüz İslâm'a girmemiş olan Osman bin Talha, Kabe'yi kilitleyip Kabe'nin damına çıktı. Resûlü.l-lah (A.S.) Efendimiz ondan anahtarı istediyse de vermekten kaçındı ve bunda ısrar etti. Bunun üzerine Hz. Aİİ (R.A.) Osman'ın kolunu bükerek anahtarı elinden aldı ve Kabe'yi açtı. Peygamber (A.S.) Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca Hz. Abbas anahtarın kendisine verilmesini, sikaye ile [299] birlikte bu görevi de yürütmek istediğini söyledi.

O sebeple yukarıdaki âyet indi. Peygamber (A.S.) Efendimiz Hz. Ali'yi ça­ğırıp anahtarı" yine Osman bin Talha'ya vermesini ve kendisinden özür dilemesini emretti. Hazret-i Ali (R.A.) de öyle yaptı. Osman ona : «Ya Ali! önce zor kullanarak beni incittin. Sonra da gelip özür diledin, neden?» di­ye sordu. Hz. Ali (R.A.) ona : «Çünkü Cenâb-ı Hak senin durumunla ilgili şu âyeti indirdi de ondan.» Sonra âyeti okudu. Osman duygulandı ve : «Ben artık Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şehadet ediyorum.» dedi ve Kelime-i Şehadeti getirerek Müslüman oldu, [300]

Diğer bir rivayette ise Peygamber (A.S.) Efendimizin Osman bin Tal-ha'yı çağırdığı, Kabe'nin anahtarını ona teslim ederken şöyle buyurduğu belirtilmektedir: «Ey Ebâ Talha Oğulları! Bu anahtarı Allah'ın emanetiyle alın. Onu ancak zâlim olan sizden çekip alır..» [301]

Bu konuda iki üç rivayet daha var, almaya lüzum görmedik. Fazla bil­gi edinmek isteyenler, Tefsîr-i İbn Cerîr Taberî, Mefatihü'i-Gayb ve Kur-tubî'ye müracaat etsinler. [302]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde gelip Kabe'yi yedi defa dolanıp tavaf etti, her defasında Hacer-i Esved'i elle selâmladı ve sonra Osman bin Talha'dan anahtarı alıp içeri girdiğinde İbrahim Pey­gamberle ilgili bazı resimler, bir de hurma ağacından yapılmış bir güver­cine rasladı. Resimleri sildirdi ve güvercini eliyle kırıp dışarı attı. Bir diğer rivayette içeride bir iki put bulunuyordu, onları kırıp dışarı attı. Sonra Ka­be'nin kapısında durarak orada hazır bulunanlara şöyle seslendi:

«Allah'tan başka ilâh yoktur; O birdir, ortağı yoktur. Va'dini yerine getirdi, kuluna yardım etti; küfür hiziplerini hezimete uğrattı. Haberiniz olsun ki, Kabe'nin hizmeti ve hacılara su dağıtma görevi hariç ne kadar tevarüs edilen payeler, kan ve mal davaları varsa hepsi şu iki ayağımın altındadır.» [303]

«Sana güvenip emanet bırakanın emânetini (vakti gelince) öde. Sana hiyânet edene sen hiyanette bulunma.» [304]

«Şüphesiz ki adaletle iş görenler kıyamet günü Allah katında Rahmân'ın sağında nurdan minberler üzerindedirler.» [305]

«Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz idaresi altındakilerden sorumlu­sunuz. Devlet başkanı bir çobandır, idare ettiği ülke ve milletten sorum­ludur. Adam ailesi üzerinde bir çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinde bir çobandır ve ondan sorumludur. Köle ve hizmetçi efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve ondan sorumludur. Haberiniz ol­sun ki, hepiniz birer çobansınız ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlu­sunuz.» [306]

«Şüphesiz ki Allah her çobandan güttüğünü koruyup korumadığı hak­kında soracaktır.» [307]

«Kim hüküm verecek makama getirilir ve insanlar arasında hükmet­mek üzere kadı tayin edilirse (dikkat etmediği takdirde) bıçaksız boğaz­lanmıştır.» [308]

«Hâkimler üçe ayrılır: Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Cennet'te olan, hakkı bilip onunla hükmedendir. Hakkı bilip bununla beraber hü­kümde haksızlık eden Cehennem'dedir. Bir de insanlar arasında bilgisizce hükmeden de Cehennem'dedir.» [309]

«Liderlik ve millete baş olmanın başlangıcı pişmanlık, ortası zarar, sonu ise kıyamet günü azâbdır.» (Ancak adaletle iş görenler müstes­na...) [310]

Ebu Zer el-Gıffarî (R.A.) anlatıyor: Resülüllah (A.S.) Efendimize dedim ki :

  Ya Resûlellah! beni bir göreve atamaz mısın? Bunun üzerine eli­ni omuzuma vurarak şöyle buyurdu :

  «Ya Ebâ Zer! doğrusu sen zayıfsın ve görev ise bir emanettir ve herhalde kıyamet günü o, rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti-hakkıyla alıp yürütenler müstesna...» [311]

 

Emaneti  Ehline Vermek

 

«Şüphesiz ki Allah emânetleri ehline vermenizi emreder.»

Millet yapısında en büyük emanet, milleti idare edenleri seçerken işi ehline vermektir. Bu, devlet başkanından tâ mahalle bekçisine varıncaya kadar idarî sistemin her kademesinde yasama, yürütme ve yargı organ­larında geçerli ve tazeliğini hiçbir devirde kaybetmiyen ilâhî emirdir. Te­mel hakların korunmasıyla içice bağlıdır. Ve aslında devletin devamlılı­ğının, milletin millet olarak varlığının ana felsefesidir. Kur'ân bu felsefey­le devleti, bütün kademe ve kuruluşlarıyla değerlendirir. Kendine sahip olamıyan, ruhuyla bedeni, dünyasıyla âhireti, işiyle ibâdeti arasında den­ge kuramıyan; hayatı sadece yeme, içme, eğlenme ve para kazanma çerçevesinde düşünen kişilerin başa geçmesine, idarî işlerin ağırlığını yüklenmesine cevaz vermez. Çünkü bu ölçüde olanlar iş başına getiril­diği takdirde, önce o memleketin kıyameti kopar. Hazret-i Peygamber'e (A.S.) soruldu : «Ey Allah'ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?» Efendimiz bu soruya şu cevabı vermiştir: «İş naehil kişilere verilince kı­yameti bekle, pek yakındır.» [312]

Şahsî ihtiras ve çıkarları uğruna milleti hiziplere ayıranları, ehil ol­mayan kişileri iş başına getirip ülkeyi sahipsiz bırakanları ne tarih affet-miştir, ne de ilâhî kanun...

Bunun için her konuda olduğu gibi devlet işlerinde de birine görev ve­rirken gerçek kıstası ümmetine sunan Resülüllah (A.S.) Efendimiz, rasge­le kişileri iş başına getirmemiş, takvayla birlikte liyakat ve ehliyet aramış­tır. Az yukarıda naklettiğimiz gibi, Ebu Zer el-Gıffarî (R.A.) bir gün O'na : «Ya Resûlellah! Bana bir görev vermez misin?» diye ricada bulunduğunda, Efendimiz ona şöyle demiştir: «Ya Ebâ Zer! doğrusu sen zayıfsın, görev ise bir emanettir ve herhalde kıyamet günü o rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesna..» Bunun gibi amcası Hz. Abbas (R.A.) bir yere âmil olarak görevlendirilmesini talep ettiğinde, bu işin çok mesuliyetli olduğunu hatırlatarak vazgeçmesini söylemişti.

Ünlü vezirishakPaşanın ehil olmayan bir kişiyi önemli bir göreve ata­dığını tesbit eden Fatih Sultan Mehmet Han, ona : «Paşa. bu hatâyı ikin­ci kez işlersen sadece vezirliği değil, başını da alırım! Devlet-i Âl-i Osman ancak dürüst, liyakatli ve bilgili kişilerin omuzlarında yükselebilmiştir.» demiştir.

İşte Kur'ân'ın lider ve idareciler hakkındaki açıklaması budur! Uyan­lar mutlu olmuştur. Uymayanlar ise kendini sıkıntıdan kurtaramamıştır. [313]

 

İnsanlar Arasında Hükmettiğinizde Adaletle  Hükmedin

 

Hitap, İslâm kültürü almış bilgili, yetenekli devlet kadrosunadır. Kur'ân bununla, insan haklarını korumanın, devletin her kademesinde hakkı ve adaleti yansıtmanın mü'minlere farz olduğunu açıklarken haysiyetli ya­şamanın da tek yolunu, adaletin ayakta tutulmasına bağlamaktadır. Ada­let güneşinin karardığı bir İslâm ülkesinde dinden ve ahlâktan, ibâdet ve taatten söz etmek yersiz ve anlamsızdır. Çünkü bunların hedefi bir bakı­ma hakların korunmasını sağlamak, mazlumdan yana olup zalimin karşı­sına çıkmaktır.

Soylu bir aileden hırsızlık yaptığı tesbit edilen bir kişinin soyu ve sos­yal durumu dikkate alınarak cezalandırılmaması için Resûlüllah (A.S.) Efendimize Usame bin Zeyd'i şefaatçi olarak gönderenlerin nasıl fahiş bir hata işlediklerini bilmekteyiz. Yeryüzünde ilâhî adaletin mümessili bu­lunan Sevgili Peygamberimiz (A.S.) durumu öğrenince rengi değişmiş ve : «Sizden önceki milletler bu yüzden helak olmuştur; soylu kişiler suç işle­yince ceza görmemiş, zayıf ve kimsesizler suç işleyince cezadan kendi­ni kurîaramamış. Allah'a yemin ederim ki kızım Fatıma bile hırsızlık etse elini kesmekte tereddüt etmem» buyurarak işin önemini bir defa daha Ashabına duyurmaya çalışmıştır. [314]

İkinci Halife Ömer (R.A.)in zina eden oğlunu ölüm cezasına çarptırdı­ğı hepimizin malûmudur. Bunun için Rahmet Peygamberi Hz. Muhammod (A,S.) Efendimiz : «Yeryüzünde ilâhî emre uygun tatbik edilen bir ceza, yeryüzündeki insanlar için otuz sabah yağmur yağmasından daha hayır­lıdır.» buyurarak, hükümde adaletin nasıl bir rahmet ve feyiz havası esti­receğine dikkatleri çekmiştir.[315] Bazı rivayetlerde ise «kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.» denilmiştir.

«Adaletle iş gören liderin geçen bir günü, aitmiş senelik (nafile) ibâ­detten hayırlıdır. Yeryüzünde ilâhî emre uygun olarak hakkıyla tatbik edi­len bir ceza, kırk yıl yağmur yağmasından daha feyizli ve daha bereketli­dir.» [316]Mealindeki hddîs, İslâm'ın adaletle hükmetmeğe ve tesbit edilen bir suçun cezasız kalmamasına gösterdiği dikkat ve önemi belirtmektedir. «Allah'ın koymuş olduğu hükümleri yakınlarınız ve uzaklarınız hakkın­da kusursuz uygulayın. Bu hususta ilâhî hükümleri tatbik ederken hiçbir ayıplayanın ayıplaması sizi bağlayıcı olmasın..» [317] mealindeki hadîs ise, peygamber Efendimizin sözüyle fiilinin birleştiğini, birinin diğerini doğru­ladığını kanıtlar.

Konuyu yine Resûlüllah (A.S,) Efendimizin bize ışık tutan şu temsili hadîsleriyle bağlamak istiyoruz :

«Allah'ın koymuş olduğu hükümleri kusursuz yerine getirmeğe çalı­şanlarla bu hükümleri (dikkate almayarak) suç işleyenlerin misali, bir ge­mide kur'a çeken yolcuların misaline benzer: Kimine kur'ada geminin alt katı, kimine de üst katı isabet etmiştir. Geminin alt kısmında olanlar su elde etmek için üst kattakilere uğrayıp, «biz kendimize yetecek kadar su alabilmemiz için kendi katımızda bir delik açsak ve üstümüzdekilere de eziyyet etmesek nasıl olur?» diye (üst kattakilerin fikrini almaya çalışır­larsa); üsttekiler onları kendi haline bırakır ve arzu ettiklerine müdahale etmezlerse, hepsi birden helak olur. Yok onlara engel olur, ellerini tutar­larsa, her iki kattaki insanların hepsi kurtulur.» [318]

Bununla Efendimiz Müslüman bir ülkede otokontrolün sağlanması­nı, toplumun birbirine sahip çıkmasını, ülkenin huzurunu kaçırmak isteyen ve insan haklarına el uzatanlara karşı durulmasını emretmektedir.

Tekrar edelim ki, İslâm'a göre ADALET, her şeyi lâyık olduğu yere koymak, her işi ehline vermektir. Bunun aksi ise zulümdür. Yine İslâm'a göre, ADALET, her hakkı sahibine vermek, haksızı cezalandırmak, haksız­lığa uğrayandan yana olmaktır. Konumuzu oluşturan âyetle bu hususlar mü'minlere, özellikle İslâm büyüklerine emredilmektedir. Emir ise bu ko­nuda vücubu gerektirir. [319]

 

Ahlâkî Ve Sosyal Yönü

 

«Şüphesiz ki Allah emânetleri eh­line vermenizi emreder.»

Âyetin açık anlatımından, hitabın topluma ve daha çok yetkili organ­lara yapıldığını anlıyoruz. Ancak emanetler nelerdir ve ehil kişiler kim­lerdir? Bu İki soruyu yanyana getirdiğimizde, sorumluluğunu taşıdığımız ve korumakla yükümlü bulunduğumuz her şeyin emanet, her iş ve konuyu önemine göre sağlıklı biçimde yürütebilen kimselerin de ehil kişiler oldu­ğunu söyleyebiliriz.

İşte âyeti bu açıdan ele alıp değerlendirdiğimizde emânetlerin üç grupta toplandığını görürüz :

1.  İnsanlarla Allah arasındaki emânetler.

2.  İnsanların birbirleri arasındaki emânetler.

3.  İnsanla nefsi arasındaki emanetler..

Birincisi, Allah'ın bizden yana verdiği nimetleri, gönderdiği Kitap ve Peygamberleri; ve tek kelimeyle Allah'ın buyruklarını içine alır. Nimetin şükrünü yerine getirmek, emânete ehil olmaktır. İlâhî buyruklara uymak, emâneti korumaktır. Yaratanımıza karşı kulluk görevimizi yapmamız ken­dimizi devamlı ehliyet düzeyinde tutmamızdır.

İkincisi, memleket ve millet malını korumayı, her görevi ancak ehil olana vermeyi; ehil kişiler, liyakatli adamlar yetiştirmek- için ciddi bir eği­tim sistemini oluşturup yaygınlaştırmayı; bize güvenenlerin bıraktıkları her türlü emaneti gerektiği şekilde muhafaza etmeyi ve zamanı gelince ema­neti sahibine teslim etmeyi en ölçülü biçimde içine altr.

Üçüncüsü, dünya ve âhiretimize yarar sağlayacak işlerle uğraşmamı­zı, ömür sermayesini gereksiz yere harcamamamızı; ruhumuzla bedenimiz, dünyamızla âhiretimiz, ibâdetimizle işimiz arasında denge kurmamızı; hem din hem dünya ilimlerini birlikte okuyup hayatımıza yön vermemizi içine alır.

Emaneti bu üç yönüyle bilip kavrayan mü'minler hem kendi yapısı içinde olgunlaşmanın örneklerini, hem sosyal bünye içinde sağlam karak­terli bir cemaat oluşturmayı gerçekleştirirler. Kur'ân-ı Kerîm'in de bizden istediği elbetteki budur!. [320]

 

Hukukî Yönü

 

«Adalet mülkün temelidir.» sözü tarihe geçmiştir. Bütün semavî din­ler bu temelin gerçekleştirilmesini emretmiş; her millet kendi yapısına göre bir hukuk sistemi meydana getirme ihtiyacını duymuştur. Böylece diyebiliriz ki hukuk ve adalet insanla başlamış ve yine onunla sona ere­cektir; yeryüzünde insan var oldukça hukuk ve adalet de -arızalansa bile-devam edecektir. Kur'ân'da bu müesseseye ağırlık verilmesinin sebebi acıktır: İnsan kafasından çtkan sistemler başarılı olmamış, aynı zamanda neticeye götürücü de bulunmamıştır, Hammurabi Kanunnamelerinden tutun da Roma Hukukuna kadar birçok değişik ölçü ve anlamda hukukî sistemler vücuda getirilmiş, ancak hiç biri fert ve toplumu tam anlamıyla disipline edip kontrol altına alamamış ve arzulanan mânada caydırıcı ve. frenleyici gücü taşıyamamıştır. Hazret-i Peygamber (A.S.)ın bu konuyla ilgili üçyüzün üstünde hadîs buyurması, ilâhî hukuk sistemini arızasız vü­cuda getirmeye ve işler hale sokmaya yöneliktir. Tatbik imkânı bulduğu devirlerde topluma ve aileye huzur getirmiş, hapishaneler boş kalmış, mü­tecavizler parmakla gösterilecek kadar azalmıştır,

Konunun İslâm'daki yer'ni belirtmemiz için hem Kur'an'dan, hem ha­dîsten birkaç örnek vermemiz uygun olur: Kur'ân-ı Kerim :

«İnsanlar   arasında   hükmettiğinizde   adaletle   hükmetmenizi   emre­der.» [321]

«Allah için(hakkı) sağlam ölçülerle ayakta tutun; adaletli şahitler olun ve bir kavme (veya millet ve topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sizi sakın adaletsizliğe itmesin. Adaletle hareket edin; o, takva (Allah'tan say­gı ile korkup kötülüklerden sakınma)ya daha çok yakındır,» [322] «De ki, Rabbım adalet ve insafı emretmiştir.» [323] «(Ne yapacağını bilmiyenle), adaletle emreden ve dosdoğru yol üze­rinde bulunan kimse hiç eşit olurlar mı?» [324]

«Şüphesiz ki Allah, adaleti,  iyiliği, yakınlardan  (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder.» [325] Hadîs-i Şerif:

«Bir saat adaletle iş görmek, altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha ha­yırlıdır.» [326]

İslâm'a göre :

1. Adaletle hükmedebilmek İçin beş hususa dikkat etmek gerekir: 1. Davacıyla davalıyı dikkatle dinlemek, iddiaları hukuk ve vicdan kıs­tası içinde değerlendirmek,

2.  Hâkimin tarafsız olmaya dikkat etmesi, kalben de olsa birine mey­letmemesi,

3. Hâkimin hukukî meselelerde Allah'ın  Kitabını, Peygamberin Sün-, netini, icmâ'ı ve müctehidlerin ictihad yollarını bilmesi,

4. İki  tarafın  delillerini,  gösterecekleri  şahitleri,  ortaya   koyacakları belgeleri çok dikkatle incelemesi ve değerlendirmeye çalışması,

5.  Davayı  askıda   bırakmayıp  belgeleri   kısa  zamanda  değerlendirip haklıyı haksızdan ayırt etmeyi kendine farz sayması...

Bu konuda İmam Şafiî de şöyle demiştir:

Hâkim beş şeyde davalıyla davacı arasında tarafsız davranır: İçeri­ye alınmalarında, oturmalarında, onlara yönelmede, sözlerini dinlemede ve aralarında hüküm vermede... [327]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah, Müslümanları idare eden, hüküm verme durumunda olan devlet adamlarına adaletle iş görmelerini; emanetleri ehline vermelerini emretti. Aşağıdaki âyetle, bu ölçüdeki devlet adamla­rına itaati emrederken tartışmaya sebep olan konuların çözümünde Al­lah'ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine başvurmaları, çıkarılan kanunla­rın ve verilen hükümlerin bu iki kaynakta uzman olan kurullarda gözden geçirilmesi de emrediliyor. [328]

 

Meali :

 

59— Ey imân edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin, siz­den olan emir sahiplerine de... Bir şey hakkında tartışıp çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün; tabiî eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız... Böyle yapmanız daha hayırlı, sonuç itibariyle de daha iyi­dir.

 

İniş Sebebi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz, Halid bin Velid(R.A.) kumandasında bir bölük mücahidi Arap kabilelerinden biri üzerine göndermişti. Gidenler ara­sında ilk müslümanlardan Ammar bin Yasır (R.A.) da bulunuyordu. Halid bin Velid (R.A.) kabileye yaklaşıp sabahı beklemeye koyuldu; derken o kabile halkı kuşatıldıklarını haber alınca yurtlarını bırakıp gece kaçtılar, sadece onlardan bir adam kaçmayıp İslâm'a girmek üzere Ammar bin Yasır'a ge­lip sığındı. Müslüman olduğu takdirde güven içinde kalacağına te'minat is­tedi. Hz. Ammar (R.A.) ona: «Bundan böyle güven içindesin!» diye teminat verdi. Adam evine döndü. Sabahleyin Halid bin Velid kabileyi bastığında o adamdan başkasına raslayamadı. Onu yakalayıp malıyla birlikte alıp getirdi. Ammar, «Ya Halid! o adama ben güven verdim, o da İslâm'a gir­di, kendisine dokunma» diye uyarıda bulundu. Halid (R.A.) Ammar'tn bu davranışına kızdı ve : «Ben emîr (kumandan) olduğum halde sen müsaade almadan başkasına güven veriyorsun, olur şey değil!.» dedi ve bu konu­da tartıştılar, sonunda durumu Peygamber (A.S.) Efendimize arzettikle-rinde, Peygamberimiz (A.S.) o adamın güven içinde bulunmasını uygun gördü, ancak bundan böyle emîr (kumandan)dan izin almadan kimseye güven verilmemesini emretti. Bu sebeple de yukarıdaki âyet indi. [329]

 

İlgili Hadisler

 

Hz. Ali (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz bir bölük mücahidi bir tarafa gönder­mişti. Başlarına tâyin edilen emîr (kumandan) ile aralarında tartışma çık­mış, derken kumandan maiyetindekilere odun toplayıp ateş yakmalarını emretmiş. Onlar da emre uyup ateş yaktıktan sonra kumandan onlara : «Kendinizi bu ateşe atmanızı emrediyorum, haydi kendinizi ateşe atın!.» diye emretmişti. Mücahitlerden bir genç işe müdahale ederek «Ya Emîr! siz bu ateşten kaçıp kurtulmak için Peygamber {A.S.) Efendimize sığın­madınız mı? Şimdi bizi bu ateşe sokmaya çalışıyorsun. Hele acele etme. dönüp Peygamber (A.S.) Efendimize durumu arzedelim, ondar, sonrası ko­lay.» Böylece tartışma sürüp gidiyor ve Peygamber (A.S.) Efendimize au-rum anlatılınca, şöyle buyuruyor: «Eğer emre uyup kendinizi ateşe atsay-dınız bir daha ondan çıkamaz (ebediyen ateş içinde kalırjdınız. Başınızda-ki emîre (kumandan) itaat ancak mârufta (aklen ve dinen uygun olan hu-suslar)dadır.» [330]

«Baştaki emiri -günah ve isyanı gerektiren bir şey ile emretmedikçe-dinleyip itaat etmek Müslümana, sevdiği ve tiksindiği her hususta vâcib-dir. Ancak emîr (Allah'a karşı) isyanı gerektiren bir şey ile emrederse ar­tık ne onu dinlemek, ne de itaat etmek vaciptir.» [331]

«İsterse başınıza, başı üzüm tanesi kadar Habeşli bir köle emîr tâyin edilsin, onu dinleyiniz, itaat ediniz.» [332]

Ebu Hüreyre (R.A.) diyor ki:

«Gönül dostum Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kulak ve burnu kesik bir Habeşli köle bile olsa başınızdaki emîri dinleyip itaat etmenizi tavsiye bu­yurdu.» [333]

«Kim başta bulunan emirden hoşlanmıyacağı bir şey görürse sabret­sin. Çünkü kim İslâm cemaatinden bir karış ayrılırsa, cahiliye devrindeki ölümle ölüp gider.» [334]

«Kim bana itaat ederse, gerçekten o, Allah'a itaat etmiştir. Kim ba­na isyan ederse, herhalde Allah'a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse gerçekten bana itaat etmiştir. Kim ona baş kaldırırsa, bana isyan etmiş­tir.» [335]

«Yaratan'a isyanı gerektiren hususlarda yaratılana itaat edilmez.» [336]

 

Dört Delil

 

 <<Bir şey  hakkında şirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün...»

İslâm meselelerin çözümünde dört delile dayanır: Allah'ın Kitabına, Peygamber (A.S.)ın Sünnetine, Ümmetin İcmâma ve Kıyasa. Bir meseleyi çözüp hükme bağlamada önce Allah'ın Kitabına başvurulur; orada bir de­lil bulunmadığı takdirde Peygamber'in Sünnetine gidilir. Onda da bir delil bulunmadığı takdirde ümmetin yetişkin ilim adamlarının icmâına başvu­rulur. O mesele hakkında bir icmâ' yoksa, nass ile sabit olan ona benzer bir hükme kıyas yapılarak mesele çözülür.

«Bir şey hakkında tartışıp çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün!» emri önoe iki ana delile baş vurulmasını önerir, Tatbikatta bu iki delilde bir hükme Taşlanmadığında, ilim adamlarının icmâının bulunup bulunmadığı araştırılır. Nitekim Ebûbekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde As-hab-ı Kiramın birkaç mesele hakkında icmâ'ı olmuş ve bütün müslüman-lar da ona uymuştur. İomâ' bulunmadığı takdirde Kitap ve Sünnette ona benzer bir hükme -menatlarda birleşiyorsa- kıyas yapılır. Bilhassa Irak müotehidleri yani rey tarafdarı olan ilim adamları kıyasa geniş yer vermiş­lerdir. [337]

 

Emir Sahiplerine İtaat

 

«Ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin..»

Âyetin cümle konumu ve kelime dizisinden Müslüman ülkeyi idare eden liderlere, devlet adamlarına -Allah ve Peygambere itaat ettikleri takdirde-itaat vaciptir, hükmü çıkarılmıştır. Çünkü Allah ve Peygamber'e itaat mut­lak ölçüde belirtilirken emir sahiplerine itaat mukayyed biçimde atıf ya­pılarak ifade edilmiştir.

Yine âyetin anlatımında yer alan cümle ve kelimeler dikkate alındı­ğında şu hükümlere yer verildiği görülür:

1.  İslâm sisteminde .mü'minlerden seçilen lidere itaat vaciptir. Lider, Allah'a isyanı gerektiren hususlarda emir verir veya bu anlamda kanun çıkarırsa, artık ona itaat vacip değildir. Çünkü Allah'a isyanı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez.

2.  Mü'minlerden olmayan liderlere itaat vâcib değildir. Ancak bir anlaşma yapılmışsa, ona riayet edilir. Bu da umum Müslümanların yararına görüldüğü takdirde böyledir.

3. Allah'a karşı günah ve isyanı gerektiren hususlarda lidere itaat edilmemesi, ona baş kaldırmayı gerektirmez. Çünkü bu büyük bir fitneye sebep olabilir. O halde lideri doğru yola getirmenin çare ve yolları araş­tırılır. Azil nihaî çaredir. Kitap ve Sünneti temsil eden yüksek ilim kurulu­nun kararıyla lider azledilir. Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimiz bu hu­susta şöyle buyurmuştur:

«Benden sonra bir takım liderler sizin başınıza geçecek; iyisi iyiliğiy-le, kötüsü kötülüğüyle idarecilik yapacak. Hakka uygun hususlarda on­ları dinleyip itaat edin ve arkalarında namaz kılın. İyilikte bulunurlarsa hem sizin hem onların lehine olur. Kötülük yaparlarsa, sizin lehinize onların aleyhine olur.» [338]

Müslüman halkın lehine olur, daha iyi bir lider seçme imkânları do­ğar. Liderin aleyhine olur, azledilmesi gerekir.

4.  Emir verme durum ve mevkiinde bulunan her Müslümana -asker olsun, sivil olsun- itaat vaciptir. Ancak Allah'a isyanı gerektiren husus­larda bu vücub kalkar. Nitekim bir âmir maiyetindeki me'mura gayr-i ka­nuni bir emir verdiğinde me'murun o emri yerine getirmesi suçtur. Bu tür emirlerde âmire itaat edilmez.

5.  Müslüman halk ile yasama ve yürütme mevkiinde bulunan lider ve idareciler arasında bir konu hakkında anlaşmazlık, tartışma çıkarsa, ko­nu Allah'ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine döndürülür, yani bu iki ana kaynakta uzman olan ilim kuruluna havale edilir. Kurulun vereceği karara her iki taraf uymak zorundadır. Bu, daha çok İslâm Sisteminde yer alan yasama ve yürütmede Kitap ve Sünnete ters düşme söz konusu olduğun­da baş vurulan çözüm yolu ve merciidir.

Tabii bütün bu esaslar İslâm Anayasasında düzenlenir. [339]

 

Rivayetler – Yorumlar

 

Hicrî üçüncü asır ricalinden ünlü veli ve ilim adamı Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (R.A.) diyor ki:

«Başınızdaki sultana yedi şeyde herhalde itaat edin : 1. Basılan altın ve gümüş paralarda (devlet tarafından basılan pa­ralarda),

2. Ölçü ve tartılarda,

3.  İlâhî hükümlerde (Kur'ân ve Hadîse uygun olan emirlerde),

4.  Hac konusunda,

5.  Cuma konusunda,

6.  İki bayram konusunda,

7.  Allah yolunda savaşta...» Sehl devamla diyor ki ;

«Müslüman sultan, -isterse haksız olsun- bir ilim adamını fetvadan men'ederse artık o ilim adamının fetva vermesi caiz değildir; fetva vere­cek olursa âsi ve günahkâr sayılır.» [340]

İnsanlar başlarındaki hükümdara ve ilim adamlarına saygı gösterdi­ği sürece hayır üzere olacaklar. Bu iki sınıfa saygılı oldukları zaman Al­lah onların hem dinlerini, hem dünyalarını düzeltir. Bu ikisini küçümseyip hafife aldıkları gün, Allah onların hem dindarlıklarını, hem dünya ve âhi-retlerini bozar (düzensizlik doğurur.)

İbn Huveyz Mendad diyor ki:

«Müslüman sultana -Allah'a itaat sayılan hususlarda- itaat vaciptir. Allah'a karşı günah ve isyan kabul edilen hususlarda ise itaat vacip de­ğildir. Tabii bu ona karşı isyanı gerektirmez.» [341]

Hz. Ali  (R.A.) diyor ki :

«Müslümanların başında bulunan liderin adaletle hükmetmesi ve ema­neti ehline vermesi bir hak ve vecibedir. Lider böyle davranırsa ona itaat etmek Müslümanlara vaciptir. Çünkü Allah bize emaneti ehline vermemi­zi ve adaletle hükmetmemizi emretmiştir. Sonra da başımızdaki lidere itaati emretmiştir.» [342]

Cabir bin Abdullah ve Mücahid'e göre :

Ulu'l-emir, yani emir sahipleri, Kur'ân ve ilim ehli olanlardır. İmpm Mâlik de bu yorumu beğenmiştir. Dahhak da aynı görüştedir. [343]

Kurtubî'ye göre :

Bu rivayetlerin en sahih olanı ve Kur'ân'ın ruhuna en çok uygun bu­lunanı, Hz, Ali (R.A.) ile Hz. Câbir'in yorumlarıdır.

Müfessir Şevkanî Fethülkadîr'de eliyor ki:

«Allah'a itaat. Onun emir ve yasaklarına uymaktır. Peygamber'e itaat, onun emir ve nehiylerine uymaktır. Emir sahiplerine yani lider durumun­da olanlara gelince: Baştaki hükümdarlar, liderler, kadılar ve şer'î idare­ciliği olan herkestir. Azgınlık ve sapıklık üzere olan liderlik değildir. Bun­lara itaatten maksat, Allah'a karşı isyan ve günah durumu olmayan hal­lerde uymaktır. Çünkü Allah'a isyam gerektiren hallerde insanlara itaat edilmez.» [344]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah'a ve Peygambere mutlak surette itaattn mü'-minlere farz; baştaki liderlere de Allah'a karşı günah ve isyanı gerektir-miyen hususlarda itaatin vâcib olduğu belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle, İs-lâmiyeti ruhuyla manasıyla kalbine yerleştiremeyip dıştan Müslüman, iç­ten inkarcı olanlarla kalbinde nifak ve fitne hastalığı bulunanların Allah ve Peygamberin vereceği hükme razı olmayacaklarına değinilerek bunun sebeplerine işaret ediliyor ve dolayısıyla İslâmiyeti bütünüyle incelemenin gerektiğine dikkatler çekiliyor. [345]

 

Meali :

 

60— Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Bâtılı temsil edenin önünde muhakeme olmak is­terler; halbuki onu tanımamak (reddedip uymamak)la emrolunmuşlardı. Şeytan onları çok uzak bir sapıklıkla saptırmak ister.

61—  Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin, denildiği za­man, münafıkların senden hep uzak kaldığını görürsün.

62—  İşlediklerinin karşılığı olarak kendilerine bir musibet dokununca nasıl da çok geçmeden sana gelip, iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik, diye Allah ile yemîn ederler.

63—  İşte bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerinde olanı çok iyi bilir. Onlardan yüzçevir, onlara öğüt ver, onlara kendileriyle ilgili çok te-sirli açık-seçik söz söyle.

 

İniş Sebebi

 

Biri münafık, diğeri Yahudi iki adam arasında ihtilaf vardı. Yahudi, rüşvet almıyacağıni bildiği için Hz. Muhammed'in (A.S.) huzurunda mu­hakeme olmalarını, münafık ise Yahudilerden bir hakimin yanında muha­keme olmalarını istiyordu. Sonunda anlaşamadılar ve Cüheyne kabilesin-deki kâhine gitmeye karar verdiler.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [346]

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayette ise şöyle deniliyor:

Biri Yahudi, diğeri münafık iki kişi arasında dâva konusu bir mesele vardı. Yahudi davanın çözümü için Hz. Muhammed'e (A.S.) gidelim dedi­ği halde münafık, hayır Yahudilerin ileri gelenlerinden Kâb bin Eşrefe gi­delim, diye diretiyordu. Yahudinin ısrarı üzerine münafık istemiye iste-miye Peygamber'e (A.S.) müracaat ettiler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki tarafı dinledikten sonra Yahudiyi haklı buldu ve hükmünü verdi. Münafık bu kez Hz. Ömer'e (R.A.) gidelim diye tutturdu, Ömer'e (R.A.) gittiklerin­de, o, «Peygamber Efendimize gitmediniz mi?» diye sordu, Yahudi, «git­tik ama davalı olan şu adam onun verdiği hükme razı olmuyor. Beni iste­mediğim halde size getirdi.» Ömer (R.A.) durun, ben aranızdaki davayı halledeyim dedi ve odaya girip kılıcını alarak münafıkın üzerine yürüdü. Öldüresiye bir dayak attı, bazı rivayetlere göre onu öldürdü, Yahudi kor­kusundan ortadan toz oldu. Ömer (R.A.) «Peygamber'in verdiği hükmü kabul etmiyen hakkında uygulanacak hüküm budur!» diyerek gerekeni yaptı.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi ve Cebrail, hakla bâtılı birbi­rinden ayıran Ömer'e, FARUK ismini verdi. [347]

 

İslâmî Hükümleri Beğenmemek

 

«Bâtılı temsil edenin önünde muha­keme olmak isterler.»

İslâm kendine has bir dünya görüşü, bir hayat nizamı getirmiş ve ona göre idarî, hukuki, ekonomik, sosyal ve kültürel organlarını kurmuş; bü­tün esas ve prensiplerini insanlığın hayrına, mutluluğuna ve huzuruna yö­neltmiş, bütün sistemlerini adalet, ahlâk ve faziletle birleştirip bütünleş-tirmiştir.

Bu bakımdan İslâm'ın koymuş olduğu her hükmü, geliştirdiği her mü­esseseyi onun bütünlüğü içinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Aksi hal­de yanlış bir yargıya varılır. Bunu birkaç misalle açıklıyalım : Faiz sistemi­ni ele alıp İslâm'ın sadece faizi haram kılan, faizsiz ödünç vermeyi teşvik eden hükmüyle karşılaştırdığımızda pek sıhhatli bir sonuca varamayız. Çünkü bu konuda İslâm'ın diğer bütün sistemlerini, ulaşmak istediği so­nuçları bilmek gerek. Meseleleri münferit ele alıp bir takım kıyaslamalar yapmak bizi yanıltabilir. Sebep malûm; ortada sağlıklı bir karşılaştırma mevcut değildir. Faizi haram kılan hükümleri, İslâm'ın en azından aile, sosyal, ekonomik, ahlakî ve idarî yönleriyle değerlendirmek şarttır. Ancak o zaman faizin neden haram kılındığını kavrayabilir ve onu mubah sayan bir görüşle karşılaştırıp susturucu cevap verebiliriz. Mal ve hayat sigortası ve benzeri dayanışmaya yönelik kurumların mutlak surette yararlı olduğu­nu sayunup bu tür kurumları İslâm'a uygun görmek veya İslâm'ı bunlara uydurmaya çalışmak yine bizi sağlıklı bir sonuca götürmez. Çünkü İslâm'ı sosyal anlamda yardımlaşma açısından ele alınca onu bütün sosyal ve uhrevî yönleriyle, ahlâkî ve hukukî görüşleriyle, devlet ve vergi sistemiyle bir bütünlük içinde gözden geçirmemiz gerekir. O takdirde sözü edilen sosyal anlamdaki yardımlaşma kurumlarının yeri ve ölçüsü belirlenebilir.

İşte Kur'ân'da konumuzla ilgili âyetlerle, İslâm'ı bütün yönleriyle de­ğil sadece bir yönüyle ele alıp günlük olaylar karşısında gayr-i İslâmî sis­temlerle yorumlamak isteyenlerin tutum ve anlayışı kınanıyor ve o gibiler münafıklıkla vasıflandırılıyor. Çünkü münafık, İslâm'a ya kelimeyle, ya da şeklen bağlı bulunan, içi dışına, kültürü imânına, imânı yaşayışına uyma­yan ikiyüzlü kimse demektir. Oysa bir meseleyi münferit biçimde değerlen­dirmek ve mutlaka gayr-i İslâmî görüş veya sisteme uydurmaya çalışmak isteyen kimse, çoğu zaman İslâmiyet hakkında doğru bir yargıya sahip olamaz. Olamıyacağı için de hem Müslüman geçinir, hem onun hayat riı-zemiyle koymuş olduğu bazı esas ve prensipleri beğenmez veya Batı âleminin kendi yapısına uygun hazırladığı düzene kıyasla onu hafife alma basiretsizliğini gösterir. Bu, insanı sadece münafıklığa değil, küfre kadar götürür.

Birçok çağlarda ciddî biçimde dinî kültür almayan, gelenek ve göre­nek düzeyinde Müslüman geçinenlerden bir kısmının durumu, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrindeki münafıklardan farksızdır. Onlar tağutun (bâtıl ve inkâr) önünde meselelerini halletmeye çaiışılardı. İsimleri değişik, mak­sat ve amaçlan aynı idi. «Halbuki (hepsi de) bâtılı tanımamakla emrolun-m uslardı.»

«Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin, denildiği zaman, münafıkların senden hep uzak kaldığını görürsün..» Evet dün de böyle idi, bugün de... [348]

 

Dindarlığın Bu Türü Dert Ve Musibet Getirir

 

«İşlediklerinin karşılığı olarak kendilerine bir musibet dokununca na­sıl da cok geçmeden sana gelip, iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik, diye Allah ile yemin ederler..»

İslâm kültürünü ciddi biçimde alamıyan bazı Müslümanların yanlış tu­tumları, bilgisizce davranışları İslâm'ın hayat nizamının kerpiçlerini bir bir düşüre düşüre onu tanınmaz hale getirmiştir. Bereket versin ki Cenâb-ı Hak insanların hayrına sunduğu son dinin koruma işini kendi üzerine al­mıştır. Bu bakımdan bilgisiz çevrelerde İslâm belirsiz hale gelse de onu ayakta tutmak için çırpınanlar, Allah'ın yardımıyla onun muhteşem sara­yını yer yer ayakta tutmaya muvaffak olmuşlardır.

Kerpiçleri bilerek veya bilmlyerek bir bir çekip İslâm'ın hayat niza­mını tanınmaz hale getirenlerden bir kısmı namaz kılar, ama zekât ver­mez. Çünkü namaz parasız bir ibâdettir. Her ihtimale karşı kıyamette ye­niden dirilip kaikmak gerçekleşirse bu bir te'minat ve tutamak olur, dü­şüncesiyle şeklen yerine getirilir. Bunlardan bir kısmı da namaz kılar, hacca gider fakat faizi mubah sayar. Gayr-i meşru yolda maddecilere uyup küfürle imân arasında bocalayıp durur. Bir kısmı da İslâm'ın pek önemsemediği veya üzerinde durmadığı basit konularla, kıyafet ve nafi­lelerle uğraşıp koyu bir dindarlık gösterdikleri halde, kısa yoldan zengin olmanın yollarını açarken hiç de bu hassasiyeti ve koyu dindarlığı gös­termezler. Fahiş fiatla mal satmak, ihtikâr yapmak başlıca sanatları ara­sında bulunur. Böylece kendi bünyesinde ve çevresinde bu yanlış tutu­muyla İslâm'ın hayat damarlarını kestiğinin farkında bile değildir. Bir kıs­mı da Müslüman din âlimlerinde kusur ve günah bulmaya çalışır. Peygam­berlerden başka diğer bütün insanların kendi derece ve irfanlarına göre bir takım kusur ve günahlarının bulunabileceğini hatırından bile geçirmez; böylece din adına nasıl cinayetler işlediğinin farkında bile değildir. Büyük bir çoğunluk da anti-İslâmî kuruluş ve sistemlerin durmadan dinlenme­den metotlu çalıştıklarını, İslâm'ı mefluç hale getirmek için milyarları har­camaktan kaçınmadıklarını yana-yakıia anlatır, fakat İslâm cevherinin gö­nüllere işlenmesinde, Peygamber (A.S.) Efendimizin koymuş olduğu me­tot ve en sağlam ölçülerin uygulanması için hiçbir fedakârlıkta bulunmaz.

Hal böyle olunca İslâm'da yer yer gedikler açılmış; ateizm ve mater­yalizm ile komünizm ve bunların giriş kapısı sayılan sosyalizm bu gedikle­ri genişleterek kaleyi içinden fethetmeyi plânlamış; Müslümanları, -yine İslâm'ın hayat dini olduğunu bilmiyenieri kullanarak- bölüp parçalamışlar­dır. İslâm'a karşı olan akımlar birer akıntı halini alıp belli bir kanalda bir­leşince, sele dönüşmüş, bütün müslümanlan tehdit eder bir görünüm ka­zanmıştır. Sözü edilen şuursuz dindarlar kısmen olsun işin nereye vardı­ğını gz-çok anlamaya başlayınca, «Biz iyilik etmekten ve arabulmaktan başka bir şey arzu etmedik,» diyerek felâketin girdabında bocalayıp du­rurlar. Günümüzde komünizm ile anarşizm tarafdarlarının felâket haline dönüşmesi karşısında, sözü edilen Müslümanların masumane tavır takın­malarını örnek gösterebiliriz-

Kur'ân bilhassa bu doğrultuda bulunan dindarları, felâket gelip eşiğe dayanmadan, ateş bacayı sarmadan uyarmaya çalışıyor ve Peygamber (A.S.) Efendimiz devrindeki durumu örnek olarak sunuyor.

İlim adamlarımıza düşen görev elbette ki çok büyüktür. İslâm kül­türünden yeterince nasîbini almamış olanları en tesirli sözlerle eğitmek, İslâmî hakikatleri toplumun kültür seviyesine göre anlatmak manevî bir görevdir.

İslâm'ı ilâhî yüceliğiyle ve insanlığa sunduğu güzel ahlâk ve rahmet dolu düzeniyle henüz kavrayamıyan ve daha çok şekil yönüyle dindar olan­lara İslâmî hakikatleri aşılamanın yolunu ve metodunu Kur'ân yukarıdaki âyetlerle üç madde haKnde sunuyor:

1.  Aşın tenkitten  kaçınmak, yanlış yolda olanların  üzerlerine  fazla varmamak,

2.  Kalblerini yumuşatacak, ruhlarına serinlik, gönüllerine umut vere­cek, dinî duygularını kamçıltyacak öğütler vermek; kendini İslâm'a ada­mış bahtiyarların hayatından yine ölçülü biçimde örnekler vermek,

3.  Kültür seviyelerini, sosyal durumlarını ve bağlı bulundukları çevre­nin özelliklerini dikkate alarak ilmî açıdan en tesirli sözler söylemek, bu hususta konuşma tekniğine sahip güçlü ilim adamları ve hatipler yetiş­tirmek...

Açıklama :

TAĞUT : Hakk'ın karşısında olan her şey; put, kâhin, sihirbaz, büyü­cü, şeytan, demektir. [349]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İslâm'ın yüceliğini, azizliğini gönüllerine henüz dosdoğru sindiremi-yenler Peygamber (A.S.) Efendimizin vereceği hükme pek yanaşmak iste­miyorlardı. Yukarıdaki âyetlerle bunlar yeriliyor ve Peygamber'e itaatin farz olduğu belirtilerek İslâm'ın bütün müesseseleriyle bir bütün olduğu­na dikkatler çekiliyordu. Aşağıdaki âyetlerle Peygamberlerin ne maksatla gönderildiği, doğru yolu göstermekle görevli oldukları açıklanıyor. Pey­gambere yan çizenlerin dönüş yaptıkları, tevbe ve istiğfarda bulunduk­ları, Peygamberin de onlar hakkında bağışlanma dilediği takdirde Allah'ın tevbeleri çokça kabul eden olduğu belirtilerek hakka davetin en güzel şek­li yapılıyor. [350]

 

Meali :

 

64—  Biz gönderdiğimiz her peygamberi, ancak -Allah'ın izniyle- ken­disine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettiklerin­de sana gelip Allah'tan günahlarının bağışlanmasını diieselerdi ve Pey­gamber de onlar için Allah'tan bağışlanma dileseydi, herhalde Allah'ı tev­beleri çokça kabul eden ve çok merhametli bulurlardı.

65—  Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında tartışıp çekiştik­leri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden dolayı İçlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir bağlanışla bağlanmadıkça imân etmiş olmazlar.

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre, Ashab-ı Kiramdan Zübeyr bin Avvam (R.A.) ile Ansar-dan biradamın,bahçe sulama konusunda aralarında anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzettiklerinde. Efendimiz (A.S.), Zü-beyr'e : «Kendi bahçeni suladıktan sonra, suyu komşunun bahçesine sa­lıver!» diye buyurdu. Adam bu hükme pek razı olmadı ve : «Görüyorum ki halanızın oğlundan yanaşınız..» diyerek küstahlık etti. Peygamber (A.S.)

Efendimizin rengi değişti ve: «Ya Zübeyr! Bahçeni sula ve çevresindeki kesiğe ulaşıncaya kadar suyu tut, sonra da komşunun bahçesine salıver!.» buyurdu.

Birinci hükümde iki taraf için kolaylık ve genişlik vardı. Ama taraf­lardan biri razı olmayınca bu defa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hukukun gereğini emretti ki bu, itiraz edene İlk sağlanan kolaylığı kaldırıyordu. Böy­lece Zübeyr'e de su hakkının tamamını kullanması sağlanmış oldu. Bunun üzerine 65. âyet indi. [351]

 

İlgili Hadis

 

«Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, sizden birinizin ar­zu ve hevesi benim getirdiğim (dine ve taşıdığı ilâhî hükmje tabi olmadık­ça imân etmiş olmaz.» [352]

 

Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet

 

«Biz gönderdiğimiz her pey­gamberi, ancak -Allah'ın izniyle- kendine İtaat edilmesi için gönderdik.»

.İnsan aklı, kendine has mantığıyla birleşince fizikî alanda eserden müessire, sanattan sanatkâra, dekordan dekoratöre geçiş sağlayacak güçtedir. Ancak akıl; sanatı, dekoru nasıl sonradan meydana getirilmiş bir ölçüde kabul ederse, bunu sanatkârın ve dekoratörün de sonradan var ol­duğuna delil sayar. İllet ma'lûl zincirlemesi, yani her malûlün bir illeti var­sayılarak zincirleme sürüp gitmesi ortaya çıkar ve akıl ister istemez bu fasit dairede bocalayıp kalır. Ayrıca dünya ile âhiret arasında bu ölçüde -yani illet malûl anlamînda- ilgi bulunmadığı ve gecenin gelmesinin, ardın­dan gündüzün geleceğine delil sayılması ölçüsüne girmediği için âhiretin geleceğine bir geçiş de sağlayamaz. Üçüncü bir husus daha var ki, akıl onu kavramakta yalnız başına yeterli değildir: Varlık âlemini yaratan hak­kında sıhhatli bir sonuca varamaz. Aynı zamanda yaratana nasıl kulluk edileceğini de kâmil anlamda tesbit edemez.

İşte aklın geçiş sağlayamadığı hususlar insan için çok lüzumludur. Onsuz ne ruhla beden, ne dünya ile âhiret, ne de madde ile mâna arasında denge sağlanabilir. Bu bakımdan akla ve mantığa yardımcı olup ışık tutacak bir kuvvete ihtiyaç vardır. Cenâb-ı Hak bu ihtiyacı peygamber ve kitap göndererek karşılamıştır.

O halde gönderilen her peygamber, uyulmak, sözü dinlenmek, rehber­liği kabul edilmek için gönderilmiştir. Ortada akıl var, mantık var ve bir de peygamber var, ama doğruyu bulma yoksa, bunun iki sebebi vardır: Ya aktl kendine has mantığıyla yetinip peygambere ihtiyaç duymamakta­dır. Bu yüzden yalnız kalarak yaratılışın asıl maksadına yönetememiştir. Ya da peygambere ihtiyaç duymakla beraber onun getirdiği hakikatleri dış kabuğuyla değerlendirmeye çalışmış, daha doğrusu şekille meşgul olup ruh ve mânaya iltifat etmemiştir. Her iki durumda da hidâyet Allah'­tandır. Cenâb-ı Hak dilerse bunları doğru yola eriştirir. Ama neden dolayı eriştirir veya eriştirmez? Bunun hikmetini bilip çözmemiz çok zordur. Ni­tekim bu husus Kur'ân'da «hidâyet» tabiri ve konumuzu oluşturan âyette ise «ALLAH'IN İZNİ» tabiriyle açıklanmıştır.

Ancak burada ilk hatıra gelen ve bir.çıkış sayılan Allah'la kul arasın­daki İmkân ve irâde sınırıdır. İnsan aklını ve mantığını kullanarak peygam­berden aldığı ışıkla imkân ve irâdesinin son kertesine gelip dayanırsa, o takdirde ilâhî hidâyet veya İzn-i Rabbanî tecelli eder. Ne var ki bu da de­ğişmeden sürüp giden bir kanun değildir. Bazan aksi biçimde tezahür et­mektedir. Allah daha iyisini bilir. [353]

 

Peygamberler Günahlardan  Korunmuşlardır

 

Kur'ân'dan açıkça anlaşılıyor ki, her peygamber mutlaka itaat edilmek üzere gönderilmiştir. O halde her peygamberin günah ve isyan­dan, yanlış yola itici ve götürücü hatâdan korunmuş olması gerekir. Zira mutlak itaatten amaç budur! İlâhî buyrukların hedefi; iyi ve yararlı şey­lere kapı açmak; günah ve kötülüklerden korunmaktır. Peygamberler Al­lah elçileri bulunduklarına ve O'nun buyruklarını açıklamakla görevli ol­duklarına göre, her söz ve davranışları ilâhî kitaba uymak zorundadır. Çünkü göreviyle yaşayışı uyum halinde olmadığı takdirde, kendilerine mut­lak mânada uyulması da söz konusu değildir.

Bu nedenledir ki, Allah onları günah ve isyandan, insanları yanlış yo­la iten hatâlardan korumuş ve kendilerine, mutlak surette uyulmasını em­retmiştir. İşte emrin hedefi ve ölçüsü budur!

Miras Hukukunda oğlana iki, kıza bir verilir. Ama bu iki cinsten oluşan mirasçılar kendi aralarında hepsinin rızasıyla eşit bir taksimatta bulunur­larsa, bunda bir vebal yoktur; gönül rızasıyla bağış vardır, fedakârlık var­dır. Böyle değil de taksimat için İslâm kadısına veya müftüsüne başvu­rurlarsa, o takdirde hepsinin de yapılan taksimata rıza göstermesi gere­kir. Beğenmemeziik küfre götürür. Çünkü kadı verdiği bu hükümde Pey­gamber ve Kur'ân'ı temsil etmektedir. Onlar adına hükmetmiştir.

İşte Kur'ân konumuzla ilgili âyette bunu belirtiyor: «Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında tartışıp çekiştikleri (anlaşmazlık çıktığı) şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir bağlanışla bağ­lanmadıkça imân etmiş olmazlar.» [354]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, hakikî imânın, Peygambere uymak ve verdiği hük­mü hiçbir sıkıntı duymadan kabullenmekle gerçekleşebileceği belirtildi. Oünkü Peygambere mutlak anlamda uymanın vâcib olduğuna işaret edil­miş, her peygamberin sırf kendisine uyulmak için gönderildiği açıklan­mıştı.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'a girenlerden çoğunun Allah ve Resulüne ka­yıtsız şartsız uyacaklarını iddia etmelerinin yeterli olmadığı, ileride ortaya çıkacak olayların insan karakterini daha iyi belirliyeceği hatırlatılıyor. Da­ha doğrusu İslâm sözden ziyade davranış bekliyor; olaylar karşısında ta­kınılan tavtr ve varılan sonuca değer veriyor. [355]

 

Meali :

 

66— Eğer onlara : «Kendinizi öldürün veya yurdunuzdan çıkın!» diye bir şey farz kılmış olsaydık, içlerinden pek azı dışında bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine yapılan öğüdü yerine getirselerdi, herhalde haklarında hayırlı, (imânlarının) sebat etmesi bakımından daha sağlam ve sıhhatli olurdu,

67-68— Ve o zaman biz de kendi katımızdan onlara büyük bir mü­kâfat verir ve kendilerini elbette doğru bir yola eriştirirdik.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerden biri, «Allah, ya kendimizi öldürmemizi ya da Mısır'dan çıkmamızı bize farz kılınca, hiç tereddüt etmeden emre uyduk.» deyince Müslümanlardan Sabit bin Kays (R.Â.), imân gücünü ve dini salabetini or­taya koyarak dedi ki: «Allah'a and olsun ki, Rabbimiz bize de böyle bir şey farz kılsa mutlaka yerine getiririz.»

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi ve Sabit gibi mü'minlerin istisna teşkil ettiği, ama  kalblerinde nifak tohumu  bulunan münafıkların  böyle bir emre uymayacakları hatırlatıldı. [356]

Diğer bir rivayette ise, âyetin daha çok, Ömer, Ammar, İbn Mes'ud ve benzeri birkaç sahabi hakkında (Allah hepsinden razı olsun) indiği söyle­nir. Bunlar, «Eğer Allah nefsimizi öldürmemizi veya yurdumuzu terkedip çıkmamızı bize farz kılsa idi, mutlaka bunu yerine getirirdik. Ama hamd olsun ki, Allah bizi böyle bir şeyle yükümlü tutmadı.» demişlerdi. Peygam­ber (A.S.) Efendimiz de bu zatların sözlerindeki samimiyetlerini bildiği için şöyle buyurmuştu : «Ümmetimden gerçekten öyle kişiler var ki, kalblerin-deki imân, yerin derinliklerine kök salan yüce dağlardan daha köklü ve sağlamdır.»

Yukarıdaki âyetler bu sebeple inmiştir. [357]

 

İmân Mutlak Teslimiyet İster

 

İmân, genel anlamda, tahkiki, taklîdî ve zahirî olmak üzere üçe ayrı­lır. Birincisi bilerek, anlayarak, zevkine ererek, samimrteslimiyet göstere­rek Allah ve Peygamberinin bütün emir ve tavsiyelerine inanıp kalb ile tas-dîk, dil ile ikrar etmektir. İkincisi, mahiyetini tam bilmeden, zevkine erme­den, belirtilen hususlarda samimi olarak başkasını taklit etmektir. İlim adamlarının çoğuna göre, böylesinin imânı sahîhtir. Üçüncüsü, belirtilen hususlara inanıp inanmamakta ya şüphe içinde bocalamakta, ya da kal­ben tasdîk etmemekte, sırf zevahiri kurtarmak için inanmış gibi görün­mektedir. Zevkine ermek, anlamak, teslimiyet göstermek ve samimiyet söz konusu değildir. İsrailoğulları'nın çoğu şüphe içinde bocalamışlardır. Mü­nafıklar ise, zevahiri kurtarmak için dil ile ikrarda bulunmuşlardır. Böy-leleri, ok avı delip geçer de üzerinde ondan nasıl bir eser görülmezse, İslâm'dan gelip geçerler de ondan üzerlerinde bir iz bulunmaz.

Nitekim İsrailoğullan, «Kendinizi öldürün veya yurdunuzdan çıkın!» emrine muhatap olunca, tahkiki ve samimi anlamda taklîdî bir imâna sa­hip olmadıkları ortaya çıkmıştır. [358]

 

Olaylar İman Grafiğini Çizer

 

Kur'ân'da ilgili âyetle imân grafiğinin olaylar karşısında gerçek ölçüsünün belli olacağına işaret edilerek bu hususta mü'minlerin çok du­yarlı ve de temkînli konuşmaları ve davranmaları hatırlatılıyor. Allah yo­lunda cihada her zaman hazır olduğunu söyleyip ve fakat cihat başlayınca kaçacak delik arayanlar tarihin her devrinde görülmüştür. Zengin olsaydım birçok hayırlar yapar, çevreme rahmet, milletime destek olurdum, diyenler, ilâhi bir sınava tabi tutulup mal ve servete kavuşunca düne kadar kınadığı zenginlerden daha çok kınanacak kadar hasislik göstermişlerdir.

O halde insan, içindeki imân ölçüsünü, karakter ve ruhî yapısını da­ha iyi bileceğinden asıl ölçüsünü tesbite çalışmalı, çetin bir sınavla kar­şılaşmadan açık ve zayıf taraflarını görerek Allah'a yönelmeli, din adına yapılan öğütlere gönül kulağını verip kendini imân ve irfan doğrultusun­da daha sağlam bir düzeye getirmeye gayret etmelidir. O zaman Cenâb-ı Hak insana, bu güzel dönüş ve gayretine karşılık büyük bir ecir ve doğru bir yol müyesser kılar.

Kur'ân'da bilhassa bu husus açıklanarak buyuruluyor ki :

«Eğer kendilerine yapılan öğüdü yerine getirselerdi, herhalde hakla­rında hayırlı, (imânlarının) sebat etmesi bakımından daha sağlam ve sıh­hatli olurdu.»

Bu çağrı, tamamen ilâhî inayet ve rahmetin insanlardan yana bulun­duğunu yansıtır. Allah kullarının kötüye sapmalarına razı değildir. Her za­man rahmeti gazabının önünde yürür. Yeter ki o rahmeti anlayan kalbler, idrâk eden gönüller bulunsun.. [359]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah ve Resulüne ittatle emredildikten sonra, bâtıla yönelip putları, kâhinleri, hakkın karşısında olanları hakem ta'yîn edenler kınandı. Peygamberlerin itaat edilmek için gönderildikleri, bu sebeple on­ların günahlardan ve yanlış yola itici hatâlardan korunmuş bulundukları belirtildi. O nedenle her peygamberin güvenilir, sadece doğru yolu gös­terici bulunduğuna dikkatler çekildi. Sonra da Peygambere, O'nun sünne­tine dönmenin mutlaka hayırlı olacağı ve dönüş yapanlara cidden büyük ecirler verileceği müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle itaatin önemine tekrar değinilerek Allah'a ve Pey­gamberine itaat edenlerin erişeceği dereceler sergileniyor; böylece ilâhî rahmetin aralıksız insanlardan yana bulunduğuna işaret ediliyor. [360]

 

Meali :

 

69— Öyle ya, kim Allah'a ve Peygamber'e İtaat ederse, işte onlar Al­lah'ın kendilerine nîmet sunduğu Peygamberler, Sıddîkler, Şehitler ve Sâ-lihlerle beraberdirler. Bunlar ise, ne güzel arkadaşlardır.

70— İşte bu bol nîmet, çok ihsan Allah'tandır. Allah'ın (her şeyi ge­reği gibi) bilmesi yeter.

 

İniş Sebebi

 

Ashabdan Sevbân (R.A.) bir gün iyice üzülmüş ve rengi değişmişti. Bu vaziyette Peygamber (A.S.) Efendimize geldi. Aralarında şu konuşma geçti:

dir.

  Ya Sevbân! rengin neden değişmiş, neyin var?

  Ya Resûlellah! bu bir hastalık veya ağrıdan, sızıdan dolayı değil-

  Ya neden dolayıdır?

  Sizi   görmediğim   zaman  dayanamıyorum,   huzurunuza   gelinceye kadar kendimi bir bakıma yalnız ve kimsesiz hissediyorum. Sonra âhireti ve sizin erişeceğiniz makamın yüceliğini, kendi derecemin çok aşağılarda bulunacağını düşünerek sizi orada göremiyeceğimden endişe ediyorum. Bu durumda Cennet'e girmemin ne anlamı var, girmemem daha iyi olur, diyorum.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [361]

Ashabdan Abdullah bin Zeyd bin Abdirabbih (R.A.) anlatıyor:

Bir gün Peygamber (A.S.) Efendimize dedim ki:

  Ya Resûlellah! Sen ve biz öldüğümüzde sen en yüce makamlarda bulunursan, biz artık seni göremeyiz ve seninle buluşamayız.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.

Nitekim Resûtüllah (A.S.) Efendimiz vefat edince Hz. Abdullah bu ay­rılığa dayanamadı ve : «Allahım! gözlerimin görme hassesini al, peygam­berden sonra başka bir şey görmek istemiyorum!» diye duâ etmiş ve dua­sı aynen kabul olunmuştu. Kısa zamanda iki gözünü kaybettiği rivayetler arasında geçer. [362]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim bir kavmi (millet veya kabileyi) severse, Allah onu o kavim ite birlikte hasreder.» [363]

 «Kişi sevdiğiyle beraberdir.» [364]

Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelip sordu :

  Kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberimiz (A.S.) :

  Orası için neler hazırladın? Diye sordu. O da :

  Hiçbir şey, ancak ben Allah'ı ve Peygamberini çok severim.

Diye cevap verdi. Peygamberimiz (A.S.) ona :

  Sevdiklerinle beraber olacaksın! müjdesini verdi, [365]

Ashab'dan Rabi'a bin Kâb el-Eslemî diyor ki:

«Bazan Peygamber (A.S.) Efendimizin yanında geceler, O'nun abdest suyunu hazırlar ve diğer hizmetlerinde bulunurdum. Bir gün bana sordu ;

  Bir arzun varsa, iste!

  Cennet'te size arkadaş olmayı isterim, dedim.

  Başka bir arzun yok mu? diye sordu. Ben de:

  Hayır, sadece bunu arzu ediyorum, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu :

  O halde çok secde etmekle bana bu hususta yardımcı ol!» [366]

«Kim Alfah yolunda (hizmet için) bin âyet okursa, Kıyamet Günü Pey­gamberler, Sıddîkler, Şehitler ve Salihlerle beraber bulunma (derecesine)

yazılır.» [367]

«Doğru ve güvenilir tacir; Peygamberler, Sıddîkler, Şehitler ve Salih­lerle beraberdir. Bunlar ne güze! arkadaşlardır!» [368]

 

Mü'min İçin En Yüksek Amaç, Allah Ve Peygambere Mutlak İtaattir

 

«Öyle ya, kim Allah'a ve Peygambere itaat eder­se,.»

İnsan yüce maksatlar, üstün nîmetier, sonsuz saadetler için yaratıl­mıştır. Allah'ı bilip O'na kulluk görevini yerine getirmek ise, bu yaratılışın ilk ve son gayesidir. Basit şeyleri kendine amaç edinen; hayatı sadece ça­lışıp kazanmaktan, servet edinmekten, yiyip içip eğlenmekten ibaret sa­nan kişiler, önce niçin insan olarak yaratıldıklarının farkında değillerdir. Çünkü bizden aşağı varlıklar da aynı şeyi fazlasıyla yapmaktadırlar. O halde insan olmanın anlamı nedir?

Varlık âleminde her sanat, sanatkârını; her eser, yapıcı ve plânlayı-cısını tanıtır. Sanat değeri en üstün olan insan neyi tanıtmakta veya han­gi üstün kudreti yansıtmaktadır? Bunu idrak edemiyenier, nankörlüğün en kötüsünü ortaya koymuyorlar mı? Bizans veya Hititlerden kalma şekillendirilmiş bir taş, ya da mermer parçası karşısında hayranlığını açığa vu­ran, cansız ve de şuursuz ve akılsız bir heykel karşısında dakikalarca du­rup, ona şekil veren ustanın yüksek başarısına kendini kaptıran insan, ne­den ruhunu, akıl, zekâ, hafıza ve benzeri yetenekleri de beraberinde taşı­yan kendi vücuduna böylesine hayran hayran bakmaz; ilâhî sanatın yü­celiği, kudretinin eşsizliği karşısında diz çöküp Yaratanına yönelmez? Ne­den bu hakikati hatırlayıp ei kaldırmaz? Körlüğün, basiretsizliğin, düşün­cesizliğin bu kadarı daha hayret verici değil midir?

Gelişen teknik imkânlarla fezaya fırlatılan uydular ve onları icat eden­ler derin bir heyecan ve takdirle alkışlanırken, fezayı milyarlarca yıldız­larla süsleyen, her birine ayrı bir yörünge değişik bir hareket sunan ve bir bütünlük içinde denge ve düzeni kuran yüce kudretin bu eşsiz eseri karşısında secdeye kapanmak aklın, mantığın ve insan olmanın gereği değil midir?

İşte Kur'ân, insan ruhunu bütün yetenekleriyle bu noktaya çekmek­te, onu basit bir hayvanî düzeyden alıp insanlığına yakışan seviyede tut­mayı planlamaktadır. Öyle ya; kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nîmet sunduğu Peygamberler, Sıddîklar, Şe-hîtler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaşlardır! [369]

 

Arkadaşın En İyisi

 

«İşte onlar Allah'ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîtler ve sâlîhlerle beraberdirler.»

Kur'ân, insan hayatını Allah'a imân ve itaatin en sağlam ölçüsünde tutmak için onun ancak dört sınıfla arkadaşlık kurmasını öneriyor:

1.  Peygamber, onun tertemiz hayatı ve bıraktığı sünnet, şüphesiz ki arkadaşların en yararlısı ve en azizidir.

2.  îmân ve irfanını doğrulukla bütünleştiren, özünde ve sözünde doğ­ruluğun örneklerini  sergiliyenler.

3.  Allah yolunda kendini hizmete adayan ve sonunda bu uğurda ca­nını veren şehitler ve onların örnek hayatı.

4.  İmânını güzel amellerle süsleyen, iyilikten yana olup kötülüklerden kaçınan; Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine razı o|up başkasının malına ve namu­suna göz dikmiyen iyi kişiler.

Gerçi bu dört sınıfın taşıdığı sıfatlar dış görünüşüyle farklılık göste­riyorsa da aslında birbirinin tamamlayıcısı ve biri diğerinin dâvetçisidir. peygamberlik diğer iki sıfatı da en mükemmel ölçü ve anlamda kendinde taşır. Sıddîklik salihliği içerir. Ancak ne var ki, her sınıf kendinde daha çok ağırlığı duyulan sıfatla anılır; Peygamber, nübüvvet ve risâletle; Allah yo­lunda canını verenler şehitlikle; söz ve davranışlarında doğruluğun çok be­lirgin bulunduğu kimse sıddîklikle; imânını güzel amellerle bir meyveli ağaç durumuna getirip günlük yaşayışını bu doğrultuda değerlendirenler salihlikle anılırlar. [370]

 

Tasavvuf! Yönü

 

Dünya saadetinin en şereflisi, Allah ve Resulüne itaat doğrultusunda ruhu ve vicdanı dünyevî kirlerden uzak tutup nefsi terbiye etmek suretiy­le ilâhî sevgiye lâyık bir düzeye gelmektir. Tabii bu öyle bir makamdır ki, sunduğu zevki ancak erişenler bilir. Kelimeyle anlatılması mümkün de­ğildir.

Kıyamet günü ise, bütün saadetlerin menşei ve tek kaynağı, ruhun ilâhî marifet envariyle ışıl ışıl parıldamasıdır. Artık kimin kalbinde bu en-vardan bir şey varsa, o nisbette sofadadır; yine o nisbette nefs ve şeh­vet bulanıklığından arınmıştır. Peygamberlerin, Sıddîklerin, Şehitlerin ve Salihlerin envarından da o oranda yararlanır.

Ebedî saadet yurdunda sözü edilen bu yüce sınıfların hep bir arada, aynı derecede bulunması düşünülemez. Kur'ân'da bahsedilen beraberlik, yüksek ruhların feyizli nurlarının aşağı derecede bulunan ruhlara yansı­ması ve ilgi kurması demektir. Çünkü Cennet'teki makam ve dereceler her yandan görülebilecek bir plânda hazırlanmıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendi­mizin birçok hadîsleri bu hususu haber vermektedir. İlâhî maarif envarı perde perde yüce ruhlara indikçe, oradan diğerlerinin gönül aynasına vu­rur ve etrafa yansımaya başlar. [371]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle imân cevherinin asıl ölçü ve değerinin olaylar neticesi ortaya çıkabileceği üzerinde durulmuş, bazı işaretler verilmişti. Aşağıdakiâyetlerlebukonu biraz daha açıklanıyor ve savaşa çıkış olayının bir mihenk olacağı belirtiliyor. [372]

 

Meali :

 

71—  Ey imân edenler! (düşmana karşı) hazırlanıp tetik üzere olun da (gerektiğinde) bölük bölük çıkın veya toptan seferber olun.

72—  İçinizden öylesi var ki, ağır davranır; size bir musibet dokunur­sa, «Herhalde Allah bana lütfetti, çünkü onlarla beraber hazır bulunma­dım» der.

73—  Ve Allah'tan size bol nîmet, çok ihsan erişirse, -aranızda hiçbir dostluk ve sevgi yokmuş gibi davranarak- «Keşke onlarla beraber bulun-saydım da, ben de büyük bir başarı elde etseydim» diye (hayıflanır).

 

Mü'mini Münafıktan Ayıran Mihenk

 

«İçinizden öylesi var ki, ağır davranır.»

Yukarıda da belirtildiği gibi, daha çok olaylar insanın asıl rengini ve içindeki inanç grafiğini çizip belirgin hale getirir. Konumuzu oluşturan âyetle, Allah yolunda hiçbir sıkıntı ve korku duymadan savaşa çıkmanın

bir hadd-i fasıl, bir alâmet-i farika olduğu, mü'minle münafığı, inananla inanmıyanı birbirinden ayırıcı bir ölçü olarak veriliyor.

Kur'ân bununla, insan hayatının her döneminde, başlangıç noktasıy­la bitiş noktası arasında ardı-arkası kesilmiyen sınavların birbirini izledi­ğini ve her sınavın insanın asıl maya ve cevheri üzerindeki kabuğu tör-pülediğini hatırlatmaktadır. «İnsanlar madenler gibidir; cahiliyye devrinde İyi ve seçkin olanlar İslâm'a girdiklerinde de iyi ve seçkin olanlardır.» [373] Mealindeki Hadîs-i Şerif bu konuya ışık tutmakta ve psikologlara sağlam bir ana fikir vermektedir.

O halde din, ahlâk, öğretim ve ilim ancak bu cevherin diğer bir tabir­le madenin pasını giderir. Olaylar ise onun üzerindeki kabuk ya da sede­fi kırıp asıl ölçüsünü ortaya çıkarır. [374]

 

Savaşa Hazırlık

 

«Ey iman edenler! (düşmana karşı) ha­zırlanıp tetik üzere olun...»

Kur'ân, Müslüman milletlerin hür ve müstakil yaşayabilmeleri için her zaman savaşa hazır olmalarını haber veriyor. Komşu ülkelerle barış içinde olsa bile, bu hazırlığı ihmal etmemesi gerektiğine işarette bulunuyor: «Ey İmân edenler! (düşmana karşı) hazırlanıp tetik üzere olun!.» cümlesi bir emirdir, emir isje vücubu gerektirir. O halde Müslümanların savaşa yete­rince hazırlıklı olmaları farzdır. Allah'ın beşer hayatına yerleştirdiği ka­nunlardan biri de budur.. Bugün dost görünen yarın amansız bir düşman olabilir. Hem düşman en zayıf anları seçer.

Anti-İslâmî milletlerin kavgası ekmek, toprak ve yeraltı, yerüstü kay­naklarıdır. Dinin birleştirici, güçlendirici ve bütünleştirici tesirini yok et­mek için bunların baş vurmayacağı çare ve el atmayacakları hile kalmıya-caktır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde mü'minlerin moralini bozmak, İslâm'ın kalbier ve kafalar üzerindeki tesirini düşürmek için münafıklar seferber halde idi. Kimi açık, kimi gizli hareket etmekte ve çok sinsi plânlar hazırlamakta idiler. Cenâb-ı Hak vahiy yoluyla Peygamberini bu konuda da uyarıp yeterince teçhiz etti. O bakımdan münafıklar, aralık­sız fitne ve fesat dolaplarını çevirmelerine rağmen, arzuladıkları sonucu elde edemediler. Ama bugün aramızda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz cismen bulunmadığı için vahiy de inmemektedir. Ne var ki, Peygamberimizin bıraktığı iki ana kaynak sapasağlam elimizde bulunmaktadır. Bize düşen iki önemli husus var: Biri, dış düşmanlara karşı yeterince savaş hazırlığı içinde bulunmamız; diğeri iç düşmanların kurdukları tuzağın ne kadar teh­likeli olduğunu hatırdan çıkarmamamızdır. Bu bir bakıma zıtların karşı­laşması ve sürtüşmesidir. ^âinat zıtlarla doludur. Böyle olmasaydı, hayat ve hareket durur, dünyanın anlamı bir bakıma kalmazdı. Buna biz «haya­tı idâme kanunu» da diyebiliriz. Bu kanun zıtların karşılaşmasıyla hükmü­nü yürütüp, şaşmadan hedefine doğru ilerler.

İlâhî kanun bu olunca ve canlılar arasındaki mücadelenin dünya son buluncaya kadar sürüp gideceğine ve her şeyin kendi karşıtıyla tanınma ve gelişme kaydedeceğine göre, her millet öz varlığını korumak zorunda­dır. Özellikle hakkı temsil eden Müslüman milletlerin düşmanlarına karşı her an hazırlıklı ve tetikte olması gerekiyor. Kur'ân bunu onlara bir vecibe anlamında koymuştur. Şuurlu ve inançlı biçimde uygulandığı takdirde ger­çek tevekküle kapı açılmış kabul edilir. Allah ise tedbirden sonra tevekkül eden kullarını hem sever, hem korur.

Bunun için âyette: «HUZÛ HİZREKÜM!» cümle­sini müfessirlerimiz, «Tedbirinizi alın!», «Tetikte bulunun!», «Gereken si­lâh ve diğer savaş araçlarını yeterince hazırlayın!» şeklinde mânalandır-mışlar ve gerçek tevekkül budur, demişlerdir. Nitekim Kurtubî «Bu, tevek­kül makamının tâ kendisidir!» diyor. [375]

 

Günün Şartlarına Göre Savaş Taktiği

 

Kur'ân'da ayrıca günün şartları dikkate alınarak savaş taktiği kulla­nılmasına işaret ediliyor. Oyalama taktiğine başvurularak kademeli biçim­de müfrezeler çıkarmak, akıncılar göndermek; düşmanın gözünü korkutup moralini bozmak için toplu halde çıkmak, bu cümledendir. Âyette bilhassa bu iki taktik üzerinde durulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu sözü edilen bu iki taktiği de yeri gelince kullanmış, akıncıların serhadleri aşıp düşmana dehşet saçması çok başarılı olmuştur. [376]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Allah yukarıdaki âyetlerle, imânın engin ve serinletici zevkini kalbi­nin derinliğine henüz yerleştiremiyen münafıkların savaşa karşı isteksiz ve ağır davranmalarını yerdikten sonra bütün mü'minleri savaşa teşvik

ederek bu yolda büyük ecirlerin hazırlandığını haber veriyor. [377]

 

Meali :

 

74—  Gerçek bu olunca, artık dünya hayatını âhiret (sevabı ve mut­luluğu) karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolun­da savaşır da öldürülür veya üstün gelir (gazi olur)sa, ona büyük bir ecir (mükâfat) vereceğiz.

75—  Size ne oluyor da Allah yolunda ve «Rabbimiz! halkı zâlim olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi düzene koyacak

bir sahip ve kendi tarafından bize bir yardımcı gönder» diyen zavallı er­kekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?!

76— İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler, t â ğ û t (azgın kâfirler, lanete hak kazanan İblîs ve Allah'tan başka ilâh edinilen bâtıl tanrı) yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın hilesi pek zayıftır.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.)  Efendimize soruldu :

  Hangi amel daha faziletlidir? Cevap verdi:

  Allah'a ve Peygamberine imân etmek...

 Ondan sonra hangisi?

  Allah yolunda cihât etmek...

  Ondan sonra hangisi?

  Şartlarına uygun helâl mal ile yerine getirilen hac.» [378]

«Allah katında amellerin en üstünü, içinde şüphe bulunmayan imân ve içinde hîle ve hiyânet bulunmayan kutsal savaştır.» [379]

«Allah yolunda (düşmana karşı) saf bağlayanlar arasındaki kişinin yeri, Allah katında adamın altmış yıllık (nafile) ibâdetinden daha faziletli­dir.» [380]

Peygamber (A.S.) Efendimize soruldu :

  İnsanların hangisi daha üstün ve faziletlidir? Cevap verdi :

  Canıyla malıyla Allah yolunda savaşan mü'min.. [381]

 

Geçici Hayatı Sonsuz Saadete Çevirenler

 

Hazret-i Muhammed (A.S.)ın kurmuş olduğu irfan mektebinde yeti­şen mü'minlerdir ki, iki hayat arasındaki farkı bilip birinden diğerine sağ­lıklı geçiş yapmanın yol ve yöntemini kusursuz uygulamaya çalışırlar. Böylece dünya hayatında en yeterli kazancı sağlayanlar da bunlardır. Çün­kü hisleri büyüleyen her şeyin geçici olduğunu, hepsinin de birer hayal ölçüleri içinde kalacağını, erişilen her nîmetin, harcanan her külfetin bir gün sıfıra müncer olacağını, geriye sevap ve vebalin kalacağını idrâk et­mek ancak imân ve irfan gözüyle mümkündür. Bu da ancak ciddi bir eği­tim, plân ve programla gerçekleşebilir. Tabii bu arada ilâhî hidâyet ve ina­yet başta gelir.

İşte Kur'ân bu düzeye gelip gönlünden dünya cazibesini, içinden nef-sanî aşırılıkları söküp atan mü'minlere sesleniyor. Bu sese muhatap ol­mak az bir başarı değildir. Üstün fedakârlık, ferağat-i-nefs ve safa-yı ruh ister.

Müslüman milletler, millî bünyelerine musallat olan inkâr ve nifak parazitlerini olaylar mihengiyle tesbit edip gün ışığına çıkarınca hakikî mü'minler sahtelerinden ayrılmış ve belirlenmiş olur. Bu ölçüdeki mü'min-lerle Alah yolunda savaşa çıkmak zaferi elde etmenin ilk ve son adımıdır. İç ve dış düşmanlar da ancak bu düzeyde birleşip bütünleşen mü'minlerle tesirsiz hale getirilebilir.

Kur'ân, dünya hayatını âhiret saadeti karşılığında satan mü'minlerin Allah yolunda savaşacağını hatırlatırken onlara iki büyük ecir hazırlan­dığını haber verir:

1.  Canı ve malı pahasına İslâm'ın şeref ve izzetini ayakta tutan, ül­kesini küfrün karanlığından kurtaran bahtiyarlar bu yolda ölecek olurlar­sa, şehitlik mertebesine erişirler. Geriye kalan din kardeşlerine de huzur­lu bir hayat bırakırlar.

2.  Zaferi elde edip gazilik payesine erişenler ise, dünyada İslâm'ın insanlığa sunduğu  hak ve  hürriyeti  arızasız ayakta  tutma   mükâfatına, âhirette ise, sonsuz saadete nail olurlar. [382]

 

Savaşı Gerektiren Sebepler

 

 > «size ne oluyor da Allah yolunda ve Rabbımız! halkı zâlim olan şu ülkeden bizi cıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi düzene koyacak......, diyen zaval­lı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?!»

Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetle, savaşı gerektiren bazı önemli durumlara dikkatler çekiliyor. Her şeyden önce Müslüman bir milletin, ya da topluluğun, halkının çoğu zalim ve zorba olan, gayr-i müslim bir ülke­de uğradıkları haksızlığa son vermek için diğer Müslüman milletlerin on­lara sahip çıkması, yardımcı olması gerekmektedir. Bu bir emr-i-İlâhîdir. Kusursuz tatbik edildiği takdirde İslâm ülkeleri arasında birleştirici, koru­yucu ve bütünleştirici büyük bir güç oluşturur. Bu da İslâm düşmanlarının cesaretini kırar, saldırılarını önler.

Görülüyor ki Kur'ân, Müslüman milletlerin hür ve müstakil yaşayabil­melerini, birbirlerine ciddi biçimde sahip çıkmalarına, yardımcı olmaları­na bağlıyor ve gerektiğinde -haksızlığa uğrayan bir Müslüman milleti kur­tarmak İçin- şartlar elverdiği takdirde, topyekûn savaşa katılmalarını son çare olarak gösteriyor.

Konuyu şöyle bir sıralama yaparak özetlememizde yarar var:

a)  Allah yolunda, din ve vatan düşmanlarıyla gerektiğinde savaşmak ve her zaman bu gayeye yönelik ciddi bir hazırlık içinde bulunmak.

b)  Müslüman bir ülke düşman istilasına uğramış, zulüm ve İşkenceye mâruz kalmışsa, onlara sahip çıkmak, yardımcı olmak için savaşmak.

c)  Müslüman milletlerin savaş gücünü ve taktiğini artırmak, sömü­rücü gayr-i İslâmî süper devletlere karşı ortaklaşa bir savunma paktı mey­dana getirmek; böylece dünyada hatırı sayılır ikinci bir kuvvet oluştur­mak suretiyle dengeyi sağlamak.

Nitekim hicret edemeyip Mekke'de müşrikler arasında kalan ve bir­çok zulüm ve haksızlıklara uğrayan Müslümanlara sahip çıkılması ve bu­nun için savaşa başvurulması emredilmiş; Mekke'nin fethi bu emrin ışı­ğında gerçekleştirilmiştir.

İmân edenler Allah yolunda, İslâm'ın izzet ve şerefini, Müslümanla­rın hürriyet ve istiklâlini, vatanın birlik ve dirliğini korumak için savaşırlar.

İnkarcılar, ateistler ve materyalistler ise, insanları sömürmek, köle yapmak, başkasının hayat hakkını elinden almak, din ve ahlâk gibi kut­sal değerleri yok etmek, insanı çalışan bir makina ve sonunda bir avuç gübreden ibaret saymak için savaşırlar.

Birincilerin savaş sebebi fazilettir, zulüm ve tuğyanı durdurmaktır. İkincilerin  ise  rezilettir,  insan  haklarını  çiğnemek,  başkasının ekmeğini

elinden almaktır.

Kur'ân bunu şu âyetle en ölçülü anlamda özetlemiştir:

«İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler, tâğut yolun­da savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şey­tanın hilesi pek zayıftır.»

Tâğûtun saldırısı İmân kalesi önünde dağılıp bozulmaya mahkûmdur. Çünkü hak daima üstündür.. [383]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Müslümanların düşmana karşı her zaman hazır­lıklı ve tetik üzere olmaları emredildi. Savaşa ağır davrananlar kınandı. Zulüm ve işkenceye uğrayan mü'minlerin gayr-i âdil ve gayr-i İslâmî isti­lâdan kurtarılmasının gerektiğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, cahiliyedevrine ait kan gütme, intikam alma âdet­leri yeriliyor; savaşın son çare olduğuna dikkatler çekilerek önce Müslü­manların imân ve ibâdette yeterince yetiştirilmesi, bu konuda eğitime hız verilmesi  belirtiliyor. [384]

 

Meali :

 

77— Kendilerine, «ellerinizi savaştan çekin; namazı kılın, zekâtı verin» denilen kimseleri görmedin mi? Savaş üzerlerine farz kılınınca içlerinden bir topluluk (düşmanları olan) insanlardan, Allah'tan korkar gibi veya da­ha fazla korkarlar ve : «Ey Rabbimiz! neden üzerimize savaşı farz kıldın? Bizi yakın bir zamana kadar geciktiremez miydin?» derler. De ki: Dünya geçimliği ne de olsa azdır. Âhiret ise, Allah'tan korkup kötülüklerden sa-

kınanlar için daha hayırlıdır; hem hurma çekirdeğindeki fitil kadar haksız­lığa uğratılmazsınız.

78—  Nerede olursanız olun, isterse sağlam yapılı kaleler içinde bu­lunun, ölüm gelip size yetişecektir. Kendilerine bir iyilik dokunursa, bu Al­lah'tandır, derler. Bir kötülük dokunursa, bu senin yüzündendir, derler. De ki: Hepsi de Allah'tandır. O topluluğa ne oluyor da hiçbir söz anlamaya yanaşmıyorlar?!

79—  Sana dokunan herhangi bir iyilik Allah'tandır. Sana isabet eden herhangi bir kötülük de senin nefsindendir. Biz seni insanlara bir peygam­ber olarak gönderdik; şahit olarak Allah yeter.

 

İniş Sebebi

 

Kelbî'ye göre, Resûiüllah (A,S.) henüz Mekke'de iken, müşriklerin ar-dı-arkası kesilmeyen saldırı ve işkencesinden bıkan Abdurrahman bin Avf, Mikdad bin Esved-el-Kindî, Sa'd bin Ebî Vakkas, Kudame bin Mez'un ile ashaptan bir cemaat Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek: «Ya Re-sûlellah! şu Mekke müşrikleriyle savaşmamıza izin ver» diye müsaade is­tediler. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz de : «Ben savaş ile emroiunmadım, elinizi savaştan çekin, namazınızı kılın, zekâtınızı verin.» buyurdu. Sonra Medine'ye hicret edince savaş farz kılındı. Bu defa daha önce savaşmak isteyenlerden bir kısmı, Allah'tan korkar gibi düşman ile savaşmaktan korktular ve ecelleri gelinceye kadar kendilerine mühlet verilmesini te­menni ettiler. Bunun üzerine 77. âyet indi. [385]

Peygamber (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiğinde bu şehirde hayır ve bereket, bol nîmet ve geniş nzık dolup taşıyordu. Yahudilerle mü­nafıklar İslâm'a karşı nifak ve inat bayrağını çekince Allah onlardan o bol nimet ve bereketi çekip aldı. Nitekim : «Hangi memlekete bir peygam­ber gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye bir takım sıkıntı, darlık ve şiddete (tâbi) tutup (hirpala-mışızdır).» [386] mealindeki âyetle ilâhî sünnetin bu yolda tecelli ettiği belir­tiliyor. Bu sünnet çetin bir sınavı sergiler. İç yüzüne akıl erdiremiyen Ya­hudilerle münafıklar, «Muhammed memleketimize ayak basınca kıtlık;sı-kıntı ve hastalık başladı. O gelmeden önce çok rahat ve mutlu idik. Böyleşine uğursuz (!) bir adam görmedik!» diyerek bolluğun, genişliğin Al­lah'tan; kıtlığın, sıkıntı ve hastalığın Muhammed'den (A.S.) geldiğini iddia edip durdular. Bunun üzerine yukarıdaki 78. âyet indi. [387]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben bağışlamakla emrolundum. Bu nedenle (Mekke) halkıyla savaş­mayın.» [388]

«Öğütçü olarak ölüm (ü hatırlamak), zenginlik olarak da Allah'a gü­venip dayanmak yeter.» [389]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir kabrin başucunda oturarak şöyle bu­yurdu : «Ey kardeşlerim! İşte bunun için hazırlıklı olun..» [390]

«Dört şey bedbahtlığın (mutsuzluğun) belirtisidir:

1.  Gözlerin  (ağlamayıp) donukluğu,

2.  Kalb katılığı,

3.  Sonu gelmiyen arzu ve istek,

4.  Dünyaya karşı hırslı olmak...» [391]

«Allah'ı görür gibi ibadet et; kendini ölülerden say; Allah'ı her taş ve ağacın yanında hatırla. Bir kötülük işlediğinde onun yanısıra hemen bir iyilik işle. Gizlisini gizli, açığını açık işle.» [392]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir daire veya kare çizdi ve ortasından dışarıya bir çizgi çekti, sonra da ortaya yönelik birçok küçük çizgiler koy­duktan sonra şöyle buyurdu : «Şu karenin içindeki dairemsi çizgi insan­dır (yani onu temsil eder). Bu daire veya kare onu kuşatan eceldir; dai­renin dışına çıkan çizgi onun emel ve arzusudur. Şu küçük çizgiler-bir takım arazlardır; birisi saplanmayıp hata etse bile herhalde dokunup çi-teler, tahriş eder.»

Aynı rivayeti bir de Abdullah bin Ömer (R.A.)dan dinleyelim :

«Resûlüllah (A.S). Efendimiz bir kare çizdi, onun içine dairemsi bir çizgi daha çizdi, dışarı uzanır biçimde ortasına da bir düz çizgi çizdi. Bu düz çizginin etrafına birkaç tane sağlı sollu küçük çizgiler koyduktan sonra şöyle buyurdu : «Şu dairemsi çizgi insandır, etrafındaki kare çizgi onu kuşatan eceldir. Dışarı uzanan düz çizgi onun emel ve arzularıdır. Şu kü­çük çizgiler ise ona arız olan hastalık ve benzeri (kaza ve kaderle ilgili) şeylerdir. Bunlardan biri isabet etmezse, diğeri herhalde dokunup çırtar, tahriş eder.»[393]

 

Ciddi Bir Eğitim Ve Sağlam Bir İmân

 

<Ve: Ev Rabbimiz! neden üzerimize savaşı farz kıldın?....»

Konumuzla ilgili âyette çok önemli bir hususa açıklık getiriliyor: İmâ­nı, heyecan ve zevkinin bütün incelik ve derinliğiyle kalbine eğitim yoluy­la yerleştiremiyen kişiler, canları ve malları söz konusu olunca korkup endişe duyarlar. Azgınlık, fitne, anarşi ve saldırıyı durdurabilmek için sa­vaşa karar verilince, bu durumda olanlar ağırlaşıp yerlerinde kalırlar ve kendi tabii ecelleriyle yataklarında ölünceye kadar geciktirilmelerini arzu ederler. Böyleleri daha çok kan gütme, intikam alma, içindeki kin ateşini ondürmede cahiliye devrine ait âdetlerin tesiriyle hareket ederler. Kur'ân ilan bu gibi davranış ve düşüncelerden men'ederken, namaz, zekât ve enzeri ruha gıda veren, vicdanları geliştiren, Allah ve insanlık sevgisini aşılayan ibâdetler çerçevesinde eğitilmelerini ve böylece  kutsal savaşa hazır duruma getirilmelerini emir ve tavsiye etmektedir. [394]

 

Dünya Geçimliği Azdır

 

De ki :Dünya  geçımlıgı ne de olsa azdır. Âhiret ise, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için daha hayırlıdır.»

Sayılı günler çarçabuk gelip geçer; her doğan ölür, her yeni eskir, eşya durmadan değişir. Mutlaka meydana gelecek bir olayı gelmiş kabul et; herhalde yenilecek bir nesneyi yenilmiş bil; ölüm kanununa bağlı bulu­nan her canlıyı da ölmüş say..

Dünya geçici bir uğrak, âhiret sonsuz bir karargâh.. Beden toprağa, ruh Allah'a döner. Her şey aslına rücû' eder. Kavuşunca da yerini bulmuş olur.

Her nîmet tükenmeye, her arzu son bulmaya mahkûmdur. Maddî var­lığımız zaman ve mekân kayıtlarıyla bağlantılı, ruhî yapımız bu iki kavram dışında sonsuzluk ile sevinçlidir.

Ölüm bir bakıma her insanı aynı seviyeye getirir. Önce ölenle sonra ölen arasındaki zaman farkı kalkar. Zaten ilâhî adalet de bunu emreder. Yoksa aynı tür amelde bulunup biri bin yıl önce öldüğüne bakılırsa diğe­rinden bin yıl fazla azâb görmesi veya Cennet havasını alması gerekirdi. Bu da ilâhî adalete ters düşer, beşer aklını alt-üst ederdi.

Hiç kimse şu uğrakta temelli kalmak üzere gönderilmemiş; ama her­kes Cennet veya Cehennem'ini hazırlamak için buraya sevkedilmiştir. O halde Cennet'ini hazırlayanın erken ayrılması bir bakıma hayırlı sayılaca­ğı gibi Cehennem'ini hazırlayanın da ateşinin başkasına dokunmaması için bir an önce ayrılması hayırlıdır.

Allah yolunda savaşırken ölmek insanı herhalde çok hayırlı bir sonu­ca ulaştırmaktadır. Bu belki yine bir kader olarak kişiyi biraz erken dün­yadan alıp ayırır, ama netice aynı noktaya varmak değil midir? Ha bir gün önce, ha bir gün sonra ne fark eder? Nitekim ilmin kapısı Hz. Ali'ye (R.A.) sormuşlar:

— Ey Allah'ın Aslanı! ayların en hayırlısı, günlerin en hayırlısı ve amellerin en hayırlısı hangisidir?

Cevap vermiş :

— «Ayların en hayırlısı, olgunlaştığımız, nefsimizi terbiye edip kemâ­le eriştiğimiz aydır. Amellerin en hayırlısı, Allah'ın hoşnutluğuna uygun olanıdır. Günlerin en hayırlısı, Allah'ın dilediği ölçü ve anlamda Allah'a gittiğimiz gündür.»

«Nerede olursanız olun, isterse sağlam yapılı kaleler içinde bulunun, ölüm gelip size yetişecektir.» Çünkü bu öyle bir kanundur ki istisnası yok­tur. Ruh giyinip eskittiği beden denilen elbiseyi atıp bir yenisini giyinmek zorundadır. Aksi halde varlığının belirginliği kalmaz. İkinci elbisesi âhiret yurdunun şartlarına göre hazırlanmıştır. Gerçek bu olunca, aklını kulla­nıp Allah'a dosdoğru teslimiyet göstererek inananlar için elbette ki âhiret yurdu daha hayırlıdır. Çünkü orada hiç kimse bir hurma çekirdeği üzerin­deki fitil kadar olsun haksızlığa uğramaz. [395]

 

Çizilen Hayat Kanununa Uyanlarla Uymayanlar

 

«Kendilerine bir iyilik dokunursa, bu Allah'tandır, derler......»

Hem hayvanî, hem melekî sıfatlarla donatılarak iki ayrı varlık arasın­da üçüncü bir cins olarak yaratılan insana, taşıdığı bu iki değişik sıfattan birine meyletme ölçü ve anlamında bir hayat kanunu çizilmiştir. Hangi sıfatı daha çok benimser de belirgin hale getirirse o sıfatla ilgili varlığa daha çok yaklaşmış olur.

Bu hakikati anlayamıyan bilgisiz Yahudilerle İslâm'dan yeterince na-sîbini almamış ikiyüzlü münafıklar: «Kendilerine bir iyilik dokunursa, bu Allah'tandır, derler. Bir kötülük dokunursa, bu senin yüzündendir (Muham-meddendir), derler. De ki: Hepsi de Allah'tandır.»

İyilik ve kötülük nisbîdir, izafîdir; insandaki iki ayrı sıfatın hayat ka­nununa uyup uymamasıyla ortaya çıkar. Beşer için hayat kanunu koyan ise, Allah'tır. Bu mânayla iyilik ve kötülük Allah'tandır. Yani O'nun kanu­nuna uyup uymamakla meydana gelen nisbî ve izafî kavramlardır.

Hayat kanununa, yani ilâhî sünnete, imân ve irfanıyla, akıl ve zekâ­sıyla uyan kimse Allah'ın bu yolda koyduğu hayır ve fazîlete kavuşur. Uy­mayan ise nefsine, hayvanî sıfatına ve bunu destekliyen şeytana kulak yerip uyduğu için bundan doğan kötülük ve mutsuzlukla yüzyüze gelir. İşte bu mânayla : «Sana dokunan herhangi bir iyilik Allah'tandır. Sana isa­bet eden herhangi bir kötülük de senin nefsindendir.» buyurulmuştur.

Resûlüllah {A.S.) Efendimiz ise insanlara has çizilen hayat kanununu öğretmek ve ona uymalarını sağlamakla görevlendirilmiştir. Buradaki sağ­lamaktan maksat, gereken uyarılan yapmak, Allah ile kullan arasındaki nefs ve şeytan engellerinin tehlikesini hatırlatmaktır. Hidâyet, yani doğru yola eriştirmek ise Allah'a aittir. [396]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Geçen âyetlerle iki zıt sıfatı kendinde taşıyan beşer için konulan ha­yat kanununa dikkatler çekildi. Uyanların mutlu, uymayanların mutsuz olacağına işaret edildikten sonra, Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin bu kanunu yeterince açıklamak, ona uyma metot ve yöntemlerini öğretmek olduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Peygambere (A.S.) bu doğrultuda itaat edenlerin Allah'a itaat ettikleri; Ona başkaldırıp isyan edenlerin, ilâhî sünnetin dı­şına çıktıkları ve dolayısıyla Allah'a isyan ettikleri belirtiliyor. [397]

 

Meali:

 

80— Peygambere itaat eden, gerçekte Allah'a itaat eder. Kim deyüz-çevirirse (üzülme, çünkü) seni onlar üzerine koruyucu (bir bekçi olarak) göndermedik.

81— (Münafıklar): Bizden sana itaat! dediler. Yanından ayrılıp dışa­rı çıktıklarında onlardan bir kısmı senin dediğinin başka (ölçü ve değişik hükmüyle) geceler (yani aksine bir yol, bir plân kurmaya çalışır). Allah onların neler kurup gecelediklerini (bir bir) yazıyor. Böyle olunca da sen onlardan vazgeç; Allah'a güvenip dayan. Vekîl olarak Allah yeter.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Getirdiğim hususlarda bana uyan, Al­lah'a itaat etmiş olur. Beni seven Allah'ı sever..» buyurmuştu. Münafıklar­dan bir kısmı ortalığı bulandırmak, kafalarda şüphe doğurmak için, «Mu-hammed, Hıristiyanların İsa'yı Rab edindikleri gibi kendisini Rab edinme­mizi istiyor..» diyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [398]

Münafıklardan birkaç kişi de Peygamberin (A.S.) huzurunda bulun­duklarında, «Bizden sana itaat!.» derlerdi. Dışarı çıkınea bunun aksine plânlar kurup öylece gecelemeye çalışırlardı. Bu sebeple yukarıdaki âyet­ler indi. [399]

 

İlgili Hadîs

 

«Kim bana itaat ederse, gerçekten o Allah'a itaat eder. Kim de bana isyan ederse, herhalde Allah'a isyan etmiş olur.» [400]

 

Peygamber Ancak Allah Adına Konuşur

 

 «Peygamber'e itaat eden, gerçekte Allah'a itaat eder..»

Yeryüzünde Allah'ın halîfesi olma paye ve şerefiyle yaratılan âdem­oğlu, kendisine sunulan bu üstün şerefi korumakla yükümlü bulunuyor; nasıl ki her görevin bir şerefi ve ona oranla bir yükümlülüğü vardır. Kur'ân, bu manevî görevin metot ve statüsünü getirirken. Peygamber de bunun nasıl uygulanacağını kendi günlük hayatıyla ortaya koymuştur. Bu sebep­le Peygamber (A.S.), halifeliğin baş mümessilidir. Allah'tan  alır, öylece konuşur; kendiliğinden bir hüküm koymaz. Zaten her elçinin durumu bu­na yakın bir anlam taşımıyor mu?

Bir devlet başkanı bile ülkesindeki insanları bir bir karşısına almadığı ve her ferdi kendine elçi ve müşavir seçmediği halde kâinatın yaratıcısı sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allah da her insanı peygamber olarak gö­revlendirmez ve her ferde ayrı ayrı seslenip talimat vermez. Çünkü o za­man her insan bir baş olur ve her fert günahlardan korunmuşluk inayeti­ne erişir. İlâhî buyrukları tebliğ edecek muhatap bulamaz. O yüzden de kimin maya ve cevheri som altın, kimininki bakır ya da demirdir, bilinmez; altında bakır, demirle pırlanta, âdi boncukla elmas aynı değer ve kıratta olurdu. Bu da kâinat nizamına, beşer hakkındaki hayat kanununa ters dü­şer; atalet başlar; hareketsiz, mücadelesiz bir yaşayış ortaya çıkar; ilmî araştırma diye bir heves ve arHu kalmazdı. Sonuç bu olunca insanı yarat­manın anlam ve hikmeti ortadan kalkar, iki ayrı varlık arasında üçüncü bir cinsin yaratılması abes olurdu.

Bunun için her millete ve kabileye bir peygamber ve en sonunda da bütün milletlere bir Kitap ve bir Peygamber gönderilmiştir. İnsanların iti­raz kapıları kapansın diye, Allah'tan gelindiğini ve yine O'na dönüleceğini öğretecek araçlar, belgeler ve kanunlar sergilenmiştir. Peygamber sırf Al­lah adına konuştuğu ve günahlardan da korunduğu için ona itaat Allah'a itaat olarak gösterilmiştir. Ancak dünya işleriyle ilgili bazı hususlarda Pey­gamber görüşüne uymak mutlak surette farz değildir. Bunun için Ashab-ı Kiram. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin savaş taktiği ve benzeri bazı konular­daki görüşünün kendine mi ait olduğunu, yoksa Allah'ın bir emri mi bu­lunduğunu sormak ihtiyacını duymuşlar, Peygamberin kendi görüşü oldu­ğu anlaşılınca da Ashab değişik bir görüş ortaya koymakta bir sakınca görmemişlerdir. Bunun için Kur'ân'da Peygambere hitapla : «Dünya işle­rinde Ashabınla müşaverede bulun.» [401] emri verilmiştir. Bedir savaşında­ki durum, hurma ağacını aşılama meselesi birer örnek gösterilebilir. [402]

 

Allah'a Giden Yolu Gösterirken Zorlama Yoktur

 

(Kim de yüzçevirirse (üzülme, çünkü) seni onlar üzerine koruyucu göndermedik..»

Dinde, Allah'a uzanan yolda zorlama yoktur. Çünkü dindarlığın temeli ve ana mayası, katıkssz bir imândır; imân ise kalbe dayalı bir inanç ve zevktir. Şekil ikinci, üçüncü plânda gelir. Dikkat edilecek olunursa, Asr-i Saadette mü'minler arasında münafıklar da bulunuyordu. Bunlar sırf İs­lâm'ı içinden yıkmak, mü'minîerin gönlünde ve dimağında şüpheler doğur­mak veya bir takım menfaatler sağlamak için dış görünüşleriyle Müslü­man, iç yapılarıyla inkarcı sapıklardı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunları gayet iyi biliyor ve tanıyordu; fakat üzerlerine varmıyor, onları teşhir de etmiyordu. Çünkü Allah ve Peygamberi sevmek ve inanmak dille değil, ön­ce kalble ilgilidir. Peygamberin görevi ise, Allah'a giden yolu göstermek, ilâhî buyrukları beşer aklının alabileceği ölçü ve anlamda teblîğ etmek ve sonra da gerisini Alah'a bırakmaktır.

Koruyup kurtarma; her istediğine Cennet'in anahtarını sunma, dile­diğini Cehennem'den uzak tutma inayeti peygamberlere verilmemiştir. O halde böyle bir inayetin Peygamber'in (A.S.) ümmetinden bir ferde veril­diğini düşünmek bile anlamsızdır. Peygambere vâris olan âlimlerin, velî­lerin ve sâlih kişilerin görevi de herhalde Peygamber Efendimizin görev sınırını aşacak veya ondan daha üstün bir anlam ve hüküm taşıyacak de­ğildir. Kâmil bir mürşidin görevi, sadece hakkı tebliğdir. Hidâyet Allah'a aittir. [403]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle itikadı zayıfların, İslâm'ın ruhlara hayat veren hava­sını yeterince almayanların şuursuzca İslâm'a ve Onun şanlı Peygamberi­ne karşı gizlice ve sinsice cephe almalarından ve kurdukları hiie ve yalan­dan sözedildi.

Aşağıdaki âyetle, onların böylesine yanlış bir yola sapmalarının se­bebi açıklanıyor. Diğer bir deyimle hastalığın teşhisi yapılıp nedeni belir­leniyor : İnsanlık için rahmetin tâ kendisi olan Allah Kelâmı'nı yeterince araştırmazlardı, âyet ve sûreleri üzerinde ciddi biçimde düşünmezlerdi; nefse uyup hissî davranırlardı. [404]

 

Meali  :

 

82— Onlar Kur'ân'a etraflıca bakıp iyice düşünmüyorlar mı? Eğer O, Allah'tan başkası tarafından (indirilmiş ya da yazılmış) ofsaydı herhalde içinde birbirini tutmayan birçok uyumsuzluklar, tutarsızlıklar bulurlardı.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-i Kiramdan birkaç kişi oturup Kur'ân'dan bir âyet üzerinde farklı görüşler ve yorumlar ortaya koyarak tartışmaya başlamışlardı ki, Resûlülİah (A.S.) Efendimiz çıkageidi ve onların tu halini görünce yüzü kıpkırmızı kesildi ve yerden biraz toprak alıp onlara doğru atarak : «Durun bakalım, ne oluyor size? Sizden önceki ümmetler, Peygamberlerine karşı ihtilafa düştükleri ve Allah'ın indirdiği Kitabın bir kısmını bir kısmına karış­tırıp (yanlış yorumlarda bulundukları) için helak olmuşlardır. Şüphesiz ki, bu Kur'ân bîr kısmı bir kısmını yalanlıyacak biçim ve anlamda indiril-memiştir; ancak bir kısmı bir kısmını doğrular mahiyette inmiştir >rsdan anladığınızla amel edin, bilmediğiniz ve anlayamadığınızı bilenlerden  so­run..» [405]

 

Kur'ân, Hazret-İ Muhammed'in  (A.S.)  Rjsaletinin En Büyük Şahididir

 

Gerek Kitap ehli, gerekse putperestler ve münafıklar durmadan Haz-ret-i Muhammed'in (a.S.) peygamberliğini inkâr ediyor ve bu havayı yay­maya çalışıyorlardı. Cenab-ı Hak, onların, hissî davranmaktan, inat yollu İnkârdan vazgeçip akıl ve zekâlarını, vicdan ve iz'anlannt kullanmalarını hatırlatarak Kur'ân'ı iyiden iyiye araştırmalarını, âyet vt sureleri arasındaki uyuma dikkat etmelerini, muhkem ve müteşabih âyetler üzerinde bi­lerek, anlayarak durmalarını, geçmişle, gelecekle ilgiii haberlerine dikkat etmelerini, tarihî gerçeklerle karşılaştırmalarını, getirdiği hükümlerin yü­celiğine, adaletten yana isabetine bakmalarını öneriyor.

Okulu olmayan, ilim çevresi hiç bulunmayan koyu bir cehaletin hü­küm sürdüğü bir ülkede okur-yazar dahi olmayan bir adamın çıkıp bu ka­dar hakikatleri, ilmî verileri, ahlâkî kuralları, âhiretle ilgiii sıhhatli haber­leri, geçmiş milletlerin hayatından önemli bölümleri kusursuz ve hatasız biçimde anlatması veya bu ölçü ve mânada büyük bir kitap yazması her­halde mümkün değildir. Asırlardan beri gelişen ilim ve teknik, tarihî araş­tırmalar bu kitabı sadece doğrulamıştır. Gerçeği bulan ilim ancak Kur'ân'ı tasdîk etmiş, fakat ona ters düşmemiştir. Ümmî bir zatın bu kadar mü­kemmel ve kusursuz bir kitap yazdığını kim iddia edebilir?

Bunun için Allah inkarcıları, inatçıları ve ikiyüzlüleri insafa, sağduyu­ya çağırarak Kur'ân üzerinde etraflıca düşünmelerine yeniden bir rahmet kapısı açıyor. Aynı zamanda Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygamberliği­ne en büyük şahit ve belgenin Kur'ân olduğu gösteriliyor. [406]

 

Kur'ân Âyetleri Arasında Mutlak Anlamda Tamamlayıcı Ve Uyum Sağlayıcı Bağ Mevcuttur

 

«OnIar Kur'ân'a etraflıca bakıp iyice düşünmü­yorlar mı?...»

Kıraat farkları, âyet ve sûrelerin sayısındaki değişik tesbitler, Kur'-ân'ın zincirleme devam eden ahengini, hükümler arasındaki tamamlayıcı mânayı bozmaz. Bunun dışında aynı konu veya kıssanın tekrarında ayrı bir hüküm, ayrı bir hikmet ve değişik bir mâna vardır; fakat uyumsuzluk, gereksizlik yoktur. Kur'ân'ın Allah Kelâm'ı olduğunu ve eşsiz bir ahenk, olağanüstü bir uyum, akıllara durgunluk veren metot, plân ve düzen için­de bulunduğunu şöyle özetliyebiliriz :

a) Her sahifesinde mutlaka dört beş konuya temas eden, sık sık ko­nu değiştirirken iki konu arasında kopmaz bağları çok ustaca sergiliyen, birçok ilimlere ışık tutup ana fikirler veren; ferdin ruhuyla, ailenin düze­niyle, toplum hayatının esas ve statüsüyle ilgilenen; dünya ile âhiret; be­den ile ruh; fizik ile metafizik arasında en sağlam dengeyi kuran; geçmiş milletlerin hayatını en önemli fakat en ibretli yanlarıyla ele alıp bir tablo halinde gözler önüne sergiliyen; gelecekten haber verip ölümün mutlak

yokluk olmadığını en duyarlı biçimde gönüllere işleyen; Allah'ın canlılar için koymuş olduğu hayat kanununun şaşmadan hedefine doğru ilerledi­ğini belgelerle ortaya koyan; Allah ile kulları arasındaki yolu açıp onu in­san ruhunun yüceliğine yakışır ölçüde işlek duruma getiren 600 sahifelik büyük bir kitap söz konusudur. Eğer beşer kafasından ve kaleminden çık­saydı -yazan ne kadar bilgili ve kültürlü olursa olsun- çoktan cilası sili­nir, rengi değişir, tazeliği kaybolur; fikirleri eskir; bir nice benzerleri orta­ya çıkarılır ve sonunda unutulmaya mahkûm olurdu.

Halbuki Kur'ân 1400 senedir durmadan cilalanmakta, her geçen gün parlaklığı bir kat daha artmakta, getirdiği esas ve prensipler rağbet gör­mekte; ilim adamlarına yeni yeni ana fikirler sunmakta, getirdiği ilâhi ni­zamla bütün dünyaya meydan okumaktadır.

b)  Şimdi söyleyin, hangi faninin kitabı bu kadar tazeliğini, canlılığını ve parlaklığını koruyabilmiştir? En çekici eser bir iki defa okunur; üçüncü kez ele alınınca zevk vermez olur. Kur'ân her okunduğunda yepyeni bir ruh, bir ahlâk havası estirir. Bambaşka konular hatırlatır.

c)  Hangi kitap gelecek olaylardan doğru haber verebilmiştir? İleriyi gören birçok İlim ve devlet adamlarının istikballe ilgili kehanetlerinin biri doğru çıkmışsa, mutlaka ikisi yanlış çıkmıştır.

Söyleyin, hangi kitap insanların gönlünden ve kafasından geçenlere parmak basıp uyarıda bulunabilmiştir?

d) Hangi yazar, hangi tarihçi ve sosyolog geçmiş milletlerin haya­tını dosdoğru tesbit edip ortaya çıkarabilmiştir? Yakın tarihimizdeki bir olayı bile doğru tesbit edip ortaya koymakta zorluk çekiyoruz. Tesbit bir­kaç şahıs tarafından yapılmışsa, aralarında mutlaka farklı yanlar vardır. Ama Kur'ân bütün bu yanlış tesbitlerden, farklı görüşlerden, yanlış bilgi vermekten çok yüce ve münezzehtir.

e) Bugüne kadar hangi ilim adamı Kur'ân dışında, usûl ve furû' ko­nularında bu derece sağlam esaslar koyabilmiştir? En güçlü hukukçula­rın adalet ve hakkaniyetten yana hazırlayıp çıkardıkları kanunlar birkaç yıl sonra tazeliğini kaybetmekte ve sosyal yapıya cevap veremez duruma düşmektedir. Kur'ân'ın getirdiği hukukî sistem ise, binlerce ciltlik eserin yazılmasına yol açmış, binlerce, milyonlarca  hukukçunun araştırma  ko­nusu ve anahtarı olmuş, her geçen gün tazeliği artmış, fakat eksilmemiş-tir.

Allah ile kulları arasındaki fark ne ise, Allah Kelamıyla insan sözü arasındaki fark da odur.

f)  Allah'ın varlığından, birliğinden, O'nun sıfatlarından, âhiretten ve diğer fizikötesi âlemlerden bu derece doyurucu, ölçülü, anlamlı ve duyar­lı bilgi sunmak bir fani için mümkün müdür? Beşer ruhuna hitap eden, onu tatmin eden, ona umut ve aşk veren bu değil midir? Bu umut ve aşkı kim, nasıl verebilir?

g)  Ruh hakkında sunduğu esas ve ölçüyü hangi ilim adamı, hangi psi­kolog düşünebilmiştir?

İşte bunun için Allah, hiçbir ciddi araştırma yapmadan âyet ve sûre­lerin taşıdığı mâna ve esaslara dikkat etmiyen inkarcı ve inatçıları Kur'ân üzerinde derinden derine araştırma yapmaya davet etmektedir.

Şunu da belirtelim ki, bu davetin bir ucu da mü'minlerle ilgilidir. On­ların daha çok Kur'ân üzerinde araştırma yapması; çağa ve çağın insa­nına ışık tutan hüküm ve tavsiyelerini bütün incelik ve hikmetleriyle orta­ya çıkarması, böylece dâvasının gücünü ve haklı bulunduğunu belirgin hale getirmesi gerekir. [407]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle nifakın asıl sebebinin bilgisizlik, şahsî çıkar ve nef-sanî arzu olduğu belirtildi. Aşağıdaki âyetle bu bilgisizlikleri nedeniyle ken­dilerine güven veya korku veren bir haber gelince münafıkların hiçbir ölçü ve kıstasa vurmadan yaymaya çalıştıkları, böylece bazı gereksiz endişe ve kuşkulara sebep oldukları açıklanıyor. İslâm'ın yüceliğini henüz tama­men kalbine ve ruhuna sindirememiş zayıf iradeli Müslümanların da bu yolda hareket ettiğine işaret edilerek uyarılıyor. [408]

 

Meali :

 

83— Kendilerine güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu (yaymadan) Peygamber'e ve kendilerin­den emir sahiplerine arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarmaya (olumlu so­nuç almaya) yetkili olanları elbette onu bilirdi. Allah'ın size fazl-u rahmeti olmasaydı, -azınız müstesna- şeytana uyup giderdiniz.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir yere bir müfreze veya bir tabur mü­cahit gönderirdi. Onların yenildiği veya üstünlük sağladığı haberi gelir gel­mez münafıklar ve bir de zayıf iradeli Müslümanlar Peygamber'in (A.S.) açıklamasını beklemeden onu yaymaya çalışır ve böylece mü'minlerin kal­binde Peygamber ve İslâm'dan yana şüpheler doğururlardı.

Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [409] Diğer bir rivayet:

İkinci halîfe Hz. Ömer (R.A.) diyor ki : «Mescid-i Saadet'e girdiğimde Ashabdan bazı kişilerin, Peygamber (A.S.) Efendimizin açıklamada bulun­masını beklemeden, «Peygamber zevcelerini boşamıştır..» haberini verdi­ler. Bunun üzerine kalkıp Peygamber (A.S.)   Efendimize gittim ve :  «Ya Resûlellah! zevcelerinizi boşadıniz mı?» diye sordum. «Hayır..» dedi. Bu­nun üzerine «Allahu Ekber,» dedim ve sesimin çıktığı kadar ünledim : «Re­sûlüllah Efendimiz zevcelerini boşamamıştır!» Cok geçmeden yukarıdaki âyet indi. [410]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kişiye yalan olarak yeter, her duyduğunu anlatmak.» [411]

«Yalan olduğunu görüp bildiği halde bir haberi yaymaya çalışan kim­se yalancılardan biridir.»[412]

 

Devlet İdaresinde Gizlilik

 

«Kendilerine güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde, onu hemen yayıverirler.»

Allah yukarıdaki âyetle, devlet idaresinde ülke yararıyla ilgili önemli hususlarda sözün ayağa düşürülmemesini, yetkililer tarafından açıklanın-caya kadar gizliliğe uyulmasını emrederken, bilhassa şu iki konuda duyar­lı olmamızı öneriyor: Halkın moralini yükseltip güven veren veya korkutup paniğe kaptıran haberleri ciddi bir yorumdan sonra gerekirse yaymak. Günlük olayların tesir, ölçü ve sahası dikkate alınmadan bu iki konuda acele etmemek. [413]

 

Çıkan Haberin Doğruluğunu Araştırmak

 

Bir kişinin ağzından çıkan haberin hem doğruya, hem yalana ihtimali vardır. Ona ne hemen inanılır, ne de hemen reddedilir. Aslının olup olma­dığı araştırılıp öylece bir sonuca varılır. Çünkü çıkan bir haber ne kadar çok ağız değiştirirse o kadar biçim ve anlam değiştirme felâketine uğrar. Doğrusu tesbit edilinceye kadar farklı şekil ve mânada hafızalara yerle­şip silinmesi zor izler bırakır. Özellikle savaş günlerinde, -felâketli zaman­larda ordunun ve halkın moralini bozacak nitelikteki haberler birbirini ta­kip eder. Emir ve kumanda zincirinde mutlak disiplin ve otoritenin hâkim olması gerekir. Aksi halde işler çığırından çıkar. Çünkü toplum psikolojisi daha çok basit ve münferit duyguları kavrar; telkin olunan görüşler, dü­şünceler, inançlar ve verilen haberler bütünüyle ya kabul, ya da red olu­nur. Çünkü akıl ve muhakeme yoluyla değil de telkîn yolu ile meydana gelen inançlarda durum hep aynıdır.

O halde çıkan her haberi kelime eklemeden ve etrafa yaymadan yet­kili âmirlere ulaştırıp yorumunu onlara bırakmak en uygun tedbirdir. [414]

 

Basın - Yayın

 

İç ve dış olayları, çıkan haberleri değerlendirip yaymada basının yeri ve önemi oldukça büyüktür. Sorumluluğu da gücü ve tesir sahasıyla oran­tılıdır.

Kur'ân bu tür yayın organlarını sağlıklı haber vermeye davet ediyor. Açıktan günah işliyen bir kişinin verdiği haberi, -aslı olup olmadığını ciddi biçimde araştırmadan- neşretmemesini öneriyor.

«Ey imân edenler! Eğer din ve ahlâk sınırlarını aşan yozmuşun biri si­ze bir haberle gelirse» onu (o haberin doğru olup olmadığını) iyice araştı­rın, sonra bilmeden bir topluluğa kötülükte bulunursunuz da yaptığınıza pişman olursunuz.» [415]

«Kendilerine güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde onu he­men yayıverirler,.» [416]

Aldığı, ya da duyduğu haberi -aslı olup olmadığını araştırmadan- he­men yayınlıyan neşir organları eksik değildir. Basına tanınan geniş hür­riyetten yararlanırken bu yüzden ölçüyü kaçıranlara sık sık rastlamak mümkün. Halbuki basının kendi kendini kontrol etmesi bir çare olarak dü­şünülmüş ve ülkemizde 24 Temmuz 1960'da İstanbul Gazeteciler Cemiye-ti'nde yapılan bir törenle BASİN AHLÂK YASASI kabul edilmiştir. Bu ya­saya göre yayınlarda şu hususlara riâyet edilmesi öngörülmüştür:

a)  Ahlâka aykırı veya müstehcen yayında bulunulamaz.

b)  Galiz kelimeler kullanılamaz.

c)  Şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın yapılamaz.

d)  Fertlerin özel hayatı, küçük düşürücü şekilde teşhir edilemez.

e)  İftira ve isnatta bulunulamaz.

f)  Haberlerde olayların yorumunda gerçeklerden tahrif ve kısıtlama yoluyla ayrılınamaz.

Kur'ân basınla ilgili bu ahlâk yasasının bilhassa son cümlesi üzerin­de daha kapsamlı ve anlamlı durmuştur. Diğer cümleler ise Kitap ve Sün-net'in bir çok bölümlerinde daha tesirli biçimde açıklanmıştır. Tabii gerek Kur'ân'ın bu konudaki emir ve tavsiyeleri, gerekse Basın Ahlâk Yasası'na bağlı kalınmak, ciddi eğitim isteyen bir konudur. Toplumu bu düzeyde ye-tiştiremiyen milletler, ülkelerini birbirine yalan, iftira ve çamur atan, hay­siyet kırıcı yayınlarda bulunan sadistlerin keyfine terketmiş olurlar. O hal­de her şeyden önce fazîletli, hak ve hukuka saygılı bir kuşak yetiştirmek şarttır. Bu da millî ve manevî değerlerle yoğrularak şifalı bir komprime ha­line getirilmiş şuurlu bir eğitimle mümkündür. [417]

 

Kıyas Ve İçtihadın Cevazına Delil

 

«Onlardan hüküm çıkarmaya yetkili olanları elbette onu bilirdi.»

Âyette NEBET kökünden gelen İSTİNBAT tabirine yer verilmiştir. NE-BET'in sözlük mânası, kuyudan ilk kazıldığında çıkan sudur, Bu mânayla İslâm Fıkhında ilim adamının keskin zekâsı, açık zihni, sür'atli intikali, ge­niş tahsil ve kültürü ile içtihatta bulunup mesele ve hüküm çıkarmasına İSTİNBAT denilmiştir.

Bu da KIYAS'a cevaz vermekte, içtihadın kapısını açık tutmaktadır. Çünkü dinî hükümlerin bir kısmı Kur'ân'dan anlaşılır; bir kısmı ise Sünnet­ten... Bir kısmı da bu iki ana kaynaktaki menatta birleşen mesele ve hük­me kıyas edilerek çıkarılır.

Âyette kıyas ve içtihada kapı açık tutulduğu gibi, yetkili ilim adamla­rının her devirde kıyas ve içtihat yapabileceğine de işaret vardır.

Fahruddin Râzîde: «Bu âyet kıyasın şeriatte bir hüccet olduğuna de­lâlet etmektedir,» diyor ve devam ediyor: «İçtihatta bulunup hüküm çı­karma yetkisi hem Peygamber (A.S.) Efendimize, hem ümmetten yetkili kişilere verilmiştir. Ayrıca istinbat ve içtihada yetkisi olmayanların yet­kili olanları taklît etmelerinin lüzumu belirtiliyor.» [418]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle savaş taktiğine temas edildi; duyulan haberlerin et­rafa yayılmadan yetkili âmirlere ve ilim adamlarına iletilmesinin gereği be­lirtildi. Aşağıdaki âyetle yine aynı konuya geçilerek Allah yolunda, mü'min yalnız başına olsa bile cihat ile emrediliyor. Bu konuda mü'minlerin teşvîk edilmesinin önemine parmak basılıyor ve kuvvetler dengesine işaret edi­lerek bu husustaki ilâhî kanuna atıf yapılıyor. [419]

 

Meali :

 

84— O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa teşvîk et. Ola ki Allah, o inkarcıların kuvvet ve sal­dırısını önler. Allah'ın kuvvet ve saldırısı ise, elbette daha şiddetlidir. (Sal­dırganları) uzaklaştırıp (onlara hakettikleri) cezayı vermesi de daha ağır­dır.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Uhud savaşı sona erdiğinde Ebû Süfyan ile bir yıl sonra savaşmak üzere Bedr-i Suğra mevkiinde, zilkaade ayında buluşmayı sözleşmişlerdi. Mevsim gelince Allah Resulü, va'dedilen yerde savaşmaya hazırlandı ve mü'minleri bu savaşa katılmaya davet etti. He-

nüz İslâm'ın yüceliğini kalblerinin derinliğine yerleştiremiyen zayıf iradeli mü'minlerle münafıklardan kalabalık bir cemaat bu daveti pek olumlu kar­şılamadılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [420]

Kurtubî, Lübabu't-Te'vîl ve Medârik'in tesbitine göre, Resûiüllah (A.S.) Efendimizle birlikte bu va'dedilen savaşa ancak 70 sahabe katılmıştı. Ebu Süfyan va'dini yerine getirmediğinden Bedr-i Suğra mevkiine giden mü­cahitler hiçbir olayla karşılaşmadan tekrar Medine'ye dönmüşlerdi. [421]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ey Ashabım! Şüphesiz ki Rabbim savaşmanızı emretti; artık siz de savaşın.» [422]

«Doğrusu Cennette yüz derece vardır; Cenâb-ı Hak onları Allah yo­lunda cihat edenlere hazırlamıştır. İki derece arası yerle gök arası kadar­dır. Allah'tan dilekte bulunduğunuzda FİRDEVS Cennet'ini isteyin. Çünkü Firdevs, Cennet'in orta kısmında ve en yücesindedir. Rrdevs'in üstünde Arş-i A'lâ bulunuyor. Cennet'in nehirleri Firdevs'ten kaynayıp akar.» [423]

 

Mü'min Yalnız Başına Da Olsa Allah Yolunda Cihat Etmekle Yükümlüdür

 

<<o nalde Allan yolunda savaş, sen ancak kendinden sorumlusun,...»

Kur'ân konumuzla ilgili âyetle, Allah'a imân eden bir mü'minin göre­vini, sorumluluğunu belirleyip özetlemiştir. Buna en güzel örnek sayılan Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu uğurda verdiği çetin mücadelenin, yük­selen grafiğinin en son çizgisini «O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun,.» cümlesiyle noktalıyor.

O bakımdan her mü'min, bulunduğu, ya da bağlı olduğu toplum yapı­sında görevinin ölçüsünü, sınırını, sorumluluk ve yükümlülüğünü belirle­mek zorundadır. Aksi halde mü'min olma vasfını yitirir. Günün şartlarına, toplumun ekonomik, kültürel ve psikolojik yapısına göre hizmet ve cihat stratejisini hazırlar. «Ben yalnızım» veya «Biz azınlıktayız, ahlâkan bozulan, azıp sapıtan şu insanları doğru yola getirmemiz mümkün değildir», diyenlerin, İslâmî faziletin çok gerilerinde hayvani bir hayatın esiri olarak sayılı günlerini tüketmeye çalıştıklarını unutmamak gerekir. Neme lâzım, diyen, neye lâzım olur? Böylesi ne işe yarar?

Ama, Allah ve Resulüne gönülden inanıp bağlanan ve bu doğrultuda dâvanın yüceliğini, yıkılan ahlâkın, kopan millî ve manevî değerlerin öne­mini kavrayan; büyük dâvaların gerçekleşmesinin çok büyük himmetler, gayretler, ve hayırhahlıklar istediğini idrak eden bir fert olarak ben veya birkaç kişi olarak bizler, milyonlarca insanlar arasından seçilip «mü'min» sıfatına lâyık görüldük. Bu bakımdan bendeki veya bizdeki sıfat, dâvanın yüceliği ve kutsaliığıyla eşdeğerdedir- Gereğini yerine getirdiğimiz, ya da getirmeye çalıştığımız sürece ona lâyıkız. Yaşamak, servet, para ve ben­zeri geçici nesneler amaç değil, saldırgan düşmanı yenmek ve öylece ama­ca erişebilmek için vasıtadır. Vasıtayı amaç kabul edip bu uğurda bir ömür tüketenler hiçbir zaman imân cevherine, mü'minlik sıfatına lâyık de­ğillerdir! der ve mevcut imkânlarla Allah'ın son dinine, Hazret-i Muham-med'in (A.S.) mukaddes emanetine, insanlığın saadet ve selâmetine hiz­mete koyulursa, «O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden so­rumlusun..» hitabına mazhar olur. Şüphesiz ki bu da bahtiyarlığın tâ ken­disi, insan olmanın en belirgin alâmetidir. [424]

 

Kuvvetler Dengesi

 

«O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa teşvik et. Ola ki Allah, o inkarcıların kuvvet ve saldırısını önler.»

Yeryüzünde şiddet ve tuğyanı, haksız saldırı ve sömürmeyi durduran, kuvvetler dengesidir. Bu da Allah'ın milletlerden yana sergilediği varolma kanunlarından biridir. Allah bu dengeyi sağlamayı murat eder. İnsanların çoğu ise, bu dengeyi bozma gayretindedir. Dünyada süper güçler arasın­daki kuvvetler dengesi bozulunca cihan harbine yol açılır. Komşu devlet­ler arasında bozulunca istilâ ve sömürü başgösterir. Bu bakımdan her millet az-çok varlığını sürdürebilmek için en az komşu ülkelerin kuvvetine denk bir güce sahip olmak zorundadır.

Kur'ân'da özellikle Müslüman milletlere ve mü'min fertlere seslenile­rek kuvvet dengesi sağlamaları emrediliyor. «Mü'minleri de savaşa teşvik et!,.» emri çok geniş kapsamlı hükümler taşımaktadır:

a) İmândan kaynaklanıp gelen cesaretlerini artır, kahramanlık ruhunu aşıla..

b)  Geçmiş ve şimdiki milletlerin tarihini, ekonomik ve kültürel yapı­larını, yükseliş ve yıkılışlarının sebeplerini çok duyarlı biçimde öğret,.

c)  Harp sanatını eğitim yoluyla kalblere ve kafalara işle..

d)  Harp sanayiini geliştir..

e)  Yetişmekte olan kuşakların pısırık, korkak ve maddeci yetişmesine imkân verme ve verdirme..

f)  Allah ve din sevgisini bütün sevgilerin ve amaçların üstünde tuta­rak çok metotlu şekilde bunu gönüllere ve dimağlara nakşet..

Bütün bu gayret ve tedbirlerden sonra Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah herhalde o küfredenlerin kuvvet ve saldırısını durdurup dengeyi sağ­lar. Çünkü mü'minler kendilerine düşeni yeterince yapıp insan gücünün erişebileceği çizgiye gelince, bu kez ilâhî yardım ve inayet ardarda tecelli etmeye başlar. [425]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetle mü'minlerin savaşa teşvik edilmesi emredildi. Aşağıda­ki âyetle aynı konuya bir başka açıdan bakılarak savaşta arkadaşını yal­nız bırakmayıp ona yardımcı olanın mükâfatı belirtiliyor. Aksi bir davranış içinde ikiyüzlülükte bulunanların ise, bu yüzden ortaya çıkacak şer ve fe­lâketten nasîbini alacağı hatırlatılıyor. Rüzgâr eken fırtına biçer, ata sö­zünün ne kadar isabetli olduğu anlaşılıyor. Günümüzdeki anarşik olaylar­da bunu -şüpheye yer birakmıyacak biçimde- doğruluyor. [426]

 

Meali :

 

85— Kim güzel bir şefaatte bulunur (hakkını savunamıyan birine sa­hip çıkıp haklılığını isbatlamasını veya suç zaniılığından kurtarılmasını ve­ya hakkının geri alınmasını sağlarsa), ona, o şefaatten (sevap ve sonuç bakımından) bir pay vardır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ona da (günah ve suç bakımından) bir hisse vardır. Allah, her şeyi görüp gözeten ve her şeye gücü yetendir.

 

İniş Sebebi Ve İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz oturuyordu. Bir adam gelip bir şeyler is­tedi. Allah Resulü Ashabına dönerek şöyle buyurdu : «Şefaat edin, (ha­yırlı işlerde araoı olun) ki ecre (mükâfata) erişesiniz. Allah Peygamberinin dili üzerinde dilediğini hükmeder.»[427]

«İhtiyacını dile getirip (yetkililere) ulaştıramıyamn ihtiyaç ve dileğini siz (aracı olup) ulaştırın. Kim, ihtiyacını ulaştıramıyan kimsenin ihtiyaç ve dileğini (aracı olup) sultana ulaştırırsa, Allah kıyamet günü onun ayağını Sırat üzerinde tesbit edip (kaydırmaz).» [428]

Münafıklardan birkaç kişi arkadaşlarının savaşa katılmamaları için Peygamber'e gelip izin istediler; mü'minlerden çoğu da, savaşa katılmak azminde olup fakat savaşta kullanacak araç ve gereci buiamıyan din kardeşlerine bu hususta da yardımcı olmak için çırpınıp duruyor ve ser­vet sahiplerinden bunu sağlamak için aracı oluyorlardı.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [429]

 

Şefaatin Ölçü Ve Anlamı

 

«Kim güzel bir şefaatte bulunursa....»

Şefaat «şefi'» kökünden türetilen bir kelimedir ki sayıda çift rakama delâlet eder. İki kişi arasında iyi niyetle aracı olmaya çalışan kimseye de -ihtiyaç sahibini yalnız bırakmayıp ona eşlik ettiğinden- şefaatçi, denir.

O halde «şefi'» sözlük olarak daha çok bir şeyi diğerine eklemek anlamına gelir. Bu mânayla «şuf'a», kişinin kendine ait mülkü ortağının mülküne eklemesi anlamında  kullanılır.

Kelimeye bu açıdan bakıldığında, âyette anılan «şefaat», ihtiyaç sa­hibi birisinin arzu ve dileğini diğerinin nüfuz ve kıymetine eklemek için aracı olmak demektir.

Toplum yapısında ihtiyacını dile getiremiyen, derdini anlatamıyan za­yıf ve sahipsizlere sahip çıkıp aracı olmak kadar asil bir davranış var mı­dır? Böyle davranmak hem insanî, hem dinî bir vecibe değil midir? Baş­kasının derdi ve ihtiyacıyla ilgilenilmiyen bir toplulukta, her şeyden önce fertler yalnızJığa itilmiş demektir. Böyle olunca da onların sosyal hayat­larının, diğer bir tabirle toplum içinde yaşamalarının bir bakıma değer ve anlamı kalmıyor.

İslâm, toplumun böylesine hazîn bir dağınıklığa ve ilgisizliğe itilme­mesi için iyilikte, yardımlaşma ve dayanışmada, haklı davalarda insan­lara özellikle din kardeşlerimize yardımcı olmamızı, haklarını korumamızı, sıkıntılarını gidermeye çalışmamızı, gerektiğinde aracı olmamızı emreder. Haksızlık, adaletsizlik, şer ve kötülüğe kapı açan konularda ise, şefaatçi olmaktan herhalde kaçınmamızı, bu hususta ara yerde vasıta olmaktan sakınmamızı telkin eder. Daha çok dine, memleket ve millete, ahlâk ve fazîlete, ilim ve irfana hizmet edenlerin yanında yer almamızı, onları yal­nız bırakmamamızı en duyarlı biçimde bildirirken, haksızlardan yana ol­manın büyük bir vebale yol açacağını, ekilen rüzgarın ancak fırtına ürünü vereceğini hatırlatır.

Böylece sosyal yapıyı sağlıklı, güvenli ve huzurlu şekilde ayakta tut­manın önemli sebeplerinden birini sergiler. [430]

 

Avukatlık Mesleği

 

Kur'ân «şefaatçi ve aracı» tabirleriyle bu mesleğe işaret etmektedir. Eski Yunan ve Roma'da, dava halinde tarafların akraba hattâ arkadaşla­rına, tarafları yargı önünde savunma imkânı verilerek bu ülkelerde avukat­lık mesleğine imkân tanındığı söylenir. Bu doğrudur. Arpa İslâm bu mesle­ğin ana fikrini ortaya koymuş, statüsünün hazırlanması için bol malzeme sunmuştur. «Kim güzel bir şefaatte bulunur, (birinin hakkını ya da ihtiya­cını sağlamakta aracı olursa, kendisine sevap bakımından) bir pay vardır.» buyurulurken Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz bunu biraz daha açık-lıyarak şöyle tavsiye etmiştir:

«İhtiyacını dile getirip (yetkililere) ulaştıramiyanın ihtiyacını siz (aracı olup) ulaştırın. Kim, ihtiyacını ulaştıramıyan, dileğini arzedemiyen kimse­nin ihtiyaç ve dileğini (aracı olup) sultana iletirse Allah kıyamet günü onun ayağını Sırat üzerinde tesbît edip (kaydırmaz).» [431]

İslâm yukarıdaki âyetle avukatlığı sadece kendini savunmaktan âciz olup haksızlığa uğrayanlardan veya uğrama ihtimali kuvvetli olanlardan yana düşünüp teşvik etmiştir. Zalimleri, zorbaları, ahlâksızları masum gös­termek için savunanları ise, kınayıp azap ile korkutmuştur. Gerçi Batı Hu­kukunda da bu mesleğe yeterince yer verilmiş, hukukî münasebetlerin düzelmesinde, her türlü hukukî mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hak­kaniyete uygun olarak çözümlenmesinde avukatın şahsî bilgi ve tecrübe­sinden yararlanmaya geniş kapı açılmıştır. Ne var ki, İslâm'ın hilâfına -haklı olsun, haksız olsun; zâlim olsun mazlum olsun; cani olsun, cinayet­ten geniş çapta zarar görmüş bulunsun- her davalı ve davacıyı savunmak­ta bir sakınca görülmemiştir.

Suç işlediği kesinlikle bilinen ve bu yüzden mutlaka ceza görmesi ge­reken bir kişiyi masum ve suçsuz göstermek için savunmak İslâm'ın ge­tirdiği şefaatçi ve aracı sistemine ters düşer.

«Zalim olsun, mazlum olsun din kardeşine yardımcı ol!» mealindeki sahih hadîsin açıklamasını bir soru üzerine bizzat Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz yapmış, şüphelere yer bırakmamıştır: «Mazlum ise zulümden kurtul­ması, hakkının iade edilmesi için yardımcı ol.. Zâlim ise, daha fazla zulüm işlemesine engel ol..» [432]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetle, toplum arasında hakkını savunamıyan, derdini an-latamıyan zayıflardan yana aracı olmanın, fazîlet mücadelesi anlam ve hükmünü taşıdığı belirtildi. Fertleri dağınık, bir kenara itilmiş bir toplum­da hayır bulunmadığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, sosyal yapıyı dayanışma ve fazilet mücadelesi gibi yüksek amaçlara yönelik davranışlarla kuvvetlendirirken bunun metot ve yöntemini bilmenin gereğine dolayısıyla temas ediliyor. Karşılıklı sevgi ve saygıyı, güven ve itimadı yaygınlaştıran selamlaşmanın önemi sergile­niyor. [433]

 

Meali  :

 

86— Sevgi, saygı ve selâm ifâde eden bir söz ile size ilgi ve saygı gösterildiğinde siz de ondan daha iyisiyle ilgi ve saygı gösterin veya ay­nen karşılık verin. Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını lâyıkıyle görendir.

 

İlgili Hadîsler

 

Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

  Ey Allah'ın Resulü! İslâm'ın hangi (hasleti) daha hayırlıdır? Cevap verdi :

  (Muhtaçlara,  yakınlarına  ve  dostlarına)  yemek  yedirirsin,  tanıdı­ğın ve tanımadığına selâm verirsin. [434]

«İmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe imân etmiş sayılmazsınız. Sizi bir şeye irşat edeyim mi? Onu işlediğinizde bir­birinizi seversiniz: Selamlaşmayı aranızda yaygınlaştırın.» [435]

Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelip «es-Selâmu aleyke» de­di. Peygamber (A.S.) ona : «Ve aleyke's-selâm ve rahmetullahi» diyerek karşılık verdi. Az sonra başka bir adam gelip «es-Selâmu aleyke ve rah­metullahi» dedi. Peygamber (A.S.) ona : «Ve aleyke's-Selâm ve rahmetul­lahi ve berekâtuhu» diye karşılık verdi. Az sonra bir başkası gelip: «es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu» diye selâm verdi. Pey­gamber (A.S.) ona: «Ve aleyke... diye karşılıkta bulundu. Bunun üzerine adam, Peygamber Efendimize : «Anam babam sana feda olsun; benden önce iki adam sana selâm verdiğinde bana verdiğin karşılıktan fazlasını onlara verdiniz..» dedi. Peygamber (A.S.) ona şu cevabı verdi: «Sen bize söylenecek bir fazlalık bırakmadın ki!.» [436]

«Selâm'ı yaygınlaştırın ki esenlikte kalasınız.» [437]

 

Selâm'in Sosyal Yapımız Üzerindeki Olumlu Tesiri

 

SELÂM : Esenlik, selâmet, barış, huzur, rahat, iyi ve hayırlı olma, gü­ven ve itimat sunma gibi yüksek amaçlara yönelik anlamlar taşıyan bir sevgi, saygı ve güven deyimidir. Aynı zamanda Allah'ın sıfatlarından biri­dir. Çünkü Cenâb-ı Hak, esenlik ve selâmetin sonsuz kaynağıdır; her tür­lü kusur ve ayıptan, noksanlık ve eksiklikten, son bulmak ve yok olmak­tan münezzehtir. Bu mânayla SELÂM, Allah'a sıfat olmuştur.

Bütün bu incelik ve yüce amaçları ifade eden başka bir sevgi ve say­gı kelimesi yoktur. Fertlerin birbirine karşı bu derece sevgi ve saygı dolu güzel dileklerde bulunması, her şeyden önce aralarındaki yabancılığı, ko­pukluğu, soğukluğu ve dargınlığı kaldırır. Sosyal yapımız bununla güç ka­zanır,  huzur bulur. [438]

 

Selâm Nasıl Verilir?

 

«Sevgi, saygı ve selâm ifâde eden bir söz ile size saygı gösterildiğinde, siz de ona daha iyisiyle veya aynen karşılık verin.»

Sahih rivayetlerden edindiğimiz bilgiye göre, ilk selâm verme sünne­tini koyan Âdem Peygamberdir. Cenâb-ı Hak onu yarattıktan sonra şöyle buyurdu : «Git de şu oturan bir grup meleğe selâm ver ve sana nasıl kar­şılık vereceklerini iyice dinle! Çünkü bu hem senin, hem zürriyetinin bir­birini sevgi ve saygı ile selâmlaması olacaktır.» Bu emir üzerine Âdem Peygamber meleklere gidip «es-Selâmu aleyküm..» dedi. Onlar da : »Ve aleykümü's-Selâm ve rahmetullahi..» diye karşılık verdiler. [439]

O halde selâm vermek bir sünnet-i kadîmedir. Onu cevaplandırmak ise vaciptir.

Selâm verilen, bir kişi bile olsa, ona çoğul zamiri ile «es-Selamu aley­küm.» demek daha iyidir. Çünkü beraberindeki melekler de buna girmiş olur.

Verilen selâma belirtilen ölçüler içinde fazla bir kelimeyle karşılık vermek de sünnettir. Çünkü her kelimeye karşılık on sevap vardır.

Ashabdan İmrân bin Hüsayn (R.A.) diyor ki: «Bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, «es-Selâmu aleyküm.» dedi. Peygamber Efen­dimiz ona karşılık verdikten sonra «On sevap» buyurdu. Az sonra bir di­ğer adam gelip, «es-Selâmu aleyküm ve rahmetullah..» diyerek selâm ver­di. Efendimiz ona da karşılık verdi ve «Yirmi sevap,.» buyurdu. Sonra bir başka adam daha gelip, «es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâ­tuhu.» diyerek selâm verdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona da karşılık verdikten sonra, «Otuz sevap..» buyurdu.

Hadîslerin ışığında genel kaide şudur:

«es-Selâmu aleyküm..» diyene, «Ve aleykümü's-selâm ve rahmetul­lah..» diye karşılık vermek; «es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi.» diyene, «Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu.,» demek; bu ölçü­de selâm verene de aynen karşılık vermek sünnettir.

Nitekim bir adam, İbn Abbas'a (R.A.) bu son ölçüyü aşıp selâm ver­miş, İbn Abbas ona : «Selâm, berekât kelimesiyle biter;» diye uyarıda bu­lunmuştur.

Ayrıea selâm verirken de, alırken de sesi biraz yükseltmek müste-haptır.

Selâm vermek sünnet, alıp karşılık vermek vaciptir.

Cemaate verilen selâma hepsinin karşılık vermesi daha iyi ve daha sevaplıdır. Sadece aralarından bir veya birkaç kişinin karşılık vermesi kâ­fidir.

Selâm, İslâm'ın açık belirtilerinden biridir; onu yaygınlaştırmak İslâ-mî havayı estirmektir. Topluma esenlik, ferde ahlâk ve fazilet kazandırır. [440]

 

Selâm'da Ölçü Ve Edep

 

Hayvan veya motorlu bir araç üzerinde bulunan kimse yaya olana; yürümekte olan, oturana; az sayıdaki kişiler çok sayıda olanlara, yaşça küçük olanlar, büyük olanlara selâm verirler.

Kadınlara, toplu halde bulunuyorlarsa ve her iki taraf için de bir fitne endişesi yoksa selâm verilir. Nitekim Yezid kızı Esma diyor ki : «Biz ka­dınlar bir cemaat halinde oturuyorduk. Allah Resulü yakınımızdan geçer­ken bize selâm verdi.»

Yalnız bulunan genç, ya da yabancı kadına selâm verilmez. Yaşlı ka­dına selâm verilebilir. Kadınların ise, selâma karşılık vermeleri vacip de­ğildir. Sesleri işitilmiyecek kadar yavaşça karşılık vermelerinde bir sakın­ca yoktur.

Kadınların kendi aralarında birbirilerine selâm vermeleri, erkeklerin birbirlerine selâm vermesi gibidir. [441]

 

Kimlere Selâm Vermek Mekruhtur

 

a)  Küçük, ya da büyük abdest bozana,

b)  Hamamda çıplak, ya da yarı çıplak bulunanlara,

c)  Uyuyan kimseye,

d)  Namaz içinde bulunana,

e)  Ezan okuyana,

f)  Kur'ân okuyana,

g)  Açıktan günah işleyip Allah kullarından utanmayana,

h) Dinden olmadığı halde dindenmiş gibi bazı şeyler uyduran bidat-çılara,

i) Zalimlere, insan haklarına el uzatanlara,

İ) Müşriklere, gayr-i müsiimlere,

k) Sofra başında yemek yiyenlere, selâm vermek mekruhtur. [442]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Dünya ve âhiret esenliğini kalblere işleyen ve bunun için selamlaşma; nın yaygınlaştırılmasını emreden Kur'ân, İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği yüce amaçları bir türlü anlayamıyanlara çok duyarlı biçimde ses­lenerek, Allah'ın kıyamet günü bütün insanları toplayıp biraraya getire­ceğini haber veriyor. Bununla bir bakıma, ferdin topluma bağlı kalmasını, sosyal yapıyı dengeli ayakta tutmaya çalışmasını öneriyor. [443]

 

Meali :

 

87— Allah'tan başka hiçbir ilâh yok, ancak O vardır. (Meydana gele­ceğinde) hiç şüphe olmayan Kıyamet günü mutlaka sizi toplayıp biraraya getirecektir. Allah'tan daha doğru sözlü kim?

 

İki Esas

 

Allah'ın varlığına ve birliğine, kıyametin mutlaka meydana geleceği-ne imân etmek, dinde önemli iki esastır. Bütün ibâdetlerin, itaatlarin, fa-zîlet ve iyi ahlâkın kaynağı ve en sağlam dayanağı bunlardır. Gönderilen her peygamber insanlara bu hakikati tebliğ edip onları bu doğrultuda eğit­mek üzere görevlendirilmiştir. Zıtlar âleminde iki zıt sıfatı kendinde taşı­yan âdemoğlu ancak Tevhîd (Allah'ı bir bilip tanıma) esasına inanarak be­denle ruhu, dünyası ile âhireti, zenginiyle fakiri, efendisiyle kölesi arasın­da denge sağlayabilir.

Zayıflardan yana olmak, kardeşliğin sıcak havasını estiren selamlaş­mayı yaygınlaştırmak sözü edilen dengenin belirtilerinden ancak bir iki­sidir. [444]

 

Cemaatten Ayrılmamak

 

Son dinin sosyal hayatımıza sunduğu en büyük lûtuflardan biri de toplumdan yana, onun bir parçası bulunma şuurunu taşımamızı emret­mesi ve bunun gerçekleşmesi için eğitim yollarını belirlemesidir. Ferdi top­luma hazırlamak, toplumu imân ve fazîlet doğrultusunda sağlam esasa oturtmak ancak eğitimle olur.

Kur'ân ilgili âyetle, toplumdan kopan, selamlaşmayı kesen, güven ve dayanışmadan yana adım atmayan fertlere sesleniyor: Toplumdan ne ka­dar koparsanız kopun, selâmlaşmak gibi yüce amaçlara yönelik iyi dav­ranışlardan ne kadar uzak kalırsanız kalın, bunun doğuracağı kötü sonu­ca dünyada da, âhirette de katlanmak zorundasınız. Çünkü ilgili âyetten iktibasla Cenâb-ı Hak, «Şanıma and olsun ki vukuunda hiç şüphe olmayan kıyamet günü elbette sizi biraraya getirip toplayacağım», buyurmuştur. Ondan daha doğru sözlü kim vardır? [445]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, her fazîletin kaynağı, her iyi ahlâkın dayanağı, ha-yırhahlık ve dayanışmanın menbaı olan Allah'a ve âhirete imân esası be­lirtildi. Sağlam ve dengeli bir toplum oluşturmanın yararına işaret edile­rek özellikle İslâm'da cemaatin önemi hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, toplumu kargaşalıktan, fitne ve fesattan, çıkar­cıların saldırısından, ikiyüzlülerin entrikalarından korumanın gereğine de­ğiniliyor, küfrünü açığa vurup ülkeyi huzursuz edenlerin tenkili hatırlatılı­yor. İmanlı, disiplinli ve faziletli bir cemaat oluşturmanın tek yolunun cid­di bir eğitim olduğu dolaylı anlatılıyor. İç ve dış düşmanlar hakkında çok uyanık bulunmanın lüzumuna parmak basılıyor. [446]

 

Meali :

 

88—  Size ne oluyor da, Allah kendilerini kazandıkları (bunca vebal ve günah) yüzünden başaşağı ettiği halde münafıklar hakkında iki fırkaya ayrılıyorsunuz! Yoksa Allah'ın (sünneti ve koymuş olduğu hayat kanunu gereği) saptırdığını siz mi doğru yola eriştirmek istiyorsunuz?! Allah ki­mi saptırırsa elbette onun için (doğru) bir yol bulamazsın.

89—  Kendileri küfre girdiği gibi, sizin de küfre girip (onlarla) eşit ol­manızı çok isterler. Artık (bu durumda inanıp) Allah yolunda hicret edin­ceye kadar, onlardan dost edinmeyin. Eğer (inanmayıp) yüzçevirirlerse, o takdirde bulup yakaladığınız yerde onları öldürün; onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.

90—  Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme varıp sığı­nanlar veya sizinle savaşmaktan, ya da kendi kavimleriyle savaşmaktan göğüsleri daralmış olarak size gelenleri öldürmeyin. Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. O halde sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse, artık Allah on­lara karşı (tecâvüzde bulunmanız için) size bir yol bırakmamıştır.

91— Onlardan diğer bir kısmını da hem sizden güven içinde olmayı, hem kendi kavimlerinden güven içinde kalmayı arzu eder (bir tutum için­de) bulursunuz. Ama ne kadar fitneye sevkedilirlerse, başaşağı (o fitne­nin) içine atılırlar. Şayet sizi bırakıp bir tarafa çekilmezler, size barış tek­lif etmezler ve ellerini de (sizden) çekip tutmazlarsa, bulduğunuz yerde onlar aleyhine, size çok açık bir belge ve yetki verdik.

 

İniş Sebebi

 

Sahih rivayetlere göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber Uhud savaşına çıkan, fakat savaş yerine varmadan geri dönen münafıklardan bir grup hakkında mü'minler görüş ayrılığına düştüler: Kimi onları öldüre­lim, kimi de öldürmeyelim, dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.[447]

Diğer bir rivayet:

Mekke'den bir topluluk hicret edip Medine'ye geldikten sonra, tekrar Mekke'ye dönüp ticarî araç-gereçlerini getirmelerini öne sürerek Peygam­ber (A.S.)den izin istediler. Amaçları Allah'tan başkası idi. Medine'deki mü'minler onlar hakkında şüphelendiler: Kimisi, «onlar münafıklardır, bizi aldattılar;» derken, kimisi de: «Hayır onlar mü'mindirler, ihtiyaçlarından dolayı Mekke'ye dönmek zorunda kaldılar» diyerek farklı yorumlarda bu­lundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [448]

Başka bir rivayet:

Mekke'de İslâm'a giren, fakat hicret etmeyip kalan ve bu arada müş­riklere arka çıkan bir grup hakkında, meseleye açıklık getirmek için yu­karıdaki âyetler indi.

Veya münafıkların başkanı Abdullah bin Übey bin Selûl ile ilgili olarak inmiştir. [449]

 

Açıktan İnkâra Sapanlar Hakkında Farklı Görüşe Gerek Yoktur

 

«Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki fırkaya ayrılıyorsunuz?!»

İslâm'a girdikten veya o ortam içinde doğup geliştikten sonra küfrü gerektiren söz ve davranışlarda bulunan kişiler hakkında, -ciddi ve açık bir dönüşleri ortada yoksa- tartışmak gereksizdir. Çünkü dinin beiii hü­kümlerinden biri de zahire göre yargıda bulunmaktır. Gönüllerdekini ise Allah bilir.

O halde dün olduğu gibi, bugün de Müslüman topluluğu içinde kü­für ve nifakını açıklayıp belli edenler eksik değildir:

  Faiz, ticarî alanda iş sahiplen için yararlı bir yoldur.

  Canım, din de her şeyimize karışıyor, hangi yana dönsek, haram­dır, diyor. Böyle saçmalık olur mu?

  İslâm'ın koyduğu hükümler, cahiliye devri Araplarıntn yaşayışıyla ilgilidir. Medenî insanların bu tür hükümlere ihtiyacı yoktur.

  Kur'ân sadece o günkü yontulmamış Araplara gönderilmiştir.

  Hz. Muhammed çok akıllı ve ileriyi gören bir adamdır. Arapları an­cak «Ben Allah'tan alıp öylece konuşuyorum» diyerek yola getirebilmiştir.

  Kur'ân çağımıza hitap etme güc ve özelliğinden çok uzaktır.

  Din, cahil halk için lüzumludur.

  Cennet ve Cehennem kavramları, çöldeki Arapları yola getirmeye yönelik güzel bir buluştur.

  Dinimden dönerim, bağlı bulunduğum siyasî partimden dönmem.

Gibi sözleri açıkça söyleyenlerin, cami ve cemaatle, ibâdet ve zikirle alay edenlerin; ezan sesini duyunca rahatsız olup dine ve dindarlara dil uzatanların söz ve davranışları küfürdür; hakkı inkâr, dinin lüzumunu red­detmektir. Artık böyleleri hakkında -tevbe edip dine döndükleri açık delil ve belgelerle sabit olmadıkça- farklı hüküm, ayrı görüş ortaya koymanın bir anlamı yoktur. Küfre rıza küfür, günaha rıza günahtır. Böyleleri sapıt-mıştır, irtidat etmiştir, yani İslâm ile bağları kopmuş, Muhammed (A.S.) ile ilgileri kesilmiştir. Bulundukları hal üzere ölürlerse, küfür üzere ölmüş kabul edilir ve namazları kılınmaz.

O halde namaz ve ibâdetle alay edeni, cami ve cemaate dil uzatanı, dinin lüzumuna inanmıyani ölünce cami1 önüne getirip musalla taşınc koy­mak, mutlaka namazı kılınsın, diye tartışmak büyük bir günah, ağır bir ve­baldir. Kur'ân bu gibiler hakkında kesin hükmünü 1400 yıl önce koymuş­tur :

«Onlar için ister bağışlama dile, ister dileme (farketmez). Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen, Allah elbette onları bağışlamıyacaktır.

Bu böyledir; çünkü onlar Allah ve Peygamber'i inkâr ettiler. Allah ise hak yolundan çıkmış ahlâksızları doğru yola eriştirmez.» [450]

 

İslâm'da Üç Türlü Hicret Var

 

1.  İslâm'ın ilk yıllarında her şeyi terkedip kendini Allah'a, Peygamber'e ve dine adayan mü'minlerin Mekke'den Medine'ye olan hicretleridir.

Bu hicret her türlü övgünün, takdirin üstünde bir anlam taşır. Malını ve canını din yolunda vakfedenlerin ortaya koyduğu fedakârlık ne ile öl­çülebilir?

2.  Mü'minlerin Resûlüllah (A.S.) Efendimizle birlikte korkmadan, çe­kinmeden, ölümden yana bir endişe duymadan Allah yolunda cihada çık­maları, bir bakıma cihat, bir bakıma hicrettir. Kutsal savaş anlamı taşıdı­ğından cihat; mal ve serveti, çoluk çocuğu bırakıp ölüme gitmek, ruhu asıl sahibine kavuşturmak anlamında bir hicrettir.

Bunda imân kuvveti, sabır ve metanetin derin mânası, Allah hoşnut­luğunu kazanmanın köklü inancı yer almakta ve en yüce amaçlara yö­nelmenin derin zevki kendini hissettirmektedir.

3.  Mü'minlerin Allah'ın -yine insanların yararına- yasaklayıp haram kıldığı şeylerden uzaklaşıp nefislerine hâkim olmaları; ancak Allah'ın em­rettiği, mubah kıldığı şeylere yönelmeleri, nefs ikliminden ruh iklimine olan hicrettir.

Birinci anlam ve ölçüdeki hicret, o devre ve o mü'minlere has bir rah­mettir. Mekke'nin fethiyie sona ermiştir. Tekrarı mümkün değildir.

İkinci anlamdaki hicretin ise, iki özelliği vardır: Biri, Resûlüllah ile birlikte olmak, diğeri Allah yolunda cihat etmek.. Birinci özelliği o devre has bir rahmettir ki gelip geçti. İkinci özelliği, kıyamete kadar sürüp gi­decektir.

Üçüncüsü, her devre ve her kuşağa yönelik bir rahmettir ki ciddi eği­tim, sistemli çalışma, yüksek himmet ister. [451]

 

Herkes Kendi İnanç Ve İdealinde Adam Arar

 

«Kendileri küfre girdikleri gibi, sî­zin de küfre girip onlarla eşit olmanızı isterler.»

İnsan psikolojisi bu ya; herkes toplum içinde kendi inanç ve ideali doğrultusunda kişilerle birleşip kaynaşmak ister. Bu doğrultuda olmayan kişileri kendine uydurmaya çalışır, sonuca varabilmek için çok gayretler sarfeder. Arzuladığı noktaya getiremeyince de ya kopar, ya da çetin bir mücadele içine girer; destek bulduğu, yandaş sağladığı ölçüde mücadele­sini sürdürür. Bulamayıp yalnız kaldığı takdirde yavaş yavaş düne kadar kınayıp beğenmediği kimselerle yakınlık kurma arzusuna kapılır. Cok geç­meden ister istemez bu kez kendisi onlara uyar ve böylece kısmî bir uyum sağlama doğar. Aksi halde yalnızlığa itilir. Çünkü inançları, idealleri ayrı olan iki kişinin bir arada uyum içinde yaşaması çok zor ve bazan imkân­sızdır.

İşte toplum yapısını için için kemiren, huzursuz ve tedirgin eden se­beplerin başında bu uyumsuzluk gelir. O bakımdan her millet kendi bün­yesinde yeni kuşakları oluştururken öz değerlerine, millî kültürüne, aile ve sosyal düzenine göre ciddi bir eğitim sistemiyle işe başlar ve her bi­rine bu konuda da fırsat eşitliği tanır. Yabancı kültüre kapı açmamak, ya­bancı ideolojiye yer vermemek için çok duyarlı davranır; ders kitaplarını, müfredat programını ona göre hazırlayıp bir komprime haline getirirse, anoak birlik ve beraberlik sağlayabilir.

İslâm'a gelince: O ilâhî nizamıyla, yüksek terbiye ve aydınlatıcı irfan metoduyla, ayrı,fakat yepyeni bir eğitim sistemi getirmiş ve: «İlim tahsil etmek, kadın erkek her Müslümana farzdır.» [452] esasından hareketle hem fırsat eşitliğini, hem her ferdin mutlaka okuyup bilgisizlikten kurtulması­nı gerekli kılmış; aynı bahçede aynı toprak, aynı su, aynı gübre, aynı gü­neş ve havayı alan fidanların birbirine çok yakın ölçü ve değerde yetişe­bileceğini örnek olarak dikkate almıştır.

Belirtilen ölçü ve metotla meydana getirilen eğitim sistemi, farklı inançları, birbirine yabancı idealleri kendi bünyesinde banndirmaz; hem de böyle bir filizin yeşermesine pek İmkân vermez. Bu nedenle yetişen ku­şaklar arasında sürtüşme, tartışma ve vuruşma diye huzursuzluklar baş göstermez.

Aksi bir yol izleyen milletler ise, farklı inanç ve idealde yetişen ku­şakların kurbanı olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Günümüzde kendi öz değerleri ve öz kültürüyle eğitimini yönlendiren milletler bu fırtınanın dışın­da, yönlendiremiyenler ise içinde bulunuyorlar. [453]

 

İslâm'ı Bırakıp İnkara Sapanlar

 

«Onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin..»

İslâm'dan kopup yabancı ideolojinin kurbanı olan bir nesli, inkâr, ya da materyalizm bataklığından kurtarmak hayli zordur; Büyük himmetler, güçlü kadrolar, inanan kalbler, sızlayan vicdanlar, yön veren kalemler, aydınlatan kafalar, yol gösteren mürşitler, cömert zenginler, fedakâr fa­kirler, kuvvetli hatipler, geniş kültürlü bilginler gerek. «Dünya ya da mil­letler beş şey ile ayakta durabilir: Hükümdarların adaleti, âlimlerin ilmi, kahramanların cesareti, zenginlerin sehaveti, salihlerin duası...» diyenler, milletlere en sağlam yolu göstermeye çalışmışlardır. [454]

İnkâr ve ideal katılaşıp katmerlenince tuğyana (anarşizme) dönüşür, Düşünce ve inançlar silah zoruyla kabule mecbur tutulur;" karşıt görüşü ve o görüşte olanları yok edinceye kadar uğraşıp çırpınır. İş bu çizgiye gelin­ce, artık Allah'a imân edenlerle sapıtanların anlaşıp bağdaşması, bir ara­da uyum içinde yaşaması güçleşir. İnkarcı sapıkları, modern putperestleri dost ve yardımcı sanmak büyük bir gaflet olur.

İşte Kur'ân bu gerçeğe parmak basıyor, mü'minlerin nasıl bir yol ta­kip edeceğini, hangi araçlardan yararlanacağını, ne gibi çarelere başvu­racağını açıklıyor. Daha doğrusu sağlam metotlar sunuyor: «Artık (bu du­rumda inanıp) Allah yolunda, (inkâr, tuğyan ve materyalizmi bırakıp Hakk'a dönerek) hicret edinceye kadar, onlardan dost edinmeyin.»

«Eğer (inanmayıp İslâm'dan) yüzçevirirlerse, o takdirde bulup yaka­ladığınız yerde onları öldürün; onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.» [455] Çünkü inkarcı maddeciden dost olmaz. [456]

 

Başka Bir Ülkeye Sığınma Hakkı

 

«Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme varıp sığınırlar veya....»

İslâmî sisteme başkaldırıp yabancı bir ideolojinin kurbanı olan ve in­kârı ideal edinerek Müslümanları, İslâm Devletini huzursuz eden sapık­ları, tuğyanlarından vazgeçirmek için -bütün yollar denendikten  sonra Kur'an İmhaya karar verir. Bu durumda inkarcı bozguncular başka bir ülke­ye sığınacak olurlarsa, İslâm Devleti nasıl bir yol takip eder? Kur'ân'da bu Kesin hatlarıyla açıklanmıştır: Sığındıkları ülke ile Müslümanlar ara­sında bir anlaşma bulunuyorsa, o takdirde iltica hakkı iki ülke için de ge­çerlidir; he iltica ettiği ülkede öldürülmesine, ne de iade edilmesine baş­vurulur. Aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan bir ülkeye sığınır ve İslâm Devleti için bir tehlike arzederse, günün şartlarına, İslâm Dev­letinin sözünün geçerliğine göre bir strateji uygulanır; iade edilmeleri için girişimlerde bulunulur.

İnkarcılar vuruşmak, dövüşmek ve savaşmaktan göğüsleri daralır da kanunlara saygılı vatandaş olarak kalmak isterlerse, o takdirde öldürül­mezler. Tabii kısası gerektiren hukukî bir durum ortada yoksa. Böyle bir durum varsa, kısasa mutlaka başvurulur. Kısas gerektirmiyorsa, devlet on­ları başka türlü cezalandırmakta serbesttir. Âma barış herhalde hayırlı­dır.

İslâm'ın bu müsamahasına rağmen, barışı bozar, bir tarafa çekilmeyip sahneye çıkar, hain ellerini fenalıktan çekmezlerse, o takdirde öldürülme­leri -toplumun, din ve ahlâkın selâmeti adına- bir emr-i haktır.

Müfessir Kurtubî'nin tesbitine göre, bu tür bir anlaşma Hazreti Pey­gamber (A.S.) ile Huzaa Kabilesi, diğer bîr rivayete göre, Beni Bekir Ka­bilesi arasında yapılmıştır. [457]

 

Allah'ın Saptırdıkları

 

«Yoksa Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola eriştirmek istiyorsunuz?! Allah kimi saptırırsa, elbette onun için bir yol bulamazsın.»

Bu tabirin zahiri mânası, doğru yolu bulanların da, sapıtıp inkâra dü­şenlerin de vardıkları sonuçta, irâdeleri rol oynamamıştır. İten, ilâhî irâde­dir. Fakat hakikat böyle değildir. Aksi halde sorumluluk kalkar. Cennet ve Cehennem, insan hakları ve adalet anlamsız birer lafız olarak kalırdı.

Açıklama :

Bir tarafta akıl, zekâ, hafıza, belge, âyet, mürşit ve uyarıcı; diğer yan­da nefs, şehvet, şeytan, mal ve makam hırsı insan ruhunu çepeçevre ku­şatmış araçlardır. Bunların her birinin kendine has ölçü ve anlamı vardır. Yerinde kullanıldığı sürece yararlıdır. Bilinçsiz ve ölçüsüz, öz değerinden uzak biçimde kullanıldıklarında zararlı olurlar.

Karşımıza konulan, ya da önümüze uzatılan HAYAT KANUNU, diğer bir tabirle SÜNNETULLAH çizgisi, sözü edilen araçların öz değerlerine ve yarar sağlayıcı ölçülerine göre kullanılmasıyla uyum sağlar. Ruhumuz bütün araç ve gereçleriyle ilâhî sünnete, yani hayat kanununa uyum sağ­lamış olur. (1) Böylece Allah'ın SIRAT-İ MÜSTAKİM = Dosdoğru yol dedi­ği saadete erişme imkânı doğar, ilâhî hidâyet de tecelli edinee bu yola gi­rilmiş olur.

Sünnetullah, yani Hayat Kanunu bize uymaz, biz ona uymak zorun­dayız. Çünkü ruhumuzu saran veya onun için sergilenen araçları öz de­ğerinin dışında kullandığımız takdirde Sünnetullah'tan uzaklaşır uyumsuz­luk içine düşmüş oluruz. Bu durumda Hayat Kanununa ters düşer ve en acı tokatı ondan yeriz.

İşte HİDÂYET ile DALÂLET'in anlamı bu noktaya irca' edildiği takdir­de bilinebilir. Hayat Kanunu ile tabantabana zıt bir hayat, sapıklığın tâ kendisidir, Böylesini Allah'tan başka kim doğru yola ulaştırabilir. Hayat Kanununa tıpatıp uyan bir hayat, hidâyettir. Böylesini de kim sapıtabilir? [458]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle dinden çıkıp İslâm Devletine karşı başkaldiran âsile­rin, toplumu huzursuz eden anarşistlerin -dönüş yapıp tevbe etmedikleri takdirde- öldürülmelerinin gereği açıklandı. Bu arada İslâm ülkesiyle di­ğer ülkeler arasındaki anlaşma, mülteci kabul etme statüsünün ana fikri belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle adam öldürmenin son çare olduğuna işaret edi­liyor; bir mü'mine diğer bir mü'mini öldürmesinin asla lâyık olmadığına te­masla yanlışlıkla bir öldürme olayı meydana geldiğinde hukuki olarak ta­kip edilecek yol ve uygulanacak ceza belirtiliyor. Sonra da kasden adam öldürmenin Allah katında ne kadar büyük bir günah olduğuna, cezasının da o nisbette, ağır hazırlandığına dikkatler çekiliyor.

Bizim   hayat kanunundan kasdimiz   ruh  ve  bedenle uyum sağlayan uyulduğu takdirde mutlu eden, uyulmadığında mutsuz eden, sünnetullah'tır. [459]

 

Meali:

 

92— Bir mü'minin diğer bir mü'mini öldürmesi hiç de doğru ve yakı­şır değildir; meğerki yanlışlıkla (öldürmüş) ola.. Kim bir mü'mini yanlış­lıkla öldürürse, mü'min bîr köle azat etmesi (hürriyetine kavuşturması) ve öldürülenin vârislerine teslim edilecek bir diyet (kan pahası) ödemesi gerekir. Meğerki mirasçılar o diyeti sadaka olarak bağışlasınlar (o tak­dirde diyet kalkar). Eğer (yanlışlıkla) öldürülen kimse mü'min olduğu halde

size düşman bir kavimden ise, o takdirde (katilin) bîr inanmış köle azat etmesi gerekir. Eğer aranızda anlaşma bulunan bir kavimden olursa, vâ­rislerine teslim edilecek bir diyet (vermesi) ve bir de inanmış bir köle azat etmesi gerekir. Bunları bulamıyana, Allah tarafından tevbenin kabulü İçin ardarda iki ay oruç tutması gerekir. Allah her şeyi bilen ve yegâne hikmet sahibidir.

93— Kim de bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde de­vamlı kalacağı Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiştir ve ona büyük bir azap hazırlamıştır.

 

İniş Sebebi

 

Müşriklerden Zeyd oğlu Haris, Peygamber (A.S.)ın baş düşmanların­dan biri idi. Müslüman olmak niyetiyle Peygamber (A.S.) Efendimize ge­lirken yolda, daha önce imân etmiş lyaş bin Ebî Rabia (R.A.) ile karşılaştı. Aralarında bir husumet de bulunuyordu, lyaş onun İslâm'a girdiğini ve bu niyetle yola çıktığını bilmediğinden üzerine atılarak öldürdükten sonra durumu öğrendi; ama ne de olsa haksız yere bir mü'minin canına kıy­mış, yanlışlıkla bir adam öldürmüştü. Çok üzüldü ve sarsıldı. Bunun üze­rine 92. âyet indi. [460]

Ayrıca bu âyetin, büyük sahabi Huzeyfe bin Yeman'ın (R.A.) babası­nı, savaşta müşrik zanniyle öldüren mü'minlerle ilgili olarak indiği de ri­vayet edilir.

Yeni İslâm'a girmiş bulunan Makîs (veya Mikyes) bin Dababe'nin kar­deşi Hişam'ı Neccar Oğulları öldürmüştü. Makîs durumu Hazret-i Peygam-ber'e {A.S.) arzetti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (A.S.), Ben-i Fehd Kabilesine mensup bir adamı Makîs'in yanına katarak onlara şu em­ri verdi:

«Neccar oğullarına gidin, benden selâm söyleyin ve deyin ki; Resû-lüllah (A.S.) size emrediyor: Eğer Hişam'ın katilini biliyorsanız onu kısas yapılmak üzere kardeşine teslim ediniz; bilmiyorsanız, öldürülenin diye­tini (kan pahası) ödeyiniz.»

Ben-i Fehdli adam bu emri Neccar oğullarına tebliğ ettiğinde, «Pey­gamberin emrini duyduk ve itaat ettik.. Vallahi biz onun katilini bilmiyo­ruz, ama diyetini derhal öderiz..» dediler ve diyet olarak 100 deve verdi­ler. Makîs ile Ben-i Fehdli adam diyeti Alıp Medine'ye döndüler, derken şehre yaklaştıklarında şeytan, Makîs'in kalbine fısıldadı, beynine sinyal verdi; «Ne yapıyorsun? Kardeşine karşılık sadece diyet kabul ediyorsun ha, bu senin için rüsvayhk değil midir? En iyisi yanındaki Fehdli adamı öldür, böylece bir cana bir can karşılık olur, fazladan da kan pahası sana kalır..» şeklinde düşündü ve düşüncesini tatbik etti. Sonra da kâfir olarak Mekke'ye döndü. Bunun üzerine 93. âyet indi. [461] Peygamber (A.S.) Efen­dimiz de bu haksız olaya cok üzüldü. [462]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de Allah'ın Resulü bulundu­ğuma şehadet eden hiçbir müslümanın kanı helâl olmaz; ancak şu üç se­bepten biriyle helâl olur:

1.  Cana can (kısas hükmü yerine getirilirken),

2.  Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan  (tevbe edip dönüş yap­madığı takdirde),

3.  Zina eden evli veya dul  (ölüm cezası verilirken)...» [463]

«Her günahı Allah'ın bağışlaması umulur; ancak kâfir olarak ölen ada­mın veya kasden bir mü'mini öldüren kimsenin günahı değil..» [464]

«Kim bir Müslümanın kanının akıtılması {öldürülmesine yarım keli­meyle olsun yardımcı olursa, kıyamet günü onun iki gözünün arasına «Al­lah'ın rahmetinden umutsuz kalan!» diye yazılır.» [465]

«Dünyanın ve içindeki şeylerin zeval bulması (yok olup gitmesi), Al­lah katında bîr mü'minin öldürülmesinden daha hafiftir, Eğer göklerle yer-yüzündekiler bir mü'minin kanını akıtmakta ortaklaşa hareket etmiş olsa, Allah hepsini de Cehennem'e sokar.» [466]

 

Hukukî Yönü

 

İlgili âyetle, kasden ve bir de yanlışlıkla bir mü'mini öldürmenin hük­mü açıklanmış, maddî ve manevî cezanın ölçü ve anlamı belirtilmiştir.

Yanlışlıkla bir mü'mini öldürmekten dolayı diyet (kan pahası) hükmü getirilirken malî yönden ağır yükün, katilin akrabalarına (baba tarafından yakınlarına) yükletilmesi emredilmiştir. Bu daha çok yakınlarının birbirine dikkatli olmalarına, yanlışlıkla da olsa içlerinden birinin adam öldürmesi­ni engellemelerine yönelik çok köklü bir tedbirdir.

Yanlışlıkla bir mü'mini öldürmekten dolayı biri keffaret, diğeri diyet olmak üzere iki ayrı ceza gerekiyor. Cumhur bu iki cezanın uygulanması­nı vâcib kabul etmiş, muhalefet eden olmamıştır.

Âyetin açık anlatımından, gayr-i müslim bir köleyi keffaret olarak azat etmenin yeterli olmadığı, bunun herhalde mü'min olması gerektiği anlaşı­lıyor. [467]

 

Yanlışlıkla Öldürmenin Anlam Ve Ölçüsü

 

a)  Savaş ve benzeri harekâtta bir müşrike karşı silâh kullanırken yan­lışlıkla bir Müslümanı öldürmek,

b)  Üzerindeki elbisesinden  kâfir olduğunu sanıp bir Müslümanı  öl­dürmek,

c)  Avlanırken bir hayvana atılan kurşunun yanlışlıkla bir Müslümana isabet edip öldürmesi,

d)  Veya av hayvanı sanarak bir Müslümana silah kullanması sonu­cu ölümüne sebep olması, bu cümledendir.

İmam Şafiî'ye göre; adam öldürme üç kısma ayrılır: Amd (kasden öl­dürme), şibh-i amd (kasde benzer öldürme), hatâ (yanlışlıkla öldürme).

İmam Ebû Hanîfe'ye göre; Beş kısma ayrılın Yukarıda belirtilen üç   . kısımla birlikte, cârin mecra hatâ  (yanlışlık mecrasında ona benzer öl­dürme), katl-i sebebi (ölüme sebep olma).

Bunlardan her birinin hükmü fıkıh kitaplarında yeterince açıklanmış­tır.

Diyetin Hükmü:

Hür müslümanın diyeti (kan pahası) yüz devedir. Bunu bulmak müm­kün olmadığında veya gereğini kaybettiği zamanlarda kıymeti takdir edi­lir. Kitap ehlinin diyeti, bunun yarısıdır. Gayr-i müslim vatandaşların da di­yeti böyledir.

Kasden adam öldüren kimseyi, öldürülenin baba tarafından vârisleri kısasa tabi tutmayabilirler; bunun yerine belirtilen ölçüde diyet (kan pa­hası) alınır.

Keffaretîn Hükmü :

Mü'min bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Bu, katilin malından kar­şılanır. Keffaret için köle bulamıyan kimse, ardarda iki ay oruç tutar. [468]

 

Konunun Hikmet Ve Felsefesi:

 

Keffaret olarak köle azat etmek ilâhî hakkı, diyet ödemek kul hakkını karşılamaya matuftur. Çünkü insana hayat hakkı veren Allah'tır; insanın hür yaşaması da Allah'ın ona tanıdığı bir haktır. Yanlışlıkla bir adam öl­dürmek, onun hayat ve hürriyetine son vermektir. Buna karşılık en azın-a*an kölelik kaydı altında bulunan bir adamı hürriyetine kavuşturmak ve öldürülenin varislerine diyet vermek gerekir. Bu, kul hakkına olan saygı­nın bir belirtisidir. Ancak mirasçılar diyeti sadaka anlamında bağışlıyabi-lir veya hafifletebilirler. Bu da fazilet ve âlicenaplığın güzel bir örneği sa­yılır. Bu sebeple Kur'ân belirtilen hususu «tasadduk» tabiriyle zikretmiştir.

Öldürülen kişi dar-i harpte eyleşen bir mü'min ise, sadece keffaret gerekir, diyet verilmez. Çünkü mü'min olduğu halde dar-i harp kabul edi­len düşman bir ülkeye yerleşmesiyle kendi hayat hakkını heder etmiştir. Aynı zamanda düşmana karşı kuvvetini her zaman korumakla yükümlü bulunan Müslüman bir millete ne vergi ödemiş, ne de yardımcı olmuştur.

Arada anlaşma bulunan bir ülke halkından ise, öldürülen ister müslim, ister gayr-i müslim olsun hem keffaret, hem diyet gerekir. Bu da Müslü­manların yapılan anlaşmaya her zaman saygılı bulunduğunu, ahde vefa gösterdiğini, hakları çiğnemediğini bütün derinliğiyle yansıtır. Ancak bu konuda müctehit imamların farklı görüş ve tesbiti vardır. Fıkıh kitaplarına bakılması tavsiye olunur. [469]

 

Trafik Kazaları - Ölüm Olayları

 

Trafik kazalarında meydana gelen yaralanma ve ölüm olayları, önemli bir yer işgal etmektedir. Aşırı hız, dikkatsizlik, trafik işaretlerine ve kural­larına saygısızlık, içkili vaziyette direksiyona geçmek, uykusuzluk ve ben­zeri sebepler başta gelmektedir. Bu sebeplerden dolayı başkasının ölü­müne yol açan trafik kazalarının İslâm Hukukunda yukarıda sözü edilen adam öldürmenin beş kısmından hangisine girdiğini belirlemek gerek. Ne yar ki, bu önemli konuyu hem İslâm Hukukunu, hem mevcut hukuku çok iyi bilen yetkili bir kurulun inceleyip sonuca bağlaması çok daha uygun ve isabetli olur. İlk hatıra geleni, «ölüme sebebiyet» ve «yanlışlıkla adam öldürme» kısımlarına girebilmesidir. Hattâ bazı hallerde «kasde benzer öldürme» kısmıyla ilgili de olabilir. [470]

 

Kasden Öldürmenin Manevî Cezası, İçinde Temelli Kalınacak Cehennem'dir

 

Şüphesiz ki Allah'ın en güzel biçimde yaratıp kendi kudret ruhundan hayat sunduğu bir cana haksız yere kıymak, büyük bir günah ve ağır bir vebaldir. Âyetin acık anlatımından bir mü'mini haksız yere kasden öldüre­nin cezasının, -içinde temelli kalacağı- Cehennem olacağı anlaşılıyorsa da, âyeti âyetle, âyeti hadîsle tefsir ettiğimizde ancak murad-i ilâhîyi an­layabiliriz. Nitekim Furkan sûresinde buna açıklık getirilmiş. Nisa sûre­sinde ise, Allah'a ortak koşmanın dışındaki bütün günahların bağışlanabi­leceği belirtilmiştir:

«Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha tapmazlar; haklı bir sebep dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler... Kim bun­ları işlerse cezaya çarpılır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve azap için­de aşağılanmış halde devamlı kalır. Ancak tevbe edenler, dosdoğru imân edip iyi-yararlı amelde bulunanlar müstesna. İşte Allah bunların kötülük­lerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.» [471]

«Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar.» [472]

O halde konumuzla ilgili âyette geçen, «İçinde devamlı kalacağı Ce­hennem» tabiri, günahın büyüklüğünü, yüklenilen vebalin ağırlığını belirt­meye yöneliktir. Nitekim : «Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryü­zünde fesat (çıkarma suçundan dolayı) olmaksızın öldürürse, bütün insan­ları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa, bütün insan­ların hayatını kurtarmış gibi olur.» [473] mealindeki âyet adam öldürmenin ne kadar korkunç bir cinayet ve büyük bir günah olduğuna dikkatleri çek­mektedir.

Konumuzla ilgili âyetin Furkan süresindeki âyeti neshettiğini, yani hü­kümsüz bıraktığını söyleyenler varsa da, haber-i vahit kanaiiyle gelen ri­vayetlerdir ki, hem kesin değildir, hem bağlayıcı değildir. Bu bakımdan nesih söz konusu değildir, diyebiliriz. Biri mutlak, diğeri mukayyet ölçü­de inmiştir; mukayyet mutlakı açıklar. [474]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle yanlışlıkla adam öldürmenin hükmü açıklandı. İnsan unsuruna değer veren İslâm'ın, bilerek adam öldürmenin hiçbir mü'mine lâyık ve uygun görülerniyeceği özellikle belirtildi. Aşağıdaki âyetle, sa­vaş günlerinde, kalbler Allah'a bırakılarak diliyle İslâm'a girdiğini anlat­mak isteyen kişiler hakkında acele edilmemesi, silah kullanılmaması; ilk anda onu müslüman kabul edip hakikati öğreninceye kadar İslâm'ın rah­met kapısının acık tutulmasına özen gösterilmesi emrediliyor. [475]

 

Meali

 

94— Ey imân edenler! Allah yolunda (savaşmak üzere) adım atıp yürüdüğünüzde, açıklığa kavuşmasını anlamaya, sonucunu tesbit edip öğ­renmeye çalışın; size İslâmî ölçüde selâm verip müslüman olduğunu bil­direne, -dünya hayatının menfaatini arzulayarak- sen mü'min değilsin, de­meyin. (Unutmayın ki) Allah katında birçok ganimetler var. Bundan önce siz de öyle idiniz; Allah size lûtf-u keremde bulundu. O sebeple açıklığa

kavuşmasını iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yapageldiğiniz şeylerden haberlidir.

 

İniş Sebebi

 

Âyetin iniş sebebi olarak birçok rivayetler yapılmıştır. Biz sadece bun­lardan sahih kabul ettiğimiz iki tanesini nakletmekle yetiniyoruz.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz tarafından düşmana karşı gönderilen İs­lâm mücahitlerinden bir grup, düşman tarafından olduğu bilinen bir ada­ma rasiamışlardı. Adam İslâm müfrezesini görünce onlara yaklaşıp selâm vermiş ve bununla Müslüman olduğunu belirtmek istemişti. Ne var ki ona inanmamışlar ve ölümden kurtulmak için bu yola başvurduğunu sanarak öldürmüşlerdi. Davarlarını da ganimet edinerek alıp Medine'ye getirmiş­lerdi. Hazret-i Peygamber'e olay anlatılınca çok üzüldü. Bu sebeple yuka­rıdaki âyet indi. Allah Resulü, İslâm'a girdiğini açıkça söyleyen o adamın hem kan pahasını, hem de ganimet olarak getirilen davarlarını geri gön­derdi. [476]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mücahitlerden bir müfrezeyi müşriklere karşı göndermişti. Çetin bir çatışma ve vuruşma meydana geldi. Düşman fazla dayanamadı. Ancak onlardan biri çatışmanın dışında kalmayı ter­cih etmiş, kendisine yaklaşıldığında selâm verip teslimiyet gösterdiğini, yani Müslüman dinine girdiğini anlatmak istemişti. Usâme bin Zeyd, onun bu teslimiyetini ölüm korkusuna hamlederek üzerine atılıp öldürmüştü. Adam aldığı ağır darbeden hemen sonra Kelime-i Şehadeti getirmeyi ih­mal etmemişti.

Durum Hz. Peygamber (A.S.) Efendimize arzedilince çok üzülmüş ve: «Ben Müslümanım diyen adamı mı öldürdün?» diyerek üzüntüsünü tek­rar tekrar anlatmaya çalıştı. Bunun üzerine Üsame'nin rengi değişti ve «Ya Resûlellah! Öldürdüğüm adam ölüm korkusundan İslâm'a girer gibi görünmeye çalıştı, yalan söylüyordu. Bu bakımdan onu öldürmeyi uygun buldum..» diyerek sebebini açıkladı. Hz. Peygamber onun bu sözlerine de elde olmayarak kızdı ve : «Göğsünü yarıp baktın mı?» diyerek çok hataiı davrandığını hatırlattı. Usame diyor ki, Peygamber Efendimize, benim için istiğfarda bulunmasını rica ettimse de «Lâ ilahe illallah., demişken nasıl olur? Bunun için bağışlanmanızı nasıl dileyebilirim?» buyurdu. Ben ayni isteğimi birkaç defa tekrar ettimse de aynı cevabı verdi. O kadar üzülüp sıkıldım ki, keşke bundan önce Müslüman olmasaydım da şimdi gelip İs­lâm'a girseydim, diye temennide bulundum. Cok geçmedi, Allah Resulü benim için istiğfar etti ve «Ya Üsame! keffaret olarak bir köle azat et..» di ye emretti.

Yukarıdaki âyet bu sebeple indi. [477]

 

İslâm Her Zaman İçin Ümit Ve Güven Kapısıdır

 

«Size islam, ölçüde selâm verip müslüman olduğunu bildirene, sen mü'min değilsin, de­meyin...»

İslâm'ın güzel prensiplerinden biri de, «dostuna müşfik, düşmanına insaflı ol!» tavsiyesidir. Allah insanın kalbine ve ameline bakar. Biz in­sanlar ise kişinin sözüne ve davranışlarına bakıp hüküm vermekle emro-lunduk. Kalblerdeki inanç ve düşünceleri bilip ona göre hüküm vermek Allah'a aittir. O bakımdan teşhis, tesbit ve hükümlerimizde ilâhî sınırı aş­mamaya dikkat etmeliyiz. «Biz zahir (dış görünüş) ile hükmederiz; sırları (kalblerdekini) Allah daha iyi bilir.» sözünün, İslâm Hukukundaki yeri çok önemlidir.

Bu bakımdan savaş ve benzeri olaylarda ölüm korkusu etrafı etkile­diği zamanlarda bir gayr-i müslimin, «Ben Müslümanım..», veya «Selâm size..» ya da «Lâ ilahe illallah...» demesini hafife almanın anlamı yoktur. Onu İslâm'a girmiş kabul ederek, hakikati öğreninceye kadar dokunmayıp sabretmek gerekir. Aksi halde öldürülmesi haram kılınan bir düşmanı hak­sız yere öldürmüş oluruz ki, bunun cezası hem dünyada, hem âhirette çok ağırdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde buna benzer birkaç olay meydana gelmişse, bu husustaki âyetler inmeden öncedir. Ashab-ı Kiram, islâm'ın bu husustaki kesin talimatını bilmediğinden bir takım hatalı yol­lara girmişlerdir. Ama ilâhî emir inip meseleye açıklık getirildikten sonra artık bu tür olayların meydana geldiğini kimse tesbit edememiştir.

Kur'ân'da, bir gayr-i müslimin İslâm'a bağlılığını açıklarken çok geniş mâna taşıyan «Selâm», «Selem» ve «Silm» tabirleri anılmıştır. Sebebi pek açıktır: Sadece kelime-i şehadet getirmeleri o an için şart değildir. Çün­kü kendilerini o fırtına içinde bir anda toparlamaları hayli zordur. O ba­kımdan İslâm'a teslimiyet, selâm ve barış anlamında bir söz söylemeleri, onlara karşı silah kullanmamıza bir engel sayılmıştır. İhtiyatlı davranmak, meselenin iç yüzü belli oluncaya kadar onlara dokunmamak gerektir. Sonuç alınıncaya kadar İslâm'ın, güven ve ümit kapısı olduğunu göstermemiz kadar tabii ne olabilir? Peygamber'in (A.S.) sünneti bu doğrultuda değil midir?

Selem, Silm ve Selâm :

Bu tabirler genellikle, selâm vermek, baş ve boyun eğmek, teslimiyet göstermek, İslâm barışını istemek gibi mânalarda çok yaygındır.

O halde bu ve benzeri bir sözle İslâm'ın ümit, rahmet ve güven kapı­sına gelen hiçbir müşriki geri çevirmemiz doğru olmaz.... Durum anlaştlın-caya kadar gelen ve teslimiyet gösteren kişi, İslâm'ın güven havasında tutulmalı, kırıcı söz ve davranışlardan kaçınılmalıdır. İlgili âyet bilhassa son cümlesiyle de bu hususa parmak basmakta ve uyarısını yapmaktadır;

«Açıklığa kavuşmasını iyice araştırın (aceleci olmayın). Şüphesiz ki Allah yapageldiğiniz şeylerden haberdardır.» [478]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'a ve Peygambere imân eden bir kimseyi öldürmenin çok sakıncalı bir yol olduğu belirtildi. Mü'minierin birbirleriyle değil, düşmanlarıyla mücadele etmeleri gerektiği hatırlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle Allah yolunda cihâdın önemine dokunuluyor, kendini güçsüz ve zayıf kabul edip cihâda katılmıyanların hem kendilerine, hem bağlı bulun­dukları millete nasıl bir kötülük ettiklerine işaret edilerek, Allah yolunda cihat edenlerin, mallarıyla canlarıyla kendilerini bu kutsal savaşa vakfe­denlerin Allah katındaki derecelerinin çok yüksek olduğu açıklanıyor. [479]

 

Meali :

 

95-96— Mü'minlerden -özür sahipleri dışında- (evlerinde) oturanlarla

malarıyla canlarıyla Allah yolunda cihât edenler eşit değillerdir. Allah, mallarıyla canlarıyla cihâda katılanları derece bakımından, oturup kalan­lardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah her birine en güzel (yurt olan Cennet)i va'detmiştir. Allah cihât edenleri oturup kalanlar üzerine büyük mükâfat­larla, kendi katından derecelerle, mağfiret ve rahmetle çok üstün kılmış­tır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

97—  Kendilerine haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken me­leklerin (gelip) canlarını aldıkları kimselere gelince, onlara: «Ne işte bu­lundunuz?» diye sorarlar. Onlar da : «Biz yeryüzünde (savaşamıyan, ci­hâda katılamıyan) bir takım âcizler idik » derler. Melekler: «Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya?!» derler. İşte bunların dö­nüp eyleşecekleri yer Cehennem'dir. Gidilecek yer olarak orası ne kötü­dür!

98— Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan cidden âciz olup bir çare bulmaya güç getiremîyenler ve bu yüzden (hicrete) yol bulamı-yanlar müstesna..

99—  İşte bunları Allah'ın affetmesi umulur. Allah hem çok affeden­dir, hem çok mağfirette bulunandır.

100—  Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidilecek çok yol ve geniş yer bulabilir. Kim de evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ni­yetiyle çıkar da (yolda) ölüm kendisine yetişirse, şüphesiz ki onun mükâ­fatı Allah'a aittir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit (R.A.) diyor ki: «Mü'minlerden otu­ranlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler eşit değiller­dir..» mealindeki âyet indiğinde Peygamber (A.S.) Efendimizin yanında bu­lunuyordum. Orada hazır bulunan İbn Ümmi Mektum (R.A.) inen âyeti işi­tince, «Nasıl olur? Ben a'mayım, göremiyorum!.» diyerek üzüldüğünü dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimizin, -vahyin indiğini his­sedince- rengi değişti, bayılır gibi oldu; o sırada dizime dayanmıştı; yemin ederim ki dizim kırılıp ufalanacak şekilde bir ağırlık duydum. İşte o esna­da vahiy iniyordu. Az sonra bu hal kalktı, Peygamber (A.S.) Efendimiz ba­na, «Mü'minlerden -özür sahipleri dışında- oturanlarla, mallarıyla canlarıy­la Allah yolunda cihat edenler eşit değillerdir...» (mealindeki) ayeti oku­yarak, yazmamı emretti; ben de buyuruiduğu gibi yazdım.» [480]

«Kendilerine haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken melekle­rin (gelip) canlarını aldıkları kimselere gelince...» Bu âyetin Mekkeli bazı kişiler hakkında indiği rivayet edilmektedir. Bunlar İslâm'a girdiklerini söy­ledikleri halde Medine'ye hicret etmediler. İmânlarını açıklarken nifakla­rını gizlediler. Bedir savaşında melekler onların canını alırken, kendilerin­den 97. âyette geçen soruyu sormuşlardır. [481]

«Kim de evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret niyetiyle çıkar da (yolda) ölüm kendisine yetişirse...» mealindeki âyet ise, Habib bin Damre el-Leysî hakkında inmiştir. Şöyle ki: «Kendilerine yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip) çanlarını aldıkları kimseler...» mealindeki âyeti Ashab'-dan Abdurrahman bin Avf, Mekkelilere haber göndererek duyurunca ara-larmda çok yaşlı bulunan Habib bin Damre, oğullarına dedi ki: «Ben za­yıf-ve biçarelerden değilim, beni Medine'ye götürün..» onun bu isteği üze­rine oğullan bir tahterevan bulup babalarını ona koyup Medine yolunu tuttular. Ten'im mevkiine gelince vefat edeceğini anladı ve sağ elini sol eline vurarak, «Allahım! şu senin, şu da Resulünün; Resulün sana ne ile biy'at ettiyse, ben de öyle biy'at ediyorum!» dedi ve övgüye değer bir şe­kilde ruhunu teslim etti. Ashab-ı Kiram onun bu halini duyunca, «Medine'­ye erişseydi mükâfatı tamam olurdu..» diyerek kendilerine göre yargıda bulundular. Bunun üzerine sözü edilen 100. âyet indi.[482]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Cabir (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber bir savaşta bulunuyorduk. Bir ara dönüp Ashabına şöyle buyurduğunu duydum :

«Medine'de öyle kişiler var ki, siz bu seferinizde ne kadar bir yol alır, ne kadar bir vadiyi geçerseniz, mutlaka onlar da sizinle beraber bulunu­yorlar. Ne var ki hastalık onların çıkmasına engel olmuştur.» [483]

Hz. Enes bin Mâlik (R.A.) diyor ki:

Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte Tebük savaşından dönüyorduk, bir ara şöyle buyurduğunu işittim :

«Doğrusu Medine'de bıraktığımız öyle bir cemaat var ki, ne kadar iki dağ arasındaki bir yola girip yürüdükse ve ne kadar bir.vadiyi aştiksa mutlaka onlar bizimle birlikte bulundular; ne var ki özürleri çıkmalarına engel oldu.» [484]

«Kim Allah'ın Rab, İslâm'ın din, Muhammed'in Resul olduğuna razı olursa Cennet ona vâcib olur.»

Bu müjdeye hayret eden Ebû Said el-Hudrî (R.A.) :

  Ya Resûlellah! bunu bir daha söyler misiniz? diye ricada bulunun­ca, Allah Resulü aynı hadîsi tekrar söyledi ve ilâve etti:

«Bir husus daha var ki, Allah Cennet'te kulunu yüz derece yükseltir ki her bir derece arası gökle yer arası gibidir.»

Ebu Saîd (R.A.) sordu :

  O husus nedir? Cevap verdi:

«Allah yolunda cihattır.» [485]

«Kim Allah'a ve Pygamberine imân eder, namazını kılar, zekâtını ve­rir, hacce giderse -ister Allah yolunda cihat etsin, isterse doğduğu yer­de oturup cihada çıkmasın- Allah'ın onu Cennet'e koyması (sünnetullah gereği) bir haktır,»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram :

  Ey, Allanın Peygamberi! Bu sözünüzü insanlara duyurup müideli-yelim mi?

Diye sorduklarında, şöyle buyurdu :

«Şüphesiz ki Cennet'te yüz derece vardır; Allah onları kendi yolunda cihat edenlere hazırlamıştır. Her derece arası yerle gök arası gibidir. Al­lah'tan istediğinizde, Firdevs cennetini isteyin. Çünkü bu cennet, cennet­lerin ortasında bulunup en yüksek olanıdır. Cennet'in ırmakları Firdevs'ten kaynayıp çıkar.» [486]

 

Üç Sınıf Arasında Kıstas

 

İlgili 95 ve 96. âyetlerle Allah yolunda cihadın önemi belirtilirken Müs­lümanların bu konuda üçe ayrıldığına işaret ediliyor:

1.  Allah yolunda  mallarıyla  canlarıyla  cihada  çıkanlar.

2.  Mallarıyla, hiç değilse iyi niyet ve güzel dualarıyla Allah yolunda cihada çıkanları destekleyip bir özürlerinden dolayı canlarıyla cihada katılamıyanlar.

3.  Ciddi bir özürleri  bulunmadığı  halde gevşeklik, ya da  korkaklık gösterip cihada çıkmayıp evinde oturanlar.

Buna bir dördüncüsünü de ekliyecek olursak, memleket işleriyle meş-aul olup iç düzeni sağlamakla görevli bulundukları için cihada canlarıyla kattlamıyanlar.

Bunlardan ilk iki sınıf ile, son dördüncü sınıf, Allah yolunda cihada çıkmış anlamını taşır: Kimi hakikî, kimi de hükmî olarak buna katılmış de­mektir. Üçüncü sınıf bu hükmün dışındadır. Münafıklar hariç, bunların hepsinde imân cevheri mevcuttur. Ne var ki ilk iki sınıfla dördüncü sınıf, hiçbir özürü bulunmadığı halde evinde oturup cihada çıkmayanlardan de­rece bakımından kat kat üstündürler. Çünkü Allah yolunda atılan her adım, verilen her kuruş bir derece yükseltir. Derecelerin ise, sonu ve sınırı yok­tur. Ancak Cennet'teki dereceler yüz rakamıyla sınırlandırılmıştır.

Bu anlamda cihat, farz-i ayn ve farz-i kifaye olmak üzere ikiye ayrı­lır: Düşman topyekûn seferber olup savaşa çıkarsa, o takdirde -iç düzeni-korumakla görevliler ve ilim tedris edenler müstesna- eli silah tutan bü­tün mü'minlerin düşmana karşı savaşması farz-i ayndır. O ülkeye uzak yerlerde bulunan, yani uzak ülkelerde olan mü'minlerin katılması ise farz-i kifayedir. Özellikle savaşacak yaşta, güçte ve zenginlikte bulunanların katılması bu hükme girer. [487]

 

Savaş Ruhu Ve Aşkı

 

«Mallarıyla,  canlarıyla Allah yolun­da cihat edenler,...»

Önce şunu belirtelim ki, savaş ruhunu kaybeden bir milletin yaşama şansı pek azdır. Yemek, içmek, evlenmek, giyinip kuşanmak gibi günlük ve haftalık ihtiyaçlar olmasaydı hayat durur, atalet başlardı. O zaman ne ciddi anlamda sanayi kurulur, ne ziraata önem verilir, ne de ülkeler ba­yındır hale getirilirdi. Aslında insan denilen canlının yaratılma anlam ve hikmeti kalkardı. Çünkü bu seviyede ama daha mükemmel ölçüde yara­tılan başka varlıklar mevcuttur: Melekler..

İşte insanın bu ardi-arkası kesilmiyen ihtiyaçlarıdır ki, onu hayat mücadelesine itiyor, elindeki nimetin başkası tarafından kapılabilir endişesi onu ciddi hazırlıklara, akla gelmesi zor çarelere sürüklüyor. Bu itiş ve sü­rükleyiş insanda savaş ruhunu geliştirir; güçlü duruma gelme yollarını araştırıp bulmayı hızlandırır.

Maddî nimetlerle birlikte, bir de din, imân, namus, şeref ve hürriyet gibi en yüksek değerde olan manevî nimetlere saldırma tehlikesi ise, sa­vaşlara katılmayı kutsallaştırış gazilik ve şehitlik gibi üstün vasıflar, sa­vaşmayı, Allah yolunda cihat anlamına eriştirir.

İşte bu düzeye getirilen mü'minler, ölümü küçümser, Allah yolunda Allah'a kavuşmayı -peygamberlik hariç- derecelerin en üstünü kabul eder. Artık düşmanın yenemiyeceği muhteşem bir güç meydana gelir.

Kur'ân'ın «mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat edenler» diye öv­düğü bahtiyarlar bunlardır. Bu ruh ve mânayı milletinin kalbine ve kafa­sına işlemesini bilmiyen veya düşünmeyen kadrolardır ki, tarihten silin­me felâketini davet etmişlerdir. [488]

 

Kendini Zayıf Kabul Edip Allah Yolunda Cihada Katılmayanlar

 

Biz yeryüzünde (savaşamıyan) birtakım âcizler idik, derler...»

Kur'ân burada müstesna bir ölçü sergilemektedir: Allah ve Resulü­ne, âhiret ve hesaba inanan bir mü'min nerede bulunursa bulunsun, dini­ne, kültürüne, irfanına hizmetle yükümlüdür. Bir ülkede bu ölçü ve mâna­da hizmet imkânları ortadan kalktığı, düşman istilasına uğrayıp çareler kalmadığı zaman, mü'minin o ülkeyi terkedip hizmet imkânı bulabilecek başka bir yere hicret etmesi gerekir. Zayıflık, azınlık, imkânsızlık ciddi bir mazeret sayılmaz, sayıldığı an bulunduğu yerde durulmaz. Nitekim Mek-kelilerden bir grup insan İslâm'a girdikleri halde ciddi bir hizmet verme­mekle beraber, bulundukları yeri terkedip Medine'ye hicret etmeyi dü­şünmemişlerdi. Allah onların bu şaşkın halinin portresini çizerek mü'min-lere şu ilâhî tabloyu göstermektedir:

«Kendilerine (bu konuda) haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip) canlarını aldıkları kimselere gelince, onlara: «Ne İşte (ve hizmette) bulundunuz?» diye sorarlar. Onlar da : «Biz yeryüzün­de (savaşamıyan, cihada katılamıyan) birtakım âcizler idik,» derler. Melek­ler: «Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya?!» derler.

Hayat ve hürriyet zayıfların yüzüne gülmez. Allah'ın bahtiyar kullan için hazırladığı ebedî saadet yurdu böylelerine pek kapısını açmaz. Onlar için iki ayrı azap vardır: Biri, dünyada başka milletlerin boyunduruğu al­tında bir ömür tüketmek; maddecilerle imansızların alay konusu olmak suretiyle aşağılık bir hayat sürmek; diğeri, âhirette aşağılık çukurunda zillet ve meskenet ateşiyle yanmak..

Böyleleri ölmeden evvel dönüş yapar, tevbe ve istiğfarda bulunup Al­lah yolunda hizmete gönül verirse, bağışlanmaları umulur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. [489]

 

İslâm'da Hicret Ve Sebepleri

 

«Melekler: Allah'ın arzı geniş değil-miydi, orada hicret etseydiniz ya?! derler.»

İslâm'ın ilk yıllarında ferdin ve cemaatin genel durumu, içinde bulun­dukları siyasî ortam dikkate alınarak üç sebepten dolayı  hicret meşru' kılınmıştır :

1.  Din ve inancı alay konusu edilip ibâdet hürriyeti elinden alındığın­da, bulunduğu ülke, ya da belde veya kabileyi terkedip insanca yaşama ve mü'mince dindar olma hürriyeti bulunan başka bir yere göcetmek.

Böyle bir ortamda hicret vacip olur. Aşağılanmaya, hürriyetsizliğe katlanıp, Allah ve Resulüne karşı edep ve terbiye dışı sözlerle saldırıya kulakları tıkayıp kalmak, mü'minin ruhunun yüceliği, imân cevherinin yük­sek değeriyle elbetteki bağdaşamaz, uyum sağlayamazdı.

2.  Dinsizlerin, imansızların, putperestlerin saldırısını durduracak dev­let otoritesi bulunmayan ve Müslüman Cemaati devamlı surette tedirgin ve huzursuz eden, bütün organların dinsizlerden yana işler durumda bulu­nan bir ülkede veya kabilede haklarını koruyacak, din ve hayat hürriyetine sahip çıkacak güçte olmayan Müslümanların toplu halde âdil bir ülkeye, ya da kabileye hicret etmeleri vâcib sayılmıştır. Habeşistan'a ayrı zaman­larda hieret eden iki. grup Müslüman  Cemaatin durumu bunun açık bel­gesidir.

3.  Müslüman Cemaati, bulunduğu yerde dinî vecibeleri  ilâhî nizama uygun yerine getiremiyor, İslâm ahlakıyla yaşayamıyorsa o zaman  buna elverişli bir başka ülkeye veya kabileye hicret etmeleri gerekir. Mekke'den Medine'ye plânlanan hicret bunun güzel  bir örneğidir. [490]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                                                   

 

Geçen âyetlerle Allah yolunda cihadın önemi belirtildi, bu yolda mal­larıyla canlarıyla kendini Allah'a verenlerin âhiretîe elde edecekleri yük­sek derecelere dikkatler çekildi ve cihadın dünya hayatında hürriyet, şeref, itibar gibi verimli ürünlerine işarette bulunuldu. Aşağıdaki âyetlerle ken­dini büyük dâvalara adayan mücahitlerin savaşta namaz denilen ve her an Allah ile kullan arasında irtibat sağlamaya yarıyan ibâdeti nasıl yeri­ne getirecekleri belirtiliyor. Sonra da namazın belli vakitlerde mü'minlere farz olduğu hatırlatılıyor. [491]

 

Meali :

 

101—  Yeryüzünde yolculuğa  çıktığınızda,  küfredenlerin  sizi  fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda (veya hafif tutmanızda) size bir vebal yoktur. Doğrusu kâfirler sizin çok açık düşmanlarınızda.

102—  Ve sen içlerinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, on­lardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun, silâhlarını da yanlarına alsınlar. Secde ettiklerinde(n hemen sonra) arkanızda yerlerini alsınlar. Bu defa henüz namaz kılmayan diğer kısım gelip seninle beraber namaz kılsınlar; tetikte olup silâhlarını yanlarında tutsunlar. Kü. sdenler, silâh­larınızdan ve eşyanızdan gaflet etmenizi ve böylece size birdenbire baskın yapmayı isterler. Eğer yağmurdan tedirgin olur veya hasta bulunursanız, silâhlarınızı bırakmanızda bir sakınca yoktur; ama her şeye rağmen te­tikte olun, ihtiyatlı davranın. Şüphesiz ki Allah kâfirlere aşağılayıcı, horla-Y'cı bir azap hazırlamıştır.

103—  Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek oturarak, gerekse yan­larınız üzerine bulunurken Allah'ı anın, (korkuyu atıp) kalbiniz yatışınca da tam olarak namazı kılın. Çünkü namaz belirli vakitlerde mü'minler üzerine farz kılınmıştır.

104— (Düşmanınız olan) kavmi (kâfirleri) takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Siz acı ve kaygı duyuyorsanız, herhalde onlar da sizin duy-, duğunuz gibi acı ve kaygı duyuyorlar; kaldı ki siz onların ummadıkları şe­yi Allah'tan umuyorsunuz. Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.

 

İniş Sebebi

 

Ashabdan Ebû lyaş  (R.A.)  diyor ki :

Resûlüllah (A.S.) ile birlikte öğle namazını kıldık. Müşrikler neden son­ra akıllarına gelmiş, «Muhammed'le arkadaşları namaz kılarken üzerleri­ne saldırmalıydık, fırsatı kaçırdık..» diyerek hayıflanmışlar; aralarından bazısı, «üzülmeyin, biraz sonra bir namaz vakti daha gelecek ki bu onlara babalarından daha sevimlidir: İkindi namazı...»

Bunun üzerine Melek Cebrail yukarıdaki âyetle indi. [492]

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan sahih rivayete göre, sözü edilen öğle na­mazı ASFAN mevkiinde kılınmıştı.

Ya.lâ bin Umeyye (R.A.), Hazret-i Ömer'den (R.A.) düşman korkusun­dan dolayı namazı kısaltmaktan sordu ve artık pek korku kalmadı, yolcu­luk halinde yine namazı kısaltabilir miyiz? diye ilâve ettiğinde, Hz. Ömer (R.A.) ona : «Senin hayret edip sorduğun gibi, ben de Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, bana : «Bu Allah'ın size tasaddukta bulunduğu bîr sa­dakadır, O'nun sadakasını kabul edin..» buyurdu. [493]

 

İlgili Hadîsler

 

«(Seferi namazların dört rek'atli olanlarında kasr), Allah'ın size ta­saddukta bulunduğu bir sadakadır; O'nun sadakasını kabul edin..» [494]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Medine'den çıkıp Mekke'ye yolculuk yaptığında, âlemlerin Rabbinden başka hiçbir şeyden korku ve endişesi kalmadığı hal­de yine de dört rek'atli farzları iki rek'at olarak kıldı.» [495]

Haris bin Vehb (R.A.) diyor ki :

«Peygamber (A.S.) Efendimiz olmuş olacak şeylerden güven içinde bulunduğu halde Mina'da bize {dört rek'atli farzları) iki rek'at olarak kıl­dırdı. Ebû Bekir ile Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) böyle kıldırdı­lar.» [496]

Abdullah bin Abbas (R.A.) diyor ki :

«Allah (C.C.) namazı Peygamberimiz Muhammed'in (A.S.) dili üzerine hazerde dört rek'at, seferde iki rek'at olarak farz kıldı. Korkulu zamanlar­da-ise bir rek'at olarak kılınmasını emretti.» [497]

Hz. Salim (R.A.) babasından rivayetle diyor ki :

«Resûlüllah {A.S.) Efendimiz seferde düşman saldırısı endişesi baş-gösterdiğinde askeri ikiye ayırdı, her bir grupla bir rek'at kıldı. Sonra her grup birer rek'at daha kılıp namazlarını tamamladılar.» [498]

İbn Abbas'ın ifadesinden korku namazının bir rek'at farz kılındığı, Sâ-Hm'in rivayetinden iki rek'at kılınması .gerektiği anlaşılıyor. Bu konuda geniş bilgi için fıkıh kitaplarında SEFERİ NAMAZ ve KORKU NAMAZI bö­lümlerine bakılması tavsiye edilir. [499]

 

Namazı Kısmak Veya Kısaltmak

 

«Yeryüzünde yolculu­ğa çıktığınızda, küfredenlerin sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda sîze bir vebal yoktur.»

KASR : Namazın rek'at sayısını azaltmak anlamına geldiği gibi nama­zın keyfiyetinde, yani rükû' ve secdelerinde kısma yaparak bunları baş işaretiyle yerine getirmek anlamına da gelir. Ayrıca KASR'ın bir süre alı­koymak, geciktirmek mânasında da kullanıldığı görülmüştür. Bu takdirde seferî halde düşman korkusu söz konusu olduğunda namazı kazaya bı­rakmak hükmü de çıkar.

Bunlar  ihtimal  olmakla  beraber  birinci  mâna  daha  sahihtir.   Çünkü cümlede kullanılan MİN harfi teb'iz içindir; bu da namazın bazı rek'atle- yetinmeyi ifâde eder.

Hanefî imamlarına göre, düşman korkusu olsun olmasın üç konaklık, ya da fazla mesafede sefere akılınca dört rek'atli farzları iki rek'at kıl­mak vâcibdir. Terki günaha neden olur. Düşmanın bir baskın ve benzeri fenalıkta bulunma endişesi başgösterdiği zamanlarda ise, baş işaretiyle değil, namazı kazaya bırakmak daha uygundur. [500]

Nitekim Hz. Aişe (R.A.)dan yapılan sahih rivayette :

«Namaz önceleri ikişer rek'at olarak farz kılındı. Sonra eyleşik du­rumda öğle, ikindi ve yatsı namazları dört rek'ate çıkarıldı. Yolculuk ha­linde ise, ilk farz kılındığı ölçü ve sayıda bırakıldı.» denilmektedir.

İbn Abbas ve Cübeyr bin Mut'im'a göre de, namaz hazerde dört, se­ferde iki rek'at olarak farz kılınmıştır. [501]

İmam Mâlik ile İmam Şafiî'ye 9öre : Seferde namazı kasretmek, yani dört rek'atli olanları iki rek'at halinde kılmak sünnettir. Maliki imamların­dan Ebu Saîd Ferviy'ye göre, seferi bulunan mü'min dörtle iki arasında serbesttir. Sahih olan da budur.

İmam Şafiî bu konuda şunu da söylemiştir: «Namazı, düşman korku­su olmadığında seferî halde iken kısaltmak sünnet ile; düşman korkusu bulunduğu seferî hallerde ise kısaltmak veya kısmak Kitap ve Sünnet İle sabit olmuştur.»

O-halde seferde dört rek'at kılan kimseye bir şey gerekmez, ne var ki sünnete uyarak iki rek'at kılması daha uygundur. Ahmed bin Hanbet'in de görüş ve içtihadı bu anlam ve ölçüdedir.

Bir adam Abdullah bin Ömer'e sordu :

  Biz Kur'ân'da eyleşik haldeki namaz ile korku namazı hakkında açıklama buluyoruz, ama yolculuk halindeki namaz hakkında bir şey bu­lamıyoruz; bu hususta bizi aydınlatır mısın?

Hz. Abdullah şu cevabı verdi :

  Kardeşim oğlu! Allah bize Muhammed'i  (A.S.) gönderdiğinde bir şey bilmiyorduk, hepimiz sırılsıklam câhil idik. O ne yaptıysa biz de onu yaptık; O, seferde iki rek'at kıldı, biz de iki rek'at kıldık ve kılıyoruz.

İmam Kurtubî bu konuda diyor ki:-

Resûlüllah (A.S,) Efendimizin yapmış olduğu bütün seferlerinde -Al­lah'tan başka hiçbir şeyden korku ve endişesi kalmadığı halde- dört rek'atli namazları iki rek'at, akşam namazını üç rek'at ol,arak kıldığı sahih riva­yetlerle sabit olmuştur. Böylece seferî namazın iki rek'at olarak bize in­tikali bir sünnettir.

Nitekim Hz. Ömer (R.A.), korku ve endişenin kalmadığı hallerde na­mazın kısaltılıp kısaltılmıyacağını Resûlüllah  (A.S.)  Efendimizden sormuş,

Efendimiz ona şu cevabı vermiştir:

«Bu bir sadakadır ki Allah size tasaddukta bulunmuştur. Onun sada­kasını kabul edin!.» [502]

Ashabdan Hz. Hanzele (R.A.), İbn Ömer'e (R.A.) :

  Ya Abdullah    Seferî namaz kaç rek'attir? diye soruyor. O da şu cevabı veriyor:

  İki rekattir...

Hanzele devamla :

  «Küfredenlerin sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endi­şe ederseniz..» (mealindeki) âyete ne dersiniz?

Diye sorunca, İbn Ömer (R.A.) :

  Seferî namazın iki rek'at olarak kılınması Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizin sünnetidir, diye cevap veriyor.

Konuyu Mezhep İmamlarının Görüşüne Göre Özetliyelim:

a)  Yolouluk halinde -düşmanın saldırı endişesi bulunsun bulunmasın-dört rek'atli farzları iki rek'at olarak kılmak bi'l-icmâ' caizdir. Ancak İmam Ebû Hanîfe'ye göre bu vâcibdir.

İmam Mâlik'ten bu hususta iki rivayet yapılmıştır: Birine göre vâcib, diğerine göre sünnet olduğu anlaşılıyor. İmam Şafiî ve Ahmed bin Har: bel'e göre, sünnettir.

b)  Seferde iki rek'at kılmak KASR mıdır, yoksa seferi namaz doğru­dan doğruya iki rek'at olarak mı farz kılınmıştır? İmam Ebû Hanîfe'ye gö­re KASR değil, iki rek'at olarak farz kılınmıştır. Âyetteki KASR'dan maksat, seferde korkulu anlarda rükû' ve secdeleri baş işaretiyle yerine getirip namazı hafif tutmaktır.

Diğer mezhep sahibi üç imama göre, bu bir KASR'dır, yani namaz (öğle, ikindi ve yatsı namazları} dörder rek'at olarak farz kılınmış, sonra mutlaka seferde ikişer rek'ate indirilmiştir. Bu bir ruhsattır, azimet değil­dir.

Her birinin kendi içtihat ölçülerine göre, sağlam delilleri vardır. Ge­niş bilgi için dört mezheple ilgili Abdurrahman el-Cezîrî'nin eserine, Zey-laî'nin Nasbu'r-Râye adlı kıymetli kitabına ve diğer kaynak fıkıh kitapları­na müracaat edilmesi uygun olur. [503]

 

Korku Namazı Nasıl Kılınır?

 

a)  İmam Ebû Yusuf ile Hasan bin Ziyad'a göre, bu namaz Peygam­ber {A.S.) Efendimize hastır, ümmete teşmil edilemez, yani Peygamberden sonra başkasına bu hususta cevaz verilmemiştir.

b)  Şafiî fukahasından Müzenî'ye göre, önce sabit olmuş, sonra hük­mü kaldırılmıştır. Çünkü âyette hitap özellikle peygamber (A.S.)  Efendi-mizedir.

c)  Cumhur-i Ulemâye göre, hitap has, emir ammdır; yani ümmete de şâmildir. Hulefâ-i Râşidîn'den bazısı ve Ashab-ı  Kiram'dan  birkaç zatın Peygamber {A.S.)  Efendimizin vefatından sonra seferi halde korku baş gösterdiğinde Korku Namazını kıldırdıkları sahih kaynaklardan tesbit edil­miştir. Nitekim HERİN GECESİ Hz. Ali (R.A.) bu namazı bizzat kıldırmış-tır.  Ebû  Musa el-Eş'arî  (R.A.)   ise, Taberistan'da  bulunduğu  sırada  se­bepler ortaya çıkınca bu namazı cemaate kıldırmıştır.

d)  Hattabî'ye göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz korku namazını muh­telif yerlerde ve farklı biçimlerde kıldırmıştır; hepsi de namazın ruhuna ve esasına uygunluk içinde aynı noktada birleşir. Geniş bilgi için kaynak fı­kıh kitaplarına bakılması tavsiye olunur.

Düşmanın kıble cihetinde bulunmasıyla, başka bir cihette bulunma­sı, farklı durumlar meydana getirir ve ona göre imam, askere namaz kıl­dırır. [504]

 

Savaş İyice Kızıştığında

 

Savaş iyice kızışıp herkes can derdine düştüğünde namaz vakti az kalmışsa ne yapılır? Böyle bir durumda herhalde namaz kılmak gerekir mi, yoksa kazaya mı bırakmak daha uygundur? Mezhep İmamlarının bu mesele hakkındaki tesbit ve içtihatları farklıdır:

  İmam Şafiî'ye göre, yaya ve süvari olarak hem savaşa devam edi­lir, hem bu arada baş işaretiyle namaz iki rek'at olarak kılınır.

  İmam  Ebu Hanîfe'ye göre,  böyle bir durumda  baş  işaretiyle  na­maz kılınmaz, kazaya  bırakılır. [505]

 

Neden Korku Namazi?

 

Namaz her ân insan ruhunu tazeliyen ilâhî bir iksir, lâhutî bir ışık­tır. Barış ve huzur günlerinde ruhu cilalar, vicdanı geliştirip çok duyarlı kılar; akıl ile imân arasında en sağlam köprünün kurulmasını sağlar. Kal­be kuvvet, dimağa berraklık getirir. Ruhumuzu saran kötü düşünce ve ni­yetleri hayra çevirir. Günlük yaşantımızda bozulan sinir sistemimizi sür'at-le düzeltir. Beden ile ruh arasında dengeyi, insan ile hayat kanunu ara­sında uyumu gerçekleştirir.

Savaş ve korkulu zamanlarda, felâket günlerinde olaylara karşı da­yanmayı, düşmana kahramanca karşı koymayı, ölümün yokluk olmadığı­nı, bilakis daha geniş ve huzurlu bir hayata acılan kapı olduğunu en du­yarlı biçimde fısıldar. Allah'a daha çok itaatli olmayı hatırlatırken baştaki emir ve kumanda sahiplerine gönülden uymayı için için telkin eder. İmana güç, irfana ışık, sabra açıklık, hakkı teslimiyete mutlak anlamda bağlılık sunar.

Bunun için Allah : «Namaz kıl!» diye emretmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Namaz gözümün aydınlığıdır..» buyurmuştur. Savaşta korku­lu zamanlarda bile insandan yana bunca yarar ve faziletleri beraberinde taşıyan namazın terkedilmemesi hatırlatılıyor. Bir rek'atle olsun, İslâm'ın birlik ve dirlik, itaat ve teslimiyet dini olduğu çevreye yansıtılmalı; Allah'a ve emir sahiplerine itaatin ölçü ve anlamı sergilenmeli; mü'minlerin her yerde ve her olay karşısında Allah'ın yüce kudret ve sanatını görebilme­leri sağlanmalı. [506]

 

Neden Beş Vakit?

 

Önce şunu belirtelim ki, bedenî yapımız günde en az iki, ya da üç de­fa ölçülü biçimde gıda almakla varlığını koruyabilmekte ve yaşama şan­sına sahip olabilmektedir. Yaratıcı yüce kudret, beden makinasını bu özel­lik ve nitelikte yaratmıştır. Ona gıda vermek zorunda olduğumuzu biliyo­ruz. Hiç kimse aksini iddia edemez. Aksine bir yol tutan, bedeniyle bağlı bulunduğu hayat kanunu arasında bir boşluk meydana getirmiş olur ki, bunun sonu ölümdür. Ruhî yapımıza gelince: Yaratıcı yüce kudret, ona günde belirli vakitlerde beş defa gıda verilmesini planlamış ve bu yapı­nın öz varlığını sürdürebilmesi, yaratıldığı amaca yönelmesi için değişmez kanunlar koymuştur. Günde beş vakit namaz ruhun değişmeyen en ya­rarlı gıdası olarak bulunuyor. Bu ibâdeti belli ve belirli vakitlerde yerine getirmek ne kadar yararlıysa, terkedilmesi de o nisbette zararlıdır.

Büyük Müfessir Fahruddin Râzî, Mefatihü'l-Gayb (Gaybin Anahtar­ları) adlı paha biçilmez eserinde beş vakit namazın hikmet ve felsefesini çok usta bir usiûp ve yüksek düşünce ürünü olarak açıklamıştır. Biz bu ne­fis parçayı özetliyerek sunuyoruz:

Namazın belirli beş vakitte kılınması son dereee makul ve güze! bir ölçü ve anlam arzetmektedir. Çünkü şu âlemde her şey kendi durumunun ve varlığının hikmeti özelliğine göre beş mertebe üzere bulunuyor:

1.  Yokluk karanlığından varlık alanına geliş.

2.  Bir süre artıp eksilmeden eriştiği kemal üzere duraklayıp kalış.

3.  Bir süre sonra bulunduğu duraklama mertebesinden yavaş yavaş iniş.

4.  Daha sonra hızlı bir iniş ve batış.

5.  Batıştan sonra bir süre izinin kalışı ve sonra da belirsiz hale ge­lişi..

İnsan dahil bütün canlıları ve bitkileri ele alacak olursak, her birinin bu beş mertebede bir ömür sürdüğünü görürüz. Kademeli çıkış ve inişleri, sonra da belirsiz hale gelmeleri bütün açıklığıyla hergün gözlerimizin önü­ne serilmektedir. Güneşin her gün doğuş ve batışı ve bu ikisi arasındaki mertebeleri aşması ile insan hayatı ve beş vakit namaz arasında bir bağ­lantı yok mudur? Güneşin doğuşu, çocukluğu; gökkubbesi ortasına gelip ışınlarının artması, güçlü bir enerji sergilemesi gençliği; duraklama devre­si, gençliğin bir süre devamını; batıya doğru yavaş yavaş meyletmesi, nok­sanlığın baş göstermesini; ikindiden sonra sararıp belirgin ölçüde batma­ya yüztutması, yaşlılığın son demlerini; ufukta kaybolması, ölümü ve bat­tıktan sonra bir süre ufukta izinin kalması ve bir müddet sonra tamamen kaybolması, ölümden bir süre sonra unutulmayı anlatır. Beş vakit namazla ömrümüz arasındaki çağrışımı tekrarlayıp durur.

Evet, bu öyle bir düzendir ki şaşmayan kanunlarla hedefine doğru akıp gitmektedir; değiştirilmesi ise mümkün değildir. Allah'tan başka bir gücün böyle bir düzeni kurmaya elbette ki kuvvet ve kudreti yetmez. Çün­kü canlıların kuvvet ve kudreti sınırlı ve sonludur. Allah'ın kuvvet ve kud­reti sonsuz ve sınırsızdır.

O halde insan ömrünün beş devresini simgeliyen beş vakitte, O son­suz ve sınırsız Kudretin emrine uyarak namaz kılmamız; yüce yaratanın huzurunda mahviyet ve teslimiyet içinde kulluk görevimizi yapmamız ka­dar tabii ne olabilir?

Kur'ân-ı Kerîm'de beş vakit namaz böylesine yüksek ve derin anlamlı bir tasvirle şöyle açıklanmıştır:

«Akşamlarken, sabahlarken Allah'ı teşbih edin (O'nun için namaz kı-iml Hamd (her türlü övgü) göklerde de, yerde de O'na mahsustur, (ovul-rneğe ancak O lâyıktır). İkindi vaktinde de öğleye girerken de (O'nu teşbih edin, namaz kılın).» [507]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Geçen âyetlerle savaştan ve onunla ilgili hükümlerden bahsedildi. Sonra yanlışlıkla adam öldürmenin ceza ve keffareti açıklandı. Kasden bir mü'mini öldürmenin büyük bir cinayet, taşınması çok zor ağır bir veba! olduğu belirtildi. Sonra savaşlarda korkulu anlarda insana umut ve ce­saret veren korku namazının nasıl kılınacağı konu edinildi. Aşağıdaki âyet­lerle henüz İslâm'ın derin zevkini kalbine yerleştiremiyenlerin savaşa kar-şı kayıtsız kaldıkları gibi, savaş dışında da Peygamber (A.S.) Efendimizi yanıltmak için yalan ve bir takım düzenlere başvurdukları belirtiliyor, Al­lah'ın indirdiği Kitap ve ondaki hükümler doğrultusunda insanlar arasın­da hükrnedilmesi emrediliyor. Haksızlardan yana eğilimde bulunulmama­sı, haksızın savunulmaması hususunda gereken uyarı yapılıyor. [508]

 

Meali  :

 

105—  Allah'ın sana gösterdiği ölçü ve anlamda, insanlar arasında hükmedesin diye bu Kitab'ı hak olarak şüphesiz biz sana indirdik. Artık hâinlerden yana savunucu olma!.

106—  Ve  Allah'tan   mağfiret   (günahların   bağışlanmasını,   temizlen­mesini) işte. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

107—  Kendi kendilerine hıyanet eden (güveni kötüye kullanan, nefs ve şeytan doğrultusunda hareket eden)lerderı yana çekişip uğraşma. Şüp­hesiz ki Allah, hainlikte aşırı giden günahkârı sevmez.

108—  İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler; halbuki Allah'ın razı olmayacağı sözü geceleyin kurup düzerlerken, O, onlarla beraberdir. Hem Allah onların yapageldiklerini (ilmiyle, kudretiyle) kuşatmıştır.

109—  İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlardan yana çekişip uğraşırsınız, ya kıyamet günü Allah'a karşı kim onlardan yana sa­vunuculuk yapıp uğraşacak? Ya da kim onlara vekil olacak?

 

İniş Sebebi

 

Henüz İslâm'a yeni girmiş, Allah ve Peygamber sevgisini yeterince ruhuna ve vicdanına sindirememiş Tu'me bin Ubeyrik adındaki bir adam, yaratılışı ve bulunduğu çevre itibariyle kronik bir hırsızdı. Bir gün komşu­su Katade bin Numan'ın evine girerek ona ait bir zırhı calip içinde un bu­lunan bir dağarcığa yerleştirerek Zeyd bin Sem'an adındaki yahudinin evi­ne götürüp bırakmış; dağarcık yırtık olduğundan yolda dökülen un dikkat çekecek şekilde iz bırakmıştı. Zırhın çalındığının farkına varılmış ve Tu'me aranmıştı. Ne var ki, Tu'me haberi olmadığına yemin etmişti. Unun bırak­tığı izi takip edenler, sözü edilen yahudinin evine gidip zırhı orada bul­muşlardı.  Yahudi  onu  Tu'me'nin  getirip  koyduğunu  söylemiş  ve  birkaç

vahudi de ondan yana şahitlik etmişlerdi. Tu'me'nin mensubu bulunduğu Zafer Oğulları kabilesi, onu temize çıkarmayı planlamışlardı. Durum Pey­gamber (A.S.) Efendimize intikal edince, davacı ile davalıyı dinlemiş, Tu'­me yemin etmiş, Zafer Oğullan onun lehine tanıklıkta bulunmuşlardı. Bu durum karşısında Peygamber (A.S.) Efendimiz Tu'me'den yana hüküm vermek istemiş, ancak çok geçmeden yukarıdaki âyetler inmişti. [509]

 

İlgili Hadîsler

 

«Haberiniz olsun ki, ben de ancak bir insanım, (davalı ile davacıyı) dinlerim, ama sizden biriniz delil ve hüccetini diğerinden daha güzel ve daha açık anlatabilir, ben de onun lehine hüküm verebilirim. O halde kime bir müslümanın hakkını alıp verirsem, o bir parça ateşten başkası değil­dir; isterse onu taşır, isterse terkeder.» [510]

«Aranızda, üzerime vahiy inmeyen hususta ancak kendi re'yimle hük­mederim.» [511]

 

Peygamberin Yargıda Yeri Ve Yetkisi

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz ilâhî vahye bağlı bir insandır. Allah'ın ona gösterdiği yoldan yürür, sunduğu bilgi ile amel eder. Bu açıdan aldığı vahye dayanarak hem yasama, hem yürütmeyle yükümlüdür. Kendi görüş ve arzusuna göre hüküm vermez. Kesin ölçüde bildiği bir hakkın tersine yargıda bulunmaz. Belge ve deliller yanıltıcı olabilir; o da bunların tesirin­de kalarak haksızı haklı gösterebilir. Ama böyle bir ortam doğunca Allah derhal dâvanın iç yüzünü, haksızın kim olduğunu vahiy suretiyle bildire­rek dış görünüşüyle haklı gibi anlaşılanın haksız olduğunu Resulüne bil­dirirdi. Özellikle insan haklarıyla ilgili dâvalarda...

O halde Peygamber (A.S.) Efendimiz içtihatta bulunup kıyasa kapı açma yetkisine sahip değil miydi? Şüphesiz ki Peygamber (A.S.) vahye ve kitaba dayanarak hareket ederdi. Ancak bir mesele hakkında ilâhî be­yân bulunmadığı takdirde, Kur'ân'ın o meseleye esas teşkil eden genel, ya da hitap yönüyle özel hüküm ve kurallarına kıyas yapmak için içtihatta bulunma yetkisine sahipti.

«Bazı işler için senden izin isterlerse, onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan bağışlanma isteğinde bulun.» [512]

«Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve ya­lancılar bilininceye kadar neden onlara izin verdin?» [513]

Mealindeki âyetler, Peygarnber'in bazı konularda kendi re'yi ve içti­hadıyla iş görme, yargıda bulunma yetkisine sahip olduğunu göstermek­tedir.

«Allah'ın sana gösterdiği ölçü ve anlamda, İnsanlar arasında hükme-desin diye bu Kitab'ı hak olarak şüphesiz biz sana indirdik..» âyeti ise kı­yas ve içtihada işaret etmektedir. Nitekim İmam Kurtubî, «Allah'ın sana gösterdiği,.» cümlesini ya vahiy ve nass ile, ya da vahyin genel ölçü ve kuralına uygun biçimde, bir açıklık getirerek yorumda bulunmuş ve: «Bu, kıyasta bir asıl ve temeldir,» demiştir. [514]

Ünlü Müfessir Fahruddin Razî de bu konuya dokunarak şöyle bir yo­rumda  bulunmuştur:

«Kıyas'ın bir hüccet olduğu, delillerle sabit olmuştur. O halde kıyas ile amel etmek, hakikatte nass (Kitap ve Sünnet'in acık ve kesin emri) ile amel etmektir. Ölçü bu olunca, yukarıdaki âyeti şöyle yorumlayıp takdir edebiliriz; Allah bir bakıma Peygamberine şöyle buyuruyor:

«Hakkında susulup hüküm verilmiyen mesele, hakkında nass bulunan meselenin hükmü gibidir, şeklinde sende kuvvetli zan meydana gelirse, bilmiş ol ki, sana olan teklifim, kuvvetli zannına göre amel etmendir.»

O halde kıyas ile amel, nassın kendisiyle amel etmektir.» [515]

 

Haklı Olduğu Bilinmedikçe Kişiyi Savunmamak

 

Kur'ân ilgili âyetle, hüküm verme hususunda Peygamberin (A.S.) na­sıl bir yol takip edeceğini belirttikten sonra, davalı ya da davacının savun­masını kendi üzerine alan vekillerin, haklı olduğunu tesbit edip gerçeği öğrenmedikçe böyle bir yola girmemelerine işaret edilerek gereken uyarıyı yapıyor.

Çünkü vekil, davacı ya da davalının savunması teklifiyle karşılaşınca, önce delilleri, belgeleri toplayıp gözden geçirmeli, müvekkilinin haksız olduğuna bilgi veya kuvvetli zan edindikten sonra onun savunmasını kendi üzerine almamalıdır. Çünkü aksine bir tutum haksızı haklı yerine soka­bilir, böylece insan hakları zayi edilir, adalet yerini bulmamış olur. Böyle bir sonucun vebalı   taşınmıyacak kadar ağırdır.

Şevkanî Fethü'i-Kadîr'de sözü edilen âyetin yorumunu yaparken di­yor ki: «Haklı olduğunu bilmedikçe bir kişiyi savunmak, ondan yana ol­mak, hiç kimse için caiz değildir.» Âyette buna işaret ve delâlet vardır.

107. Âyetle kendi nefslerine hıyanet edip güveni kötüye kullanandan yana olmayı yasaklarken, aksine bir yol tutanlar için nasıl elim bir sonuç hazırlandığı 109. âyetle şöyle açıklanıyor:

«İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlardan yana çekişip uğraşırsınız, ya kıyamet günü Allah'a karşı kim onlardan yana savunucu­luk yapacak? Ya da kim onlara vekil olacak?» [516]

 

Müslümanlardan Yana Hükmetme Arzusu

 

İniş sebebinde belirtildiği gibi, dış görünüşüyle Müslüman sayılan, aynı zamanda hırsızlıkla suçlanan Tu'me'yi temize çıkarmak için bağlı bulunduğu kabilenin ileri gelenlerinden bir cemaatin harekete geçmesi, asıl suçlu ortada dururken onu bir Yahudiye yükliyerek, Tu'me'yi Pey­gamber huzurunda savunmaları, aynı zamanda bunların hepsinin de za­hiren Müslüman bulunması. Peygamber (A.S.) Efendimizi Tu'me'den yana bir hüküm vermeye itiyordu. Halbuki Yahudi suçsuz, Tu'me ise suçlu idi. Bu da Kur'ân'ın ve İslâm'ın insanlıktan yana sunduğu adalet ve hakkani­yeti zedeler ölçüdeydi. Gerçi Peygamber (A.S.) Efendimiz mevcut delil­leri değerlendirerek bir hüküm vermek istiyor, ama acele de etmiyordu. Ne var ki toplanan deliller hakikati yansıtmaya yeterli değildi; daha detaylı bir araştırma ve belge toplama gerekiyordu. Herşeyin iç yüzünü çok daha iyi bilen Allah, dava hakkında Peygamberde (A.S.) meydana gelen kuv­vetli zannın isabetli olmadığını açıklar mahiyette âyet indirdi ve suçlunun  kim olduğunu açıkladı.

İşte Kur'ân buna işaretle diyor ki:

«(Hem kendi adına, hem de kendi adamları suçlu olduğu halde onu temize çıkarmak isteyenler adına) Allah'tan mağfiret dile.» [517]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle hak olarak indirilen kitap uyarınca insanlar arasında hükmedilmesi emredildi. Haksız ve suçlu müslüman, haklı ve suçsuz kimse yahudi ya da müşrik olsa, yine de hak ve adaletten ayrılınmaması hatırlatıldı. Bu tür yanlış bir yola başvuran Müslümanlar hakkında istiğ­farda bulunulması önerildi.

Aşağıdaki âyetlerle, günah ve kusurdan sonra pişmanlık duyup tev-be ve istiğfar eden kimselerin Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulacakları müjdeleniyor. [518]

 

Meali :

 

110—  Kim bir kötülük işler veya kendine haksızlıkta bulunur, sonra da Allah'a yönelip istiğfar ederse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.

111—  Kim de bir günah kazanırsa, herhalde onu kendi aleyhine ka­zanmış olur. Allah (her şeyi lâyıkıyla) bilendir, hikmet sahibidir.

112—  Kim de bir hatâ veya bir günah kazanır da sonra onu bir gü­nahsızın üzerine atarsa, şüphesiz ki o, çok çirkin bir iftira ve açık bir gü­nah ve vebal yüklenmiştir.

 

İniş Sebebi

 

Hırsızlık yapan Tu'me ve onu haksız yeresavunanların ve bu doğrultu­da olanların işledikleri günah, yüklendikleri vebaldan pişmanlık duyup Al­lah'a yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunmalarını tahrik ve teşvik etmek ve tevbe kapısının her zaman açık bulunduğunu, Allah'ın da çok bağışla­yan ve çok merhamet eden olduğunu hatırlatmak için yukarıdaki âyetler inmiştir. [519]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki, Allah gündüzleyin kötülük ve günah işleyenin tevbe et­mesi için geceleyin (mağfiret ve tevbeyi kabul) elini açar; geceleyin kötü­lük ve günah işleyenin tevbe etmesi için gündüzleyin elini açar; bu hal gü­neş batıdan doğuncaya kadar (kıyamet kopuncaya dek) devam eder.» [520]

«Kim güneş batıdan doğmadan önce tevbe ederse, Allah onun tev-besini kabul eder.» [521]

«Müslümanın her şeyi; Kanı, ırzı, namusu, şerefi ve malı diğer Müs-lümana haramdır.» [522]

«Faizin en katmerlisi, haksız yere Müslümanın ırz, namus ve şerefine dil uzatmaktır.» [523]

 

Günah Ve Hata Nisbîdir - İzafîdir

 

{Kîm bir tülük işler veya kendine haksızlıkta bulunur, sonra da Allah'a yönelip is­tiğfar ederse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.»

Bir şeyin helâl, ya da haram kılınması nasıl bize nisbetle değer ve hüküm taşıyorsa, bir sözün veya davranışın günah ve sevap sayılması da böyledir.

O halde insanın günah işlemesinden, haklara tecavüz etmesinden doğan kötülük, zarar ve vebal kendi aleyhinedir, ne var ki bunun bir ucu da topluma yöneliktir. Allah ise kullarının günah işlemesine, kötülük yap­masına razı değildir. Bunun için cidden gönülden pişmanlık duyup dönüş yapan, bağışlanmasını dileyen kimse herhalde Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur. İnanan bir kimse için bundan daha büyük umut ve mutluluk düşünülebilir mi?

Böyle bir umut kapısına yaklaşmak istemiyen, bilakis kendini nef­sinin sınırsız ve ölçüsüz istek ve arzularına terkedip hayat dizginini mad­de ve şehvetten yana çevirenler, unutmasınlar ki, hiçbir günah ve kötü­lüğün sonunda saadet güneşinin aydınlatıcı nîmeti yoktur. Hayat kanun­larına ters düşen her söz ve davranış hiçbir zaman sahibinin yüzünü gül-dürmemiştir. Güldürse bile geçici ve sahtedir. Çünkü Allah her şeyi lâyı­kıyla bilen ve her şeyi hikmetle yürütendir. İşlenen her günah sahibinin aleyhinedir. Başkasına iftira atanlar ise, büyük bir günah ve taşınması güc bir vebal yüklenmiş, peşlerine korkunç bir kâbus takmışlardır. [524]

 

Dört Ayrı Günahkâr

 

 «Kim de bir hatâ veya bir gü­nah kazanır da sonra onu bir günahsızın üzerine atarsa......»

1.  Başkasına zarar verecek anlamda günah ve kötülükte bulunan..

2.  Kendi nefsine haksızlıkta bulunup yazık eden..

3.  Bir yarar sağlamak veya kendi ölçülerine'göre bir zararı geri çevir­mek için günah işleyen..

4.  İşlediği bir günah veya kusuru başkasının üzerine atıp kendini te­mize çıkaran..

Konumuzla ilgili âyette, günahın bu dört farklı kademesiyle, ferdin toplumla olan ilgisinin ölçüsünü, kişinin kendi nefsiyle ilgisini, kişisel ya­rar ve zararıyla olan bağlantısını yansıtan müstesna bir anlatıma yer ve­rilmiştir. Öyle ki, toplum yapısında ferdin yerini ve toplumdan yana dav­ranışlarının ölçüsünü belirtmede çok kısa fakat duyarlı bir ifade kullanıl­mıştır. Böylece Kur'ân'da ferdin ruhunu ve vicdanını karartan günah ve kötülüğün tesir alanına dikkatler çekiliyor. Fertlerin günlük hayatı manevî değerler doğrultusunda disipline edilmediği takdirdehem ferdin iç yapısın­da, hem toplumla olan bağlantısında bir takım dengesizliklerin ortaya çı­kacağına işaret ediliyor.

Şahsî çıkarlarını ön plâna alıp ilâhî sınırları aşan fertlerin, toplumun zararına yaşayacağını kim inkâr edebilir? Allah böylelerinin dinî eğitimin

öze! havasına sokulmasını murat etmekte, bunun için bağışlama ve te­mizleme kapılarını açık tutmaktadır. Önemli olan insanla Yaratanı arasın­da böylesine bir bağın mevcudiyetini dimağlara işlemek, ruhları bu inanç­la cilâlamaktır. [525]

 

Âyetler  Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle gerek kendine yazık edenlerin, gerekse işlediği günahı başkası üzerine atarak toplumu rahatsız etme cesaretini kendinde bulanların, dönüş yapıp Allah'a yöneldikleri, tevbe ve istiğfarla ruhlarını kaplayan kirlerden temizlenmeyi diledikleri takdirde Allah'ı bağışlayıcı ola­rak bulacakları bildirildi.

Aşağıdaki âyetle, yalancı şahitlerin Peygamber'i (A.S.) vereceği hü­kümde yanıltmaya güçlerinin yetmiyeceği, Allah'ın ona sunduğu üstünlük, artıklık ve günahlardan korunmuşlukla suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksız­dan ayırt edebileceği; aynı zamanda elinde Kitap, kalbinde ve dimağında hikmet nurlarıyla olayların iç yüzünü görebilecek yetenekte olduğu açık­lanıyor.

lar, sana hiç bir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi; sana bilmediğini öğretti; Allah'ın (bu bakımdan da) sana olan fazi u ke­remi çok büyüktür. [526]

 

İniş Sebebi

 

Kendi kavimlerinden olan Tu'me'yi haksız yere savunarak temize çı­karmak isteyen tayfanın, Peygamber (A.S.) Efendimizi, vereceği hüküm­de şaşırtma plânlarının müsbet sonuç vermiyeceğini açıklar anlamda in­miş ve bu hususta Müslümanlar yeterince uyarılmıştır. [527]

 

Hakkın  Yüceliği

 

Hak her zaman yücedir. Ne hatır, ne gönül tanır; o bizatihi azizdir; dostun, yakının ve öz evlâdın çok üstünde yeri ve değeri vardır. Tu'me'nin bağlı bulunduğu tayfa, onun kronik bir hırsız olduğunu bildikleri halde yanlış bir yol tutmuş, adam kayırmayı dinî inanç ve vicdanlarının üstüne çıkarıp, Hazret-i Peygamberi (A.S,) vereceği hükümde yanıltmak istemiş­lerdi. Aslında bu tür düşünce ve davranışlarıyla kendileri hakkın fazilet yolundan sapmış, İslâm'ın yüce amacından uzaklaşmışlardı.

Resûlüllah (A.S.J Efendimize gelince. O, birçok faziletlerle birlikte iki büyük lütuf ve inayete de mazhar olmuştu: Hakkı, adaleti ve eşitliği en hassas ölçülerle yansıtan Allah Kitab'ı ve Ondaki ilâhî muradı anlayıp kavrayacak bilgi ve yetenek. Artık Onun için haktan sapma söz konusu olabilir mi? [528]

 

Allah'ın Sunduğu Fa2îlet Ve Rahmet

 

«Allah'ın sana, senden yana sunduğu fazilet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir tayfa se­ni bile şaşırtmayı planlamışlardı.»

Fazîlet, az insanda bulunan hüner ve yetenek, başkasına nisbetle bir artıkiık ve yüceliktir. Değer ve bilgiyi de buna ekleyebiliriz. Peygamberlik payesi, madde ötesinden haber alma; ona göre yaşama; geleceği nübüv­vet gözüyle tarama, olayların iç yüzünü bilme düzeyinde yeteneklerin en üstünü, artıkiık ve yüceliğin -bir fani için- en yücesidir.

Bu düzeyde bulunan İnsan-i Kâmili, Nebi-yi Ekmel'i, dinî hükümlerde, adaletin parlak ışınlarını yansıtmada, hakkı ayakta tutmada yanıltmak veya şaşırtmak mümkün müdür? Aynı zamanda günahlardan korunulmuşluk, hüküm vermede haktan sapmamazlık, adalet dağıtımında haklıdan yana olmaklık İnsan-i Kâmil'in, Nebi-yi Ekmel'in değişmiyen vasıflarından bir kısımdır. [529]

 

Sana Kitab Ve Hikmeti İndirdik

 

«Allah sa­na kitabı ve hikmeti indirdi; sana bilmediğini öğretti...»

Ayette geçen HİKMET . bu konuda; sağlam bilgi, ileriyi görme, her şeyi lâyık olduğu ölçü ve anlamda tutma, ilâhî muradı anlama, Kur'ân es­rarına vakıf olma, olayları isabetle değerlendirme, tesir altında kalmaksı­zın, duygusal davranmaksızın Kitab'ın nassına göre hüküm verme, dinin amaç ve hedefini koruma, insanı yaratılışındaki özelliğiyle ele alıp eğitme, fıtratına, ruhî yüceliğine uygun düzeyde ömür sermayesini değerlendirme şuurunu enjekte etme, sosyal yapıyı yine insan fıtratına göre düzenleyip sağlam temellere oturtma gibi mânaları taşımaktadır.

Hikmet'i, belirtilen anlam doğrultusunda tanımlarken, adaletsizlikte bulunmaktan, yanlış, ya da hissî hüküm vermekten, günah ve vebal işle­mekten korunulmuşlukla birleştirince en mükemmel ölçüsünü bulur. Bu hal Resûlüllah (A.S.)   Efendimizde son derece belirgin idi[530]

 

Sana Bilmediğini Öğretti

 

«Allah'ın (bu bakımdan da) sana olan fazlü keremi çok büyüktür.»

Hakiki imânı ve ilâhî beyanı, fizik ötesini, âhiret âleminin anlam ve safhalarını bilmezken, ilâhî hükümlerle amel etmeyi anlamazken ledün-nî esrardan habersiz iken, olayların iç yüzüne tam anlamıyla nüfuz ede­mezken, Allah bunların hepsini Resulüne bildirdi. O halde artık Onun cad-de-i haktan sapması, yanıltılması, şaşırtılması, yanlış hüküm vermesi söz konusu değildir. Olayların, ilgili belge ve delillerin dış görünüşü hükümde yanılmaya eğilim hissi doğurunca Ledün âleminden gelen ses bu eğilimi hakka yöneltirdi. Böylece Allah'ın, son Peygamberine fazl-u inayeti, rah­met ve atıfeti çok yönlü ve çok büyük olmuştur; idrakimizin üstünde, kav­rayışımızın ötesinde bir anlam taşır. [531]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Peygamber (A.S.) Efendimizi vereceği hükümde ya­nıltmak isteyen ve bunun için geceleri gizli toplantılar düzenliyenlerden bahsedildi. Allah Resulünün Kitap ve Hikmet gibi iki yüksek inayete maz-har kılındığına dikkatler çekilerek haktan sapmanın, hükümde yanılmanın söz konusu olmayacağı belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bu tür gizli toplantılarda, fısıldaşmalarda hayır bulunmadığı hatırlatılıyor. Ülke, din ve millet yararına olan gizli toplantı­ların bir kısmı işaretle, bir kısmı açık ifadeyle istisna ediliyor ve bunların da Allah rızası gözetilerek yapılması telkinle, asıl amaca erişmenin yol ve metodu belirtiliyor. Sonra da Peygambere muhalefet ve düşmanlık eden­lerin ciddi bir eğitim görmediklerine parmak basılarak bir milletin insan ruhuyla uyum sağlayan eğitim sistemini geliştirmediği takdirde bulunduk­ları yanlış yol üzerinde bırakılacakları çok duyarlı biçimde açıklanıyor. [532]

 

Meali  :

 

114— Onların toplanıp gizli  görüşme  yaparak  fısıldaşmalarının  ço­ğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi, (din ve sağduyu çerçeve-«Sana kızıl tüylü develerden daha feyizli ve bereketli bir ticaret yo­lunu göstereyim mi? İnsanlar sürtüşüp bozuştuklarında aralarını düzeltme­ye çalış; birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarında onları birbirine yaklaş­tır..» [533]

 

N E C V   =  Fısıldaşma, Gizli Toplantı Yapma

 

«Onların toplanıp gizli görüşme ya-parak fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur.»

Gizli toplantılar ve birkaç- kişinin bir araya gelip fısıldaşması genel­likle yeriliyor. Ancak bazı konularda buna büyük ihtiyaç duyulduğunu unut­mamak gerek :

a)  Devlet adamlarının ülke sorunları ile ilgili toplantıları ve aldıkları kararları -duyulmasında -sakınca görülüyorsa- gizliliğe riayet ederek yapı­labilir.

b)   İç ve dış tehlikelere karşı daha uyanık bulunmak ve izlenecek yo­lun, uygulanacak stratejinin tesbiti, başvurulacak tedbir ve taktiğin belir­lenmesi hususunda gizli toplantı ve görüşmeler tertiplenebilir.

c) Ülke yararına ekonomik alanda kararlar alınırken, bilimsel araş­tırmalar yapılırken, önemli buluşlar hususunda ip uçları elde edilirken giz­liliğe riâyet edilebilir.

d) Bir hastayı ameliyat etmek ve gereken önlemleri almak için ta­biplerin kendi aralarında toplanıp gizli bir karar almaları da bu cümleden­dir.

İşte bu ve benzeri toplantılarda elbette ki hayır vardır. İlgili âyetle, gizli görüşmelerin çoğunda hayır yoktur, denilirken bu gibi önemli, ülke ve halk yararına yapılan toplantılarda gizliliğe riâyet edilmesinde hayır bu­lunduğuna işaret edilmektedir.

Bu ve benzeri gizli toplantı ve fısıldaşmalar dışındaki görüşme ve fı-sıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Çünkü insan karakteri veya onun psi­kolojik yapısı, çevrenin görebileceği, ya da işitebileceği bir ortamda hep iyilik ve hayırdan yana görünme gayretindedir. Birbirine yakın karakterde olanlar ise, başbaşa kalınca içlerinde biriken kötülükleri usta bir dille fı­sıldamaya çalışırlar.

Kur'ân'da yukarıda işaret yollu yapılan istisnalarla beraber, bir de bütün iyilik ve hayırları kendinde toplayan üç konuda gizli toplantı yapıl­masında, gizliliğe riayet edilmesinde hayır bulunduğu açık bir istisna ile sergileniyor:

1.  Yardımlaşma ve dayanışmayı, sosyal adalet ve dengeyi sağlamada tesiri açıkça görülen zekât, sadaka ve benzeri yardımları gizli yapmak çok daha uygundur. Gösterişe yer verilerek dağıtıldığında fakir ve muhtaçları rencide edebilir, onurlarını kırabilir.

2.  İyilikle emretmek, yararlı direktifler vermek daha çok âmirle memur arasında cereyan eden çok önemli bir husustur ki, gizliliğe dikkatte ya­rar vardır. Halk arasında bir âmirin çevresindeki memurlara emirler ver­mesi, otoritenin ciddiyetsizliğini gösterir, memurun infialine sebep olabi­lir. Bunun için emir ve direktiflerin gizli verilmesi, memura değer verildiği­ni ifade eder. Bu da onu onore etmek anlamına gelir.

3.  Toplum ve aile yapısında meydana gelen kırgınlıkları, sürtüşme ve tartışmaları gidermek için taraflarla yapılan görüşmeleri tam bir gizlilik içinde sürdürmek gerekir. Aksi halde taraflardan  birinin  barışmak İste­mediği veya ileri geri konuştuğu etrafa yayılır da kaş yaparken göz çıka­rılmış olur. Bu tutum kırgınlık ve sürtüşmeyi büsbütün artırabilir.

Kur'ân'da bu tür fısıldaşma ve gizli toplantılar yapmada hayır bulun­duğu istisnaî bir anlam ve ölçüde belirtilirken sebeplerini günlük yaşantı­mızda, cereyan edegelen olaylarda aramamız öneriliyor.

Böylece âyette biri işarı, diğeri açık olmak üzere iki ayrı istisnaya yer veriliyor. [534]

 

Bütün Hayırları Kendinde Toplayan Üç Tabir

 

> SADAKA-MA'RUF-ISLÂH-l BEYN:

Zenginle fakir arasındaki açıklık, ya da uçurumu kapamak, sosyal dengeyi sağlamak, yararlı olanı emretmek, zararlı olanı men'etmek, âmir­le memur arasındaki otoriteyi sevgi ve saygı doğrultusunda sürdürmek, halk arasındaki dargınlık, sürtüşme, haysiyet kırıcı tartışmayı düzeltmek ve bunlar için yeterince tedbirler düşünmek, ülkenin mutlak anlamda hay­rına yönelik hizmetlerdir. Kur'ân bu kadar önemli ve bütün bir milletin se-lâmetiyle ilgili üç yönlü düşünce ve tedbirin ana felsefesini üç tabirde toplayıp özetlemiş; açıklamasını ise, bizim irfanımıza bırakırken bütün bunları Allah'ın hoşnudluğuna erişmek için -şahsî çıkardan uzak bir inanç havası içinde- yapmamızı tavsiye etmiştir.

Müfessir Fahruddin Razî bu âyeti tefsir ederken murad-i İlâhî'yi şöy­le yansıtmaya çalışmıştır:

«Neden istisna olarak Allah sadeee bu üç tabiri seçip sergilemiştir? Çünkü hayırlı iş, ya yarar sağlamaya, ya da zararı geri çevirmeye yönelik­tir. Bu hayır, ya bedenle ilgilidir, muhtaea yardım etmek gibi, ya da ruhla ilgilidir ki bu, teorik gücü ilimlerle tamamlamak veya pratik gücü iyi dav­ranışlarla kemâle erdirmektir. Bunun da tamamı iyilikle emretmekten iba­rettir veya zararı gidermekle ilgilidir; arayı düzeltmek gibi. İşte bütün ha­yırlar bu üç kelimenin kapsamında toplanmıştır, diyebiliriz.» [535]

 

Peygambere Muhalefet

 

«Kendine doğru yol açıkça belli olduktan sonra Peygamber'e düşmanlık edip uymayan......»

İnsanlara doğru yolu göstermek üzere görevlendirilip gönderilen Pey­gamber, mutlak anlamda hayrı, iyiliği, mutluluk ve esenliği telkin eder; beşer ruhuna, ondaki fıtrî yüceliğe ve sadeliğe ters düşen fenalığı, tuğ­yan ve isyanı, sınırsız hürriyeti, başıboş şehveti, dünyaya karşı doymazlı­ğı belli ölçü ve sınırda durdurmaya çalışır. Tek kelimeyle Peygamber, in­sana yaratılışındaki asalet, azizlik, yücelik ve mükemmelliğe eşdeğerde­ki şeyleri yapmasını, uymayan şeylerden kaçınmasını öğretir.

Karşıt güçlerin tesiri altında bütün bir ömür süresince mücadele ver­mek zorunda bırakılan ve esasen yaratılışının gereği olarak ister istemez böyle bir ortamda yaşayan insan, eiddi bir eğitim süzgecinden geçirilme­diği, ruhundaki yüceliğe orantılı bir tahsil görmediği takdirde karşıt güç­lerden nefs ve şeytanın doğrultusunda mide ve şehvet kaygısına düşer, bütün himmet ve enerjisini bu yolda harcamaya koyulur. İnsan artık böyle bir düzeye ayak basınca. Peygamberin sunduğu her şey ona ters, sıkıcı ve acı gelir; nefret duygusu her geçen gün biraz daha kabanr ve sonun­da tam bir peygamber düşmanlığına dönüşür.

Cenâb-ı Hak, fertleri ve toplumu, ruhlarının ve yaratılışlarındaki yü­celiklerinin doğrultusunda eğitmeyen veya eğitemiyen; yaratanla yara­tılan arasındaki pürüzleri kaldıramıyan milletleri, toplum ve aileleri tut­tukları hatalı ve tehlikeli yolda kendi hallerine bırakır. Böylece her millet, ya da aile kendi dünyasını ve geleceklerini kendi anlayış, inanç ve tutum larıyla hazırlamış olurlar.

Böylesine uyumsuz ve dengesiz bir yolda yürüme hiçbir milleti ve aileyi saadet burcuna yükseltmemiştir. Geçici saadet varsa, aldatıcı ve sahtedir. [536]

 

Tahliller:

 

N e c v a :

a)  İki kişi arasındaki sır,

b)  İki  kişi  arasındaki  fısıldaşma,

c)  Gizli ve maksatlı toplantı,

d)  Tedbirde gizlilik,

e) Bir topluluğun kendi tedbirinde başkasından aynıması, gibi anlam­larda kullanılır.

Şikak - Müşakat   veya   musakka :

a)   Düşmanlık,

b)   Her birilerinin düşünce bakımından ayrı bir şıkta bulunması,

c)  Her birilerinin işlediği fiilin diğerine meşakkat vermesi gibi anlam­lara gelir. [537]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, doğru yol belli olduktan sonra şahsî çıkarlarını ön plâna alıp Peygambere muhalefet eden, müminlerin yolundan ayrılan kimselerin kendi hallerine terkedileceği ve sonunda kapatılması mümkün olmayan bir hüsranla noktalanacağı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, ancak Allah'a ortak koştuğu halde ölenlerin ba-ğışlanmıyacağı hatırlatılıyor. Putlara, kadınlara, tanrıçalara tapan ve böy­lece şeytanın dümenine uyanların varacağı ebedî mutsuzluk yurdundan söz ediliyor ve gereken uyarı yapılıyor. [538]

 

Meali

 

116—  Şüphesiz ki Allah kendisine ortak    koşulmasını    bağışlamaz; bundan başka (günah ve kusurları) dilediği kimse için bağışlar. Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz ki o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.

117—  Allah'ı bırakır da yalnız dişilere taparlar ve onlar böylece inat­çı azgın şeytandan başkasına tapmazlar.

118-119— Allah onu lanetledi. O da : «And olsun kî, senin kulların­dan belirli bir pay edineceğim; elbette onları saptıracağım, herhalde on­ları kuruntularla oyalıyacağım; elbette onlara emredeceğim hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını de­ğiştirecekler» dedi. Artık kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost ve arkadaş edinirse, gerçekten o, açık bir ziyana uğramıştır.

120—  Şeytan onlara va'dde bulunur, onları kuruntulara düşürür. Şey­tan onlara ancak kuru ve boş aldanma va'deder.

121—  İşte onların eyleşecekleri yer Cehennem'dir; oradan bir çıkış yolu da bulamıyacaklardır.

 

İniş Sebebi

 

Kronik hırsız Tu'me bin Ubeyrik, suçlu olduğu ortaya çıkınca, İslâm'ı bırakıp küfre döndü ve Mekke'nin yolunu tuttu. Sonunda müşrik (Allah'a ortak koşucu) olarak öldü. Bu sebeple 116. âyet indi. Tevbe etmeden kü­für üzere ölenlerin bağışlanmıyacağı belirtildi.

İbn Abbas'a (R.A.) göre, bu âyet bedevilerden yaşlı bir zat hakkında inmiştir. Şöyle ki : O yaşlı bedevi. Peygamber (A.S.) Efendimize gele­rek, «Ya Resûlellah! günahlara dalmış bir yaşlıyım, ne var ki Allah'ı bildim bileli O'na ortak koşmadım, O'ndan başka dost edinmedim; günahlara da, Allah'a karşı cüretimden dolayı girmedim. Her halimle pişmanım, tevbe-kârım. Allah katında halim nice olacak bilemiyorum?» dedi. Bunun üzeri­ne yukarıdaki âyetler indi. [539]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Her doğan çocuk (İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya Yahudileştirir, ya Hıristiyanlaştırır ya da Mecusîleştirir (ateşperest yapar).» [540]

Hz. Ali (R.A.) diyor ki :

«Kur'ân'da hiçbir âyet bu âyetten bana daha çok sevimli değildir.»[541]

Kudsî Hadîste   buyuruluyor kî:

«Şüphesiz ki ben, kullarımın hepsini Hakk'a yönelik olarak yarattım.

Ne var ki, şeytanlar gelip (bu fıtri eğilimi) küçümseyip onları dinlerinden saptırdılar. Bu sebeple bizim onlara helâl kıldığımızı haram saydılar; hak­kında hiçbir acık belge indirmediğim halde bana ortak koşmalarını em­rettiler ve benim yarattığımı değiştirmelerini de durmadan kafalara işle­diler.)[542]

Ebû Ahvas, babasının şöyle dediğini nakletmiştir:

«Betim-benzim iyice sararıp değişmiş bir halde Peygamber'e (A.S.) geldim; üstüm başım da iyice perişandı. Peygamber (A.S.) bu halimi gö­rünce aramızda şu konuşma geçti :

  Malın var mı?

  Evet...

  Ne gibi  malın var?

  Her cinsten : At, deve, koyun, köle ve benzeri şeyler... Bunun üzerine Allah Resulü :

  Allah sana bir mal verdiğinde onun eseri senin  üzerinde görül­meli değil midir?!

Buyurdu ve devamla dedi ki:

  Bağlı bulunduğun kavme ait deve.ler kulağı sağlam yavru doğu­ruyor da sen ustura ile onların kulaklarını yararak «Bu bahiredir ».derisini yararak, «Bu sürm  = kulağı kesiktir» diyor ve onları kendine ve çoluk çocuğuna haram kılıyorsun, değil mi?

  Evet, dedim. Buyurdu ki:

  Allah'ın sana verdiği her şey helâldir. Allah'ın usturası senin us­turandan daha keskindir. Allah'ın kolu senin kolundan daha güçlüdür.

Sonra Peygamber'e (A.S.) şunu sordum :

  Ya Resûlellah! bir adama misafir olarak indim, beni ağırlamadı. O bana misafir olarak inince ben onu ağırhyayım mı, yoksa onun yaptığı gibi mi yapayım?

  Onu ağırla,.

Diye cevap verdi.» [543]

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, yüze vurmayı, yüze sıcak bir cisimle do­kunup   şekillendirmeyi men'etti.» [544]

«Allah, döğme yapanları, yaptıranları, kıllarım yolup (kaş ve kirpik­lerini değiştirenleri), dişlerini güzellik için inceltip aralarını açanları ve Al­lah'ın yarattığım değiştirenleri lânetlemiştir.» [545]

«Takma saç (peruka) takana ve taktırana, döğme yapana ve yaptı­rana Allah lanet etmiştir.» [546]

 

Günahların Bağışlanma Ölçü Ve Anlamı

 

«Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günah ve ku­surları) dilediği kimse için bağışlar.»

İlgili âyette temel inançlardan önemli bir meseleye dokunularak açık­lık getiriliyor. İslâm'ı din olarak seçtikten sonra dünyevî çıkarlar veya ben­zeri sebeplerden dolayı küfre dönüp tevbe etmeden ölenlerin kesinlikle bağışlanmıyacağı belirtiliyor. Küfre girdikten sonra pişmanlık duyup tek­rar İslâm'a dönerek tevbe ve istiğfar eden kimsenin bu dönüş ve tevbe-sini Allah'ın bağışlaması umulur. Müslüman (Tevhîd ehli) bulunduğu halde Allah'a ortak koşmanın dışında bazı günahları işleyip tevbe etmeden ölen mü'minlerden ise, Allah dilediğini bağışlar. [547]

 

Allah'ı Bırakıp Dişilere Tapanlar

 

«Allah'ı bırakıp yalnız dişilere tapar-lar.,..»

Kur'ân'da «DİŞİLERE TAPARLAR» deyimi hem çok yönlü, hem cok anlamlıdır. Klasik tefsircilerimiz bunun birkaç veçhesi bulunduğunu be­lirtmişlerdir :

a)  Tapındıkları putlara kelime olarak dişilik ifade eden LÂT - UZZÂ -MENÂT gibi adlar takmışlar ve bu nedenle de her kabilenin putu için «Fa­lan Kabilenin Tanrıçası» demişlerdir. Çünkü  LÂT- LÂH'ın;  UZZÂ- AZİZ'in dişilik ifade eden Kipidir.

b)  O günkü Araplar canlı olmayan hemen her şeye veya çoğuna dişi tabirini uygun görmüş ve kelimeleri daha çok o ölçüde kullanmışlardır. Taştan, ağaçtan, topraktan yapılan cansız putlara da bu manayla «dişiler» diye genei anlamda bir isim takmışlardır. Çünkü onlara göre, kadın dere­ce ve seviye bakımından erkeklerden aşağıdır. Cansız cisimler de canlı­lardan aşağıdır. Bu kıyasla cansız putlara «dişiler» denilmiştir.

c)  Birçok kabileler meleklerin varlığına inanır, onları Allah'ın  kızları diye vasıflandırırlardı. Bu manayla tapındıkları melekler hakkında «dişiler» tabiri kullanılmıştır.

Kur'ân bütün bunların inatçı azgın şeytanlara tapınmak gibi anlamsız ve boş şeyler olduğunu, insanlardaki o fıtrat cevherine, ruhundaki asalet ve yüceliğe ters düştüğünü belirtiyor.

«Dişilere tapanlar» tabirini günümüzde gelişen ve uygarlık adı altın­da kendini tanıtan sosyal hayata çevirdiğimizde, putperestliğin değişik şekli ve eğilimini görürüz. Feministlerin bağlı bulundukları inanç ve dü­şüncelerinde aşırı gitmeleri, kadınları ilâhlaştınrçasına şımartmış ve bu akımın tesirinde kalanlar Allah'ı bırakıp kadınlara taparcasına bağlanmış­lardır; öyle ki kadın onların her şeyi ve en aziz varlıkları durumuna gel­miş, ama ne yazık ki, iş bununla kalmamış, onu hayat kanununun dışına çıkararak hem annelik ruhunu öldürmüşler, hem etini teşhir ederek onu birçok konularda reklâm âleti yapmışlardır.

İşte Kur'ân bir bakıma bu akıma karşı Müslümanları uyarmakta, ka­dını erkeğe, erkeği de kadına benzetmeye çalışanları çok sert ve duyarlı bir anlatımla kınamaktadır.

Ayrıca gelip geçen milletlerin ve medeniyetlerin kendi inançları doğ­rultusunda taştan, topraktan ve mermerden güneş tanrıçası, yağmur ve bereket tanrıçası, aşk tanrıçası gibi bir takım kadın heykelleri yaparak Allah'ı bırakıp onlara tapındıkları da yapılan arkeolojik araştırmalarla or­taya çıkmıştır.

Kilise ve benzeri mâbedlerin duvar ve tavanlarına Meryam Ana'nın ve kadın şeklinde kanatlı meleklerin resimlerinin işlenmesi de kadın şeklin­deki çişim ve resimlere dolaylı yoldan tapınma anlamı taşıdığı bilinmek­tedir.

Kur'ân  ibâdet adına  bu tür heykel  ve  resimlere tapınmanın  Allah'a ortak koşmak hükmünü taşıdığını, bu anlamla belirtilen hususların boş şeyler, şeytanın aldatıcı oyunları bulunduğunu açıklamakta, ibâdetin an­cak Allah'a yapıldığı takdirde insan ruhunun yüçeliğiyle uyum sağlayabi­leceğine ve maddeyle mâna, dünya ile âhiret arasında denge unsuru ola­bileceğine işaret etmektedir leğbileceğine işaret etmektedir. [548]

 

Şeytanin Baş Kaldirmasi

 

Allah onu lanetledi, o da : «Andolsun ki, senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette on­ları saptıracağım, herhalde onları kuruntularla oyalıyacağım...»

«Adem'e secde edin!» buyruğuna uymadığından ilâhî huzur ve rah­metten kovulan, lanetlenen şeytan, Kur'ân'da birkaç yerde açıklandığına göre dumansız yalın bir ateşten, yani ışından yaratıldığı anlaşılıyor. Ayrı nitelikteki dört ayrı ruhun var kılındığını biliyoruz; bunlardan melekî ruhun nura girmesiyle melek meydana gelmiş; insanî ruh çamura girince insan oluşmuş; hayvanî ruh toprağa geçince hayvanlar var olmuş; şeytanî ruh ışınlara girince çin ve şeytanlar vücut bulmuştur.

Radyoaktif cisimlerden yayılan ışınlar, X ışınları, katot ve kanal ışın­ları gibi çok değişik kaynaklı ışınların bulunduğunu da biliyoruz, ama fark­lı da olsa temelde aynı şeyi ifade etmektedir. Buna bir örnek verelim: X ışınları demeti saydam olmayan bir cisimden de rahatlıkla geçer. [549] İşte şeytan ve cinlerin her yere girip çıkmalarındaki özellik ve sağladıkları hız bir bakıma buna dayanır.

Şeytanın saptırması, kuruntulara düşürmesi, beyin merkezine ve kal­be gönderdiği sinyallarla meydana gelir. Buna engel olmanın tek yolu, o ışını da, ona giren şeytanî ruhu da yaratan Allah'a sığınmaktır. Çünkü Şey­tanın dosdoğru imân edenler üzerinde bir saltanat ve hükümranlığı yok­tur. İmân cevheri gönderilen sinyalleri geri çevirip tesirsiz kılacak güç ve niteliktedir. [550]

 

Kudret Elinden  Çıkan  Her Şey Mükemmeldir

 

<<Ve yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler.»

Varlık âleminde başıboş, gayesiz, maksatsız yaratılan hiçbir şey yok­tur. Aksi halde abes ile iştigal olurdu. Allah ise, boş şey yaratmaktan çok yüce ve çok münezzehtir. Her varlık yaratılışındaki özelliğine göre belli bir amaca yöneliktir. Onu bundan çevirmek, ya da aksine bir amaca yö­neltmek, özelliğinin ölçü ve anlamını bozar. Bu bakımdan her varlık ya­ratıldığı hayat kanunu ve denge doğrultusunda kullanıldığı ölçüde yarar­lıdır. Bilhassa canlılardan ve bitkilerden her biri genel hatları ve özellik­leri bakımından önce determine edilmiş bir modele uygun olarak geliştiği ve bunun gelecek nesillere ana babalarından eşey hücreleri ile geçtiğini dikkate alırsak, her aanlı ve bitkinin yaratılışında formüle edilen özelliği kesin hatlarıyla ortaya çıkar. Bunu değiştirmeye kalkışmak, onu yaratıl­dığı hayat ve denge kanununun dışına itmek ve gayesinin dışında mah­kûm etmek olur. İki ayrı cins olan atla eşek arasından meydana gelen ka­tırın kısır kalması gibi.

Aile yuvası da bu kanuna bağlı toplum yapısında denge sağlamaya, soysuz ve başıboş kuşakların ortaya çıkmasını önlemeye yöneliktir. Bu­nu bozduğumuz takdirde, Allah'ın insanlıktan yana sunduğu hayat kanu­nunun bir bölümünü bozmuş oluruz.

Bunun gibi, kadını da kendine has yaratılışındaki yüce amaç doğrul­tusunda tuttuğumuz takdirde hem kendine, hem aile ve topluma bekle­nen ölçüde yararlı olur. Bu yapıdaki özel yerini ona kaybettirdiğimiz tak­dirde, hem onun ruhuyla bedeni, hem aile ve toplum ile olan ilişkisi za­yıflar ve sosyal yapıdaki özel yerini kaybetme tehlikesiyle yüzyüze gelir. Erkeğin durumu da kendi yaratılışındaki özellikleri doğrultusunda böyle­dir. [551]

 

Allah'ın Yarattığını Değiştirmek

 

Bu konuya başka bir açıdan baktığımızda, takma kirpik kullanan, gö­zünün rengini değiştiren, estetik ameliyatla yüz şeklini başkalaştıran, pe­ruka takarak olduğundan başka görünmeye çalışan kadın ve ı erkekler boş bir kuruntu peşinde koştuklarının, gelirlerinin önemli bir kısmını bu hu­susta harcayarak kendilerini topluma yararlı olma düzeyinden uzaklaştır­dıklarının farkında mıdırlar? İnsan çok yüce amaçlar, sonsuz saadetler, yaratanını bilmek, O'nun varlık ve kudretini eşyanın her parçasında gör­mek için yaratılmıştır. Kaş ve gözle uğraşacak, haftada iki üç defa berbe­rin önünde saatlarea oturacak, günün önemli bir bölümünü tuvalet masa­sı başında geçirecek kadar uzun ömrümüz yoktur. Hem böyle yapmak, ömür sermayesini bu tür işlerde harcamak insanı hangi kutsal amaca, hangi sonsuz mutluluğa götürmektedir? Zaman denilen dördüncü boyut ne tuvalet, ne peruka, ne de takma kirpik tanır; bir yandan ömrü törpüler­ken bütün bunların boş uğraşılar, kudret fırçasının kader çizgilerini de­ğiştirmeler olduğunu her gün binlerce örneklerle sergilemektedir.

İşte Kur'ân bu hakikati en duyarlı ve anlamlı biçimde açıklayarak biz­leri uyarıyor. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bu uyarıyı şu hadîsleriyle açıklıyor:

«Şüphesiz ki Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, O ancak sizin kalblerinize ve amellerinize bakar.» [552]

Şeklimizle ilgilendiğimiz kadar kalbimiz ve amelimizle .ilgilenseydik, para ve servetle meşgul olduğumuz kadar ruhumuzla uğraşsaydık, her­halde fıtrî amacımıza daha uygun bir yol tutmuş olurduk. [553]

 

Kur'ân'da Tekrar

 

Kur'ân'da bazı konular ve daha çok önemli kıssalar, geçmiş millet­lerin hayatından ibret alınacak bölümler tekrarlanır. Nitekim konumuzu oluşturan âyetlerden «Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz; bun­dan başka (günah ve kusurları) dilediği kimse için bağışlar», âyeti Nisa sûresinde biri 48, âyetle, biri de 116. âyetle tekrar edilmiştir. Bu bir ilâhî metottur ki Kur'ân'da sık sık raslanır. Cok önemli meseleler, ya da konu­lar ve kıssalar insan idrakinde iz bıraktığı nisbette önemini korur. İnsan idrak ve hafızasını kalabalık bir şehirdeki çok işlek bir caddeye benzete­biliriz. Bu caddede tekrarlanan şeyler hafızalarda yer eder, tekrarlanmı-yanların çoğu silinmeye mahkûm olur. Bunun için büyük düşünürler çok haklı olarak şöyle demişlerdir:

«Her tekrar, insan idrakindeki izi derinleştirerek devamlı bir şuur uyanıklığı sağlar.»

Konuyu Özetlerken :

Seylan'ın bulduğu ortama göre insana üç ayrı dürtüşü vardır:

Birincisi:

Dinî inancı iyice zayıflayan kimsenin kalbi daha çok dünyaya yöne­liktir. Âhireti hatırlasa bile, 100 mumluk ampulün yanında bir mum gibi kalır. Dünyaya olan eğilimi üstün gelir. Bu hal şeytanın kuruntu sinyalleri vermesine çok uygundur. İnsan ister istemez gelen bu sinyallerin tesir alanına girer ve dünyalıktan çok şeyler elde etmek için aklını, zekâsını kul­lanır; düşünülüp ortaya çıkarılması zor hileleri, başarı elde etmenin yol­larını bulup çıkarır. Öyle kî, bu hal tedavisi müşkil bir hastalık halinde ru­hu sarar. Meğerki Allah'ın yardımı erişe...

İkincisi:

Dünyalık çok geçmeden ibâdet zevkini öldürür-ve ruhu gıdasızlığa terkeder. Bu durumda insanda büyük bir noksanlık başlar; iç denge bozu­lur, bu yüzden dindarlığın en ucuzunu fakat en ölçüsüzünü arar. Cahiliye devrinde putlara kesilecek hayvanların kulaklarını yararak onu kendile­rine haram kılmaları ve putları kendileriyle Allah arasında bir vasıta gör­meleri ne ise, bugün, namazsız, oruçsuz, hacsız, zekâtsız ahlâksız ve faziletsiz bir doğrultuda fal baktırmak, yatırlardan medet ummak, sadece bir mevlit okutmak suretiyle dinîn bütün vecibeleri yerine, getirdiğini san­mak, manevî boşluğu birtakım kuruntularla doldurmaya çalışmak, med­yumların peşine takılıp ruhlarla görüşme veya haberleşme basiretsizliği­ne kapılmak da ona yakın bir davranıştır.

Şüphesiz ki bu ortam cin ve şeytanlar" için oldukça uygundur; ikinci dürtüşlerini yapar, kalbe ve beyin merkezine sinyaller göndermeye baş­larlar. Böylece imân ile küfür arasında derin bir bocalama kendini zaman zaman hissettirir.

Üçüncüsü :

Bu düzeye gelen insan hep yaşamak, hep genç kalmak ve hep şeh­vetini en güzel biçimde tatmin etmek ihtirası içinde gününü gün etmeğe çalışır. Artık ne Allah'a imânın hakiki mânası, ne ibâdetin zevki, ne de insan olmanın vekar ve haysiyeti kalır. Böylece şeytan üçüncü dürtüşüne geçer, sinyalleri peşpeşe gönderir, yakaladığı avını elden kaçırmamak için bütün imkânlarını seferber eder. Peruka, estetik ameliyat, takma kir­pik, olduğundan başka görünmek, yüzün şeklini değiştirmek devresi bü­tün hızıyla sürüp gider. Artık kişinin dünyası da, âhireti de hep bu tür ar­zuları yerine getirmesi olur. Bir ömür böyle başlar, böyle sona erip nok­talanır. Fazilet ve amel-i sâlih olarak ortada hiçbir şey görünmez olur. [554]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'a ortak koşmanın büyük bir ziyan ve dü­şündürücü bir şaşkınlık olduğu; kadınlara, tanrıçalara tapınıp şeytanın dümeninde bir hayat sürenlerin sonunun felâketle noktalanacağı açıklan­dı. Aşağıdaki âyetlerle, imân edip iyi ve yararlı işlerde bulunan bahtiyar­lara sunulacak mükâfat anlatılıyor. Böylece cezanın herhalde amelin cin­sinden olacağı hatırlatılıyor. [555]

 

Meâlı :

 

122—  İmân edip iyl-yararlı  işlerde bulunanları, altlarından  ırmaklar akan Cennetlere koyacağız; orada devamlı kalıcılardır. Allah, hakkı va-detmiştir, Allah'tan daha doğru sözlü kim vardır?

123—  Durum sizin kuruntunuza göre de değildir. Kitap Ehli'nin ku­runtusuna göre de değildir: Kim bir kötülük işlerse, onunla cezalanır ve artık o kendi lehine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bula­bilir.

124—  Erkek ve kadından kim mü'min olduğu halde iyi ve yararlı iş­lerde bulunursa, işte onlar Cennet'e girerler, hurma çekirdeğinin zarında* ki küçücük oyuk kadar olsun haksızlığa uğramazlar.

 

İniş Sebebi

 

Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlar bir takım kuruntular peşinde koşup her biri kendilerinin ebedî mutluluğa lâyık olduğunu söylerken, Müslümanlardan bir grup da kendilerinin doğru yolda bulunduğunu, en son kitap ve en son peygamberin kendilerine gönderildiğini ileri sürerek asıl ebedî mutluluğa kendilerinin lâyık bulunduğunu söylüyor ve bu konu­da iddialaşırcasına tartışıyorlardı. Yahudîler ise, aslından uzaklaştırılmış Tevrat'a dayanarak, «Ancak Yahudî olanlar Cennet'e girecektir..» derken, Hıristiyanlar, İsâ Peygamberin Ruhu'l-Kuds ile vücut bulduğunu ileri sü­rerek «Ancak Nasara olanlar Cennet'e girebilir..» diyorlardı. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. Cennet'in, ebedî saadetin iddialarla, boş ku­runtularla elde edilemiyeceğine dikkatler çekildi ve imân edip iyi ve ya­rarlı işlerin kıstas bulunduğu hatırlatıldı. [556]

 

İlgili Hadîsler

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Bu âyet indiğinde, Müslümanlar fazlaca üzüldüler ve dayanamıyarak Peygamber (A.S.) Efendimize geldiler:

— Ey Allah'ın Peygamberi! Sizden başka hangimiz kötülük işleme­mişiz ki? O halde bu kötülüklerimizin cezası nasıl olacak, bilemiyoruz? İnen âyet bizi fazla korkutup üzdü, diyerek düşüncelerini arzettiler.

Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu :

«Kötülüklerden öylesi var ki, dünyada iken karşılık görür; kim bir iyi­likte bulunursa, ona on sevap ve iyilik vardır. Bir kötülükten dolayı ceza-landinhrsa, o on sevaptan biri noksaniaşır da geriye kendisinden yana dokuz sevap kalır. Artık kimin işlediği kötülükleri elde ettiği on sevap­lara üstün gelirse, ona da yazıklar olsun!

Cezası âhirete bırakılanlara gelince : Onun iyilikleriyle kötülükleri kar­şılaştırılır, her kötülüğün yerine bir iyilik konulur da arta kalana bakılır ve bu arta kalanın mükâfatı Cennet'te verilir. Her fazlalık sahibine, fazlalı­ğının karşılığı noksansız sunulur.» [557]

Ebu Hüreyre (R.A.) diyor ki :

«Kim bir kötülük işlerse, onunla cezalanır..,.» mealindeki âyet inince,

Müslümanlara çok ağır geldi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu :

«İbâdetinizde de ortalama bir ölçü kullanın (aşırı da gitmeyin, noksan da bırakmayın). Her şeyde ve her işte doğru olanını seçin. Unutmayın ki, Müslümana dokunan her şey, hattâ kendisine isabet eden bir zorluk ve sıkıntı, batan bir diken (günahlarına mutlaka) keffarettir.» [558]

 

Karşıt İki Güc Ve Bunlarin  Ürünü

 

İlgili âyetlerle âdemoğlunun karşıt iki akımın çarpışıp sürtüştüğü bir ortamda dünyaya gözlerini açtığı hatırlatılıyor. Hiçbir insanın, bu güçlerin doğurduğu fırtınanın dışında kalamıyacağı kesin.. Ortamlar yanıltıcı, çevre aldatıcı, aile zorlayıcı, eğitim sürükleyici olabileceği gibi, bütün bunların fıtrattan yana yardımcı araç ve gereçler sergilemesi de mümkün.. Gerçek bu olunca, ortamın, çevrenin ve ailenin tesirine girmemek elde değildir, ancak daha fazla etkilenmeden ve bu potada şekillenmeden önümüzü ay­dınlatacak olan aklımızı harekete geçirmemiz ve ona en sağlam destek kabul edilen ilâhî beyana kulak vermemiz gerekir. Aksi halde ardı-arkası kesilmeyen bir bocalama devresine gireriz ki, bunun ilerisi pek gönül açıcı olmasa gerek..

Biz bu karşıt iki ayrı akıma,her cismin atomundaki ( + ) elektrik yükü ile buna eşit miktarda (—) elektrik yükünü misal verebiliriz. Bununla şunu anlatmak istiyoruz: Her eismin atomunda pozitif ve negatif elektrik yükü bulunduğu gibi, insanlarda da imân ile şüphe," küfür ile şüphe birbirini iz­ler, hangisi üstün gelirse, diğeri-tesirini kaybeder. Çünkü varlık âleminde her şey karşıtıyla tanınır ve gelişme kaydeder. Küfür olmasaydı imânın asıl ölçü ve değeri bilinmezdi. Pozitif elektrik yükü olmasaydı, negatif elektrik yükünü bilmek ve anlamak çok zor, hattâ imkânsız olurdu. Tıpkı acı ile tatlı, sıcak ile soğuk, aydınlık ile karanlık gibi..

İki karşıt güç ruhumuzun derinliğinde çetin mücadeleler verirken hangisinin üstün geldiğini, ortaya koydukları sonuçlar veya ürünlerle bile­biliriz. İşte Kur'ân'ın bahsettiği putlara, tanrıçalara tapınmak, başkasına haksızlıkta bulunmak, peygambere karşı gelip mü'minlerin yolundan ayrıl­mak herhalde küfrün ve şüphenin ürünleridir. Allah'a ibâdet edip iyi ve yararlı işlerde bulunmak. Peygambere inanıp mü'minlerin yolunda olmak, imânın  ürünleridir. [559]

 

Amel-İ Salihte Kadın Erkek Eşitliği

 

«Erkek ve kadından kim mü'min olduğu halde iyi ve yararlı işlerde bulunursa....»

Kur'ân'ın konumuzla ilgili âyetiyle İslâm'ın kadınlara tanıdığı haklar­dan biri açıklanırken amel-i salih (iyi ve yararlı işlerjde bulunan erkek ve kadının karşılık görmede eşit düzeyde bulundukları belirtiliyor. Aynı ölçü ve anlamdaki ameli yerine getiren kadın ve erkek eşit şekilde mükâfat­landırılıyor. Her birinin noksansız karşılık göreceğine dikkatler çekilerek ilâhî adaletin sadece erkekten yana olmadığı, hem erkek hem kadından yana olduğuna parmak basılıyor.

Kadının -kadın olduğu için- daha az bir mükâfat veya ceza göreceği diye bir kaide ve hüküm bulunmadığına işaret ediliyor. Böylece İslâm'da kadın haklan amel-i salih doğrultusunda da lâyık olduğu biçimde korun­muştur.

O halde aynı niyet, aynı imân ve aynı azim ve gayretle namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, hacceden, insanlıktan yana hizmette bulunan bir kadınla bir erkek, yine aynı ölçülere göre eşit anlamda mükâfat görecek­lerdir. Erkeğe erkek olduğu, daha güçlü bulunduğu için farklı bir karşılık verilmiyecektir. Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmak, sağlam imân, basîrete dayalı irfan ve amel-i salih gerçek kıstas sayılır. Bu hususta ön­de olan, Allah katında da öndedir; ister kadın, ister erkek olsun farket-mez. Erkeklik ve dişilik sonuca tesir etmez. [560]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle. Cennetin, mü'min oiduğu halde iyi ve yararlı iş­lerde bulunan kişilere bir mükâfat olarak hazırlandığı belirtilmişti. Aşağı­daki âyetlerle, imânın ölçü ve anlamı açıklanıyor; imân ve irfan fozîfetinden söz edilerek, İbrahim Peygamberin Hanîf Dini övgüye lâyık görülüyor ve onun Hakk'a olan teslimiyet ve ortaya koyduğu mahviyetiyle Allah'ın ya­kın dostluğuna eriştiği belirtiliyor. [561]

 



[1] Lübabu't-Te'vil / Alaeddin Ali

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1199.

[3] Buharı-Müslim

[4] >         

[5] >          >

[6] Buharı-Müslim :  Cübeyr bin Müt'im   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1200-1201.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1201.

[8] Fütuhat-i Mekkiyye :  C. 1. S. 679

[9] Fütuhat-i Mekkiyye :  1/124'den özetlenerek alınmıştır.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1201-1203.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1203-1204.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1204.

[12] Müsned-i  Ahmed :   5/411

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1205.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1205-1206.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1206.

[16] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - İbn Cerir

[17] >          >     /Lübabu't-Te'vil/Alâeddin   ALİ

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1207-1208.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1208-1210.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1210.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1210-1211.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1211.

[23] Sahih-i Buharî - Müslim : İbn Ömer (R.A.)dan

[24] *           î>                »       : Akabe bin Âmir (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1212.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1212-1213.

[26] Tefsîr-i Kurtubî:  C. 5/99

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1213-1214.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1214.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1215.

[30] İbn Asalar :   Ebû Musa'dan.  Sahihtir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1215.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1216.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1216.

[33] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1217.

[34] Ebû Dâvud : Âsim bin Şuayb (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1218.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1218-1219.

[36] Tefsîr-i Kurtubî : İlgili âyet

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1219-1220.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1220.

[39] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî  -  Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali-Mefatihü'1-Gayb Fahruddin Razî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1222.

[40] Buharı - Müslim :   Sa'd  b. Ebî Vakkas   (R.A.)dan

[41] İbn Kesir :   Sahih  hadislerden

[42] Buharı - Müslim :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[43] Buharı - Müslim :   Nu'vnan   bin  Beşir   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1222-1223.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1223-1224.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1224-1225.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1225.

[47] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî - İbn Cerîr

[48] Esbab-ı Nüzul-Ibn  Cerîr.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1227.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1227-1228.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1228-1229.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1229.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1231.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1231-1232.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1232.

[55] Tirmizî:   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[56] Ahmed bin Hanbel - Dâre Kutnî :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[57] îbn Mâce - Dâre Kutnî:   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1233.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1233.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1233-1234.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1234.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1234.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1234.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1234-1235.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1235-1236.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1236.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1236.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1236.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1236-1237.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1238.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1238.

[71] Müslim - Tirmizî - Ahmed  bin Haııbel

[72] Taberânî :  İbn Abbas  (R.A.)daıı

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1239.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1239-1240.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1240.

[75] Levililer :   10/14.   10/20.   20/10-13,20/17-18 Tesniye :   21/9,   22/13.   23

[76] Matta :   19/18-19 Lukîl    :   18/18

[77] Ebû Dâvud :   Câbir  bin Abdullah   (R.A.)dan.  Kurtubî :   5/83

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1240-1242.

[78] Tefsir-i Kurtubî:   C.  5.  S.  88 - Kahire:   1967-1387

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1242-1243.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1243.

[81] Ahmed bin Hanbel - Beğavî :   Ebû Saîd El-Hudrî   (R.A.)den

[82] Tirmizî-tbn Mâce ;   Abdullah bin  Ömer   (R.A.)dan

[83] Ebû Dâvud : Abdullah bin Ömer  (R.A.)dan

[84] Ahmed bin Hanbel :  Ebu  Zer  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1244-1245.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1245-1246.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1246.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1247.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1247-1248.

[89] Trans :  Medyumların ruhla ilişki kurdukları zaman girdikleri özel hip-noz durumu.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1248-1250.

[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1250.

[92] Esbab-ı  Nüzul - îbn  Kesir ~ Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî

[93] »          »         »                     »                         >

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1251-1252.

[94] Ahmed bin Hanbel

[95] Buharı:  el-Edep'te Hz. Ali  (R.A.)den

[96] İbn Asâkir :  İbn Ömer  (R.A.)dan

[97] îbn Hibbân :  Enes bin Mâlik  (R.A.)den

[98] Müslim :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1252.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1252-1254.

[100] NihayetiTl-Muhtaç - Tefsîr-i   Kurtubî :   5/99.   Mefatihü'1-Gayb :   3/257

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1254-1255.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1255.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1256.

[103] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1258.

[104] Ahmed bin Hanbel-el-Beğavî - LübabuVTe'vîl :   1333 - tbn Kesir:   1/468

[105] Buharı :   İbn Abbas   (R.A.)dan

[106] Buharı - Müslim-Ebû   Dâvud-Nesâî - İbn   Mâce-Ahmed   t).   HanbeJ

[107] Buharî-Müslim

[108] Müslim

[109] Buharî-Müslim

[110] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali:   1/337

[111] Müslim :   Urve'den,  o  da Hz.  Âişe   (R.A.)dan

[112] Müslim     -       (Kur'ân'daki bu hüküm hem laf zan, hem hükmen kal­dırılmıştır), diyenler var.

[113] Bak :   Tevrat/Tasniye :   27/20-22-23.   22/28-29

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1258-1261.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1261-1262.

[115] Darekutnî-el-Askerî - İbn   Âdiy :   Ebu  Saîd   el-Hudrî   (R.A.)den

[116] İbn Âdiy-İbn Asâkir :  Hz. Aişe  (R.A.)den

[117] İbn Âdiy/el-Kâmil'de merfuân rivayet etmiştir.

[118] Müellif Dr. Abdullah Nâsıh, bu iki hadîsin mahreç ve kaynağını tesbit edemediğini, onun için hadîs ilminde üstad sayılanlardan bunların kaynağını sormakta, bilgi verene şükranlarını sunacağını ifade etmektedir. Bizim tesbiti-tt»ize göre, birinci hadîsi, İmam Gazâlî îhyâ'da nakletmiştir. İkincisi ise, hadîs değil, Hz. Ömer'in  (R.A.)  tavsiyelerinden biridir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1262-1263.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1263-1264.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1264-1266.

[121] Nisa :  25

[122] Nlsâ Sûresi:   25 - Kurtubî:   5/130

[123] MÜ'minûn Sûresi: 6

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1266-1267.

[125] Tefsîr-i Kurtubî : 5/130

[126] »             >           »/131

[127] Şerhu Maani'1-Asâr :  3/24-27

[128] Tefsîr-i Kurtubî:   5/132

[129] Tefsîr-i Kurtubî :   5/132 - Şerhu  Maarti'1-Asâr :   3/26

[130] Buharî-Müslim

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1267-1270.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1270.

[132] îbn Mace/nikâh :  15

[133] »         »        »       : 43

[134] Buharî/Büyû :  66,  110~Müslim/hudud :  30 -Ahmed :  2/249, 376 422, 431,494

[135] Buharî/savm :    10,   nikâh:    2, 3,19 - Müslim/nikâh ;    1, 3 - Ebû   Davud/ nikâh: ı - İbn Mace/nikâh: ı - Nesâî/siyam :  43   -   Dâremî/nikâh :    2-  Ahmed: 1/378, 424,  425,  432

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1272.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1272-1273.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1273-1274.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1274.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1274-1275.

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1275.

[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1275.

[142] Buharî/imân :   29 - Tirmizî/menakîb :   32,   64 - Ahmed : 1/236

[143] Ahmed :   5/266-6/116,   233

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1276.

[144] Bunun hadîs olduğunu daha çok tasavvufçular söylerler.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1276-1277.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1277-1278.

[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1278-1279.

[148] Bu konuda geniş bilgi için bak :  Tevrat/Tesniye :   27/20 Kur'ân'da ise. Nisa sûresi :   22, 23. âyetler

[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1279-1280.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1280.

[151] Buharî/vasaya :   23,  tıb:   48.  hudud:   44   -   Müslim/iman :   144-Ebû   Dâ-vud/vasaya :   10

[152] Buharî/tefsîr :  2, 25 - edeb :  20 - diyat :   1 - hudud :   19 - tevhid :   40, 46 -Müslim/imân: 141. 142 - Ebû Dâvud/talâk: 50 - Tirmizî/tefsîr: 25 -Nesâî/tahrîm : 44-Ahmed:   1/380,   431.   434,   464

[153] Buhari/edeb :  6, eyman :   16, diyat:   2, istitabe :   1 - Tirmizî/tefsîr:  4, 6, 7 - Nesâî/tahrîm :   3. Kasamet :   48   -   Daremi/diyat :   9 - Ahmet :   2/201. 214-3/495

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1281-1282.

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1282-1283.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1284.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1284-1285.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1285.

[158] Ahmed bin Hanbel - Lübabu't-te'vil  -  İbn Cerir  -  Esbab-ı Nüzul/Nisa-bûrî

[159] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî

[160] îbn  Kesîr-Lübabu't-te'vil - Mefatihü'1-Gayb

[161] Kurtubî :  5/162 - Lübabu't-te'vîl Alaedin Ali

[162] Lübabu't-te'vîl :   1/343   -  Kurtubî :   5/165

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1286-1287.

[163] Tirmizî

[164] Ahmed bin Hanbel - Zührî - îbn Kesir

[165] Ahmed bin Hanbel

[166] Buharî-Müslim-Tirmizî  - Ahmed bin Hanbel:  îbn Abbas R.A.  dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1287-1288.

[167] Enfâl sûresi âyet:   75

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1288-1289.

[169] Fütuhat-i Mekkiyye ;   1/679

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1289-1290.

[171] Beyhakî  -  Mefatihü'1-Gayb/Fahruddin Razî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1290-1291.

[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1291-1292.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1292.

[174] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî  - Lübabü't-te'vîl/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1293.

[175] Tirmizî:   Ebû Hüreyre   (R.A.)den Ebû Dâvud/nikâh;   40

[176] Nesâî:        »         »

[177] Buharî - Müslim :  Hüreyre         »

[178] Tirmizî-Ebû Davud/Nikâh :   42 - îbn  Mâce/nikâh :   51

[179] Buharî - Müslim : Abdullah bin Zam'a (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1294.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1294-1295.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1295-1296.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1296-1297.

[183] Fazla bilgi için bak: Kurtubî :  5/176, 177,  178. Mefatihü'1-gayb:  3/318

[184] Hataen adam öldüren kimseye gereken diyet, baba tarafından olan ya­sın erkek hısımlarına ödetilir.

[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1298-1299.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1299.

[187] Ahmed bin Hanbel - Taberânî - Ibn Kesir

[188] Müslim:   Ebu  Hüreyre   (R.A.)den

[189] Buharı - Müslim - Ahmed  bin  Hanbel

[190] Ahmed bin Hanbel - Taberânî

[191] Tirmizi:   Amr bin As   (R.A.)den

[192] Bezzar - îbn Kesîr

[193] Müslim :   Ebû  Hüreyre   (R.A.)den

[194] Buharî-Müslim

[195] Buharî:  Sehl bin Sa'd  (R.A.)den

[196] Ebu Davud-Tİrmizî

[197] Buharî-MÜslim:   Ebu Hüreyre   (R.A.)den

[198] Buharî/edeb:  29 - Müslim/iman:  73 - Tirmizî/kiyam :  60 - Ahmed: 1/378, 2/288, 336,   373 - 3/154 - 4/31 - 6/385

[199] Buharî/rikak : 23, nikâh: 80, edeb : 31, 85 - Müslim/iman:  75 - Ebu Da-vud/tetavvu' :   25 - tbn  Mâce/edeb :   4 - Ahmed :   2/267,  433 -   3/94 - 5/75 -6/69

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1300-1302.

[200] Buharî/edeb: 6, iman: 16, diyat : 2, istitabe : 1 - Tirmizî/tefsîr : 4,6, 7 - Nesâî/tahrîm : 3, kasamet: 48 - Daremî/diyât: 9 - Ahmed: 2/201, 214 -3/495

[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1302-1304.

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1304.

[203] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i ibn Cerir Taberir Lübab.

[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1305-1306.

[205] Tirmizî:  Hadîsün garibün.

[206] Müslim/zühd :  46

[207] İbn Hibban : Ebû Hüreyre'den (R.A.)

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1306.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1306-1308.

[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1308.

[210] A'mal-i Rüsül :   3/21, 22

[211] tsaya :  42/1-5

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1308-1309.

[213] Yuhanna    :    14/15-16

[214] »            :    16/7-8

[215] >           :     16/12,   13,   14

[216] .Matta         :     21/43, 44, 45

[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1309.

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1309-1310.

[219] Müslim-tbni Kesir - îbni Cerir Taberî

[220] Buharı - Müslim :   Zeyd bin Eşlem   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1310-1311.

[221] Enam Sûresi:  160

[222] Bakara Sûresi :  245

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1311-1312.

[224] Nahl Sûresi :  36

[225] isrâ Sûresi :   15

[226] Kasas Sûresi :  59

[227] Buharî/fazalı-i  Kur'ân :   32   -   Müslim/müsafirîn :   247   -   Tirmizî/Kur'-an:ll

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1312-1313.

[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1313.

[230] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî-Tefsîr-i   îbn   Cerîr  Taberî - Lübabu't-Te'vîl-Tir-mizî - Ebû Davud

[231] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i İbn Cerîr Taberî - Lübabu't-Te'vîl-Tir-ızı-Eba Davu

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1314-1315.

[232] îbn Mâce

[233] Darekutnî : îbn ömer <R-A->dan - Tirmizî/taharet: 98 - tbn Mace/tah: 195

[234] Ebu  Dâvud/taharet:   92 - İbn Mace/taharet:   126

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1315.

[235] Nahl sûresi Âyet;   67

[236] Bakara  sûresi  Âyet:   219

[237] Ebû Davud - Tirmizî - Nesâî - İbn Ebî Hatim - İbn Murdeveyh

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1315-1316.

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1316-1317.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1317-1318.

[240] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî: 5/62 - Bulak Mısır: 1325

[241] Yorum hususunda fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî : c. 5/236 - Tef-Sir-ı ibn Cerîr Taberî : * 5/69, 70

[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1318-1320.

[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1320-1321.

[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1321.

[245] İbn Cerir Taberî - Kurtubî - Lübabu't-Te'vü

[246] »        »          »             a                  *

[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1322-1323.

[248] Hicir sûresi âyet :  9

[249] Müslim-îbn Mâce :  Ömer  (R.A.)den

[250] Ebû Dâvud - tbn  Asâkir - Beyhakî :   Ebu  Hüreyre'den  /  Sahihtir

[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1323-1324.

[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1324-1325.

[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1325.

[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1325-1326.

[255] Lübabu't-Te'vîl  /  Alâeddin Ali  - Tefsir-i İbn Cerir Taberî

[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1327.

[257] Müslim:   Cabir bin Abdullah   (R.A.)dan

[258] Hafız Ebubekir  el-Bezzar :   Enes  bin Malik   (R.A.)den

[259] Nesâî :  Safvan bin îsâ'dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1327-1328.

[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1328-1329.

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1329.

[262] Bak:  Bakara Sûresi 65. ve A'raf Sûresi  163. âyetlerin tefsiri.

[263] Tevrat/Levililer :   23/1,  4

[264] İbn Ebî Hatim - îbn Asâkir - Tefsîr-i tbn Cerir Taberî

[265] Tefsîr-i îbn Kesîr

[266] Tirmizî: Hadistin hasenün garibün..

[267] İbn Kesir-Lübabu't te'vil

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1330-1331.

[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1331.

[269] Esbab-ı Nüzul/Nisabım  - Lübabu't-Te'vîl  - İbn Cerir

[270] »                     »                                            »   

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1333.

[271] Müslim : Mikdad bin Esved el-Kindî (R.A.)den

[272] Buharî-Müslim :   Ebu  Bekre   (R.A.)den

[273] Ahmed bin Hanbel

[274] îbn Mâce

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1333-1334.

[275] Tevrat/Yeremya :   23/5,8

[276] Tevrat/Zekerya :    6/12,   13 

[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1334-1335.

[278] Müsned'i Ahraed

[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1335.

[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1336.

[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1336.

[282] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1336.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1337.

[284] Samuel'In peygamber olduğunu Tevrat yazmaktadır.

[285] Musa ve Yahudiler :   1966 İstanbul 357

[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1337-1340.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1340.

[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1340-1341.

[289] İbn Murdeveyh - îbn Kesîr - îbn Cerir - Kurtubî - Lüfaab

[290] îbn Cerir Taberî: Ebu Hüreyre  (R.A.) den

[291] Buharî / rikak :  51  - Müslim/Cennet:  45

[292] Müslim / Cennet:   44  -  Ahmed :   2/328,  334,  537

[293] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1341-1342.

[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1342-1343.

[295] Sağlık Ansiklopedisi:  Yanık maddesi / Arkın Kitapevi  -  İstanbul

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1343-1344.

[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1344-1345.

[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1345.

[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1346.

[299] Sikaye :   Mekke'ye gelen hacılara su dağıtma hizmeti

[300] Eshab-ı Nüzul/Nis abur i - İbn Kesir - Lübabu't-Te'vîl - Mefatihü'1-Gayb-Kurtubî-Şevkanî

[301] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburİ

[302] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1346-1347.

[303] İbn İshak

[304] Ebu Dâvud - Tirmizî

[305] Müslim :  Abdullah b. Amr  (R.A.)  ûan

[306] Buharî - Müslim :   İbn Ömer   (R.A.)dan

[307] îbn Hibban : Enes bin Mâlik  (R.A.)den / Sahihtir

[308] Ebû Dâvud - Tirmizî :  Ebu Hüreyre  (R.A.)den

[309] Ebû Dâvud - Tirmizî - İbn Mâce ;  Büreyde  (R.A.)den

[310] Taberanî : Ebu Umame  (R.A.)den / İsnad-i hasenle..

[311] Müslim : Ebu Zer (R.A.) den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1347-1348.

[312] Buharî/ilim :  2

[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/1349-1350.

[314] Buharî/fezâil :   18,  enbiyâ:   54,  hudud:   12 - Müslim/hudud :   8,9   -   Ebû Davud / hudud ;  4 - Tirmizî / hudud :  5 - Ahmed :  3 / 386, 393 - 5/409-6/329

[315] Nesâî - İbn Mâce :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den .    .

[316] Taberânî :  Ibn Abbas  (R.A.)dan İsnad-i hascn ile..

[317] İbn Mâce: Ubâde bin Sâmit (R.A.)den / Havileri güvenilir kişilerdir.

[318] Buharı / şirket:   6, şahadat:   30  -  Tirmizî / fiten :   12  -  Ahmed :   4/263, 269, 270, 273

[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1350-1351.

[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1351-1352.

[321] Nisa sûresi âyet :   58

[322] Mâide sûresi âyet :   8

[323] A'raf   sûresi âyet :   29

[324] Nahl sûresi âyet :  76

[325] Nahl sûresi âyet :   90

[326] Ahmed bin Hanbel

[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1352-1354.

[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1354.

[329] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Tefsîr-I İbn Kesîr-Lübabu't-Te'vîl-Kurtubî-Tefsîr-i tbn Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1355.

[330] Buharî - Müslim ve Siyer Sahiplen: Hz. Ali (R.A.) den

[331] Ebu Dâvud :  Abdullah bin Ömer  (R.A.)dan

[332] Buharî - Müslim ;  Enes bin Mâlik  (R.A.)den

[333] Buharî: Ebû Hüreyre (R.A.)den

[334] Buharî - Müslim :  İbn Abbas  (R.A.)dan

[335] »          *         : Ebu Hüreyre   (R.A.)den

[336] MÜslim/îmaret :   39-Ebû   Dâvud/cihat :   87-Nesâî/biyât:   34 - îbn   Mâce /cihad :   40 - Ahmed :   1/129,   131-4/426, 427, 436  -5/66,67,   70

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1355-1356.

[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1357.

[338] îbn Cerir Taberî;  Ebu Hüreyre  (R.A.)den

[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1357-1358.

[340] Kurtubî - Mefatihü'1-Gayb

[341] »        /5/259

[342] Kurtubî :   5/259-260

[343] Fethülkadîr/Şevkanî - İbn Cerir Taberî  - Mefatihü'1-Gayb

[344] Fethülkadir/Şevkanî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1358-1360.

[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1360.

[346] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Kurtubî - îbn Cerir Taberî

[347] Lübabu't-Te'vîl - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Kurtübî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1362.

[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1363-1364.

[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1364-1366.

[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1366.

[351] Buharî - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Kurtubî - İbn Kesîr - Tefsîr-i îbn Ce-rir Taberl - Lübabu't-Te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1367-1368.

[352] Tefsîr-i İbn Kesir : İlgili âyetin tefsirinde nakletmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1368.

[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1368-1369.

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1396.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1370-1371.

[356] Lübabu't-Te'vîl - tbn Ebî Hatim - İbn Kesîr - Kurtubî - İbn Cerîr - Me-fatihül-Gayb

[357] Lübabu't-Te'vîl – Kurtubl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1372-1373.

[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1373.

[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1373-1374.

[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1374.

[361] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i İbn Kesir - Tefsir-i Kurtubi - Mefa-tihü'1-Gayb/Fahruddin Razİ

[362] Tefsîr-i Kurtubî :   5/271

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1375-1376.

[363] Taberânî : Merfuan  rivayet  etmiştir

[364] Buharî - Müslim :   Enes  bin Mâlik   (R.A.)den

[365] Buharî - Müslim

[366] Müslim :  Rabi'a bin Kâb  (R.A.)den

[367] Ahmed bin Hanbel

[368] Tirmizî/büyû : 4 - tbn Mâce/ticaret:  1 - Daremİ /büyü: 8

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1376-1377.

[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1377-1378.

[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1378-1379.

[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1379.

[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1379.

[373] Buharî/enbiyâ :   19, menakıb :   1,  25  -  Müslim/fezâtlü's-sahabe :   199 -Ahmed :  2/257, 260, 391, 438, 485, 498, 525, 539 - 3/367

[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1380-1381.

[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1381-1382.

[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1382.

[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1382-1383.

[378] Buharî - Müslim - Tirmizî - Nesâî :  Ebu Hüreyre  (R.A.)den

[379] Buharı/iman :  hac :  4, Tevhîd :  48   56 - Müslim/iman :   135   136  - Ah-med:   2/264

[380] el-Hâkim :   Sahih isnadla..

[381] Buharî/cihat :   2 - Müslim/imaret:   122,   123  - Nesâî/cihat:   7 - İbn Mâ-ce/fiten :   13,  züht :   24

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1384.

[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1385.

[383] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1385-1387.

[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1387.

[385] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir NOT: Savaştan korkanlar irâdesi zayıf bazı kişilerden ibaretti. Yukarıda is- geçen Ashabın ileri gelenleri onlar arasında bulunmuyordu.

[386] A'raf  sûresi Âyet:   94

[387] Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin  Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1389-1390.

[388] ibn Ebî Hatim : İbn Abbas  (R.A)dan

[389] Taberanî :   Osman'dan

[390] İbn Mâce, îsnad-i Hasen ile Enes R.A.den

[391] Bezzar

[392] Taberanî:   Muaz bin  Cebel R.A.den İsnad-i  Ceyyid  ile.

[393] Buharî - Tirmizî - et-Taç : Enes bin Mâlik ve Abdullah bin Ömer (R.A.)

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1390-1391.

[394] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1391-1392.

[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1392-1393.

[396] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1393-1394.

[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1394.

[398] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin   Ali

[399] »               s>             »              »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1395.

[400] Buharî/cihad:   109 i'tisam:  2, ahkâm:   1 - Müslim/imaret:   32, 33 - Nesâî /biyat: 27 - îbn Mâce/mukaddeme:  1, cihat: 39 - Ahmed:  2/93,244,257,270,313

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1395.

[401] Âl-i îmrân:   159

[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1395-1396.

[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1396-1397.

[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1397.

[405] Ahmed bin Hanbel :  Enes bin Iyaz   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1398.

[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1398-1399.

[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1399-1400.

[408] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1401.

[409] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin   Ali

[410] îbn  Cerir Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1402-1403.

[411] Müslim:   Ebû Hüreyre(R.A.)den

[412] Tirmizî/ilim:   9 - îbn Mâce/Mukaddeme:   5  - Ahmed:   5/14, 20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1403.

[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1403.

[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1403-1404.

[415] Hucurât sûresi âyet :   6

[416] Nisa sûresi âyet :   83

[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1404-1405.

[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1405.

[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1406.

[420] Kurtubî - Medarik - Lübabu't-Te'vîl

[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1406-1407.

[422] İbn  Murdeveyh - İbn  Kesîr/Ebûlfidâ   2/335,   339

[423] Buharı:   Ebû   Hüreyre (R.A.)den - Ahmeci :    2/335,   339

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1407.

[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1407-1408.

[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1408-1409.

[426] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1409.

[427] Buharı - Müslim :  Ebu Musa el-Eş'arî  (R.A.)den

[428] Taberanî :  Ebu Derdâ  (R.A.)den  - Muhtarü'l-Ahadîs

[429] Mefatihü'l-Gayb/Fahruddin Râzî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1410-1411.

[430] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1411.

[431] Taberânî :  Ebû Derdâ'dan  (R.A.)

[432] Buharî/mezâlim : 4, ikrah : 7 - Tirmizî/fiten : 68 - Dâremî/rikak : 40 -Ahmed: 3/99, 201

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1412.

[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1413.

[434] Buharî/iman:   5.  6,   20   -   Müslim/iman:   63,  65

[435] Müslim/iman:  93  - Ebû Dâvud :   131  - Tirmizl/sifatü'l-kıyâmet:   54

[436] İbn Cerir Taberî :   Selmân el-Farisî'den

[437] İbn Hibban/Kendi Sahihinde :  Abdullah bin Amr  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1413-1414.

[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1414.

[439] Buharî/enbiyâ :   1  - isti'zan:   1 - Müslim/Cennet:   28

[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1414-1415.

[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1416.

[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1416.

[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1416.

[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1417.

[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1417-1418.

[446] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1418.

[447] Buharî - Müslim - Ahmed bin Hanbel - İbn Kesîr : Bendar  (ft.A.)dan

[448] Esbab-i Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali/İbn Kesîr/Ebû'l-Fida.

[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1420.

[450] Tevbe sûresi âyet:   80

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1420-1422.

[451] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1422.

[452] îbn  Mâce/Mukaddeme :   17

[453] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1422-1423.

[454] Bu sözler, Endülüs İslâm Üniversitesi'nin kapısına yazılmıştır.

[455] Nisa Sûresi :  89

[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1424.

[457] Kurtubî:   5/309

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1424-1425.

[458] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1425-1426.

[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1426.

[460] Esbab-ı Nüzûl/Nisâbûrî - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî - îbn Cerîr/Taberî

[461] Esbab-ı Nüzul/Nisâburî ve Kurtubî

[462] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1428-1429.

[463] Buhari/diyat :   6 - Müslim/kasamet :   25, 26   -  Ebû  Davud/hudud:   15 -Nesâî/tahrîm:   5,  11,   14   - Dâremî/Siyer:   11   -  Ahmed:   1161,  63,  65. 70,   163,   382, 428,   444,   465 - 6/181,   214

[464] Ebu Davud/fıten:  6  -  Nesâi/tahrim:   1 - Ahmed:  4/99

[465] Beyhakî :   Îbn  Ömer   (R.A.)den

[466] Tirmizî/diyat :   7 - Îbn   Mâce/diyat:    1  - Nesâî/tahrîm:   2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/14729.

[467] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1429-1430.

[468] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1430-1431.

[469] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1431.

[470] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1431.

[471] Furkan sûresi âyet :   68, 69, 70

[472] Nisa sûresi  âyet:   48

[473] Mâide sûresi  âyet :   32

[474] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1432.

[475] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1433.

[476] Tefsîr-i Kurtubî-lbn Cerir - Buharî:  tbn Abbas  (R.A.)dan

[477] Kurtubî - tbn Kesîr - Lübabu't-Te'vîl - İbn Cerir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1434-1435.

[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1435-1436.

[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1436.

[480] Buharî  - Esbab-ı Nüzul - Müslim - Lübabu't-Te'vîl

[481] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl

[482] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1438-1439.

[483] Sahîh-i Müslîm :  Câbir  (R.A.)dan

[484] Sahih-i Buharı:  Enes bin Mâlik  (R.A.)den

[485] Sahih-i Müslim:  Ebû Saîd el-Hudrî  (R.A.)den

[486] Sahih-i Buharî :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den - Ahmed :  2/325, 339

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1439-1440.

[487] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1440-1441.

[488] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1441-1442.

[489] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1442-1443.

[490] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1443.

[491] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1444.

[492] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî  -  İbn  Cerîr Taberî

[493] Kurtubî - İbn Cerir Taberî. - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1446.

[494] Tirmizî:  Hadisün Hasenün/tefsîr:   4 - Müslim/müsafirîn :   4

[495] »             »

[496] Sahih-i  Buharı

[497] Sahih-i Müslim

[498] el-Cemaa - İbn  Cerir

[499] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1446-1447.

[500] Sahîh-i Buharî'ye, Kasr-ı salât faslına bak.

[501] Sahîh-i  Müslim'e,  Kasr-ı  salât  faslına   bak.

[502] Tirmizî/tefsîr :   4 - Müslim/müsaf irin :   4 - İbn   Cerir  Taberî - İbn  Ke­sir Ebu'1-Pidâ1

[503] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1447-1450.

[504] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1450.

[505] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1450.

[506] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1451.

[507] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1451-1453.

[508] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1453.

[509] Esbab-i  Nüzul/Nisaburî   -   Kurtubî - Mefatihü'1-Gayb

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1454-1455.

[510] Buharî/hiyel:   10,   mezâlim:   16,   ahkâm:   20,   29,   31 - Müslim/akdiye: "' - Ahmed bin Hanbel:   3/33-5/41, 454

[511] Ebû Dâvud :  Usame bin Zeyd   (R.A.)dan/akdiye:   7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1455

[512] Nûr sûresi âyet:   62

[513] Tevbe sûresi âyet:  43

[514] el-Camiu Li-Ahkâmi'l-Kur'ân :   5/376  -  Kahire :   1967

[515] Mefâtihü'1-gayb/Fahruddin Razî - ;   3/445  -  Âmire:   257

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1455-1456.

[516] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1456-1457.

[517] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1457.

[518] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1457-1458.

[519] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1459.

[520] Müslim - Nesâî : Ebû Musa  el-Eş'arî   (R.A.)den

[521] »                  : Ebû Hüreyre   (R.A.)den

[522] Tirmizî - Müslim :  Berâ1 bin Âzib (R.A.)den

[523] Ebû Dâvud :  Saîd bin Zeyd  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1459.

[524] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1459-1460.

[525] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1460-1461.

[526] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1461.

[527] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1462.

[528] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1462.

[529] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1462-1463.

[530] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1463.

[531] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1463

[532] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1464.

[533] Bezzar :   Ebu  Eyyub   (R.A.)dcn

[534] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1466-1467.

[535] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1467-1468.

[536] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1468.

[537] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1469.

[538] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1469.

[539] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1471.

[540] Taberani - Beyhakî:   Sahih  isnacila..

[541] Tirmizî :   Hadisün  Hasenün   Garibim..

[542] Kaadı İsmail - Müslim/Cennet 63 - Ahmed : 4/162

[543] Kaadı İsmail - Kurtubî :  5/389, 390

[544] Müslim - Ahmed :  2/118

[545] Ahmed bin Hanbel :   1/82, 87, 107, 121,  133,  150,  159, 409, 410, 434, 443, 448

[546] Buharî/büyû:  25, tefsir:  59, libas :  82, 87, 96 - Müslim/libas :  119, 120 -Ahmed bin Hanbel: İbn Ömer (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1471-1473.

[547] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1473.

[548] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1473-1475.

[549] Fazla bilgi için bak :  Fen Ansiklopedisi:   2/498  -  Arkın Kitabevi

[550] Bilgi için bak :  Hicr sûresi :   40-42

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1475.

[551] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1475-1476.

[552] Müslim/birr : 32 - İbn Mâce/zühd :  9 - Ahmed :  2/285, 539

[553] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1476-1477.

[554] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1477-1478.

[555] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1478.

[556] Esbab-i   Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'viI/AIaeddin   Ali - Kurtubî   -   Me-fatihü'1-Gayb/Fahruddin  Razî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1480.

[557] Lübabü't-Te'vîl :   1/400

[558] Buharî/iman: 29, marza: 19 - Müslim/birr: 52 - Ebû Davud/Salât: 223-Tirmizî/kader: 8 - Nesâî/iman: 28 - Ahmed: 2/168 248 319 446 453, 466 -3/ 337  -  4/312  -   5/282   -   6/125,  273

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1480-1481.

[559] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1481.

[560] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1482.

[561] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1482.