İnsanların Fizyonomik Değişiklikleri Neyi İsbatlar?
Bütün İnsanların Aynı Soydan Gelmesi
Nefs, Diğer Bir Deyimle Ruh Nedir?
Mehri Kızın Velisi Veya Vasisi Alabilir Mi?
İslâm Sekiz Şeyin Korunmasını Emreder
Miras Hukukunda Kız Ve Erkek Çocukların Durumu
Kari Koca Arasında İkili Birli
Taksim
Bunlardan Altı Tanesi Başkası
Sebebiyle Mirastan Tamamen Mahrum
Olmaz
Varisler Miras Almada Üçe Ayrılır
Tevrat Ve İncil'de Zina Yasağı
Tevbe Kapısı İnsana Ölünceye Kadar Açıktır
İki Durumda Tevbe Kabul Olunmaz
Yakın Akraba İle Evlenmenin Sakıncaları
Yakin Akraba İle Evlenmek Yasaklanmış Mıdır?
«Yabancı kadınlarla evlenin ki zayıf ve geri zekâlı kalmayasınız!»
Sütün Nikâh Üzerindeki Olumsuz Te'siri
Mut'a Nikâhı Ne Zaman Ve Kaç Defa Mubah Kılınmıştır?
Fuhuşta Bulunmayan Ve Gizli Dost
Edinmeyen Cariyeler
Dinî Hükümler Akıl Yoluyla Değil, Vahiy Yoluyla Bilinir
İlahî Sınır, Sağlam Akıl Ve Gelişmiş Vicdan İle Uyum Sağlar
Bir Milleti Ya Da Nesli Katletmek
Hakka Tecavüz İnsana Üç Ayri Cehennem Hazırlar
Erkeklerin Üstünlüğünün Anlamı
İki Ayrı Cinsin Ayrı Görevleri
e) Kocasının irşad ve murakabesine
gönül kapısını açık bulundurmak,
Kadın Haddini Aşıp Baş Kaldirirsa
İlmi Ve Bir Takım Gerçekleri Gizlemek
İçki Yasağında Pedagojik Yöntem
Namaz Allah'a, Sarhoşluk Şehvete Yöneliktir
Allah'ın Emri Mutlaka Yerine Gelecektir
Aşağılık Duygusu Ve Temize Çıkmaya Çalışmak
Teşvik İçin Övmekte Sakınca Yoktur
Yahudiler Devlet Kurabilir Mi?
— Neden Sadece Derinin Yanması? —
İnsanlar Arasında Hükmettiğinizde Adaletle Hükmedin
Dindarlığın Bu Türü Dert Ve Musibet Getirir
Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet
Peygamberler Günahlardan
Korunmuşlardır
Mü'min İçin En Yüksek Amaç, Allah Ve Peygambere Mutlak İtaattir
Mü'mini Münafıktan Ayıran Mihenk
Günün Şartlarına Göre Savaş Taktiği
Geçici Hayatı Sonsuz Saadete Çevirenler
Ciddi Bir Eğitim Ve Sağlam Bir İmân
Çizilen Hayat Kanununa Uyanlarla Uymayanlar
Peygamber Ancak Allah Adına Konuşur
Allah'a Giden Yolu Gösterirken Zorlama Yoktur
Kur'ân, Hazret-İ Muhammed'in
(A.S.) Rjsaletinin En Büyük Şahididir
Kur'ân Âyetleri Arasında Mutlak Anlamda Tamamlayıcı Ve Uyum Sağlayıcı Bağ
Mevcuttur
Çıkan Haberin Doğruluğunu Araştırmak
Kıyas Ve İçtihadın Cevazına Delil
Mü'min Yalnız Başına Da Olsa Allah Yolunda Cihat Etmekle Yükümlüdür
İniş Sebebi Ve İlgili Hadîsler
Selâm'in Sosyal Yapımız Üzerindeki Olumlu Tesiri
Kimlere Selâm Vermek Mekruhtur
Açıktan İnkâra Sapanlar Hakkında Farklı Görüşe Gerek Yoktur
Herkes Kendi İnanç Ve İdealinde Adam Arar
İslâm'ı Bırakıp İnkara Sapanlar
Başka Bir Ülkeye Sığınma Hakkı
Yanlışlıkla Öldürmenin Anlam Ve Ölçüsü
Trafik Kazaları - Ölüm Olayları
Kasden Öldürmenin Manevî Cezası, İçinde Temelli Kalınacak Cehennem'dir
İslâm Her Zaman İçin Ümit Ve Güven Kapısıdır
Kendini Zayıf Kabul Edip Allah Yolunda Cihada Katılmayanlar
Peygamberin Yargıda Yeri Ve Yetkisi
Haklı Olduğu Bilinmedikçe Kişiyi Savunmamak
Müslümanlardan Yana Hükmetme Arzusu
Günah Ve Hata Nisbîdir - İzafîdir
Allah'ın Sunduğu Fa2îlet Ve Rahmet
Sana Kitab Ve Hikmeti İndirdik
N E C V Â = Fısıldaşma, Gizli Toplantı Yapma
Bütün Hayırları Kendinde Toplayan Üç Tabir
Günahların Bağışlanma Ölçü Ve Anlamı
Allah'ı Bırakıp Dişilere Tapanlar
Kudret Elinden Çıkan Her Şey Mükemmeldir
Allah'ın Yarattığını Değiştirmek
Karşıt İki Güc Ve Bunlarin Ürünü
Amel-İ Salihte Kadın Erkek Eşitliği
Kur'ân'm dördüncü
süresidir.
NİSA, kadınlar
mânasına İMREE kelimesinin çoğuludur.
Sûrede kadınlardan söz
edildiği ve kadın haklarına yer verildiği için ona bu isim verilmiştir.
Bir, ya da birkaç âyet
müstesna sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. 175 veya 176 âyet, 3045 kelime ve
16030 harftir. [1]
Uhud savaşında 300
kadar münafıkın savaşa katılmayıp hıyanet ve ihanette bulunması ve savaşta
Hazreti Peygamber (A.S.) tarafından verilen kesin emre uymayan bazı
mü'minlerin -iyi niyetle de olsa- yanlış değerlendirmesi savaşın bir anda
kaderini değiştirmiş, Müslümanlar galip iken mağlûp duruma düşmüş ve ellinin
üstünde, bir diğer tesbite göre, 70 şehit vermiştir.
Bu yüzden birçok
kadın, dul ve çocuk da yetim kalmış, ekonomik sıkıntıyı da buna ilâve edersek
yürekler acısı bir durum meydana gelmişti. İşte NiSÂ sûresinin ilk bölümü, sözü
edilen ortam nedeniyle bilhassa kadın haklarını, akrabalık bağlarını konu
edinir.
Bir önceki sûrede,
mü'minlerin sosyal ve ekonomik alanlardaki ağır şartlar karşısında nasıl bir
yol izliyeceklerine yer verilerek düşmana karşı uygulanacak stratejiye
dikkatler çekilmiş ve bu, dört madde halinde belirlenip son bulmuştu.
Nisa sûresine, yine bu
şartlar içinde perişan olan kadınlarla ilgili birçok hükümlere yer verilerek
başlanılmış ve böylece iki sûre arasında bir bağlantı kurulmuştur. [2]
1— Ey
insanlar! sizi bir tek nefs (can olan Âdem)den yaratan, ondan da eşini meydana
getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı
gelmekten korkun; adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve
akrabalık (bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz ki, Allah üzerinizde
(kusursuz) bir gözeticidir.
«Kadınlara iyilik
tavsiye edin. Çünkü onlar eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır.
Kaburgada en yüksek kısım onun tümseğidir; doğrultayım derken kırarsın, haline
bırakacak olursan hep öğle eğri kalacaktır. O halde kadınlara hayır ve iyifik
tavsiye edin.» [3]
«R a h m (akrabalık
bağı) Arş'ta asılı bulunuyor ve «kim beni ulaştı-rırsa Allah onu (rahmetine)
ulaştırsın; kim de beni koparırsa Allah onu (rahmetinden) koparsın» diyor..» [4]
«Kim rızkının genişlemesini,
ecelinin geciktirilmesini arzu ediyorsa, sila-i rahimde bulunsun (akrabasıyla
olumlu yönde ilgisini sürdürsün),» [5]
Ebû Hüreyre
(R.A.)den Hz. Âişe (R.A.)dan
Enes (R.A.)den
«Akrabasından ilgisini kesen
kimse Cennet'e giremez.» [6]
'<Ey insanlar!
Rabbınıza karşı gelmekten sakının....»
Kur'ân'da bu ölçüdeki
hitap iki yerde geçer: Biri Nisa sûresinde, diğeri Hac sûresinde.. Nisa sûresi
nasıl Kur'ân'ın ilk yarısının dördüncü sûresi ise. Hac sûresi de Kur'ân'ın
ikinci yarısının dördüncü süresidir. Nisa sûresinde insanın yaratılışının
başlangıcı açıklanır. Hac sûresinde insanın son bulacağı, kıyamet ile dünya
hayatının sona ereceği anlatılır. Her iki hususu iyice düşünüp ölüm ve dirimi
yaratan Allah'tan korkmamız, O'na karşı gelmekten sakınmamız tenbih edilir.
Hem ilk yaratılış, hem
yaratılışın son bulması, yüksek bir kudretin şaşmayan kanunlarına göre gerçekleşmektedir.
Bir sivrisineği yaratmaya gücü yetmiyen insanın her ân bu kudret karşısında
eğilmesi gerekmez mi? [7]
<{O ki sizi bir tek
nefs (can olan Âdem)-den yarattı...»
Bakara sûresinde bu
konuya kısmen temas edilmiş, dinî ve ilmî açıklaması yapılmıştı. Bu sûrenin
başında ise tekrar aynı konuya başka bir yönden değinilmiş, ayrı bir hüküm ve
değişik bir açıklık getirilmiştir:
a) Âdem'in yaratılışı bilinen sebep ve
kanunların dışında başka bir ilâhî kanunla gerçekleşmiştir.
b) Kadın -ki bu ilk anamız Havva'dır- da yine
daha ayrı bir kanunla Adem'den meydana getirilmiştir.
Bu iki maddeye baktığımızda
bir takım sorular ister istemez hatıra gelmektedir:
1. Neden ilkin Âdem yaratılmıştır?
2. Neden Havva da aynı kanuna göre
yaratılmamıştır?
3. Ve neden
ilkin Havva yaratılmamıştır?
Şimdi önce kısaca
konuyla ilgili iki maddeyi açıklıydım ve bu açıklama içinde hatıra gelen üç
soruyu cevaplandırmaya çalışalım :
Canlının canlıdan
meydana geldiği (biyogenez) ilmî araştırmalarla da kesinlik kazanmışa benziyor.
Diyebiliriz ki, bu, varlık âleminde câri bir kanundur. Ancak canlıların
birbirinden meydana gelip ürediğini dikkate aldığımızda, bu zincirleme uzar da
gider. Ama bir yerde durması gerekir. Aksi halde hiçbir canlı türüne bir
başlangıç düşünmek veya belirlemek mümkün olmaz. Halbuki her türün mutlaka bir
başlangıcı vardır. Ne var ki, ilim bunun cevabını tam ve kesin biçimde ortaya
koyamamıştır. Çünkü ilim bu konuda da gözlem ve deney açısından hareket eder
ve sonuca varmak ister. Oysa her canlı türün ilk yaratılışı ayrı bir kanuna
bağlı bulunduğu ve bu kanunun deney ve gözlem dışında kaldığı, fizik ötesiyle
ilgili bulunduğu muhakkaktır.
İşte Allah, insan
türünü meydana getirmek için önce ilk insanı yarattığını Kur'ân'da belirterek
konuya açıklık getirmiştir. Gen denilen harikada ataların, gelecek döle
vereceği pay hep saklıdır ve bütün türlerde oğuî döller atalarına benzer,
gerçeğinden hareketle, insanların, ilk insan Âdem'e benzediği kendiliğinden
ortaya çıkar.
Havva'nın yani ilk
anamızın erkekten yaratılması da yine ayrı bir ilâhî kanunla gerçekleşmiştir.
Çünkü bizim bildiğimiz kanunlar üremeyle, kalıtımın kalıplarıyla ilgilidir.
Döllenmiş yumurta hücresi kendine benzer iki hücre meydana getirmek üzere
faaliyete geçer ve böylece geometrik diziye uygun bir çoğalma olur. Görülüyor
ki Havva (ilk kadın) bu ölçüde vücut bulmamış, bizim bilmediğimiz ilâhî emirle
Adem'den meydana gelmiştir.
Ama bunun aksi neden
olmamış, yani önce kadın, sonra erkek yaratılmamıştır? Gerçi böyle olması
insan mantığına daha uygun gelmektedir; önce dişinin sonra da erkeğin
yaratılması bir bakıma üreme kanununa daha yakın bir anlam taşır. Ama hakikat
öyle değildir. İlâhî irâde hayatın ağır yükünü taşıyacak ve yeryüzünde Allah'a
halîfe olacak, Allah adına konuşup hüküm verecek erkeği asıl yapmıştır. Kadına
saygınlık, merhamet, şefkat, nezaket ve nezahet isteyen annelik vasfını
lütfederek onu ağır bir yükün üzücü ve ezici baskısından korumuştur. Bunun
içindir ki, çocuk babasını temsil eder, onun soyadını alır. Çünkü aile ve
sosyal yapı da bunu böyle istemekte; İnsanlar tarafından hazırlanan kanunlar da
bu fıtrata ister istemez uyulmaktadır.
Neden Havva da Âdem
Gibi Çamurdan Yaratılmamıştır?
Bu sorunun cevabını
doyurucu ölçü ve anlamda Şeyh Muhyiddin Ara-bî vermiştir; adı geçen özetle
diyor ki:
«Allah, Âdem'i kendi
suretinde yarattı. Bu onun suretinde tecelli etti, demektir. Allah ise bir
surette ancak bir defa tecelli eder, ikinci bir tecellisi olmaz. Bu sebeple
Havva'yı Âdem'den, adam suretinde meydana getirdi.
O bakımdan erkek,
kadını, ona baş olma derecesinde sever. Kadın ise erkeği, parçanın bütüne
bağlılığ! ölçü ve mânasında sever, vatanına olan bağlılığı ölçüsünde ilgi
duyar. Çünkü erkek kadının asıl vatanı sayılır.» [8]
İbn Arabî Hazretleri
bu konuya diğer bir bölümde ise şöyle açıklık getirmiştir:
«İnsanî cisimler
yaratılışta dört kısma ayrılır:
1. Âdem'in yaratılışı,
2. Havva'nın »
3.
İsa'nın »
4. Diğer
insanların yaratılışı..
Bunlardan her birinin
cisminin yaratılışı sebep ve illette diğerine uymamaktadır. Ama bedenî ve ruhî
surette birleşmektedirler. Sebeplerin farklılığı, aklı zayıf olanları, ilâhî
kudret hakkında şüpheci olmaktan kurtarmak içindir. Tek sebebe bağlı
kalınsaydı, ilâhî kudretin sonsuz tecellileri zor anlaşılır, (bazıları yaratma
gücünün eşyanın tabiatında bulunduğunu vehmederdi). Halbuki Allah her şeye
kadirdir; dilediğini dilediği sebep ve kanunlara göre yaratır.» [9]
Yüz hatları, kafa
taslan, vücut yapıları itibariyle birbirinden kesinlikle farklı olan; huy ve
karakter, akıl ve yetenek, vicdan ve merhamet bakımlarından farklılık arzeden
milyarlarca insanın bir tek insandan yaratılması, ilâhî kudretin sonsuzluğunu
ve mükemmelliğini yansıtır. Eğer yaratma gücü eşyanın tabiatında mevcut
olsaydı, topraktan insan değil, ancak toprak vücuda gelebilir; erkekten dişi
değil, yine erkek meydana çıkar ve böylece biteviyelik sürüp giderdi. Vücut
bulan bütün insanlar hemen saydığımız her sıfatta -bir fabrikanın mamulleri
gibi- birbirine eşit durumda olurdu.
Bütün bunlar cok yüksek bir
irâdenin koymuş olduğu kanunlarla gerçekleşmekte ve ilâhî tecelliyle vücut
bulmaktadır. [10]
«Kendisiyle
birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını
koparmaktan sakının.»
İslâm, hem aile
yapısını arızasız ayakta tutmak, hem sosyal bünyeyi güçlendirmek amacıyla
akrabalık bağlarına önem verir. Aslında bu iki yapıyı da ayakta tutan ana
kolonlardan biri de budur. Hazreti Peygamber (A.S.) Efendimiz bu hususta bazı
dikkat çekici benzetmelerde bulunarak akrabalığı birbirine sıkı biçimde
birbirine bağlanmış bir ağacın köklerini hatırlatıp misal vermiştir. Ayrıca
akraba arasındaki yakın ilgiye, rahmet kökünden gelen SILA-İ RAHM demiş ve
böylece konunun dindeki yerini en duyarlı biçimde açıklamıştır.
Akraba arasında ciddi,
samimi ve ahenkli münasebetin birçok yararları olduğu gibi, bunu kesmenin de
birçok zararları muhakkaktır.
Yararları:
a) İnsanı yalnızlıktan kurtarır.
b) Çocuklar arasında kaynaşma ve gelişmeyi
sağlar. Onların pısırık, uyuşuk kalmasını önler.
c) Kötü niyet besleyen komşuların cesaretini
kırar.
d) Sıkıntılı
günlerde yardımlaşmayı
kolaylaştırır; yabancının kapısına gitmeye gerek bırakmaz.
e) İlâhi rahmetin aralıksız inmesine sebep olur;
ömrü uzatır, rızkı bereketlendirir.
f) Şeytanı uzaklaştırır, rahmet meleklerini
yaklaştırır.
Yakınların birbirine
ilgisiz kalmasının zararları ise, yukarıda belirtilen yararların tam aksinin
ortaya çıkmasıdır.
Bunun için Kur'ân'da :
«Adına, birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarını
(çiğnemekten} sakının» buyurulmuştur. [11]
Sizi bir tek nefs can olan Adem)den yaratan....»
Kur'ân'da bütün
insanların aynı soydan geldiğinin açıklanmasının bir takım sebepleri ve öğüt
alınacak yanları, ilmî araştırmayı kolaylaştırıcı yönleri vardır:
a) İslâm, insan unsuruna değer verir. Servet ve
makam gibi arızî faktörler üçüncü plânda kalır.
b) «Haberiniz olsun ki, ne Arabın Arap
olmayana, ne de Arap olmayanın Arab'a, ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza
bir üstünlüğü vardır,»[12]
ölçüsünü sunar ve savunur, üstünlüğün sadece TAKVÂ'da olduğunu açıklar.
c) İyi terbiye gören, güzel ahlâk ölçüleriyle
yetişen, bütün bunların üstünde Allah'a kul olmanın şuuruna eren her insan
soyludur, muhteremdir.
d) Aristokrat bir sınıf yoktur. Her insan, iman,
ahlâk, bilgi, yetenek, doğruluk ve çalışkanlığı oranında derece alır, mevki
işgal edebilir.
İşte bütün bunlar, bu
asil görüşler hem sosyal yapıyı düzene sokar, hem millî bünyeyi kuvvetlendirir.
e) İlim adamlarının ABİYOGENEZ - BİYOGENEZ
üzerinde çalışmalarını hızlandırır, onu sağlıklı bir sonuca götürme imkânını
sağlar. Hayatın başlangıcı hakkında olumlu sonuç vermiyen bir takım
varsayımlardan insanı kurtarır; başka dünyalardan gelen organizmalarla dünyada
canlılar için bir sebep ve başlangıç aramaya gerek olmadığına dikkatleri çeker,
Darvvinizm'in bu konuda da kurtarıcı bir simit olmadığını vurgular.
Şunu da hemen anlatalım ki,
ilmî araştırmalar, derinleştikçe ve hakikatlere yaklaştıkça, Kur'ân'a
yaklaşmış olur. Gerçeği bulup çıkarınca bu Kitab'ı tasdîka yönelir. [13]
NEFS birçok mânalara
gelir. Ancak konumuzu oluşturan âyette, bedenle birleşen ruh, demektir. Bununla
Âdem Peygamberin beden ve ruhu kasdedilmiştir.
Ruhun hakikatini
bilmek mümkün değildir. Çünkü insana pek az bilgi verilmiştir. Biz, ruhu ancak
tezahürleriyle bilmekteyiz. O halde İslâm bilginlerine göre RUH'un
tezahürlerini şöyle özetliyebiliriz iRUH, nuranî bir varlıktır, yüce âlemden
gönderilmedir, kesafet ve ağırlığı yoktur, onun için bir hacim de düşünülemez.
Diridir, hareket halindedir. İnsan bedenindeki bütün hücrelere nüfuz eder,
güldeki gülsuyu, kordaki ateş ne ise bedendeki ruh ona benzer. Elektrikle ampul
veya başka bir elektronik cihaz arasındaki ilgiye de benzetilebilir.
RUH'un bedendeki varlığını
ancak ve daha çok duygu, düşünce, irâde, akı!, hafıza ve benzeri
yeteneklerimizin varlığıyla anlayabiliyoruz. Çünkü bunlar beden denilen madde
yığınının sıfatlarından değildir ve olamaz da.. O halde bunlara bir kaynakjbir
başlangıç bulmak zorundayız ki o da RUH'tur. Elektrik nasıl aletler vasıtasıyla
anlaşılıyorsa, ruh da öyle.. Isı, hareket ve ışık elektrik akımıyla meydana
geliyor. Bedenimiz taşıdığı bütün organlarıyla ruh'un birer aletidir. [14]
Yukarıdaki âyetle, insanların
aynı soydan, tek bir babadan geldiği açıklanarak, üstünlüğün ancak Allah'a kul
olup Ona karşı gelmekten, saygısızlıkta bulunmaktan kaçınmakla gerçekleşeceği
belirtildi. İnsanın menşei hakkında ilim adamlarına ipucu verildi. Sonra
akrabalık bağlarının önemine parmak basıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, iyi ve
olgun bir insanın daha birçok yanlan bulunduğu hatırlatılıyor. Toplum ve
ailenin bir parçası sayılan yetimlere ve onların haklarına dikkatler çekiliyor.
Sonra öa evliliğin meşru sınırları belirtilerek kadın haklarına yer veriliyor. [15]
2— Yetimlere mallarını verin; temizi murdara
değiştirmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza karıştırarak yemeyin. Çünkü
böyle yapmanız muhakkak ki büyük bir vebaldir.
3— Eğer
(velîsi bulunduğunuz) yetim
kızlarla (evlenince) haklarını gözetemiyeceğinizden, adalet
sağlayamıyacağınızdan
korkarsanız, (onları değil) size helâl olup hoşunuza giden diğer
kadınları ikişer, üçer, dörder nikâh ediniz. Eğer bu takdirde de aralarında
adalet kuramıyacağımz-dan endîşe ederseniz bir kadınla veya elinizin altındaki
câriye ile yetinin. Bu, adaletten sapmamanıza daha yakındır.
Bir adam, kardeşinin
yetim kalan oğlunu himayesine almıştı. Çocuk örgen olunca babasının malını
istedi. Ama amcası vermek istemedi. Bu yüzden davacı ve davalı olarak Peygamber
(A.S.) Efendimize geldiler. Yukarıdaki âyetin bu sebeple indiği söylenir. [16]
Diğer bir rivayet:
Bir adam vasilik
ettiği yetim kızı elinin altında tutuyordu. Kızın hayli malı vardı, ama
tutunacak bir dalı yoktu. Adam bu yetimle hem evlenmiyor, hem başkasıyla
evlenmesine imkân vermiyor, hem de sık sık dayak atıp tehdit ediyordu. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi.[17]
Saîd bin Cübeyr (R.A.)
diyor ki:
«Araplar yetimlerle ve
birden fazla kadınlarla evlenirler, ama hiçbirinin hakkını gözetmezlerdi.
Özellikle birkaç yetim kızın malına göz dikerek onlara önce vasilik eder,
sonra da mallarına ve kendilerine sahip çıkarlardı.
Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indi ve hem yetim kızların haklan, hem kadın hakları korundu.» [18]
«Eğer (velisi bulunduğunuz)
yetim kızlarla (evlenince) haklarını gözetemiyeceğinizden, adalet
sağlayamıyacağınızdan korkarsanız, size helâl olup hoşunuza giden diğer
kadınları ikişer, üçer, dörder nikâh ediniz.»
Dinimizde konumuzu
oluşturan âyet ve ilgili hadîslerle birden fazla kadınla evlenmeye bazı
şartlarla oevâz verilmiştir. Evlenmek sünnettir ve bu bir temel kaidedir.
Birden fazla kadınla evlenmek ise bir istisnadır. Kur'ân'da bu istisnaî cevaz
mutlak anlamda tutulmamış, bazı şartlarla takyit edilmiştir. Nisa sûresi 3. ve
129. âyetlerle bu husus açıklanmış ve her türlü şüpheyi kaldıracak ölçüde bir
anlatıma yer verilmiştir. Bunları özetliyecek olursak, şöyle siralıyabiliriz :
a) Birden fazla kadına ihtiyaç duyulması,
b) Malî imkânların yeterli olması,
c) Zevceler arasında eşitliğin sağlanması,
d) Kadının annelik vekarının korunması, onurunun zedelenmemesi için âdi!
davranılmasi..
Önce şunu belirtelim
ki, birden fazla kadınla evlenebilmek için sözü edilen şartlardan başka bir de
kadınların erkeklerden sayı bakımından fazla olması gerekmektedir. Bir belde
veya ülkede kadın sayısı erkeklere oranla az veya eşit durumda ise, birden
fazla kadınla evlenme imkânını zorlaştırmış olur. Ama bunun aksine kadın sayısı
fazla olduğu yerlerde her erkek ancak bir kadınla evlenebilir hükmü
uygulanıyorsa, o takdirde geriye kalan kadınlar ne olacak?
Konumuzu oluşturan
Nisa sûresinin ve ilgili âyetlerin Uhud savaşından sonra İndiği ve daha çok
kadın haklarını hükme bağladığı kesindir. Bu savaşta yetmişe yakın Müslüman
mücahit şehît edilmiş, o yüzden birçok kadın dul, birçok kız yetim kalmıştı.
Bir de İslâm'ı kabul etmediği için kocasını terkedip Medine'ye hicret eden
hanımlar vardı. Çoğunun başını sokacak bir yuvası bile yoktu. Bu fedakâr ve
cefakâr hanımları kendi kaderleriyle başbaşa bırakmak mı, yoksa onları zevce
edinip barındırmak mı daha âdil bir ölçü ve davranış olurdu?
İşte Kur'ân bu sosyal
derde çare getirmiş; önce akrabalık bağlarına önem verilmesini emretmiş, sonra
yetim haklarının korunmasını esasa bağlamış, sonra da kadınları sıkıntıdan
kurtarmaya yönelik bir formül getirmiştir.
Günümüzün ekonomik
şartlarını da dikkate alırsak, ahlâk dışı yollara düşen kadın ve kızların
çoğunun evlenme şansını kaybedenler olduğunu görürüz. Özellikle Batı'da ve
Amerika'da bu, tahminlerin üstünde -yaygınlaşmış, fuhuş hat safhaya gelmiştir.
Tek kadınla evli bulunan erkeklerin bu tip kadınlarla zina ettiğini, bu yüzden
hem aile yuvasına ihanette bulunulduğunu, hem binlerce nesebi gayr-i sahih
çocuğun dünyaya gelmesine ve ülke için başlıbaşına bir problem doğmasına sebep
olduğunu kim inkâr edebilir? Şartlar elverdiğinde gayr-i meşru yollara
düşmektense meşru yoldan bu isteği karşılamak daha sağlıklı ve ülke yararına
daha sıhhatli değil midir?
Konuya bu ciddiyetle
eğilmiyen ve aslında İslâm'a karşı olan bazı kişilerin, İslâm'da birden fazla
kadınla evlenmeyi alay konusu yaptığı, yer-li-yersiz sataşmalarda bulunduğu sık
sık görülmektedir. Şimdi onlara soruyoruz: Toplum bünyesinde kadın erkek
arasında sayı dengesizliği varsa, bir erkeğe üç-dört kadın düşüyorsa, bu
dengesizliği ne ile düzeltmek, ya da gidermek mümkündür?
İslâm sosyologları,
ahlâkçıları karşımıza şu üç çareyi koymakta ve bir tercih yapmamızı
önermektedirler:
1. Her erkek bir kadınla evlensin, geriye kalan
kadınlar kocasız ve âilesiz
yaşasın.
2. Bir erkek bir kadınla evlensin, ama boşta
kalan diğer kadınlardan birkaç tanesiyle gayr-i meşru yaşasın.
3. Her erkek şartların elverdiği ölçüde birden
fazla kadınla evlenerek kadınların annelik vekar ve şerefine yakışır öiçüde
onlarla eşitliği gözeterek yuva kursun.
Evet, karşımızda üç
çare var. Ama hangisi insanlığımıza, aile yapımıza, imanla beslenen
vicdanımıza ve kadının iffet ve namusuna yakışır? Tek kelimeyle, bunlardan
hangisi vicdanî ve insanîdir? Bir de buna erkeklerin poligami karakterlerini eklersek tercîh ne olur? [19]
Bugüne kadar kadın
erkek arasındaki sayı dengesizliğinin en çok bu rakama düştüğünü görüyoruz.
İstisnaî bazı haller bu kaideyi bozmaz ve hükme dayanak sayılmaz.
Evliliğin ömrü
uzattığı da bilinmektedir
Yapılan ciddi
araştırmalardan, mutlu bir evliliğin ömrü uzattığını anlıyoruz. Sosyal
yapımızda bunun birçok örnekleri mevcuttur. Birkaç yıl önce Almanya'da yapılan
araştırmalar sonucunda evli erkeklerin ortalama 71 yaşına kadar, bekâr
olanların 65 yaşını zor buldukları ortaya çıkmıştır. Bu kaide sadeae insanlar
için değil, atlar, kediler, kanaryalar ve maymun, aslan, fil ve hatta yılanlar
gibi evcil, ya da vahşi hayvanlar için de geçerlidir. Yalnızlık çoğu kez insanı
huzursuz, sinirli ve endişeli yapar. Hele bir de kişinin inancı zayıf olur da
manevî yönden bir tatminsizlik içinde bulunursa, bu büsbütün yıpratıcı olur.
Bir de evlenemiyen
erkek ve kadınları bu açıdan düşünmek gerekmez mi? [20]
«Hoşunuza giden diğer
kadınları.,., nikâh ediniz.»
Kur'ön'da yer alan
emirler, daha çok vücubu gerektirir. O bakımdan Zahiriyye mezhebi,evlenmenin
vacip olduğunu, kocalık görevini yerine getirme güç ve imkânına sahip olan
erkeğin evlenmesinin gereğini belirtmişlerdir.
Fıkıhta yetkili
uzmanlara göre, şehvetini
frenlemeye gücü yetmeyen ve o yüzden zinaya kayma endişesi olan erkeklerin
evlenmesi vâ-cibdir. Böyle bir endişe söz konusu olmadiğinda ise, evlenmek
müekked bir sünnettir.
Hanefî mezhebinde
içtihat seviyesinde olan fakihler ise, ergen olup evlenme kudretine sahip olan
erkeklerin namuslu kadınları nikâh etmeleri farz-ı kifayedir, yani o toplumdan
bazısının evlenmesiyle farz yerine gelmiş olur, evlenmiyenler hakkında ise,
sünneti terketmelerinden dolayı âhi-rette muahaza edilecekleri söz konusu olur,
demişlerdir. O halde toplumun tamamı evlenmeyi terkedecek olurlarsa, farz-ı
kifaye yerine getirilmediğinden hepsi günahkâr sayılırlar.
Sonuç otarak diyebiliriz
ki: Günaha kayma, zinaya düşme tehlikesi söz konusu olduğunda, evlenmek
farzdır. Böyle bir tehlike yoksa, yani kişi nefsine hâkîmse, o takdirde farz
değil, sadeee onun hakkında müekked bir sünnettir; şartlar elverdiğinde bu
sünneti yerine getirmesi tavsiye edilmiştir.
Âyette geçen «yetim
kızlar» tabiri üzerinde hayli durulmuş, bazı mü-fessirler bunun sadece
ana-babası olmayan kızları değil, dul kadınları da kapsamına aldığını beyân
etmişlerdir. Bu yoruma göre, gerek yetim kızları, gerekse dul kadınları himaye
edenler, sadece onların malından yararlanmayı düşünüyorlar da evliliği buna
vasıta kılıyorlarsa, o takdirde hem onların haklarını, hem evlilik
müessesesinin kutsallığını zedeliyorlar demektir. Bu durumda onlarla değil,
diğer iffetli kadınlarla evlenmeleri ha-yırlrolur. [21]
Yukarıda geçen
âyetlerle, yetim kızların durumuna dikkatler çekildi, haklarının korunması
emredildi. Mallarından dolayı nikâhlanmalarınm iyi sonuç vermiyeçeğine işaret
edildi. Rüşde erdiklerinde -aklî dengeleri bozuk değilse- mallarının teslim
edilmesi belirtildi.
Sonra şartlar
elverdiği takdirde birden fazla kadınla evlenmenin caiz olduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
tekrar kadın hakları söz konusu ediliyor; onlar için başlayacakları yeni bir
hayat döneminde tutunacak parasal bir dalın, dayanılacak malî bir desteğin
gereği belirtilerek hükme bağlanıyor; MEHR veya SADAK adı altında onlara şer'î
bir hak tanınıyor. [22]
4—
(Evlendiğiniz) kadınlara mehirlerini güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin.
Eğer onun bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu rahatlıkla,
içinize sinerek yeyin.
«Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz nikâh akdinde SİGAR yapmayı yasakladı.» [23]
ŞİĞAR : Aralarında bir
mehir koymaksızın iki tarafın, kızlarını birbirine nikahlamak üzere yaptıkları
akiddir.
«Şartlardan noksansız
yerine getireceğinizin en haklısı, kadınları kendinize helâl kıldığınız
mehirdir.» [24]
Yetim kızlara vasîlik
edip mallarını yemek için onlarla evlenen Arapların bu haksız tutumu
yerildikten ve gereken hüküm bildirilerek yetimlerin malı ve canı korunduktan
sonra Kur'ân kadın haklarına dikkatleri çekip nikâh akdinde onlara tanınan bir
haktan söz ediyor: Nikahlanan kadına -ister yetim, ister câriye, ister hür,
ister dul olsun- günün şartlarına ve kadının aile ve sosyal durumuna göre
emsali dikkate alınarak kendisine MEHR vermek vâcibdir. Hiç bir erkek kadının
bu hakkını vermemez-lik edemez. Hattâ karısına bu hususta borçlu bulunan erkek
öldüğünde, kadın gönül rızasıyla bağışlamadığı takdirde, hayır konusunda hiçbir
va-siyyeti yerine getirilmez. Çünkü İslâm şeriatına göre : Ölen bir kimsenin
aeriye bıraktığı mal ve servetinden önce tekfin ve teçhize harcanır, sonra
insanlara olan borçları ödenir. Sonra da vasiyyetleri -bıraktığı servetin üçte
birini geçmiyorsa- yerine getirilir. O halde borçlar ödenmeden hayırla ilgili
vasiyyetler hiçbir zaman yerine getirilmez. Kadının mehri, kocası üzerinde bir
borçtur.
O halde kadınlara
tanınan bu hakkın aile ve sosyal hayatımızda önemli yeri ve birçok yararlan
vardır:
a) Erkeklerin kadınlara karşı koruyucu destek
olduğunu ve Allah'ın onlara doğuştan sunduğu üstünlüğü en iyi biçimde
kullanmaları gerektiğini hatırlatmak,
b) Yeni bir hayata başlayan kadını büsbütün malî
dayanaksız bırak-miyarak, onu bu yönden de desteklemek,
c) Nimetin külfetsiz olmadığını, evlenmenin de
bir takım külfetlerinin bulunduğunu bu hakla da anlamak,
d) Mehrin bir bağış değil, dinin belirlediği bir
hak olduğuna, bu hususta kadının kocasına karşı bir eziklik veya küçülme,
aşağılanma duymasına gerek olmadığına, hakların karşılıklı bir anlam
taşıdığına açıklık getirmek,
e) Erkeğin zorlayıcı bir sebep olmadığı halde
keyfi boşamasını engellemek..
Bütün bunlar hem kadın
haklarını korumayı, hem onların kadınlık vakar ve onurunun zedelenmemesini
içerir. Genç kuşağın dinî yönden de eğitilmesinin lüzumu her zaman için
geçerlidir. Kadın haklarına saygılı olmayan veya bu konuda yeterli bilgi
almayan, aile yuvasından amacın ne olduğunu düşünemeyen erkeklerin mahkeme
eşiklerini aşındırmaları sosyal bir hastalık halinde sürüp gitmektedir. [25]
«Kadınlara mehirlerini
güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin.»
M E H R : Evlenirken
nikâh akdinde erkek tarafından kadına şer'î bir hak olarak verilen paradır.
Mehr-i muaccel, nikâhta hemen verilen para; mehr-i müeccel, boşanma veya ölüm
halinde verilmesi kararlaştırılan para..
Mehir, yukarıda da
açıkladığımız gibi, yeni bir hayata adım atan kadın için malî bir destek,
tutunacak bir imkândır. İslâm bu vesileyle de kadın haklarını korumuştur.
Konumuzu oluşturan âyet, mehrin vücubuna delâlet eder. Bunda icmâ' vardır.
Ancak Irak fukahasından bir kısmı, efendi kendi kölesiyle cariyesini
evlendirecek olursa, o takdirde mehir gerekmez, demişlerdir. Halbuki âyetin
zahiri böyle bir takyit ya da istisnaya uygun değildir. Mutlak bir hüküm ifâde
etmektedir.
Mehrin belli bir
tavanı yoktur. Ama tabanı müctehit imamlar tarafından tesbit edilmiştir.
Nitekim ileride de belirteceğimiz gibi, Hz. Ömer (R.A.) kadınların sadakt
(mehri)ni en çok 12 okiyye olarak belirledi, Resûlüllah'ın bu öiçüde mehir
verdiğini hatırlattı. Bunun üzerine İslâm hanımlarından bîri kalkıp şöyle
itirazda bulundu : «Ya Ömer! Allah'ın bize verdiğini sen kısmak istiyorsun.
Kur'ân'da «Boşamak istediğiniz kadına bir yük altın vermiş olsanız bile ondan
bir şey almayın..» buyurulmuyor mu?.» Bunun üzerine Ömer (R.A.) ilâhî hükmü
hatırladı ve : «Kadın uygun olanı ifade etti. Ömer ise hatâya düştü..» [26]
dedi.
Hakları en iyi koruyan
ve zayıfların elinden en çok tutan, şüphesiz ki Allah ve Peygamberidir. İslâm,
haklı olduğu sürece zayıftan yanadır. [27]
Arap cahiliyye
devrinde olduğu gibi, bugün de İslâm ülkelerinin Kur'-ân'a bilgisiz ve ilgisiz
kalınmış kesimlerinde evlenen kadınların mehrini velileri almakta ve böylece
her bakımdan desteklenmesi gereken ailenin bu ferdinin ilk adımda hakkı
gasbedilmekte, tutunacak küçük bir dal ondan esirgenmektedir. Araplar mehir
olarak daha çok deve aldıklarından, kız çocuğu dünyaya gelen aileye, «deveniz
çoğaldı!.» denirdi. Günümüzde «Başlık» adı altında alınan para da ölçüyü
aşmadığı, İslâm âdetine uyduğu takdirde, mehirden başka bir şey değildir.
Çünkü mehir için belli bir tavan yoktur. Kur'ân'da yukarıdaki âyetle, evlenen
kızın öz hakkı olan mehrinin hem kocası, hem velisi tarafından alınması haram
kılınmıştır. Ancak kadın gönül rızasıyla mehrinin ya tamamını, ya da bir
kısmını kocasına veya velisine bağışlarsa, bunda bir sakınca yoktur. [28]
Yukarıdaki âyetlerle,
kadın ve yetim haklarına temas edildi. Bu husustaki ilâhî hükümler açıklandı.
Aşağıdaki âyetle, gerek veli ve aile reisinin, gerekse vasînin, hayatının
dayanağı sayılan malını çarçur edecek, gereksiz biçimde harcayacak kişilere
vermemesi, aile bütçesini bizzat kendisinin tanzim edip yürütmesi emrediliyor. [29]
5— Allah'ın
geçiminizi sağlamaya destek kıldığı mallarınızı (savurgan) beyinsizlere
vermeyin; (mallarınızda yapacağınız tasarruf ve elde edeceğiniz gelirle)
onları besleyin, giydirin ve kendilerine örfe uygun güzel söz söyleyin,
«Üç kimse var ki, duâ
etseler bile Allah kabul etmez :
1. Fena huylu, ahlâksız karısını boşamayan
erkek,
2. Malını beyinsize, çarçur edecek ahlâksızlara
veren kimse,
3. Başkası üzerindeki alacağına şahit
tutmayan, (onu belgeiendir-miyen) kimse..» [30]
«Mallarınızı
(savurgan) beyinsizlere vermeyin..»
Aile bünyesinde moda
ile demode arasında bocalayıp duran, sokak kıyafeti için hiç bir ölçü tanımadan
harcamada bulunan fertler varsa, aile reisi haftalık, ya da aylık bütçeyi
bizzat hazırlamalıdır. Aksi halde gelir-gider arasında büyük bir dengesizlik
meydana gelir ki bunun acısını hem aile, hem bağlı bulunduğu toplum çeker.
Kur'ân bu âyetle hem
aile reisini, hem yetimlerin vasisini, hem devlet malını korumakla görevlileri
uyarıyor. Kazanılan her kuruşun hesabını, özellikle âhirette vermekle yükümlü
bulunuyoruz. Harcanan her kuruştan da mutlaka sorumluyuz.
Meşru olmayan
yollardan kazanılan bir servet nasıl yakıcı bir ateş ise, kazanılan serveti
gayr-i meşru yollarda harcamak da ateşten başka bir şey değildir. Bu ateş hem
dünyada, hem âhirette aile ve toplumu yakıp kavurabilir.
Şüphesiz .ki
savurganlık, dünyada ahlâksızların, vurguncuların, hazıra konmak istiyenlerin
çoğalmasına sebep olur. Fakirle zengin, sosyeteyle halk tabakası arasında
derin uçurumlar meydana getirir. İnsanlık için en büyük fitne sayılan
komünizmin süratle yayılmasına vasat hazırlar ve bir gün bu fitne ülkeyi yakıp
yıkan bir ateş durumuna gelebilir.
Âhirette ise,
böylesine bir servet ve harcama sadece Cehennem'e yakıt olur. O halde ne aile
reisi malını insafsızca harcayan çocuklarına; ne de vasî, harcamasını bilmiyen
himâyesindekilere malını terketmemelidir. Örfe uygun bir yol izlemeli, dizginleri
elinde tutmalıdır. Aileyi moda kurbanı olmaktan kurtarmaya çalışmalıdır. [31]
Yukarıdaki âyetle,
nikâh akdinde kadınlara tanınan şer'î hak belirtildi. Bu hususta kocaların
nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde duruldu. Aşağıdaki âyetle çocukların ve
yetimlerin rüşde ermesi halinde takip edi-leçek statü üzerinde duruluyor. Veli
ve vasilerin devamedegelen hatalı ve gayr-ı âdil tutumları yerilerek
yetimlerden yana âdil bir ölçü getiriliyor. [32]
6—
(Himayeniz altındaki) yetimleri, evlenme çağına gelinceye kadar deneyin;
onlarda (din ve dünya işlerinde, malı koruma ve bilerek harcama hususunda) bir
olgunluk görürseniz, mallarını kendilerine teslim ediniz. Büyürler de (geri
alırlar) diye mallarını tez elden gereksiz harcayıp yemeyiniz. Zengin olan
(vasî ya da velî) müstağnî davransın; fakir olanı ise örfe uygun şekilde
yesin. Bir de yetimlerin mallarını (vakti gelip) kendilerine teslîm ettiğiniz
zaman onlara karşı şahit tutunuz. Hesap sorucu olarak Allah yeter.
Ashab-ı Kirâm'dan
Rıfaâ ölünce geriye vâris olarak küçük oğlu Sabit kalmıştı. Amcası onu
himayesine almak isteyince durumu önce Resû-lüllah (A.S.) Efendimize arzetti ve
:
— «Ey Allah'ın
Peygamberi! kardeşim oğlu himayemde yetim olarak bulunuyor. Onun malından ne
ölçüde harcamam helâldir ve bu malı ne-zaman ona teslim etmem gerekir?» dedi.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [33]
Bir adam Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek dedi ki;
— Ey Allah'ın
Peygamberi! ben çok fakir bir kimseyim, hiçbir şeyim yoktur. Yanımda bir de
yetim bulunuyor, (onun malından yiyebilir miyim?)
Efendimiz (A.S.) ona
şu cevabı verdi:
«İsraf etmeksizin,
gereksiz harcamada bulunmaksızın ve onu kendine ait bir sermaye edinmeksizin
ihtiyaç nisbeti yiyebilirsin.» [34]
İslâm, insan hayatını
en makul ölçülerle düzenleyen ilâhî bir sistemdir. Bütün esas ve prensipleri
sekiz şeyi korumaya yöneliktir. Her toplumun huzurlu ve fazîlet ölçüleri içinde
bir hayat sürmesinde bu sekiz unsura mutlaka
ihtiyacı vardır:
1. Aklı korumak,
2. Canı
»
3. Malı
»
4. Nesli
»
5. Din ve ahlâkı korumak,
6. İlmi ve tekniği korumak,
7. Sağlığı korumak,
8. Ülkeyi
»
Konumuzla ilgili
âyette, bunlardan üçünün korunmasına yer verilmiştir: Nesli, malı ve ahlâkı
korumak.
Yetimlere vasilik,
çocuklara velilik etmek bir bakıma sağlıklı bir neslin yetiştirilmesini
öngörür. Binlerce kimsesiz ve öksüz çocukları kendi kaderlerine terketmek,
büyük bir gaflet olur. Küçümsenemiyecek bir kesimi dinî ve millî eğitim dışına
itip ülkenin geleceğini ciddi biçimde tehlikeye sokabilir. Bugün gerek Batı
ülkelerinde, gerekse Amerika ve diğer gelişmiş ülkelerde bunun doğuracağı elim
sonuçların farkına varıldığı için devlet eliyle milyarlar harcanarak kimsesiz
çocuklar korunmaya çalışılmaktadır.
Oysa, Kur'ân'da, gerek
meryem kıssasında, gerekse yetimleri koruma bölümünde bu konuya 1400 yıl önce
parmak basılmış; ilâhî uyarı en duyarlı biçimde sergilenmiştir. Ülkemizde henüz
bu millî ve sosyal meseleye ülke çapında yeterince ilgi gösterilememiştir.
Gerek âiie bütçesini
hazırlamada aile reisinin göstereceği hassasiyet ve titizlik, gerekse
öksüzlerin mallarını korumada vasilerin göstereceği duyarlılık, mal ve serveti
gereksiz yere harcamayı önleyebilir.
Bu iki yönlü
hassasiyet bir bakıma ahlâkı da korumaya yöneliktir. Çünkü ahlâk ve fazileti
ayakta tutmak için dinî ahlâka, öğretim ve eğitime ne kadar ihtiyaç varsa,
ekonomik güce de ihtiyaç vardır. [35]
«Onlarda bir rüşt (olgunluk)
görürseniz...»
RÜŞT: Ergin hale
gelme, bulûğa erme mânasına geldiği gibi, doğru yolu bulma, doğruyu seçme
anlamına da gelir. Rüştünü isbat etmek, ergen ve ergin sayılacak yaşa gelmek,
demektir.
Bulûğa erme dört
şeyden biriyle gerçekleşir: Bunlardan ikisinde kadın erkek müşterektir. Diğer
ikisi ise kadınlara hastır.
Müşterek olanlardan
birisi yaş, diğeri ergenliktir. Kız ve erkek çocuk 15 yaşına girince, bulûğa
ermiştir, artık bir bakıma reşid sayılırlar. Nitekim Abdullah bin Ömer (R.A.)
diyor ki:
«Uhud savaşında 14
yaşında idim. Savaşa katılmak istedim, ama Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yaşıma
bakarak isteğimi kabul etmedi. Hendek savaşında ise 15 yaşına girmiş
bulunuyordum. Müracaat ettiğimde bu kez Resûlüllah beni kabul etti.» [36]
İlim adamlarının çoğu
bulûğ ve rüşt hususunda bu rivayeti senet seçmişlerdir. İmam Şafiî de bu
rivayeti esas kabul ederek içtihadını yürütmüştür.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, kız çocuğun rüşde ermesi, 17 yaşını; erkek çocuğun ise 18 yaşını bitirmiş
olmasıyla gerçekleşir.
Erkek çocuğun ergen
olma haline gelince: Bu, meninin şehvetle fışkırarak dışarı çıkmasıyla
belirlenir.
Kadınlara has olan iki
şey : Aybaşı hali ile gebeliktir.
Ancak kendine ait bir
malda tasarruf edebilmek için bulûğa ermek yeterli değildir; dindarlığının ve
malı harcamadaki tutumunun müsbet olması, aklî dengesinin yerinde bulunması
gereklidir. Aksi halde HACİR altında tutulur. Bu durumda tasarruf ehliyeti ya
tamamen kalkar, ya da salâh buluncaya kadar kısıtlanır. İmam Şafiî'nin
içtihadı bu ölçüdedir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hür, âkil ve baliğ olan kimse
HACİR aitina alınmaz. Hattâ temyiz çağında bulunan bir çocuğun -veli, ya da
vasîsinin izniyle-tasarrufta bulunması sahihtir.
İmam Mâlik'e göre, kız
15 yaşına da girse, tasarrufa ehil değildir. Ancak bu yaşta evlenirse, o
takdirde kocasının izniyle malında tasarruf edebilir.
Medenî hukuka göre :
Fiil ehliyetinin kazanılması, rüşde ermekle, yani kız ve erkek çocuğun 18
yaşını doldurmalarıyla gerçekleşir. Bu bir bakıma İmam Ebû Hanîfe'nin erkek
çocuk hakkındaki içtihadıyla birleşir. Ayrıca aynı hukukta, kazaî rüştün
tayininde çocuğun 15 yaşını tamamlaması ve diğer üç şartın bulunması halinde
hakime yetki verilmiştir. Bu, İmam Şafiî'nin içtihadına yakın bir hükümdür. [37]
Yukarıdaki âyetle
vasiliğin yetki sınırı ve yetim hakları belirtildi. Servetin korunması için
rasgele bir harcama yapılmaması, henüz rüşdünü isbat etmemişlere ve bir de
beyinsizlere tasarrufta bulunma yetkisinin verilmemesi üzerinde duruldu ve
gereken uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
miras taksiminde de kadın ve yetim haklarına yer veriliyor. Asıl mirasçıyı
gayr-i âdil bir örf ve gelenek ile mirastan mahrum etmeye hiç kimsenin yetkili
olmadığı, hakların Allah tarafından belli bir farz olarak takdir edildiği haber
veriliyor. [38]
7— Ana ve baba ve yakın hısımların -az olsun,
çok olsun- geriye bıraktığı (mîrası)ndan erkeklere pay; yine ana baba ve yakın
hısımların geriye bıraktığı (mîrası)ndan kadınlara bir pay vardır. Bu, farz
kılınmış belirli bir hissedir.
8— Miras taksiminde (mirasçı
olmayan) hısımlar, öksüzler ve
yoksullar hazır bulunursa, azık olacak ölçüde onlara da bir şey verin
ve güzel söz söyleyin (kırıcı, incitici olmayın).
9— Arkalarında elleri ermez, güçleri yetmez
çocuklarını bırakacak olsalardı, onlar hakkında endişe duyanlar, (vasilik
ettikleri yetimler hakkında da) aynı endişeyi duysunlar (ve bu hususta da)
Allah'a karşı gelmekten sakınsınlar, sağlam ve doğru söz söylesinler.
10— Doğrusu
yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karın dolusu ateş yemiş
olurlar. Onlar harıl harıl yanıp yükselen bir ateşe gireceklerdir.
Ansardan Sabit oğlu
Evs vefat edince, geriye karısını ve üç kızını bırakmıştı. Fakat Evs'in
amcasının iki oğlu mirasa sahip çıkarak kadına ve kız çocuklara bir şey
vermediler. Cahiliyye devrinin kötü âdetlerinden biri de şu idi : Ölenin
karısına, kız çocuklarına ve bir de ergen olmamış erkek çocuklarına mirastan
bir pay ayırmazlardı. Ancak ata binip savaşan, ganimet elde edebilen yaşta ve
güçteki erkek çocukları veya diğer hısımlar mirastan yararlanabilirdi.
Böyleee Evs'in
karısıyla üç kızı aç ve perişan kaldılar. Kadın bu haksızlığa dayanamıyarak
Peygamber (A.S.) Efendimize gelip durumunu ar-zetti. Mirasa sahip çıkanlar
çağırıldı. Onlar da cahiliyye devri âdetini aynen söylediler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (A.S.), «siz gidin, Allah'ın bu hususta indireceği hükmü
bekliyelim..» buyurdu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [39]
Ashaptan Sa'd bin Ebî
Vakkas (R.A.) evinde hasta yatıyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz onu görmeğe
gittiğinde Sa'd çok sevindi ve aralarında şu konuşma geçti:
—- Ya Resûlellah! ben
mal sahibi bir kimseyim. Mirasçım olarak bir tek kızım bulunuyor, Malımın üçte
ikisini tasadduk (hayır) etmek istiyorum, ne buyurursunuz?
— Hayır, bu çok..
— Yarısını..?
— O da çok.
— Üçte birini?.
— Üçte biri de fazla. Gocuklarını zengin
bırakman, onları başkasına el açan muhtaç durumda bırakmandan hayırlıdır, buyurdu. [40]
«İki zayıfın
malından sakınmanızı tavsiye
ederim: Kadın ve
yetim...» [41]
Yedi helak edici
şeyden sakının :
1. Allah'a ortak koşmak,
2. Sihir,
3. Haklı bir sebep dışında Allah'ın
öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek,
4. Faiz yemek,
5. Yetim
malı yemek,
6. Savaş
meydanından kaçmak,
7. Namuslu İffetli mü'mine bir kadına zina isnat
etmek. [42]
«Allah'tan korkun,
çocuklarınız arasında (her bakımdan) adaletten ayrılmayın.» [43]
İslâm, yeni bir hayat
düzeni ve insan haklarını korumada âdil ölçüler ve esaslar getirmiştir.
Bilindiği gibi, kökleşmiş âdetleri, örfleri, sistemleri değiştirmek çok zordur.
Ama Kur'ân insana yakışanı emrederken, onun ruhunun yüceliğine ters düşen
şeyleri yasaklarken ve bilhassa hukukî meselelerde kendine has hükümler
getirirken birçok cahiliyye devri âdetlerini, örflerini kökünden
değiştirmiştir. Kendi yapısına uyan hukukî meselelere, uyum sağlayan âdetlere
yer vermeyi bir taklit saymamıştır.
Arap Yarımadasında
cahiliyye devrinin birçok kötü âdetlerini, gayr-i âdil kanun ve kurallarını,
sistem ve yöntemlerini; kadın ve yetimler aleyhine olan bütün geleneklerini
kademeli biçimde kaldırmış, pedagojik bir metotla mücadelesini sürdürmüş,
çeyrek asırda bunların yerine her çağa hitap edebilen güçte yepyeni bir sistem
geliştirip yerleştirmiştir.
Miras hukuku, onun
hukuk zincirinin sadece bir halkasıdır. Daha önce Araplarda ve diğer bazı
ülkelerde kadınlara ve kız çocuklarına mirastan bir pay verilmezdi.
Hısımlardan ancak ata binip savaşabilen, yağmacılık yapabilen yaşta ve güçte
olanlar gerçek vâris sayılırdı. Yetim kızlara vasilik yapan hısımlar, onları
her türlü haklarından mahrum bırakırlardı. İşte konumuzu oluşturan âyetlerle
miras hukukunun ana teması en âdil ölçüde belirtilerek sözü edilen kötü
âdetlerin yıkılması sağlanmıştır. [44]
«Mîras taksiminde (mirasçı
olmayan) hısımlar, öksüzler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, azık olacak ölçüde
onlara da bir şey verin ve güzel söz söyleyin.»
Öksüzü ve muhtacı her
zaman koruyan Kur'ân, miras bölüşülürken de onlara yardım elinin uzatılmasını,
ahlâk ve fazilet ölçüleri içinde tavsiye etmiştir. Sosyal bünyeyi
güçlendirmekte, fertleri arasında merhamet, sevgi ve saygı bağlarını
geliştirmekte; sınıf kavgasına sebep olacak yolları kapamakta bundan daha
te'sirli bir yöntem var mıdır?
Büyük bir servetin
taksiminde dikkatlerin çekilmemesi mümkün müdür? Bu dikkatleri kinden,
hasetten, servet düşmanlığından uzaklaştırıp rahmete ve kardeşliğe döndürmek
bizim elimizdedir.
«(Mirasçı olmayan)
hısımlar, öksüzler ve yoksullar hazır bulunurlarsa, azık olacak ölçüde onlara
da bir şey verin ve güzel söz söyleyin..» cümlesi, insana verilen değeri,
gösterilen saygıyı yansıtır. Araplar kadın ve kızları, küçük çocukları mirastan
mahrum ederken, İslâm sadece bu hak sahiplerini korumakla kalmamış, bir de
mirasçı olmayan hısımların, öksüz ve yoksulların miras malından gözetilmesini
emretmiştir. Onun en son ve en mükemmel din olduğunu isbatlamaya bu yetmez mi?
Öyle ki, İslâm bu
konuda iki ağır müeyyide koymuştur:
1. Hak sahiplerinin tesbit edilip haklarının
korunmasını, haksızlık edenlerin
cezalandırılmasını emretmiş;
2. Haksızlık edenler için kıyamet günü çılgın
bir ateşin hazırlandığını haber vermiştir.
«Doğrusu yetimlerin
mallarını haksız yere yiyenler , ancak karın dolusu ateş yemiş olurlar. Onlar
harıl harıl yanıp yükselen bir ateşe gireceklerdir.»
Âyette bir incelik
vardır: Karın dolusu ateş yemek ve ileride harıl hani yanıp yükselen bir ateşe
düşmek, haksızlıkta bulunanın iki ateşle azâb göreceğine işarettir: Biri
dünyada vicdan azabı çekmek ve insanları huzursuz eden bir ortam hazırlamak,
diğeri âhirette Allah'ın amele göre hazırladığı azaba çarptırılmak.. [45]
Yukarıdaki âyetlerle,
ana babanın bıraktığı mirastan erkeğe bir pay verileceği gibi kadına da bir pay
verileceği belirtildi ve böylece cahiliyye devrinin kötü bir âdeti kaldırılmış
oldu. Aşağıdaki âyetle, erkek ve kadınlara, kardeşlere, ana ve babalara
mirastan düşen hisseler belirtiliyor; İslâm'ın bu konuda da ortaya koyduğu
sosyal adalet ve sağlıklı düzenin ölçü ve anlamına yer veriliyor. [46]
11— Allah,
çocuklarınız hakkında (mîras konusunda) şunu tavsiye eder, (ilâhî hükümlerini
bildirir): Erkeğe, iki dişi payı vardır. Dişiler ikiden fazla ise, (erkek
kardeşleri de yoksa) terekenin üçte ikisini alırlar. Dişi bir tane ise, (yine
erkek kardeşi de yoksa) terekenin yarısı onundur. Eğer ölenin çocuğu varsa
ana-babadan her birine altıda bir hisse verilir. Ölenin çocuğu yoksa,
ana-babası da kendine mirasçı bulunuyorsa, anasına üçte bir, (geriye kalanı
babasına) verilir. Ölenin kardeşleri varsa, anası altıda bîr alır. Bütün
bunlar, ölenin yaptığı vasiyyeti ve üzerindeki borcu yerine getirildikten
sonradır. Babalarınızdan ve çocuklarınızdan hangisinin fayda bakımından daha
yakın olduğunu bilemezsiniz. (Belirlenen paylar) Allah'tan bir farizadır.
Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.
Câbir (R.A.)
hasta yatıyordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, yanında
Ebû Bekir SIDDÎK
olduğu halde onu ziyarete gittiler. Ama Câbir'i komaya girmiş vaziyette
buldular. Resûlüllah (A.S.), su istedi; abdest alıp bu sudan Câbir'in üzerine
serpti: Çok geçmeden komadan çıktı, akli dengesi yerine geldi. Resûlüliah'i
başucunda görünce çok sevindi ve :
— Ya Resûleiiah! dedi, malımı ne yapayım, nasıl
bir taksimatta bulunayım?
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [47]
Diğer bir rivayet:
Bir kadın, yanında iki
kız çocuğu olduğu halde Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve şöyle dedi:
— «Ya Resûleiiah! bunlar, Sabit bin Kays'ın çocuklarıdır. Bildiğiniz gibi Sabit,
Uhud savaşında şehit edildi. Onun amcası terekesinin tamamını aldı, bu iki
yavruya ve bana hiçbir şey bırakmadı. Bu kızcağızların malı olmadıktan sonra
evlenemezler, yani fakir kızları kimse almaz.»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ona :
«Üzülme, Ailah bu
hususta elbet bir hüküm indirecektir.» diyerek tesellide bulundu. Çok geçmeden
yukarıdaki âyet indi. Bunun üzerine Resûlüllah, Sâbit'in amcasını çağırdı ve:
«Sabit'ten kalan malın üçte ikisini kızlarına, sekizde birini karısına ver.
Geriye kalanı sanadır,» buyurdu. [48]
«Allah çocuklarınız hakkında
(mîras konusunda) şunu tavsiye eder: Erkeğe, iki dişi payı vardır.»
İslâm, erkeği aile
reisi kabul eder. Onu hem karısına, hem çocuklarına bakmakla yükümlü tutar.
Kadına ise, çocuklarına en yakın ve en tesirli terbiyeci, evinin iç düzeninde daha çok
sorumlu nazarıyla bakar.
Böylece geçim
hususunda ortaklaşa ve fakat farklı mesuliyetler getirirken nafaka temininde
yükün ağır kısmını erkeğe yükler. Çünkü İslâm'a göre kadın ev işlerini, çocuk
yetiştirme ve terbiye etme görevlerini ikinci plâna itip kendini erkek kadar
sorumlu hissederek evin dışındaki iş hayatına verecek olursa, hem aile
yapısında, hem çocuk terbiyesinde, hem kendi saygınlığında zedeleyici bir takım
problemler getirmiş olabilir. Bunları şöyle özetliyebiliriz ;
a) Aile yuvası, huzur verici, yorgunluğu
giderici bir yer olmaktan çıkar, otel havasına girer.
b) Mutfak, çamaşır ve benzeri iç meseleler
düzensizliğe itilir.
c) Akşam yorgun ve sinir sistemi kısmen bozuk
karı-koca eve gelince ne bir güler yüz, ne de tatlı bir söz onları karşılar.
Ufak bir kıvılcım ikisinden birinin patlamasına neden olabilir.
d) Çocuklar ana
şefkat ve terbiyesinden mahrum,
eğitilmeğe çok muhtaç cahil
dadıların ya da ana okullarının kucağına atılır. Bu, aile fertleri arasındaki
manevî bağların ciddi biçimde kopmasına sebep olur.
İslâm, aile yapısını,
belirttiğimiz gibi, kendine has bir ölçü ve düzende ele aldığı için miras
taksiminde erkeğe fazla bir pay ayırmıştır. Erkek alacağı bu iki payı, bir pay
ile gelen karısına ve çocuklarına harcamak zorundadır. Çünkıj aile yapısı bunu
böyle gerektirmektedir.
Görülüyor ki İslâm,
miras hukukunda da kendine has aile düzenini esas tutarak hüküm koymuştur.
Şüphesiz ki bu hüküm, sosyal adaleti gerçekleştirmede ve aile düzeninin
sağlıklı devam etmesinde nâzım rol oynar.
O halde İslâm'ın
getirmiş olduğu aile düzeni ve sosyal sistemi dikkate almadan erkeğe iki,
kadına bir verilmesinin eşitlik ilkelerine ters düştüğünü, gayr-i âdil bir
anlam taşıdığını iddia etmek çok bilgisizce ve sübjektif bir yargı olur. [49]
ölenin
çocuğu varsa, ana-babadan her
birine altıda bir hisse verilir.»
Hayatlarını maddî ve
manevî varlıklarıyla çocuklarının sağlıklı, bilgili yetişmesine adayan ana ve
babaya, ölen evli evlâdından bir pay ayırmak, hem adalet, hem insaftır. Batıda
bir çok ülkelerde ölen kimsenin ço-
varsa ana babasına terekesinden
bir pay verilmemektedir. Halbu-CUMâm bu
durumda da ana babadan her birine 1/6 hisse ayırmıştır. Öle-' SocuğU yoksa, anasına 1/3 pay verilir, geriye
kalanını baba alır.
Ölenin erkek ve kız
kardeşlerine gelince, bunlar da ikili birli pay alırlar Bu, bir bakıma
fazladan bir miras sayılır. Ölenin oğlu bulunsaydı kardeşlerine hiçbir pay
düşmezdi. [50]
Mirasla ilgili
hükümler devam ediyor. [51]
12— Eğer karılarınızın çocukları yoksa,
bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri
sizindir. Bütün bunlar yaptıkları vasiyyet veya (üzerlerindeki) borç (ödenip)
yerine getirildikten sonradır.
Eğer çocuğunuz yoksa,
bıraktığınızın dörtte biri karılarınızındır. Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın
sekizde biri karılarınızındır. Bu da yaptığınız vasiyyet veya borçtan sonradır.
Eğer vâris olunan (muris) erkek veya kadının çocuğu ve babası yoksa ve (ana
tarafından) bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, herbirine altıda bir
verilir. Sayıları bundan (birden) fazla ise üçte bir hisseye ortaktırlar. Bu da
yapılan vasiyyet veya borçtan sonradır.
Bütün bunlar
mirasçıları zarara uğratmaksızın yerine getirilir. Bunlar Allah tarafından
tavsiye (emir)dir, Allah bilendir ve yüksek hilm sahibidir.
13— İşte
bunlar Allah'ın
sınırlarıdır. Kim Allah'a
ve Peygamberine itaat ederse, Allah
onu altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Cennetlere koyar. Bu
da büyük bir kurtuluştur.
14— Kim de
Allah'a ve Peygamberine isyan edip (başkaldırır) da O'nun sınırlarını aşarsa
Allah onu, içinde devamlı kalacağı bir ateşe sokar; artık horlayıcı bir azâb
onun içindir.
«Eğer karılarınızın
çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir...»
Kur'ân, ailenin malî
külfetini yüklenen erkeğe mirasta kadına nisbet-le iki kat vermeyi, kan koca ve
ana baba arasında da geçerli saymıştır. Ölen karısının çocuğu yoksa, koca
bırakılanın yarısını, çocuğu varsa dörtte birini alır. Çünkü erkek bu durumda
yeni bir evlilik hayatına başlayabilir, yeni bir külfet yüklenir. Ölen kocanın
çocuğu yoksa kadın, bırakılanın dörtte birini, çocuğu varsa sekizde birini
alır. Çünkü kadının yükünü hafifletecek yeni bir koca ortamı hazırdır.
İhtiyacının çoğunu evleneceği kocası yüklenecek. Kadın hissesini aldıktan sonra
kalan mirasın tamamını çocuklar alır. Bu farklı taksim, bazı kişilerce dış
görünüşüyle pek âdil sayılmayabilir, ama İslâm'ın getirmiş olduğu aile ve
sosyal yapılar incelendiğinde, ne kadar isabetli ve âdil olduğu kendiliğinden
anlaşılır. Temelinde mutlaka adalet
felsefesi yatmaktadır.
Aynı husus ana-baba
hakkında da söz konusudur. Ana-babaya gelince, öien çocuklarının bıraktığından
-ölenin çocuğu yoksa- anne üçte bir, baba ise, ondcn arta kalanı alır. Bu
nisbet ikiii-birli ölçüsüne uygun gelmektedir. Çünkü yükün ağırlığı babanın
omuzlarındadır.
Bütün bunlar ilâhî
sınırlar ve yasalardır. Mutlak hayır ve gerçek adaleti yansıtır. Allah
kullarına haksızlık etmez. O, zulmü kendisine haram kıldığı gibi, insanların
birbirine zulmetmesini de yasaklamıştır. Kur'ân'a ve Hazreti Muhammed'e (A.S.)
imân eden için en uygun taksimat şekli budur. Çünkü Allah kendi yasalarını
Müslüman ailelerin İslâmî yaşayışıy-la uyum sağlar ölçü ve anlamda koymuştur.
Bu bakımdan Kur'ân'daki hükümlerin bir kısmı, inanmıyanların aile ve sosyal
yapılarına ters düşebilir. İnkarcıların İslâm'a karşı gelmelerinin
sebeplerinden biri de budur. [52]
Ölen bir Müslüman için
vârislerinin, ilk yerine getirilmesi gerekli olan vazifeleri nelerdir? Müctehit
imamlar bunu dört madde halinde belirlemişlerdir :
1 Tekfin, teçhiz ve defin,
2. İnsanlara olan borçların vakit kaybetmeden ödenmesi,
3. Varsa, vasiyyetinin yerine getirilmesi,
4. Terekesinin vereseye taksiminin sağlanması..
Kur'ân bilhassa bu
noktayı şöyle belirtiyor: «Bütün bunlar yaptıkları vasiyet veya (üzerlerindeki)
borç (ödenip) yerine getirildikten sonradır.»
O halde ölen kimsenin
bıraktığı bir servet varsa, önce definle ilgili harcama yapılır. Sonra kalan
para veya mal ile borçları ödenir. Bundan sonra kalan bir para veya mal olursa,
ölenin vasiyeti yerine getirilir. Yapılan vasiyet bırakılan malın üçte birini
geçmemelidir. Aksi halde gecen, yani üçte biri aşan kısım veresenin uygun kabul
etmesine bağlıdır. Kabul etmedikleri takdirde sadece üçte birine denk geleni
yerine getirilir. Sonra kalan para veya mal vârisler arasında belirlenen
biçimde taksim edilir. [53]
Ölenin vasiyeti yoksa,
o takdirde bıraktığı maldan ve paradan hiçbir hayır yapılamaz. Ancak vârisler
kendilerine düşen paydan isterlerse hayır yapabilirler.
İSKAT, sadece bir
temennidir. Vasiyet edilmişse devir muamelesine yer verilmeksizin, aynen
uygulanır. Vasiyet yoksa, iskat'a gerek yoktur. Kaldı ki ölenin hem vasiyeti
yok, hem de geriye yetim bırakmışsa, defin masrafı ve borçlarının ödenmesi
dışında hiçbir harcama yapılamaz.
DEVİR, Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin ve ashabının yapmadığı, uygulamadığı, tavsiyede bulunmadığı
bir bid'atdır. Dinin yüceliğini zedeliyen, din adamlarının itibarını düşüren
sünnet dışı bir icatdır. Yapılmamasında mutlaka hayır vardır.
Fukaha'dan bir
kısmının DEVİR üzerinde olumlu görüş ortaya koyması, daha çok medrese
talebesini, tekke dervişlerini korumaya matuf bulunuyordu. Şartlar değişmiştir.
Bugün için fukahanın o buluşu bir ölçü ve kıstas taşımamaktadır.
İslâm'da Miras İntikal
Vergisi Yoktur
İslâm'da miras intikal
vergisi yoktur. Murisin serveti ne kadar çok olursa olsun, devlet buna bir
vergi koymaz. Ancak hiç bir mirasçısı bulunmazsa, o takdirde tamamı
Beytü'l-mala, yani devlet hazinesine kalır. [54]
İnsan haklarını
koruyup disipline eden, hısımlar arasında tartışma, haksızlığa sapma, sürtüşme
gibi ihtilâfları önleyen, sosyal adaletin arızasız devam etmesine yardımcı
olan İslâm MİRAS HUKUKU'nun hukuk literatüründe müstesna
bir yeri vardır.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz bu ilmi hem övmüş, hem ümmetine tavsiye etmiştir.
«Ferâiz ve Kur'ân
öğrenin- Çünkü (ben de bir insanım ve her insan gibi) ölümlüyüm.» [55]
«Ferâiz öğrenin. Çünkü
ben de ölümlü bir kişiyim. Çok sürmez iki kişi mirasta ihtilâfa düşer de
kendilerine ferâiz ahkâmını bildirecek bir kimse bulamazlar..» [56]
«Ferâizi hem öğrenin,
hem öğretin. Çünkü ferâiz ilmin yarısıdır ve ilk unutulan ilim bu olacaktır;
ümmetimden ilk çekilip alman da yine bu ilim olacaktır.» [57]
1. Muris
Hakikaten veya hükmen
ölen kimsedir.
2. Vâris
İrsi Şer'î delille
sabit olan kimsedir.
3. Mevrus
Ölenin terkettiği
maldır. [58]
İrsin şartlan üçtür:
1. Murisin
ölümü.
2. Vârisin hayatı,
3. İrs cihetinin bilinmesi.. [59]
İrsin sebepleri üçtür:
1. Rahim, (ölene
nesep cihetiyle hısımlık),
2. Nikâh, (karı-koca arasında meydana gelen sahih akit),
3. Velâ (azâd etmekten meydana gelen hükmi yakınlık). [60]
İrse engel sayılan
sebepler dörttür:
1. Rık (kölelik),
2. Katii (vârisin
murisi öldürmesi),
3. İhtilâf-i Dar (Dar-i Harp ile Dar-i İslâm),
4. Muris ile vâristen her birinin ayrı bir dine
bağlı bulunması. [61]
Ferâiz ilminin konusu
terekedir. Bu nakit olduğu gibi mal da olabilir. Mal da iki kısma ayrılır:
Taşınan ve taşınmıyan..
Taşınmaz mallar:
Taşınmaz mallar üçe ayrılır:
1. Mülk (ev, bağ, bahçe, dükkân, han, otel ve
benzeri şeyler)
2. Arazi
3. Sahih vakıflar.. [62]
1. Arazi-yi Memlûke,
2. Arazi-yi Miriyye ,
3. Arazi-yi
Mevkute,
4. Arazi-yi Metruke
5. Arazi-yi Mevat..
Arazi-yi Memlûke :
Mülkiyet yoluyla tasarruf olunan yerlerdir. Mülkiyeti tamamen sahibine ait
olduğu için, tevarüs kapsamına girer ve ferâiz ilmine göre taksim edilir.
Arazi-yi Miriyye :
Beytü'l-male (Devlet Hazinesine) ait arazidir ki tarla, çayır, yaylak, kışlak
ve korular bu cümledendir. Arazi Kanunnamesine bağlıdır; ferâiz ahkâmına
girmez.
.'Arazi-yi Mevkufe; bu
da iki kısımdır: Birinci kısım araziden olup şeriat ahkâmı uyarınoa sahibi
tarafından vakfedilen ve tasarruf haklan Vakfe ait olan, vâkıfın şartlarına
göre muamele gören arazi. Diğeri, arazi-yi miriyyeden olup Sultanlar tarafından
vakfedilen arazilerdir, sahih vakıflardan sayılmaz, tahsisat kapsamına girer.
Arazi Kanunnamesine göre muamele görür.
Arazi-yi Metruke; bu
da iki kısımdır: Biri umum için terkedilmiş yerlerdir; yo! ve benzeri yerler.
Diğeri bir kasaba ya da köy halkına tahsis edilen arazidir; mer'a ve benzeri
yerler bu cümledendir. Bunlarda miras hukuku câri değildir, yani ferâiz
ahkâmına tabi değildirler.
Arazi-yi Mevat: Şehir
veya kasaba ve köy dışında sahipsiz bir arazidir ki, yaklaşık yarım saatlik
bir mesafede bulunması gerekir. Bu tür araziyi işletenler, onları kendilerine
mülk edinemezler. Öldükleri zaman ferâiz ve Arazi Kanunnamesine göre muamele
görmez. [63]
1. Oğul
2. Oğlun oğlu...
3. Baba
4. Dede {baba tarafından..)
5. Kardeş
6. Kardeş oğlu
7. Amca
8. Amca oğlu..
9. Koca
10.
Azatlı kölenin efendisi. [64]
1. Kız
2. Oğlun
kızı..
3. Anne
4. Anne anne..
5. Kız
kardeş
6. Karı
7. Azatlı kölenin hanımefendisi. [65]
a) Ana-baba
b) Erkek ve kız çocuk
c) Karı-koca..
[66]
1. Sadece farz (belirlenmiş pay) ile vâris
olanlar.
Bunlar: Karı-koca,
kızlar, kız kardeşler, anneler, neneler, ve anne tarafından olan.anne bir
kardeşlerdir.
2. Ta'sîb sebebiyle vâris olaniar.
Bunlar: Oğlan
çocuklar, kız kardeşler, oğlan çocuklarının oğlan çocukları, amcalar, amcanın
erkek çocuklarıdır.
3. Bazan farz, bazan da ta'sîb yoluyla vâris
olanlar. Bunlar: Baba ile dededir. [67]
1. Yarı
: 1/2,
2. Dörtte bir: 1/4
3. Sekizde bir:
1/8
4. Üçte iki: 2/3
5. Üçte bir: 1/3
6. Altıda
bir: 1/6
YARI: 1/2 şu beş
varise verilir:
1. Kız
2. Oğlun kızı (kız olmadığında)
3. Ana-baba bir kız kardeş
4. Baba bir kız kardeş (Ana-baba bir kız kardeş
olmadığında)
5. Koca (oğul ve oğlun oğlu olmadığında)..
DÖRTTE BİR: 1/4 şu
iki vârise verilir:
1. Koca (ölenin çocuğu ve oğlunun çocuğu
olduğunda)
2. Karı (ölenin çocuğu ve oğlunun çocuğu
olmadığında) ÜÇTE İKİ : 2/3 yarı alan varisler birden fazla olduğunda. ÜÇTE
BİR: 1/3
şu iki vârise
verilir:
1. Anne (ölenin çocuğu, oğlunun çocuğu, birden
fazla erkek ve kız kardeşleri olmadığında)
2. Anne bir kardeşler (birden fazla
olduğunda), ALTIDA BİR : 1/6 şu altı vârise verilir:
1. Anne (Ölenin çocuğu, oğlunun çocuğu ve birden
fazla erkek ve kız kardeşleri olduğunda),
2. Ana bir kardeşler (yalnız bir tane
olduğunda),
3. Baba (ölenin çocuğu veya oğlunun çocuğu ile
beraber bulunduğunda),
4. Sahih dede,
5. Oğlun kızı (bir tane öz kız ile beraber
bulunduğunda),
6. Baba bir kız kardeş (ana-baba bir kız
kardeşle beraber bulunduğunda), [68]
Zevi'l-erham : Ölene
yakınlığı olup ashab-ı ferâiz ve asabe olmayan hısımlardır. Nesep yoluyla farz
sahipleri ve asabe bulunmadığında ölen murisin terekesi zevi'l-erhama kalır.
Zevi'i-erham dört
sınıftan ibarettir:
1— Ölene intisap edenler (ölenin kızlarının
evlâdı ve ölenin oğlunun kızlarının evlâdı...),
2— Ölenin intisap ettiği kimseler (sahîh olmayan
dedeler ve sahîh olmayan nineler),
3— Ölenin ana-babasından birine veya ikisine
intisap edenler (kız kardeşlerinin erkek ve kız çocukları; oğlan kardeşlerinin
kızları ile onların çocukları; ana bir kardeşlerinin erkek ve kız çocukları),
4— Ölenin baba tarafından dede veya ninelerine
intisap edenler (babasının ana-baba bir veya baba bir veya ana bir kardeşleri;
babasının ana bir oğlan kardeşleri; anasının ana-baba bir veya baba bir veya
ana bir erkek kardeşleri; anasının ana-baba bir veya baba bir veya ana bir kız
kardeşleri; ölenin uzak dedelerine veya uzak ninelerine intisap edenler, ki
bunlar, dede veya ninelerinin asabe olmayan erkek veya kız kardeşleridir. Sözü
edilen amca ve teyzelerin erkek ve kız evlâdı ile asabe olan amcaların kızları
ve onların erkek ve kız çocukları).. [69]
Yukarıdaki âyetlerle
kadınlara iyilikte bulunulması, her zaman için haklarının korunması emredildi.
Mirasta kendilerine uygun hak tanındığı ve ayrıldığı belirtildi. Aşağıdaki
âyetlerle, kadınlık şerefini, annelik vekarı-nı, aile iffetini hiçe sayıp
namusunu pazara çıkaracak kadınlara -aile ve toplumun selâmeti adına- verilecek
eeza açıklanıyor. Ancak cahiliye devrinin çirkin âdetleri tamamen yıkılmadığı
için hafif bir ceza uygulaması tavsiye ediliyor. Kadın ve erkeklerin iftiraya
uğramamaları için de, kendisine zina isnat edilen şahsın o fiili işlediğine
dair iddiacı veya ihbarcının dört şahit getirmesi hükme bağlanıyor. [70]
15— Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanların,
(bunu isbat için) aleyhlerine aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm
alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.
16— Sizlerden fuhuşa sapanların (zina edenlerin)
ikisine de eziyette bulunun (onları ayıplayın, kınayın), Tevbe edip
kendilerini düzeltirlerse, artık vazgeçin. Şüphesiz ki, Allah tevbeleri çokça
kabul eden ve merhameti bol olandır.
«Benden (gerekli hükmü
dinleyip) alın, benden (gerekli hükmü dinleyip) alın! Allah fuhuş yapan
kadınlara bir yol açtı: Evli evliyle, bakire bakire ile zina ettiğinde (bekâr
erkek, bakire kızla fuhuş yaptığında), evli veyc dula yüz değnek ve recim
gerekir. Bekâr erkek ve bakireye ise yüz değnek ve bir yıl sürgün gerekir.» [71]
«Nisa sûresinden sonra
artık (zina edenler hakkında) hapis cezası yoktur.» [72]
Konumuzla ilgili
âyette belirtilen hüküm, İslâm'ın ilk yıllarında uygulanmıştır. Yasak olan
birçok şeylerde olduğu gibi, İslâm burada da kademeli bir yol takip etmiş ve
pedagojik bir metot izlemiştir. İslâm'ın gelişme çağında daha yeni müslüman
olan ve cahiliyye devrinin birçok kötü ve Çirkin ahlâkını kendinde taşıyan
kişilere ilk adımda ağır bir ceza tatbik etmek ilâhî murada uygun gelmediğinden
önce hafif bir ceza ile yetinilmistir. Kınama, ayıplama ve evde tutma gibi
tedbirler bir deneme mahiyetinde ortaya konmuştur. Meride indirilecek ağır
cezaya gerek olup olmadığı tartışılmasın diye hafif ceza ile
başlanılmıştır." Ayrıca, bilhassa erkekler durumlarını düzeltir, tevbe
eder, derin bir pişmanlık duyarlarsa, o takdirde ayıplama ve kınamadan
vazgeçilmesi de emredilerek, toplum ahlâkını alt-üst eden böyle bir suç için
verilen ceza, ıslah-ı nefs etmekle kaldırılmış oluyor.
Ayrıca bu konuda en
önemli husus, suçun tesbit ve isbat şeklidir. Müslümanlardan dört âdil erkeğin
şehadette bulunması şart koşulmuştur. Bu bir bakıma açıktan fuhşu önlemeye
yönelik gibi görünüyorsa da aslında namuslu kadın ve erkekleri müfterilerin,
namus düşmanı aşağılık kişilerin zina iftirasından korumaya matuftur.
Ne var ki, açıktan
fuhuş irtikâp edene de bu cezanın çok hafif geleceği ve önleyici bir tedbir
olmadığı bilinmekteydi. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz daha ağır bir
cezanın inmesini gönülden istiyordu. Nitekim RECİM âyeti indiğinde bu düşünce
ve duygusunu açığa vurarak : «Benden {zina hakkında gerekli hükmü) alın...»
buyurmuştu.
Sözü edilen kınama ve
evde tutma cezasının SEVİCİLİKLE ilgili olduğunu, âyetin zahirinden bu mânanın
anlaşıldığını söyleyenler olmuşsa da sahih rivayetlerin tamamı, bunun zina ile
ilgili bulunduğunu ortaya koymuştur. İlim adamlarının çoğu bu hükümlerin RECİM
âyetiyle kaldırıldığını belirtmişlerdir. [73]
«Aleyhlerine aranızdan
dört şahit getirin.»
Zina suçunun tesbiti,
devletin yetkili organlarının görevidir. Bu konudaki ihbar, iddia ve ortalıkta
dolaşan haberler kadı tarafından değerlendirilmek üzere ciddi bir araştırma
yapılır. İhbarcı veya iddiacıdan bu konuda dört âdil şahit getirmesi
emredilir. Getiremediği takdirde müfteri durumuna düşer ve cezalandırılır. [74]
Tevrat'ta bu konuda
çok ağır müeyyideler ve cezalara yer verilmiştir. Şöyleki:
a) Câriye ile zina edene, yetkili organın takdir
edeceği bir ceza verilir.
b) Hür kadınla zina edenler, mutlaka
öldürülecektir.
c) Kâhin [haham ve benzeri din adamlardın kızı
zina ederse, yakılacaktır.
d) Erkek erkekle temasta bulunursa,
mutlaka ikisi de öldürülecektir.
e) Bir adam kızıyla anasını birlikte alırsa, bu
alçaklıktır; aranızda alçaklık olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşte
yakılacaklardır.
f) Şehirde nişanlı kızla yatan adamı taşla
taşlıyacaksınız ve ölecekler. [75]
Tevrat'ta bunlardan
başka aynı konuyla ilgili daha birçok hükümler yazılıdır.
İncil'de :
İsâ Peygamber
kendisine gelip iyi bir insan olmak isteyen adama şöyle demiştir: «Adam
öldürmeyeceksin, zina etrniyeceksin, çalmıyacak-sın, yalan şehadette
bulunmayacaksın, babana ve anana hürmet edeceksin ve komşunu kendin gibi
seveceksin,»[76]
İncil'de belirtilen
belgelerle zina yasağı belirtilmişse de suç sabit olduğunda önleyici mahiyette
ne gibi bir ceza uygulanacağına temas edilmemiştir. Bu, İncil'in getirdiği
yeni bir hükümle Tevrat'ın ilgili hükümlerini yürürlükten kaldırdığını
göstermektedir. Çünkü İsâ Peygamber, İsrâil-oğulları'na-gönderilmiştir. Değişen
şartlar, gelişen sosyal yapı karşısında yeni hükümler getirdiği için,
İsrâiloğulları'nın hücumuna mâruz kalmıştır.
Hammurabi Kanunnamesinde
:
Bu kanunnamede zina
yasaklanmış ve cezası ise, suda boğmak, olarak belirlenmiştir. Ancak krala bu
konuda da bir takım yetkiler tanınmıştır.
Peygamberin Tevrat'la
İlgili Sorusu
Yapılan sahih rivayete
göre ; Medine'de bir Yahudi, yanında bir kadınla bir erkek olduğu halde
Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve a ikisinin zina ettiğini söyledi. Bunun
üzerine Peygamber (A.S.} Efendimiz ona: «O halde sizden en bilgili iki adam
bul, bana getir!» diye emretti. Yahudi çok geçmeden iki bilgin kişiyi alıp geldi.
Peygamber (A.S.) onlara sordu :
— Zina eden bir
erkekle kadın hakkında Tevrat'ta ne gibi bir hüküm var?
Cevap verdiler :
— Tevrat'a göre, erkekle kadının zina ettiğini
dört kişi gözleriyle fiil halinde görür ve şahitlikte bulunursa, onları
recmetmek gerekir.
Peygamber (A.S.)
: .
— O halde bunları recmetmekten sizi alıkoyan
nedir? Cevap verdiler:
— Başımızda bir kimse yok. Biz de böyle bir
ceza vermeyi hoş görmedik.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (A.S.) şahitleri çağırdı, hepsi de zina fiilini gözleriyle
gördüklerini söyleyince Peygamber (A.S.) recmedilmelerini emretti. [77]
Âyette, «O kadınlar»
ile «O iki erkek» manasına gelen VELLÂTÎ ve VELLEZÂNÎ sıfatları üzerinde
durulmuştur. Birinci sıfat:
a) Evli bekâr bütün kadınları ifade eder.
b) Evli kadınlarla ilgilidir, ancak evli
erkeklere de şâmildir.
c) Hapis cezası sadece zînâ eden kadınlarla
ilgili bir hükümdür. Eziyette bulunma, yani kınama ve ayıplama cezası ise her
iki cins ile ilgilidir.
İkinci sıfat:
a) Sadece erkeklerle ilgilidir. İkil bir sıfat
olarak hem evli, hem bekâr erkekler kasdolunur.
Kadınlara hapis
cezası, erkeklere kınama, ayıplama cezası verilir. Çünkü erkeğin çalışıp
kazanması, evini beslemesi gerekir. İbn Abbas (R.A.) de aynı görüştedir. Ünlü
luc,atçı Nuhas da bu yorumu uygun kabul etmiştir.
b) Bakire kadın ve bekâr erkekle ilgilidir.
Taberî bu yorumu terciha uygun görmüştür. Nuhas aynı görüşte değildir. Çünkü
müennesin müzekkere tağlibi uzak bir ihtimaldir,
Sonuç:
İslâm'ın ilk
yıllarında çahiliyye devrinin çok çirkin âdetlerini, fena huylarını bir çırpıda
ortadan kaldırmak mümkün değildi. Özellikle fuhuş çok yaygındı. Karılarını
değiştirenlerden tutun da karısını kahramanlara takdim edip soylu evlât edinmek
isteyenlere kadar birçok kötü gelenekler sürüp gitmekteydi. Kur'ân terbiyevî
bir metotla işe başladı. Önee fuhuş yapanların fiili dört erkek şahitle
belirlendiğinde hafif ceza şekli getirilmiş, kadınların kendi evlerinde
hapsedilmesi, erkeklerin ayıplanıp kınanması emredilmiştir. Sonra İslâm'ın
ruhlara hayat veren güneşi insanların iç âlemini iyice aydınlatıp ısıtınca ceza
şekli değiştirilmiş : Bekârlara 100 değnek vurulması, evlilerin ölüm cezasıyla
tecziye edilmesi hükme bağlanmıştır.
Sürgün cezası ise,
ikinci halife Ömer (R.A.) devrinde kaldırılmıştır. Ömer, şarap içen Ümeyye oğlu
Rabia'yı Hayber'e sürgün etmişti. O da sürgünde bulunduğu günlerde Hıristiyan
dinine girmiş, böyleee İslâm'dan ayrılmıştı. Bu haber Ömer'i çok üzmüş ve :
«Bundan böyle bir daha hiçbir müslümana sürgün cezası vermiyeceğim..» [78]
demek suretiyle bu cezayı kaldırmıştır. [79]
İslâm bir yandan
ruhları arındırırken diğer yandan sağlam bir nesil yetiştirmenin kaynağı olan
aileyi devam edegelen hayasızlığın dışında tutmayı amaçlamıştır. Kendine has
kültürü yavaş yavaş gönüllere yerleştirirken, buna biri dünyevî diğeri uhrevî
olmak üzere iki mutluluk va'detmiş-tir. Aksine bir yol tutanlar için de biri
dünyada, diğeri âhirette olmak üzere iki felâketin geleceğini haber vermiştir.
Yukarıdaki âyetlerle bu husus işlenmiş, aşağıdaki âyetlerle sözü edilen
felâketin âhiretle ilgili ilk sinyali verilmiştir. [80]
17— Allah'ın
kabul edeceğini üzerine aldığı tevbe, bilmeyerek kötülük (günah) işledikten
sonra çok geçmeden pişmanlık duyanların tevbe-sidir. İşte Allah bunların
tevbesini kabul eder. Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.
18— Yoksa
kötülük (günah ve vebal)leri işleyip (devam ederken) kendisine ölüm gelince,
«Ben şimdi tevbe ettim» diyenlerin ve bir de kâfir olarak ölenlerin tevbesi
(kabul edilir) değildir. İşte onlara elem verici bir azâb hazırlamışızdır.
Şeytan dedi ki:
«Ey Rabbim! Senin
izzetine and olsun ki, senin kullarını -ruhları ce-sedlerinde bulunduğu sürece-
doğru yoldan saptırmaya çalışacağım.» Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona : «İzzet
ve Celâlim, Yüceliğim ve Kudretim
hakkı iç'"
kullarımı -bana istiğfarda bulundukları
sürece- bağışlayacağım..» [81]
«Allah kullarının
tevbesini, canları boğazlarına gelmeden öncesine kadar kabul eder.» [82]
«Kim ölümünden bir yıl
önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur. Kim ölümünden bir ay önce tevbe
ederse, tevbesi kabul olunur. Kim ölümünden bir cuma önce tevbe ederse,
tevbesi kabul olunur. Kim ölümünden bir gün önce tevbe ederse, tevbesi kabul
olunur. Kim de ölümünden bir saat önce tevbe ederse, tevbesi kabul olunur.» [83]
«Şüphesiz ki Allah,
henüz hicap ara yere girmeden kulun tevbesini kabul eder veya onu bağışlar.»
— Hicabın arayere
girmesi nedir? diye sorulduğunda. Efendimiz şu cevabı vermiştir:
«Canın, kişi müşrik
olduğu halde çıkmasıdır.» [84]
Âyet ve hadîslerin
tamamından anlıyoruz ki, Allah kullarına karşı cok merhametlidir. Can boğaza
gelinceye kadar kullarına tevbe etmeleri için fırsat tanımıştır. İnsan ruhunu
günah ve kusurlardan temiz bir vaziyette gönderdiği gibi, onu yine tertemiz
olarak kendine yükseltmek ister. Ancak tevbenin kabul olunması için dört şart
vardır; onları gerçekleştirmek gerekir. Yoksa sadece dil ile «Tevbe ettim..»
«Pişmanlık duydum..» gibi sözlerle tevbe etmenin bir yararı yoktur.
1. Günah
işledikten sonra vakit
kaybetmeden gönülden pişmanlık duymak,
2. Derhal günahı bırakmak ve ona karşı nefret
duymak,
3. Bir daha günah işlemerneye azmetmek,
4. Allah'tan utanarak günahı terketmek.. Buna
bir beşincisini de ekliyenler olmuştur:
5. Kime karşı günah işlediğinin şuurunda olup
bağışlanmak için istiğfarda bulunarak göz yaşı akıtmak..
Din âlimlerimizin
hemen hepsi tevbenin bu şartlar doğrultusunda vacip olduğunu söylemişlerdir.
Ölümün ne zaman ve nerede geleceği bilinmediğinden her zaman günahtan kaçınmak
vâcibdir. Ancak günah işlendiğinde de hemen tevbe etmek vâcibdir. [85]
«Allah'ın kabul
edeceğini üzerine aldığı tevbe....»
İslâm'a göre, günah
çıkarma yetkisi hic kimseye verilmemiştir. Günahları ancak Allah -dilerse-
bağışlar. Resûiüllah (A.S.) Efendimize de bu yetki verilmemiştir. O ancak
günahkârlar için duâ etmiş ve insanlara doğru yolu gösterirken nelerin günah
ve nelerin sevap olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamberlerin görevi, acık bir tebliğdir.
Hidâyet Allah'a aittir. Günah ve kusurları da ancak O bağışlar.
Hıristiyanlığa
gelince, bu konuda İsâ Peygamberin bir sözünü yanlış yorumlamalarından günah
çıkarma usulünü ortaya koymuşlar ve rahipleri yetkili kılmışlardır. İsâ
Peygamberin : «Günah, günahı yüklediğinizin üstünedir, günahtan
sakındıklarınızın dışında kalır.» sözü, aslında insanların, daha doğrusu
inananların yeryüzünde Allah'ın şahitleri olduğuna işarettir. Açıktan günah
işleyenin fiiline şahit olanların şehadeti elbeîte-ki Allah katında muteberdir.
Yoksa bir rahibin önünde diz çöküp günahları bir bir dile getirerek günahtan
kurtulmayı arzulayan kimseyi günahtan temizlenmiş kabul etmek anlamına
değildir.
Dördüncü Latran
Konsilinde (1215) ergenlik yaşına gelen her dindarın hiç değilse yılda bir
kere gelip günah çıkarması gerektiği kararı alınmıştır.
Burada dikkat edilecek
önemli bir husus var: İnsan kafasının ürünü olan ibadet ile Allah tarafından
ölçü ve anlamı belirlenip gönderilen ibâdet arasındaki fark kendiliğinden
sırıtmaktadır; birincisi, insanı bir faninin önüne getirip hiç değilse yılda
bir kez günahlarını itiraf etmesini ve rahip vasıtasiyle günah çıkartmasını
önerirken, ikincisi kul ile Allah arasına girilemiyeceği inancından hareketle
günahların gizli tutulmasını ve ancak Allah'a yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunulmasının geçerli olacağını açıklar. İslâm'da din adamlarının günah
çıkarmak için belli bir zaman ayarlama yetkisi ise hic yoktur. Tevbe kapısı
ölüm gelinceye kadar açıktır. Yılda bir kez değil, günah işledikten hemen
sonra pişmanlık duyup Allah'tan bağışlanmak dilemek vâcibdir. [86]
Tasavvuf erbabı, tevbe
edenleri dört tabakaya ayırmışlardır:
1 Doğuştan
iyi huylu olup iyi bir eğitim görerek sağlam bir imâna sahip olan, aynı zamanda
hayırsever, merhametli ve yufka yürekli olanlar.
Bunlar bir günah
işlediğinde, derin bir pişmanlık duyar ve unutulmaz bir ders ve ibret alırlar.
Bir ar önce tevbe edip huzura kavuşmaya çalışırlar. Sonra Allah'a karşı
gelmekten derin bir mahcubiyet duyup iyilik, hayır ve fazilete hız verirler.
İyilikleri kötülüklerini silecek ölçü ve anlamdadır.
2. İçlerinde kendilerini şehvete iten gücün ağır bastığı,
kalblerini durmadan meşgul edip ruhlarına tesir ettiği durumda olanlar.
Bunlar nefslerinden
esip gelen havaya uydukları müddetçe günah işlerler. Ne var ki mü'min
olduklarından içlerindeki Allah fikri ve ona bağlı bulunan imân nefisle savaş
halindedir. Şeytan nefse sinyal verirken, melek kalbe ilhamda bulunur. Mü'min
bu durumda aklını ve vicdanını imâ-nıyla bütünleştirip Allah'tan yardım
bekleyerek Resûiüllah (A.S.) Efendimizin sünnetine kendini iterse, nefs
yenilgiye uğrar ve selâmet sahili görünür.
3. Büyük günahlardan, ahlâk bozucu fiil ve
sözlerden kaçınıp aralıksız çetin bir mücadele içinde olanlar. Bunlarda şehvet
gücü yenilgiye uğramıştır. Ruhlarındaki ilâhi cevheri ortaya çıkarıp başarılı
olabilirler. Ancak küçük günahlarla olan mücadelede pek başarılı değillerdir.
Bazen onları bu tür günahlara iten nefs kuvveti üstün gelir, bazen imân ve
irfan güçleri üstün gelir. Haliyle küçük günahlardan tamamen kurtulmak belki de
insan için mümkün değildir. Peygamberler müstesna...
4. Günahla tevbe arasında zikzak çizip
bocalayanlar. Bunlar daha çok
irâdesi zayıf olanlardır. Dünyaya karşı temayülleri hayli fazladır. Son
nefeslerini günah üzeremi, tevbe üzeremi vereceklerinin tam bir ölçüsü yoktur.
Tehlikeli bir yoldan yürümektedirler.
Bunlar tevbe edenlerin
en aşağı tabakasında bulunanlardır. [87]
«Yoksa kötülükleri
işleyip (devam ederken) kendisine ölüm gelince, ben şimdi tevbe ettim......»
Tevbe kapısı ölünceye
kadar acıktır. Bu, Allah'ın kullarına yakın merhametini belirtir. Ancak iki
durumda tevbe kabul değildir:
1. Ölümle yüzyüze gelip bütün umutların tükendiği anda
pişmanlık duyup yapılan tevbe,
2. Küfür
üzere ölürken hakikatleri
ayan-beyân anlayınca pişmanlık duymak..
Ümitsizlik halindeki
tevbe, sağlam, köklü bir imânın ürünü olmaktan çok uzaktır. Bunun için
kızıldenizde bütün umutlan tükenince «Musa ile Harun'un Rabbine inandım.» diyen
Firavn'ın bu pişmanlık ve tevbesi kabul edilmemiştir. Kıyamete yakın Hz.
Peygamber (A.S.)ın haber verdiği gibi, güneş batıdan doğunca tevbe kapıları
kapanacak. Çünkü böylesine büyük bir mu'cize karşısında tevbe edip inanmanın hiçbir
değeri yoktur. Hür düşünce ve serbest irâdenin dışındadır. [88]
TEVBE konusunu
işlerken hür düşünce, serbest irâdeden söz edilmiş ve ölüm ile yüzyüze gelip
bütün umutların tükendiği andaki imânın ve tevbenin bir değer taşımadığı belirtilmiş;
Firavn'ın son demindeki tutumu ve güneşin batıdan doğacağı vakit inkarcıların
dönüşü buna misal gösterilmişti.
Bu arada Medyumların
RUH ÇAĞIRMA seanslarında ölülerin ruhlarının haber verdikleri iddiası
hatırımıza geldi. Bir an kabul edelim ki insan ruhları medyuma seslenmekte ve
ona bazı haberler vermektedirler. Daha önceleri ruhun varlığına inanmıyan
kişilerin öyle bir durum karşısında dönüş yapmasının, tevbe etmesinin ölçü ve
anlamı nedir? Bu konuda câri bir ilâhî kanun var mıdır? Cidden ruhlarla temas
kurmak, onlardan haber almak mümkün müdür? Bu sorulara cevap vermeden önce ispritizma,
diye bir deyimle medyumculuğun nereden dünyaya yayıldığını kısaca belirtelim:
Daha çok Tibet ve Hindistan gibi geri kalmış ülkelerde bu ve benzeri konular
çok yaygındır. İspritizmanın tarihi çok gerilere uzanır. Zamanla Batı Avrupa'ya
da geçmiş, orada az değişik bir uygulama ortamı bulmuştur, Avrupa'daki medyum
daha çok içinden gelen bir sesi dinlemek ve bilimsel araçlarla duyulmasına
imkân olmayan bilgileri alabilmek için dikkatini bir konuda yoğunlaştırır.
İspritizma, hem
kerametten, hem ilhamdan ayrı bir anlam taşır. Bu durumda içten gelen ses,
yoğunlaşan dikkat sebebiyle şuur altından mı gelmekt3dir, yoksa iddia edildiği
gibi ruhun bir cevabı mıdır? Üçüncü bir ihtimal, inkarcı bir ainnînin arayere
girmesinden mi meydana gelmektedir? Bu soruların cevabını verebilmek için
Allah'ın kâinatta her varlıkla ilgili bulunan ve şaşmadan hedefine doğru
ilerleyen kanunlarını bilmek gerekir;
a) Eğer ölülerin ruhlarıyla trans[89] haline geçmekle temas kurmak mümkün olsaydı, yani bu ölçü ve
anlamda bir ilâhî kanun bulunsaydı ve ruhlar da sorulan hususlar hakkında
sağlıklı bilgi verme yetkisini taşi-salardı, peygamber ve kitap göndermeye
lüzum kalmazdı. Her insan kabir, âhiret ve benzeri gaybe bağlı bulunan
konularda en doğru bilgiyi alma şansına sahip olur ve bu doğrultuda bir imân
düzeyine gelebilirdi.
b) Ruhun ölümsüzlüğü ve bedenin ölüm olayından
sonra ruhun kendine has bir hayata eriştiği doğru ise, karşımıza ayrıca şu
sorular çıkar:
1. Tekrar dirilmek söz konusu mudur?
2. Dinlerin haber verdiği âhiret âlemi var
mıdır?
3. Kıyamet kopaeak mıdır?
4. Her insan yaptığından hesaba çekilecek mi?
5. Cennet ve Cehennem diye mükâfat ve azâb
yerleri var mı?
6. İyilerin ruhları nîmet içindeyse, kötülerin
ruhları nerede?
7. İyi ile kötü arasında bir fark yoksa bu kadar
kitaplara ve peygamberlere, büyük mürşidlere ne gerek var?
Medyumların ruh
çağırma seanslarında duydukları sesleri, aldıkları haberleri değerlendirdiğimizde,
bu sorulara dolaylı olarak şu cevabın verildiğini görmekteyiz : Öldükten sonra
ruhlar için -dinlerin haber verdiği-nîmet ve azâb diye ayrı ve farklı dereceler
ve makamlar yoktur. Her ruh huzur içindedir. Ölümle birlikte iyilik ve kötülük de
yok olup son bulur. Ne kabir suali, ne de Cennet ve Cehennem rüzgarı...
İşte bu eevap, bütün
hak dinlerin getirmiş olduğu akaidi (temel inanç
esaslarını) kökünden
yıkmakta, sorumluluk duygusunu dumura uğratmaktadır.
O halde medyuma gelen
ses, ya inkarcı bir cinden ve şeytandan, ya da şuur altında kaynaklanıp
çıkmaktadır. Tabii bugün için İslâm'ın yüksek esas ve prensiplerinin dışında
bunun böyle olduğunu isbat edecek başka bir ölçü ve araç yoktur. Zamanla ilmî
araştırmalar bu konuda bize leler tesbit edecek bilemiyoruz. Her şeyden evvel
ispritizma – medyumluk konusunda çok uyanık olmak ve dinî esasları, kâinatta
var olan ilâhî kanunları iyice bilmeden bu ve benzeri konuların te'sir alanına
girmemek gerekir.. Hele İslâm tasavvufunu bütün derinliğiyle bilmeye, büyük
muta-savviflerin.âriflerinkeşivetesbitieriniiyianlamaya büyük ihtiyaç vardır.
Aksi halde bir çıkmazın İçinde bocalayıp kalırız. O zaman ne tevbenin, ne Allah'a
yönelmenin mâna ve değeri kalır.. [90]
Geçen âyetlerle kadın
hakları belirtildi. Cahiliyye devrinin insan haklarını zedeliyen bütün örf ve
âdetlerinin İslâm'da yeri olmadığı hatırlatılarak karı-koca arasındaki
münasebetlerin karşılıklı haklara dayalı olduğuna dikkatler çekildi. Bununla
beraber hâlâ kendini o devrin çirkin âdetlerinin te'sirinden kurtaramıyarak
açıktan fuhuş irtikâp edenler üzerinde duruldu, önleyici tedbirlere kısmen
temas edildi ve sonra ümitsizlik haline düşmeden önce tevbe etmenin gereği
üzerinde duruldu. Küfür üzere gidenlerin pişmanlığının hiçbir yarar
sağlamıyacağı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
yine kadın haklarına diğer bir açıdan bakılarak parmak basılıyor; boşanmadan
önce de, boşandıktan sonra da kadının annelik vekarının düşürülmesinin çok
sakıncalı sonuçlar doğuracağına işaret ediliyor. Kendisine mehir olarak verilen
hakkın geri alınmaması hususunda ilâhî hüküm açıklanıyor. [91]
19— Ey imân edenler! Kadınlara zorla vâris olmaya
kalkmanız, (mehir olarak) verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları
sıkıştırmanız size hefâl değildir. Meğerki apaçık bir fuhuş işleyeler. (O
takdirde verilenin bir kısmı karşılığında boşayabilirsiniz). Kadınlarınızla
iyi geçinin. Kendilerinden hoşianmayıp tiksiniyorsanız, hoşlanmadığınız bir şeyde Allah birçok hayır takdir etmiş olabilir.
20— Bir eşinizi boşayip da yerine başka bir eş
almak istiyorsanız, öncekine (mehir olarak) kantar kantar altın (çokça mal)
vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi geri almayınız. (Boşamaya sebep uydurup)
iftira ederek, açık günah işleyerek verdiğinizi ondan geri alır mısınız?
21— Nasıl alırsınız ki, birbirinize iyice katılıp
başbaşa kaldınız ve onlar sizden sağlam
bir söz de almışlardı.
Cahiliyye devrinde bir
kadının kocası ölünoe, koca tarafından hısımlar o kadına sahip çıkmakta
yarışırcasına acele ederler ve kim daha erken kadının üstüne elbisesini
atarsa, hak sahibi o olurdu. Böylece kadın tamamen o adamın tasarrufu altına
girerdi ; İsterse kadınla evlenir, isterse onu başkasıyla evlendirip mehrini
alıp yer, isterse nikâhlar fakat cinsel ilişkide bulunmaz, malına tamamen
sahip çıkmak için eziyyet eder, ölmesini beklerdi.
Bütün bu haksızlıklara
karşı çıkan olmaz, zavallı kadın bir zorbanın elinde kan kusar, hayatı zehir
olurdu.
Allah son din İle
onlara merhamet ve adalet elini uzatarak haksızlığın önüne geçti ve yukarıdaki
âyetler bu nedenle indi. [92]
Yine cahiliyye
devrinde Medineli'lerden bir kadının kocası ölünce, koca tarafından olan
hısımları hemen harekete geçer, hangisi önce gelip elbisesini o kadının
üzerine veya oturduğu evin damının üstüne atarsa, artık kadın onun tasarrufu
altına girerdi. Nitekim Ebû Kays vefat edince başka eşinden olan oğlu gelip
üvey anasının üstüne elbisesini attı ve sonra da nikahladı, ama ne kadına
yaklaştı, ne de azıcık olsun merhamet gösterdi; bilakis üzmek için ne lazımsa
onu yaptı. Zavallı kadın başka çıkış yolu bulamayınca soluğu Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin yanında aldı. Peygamber (A.S.) ona : «Git evinde otur, Allah'ın
emrini bekle!,» buyurdu. Cok geçmeden aynı durumda olan birkaç kadın da Hazreti
Peygamber'e müracaat ederek dert yandılar; derken yukarıdaki âyetler indi. [93]
«Kadınlar hakkında
Allah'tan korkun; çünkü siz onları birer ilâhi emanet olarak aldınız ve Allah
sözüyle onları kendinize helâl edindiniz.» [94]
«Elinizin sahip olduğu
her canlı hakkında Allah'tan korkun (merhamet ve adaletten ayrılmayın).»[95]
«İki zayıf hakkında
Allah'tan korkun : Köle ve kadın..» [96]
«Elinizin sahip olduğu
şeyler (canlılar) hakkında Allah'tan korkun ve şu iki zayıf hakkında da
Allah'tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk..» [97]
«İnanan bir koca,
inanan karısına her yönden öfkelenmesin. Onun bir huyunu beğenmiyorsa, başka
bir huyuna razı olur.» [98]
«Kadınlarınızla iyi
geçinin...»
Kur'ân'da kadına
verilen değerin, haklarını korumaya gösterilen önemin en açık belirtisi,
dördüncü sûreye, «kadınlar» anlamına gelen «Nisa»
adının verilmesidir.
Miras ve boşama konularında ferdin mantığına, gayr-i müslimlerin aile ve sosyal
yapılarına kıyasla kadın haklarını korumada pek âdil bir ölçü getirilmediği
iddia edilir. Aslında bu, meseleyi ayrı bir açıdan değerlendirmekten
doğmaktadır. Şöyle ki, İslâm'ın getirdiği hükümleri yine İsla mı n kendine has
düzeninde değerlendirmek gerekir. Onu yabancı bir düzenin ölçülerine göre ele
aldığımızda, açık bir uyumsuzlukla karşılaşır ve bu sebeple de çok yanlış bir
değerlendirme yapmış oluruz. Sözü edilen bu iki konuya, yani miras ve boşama
konularına da aynı açıdan baktığımızda, İslâm aile yapısıyla tam bir uyum
halinde ve âdil ölçüler içinde bulunduğunu görürüz.
İslâm, cahiliye
devrinde kadınlar aleyhine uygulanan ne kadar örf ve âdetler varsa hepsini
temelinden yıkmış, onlar için yepyeni bir hayat düzeni getirerek haklarını
korumuştur. Cahiliye devri adetleriyle ilgili birkaç misal verelim :
a) Ne evinde, ne toplum içinde kadının söz hakkı
yoktu..
b) Ticaret malı gibi alınıp satılır ve
istenildiğinde değiştirilirdi.
c) Kooası ölünce, koca tarafından hısımlar ona
sahip çıkar, üzerine ilk elbisesini atanın malr olurdu. Artık o adam onu
dilediği gibi yönetirdi.
d) Kadının malına varis olmak için onunla
evlendikten sonra, her türlü zorbalık yapılır, kadın ölünceye kadar hakir
tutulurdu.
İslâm bu ve benzeri
davranışları yasakladı, her türlü haksızlığı haram kıldı. Kadına mehir olarak
verilen mal ve paranın geri alınmasına cevaz vermedi. Ancak kadın açık fuhuşta
bulunduğu takdirde verilen hakların bir kısmının geri alınmasına bazı şartlarla
müsaade edildi.
Açık fuhuş; yüz
kızartıcı niteljkte olan zina, hırsızlık, hayasızlık ve benzeri gayr-i ahlâkî
şeylerdir. «Açık» tabirinin konulması, kadını hem kocasının, hem başkasının
iftirasından korumaya yöneliktir.
Kur'ân'da böylece
kadın haklan âdil kıstaslara bağlandıktan sonra, karı-kocanın karşılıklı iyi
niyetle birbirine sıcak ilgi duymaları, güzel geçinmeleri emredilmiştir.
Kur'ân güzel geçinmenin ölçüsünü «meveddet» «rahmet» olarak belirlemiştir.
Meveddet: sıcak İlgi, samimi sevgi ve saygı anlamına gelir. Rahmet ise,
karı-koca haklarını şefkat, hoşgörü, iyi niyet düzeyinde tutmaktır. Bu, bir
aile için geçinmenin ideal şeklidir, diyebiliriz.
Kadının bazı huylarını
beğenmemek veya bazı hallerinden tiksinmek, nefret etmek, insan tabiatında her
zaman bulunabilir. Ama bir yuvanın selâmeti için bu, gerçek kıstas olamaz.
Çünkü peygamberler dışında hiçbir insan dörtbaşı mamur değildir. Herkesin
kendine göre bir takım kusurları ve meziyetleri vardır. Tiksinilen bir kusurun
ötesinde kimbilir nice üstün
taraflar mevcuttur.
Buna birkaç örnek
verelim :
a) Allch'a inanır, günlük ibadetini yerine
getirir.
b) Aza kanaat eder, kocasını sıkmaz.
c) Evine bağlıdır.
d) Temiz ve düzenlidir.
e) Doğurgandır.
f) Beraberinde bereket de getirmiştir.
g) Annelik vasfı, vekar ve terbiyesi göz ve
gönül dolduracak düzeydedir.
Bunlar bir kadında
aranılan güzel vasıflardır. Birkaç kusur ise bunların yanında belirsiz kalır.
Ama her şeye rağmen
karı-koca birbirine ısınamıyor ve tiksinme, nefret duyma devam ediyorsa,
ruhları arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. Bunu gidermek çok zordur. Kadın
da bu sıkıcı bağdan kurtulmak istiyorsa, o takdirde boşamaya cevaz vardır.
Boşayınca da koca daha önce eşine verdiği mehirden -bir yük altın bile olsa-
bir şey geri almaz. Çünkü kadın bakirelik ve gençliğini ona vermiştir. Hem
evlenirken Allah'ın güzei sözüyle nikâh yapılmış; kadın adına erkekten, evine
bağlı iyi bir koca olarak davranması için söz alınmıştır.
Nikâh akdinde Besmele,
Fatiha, duâ ve tek kelimeyle Allah ve Re-sûlüllah isimlerinin anılmasının sebep
ve hikmetlerinden biri de budur.. [99]
«{Mehir olarak)
kantarkantar altın vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi geri almayınız.»
İkinci halîfe Ömer
(R.A.) bir gün cemaate hitap ederken, kadın haklarına değindi ve özetle şöyle
dedi :
«Evlenirken kadına
ölçü dışı bir mehir takdir etmeyin. Çünkü bu hususta da Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz size örnektir. Eğer (aile bütçesini sarsacak) fazla miktarda mehir
vermek şu dünyada cidden bir şeref ve âlicenaplık veya Allah katında bir takva
ölçüsü sayılsaydı herhalde Resûlüllah Efendimiz sizden buna daha cok lâyıktı.
Halbuki O evlenirken de, kızını evlendirirken de 12 okıyyeden fazla bir mehir
takdir etmemiştir.»
Bunun üzerine bir
kadın itiraz ederek şöyle dedi :
«Ya Ömer! Allah bize
veriyor, sen ise alıyorsun.. Cenâb-ı Hak Kur'ân'-da : (Boşanmış kadına mehîr
olarak) kantar kantar altın (çokça mal) vermiş olsanız bile, hiçbir şeyi geri
almayınız.» buyurmuyor mu?
Bu uyarı üzerine Ömer
(R.A.) :
«Kadın isabet etti,
Ömer ise hatâ...» dedi ve şunu ilâve etti: «A Ömer, herkes senden daha bilgilidir!.» [100]
Kadına İslâm
şerîatınca tanınmış bir haktır. Nikâh akdinde anılması ve belirtilmesi
sünnettir. Anılmadığı takdirde emsaline göre takdir edilir. Kadın, Kitap
Ehlinden de olsa yine bu hakka sahiptir.
Mehrin Tavan ve Tabanı
Mehrin belirlenmiş bir
tavanı yoktur. Ailenin sosyal ve ekonomik yapısına ve gücüne, kadının soyuna
ve emsaline göre takdir edilir. Tabanı ise mezheplere göre farklıdır:
a)
Hanefîlere göre, 10 dirhem (32 gr. saf gümüş).
d)
Malikîlere göre saf altından bir dinarın dörtte biri veya saf gümüşten üç
dirhem.
c) Şafiî ve
Hanbelîlere göre, mehrin belli bir taban ve tavanı yoktur. Kişinin durumuna,
kadının emsaline göre takdir edilir,
Hanefîlere göre :
Koca boşadığı kadınla
sahih bir halvette bulunmuşsa, cinsel yaklaşmada bulunmasa bile mehrinin
tamamını ödemekle yükümlüdür. Cinsel yaklaşma veya sahih bir halvet meydana
gelmemişse, o takdirde yarısını vermekle yükümlüdür. [101]
Yukarıdaki âyetlerle
kadın haklarına yer verildi. Gerek aile yapısında, gerekse sosyal bünyede
kadının kısmen olsun yeri belirtildi. Evlilikte karşılıklı haklara saygılı
olmanın bir takım yolları anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yakınakrabaylaevlenmek gibicahiliye devriâdetle-rinin İslâm'da yeri olmadığı, her erkeğin istediği
kadınla evlenemiyeceği açıklanıyor. Gerek nesep, gerekse süt sebebiyle hangi
kadınların nikâh-lanmasının haram olduğu belirtiliyor. Mut'a nikâhının Sünnet
ile kaldırıldığına ayrıca atıflar yapılıyor. [102]
22— Babalarınızın evlendiği kadınlarla
evlenmeyin, ancak geçen geçti. Doğrusu bu bir fuhuş, çok çirkin bir davranış,
ilâhî gazap ve ne kötü bir yoldur!
23— Analarınız,
kızlarınız,
kızkardeşleriniz,
halalarınız, teyzeleriniz,
kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın
anaları, kendileriyle gerdeğe
girdiğiniz karılarınızdan (doğma)
yanınızda beslediğiniz üvey kızlarınız, -analarıyla gerdeğe girme-mişseniz
onlarla evlenmenizde bir sakınoa yoktur- öz oğullarınızın kanlarıyla ve iki
kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmek suretiyle evlenmeniz haram
kılınmıştır. Ancak (daha önce) geçen geçmiştir. Şüphesiz ki ANah hem çok
bağışlayan, hem çok merhamet edendir.
24— Evli kadınlarla evlenmeniz de haram
kılınmıştır. Elinizde bulunan (evli harp esirleri) cariyeler müstesna.. (İşte
bütün bunlar) Allah'ın size farz kıldığı yazılı
hükümlerdir; bunlardan başkasını,
namuslu-iffetli, zinadan kaçınarak mallarınızla (mehir verip) istemeniz
size helâl kılınmıştır. O halde onlardan hangisinden (nikâh akdiyle)
yararlandınızsa, men-
Cahiltye devri
âdetlerini sürdüren Araplardan bazısı babalarından dul kalan kadınlarla
evlenmekte bir sakınca görmezlerdi. İslâm öz anneyle evlenmeyi yasakladığı gibi
üvey anneyle de evlenmeyi yasaklamıştır. Yukarıdaki âyetler, Arapların bu
çirkin âdetinin Allah katında bir gazap, çok çirkin bir yol ve büyük bir vebal
olduğunu açıklamak üzere indirilmiştir.
Yine rivayete göre
Ansar'ın seçkin kişilerinden Ebü Kays ölünce, oğlu dul kalan üvey anasıyla
evlenmek istedi. Kadın da ona, «sana çocuk doğuracağıma söz veriyorum» dedi.
Ama her şeye rağmen adam bir de durumu Peygamber Efendimize arzetti. Bu sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [103]
Bera' bin Azib (R.A.)
anlatıyor:
«Dayımı elinde bir
bayrak bulunduğu halde birkaç kişiyle yola çıktığını gördüm. «Nereye
gidiyorsunuz?» diye sorduğumda, bana şu cevabı verdi : «Bir adam üvey annesiyle
evlenmiş, onun başını kesmeye gidiyoruz..» [104]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz :
«Kadınlardan yedisi
nesep cihetiyle, yedisi de sıhriyyet ve süt emme cihetiyle haram kılınmıştır.»
buyurdu, sonra da (yukarıdaki) muharremat âyetini okudu. [105]
«Nesep cihetiyle haram
olan, süt emme cihetiyle de haramdır.» [106]
Sahih rivayete göre,
Hz. Hamza'nın (R.A.) kızı Resûlüllah (A.S.) Efendimize zevee olarak verilmek
istendiğinde, Efendimiz : «O bana helâl değildir, Nesep cihetiyle haram olan,
süt emme cihetiyle de haramdır; o benim süt kardeşimin kızıdır..» buyurdu. [107]
«Ey insanlar! Size
kadınlardan muvakkat (belirli bir süre) bir zaman için yararlanmanıza (mut'a
nikâhı yapmanıza) izin vermiştim. Artık Allah mut'a nikâhını kıyamete kadar
haram kılmıştır. Kimin yanında mut'a ile aldığı bir kadın varsa, verdiği
mehirden hiçbir şey almadan onu salıversin..»[108]
Hazreti Ali (R.A.}
diyor ki :
«Resûlüllah (A.S.}
Efendimiz Hayber'in fethinde mut'ayı ve bir de evcil eşek etini yemeği
yasakladı.» [109]
Hz. Ömer (R.A.) bir
gün minberde cemaate şöyle seslendi:
«Bazılarına ne oluyor
da mut'a nikâhı yapmak istiyor? Halbuki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu
yasakladı. Herhangi bir adamın mut'a nikâhı yaptığını tesbit edersem, herhalde
onu recmederim!» [110]
«Analarınız,
kızlarınız...... size haram kılınmıştır.»
Nesep Yoluyla Haram Olan
Kadınlar:
1. Anneler (nineler),
2. Kızlar (ve torunlar),
3. Kız kardeşler (ve onların kızları),
4. Halâlar,
5. Teyzeler,
6. Kardeş kızları,
7. Kız kardeş kızları.
Sıhriyyet ve Süt Emme
Cihetiyle Haram Olan Kadınlar:
1. Süt anneler,
2. Süt kız kardeşler,
3. Karısının anneleri,
4. Üvey kızlar,
5. Öz oğulların kızları,
6. İki kız kardeşi beraber aynı adama
nikahlamak,
7. Üvey anneler...
Bunlarla evlenmenin
âyetle haram kılındığında icmâ' vaki olmuştur. Ancak gerdeğe girmediği kadını
boşadığı takdirde onun kızıyla evlenmesinde bir sakınca yoktur. Cumhura göre
buna muhalefet eden olmamıştır. Gerdeğe girsin girmesin nikahladığı kadını
boşadığı takdirde onun annesiyle hiçbir suretle evlenemez. Bunda da cumhurun
ittifakı vardır.
Hanefîlere göre :
Evlendiği kadının
anasıyla zina eden veya onu şehvetle öpen ya da şehvetle ona dokunan adamın
karısı kendisine haram olur, bir daha onunla evienemez.
Şafiî ve Malikîlere
göre :
Bu durumda adamın
karısı kendisine, ancak onun anasıyla sahih bir nikâhla münasebette bulunursa
haram olur. Nikâhsız yaklaşma, şehvetle öpme ve okşama her ne kadar büyük
günahsa da karısını kendisine haram kılmaz. Çünkü haram şey, helâli haram
yapmaz. emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz....»
Süt Anne ve Süt Kız
Kardeşler:
Süt emmenin-ölçüsü ve
sayısı nedir? Müctehit imamların bu hususta farklı içtihat ve tesbitleri
vardır:
a) Hz. Âişe (R.A.) Validemizden yapılan
rivayete göre : «Bir, iki defa emmek nikâhı haram kılıcı değildir.»
Bu hadîsi delil kabul
edenler, üç defadan az emmek nikâhı haram kılmaz, hükmünü çıkarmışlardır. [111]
İmam Ahmed bin
Hanbel'in içtihadı da bu doğrultudadır.
b) Fukahadan bir kısmına göre, ancak beş defa
emdiği takdirde, süt emme nikâhı haram
kılar. Bunların dayanak ve
delili, Hz. Urve'nin
Hz, Âişe Validemizden rivayet ettiği şu hadîstir:
«Kur'ân'da bu konuda
inen âyet 10 defa emmenin bilinmesi hakkındaydı. Yani çocuğun on defa bir kadının
göğsünü emdiği bilinirse, nikâhı haram kılar. Sonra bu hüküm beş emmekle
kaldırıldı. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz vefat
ettiğinde bu Kur'ân'da okunan bir hüküm olarak bulunuyordu.» [112]
İmam Şafiî bu rivayeti
delil olarak seçip içtihadına dayanak yapmıştır.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, bir defa bile emmek, tahrîm sebebi olarak kâfidir.
İki kız kardeşi aynı
adamın kendj nikâhı altında tutması haram sayıldığı gibi, kadınla halâsını,
kadınla teyzesini bir arada nikahlamak da haram sayılmıştır.
Tevrat'ta Nikahı Haram
Olanlar:
Tevrat'ta da
nikâhlanması yasak olan kadınlara geniş yer verilmiş ve konuya şu cümleyle
başlanmıştır:
«Sizden hiç biri yakın
akrabasından birine -onun çıplaklığını açmak için- yaklaşmıyacaktır.»
Kur'ân'da isimleri
belirtilen yakınların hemen çoğu Tevrat'ta da belirtilmiştir. Ancak süt analık
ve süt kardeşlik konusuna temas edilmemiştir. Kur'ân Tevrat'taki bazı
hükümleri değiştirmekte, değiştirilen kısımları tashîh edip yeni bir takım
hükümler getirmektedir. [113]
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan âyetlerle yakın hısımlardan kimlerle evlenmenin haram kılındığı
açıklandı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu konuda geniş açıklamada bulunmuş
ve âyette işaret edilen hususları yeterince belirtmiştir.
Yakın akrabayla
evlenmenin dinî sakıncaları olduğu gibi, ilmî sakıncaları da tesbit
edilmiştir. Birçok hastalıkların, sakatlıkların irsî olduğu artık
bilinmektedir: Şeker, göğüs kanseri, kan dinmezliği, damar sertliği, romatizma
bu cümledendir. Bundan başka çeşitli anormalliklerin genler vasıtasıyla irsî
yapıdan ileri geldiği bilinmektedir. Akrabalık ne kadar yakın olur, bu hususta
ailede yakın akrabayla evlenme ne kadar çok ve sık tekrarlanırsa, çocukların o
nisbette anormal doğma ihtimalinin arttığı görülmektedir.
Bunun için semavî
kitapların hemen hepsinde yakın akraba ile evlenmek yasaklanmıştır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin de Kur'ân'da belirtilen yakın akrabayla evlenmediği, sahih
rivayetlerle sabit olmuştur.
Çünkü irsî kusur ve
meziyetlerin yalnız baba ve anadan değil, ikinci, üçüncü, beşinci., babadan
genler vasıtasıyla geldiği kesinlik kazanmıştır. Annenin yumurtasında 23 tane
kromozom vardır. Aynı şekilde babanın sperminde de 23 tane kromozom bulunur.
İlkah anında yumurta ve spermden gelen kromozomlar birleşir, 46 kromozom
meydana gelir. Kromozomlar çocuğun irsiyet unsurlarını ve özelliklerini tayin
eden ünitelerdir. Çocuk, bedenindeki her hücre için anneden bir, babadan da
bir kromozom alır. [114]
Konumuzu oluşturan
âyette isimleri geçenler dışında kalan akraba ile evlenmek dinen
yasaklanmamıştır. Ancak haber-i vahit (tek râvinin rivayet ettiği hadîs) ile
bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Tarafımdan tercüme edilen TERBİYETÜ'L-EVLÂD
Fİ'L-İSLÂM adlı iki ciltlik Dr. Abdullah Nâsıh ULVAN'ın eserinin birinci
cildinde sözünü ettiğimiz konu şöyle açıklanmıştır :
— Soysuz, şerefsiz,
inançsız ve ahlâksız bir ailede yetişen kızlardan sakınmamız şu hadîsle
emredilmiştir: «Hadrâ-i dimen'den sakının!» Bunun üzerine soruldu: «Hadrâ-i
dimen nedir, ey Allah'ın Resulü!?» Cevap verdi: «Çöplükte yetişen güzel
kadın...» [115]
Diğer iki hadîste de
şöyle buyurulmuştur:
«Nutfeleriniz için
araştırıp seçin (uygun ve denk olacak nezih kadınlar bulmaya çalışın). Çünkü
kadınlar, erkek ve kız kardeşlerine benzer çocuklar doğururlar.» [116]
«İyi, düzenli,
elverişli bir nahiyede (yetişen kadınlarla) evlenin. Çünkü soy ve kan çok
hilekâr ve aldatıcıdır.» [117]
Bütün bu hadîsler
haber-i vahit ile rivayet edilmiştir; çoğu zayıf sayılsa da hepsi biraraya
gelince hasen durumunu alır. O halde hadîslerin tamamı evlenmeğe rağbet eden
kimseyi, iyi, düzenli, elverişli evde ve konakta yetişip gelişen kadınlarla
evlenmeğe teşvîk etmekte; şeref, asalet ve faziletle tanınan köklü bir evde
yetişen şerefli, soylu bir nutfeden süzülen, soylu, temiz atalardan meydana
gelen kızlarla evlenmeyi tavsiye buyurmaktadır.Evlenirken yabancı kadını
seçmek
Kadını eş olarak
seçerken bu hususta İslâm'ın hikmete yönelik önerilerinden biri de, yabancı
kadını, hısım sayılan kadınlara tercîh etmektir. Bu da çocuğun yetenekli ve
necip doğmasına yönelik bir arzudur. Aynı zamanda çocuğun irsî hastalık ve
kusurlardan selâmette kalması ve aile çemberinin geniş tutulması, sosyal
ilişkilerin daha sağlam ve gelişkin olması için bir önlemdir.
Bu doğrultuda
gerçekleşen evlilik, doğan çocuğun fiziksel yapısında da güç ve kuvvet artırır;
daha iyi gelişmesine, sağlam temel üzerinde kudret kazanmasına yardımcı olur.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin hısım ve akraba ile evlenmekten sakınmayı tavsiye buyurması, hiç
de şaşılacak şey değil. O'nun bütün emir ve tavsiyeleri ilme ışık tutmakta, ana
fikir olmaktadır. Şüphesiz ki, bu tavsiye, çocuğun cılız, geri zekâlı olmasını
önlemeye, anne-babadaki kusurun, bilhassa evlilikten meydana gelen kusurun çocuğa
intikal edip onu bön yapmasına engel teşkil etmeye yöneliktir.
Kısacası, irsî
kusurlar, yani atalardan gelen, vereset yoluyla intikal eden kusurlardan uzak
tutmayı amaçlamaktadır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in bu konudaki uyarılarnıdan ve ümmetini sözü edilen evlilikten
sakındırmaya yönelik tavsiyelerinden biri şöyledir:
«Yakın hısımlarla
evlenmeyin; çünkü bu durumda çocuk zayıf ve geri zekâlı doğar.»
Âyet ve hadîslerin
açık delâletinden, sütanne ve sütkardeşlerle evlenmenin haram olduğu
anlaşılıyor. Müctehit imamların da bu mesele hakkındaki görüş ve içtihatları
farklı olmakla beraber tahrîmde birleşmektedirler.
Önce şunu belirtelim
ki, bu tahrîm, anneye ve sütüne karşı üstün saygıyı ifade eder. Süt, emen ile
emziren arasında ruha dayalı sevgi bağları-
nı hazırlar. Bir
bakıma annelik evlatlık duygusunu doğurur. O halde kişinin, sütünü emdiği
kadınla veya onun çocuklarıyla evlenmesi, hem bu sevgi ve saygıya, hem de ruhun
derinliğine inen duygusal bağa ters düşer.
Anne sütünde bebeği
besliyecek yeterli maddeler bulunduğu gibi karakter ve ruhî yapısında da
tesirini gösterecek bazı özelliklerin bulunduğunu daha çok tasavvuf erbabı
keşif ve müşahedeye dayanarak belirtmişlerdir. Bilindiği gibi ana sütü sadece
bir besin maddesi olarak kalmıyor, aynı zamanda bulaşıcı hastalık mikroplarına
karşı direnme gücü ve-riypr. Bunların ötesinde daha ne gibi yarar ve tesirleri
var, bilemiyoruz. İslâm'ın süt anne ve süt kardeşlerle evlenmeyi haram
kılmasında belirtilen nedenlerden başka bir takım hikmetleri daha vardır.
İleride ciddi şekildeki bilimsel çalışmalar ve araştırmalar bazı gerçekleri
ortaya çıkarabilir.Allah daha iyisini bilir. [119]
«Evli kadınlarla
evlenmeniz de haram kılınmıştır. Elinizde bulunan (evli harp esirleri)
cariyeler müstesna..»
Âyetin açık
delâletinden, savaşta esir edilen evli kadınlarla evlenmenin helâl olduğu,
esir düşmekle boşanmış sayıldığı, gayrimüslim Olan kocasıyla bağlarının koptuğu
anlaşılıyor, Ancak fıkıhçılar (İslâm hukukçuları )bu âyetin yorumunda farklı
görüşler ortaya koymuşlardır:
a) İbn
Abbas, Ebû Kılâbe, İbn Zeyd, Mekhûl, Zührî ve Ebû Saîd el-Hudriy'e göre
âyetteki «muhsanat» tabirinden murat, evli olan harp esirleri kadınlardır.
Bunların savaşta esir edilmedikleri takdirde nikâhları iki yönden haramdır:
Biri evli bulundukları, diğeri müşrike (Allah'a ortak koşan) oldukları için.
Esir edildikleri takdirde hangi mücahidin hissesine isabet ederse, ona nikâh
yoluyla helâl olur. Tabii aradan bir ayhâlinin geçmesi gerekir.
İmam Şafiî'nin de
içtihadı bu anlam ve hükümdedir. Ashab ve Tabiînden ismi geçen bu zatların
delili ise Ebu Sald el-Hudrî'nin rivayet ettiği şu mealdeki hadîstir:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Hunayn savaşında bir bölük askeri HE-VAZİN bölgesindeki EVTAS'a
göndermişti. Bunlar düşman ile
karşılaşıp savaşmışlar, üstünlük sağlayarak düşmanı mağlûp etmişler ve bu arada
hayli ganimet elde etmişlerdi. Ganimetler arasında evli kadınlar da bulunuyordu.
Ashab-ı Kiram, bu kadınların evli bulunmalarını dikkate alarak kendilerine
helâl olmadıklarına hükmetmişlerdi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet, buna ruhsat
verildiğini belirtir mahiyette indi.»
Az yukarıda
belirttiğimiz gibi, sözü edilen kadınlarla evlenebilmek için iddetin (şer'î
bekleme süresi) bitmesini beklemek gerek. Bu bir bakıma kadına karşı daha
saygılı davranmayı ve bir de neslin dejenere olmamasını amaçlar. Hâmile olup
hamli henüz kesin belli olmayan bir kadınla hemen evlenildiğinde doğacak olan
çocuğun kime ait olduğu bilinmez.
İmam Kurtubî'ye göre,
âyet bu konuda çok açıktır. Yoruma bile lüzum yoktur. İmam Mâlik, İmam Ebû
Hanîfe, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam Ebû Sevr de aynı görüş ve içtihatta
bulunmuşlardır. Ancak bu durumda olan kadınların şer'î bekleme süresi ne
kadardır? Müctehit imamların, Ashab-ı Kirâm'dan yapılan rivayetlere dayanarak
tesbitleri biraz farklıdır:
* Ebu Said el-Hudrî'nin rivayetinden bunun bir
ayhali görmesiyle sona ereceği şöyle belirtiliyor: «Esir edilen evli
kadınlardan gebe olanlarla doğum yapıncaya, gebe olmayanlarla ayhali görünceye
kadar evlenip cinsel yaklaşmada bulunmayın..»
* Hasan bin Salih'e göre, bunların şer'î
bekleme süresi, cariyelerde olduğu gibi iki ayhali görmeleridir. İmam Ebû
Hanîfe ile İmam Sevrî de aynı görüştedirler.
* İmam Mâlik'e göre, birincilerin görüş ve
tesbiti daha sıhhatlidir.
b) Abdullah bin Mes'ud, Saîd bin Müseyyeb,
el-Hasen bin Ebî Hasen, Ubey bin Kâ'b, Câbir bin Abdullah'a göre, Muhsenat'tan murat, evli cariyelerdir. Onların
başkasına satılmaları, boşanmaları anlamınadır. O halde evli olan câriye
satıldığı takdirde boşanmış sayılır ve satın alan onunla evlenebilir. Tabii
yine şer'î bekleme süresi sona erinceye kadar beklenilir.
c) Evli olan müslim ve gayrimüslim kadınlar
kasdediliyor. Hz. Ali'ye (R.A.) göre, bundan maksat, sadece evli olan müşrike
kadınlardır,
d) Yine MUHSANAT'tan murat, evli olsun, bekâr
olsun namuslu her kadın demektir. Böyle olan kadınlarla ancak şartlar elverişli
olduğu takdirde sahih bir akitle evlenmek caizdir.
Konumuzu oluşturan
âyetin zahirini bütün bu yorum
ve mânalara hamletmek mümkün.
Ancak ne var ki, sahih rivayetleri de dikkâte aldığı-
mızda. birincilerin
yorum ve içtihadının daha sahih olduğu ortaya çıkar. Nitekim müfessirlerin çoğu
da bu mâna ve hüküm üzerinde durmuşlardır. [120]
«Onlardan hangisinden
yararlandımzsa, mehrini takdir edildiği şekilde verin..»
Âyette, mut'a nikâhına
delâlet eden «istimta1» masdarından alınma «İstemta'tüm» fiili kullanılmıştır,
İstimta', telezzüz etmek, yararlanmak, demektir, «ucûr» kelimesi ise «ecr»in çoğuludur, ücretler demektir.
Ne var ki İslâm
hukukçuları, müctehit imamlar ve büyük müfessirle-rimiz bu âyeti sözlük
manasıyla tefsir etmeyip, konuyla ilgili diğer âyetleri ve rivayet edilen sahih
hadîsleri de dikkâte alarak daha geniş ve fakat farklı içtihatta
bulunmuşlardır. Biz önce bu görüş ve içtihatların özetini vermeyi, sonra da
meseleyi sonuca bağlamayı uygun gördük:
1— el-Hasen ve Mücâhid'e göre, kadınlardan sahih nikâhla yararlandığınız takdirde onların
mehirlerini veriniz. Nikahlandıktan sonra bir defa olsun cinsel yaklaşmada
veya Hanefîlere göre sahih bir halvette bulunan koca,
karısına belirlenen, belirlenmediği takdirde
emsaline uygun mehir vermekle
yükümlüdür.
Bu görüşe göre, âyet,
MUT'A NİKAHIYLA ilgili değildir.
2— İbn Huveyz-Mendad'a göre de âyeti mut'a
nikâhının caiz olduğuna hamletmek doğru değildir. Çünkü Resülüllah (A.S.)
Efendimiz mut'a nikâhını yasaklayıp haram kılmıştır. Hem Kur'ân'da+ = Sahiplerinin izniyle kendinize
nikahlayın.[121] buyuruimuştur. Bu bir
bakıma yukarıdaki âyeti açıklar mahiyettedir. «Sahipleri..» diye terce-me
ettiğimiz «ehil»den maksat, veli ve iki de şahitle yerine getirilecek şer'î
nikâhtır. Mut'a Nikâhı ise bu ölçü ve anlamda değildir.
Bu görüş daha çok
birinci görüşü destekler muhtevadadır.
3— Cumhura
göre bu, İslâm'ın ilk yıllarında caiz olan veya savaş nedeniyle ruhsat verilen
Mut'a Nikâhına delâlet eder. Şartlar değişince bu hüküm kaldırılmıştır. Nitekim
İbn Abbas, Ubey ve İbn Cübeyr bu âyeti :
şeklinde okumuşlardır. [122]
4__ Tabiînden
Saîd bin Müseyyeb'e göre, âyet, mut'a nikahıyla ilgilidir; ancak miras
âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Çünkü mut'a nikâhında miras hükmü câri değildir.
5__ Hz. Âişe ve Kasım bin Muhammed'e göre, mut'â
nikâhı şu âyetle yasaklanıp haram kılınmıştır:
Bu bakımdan mut'a ne
sahih bir nikâhtır, ne de elin sahip olduğu bir mülktür, (cariye anlamına olan
mülk). Nitekim Dârekutnî, Hz. Peygamber (A.S.)in mut'a nikâhını haram kıldığına
dair Hz. Ali'den (R.A.) sahih rivâ-yetier yapmıştır. Hazreti Ali (R.A.) bu
konuda diyor ki: «Ramazan orucu diğer bütün oruçları; zekât diğer bütün
sadakaları; talâk, iddet ve miras hukuku mut'ayi; kurban diğer boğazlamaları
neshetmiş, hükmünü kaldırmıştır.»
6— İbn
Mes'ud (R.A.) da, talâk, iddet ve miras hukukuyla mut'a nikâhının hükmü
tamamen kaldırılmıştır, diyor. [124]
* Sahih-i Müslim'de
Hz. Abdullah'tan yapılan rivayete göre, deniliyor ki: «Biz, Resülüllah (A.S.)
Efendimizle birlikte savaşırken evimizden ayrı düştük ve bu yüzden Peygambere :
«Ya Resûleltah! kendimizi iğdiş yapalım mı?» diye sorduğumuzda bizi böyle bir
şey yapmaktan men'etti ve dul kadınlarla bir elbise karşılığında muvakkat nikâh
yapmamıza ruhsat verdi.»
Ebu Hatim el-Büstî'nin
de dediği gibi, ashabın bu sorusundan mut'a'-nın önceleri meşru ve mubah
olmadığı anlaşılıyor. Yine ciddi tesbitlere göre, verilen bu ruhsat Hayber
savaşında kaldırılıyor. Sonra fetih yılında (yani Mekke'nin fethinde) tekrar
ruhsat verildiği ve üç gün sonra, bir rivayete göre üç saat sonra ruhsatın
kaldırıldığı, kıyamete kadar haram kılındığı naklediliyor.
ilim adamlarımız bu
rivayeti pek sıhhatli bulmamışlar. Üzerinde hayli farklı tesbit ve görüşlere
yer verilmiş ve tartışma konusu olmuştur. Allah daha iyisini bilir.
Tartışma konusu olan,
Hayber savaşında kaldırıldığı rivayeti değil, Mekke'nin fethinde buna tekrar
ruhsat verildiğine dair olan rivayettir. [125]
* İbn Arabî diyor ki: mut'a nikâhı, şeriatın
garip hükümlerinden biridir. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında mubah kılınmış,
Hayber'in fethinde haram kılınmış ve Evtas savaşında tekrar mubah kılınmış ve
ondan sonra tekrar haram kılınmıştır. Kıble meselesi hariç bunun bir benzeri
ikinci bir mesele yoktur.
Burada, Evtas olayının
Hayber'den önce mi, sonra mı meydana geldiği de bir araştırma konusudur. [126]
* El-Ekva'a göre, mut'a nikâhı Evtas olayında
mubah kılınmış, Hayber'in fethinde ise haram kılınmıştır. Bundan sonra artık
mubah kılındığını belirten sahih bir rivayet mevcut değildir.
el-Ekva'ın
tesbitinden, Evtas olayının Hayber'den önce meydana geldiği anlaşılıyor ki
sahih olan da budur.
* Rabi' bin Sebre'ye göre, Mekke fethinde
tekrar mubah kılınmıştır. Ne var ki bu rivayet pek muteber sayılmamıştır.
* Ebû Davud'un Musannef'inde, Rabi' bin
Sebre'den yapılan rivayete göre, mut'a nikâhı, son olarak Haccetü'l-Vedâ'da
yasaklanmıştır. Ebu Dâ-vud diyor ki,«bu konuda en sahih rivayet budur..»
İlim adamlarımız,
ciddi araştırmacılarımız, bu rivayetin de pek muteber olmadığını ortaya
koymuşlardır. Çünkü Haccetü'l-Vedâ'da ashabın çoğunun karısı yanında
bulunuyordu. O ana kadar buna ruhsat verildiğini belgeliyen hiçbir rivayet
mevcut değildir. Ancak Haccetü'l-Vedâ'da bunun haram olduğunun bir kez daha
duyurulmasında yarar görülmüş, olabilir.
* Amr'ın
el-Hasen'den yaptığı
rivayette ise, şöyle
deniliyor: Mut'a ancak üç kez mubah
kılınmıştır. En son Umre-i Kaza'da mubah kılındığı ve ondan sonra artık
yasaklandığı sanılmaktadır.
* Ebu Cafer et-Tahaviy'e göre : Mut'a
konusunda Hazreti Peygamberden yapılan bütün rivayetler seferde
bulunduğu zamanlara raslar. Seferde buna ruhsat verildiği gibi, yine seferde
yasaklanmıştır. Haccetü'l-Vedâ'da mubah kılındığını iddia edenlerin rivayeti
ise, bu konudaki rivayetlerin hepsinin dışında kalır. Çünkü Veda' Haccında
çoğunun karısı yanında bulunuyordu. Ashabın orada bekârlıktan şikâyet etmesi
ise hiç düşünülemez. Bilâkis bunun haram olduğu Haccetü'l-Vedâ'da bir defa
daha ilân edilmiştir. Çünkü Mekke'de bu âdet yaygındı. [127]
* el-Esca'ın Ammar Mevlâ Şerîd'den yaptığı rivayete göre, Ammar diyor ki : İbn Abbas'a
sordum :
__ Mut'a zina mıdır,
yoksa nikâh mıdır?
Cevap verdi:
— Ne zinadır, ne de nikâh...
— Peki nedir? dedim,
— O, Allah'ın buyurduğu gibidir, dedi.
— Mut'adan dolayı iddet gerekir mi? diye
sordum.
— Evet, bir ayhali, diye cevap verdi,
— Mut'a ile evlenen çiftler birbirine vâris
olur mu? diye sorduğumda ise, dedi ki:
— Hayır...
* Ebu Amr de diyor ki : Önce gelen âlimlerle,
sonra gelen âlimlerden hiçbiri mut'a'nın belli bir süre ile nikâh olduğunda ve
bu anlamda evlenen çiftlerin birbirine vâris olmayacağında farklı görüş ortaya
koymamıştır.
* İbn. Atiyye diyor ki: Mut'a nikâhı, adamın
kadınla iki şahit huzurunda ve velisinin izniyle belli bir süre için
evlenmesidir. Ancak aralarında miras hükmü câri değildir. Süre sona erince
kadın artık boşanmış kabul edilir ve birbirine haram sayılır. [128]
Nuhas bu konuda şöyle
bir tarifte bulunmuştur: Mut'a : erkeğin kadına, «seninle bir gün için
evleniyorum, sana iddet gerekmez, aramızda miras ve talâk da söz konusu
değildir. Buna şahitlik edecek kimseye de ihtiyaç yoktur.» demesi ve kadının da
bunu böyle kabul etmesidir.
Bu doğrudan zinadır.
İslâm hiçbir zaman bunu mubah kılmamiştır. Onun için Hz. Ömer (R.A.) : «Bana
mut'ayla evlenmiş bir adam getirilmiye görsün mutlaka onu taşla ezip belirsiz
hale getiririm!» demiştir. [129]
Bütün bu rivayet ve tesbitlerden çıkaracağımız sonuç şudur:
«Mut'a nikâhına
İslâm'ın ilk yıllarında bilhassa savaş günlerinde ruhsat verilmiş, sonra
Hayber'in fethinde yasaklanmıştır. Bunun dışındaki rivayetlerin, görüş ve
tariflerin çoğu sıhhatli değildir, aynı zamanda haber-i vahitle rivayet
edildiği için de hükme medar sayılmamıştır. İslâm savaş günlerinde bu hususta
iki zarardan en hafifini seçip geçici bir ruhsat tanımıştır, hepsi o kadar.
Veda' haccında da bunun haram kılındığının bir daha açıklanması, her türlü
şüphe ve ihtimalleri kaldıracak anlamdadır.»
Tekrar edelim ki bu
konuda en sahih ve hükme medar rivayet Hz. Ali (R.A.)den yapılanıdır:
«Peygamber (A.S.) Efendimiz Hayber gününde hem mut'a nikâhını, hem
de ehli eşek etini yasakladı.» [130]
Evlenme hususunda
hangi kadınları nikahlamanın helâl, hangilerinin haram olduğu kısmen
belirtildikten sonra, hür mü'mine kadınları nikâhla-maya maddî yönden gücü
yetmiyen kimseler, zinaya sapmaktan endişe ederlerse, o takdirde namuslu
mü'mine cariyelerle, sahiplerinin iznini alarak evlenmelerinde bir sakınca
olmadığı belirtiliyor. [131]
25— Sizden
kim iffetli hür mü'mine kadınlarla evlenecek güce sahip değilse, ellerinizde
bulunan mü'mine cariyelerinizden (alıp evlensin). Allah imânınızı daha iyi
bilendir. Kiminiz kiminizdensiniz, (aynı soydan gelmesiniz). O halde fuhuşta
bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu iffetli olanlarını sahiplerinin
izniyle kendinize nikahlayın; mehirlerinî de örfe uygun biçimde verin. Bu
evlilikten sonra fuhşa saparlar (zina eder-Ier)se, o takdirde cezaları, hür
kadınlar hakkında konan cezanın yarısıdır. (Cariyeyle evlenmenize izin
verilmesi) sizden günah sıkıntısına (zinaya) düşmekten korkanlar içindir.
Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
«Herhangi bir köle
efendisinin iznini almaksızın evlenirse, o zâni-dir.» [132]
«Kadın kadını
evlendirmesin, kadın kendi kendini de evlendirmesin. Çünkü zâniye, kendi
kendini evlendiren kadındır.» [133]
«Sizden birinizin
cariyesi zina ettiğinde, bu ortaya çıkıp kesinleşirse, ona had tatbik edin ve
kendisini ayıplamayın. İkinci defa zina ederse, yine had cezası tatbik edin ve
kınayıp ayıplamayın. Üçüncü kez zina ederse, artık onu kıldan ma'mul bir urgan
karşılığında bile olsa satsın!.» [134]
«Ey gençler topluluğu!
sizden kim evlenip (karısının mehir ve nafakasını karşılamaya) güç getirirse,
evlensin. Çünkü evlenmek gözün daha çok (haramdan) sakınmasını, namus ve
iffetin daha çok korunmasını sağlar. Buna güç getiremiyene oruç tutmak
gerekir. Çünkü oruç onun için bir nevi iğdişliktir.» [135]
«Sizden kim iffetli
hür mü'mine kadınlarla evlenecek güce sahip değilse...»
Kur'ân-ı Kerîm, neslin
devamı, fuhşun önlenmesi, düzenli bir aile hayatının kurulması için meşru'
yoldan evlenmeyi emretmiş bunu kuvvetli sünnet saymıştır. Maddî ve manevî güç
ve imkânı bulunduğu halde evlen-meyip bekâr olarak ölenleri Hz. Peygamber
(A.S.) kınamış, onları ölülerin en rezili diye vasıflandırmıştır. Ancak
kurulacak yeni yuvanın zarurî ihtiyaçlarını karşılayacak malî imkânların
bulunmasına özellikle parmak basmış ve bu sünneti malî imkânla kayıtlamış,
böyle bir imkâna sahip olmayanların sabretmesini tavsiye ederek kendileri
lehine daha hayırlı sonuçvereceğini belirtmiştir. Hür iffetli mü'mine bir
kadını sıkıntıya sokup qün ayrı bir huzursuzluk çıkmasına neden olmaktansa,
bekâr yaşamak daha hayırlıdır. Cariyelerin henüz yer yer kendini hissettirdiği
İslâm topluluklarında ise, ikinci çare olarak zinaya sapmamak için onlarla
evlenil-mesine cevaz verilmiştir. Bu da gelişi güzel değil, sahibinden izin
alıp mehrini ödemek şartıyla mümkün olacağına bilhassa temas edilmiştir. Nikahlanan
kadın cariye de olsa, onun kadınlık ve annelik vekarına saygılı olmamız,
ticarî bir meta' muamelesinden uzak, insanlığımıza yakışır ölçü ve anlamda bir
evliliğe kapı açmamız gerekir. İşte Kur'ân bu hususa açık işarette bulunup
mü'minleri uyarıyor. Ayrıca kendini zinadan koruyabilen bir bekâr mü'minin,
câriye de olsa, bir kadını sırf şehvetini teskin etmek için sıkıntıya
sokmasının da pek uygun olmayacağına dikkatleri çekip evlenmemenin daha
hayırlı olacağını haber veriyor.
Bu, bir bakıma kadına
ve dolayısıyla insan unsuruna gösterilen saygının ve ona tanınan hakların bir
belirtisidir, Böylece mü'min cariyelerin de rasgele alınmaması tenbih edilmiş
oluyor.
Kur'ân bir yandan
toplum yapısındaki bu zayıf unsurları koruyup insanî haklarının yok yere çiğnenmesine
kapıları kaparken, onları da tamamen başıboş bırakmıyor; yani yarı hürriyet
sınırları içinde sınırsız bir hürriyet tanımıyor; fuhşa sapacak olurlarsa, hür
kadınlara uygulanan cezanın yarısının onlara uygulanmasını emrediyor. Çünkü
hürriyeti yarıyarıya elinden alınmış bir insana verilecek bu kabil cezanın da
ona göre tutulması adaletin gereği değil midir? Böylece bu konuda ceza
hürriyetle orantılı oluyor. [136]
«Allah imânınızı daha
iyi bilendir. Kiminiz kiminizdensiniz..»
Renk, ırk, dil ve
bölge farkı gözetmiyen Kur'ân, insana değer sunarken daha cok onun imân ve
takva (Allah'tan saygı dolu bir kalble korkup Kötülüklerden sakınmajsına bakar.
Kölelik, esirlik ve cariyelik, zenginlik ve fakirlik gibi sıfatların ve durumların
arızî olduğuna dikkatleri çeker, bun-
an h|Cbir|nin değer
ölçüsü olmadığını hatırlatır. Bütün insanların tek soydan geldiğini, hakiki
üstünlüğün imân, takva ve faziletle vücut bula-»leceğini vurgular. Ancak Kur'ân
bir yandan da insanın evlilik gibi konularda sosyal, ekonomik ve kültürel
yapısını ihmal etmez. Geçimini zor sağlayabilen bir erkeğin bolluk içinde doğup
büyüyen hür mü'mine bir kadınla evlenmesini pek uygun görmez. Çünkü bu durumda
olan çiftlerin mutlu bir yuva kurması çok zor, hattâ bazen imkânsızdır. Ama
hayatı çileyle dolu olup kıt kanaat geçinmesini bilen bir mü'mine câriye ile
evlenmeye engel olmaz. Bununla beraber cariyeyi de sıkıntıya sokmak ihtimal
dahilindeyse adamın evlenmeyip bekâr kalmasının hayırlı olacağını ve şehvetini
teskin için oruç tutmasını tavsiye eder.
Bütün bu kayıt ve
rivayetlerden anlıyoruz ki, İslâm kadının mehri hususunda bir sınırlama
yapmamış, bunu daha çok örfe, kadının sosyal ve aile durumuna uyum sağlayacak
bir anlayış ve ölçüye bırakmıştır. [137]
«O halde fuhuşta bulunmayan,
gizli dost edinmeyen namuslu, iffetli olanlarını......»
İslâm, iffet ve namus
cevherini hür mü'mine kadınlarda aradığı gibi, cariyelerde de arar ve ancak bu
cevhere dosdoğru sahip bulunan kadınlar ev hanımı olmaya lâyıktırlar, der.
Peki ama dinimiz iffet ve namus cevherini yalnız kadınlarda mı arar, yoksa
erkeklerde de aynı cevherin bulunmasını ön görür mü? Kur'ân'da ciddi bir
araştırma yapıldığı ve ilgili hadîslerle birleştirildiği takdirde aynı sıfatın
erkeklerde de arandığını görürüz. Nisa sûresi 24. âyette, «(İşte bütün bunlar)
Allah'ın size farz kıldığı yazılı hükümlerdir; bunlardan başkasını,
namuslu-iffetli olup, zinadan kaçınarak mallarınızla (mehir verip) istemeniz
sîze helâl kılınmıştır.» buyu-rulurken bilhassa evlenecek erkeklerin de namuslu
iffetli olup zinadan kaçınan kimseler olması belirtiliyor. Aynı husus Maide
sûresi 5. âyetle de açıklanarak konuya ağırlık kazandırılmıştır. [138]
İmam Mâlik'e göre, bir
mü'minin maddî ve manevî güç ve imkânı bulunduğu halde hür mü'mine kadınla
evlenmeyip bir mü'mine cariye ile evlenirse, onları ayırmak gerekir. (Bu yetki
hâkime verilmiştir).
* İmam Ebû Yusuf'a
göre, hür iffetli mü'mine bir kadınla evli bulunan kimsenin cariye ile
evlenmesi caiz değildir. Çünkü âyette geçen TAVL tabiri ona göre, «hür kadın»
demektir.
* Süfyan Sevrî, Katade, Atâ' ve Nahai'ye göre,
TAVL tabiri, sabırlı, Yâdeli ve dayanıklı olmak demektir. O halde bir cariyeye
gönül verip başkasıyla evlenmeyi düşünmeyen erkek, malî gücü yerinde de olsa
zinaya sapmamak için onunla evlenebilir.
* İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hür iffetli mü'mine
bir kadınla evli bulunmayan kişi zengin bile olsa, Allah onun cariye veya
Hıristiyan bir kadınla evlenmesine vüs'at tanımıştır. İsterse evlenebilir.
Tabiinden Mücahit'ten
de bu anlam ve hükümde rivayet yapılmıştır. Nitekim Süfyan Sevrî'nin İbn Ebî
Leylâ'dan, onun da Minhal'dan, onun da Ubbad bin Abdillah'tan yaptığı rivayette
Hz. Ali (R.A.)nin şöyle dediği tes-bit edilmiştir: «Câriye üzerine hür kadın
nikâhlanırsa, iki gün hürre, bir gün cariyeye tahsis edilir.»
* İmam Şafiî'ye göre, câriye ile evlenmek şu
iki şarta bağlanmıştır: Malî güçsüzlük ve bu yüzden zinaya sapma endişesi.. [139]
TAVL veya TUL tabiri
üzerinde farklı yorumlar ve değişik tahliller yapılmıştır :
a) TAVL
okunduğunda, refah ve
zenginlik demektir. Falan
adam TAVL sahibidir, yani malî güce sahiptir, demektir.
b) TUL okunduğunda, uzunluk anlamına gelir,
kısanın karşıtıdır. Bundan maksat, mehir verecek kudrette olmaktır.
c) Evlenmeyi kolaylaştıran her türlü maddî ve
manevî güç demektir.
d) Satışı ve icare verilmesi mümkün olan her
şeye TAVL denilir. [140]
Hür kadınlarla
cariyelerin nikâh ahkâmı belirtildikten ve onların bazı haklarına yer
verildikten sonra aşağıdaki âyetlerle sözü edilen hükümlerin sebep ve
illetlerine temas ediliyor; toplumun sağlam temellere oturtulmasının, aile
yuvasının meşru sınırlar içinde varlığını koruyabilmesinin önemine işaretle
bunu tahrip etmek isteyenlerin her devirde bulunabileceğine dikkatler
çekiliyor. [141]
26— Allah size (dinî hükümleri ve hükümlerin
bağlı bulunduğu ahlâki ölçüleri) açıklamak, sizden öncekilerin yollarını
(örnekleriyle sergileyip) göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah
bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.
27— (Öyle
ya) Allah tevbelerinizi kabul
etmek ister. Şehvetlerine uyup gidenler ise, sizin( doğru
yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.
28— Allah sizden (ağır sorumlulukları, taşınması
zor yükleri) hafifletmek ister. İnsan oldukça zayıf (iradeli) yaratılmıştır.
«Dinin (ve
dindarlığın) Allah katında en sevimlisi, bâtıldan uzak hakka yönelik koskolay
olanıdır.» [142]
«Ben, bâtıldan uzak
hakka yönelik koskolay bir dinle gönderildim.» [143]
Gerçi insan, zekâsıyla, aklıyla ve bir takım yetenekleriyle hakikati bulmaya, bulup kavramaya çalışır,
ama bu hep sınırlıdır. Objektifleşme gayretimizin durmadan aklımızı harekete
geçirmesi, eşyayı daha iyi anlamamıza yardım eder. Ne var ki hakikat bunun çok
ötesindedir. Aklın ve zekânın hududunu aşar. Bunun için Hazreti Peygamber
(A.S.) ; «Allahım! Eşyanın hakikatini olduğu gibi bana göster..» diye duâ
etmiştir. [144]
O'nun gibi. Bir olan,
öncesiz ve sonrasız bulunan Allah'ı, O'na kulluk görevimizin hikmet ve
manasını, bunun ölçü ve biçimini, âhireti ve ilgili hakikatleri, kabir âlemini
aklımızla çözüp anlamamız mümkün değildir. Çünkü aklın sınırı ve ilgilendiği
şey, fizik âlemidir. Bunlar ise daha çok metafizikle ilgilidir.
İşte konumuzu
oluşturan 26. âyetle bu hususa temas edilerek, «Allah size (dinî hükümleri ve
hükümlerin bağlı bulunduğu ahlâkî ölçüleri) açıklamak ister..» buyurulmuştur.
Bu bakımdan «Dinsiz akıl kör, akılsız din topaldır..» diyenler
yanılmamışlardır. İşte peygamber ve kitap gönderilmesinin sebeplerinden bir
kısmı bunlardır; yani aklın sözü edilen hususlarda mutlaka vahye ihtiyacı
vardır. [145]
(Allan size açıklamak,
sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister.»
Aynı kaynaktan süzülüp
gelen hak dinler arasında ortaklaşa noktalar mevcuttur. Toplumun selâmeti,
ailenin saadeti ve devamlılığı için kutsal kitaplarda yer alan hükümler ve
tavsiyeler arasındaki yakınlık, benzerlik ve derece derece daha tekâmül
edilmişlik bize kaynağın aynı olduğunu, aynı amaçlar güdülerek vahiy yoluyla
indirildiğini göstermektedir. Diğer kutsal kitaplarda beşer e I i dokunarak
değiştirilen ilâhî beyân ve belgelerin Kur'ân tarafından tashih edildiğini de
bilmekteyiz. Kur'ân son kitap olma özelliğiyle kendisinden önceki kitap ve
sahifelerin Allah tarafından indirildiğini ve gönderilen her peygamberin hak
olduğunu ilân ederken, kasıtlı ve çok tutucu ellerin tahrif ettiği kutsal kitaplardaki
son din ve son peygamberle ilgili belgelerin çoğu anlaşılmaz hale sokulmuş ve
böylece dinler arasındaki bağlantılar koparılmıştır. Bu yüzden Kur'ân bir-cok
âyetlerle Musa ve İsa Peygamberleri saygı ile anar, onların hak peygamber
olduklarını ilân eder. Ama haham ve papazların bu kitaplar arasında ciddi ve
objektif bir mukayese zahmetine katlanmadıkları, aksine bazı hükümleri
değiştirip, tanınmaz hâle soktukları ve o sebeple de Yahudilerle
Hıristiyanların Hazreti Muhammed'i peygamber, Kur'ân'ı da İlâhî kitap olarak
kabul etmedikleri bilinmektedir.
Allah ise Kur'ân'da
daha önce gelip geçen peygamberlerin yollarını hatırlatarak onlara iman edip
doğru yolda yürüyen mutlu toplulukları örnek veriyor ve böylece dinler
arasında ortaklaşa bağların bulunduğunu bilhassa belirtiyor. [146]
«Şehvetlerine uyup
gidenler ise, sizin (doğru yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.»
Her cağda ve devirde
mide ve uçkuruna bağlı kalıp günlük hayatını bu doğrultuda acımasızca harcayan
donuk ruhlu, tıkanık kalpli, silik vicdanlı, körpe dimağlı nice şehvet
mübtelası kimseler vardır. Bunların dindarlığa, güzel ahlâka, erdemliğe hiç
ama hiç tahammülleri yoktur. Fırsat buldukça bu düzeyde bulunan kişileri alaya
alarak kendilerini aşağılık çukurundan çıkarma görüntüsü vermeye çalışırlar.
Ve yine bu tipler,
içine düştükleribataklığın,ister istemez hayatın tek yolu ve amacı olduğunu,
çevrelerine aşılamak ve yoldaşlarının sayısını artırmak için büyük gayretler
harcarlar. Toplumun posası sayılan bu tipleri ıslâh etmek çok zor, hattâ bazı
bölgelerde imkânsızdır. Meğerki Cenâb-ı Hak hidayet verip inayet buyura...
Yıllar yılı din
adamlarını alay konusu edinen, şiir, roman, hikâye, sinema, tiyatro ve benzeri
sanat dallarıyla dine ve ondan kaynaklanan güzel ahlâka en ağır darbeyi
indirenler de daha çok bunlardır.
Dün peygamberin
karşısına çıkıp onu alaya alan, olmadık yalan ve" iftiraları atan, bir
sürü beyinsiz şirreti onun yakasına salıveren Ebu Cehiller ne ise, bugün
Kur'ân hükümlerini çağdışı ilân edip, onu çöl kanunu diye vasıflandıranlar;
kadının vücut hattını göstermiyen geniş mantoyu gericilik sayıp din ve ahlâk
düşmanlığı kusanlar da odur.
Kur'ân'da mü'minlerin
dikkati bu şehvet mübtelâlarına çekilerek, «Şehvetlerine uyup gidenler ise,
sizin (doğru yoldan) iyice sapmanızı arzu ederler.» cümlesiyle gereken uyarı
yapılmıştır.
Evlenme konusunda
bilhassa bu hususlara parmak basılması çok anlamlıdır. İslâm, kadını şehvetperestlerin ağından ve
ağzından kurtarmayı amaçlarken onun
kadınlık ve annelik gibi iki önemli vasfını bütün vekar ve terbiyesiyle
korumayı planlamış, bunu yıkmak isteyenlerin karakter ve tutumunun portresini
çizmiştir. [147]
«Allah sizden (ağır
sorumlulukları, taşınması zor yükleri) hafifletmek ister..»
Bu konuda Tevrat ile
Kur'ân arasında mukayese yaparak bir kaç misal vermemiz, ilâhî muradı
yansıtmamıza yardımcı olur:
TEVRAT :
«Bir adam kızıyla anasını birlikte alırsa bu alçaklıktır; aranızda alçaklık
olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşte yakılacaklardır.» (Levililer: 10/14),
KUR'ÂN:
«Karılarınızın anaları (size) haram kılınmıştır.» (Nisa: 23). Zina suçu dört şahitle tesbit
edildiği takdirde sadece zina eden erkekle kadın öldürülür, ateşle yakılmaz.
TEVRAT :
«Bir adam bir kız alır da kızın kız olarak bulunmadığını iddia eder ve doğru
çıkarsa, o zaman genç kadını babasının evinin kapısına çıkaracaklar ve şehrin
adamları onu taşla taşlıyacaklar ve ölecek..»
(Tesniye : 22/21).
KUR'ÂN ise, karısının
zina ettiğini iddia eden koca, bu iddiasını gözleriyle fiil halinde görmüş
dört erkek şahitle isbat edemediği takdirde Lİ-AN yapılır ki bu, kadını büyük
bir iftiradan korumakta ve haksız bir iddiaya kurban etmemektedir. Nitekim Nur
sûresi 6-9. âyetlerle konu şöyle" açıklanmıştır: «Kendi eşlerine (zina
suçu isnat edip iftira) atanlar ve kendilerinden başka şahitleri
bulunmayanlardan herbirinin şahitliği, doğrulardan olduğuna dair dört defa
Allah ile (yemin edip) şehadette bulunmasıdır.
Beşinci defa, eğer
yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını söylemesidir.
Kocasının elbette
yalancılardan olduğuna dair kadının dört defa Allah ile yemin edip şehadette
bulunması, Beşinci defa, eğer kocası doğrulardan ise Allah'ın gazabının kendisi
üzerine (inmesini) dilemesi, kadından cezayı savar.»
TEVRAT'ta zina
konusunda evli, bekâr, hür ve câriye farkı gözetilmeksizin hepsinin
öldürülmesi emredilmiştir.
KUR'AN'da ise,
bekârlara yüz değnek vurulması, evlilerin öldürülmesi emredilir. Cariye ve
köleye, hür kişiler hakkında uygulanan cezanın yarısının uygulanması hükme
bağlanır.
Akrabadan kimlerle
evlenmenin haram kılındığında Kur'ân ile Tevrat
birleşir. [148]
Görülüyor ki
Tevrat'taki bazı ağır hükümler Kur'ân'da hafif [eti I m işti r.
Tabii bu misalleri
çoğaltmak mümkün. Sosyal alandaki gelişme, daha medenice yaşama şuurunun
uyanması, ilmî hareketin başlaması, dinî hükümlerin tekâmülünü gerektirmiş ve
böylece en son dinde beşere daha çok kolaylıklar sağlanmıştır.
Beyhakî'nin
«Şa'bü'l-İmân» bölümünde İbn Abbas'ın (R.A.) bu âyetlerle ilgili olarak şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
«Nisa sûresinde sekiz
âyet var ki, bu ümmet için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden
hayırlıdır.» Konumuzu oluşturan üç âyet onlardan üçüdür. [149]
Geçen âyetlerle
yetimlere karşı nasıl davranılacağı, mallarının korunması, rüşde erince
kendilerine şahit huzurunda teslim edilmesi hakkındaki hükümler açıklandıktan;
eline geçen malı harvurup harman savuran sefihlere mal teslim edilmemesi
tavsiye edildikten sonra kadın haklarına geçildi, mehirlerin örfe uygun
verilmesi emredildi. Hür kadınlarla cariyelerin nikah ahkamı ve bunun sebepleri
üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle
buraya kadar anlatılan hükümlerin bir özeti veriliyor. Zulüm ve haksızlıktan
kaçınılması tenbih edilerek insan haklarının zedelenmemesine dikkatler
çekiliyor ve meşru ticarete teşvik ediliyor. [150]
29— Ey imân edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl
sebeplerle yemeyin; ancak karşılıklı rızayla meydana gelen aiım-satım ile
(yemeniz helâldir). Kendi kendinizi (haram yiyip haksızlıkta bulunarak)
öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.
30— Kim de bunu (ilâhî sının) aşarak, haksızlıkta
bulunarak işlerse, onu ateşe ulaştırıp (Cehennem'e) sokacağız. Bu da Allah'a
göre çok kolaydır.
31— Eğer men'edildiğiniz büyük günahlardan
kaçınırsanız, kusurlarınızı örtüp temizleriz ve sizi şerefli bir makama
yerleştiririz.
«Helak edici yedi
şeyden sakının : Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere Allah'ın
haram kıldığı cana kıymak, yetim malı yemek, zina etmek, savaş alanından sırt
çevirip kaçmak ve iffetli, namuslu mü'min
kadınlara zina isnat
etmek..» [151] İbn Mes'ud (R.A.) diyor
ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordum :
— Hangi günah daha büyüktür?
— Allah'a eş-ortak koşman., Halbuki O seni
yaratmıştır. Buyurdu,
— Ondan sonra hangi günah daha büyüktür? Diye
sordum.
— Seninle birlikte(nzkını) yer korkusuyla
çocuğunu öldürmen, diye cevap verdi.
— Ondan sonra hangisi? dedim.
— Komşunun karısıyla zina etmen.. Buyurdu. [152]
«Büyük günahlar:
Allah'a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek adam öldürmek, yalan yere yemin
etmektir.»
«Size büyük günahların
en büyüğünden haber vereyim mi? Allah'a ortak koşmak, ana-babaya karşı
gelmektir.» buyurdu ve sonra dizleri üzerine doğrularak : «Haberiniz olsun,
yalan yere yemin, yalan yere yemin, yalan yere şahitlik...» buyurdu ve bu
cümleyi o kadar tekrarladı ki, «keşke sussa.» diye fısıldaştık. [153]
«Ey imân edenler!
Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin...»
Helâl ve haram sınırları
ilk nazarda insan hürriyetini frenler, nefs ve şehvetle ilgili istekleri
engeller gibi görünür. Gerçek anlamda ise, toplumun hürriyetini korumakta,
insan haklarına el ve dil uzatılmasını önlemekte ve tek kelimeyle beşer ruhuna
yakışanı emretmektedir.
İşte Kur'ân'ın
buyurduğu bâtıl sebepler bu iki sınırla bağlantılı olma-ygn, sağlam akla ve
gelişmiş vicdana ters düşen her türlü hile, yalan, haksızlık ve aşırılıktır.
Bunu yine Kur'ân'ın yüksek beyânı doğrultusunda birkaç misalle açıklayalım :
a) Her kadına
yakışan, meşru' yoldan evlenip annelik gibi kutsal vasfı zedelemeden ayakta
tutmak ve aile yapısında sağlam karakterli evlât yetiştirmektir. Onu bu
çizginin dışına çıkaran her sistem, her eğitim ve anlayış ve davranış haramdır,
bâtıldır.
b) Her
erkeğe uygun olan, başkasının namusuna göz dikmemek kadını kirletip sokağa
atmamak, nesebi meçhul bir neslin meydana gelmesini önlemektir. İşte erkeğin
bu doğrultuda hayatını disipline edip nefsine hâkim olması helâl, bunun aksine
bir yol ve tutum haram ve bâtıldır. İnançlı ve kültür seviyesi yüksek bir
toplumun akıl ve viedanı da bundan başkasını kabul etmez.
ç) «Her hak
bir hizmet karşılığıdır» esasından veya ana fikrinden hareketle enerjisini ve
meveut kapitalini ortaya koyup alıcı ve tüketici lehine kolaylık sağlayarak
mal getirip örfe uygun satış yapmak helâldir. Bunun dışına çıkıp faiz, rüşvet,
irtikâp, zimmet, millet ve devlet malına el uzatmak, fahiş fiatla mal satmak,
ihtiyaç maddelerini piyasadan çekip ihtikâr yapmak haram ve bâtıldır. Yine
kültür seviyesi gelişmiş, aklı kendine rehber edinmiş bir toplumun bundan
başkasını kabul etmesi düşünülebilir mi?
d) Her
kadının, kadın-erkek arasındaki ilgi ve cinsel duygunun ölçü ve anlamını
bilmesi ve bu açıdan hareketle şehveti tahrik edecek söz ve davranışlardan,
giyim ve kuşamdan kaçınması, hem kendi selâmeti, hem aile ve toplum yapısının
sapasağlam ayakta durması, hem de yetişmekte olan nesle örnek olması bakımından
çok gereklidir. Bu ölçü ve sınırı aşması haram ve bâtıldır. Aklı başında,
âhirete inanan ve millî, dinî kültürü alan hangi erkek karısının veya kızının,
kızkardeşinin mahrem yerlerini açıp etini teşhir etmesine, başka erkeklerin
dikkatini kendi üzerine şehevî yoldan çekmesine razı olur? [154]
«Kendi kendinizi (haram
yiyip haksızlıkta bulunarak) öldürmeyin.»
Her millet varlığını
koruyup devam ettirmek zorundadır. Bunun için bilimsel araştırmalara, eğitim
kurumlarına, teknik araştırmalara yönelip hız verdiği kadar aile ve toplumu,
inanç ve ahlâkı en sağlam biçimde korumak, âdet ve geleneklerine bağlı kalmak,
tarihî hasletlerini kuşaktan kuşağa aktarmak gibi hayatî meselelere de eğilmesi
gerektir. Aksi halde tek yönlü kalıp kendini dengesizliğe itmiş olur ki, bunun
sonu bir nevi intihar demektir.
Kur'ân Allah'a inanan
milletlere bu açıdan sesleniyor: «Mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle
yemeyin; ancak karşılıklı rızayla meydana gelen a!ım-satim(la yemeniz
helâldir). Kendi kendinizi (haram yiyip haksızlıkta bulunarak) öldürmeyin.
Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.»
Bunun taşıdığı anlam
ve hüküm gayet açıktır: Ehil kişiler iş başına getirilmediği, fertler ve toplum
kendi haline bırakıldığı gün, helâl ve haram sınırlan birbirine karışır, kötü
niyetli kişilere, arayıp da elde edemedikleri fırsat ve imkânlar verilmiş
olur. Ve işte o zaman her kesimde ve konuda anarşi ve tuğyan başlar, ahlâksız
şirretler sahnede kolgezerken ahlâklı fakat korkak kişiler belirsiz ve silik
hale gelir. Çok geçmeden toplum kendini manevî alanda da katletmiş olur...
Artık ne akıl kalır, ne vicdan, ne ruh kalır, ne de imân... Bozuk bir düzen,
bozuk bir nesil oluşur ve sonueu bütün aileleri perişan eder. [155]
Biri vicdanda, biri
toplum yapısında, diğeri âhirette.. Haksız insan kendini ne kadar başarılı ve
becerikli kabul etse bile, vicdanı için için onu kemirip rahatsız eder. Böylece
bir iç cehennemi başlar. Yapılacak her haksızlık oraya sadece bir kürek yakıt
atar. Düşünebilen bir insan için bu çok fena bir azaptır. «Kendi kendinizi
öldürmeyin!» emri bu gerçeğe ışık tutar.
Toplum yapısında revaç
bulan haksızlık ve zulüm, çoraklaşan araziye döner; mevcut bitkiler sararmaya,
asırlık ağaçlar kurumaya yüztu-tar. Bu düzeye gelen toplumda ne huzur kalır, ne
de güven. Herkes ha-
linden şikâyetçidir.
Bir bataklık ki içine düşen kurtulmak ister, ama ne çare kurtulamaz. İnsan için
hayatta ikinci Cehennem budur. Üçüncüsü ise âhirettedir. O halde fertler de,
milletler de kendi saadet ve felâketini
kendileri hazırlarlar.
O kadar ki, bu noktaya
gelen bir millet artık kış mevsimine, yaşlılık devresine girmiş sayılır.
Allah'ın yardımı ulaşmazsa, yıkılır. «Şüphesiz ki AUah size karşı çok
merhametlidir.»
Kendi Kendinizi
Öldürmeyin!
Müfessirlerin yorum ve
açıklamasına göre bu, üç anlamda tezahür eder:
1. Haram ile beslenmek, bâtıl sebepleri harekete
geçirip başkasının hakkına el uzatmakla gerçekleşir. Haram ile beslenen bir
beden ateşe daha lâyıktır, çünkü ruhunu öneeden katletmiştir.
2. İmân ve irfan zayıflığından veya tamamen
bunların yokluğundan dolayı olayların te'siri altında kalıp intihar etmekle
ortaya çıkar.
3. Aşırı
zühd adına nefse gereğinden fazla eziyet edip bedeni kuvvetten düşürmek ve işe
yaramaz hale getirmekle kendi kendini öldürmüş olur.
Sıraladığımız bu üç
türlü katil, veya tedricî intihar da haramdır.
[156]
Bâzı sebep ve
bahanelerle insan haklarına el uzatmanın, meşru ahm-satım dışında halkı
sömürmenin zulüm olduğu, düzensizlik ve dengesizlik doğuracağı belirtildi.
Allah'a inananların bu tür kirli işlere girmemeleri; imân, vicdan ve sağlam
akılla bağdaşmıyan yollara baş vurmamaları tenbih edildi, Aşağıdaki âyetlerle
de imân ve vicdanı kemiren, ruhu paslandıran haset ve gözaçlıktan kaçınılmasına
dikkatler çekiliyor ve ayrıca kadınların erkeklere has ruhî ve bedenî yetenek
ve özelliklere özenip temennide bulunmalarının insan fıtratına ters düştüğüne,
ilâhî hikmete bir bakıma karşı çıkma anlamı taşıdığına işaret edilerek gerekli
uyarı yapılıyor. [157]
32— Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı hususları
temenni edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vardır. Siz Allah'tan bol nimetini, cömertçe ihsanını
isteyin. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilendir.
33— Ana-babanm ve yakın hısımların geriye bıraktıkları
maldan -erkek ve kadından her biri için- vârisler kıldık. Kendileriyle yeminli
bağlan? ti yaptığınız kimselere de hisselerini verin. Şüphesiz ki Allah her
şeye şahittir.
Peygamber (A.S.)
Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme (R.A.; bir gün temenni mahiyetinde şöyle
demişti:
— Ya Resûlellah!
erkekler savaşıyor, biz savaşamıyoruz. Dolayısıyla bu şerefli hizmetten mahrum
kalıyoruz. Onlardan zayıf olduğumuz halde mirasta onlara ayrılanın yarısı bize
veriliyor..
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [158]
Katade'nin tesbit ettiği rivayette ise şöyle deniliyor:
Erkeklere mirasta
kadınlara nisbetle iki kat hak tanınmıştı. Onlar bunu dikkate alarak, âhirette
de kadınlardan çok üstün derece ve kerametlere erişmeyi temenni ettiler. Bunun
üzerine,«Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir
pay vardır.» Herkes ameli ve takvası nisbetinde derece ve kerametlere
erişebilecektir, mealindeki âyetler indi. [159]
Diğer bir rivayet:
Müslüman kadınlar,
«Erkeklerin Allah yolunda savaştıkları gibi keşke biz de savaşsaydık.» diye
temennide bulunmuşlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [160]
Yine Katade diyor ki:
«Cahiliyye devrinde
kadın ve çocukları mirasçı kabul etmezler, onları kendi kaderlerine
terkederlerdi. İslâm gelince bu iki zayıfın hakkını korudu, kadınlara erkeklere
nisbetle yarı hisse verildi. Çünkü ailenin yükünü erkek taşır. Bunun üzerine
kadınlar erkekler kadar hisse almayı temenni ettiler, derken yukarıdaki
âyetler indi.» [161]
İbn Abbas'a (R.A.)
göre i Bu âyet daha çok Peygamber (A.S.) Efendimizin birbirine kardeş yaptığı
Ansar ile Muhacirler hakkında nazil olmuştur. Onlar bu kardeşlik sebebiyle
birbirlerine vâris oluyor, ölenin asa-be ve diğer zevi'l-erham hısımlarına bir
şey verilmiyordu. Âyetler bu uygulamayı kaldırmaya matuftur. [162]
«Allah'tan bol
nimetini, cömertçe ihsanını isteyin. Çünkü Allah kendisinden istenilmesini
sever. Hem ibâdetin en üstünü, acı ve kederden sonra gelecek sevinci
beklemektir. [163]
«İslâm'da (birbirine
vâris olma hususunda), yeminli akit yoktur.» [164]
«Cahiliyye devrinden
kalma ne kadar yemin varsa ona bağlı kalın. İslâmiyette ise (o tür) yemin
yoktur.» [165]
«Farzları (Kur'ân'da
belirtilen miras hususundaki belli hisseleri) sahiplerine ulaştırın. Geriye
kalanı erkek tarafından (asabe sayılan) diğer varislere (verin).» [166]
Âyetin iniş
sebepleriyle ilgili bütün hadîsler ve rivayetler dikkate alındığında 33.
âyetle, cahiliyye devrinde çok yaygın bulunan iki gayr-i âdil âdetin
yasaklanmış olduğunu görüyoruz.
1. Çocuğu olmayanlar, başkasının çocuğunu evlât
edinir ve ölünce de bütün servetini o çocuğa bırakır, asabe ve zevilerham
düzeyindeki vârislerine bir şey verilmezdi. Âyet, bu âdeti kaldırdı.
2. Birbirleriyle dostluk kurup sıkı-fıkı
olanlar, öldüklerinde sağ kalanı diğerine vâris olup terekeden altıda bir
hisse almak için yeminli akit yaparak şöyle derlerdi:
«Benim kanım senin
kanındır. Benim yıkımım senin yıkımındır. Benim intikam ve kin tutmam senin
intikam ve kin tutmandır. Benim savaşım senin savaşındır. Benim esenlik ve
barışım senin esenliğin ve barışındır. Sen bana, ben de sana vâris oluruz. Sen
benim hakkımı ararsın, ben de senin hakkını ararım. Sen benden yana kan parası
ödersin, ben de senden yana...»
Kurtubî'nin tesbitine
göre, «Yeminli bağlantı yaptığınız kimselere de hisselerini verin!» hükmü,
«Ana-babanın ve yakın hısımların geriye bıraktıkları maldan erkek ve
kadınlardan her biri için vârisler kıldık..» âyetiyle kaldırılmıştır. İbn Cerîr
Taberî de aynı görüştedir. Cumhur-i selefe göre yemin bağlantısıyla birbirine
vâris olmanın hükmü,«Hısımlar ise Allah'ın kitabına göre birbirine daha
yakındır.»[167] mealindeki âyetle
kaldırılmıştır.
İlim adamlarından bir
cemaate göre, âyet, yemin bağlantısıyla
birbirine vâris olma hakkında değildir; birbirine yardımcı ve nasihatçı
olmak üzere yemin edenlerle ilgilidir. [168]
«Allah'ın kiminizi
kiminizden üstün kıldığı hususları temenni edip durmayın..»
Kur'ân burada daha çok
toplumu ilgilendiren bir noktaya parmak basarak iki ayrı cins olan, fakat
birbirini tamamlayan kadın ile erkeğin yaratılışta farklı bulunduklarını
hatırlatıyor. Hayat düzeninin dengeli ve canlı biçimde korunmasında bu iki
farklı cinsin nazım rol oynadıklarına işarette bulunarak iyi düşünmemizi
öneriyor. Biri diğerine benzemeye veya onun gibi olmaya özendiği ve bunu fiili
alanda uygulamaya çalıştığı takdirde aile ve toplumun dengesini bozmuş
olurlar. Bunun acısını daha çok yetişmekte olan kuşak çeker. Kur'ân bunun
temenni edilmesini bile yararsız saymakta, kalbleri bu tür duygulardan
temizlemeye yönelmektedir.
Erkekler genellikle
güçlü, dayanıklı ve sabırlıdırlar; hayatın ağırlığını omuzlarında
taşıyabilirler. Çabuk heyecana kapılmaz, soğukkanlı ve temkinlidirler.
Kadınlar böyle değildir. Onlar daha çok annelik gibi sevgi, saygı, nezâket ve
nezaheti gerektiren vasıfta yaratılmışlardır. Bu yüzden çok duyarlıdırlar.
Yufka yürekli, ince kalpli de diyebiliriz. Çabuk kırılır ve üzülürler.
Kur'ân bu farklı
duruma dokunarak kadınların erkekler gibi olmayı temenni etmelerinin, fıtrattaki
hikmete, hayattaki dengeye bilgisiz ve ilgisiz kalmalarından ileri geldiğini
belirtmek istiyor. Aynı şekilde erkeklerin de yükün ağırlığını düşünerek kadın
olmayı temenni etmeleri veya onlara özenmeyi zaman zaman ortaya koymaları
bilgisizliklerinin ürününden başkası değildir. İki ayrı cins aynı ölçü ve
biçimde, aynı güç ve karakterde, aynı duygu ve fıtratta yaratılmış olsaydı,
herhalde aile düzeni kalmaz, bir baş yerine birkaç baş ortaya çıkar, herbiri
ayrı bir tarafa çeker, hayatın denge akışı diye bir şey kalmazdı. Aynı zamanda
cinsel ilişkiler dumura uğrar, neslin devamı bile zorlaşırdı. Şeyh Muhyiddin
Arabi'nin de dediği gibi, «kadının erkekten yaratılması, onu daha cok erkeğe
bağlama, kişinin vatanına olan ilgisine benzer bir ilgi meydana getirme
hikmetini taşımaktadır.» Erkek ise kadını -kendisinden bir parça kılındığı
için- ona baş olma derecesinde sever. Kadın ise erkeği, parçanın bütüne olan
bağlılığı nisbetinde sever, vatana olan ilgi ölçüsünde bağlılık duyar. Çünkü
erkek kadının vatanıdır. [169]
Hayat Sahnesinde
Herkes Yeteneğine Göre Yerini Alır:
«Erkeklere kazandıklarından bir pay,
kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.»
Her insan kendi
gücüne, akıl ve zekâsına, yetenek ve kültürüne göre hayat sahnesinde lâyık
olduğu yeri alır; zayıflar, beceriksizler, pısırıklar ve korkaklar, iradesiz ve
dayanıksız olanlar kendiliğinden elenir. Ama hiçbir zaman bütün insanlar aynı
güç ve yetenektedir denilemez. Çünkü Allah'ın koymuş olduğu hayat kanunu,
insanların hepsini bir fabrikanın ma'-mulleri gibi eşit biçimde yaratmamıştır.
Bu da haliyle hayatın akışında dengeyi sağlamaya, düzeni korumaya yöneliktir.
Herkes aynı zekâ, akıl, yetenek, güç ve biçimde yaratılsaydı çetin bir mücadele
başlar, hiç kimse geride kalmak, ağır iş görmek, yük taşımak istemez, diğerinin
kendisinden farklı olmadığını düşünerek aynı seviyede bulunmayı kaçınılmaz bir
hak sayardı. Böylece ne hanıma!, ne çöpçü, ne kapıcı, ne de odacı bulunur,
hayat ölçü ve anlamını yitirirdi. Cenâb-ı Hak bu farklı durumu, irsî kusur ve
meziyetlerle sağlamakta, GEN denilen harikayı hizmete sevket-mektedir. Tâki
«Ben neden yeteneksiz, geri zekâlı yaratıldım?» diye itirazlar ortaya
çıkmasın, ana-babanın ruh ve beden sağlığını koruyup korumamasının bunda
olumlu ya da olumsuz tesiri anlaşılsın.. [170]
İslâm, «Dünyalıkta
kendinden aşağıya; din, ahlâk ve ilimde kendinden yukarıya bakmayı telkin
eder.» Birincisi insanı kanaatkar; ikincisi faziletli ve gayretli yapar, gıpta
duygusunu geliştirip hayata canlılık kazandırır.
Temenni, daha çok ele
geçmesi zor hattâ imkânsız bazı şeylere erişmeyi dilemek, kafa ve kalbi onunla
meşgul edip durmaktır. Devamı halinde hasede dönüşür; haset de haksız yollara
baş vurmaya sürükleyip götürür. O takdirde bâtıl sebeplerle birbirinin malını
yemek, bu ve benzeri kötülüklerin ortaya çıkmasına sebep olmak gibi
haksızlıkları doğurur.
Kur'ân-i Kerîm bu ve
bir önceki âyetlerle önce insanın dışını, sonra da içini düzeltmeye, dış
temizliğiyle iç temizliğini birleştirip bütünleştirmeye yönelmiştir. Bunun
hedefi ise saadetin şu üç mertebesini meydana getirip sağlamaktır:
1. Ruhumuz ve vicdanımızla ilgili saadetimiz,
2. Bedenimiz ve bağlı bulunduğu organlarla
ilgili selâmetimiz.
3.
Çevremizle ilgili saadetimiz...
Birincisi, sağlam
imân, isabetli görüş, keskin zekâ, kuvvetli seziş ve mevcuda kanaatla
gerçekleşir. Aynı zamanda namuslu, dürüst ve hakseverlikle gelişme kaydeder.
Böylece kişide vücut bulan saadet atmosferinde aşırı utangaçlıktan terbiye
ölçüsünü aşmayacak biçimde kurtulma duygusu belirir. Korkaklıkla atılganlık
arasında dengeli bir cesaret oluşur. Bönlükle çerbezelik arasında hikmet
ölçüsüne dayalı vakar meydana gelir. Bunların hepsi bir araya gelince de güzel
ahlâkın meyveleri olgunlaşmış sayılır.
İkincisi, sağlık,
güzellik, uzun ömür ve temiz bir hayat yaşama programı ile gerçekleşir. Kur'ân
ruhumuza ve bedenimize uygun geleni, bu iki yapımızla uyum sağlayanı
sergilerken ikinci kademedeki bu saadete erişmemizi telkin eder.
Üçüncüsü, beşerî
münasebetlerimizin gelişmesine yardımcı olur; sosyal faaliyetlerde aktif rol
almamızı, sözü dinlenir, sevilir ve sayılır kişi olmamızı, tek kelimeyle
kişiliğimizi kazanmamızı kolaylaştırır ve dostların, sevenlerin ve sayanların
çoğalmasına fırsat hazırlar.
O halde, «Neden Allah
onu benden üstün kıldı, bunun aksini yapmadı?» diye bir soru ortaya atmamız
hem yersiz, hem mânâsız kalır. Çünkü Allah dilediğini yapar; O yaptığından
sorulmaz; insanlar ise yaptıklarından sorulurlar. Allah'ın her işlediğinde
mutlak hayır ve iyilik, denge ve düzen vardır. Bize düşen teslimiyettir.
Nitekim kutsî hadîste buna işaretle buyu-ruluyor ki :
«Kim benim kaza (ve
kaderi)me teslimiyet gösterir, belâma sabreder ve nimetlerime şükrederse, onu
sıddîk (çok doğru) yazarım ve kıyamet günü sıddîklarla birlikte hasrederim. Kim
de kazama razı olmaz, belâma sabretmez, nimetlerime şükretmezse, kendine benden
başka Rab ara-? sın!.» [171]
- Faz I : Rızık, bol
nîmet, cömertçe ihsan, ibâdete tevfik, düzenli hayata açılan kapı gibi
mânalara gelir.
-Mevâlî: Mevlâ 'nın
çoğul şeklidir; zıt mânalara ge-len bir kelimedir: Köle azat edene denildiği
gibi, azat edilen köleye de denir. Sınıf farkında da üst düzeyde bulunan kimse
için kullanıldığı gibi alt düzeyde olan hakkında da kullanılır. Ayrıca
yardımcıya, amca çocuklarına ve komşuya da «mevlâ» denilmiştir. Âyette ise
«vârisler» mânasında kullanılmıştır ki, daha çok asabe ve zevilerhamı
içermektedir. [172]
Erkek ve kadından her
birinin yaratıldığı «fıtrat kanunu»na bağlı kalarak dünya hayatında fıtratına
yakışanı ve bu açıdan ruhî yapısıyla uyum sağlıyanı yapmakla yükümlü tutulduğu
belirtildikten sonra aşağıdaki âyetlerle erkeklerin fıtrat kanununa göre üstün
yaratıldıklarına dikkatler çekiliyor ve bunun örneği ve nedeni özetleniyor. [173]
34— Erkekler, kadınlar üzerine koruyucu ve
işlerini yürütücü üstünlüktedirler. Bu da Allah'ın kimini kimine üstün kılması
ve erkeklerin mallarını (mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyledir. O
bakımdan güzel huylu, iyi amelli kadınlar itaâtlıdırlar. Allah (onların
haklarını ve iffet perdelerini)
nasıl koruduysa, onlar da (kocalarının)
yokluğunda öylece (hem kendilerini, hem kocalarının mal ve şerefini)
korurlar.
O kadınların ki, baş
kaldırıp itaatsizliklerinden endişe duyarsınız, önce onlara öğüt verin, sonra
da yataklarında yalnız bırakın; (yola gelmezlerse) bu defa dövün. O takdirde
(kadınlık vecibelerini yerine getirip) size itaat ederlerse, artık (üzüp
incitmek için) aleyhlerinde bir yol aramayın. Şüphesiz ki Allah, çok yücedir,
çok büyüktür.
35— Karı-koca arasının açılmasından endişe
ederseniz, bir hakem erkeğin ailesi tarafından, bir hakem de kadının ailesi
tarafından gönderin; karı-koca (ya da hakemler) aralarını düzeltmeyi
dilerlerse, Allah onları başarılı kılar. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilen ve
her olup bitenden haberlidir.
Muhaddis Mukatil diyor
ki:
Ansardan Sa'd bin
Rabî' ile karısı Habîbe'nin arası açılmış ve bu yüzden Sa'd ona bir tokat
vurmuştu. Kadıncağız durumu babası Zeyd'e iletti. Zeyd, kızına yapılan bu
davranışa üzülerek durumu Peygamber (A.S.) Efendimize anlattı. Efendimiz (A.S.)
: «Kısas (misilleme) gerekir..» buyurdu. Bunun üzerine baba ile kız kısas
yapmak üzere ayrılırken Peygamberimiz seslenip onları geri çağırdı ve şöyle
buyurdu : «Durun, gitmeyin. İşte bu Cibril'dir, şimdi bana geldi ve şu âyeti
indirdi: «Erkekler, kadınlar üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü
üstünlüktedirler. Bu da Allah'ın kimini kimine üstün kılması ve erkeklerin
mallarını {mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyledir.» sonra Efendimiz
şunu ilâve etti:
«Biz bir hüküm vermek
istedik; Allah da bir hüküm vermeyi murat etti. Allah'ın irâde ettiği çok daha
hayırlıdır.»
Böylece yukarıdaki iki
âyetle sözü edilen kısas hükmü kaldırılmış oldu. [174]
«Eğer bir kimsenin bir
kimseye secde etmesini emretmiş olsaydım herhalde kocasına secde etmesi için
kadına emrederdim. [175]
Peygamber (A.S.)
Efendimize soruldu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Hangi kadın daha
hayırlıdır? Cevap verdi :
— Bakınca kocasını sevindiren, emredince ona
itaat eden ve hem kendi nefsi, hem kocasının malı ve şerefi hususunda kocasının
hoşlanmadığı şeyde kocasına muhalefet etmiyen kadın... [176]
«Kadınlara hayır ve
iyilikle tavsiyede bulunun. Çünkü kadın eğri bir kaburgadan yaratılmıştır;
kaburgada en eğri kısım onun en tümsek kısmıdır. Onu doğrultayım derken
kırarsın; kendi haline terkedersen hep öyle eğri kalır, O halde kadınlara hayır
ve iyilikle tavsiye edin.» [177]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Veda Hutbesinde şöyle buyurmuştu :
«Haberiniz olsun!
Kadınlara hayır ve iyilikle tavsiyede bulunun. Çünkü onlar ancak yanınızda
sizin yardımcılarınızdır; onlardan sahip olduğunuz tek şey budur. Meğerki açık
bir hayasızlıkta bulunsunlar, o takdirde yara-bereye yol açmıyacak biçimde
dövün. İtaat ederlerse artık aleyhlerine bir yol aramayın.» [178]
«Sizden biriniz
karısını, köle döver gibi dövmesin. Sonra günün sonunda onunla cinsel
yaklaşmada bulunması umulur (o zaman da çok mahcup duruma düşer).» [179]
«Erkekler kadınlar
üzerine koruyucu ve işlerini yürütücü üstünlüktedirler.»
Kur'ân konumuzu
oluşturan âyetle, daha önce her cinsin fıtratındaki özelliğini bilmesi ve
hayatının akışını ona göre düzenlemesi; fıtratına aykırı vasıflara sahip olmayı
temennide bir yararın bulunmadığı hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra
erkeklerin kadınlara olan üstünlüğünü iki maddede özetledi :
a) Kavvam,
b) İnfak,.
Bu iki kelimenin
Arapça sözlükte ve tefsir kitaplarında çok geniş mâna taşıdığını görmekteyiz.
KAVVAM, «kaim»in mübalağa şeklidir. KAİM : İşleri selahiyetle yürüten,
maiyetindekileri idare eden, yüklendiği görevi yerine getiren ve bu vasfını
koruyan, demektir. KAVVAM ise bunlarfdaha çok yerine getirip daha becerikli
olan demektir. Tıpkı devlet başkanının, hükümetin başının milletini gözetip
idare ettiği, koruyup savunduğu gibi.
İNFAK: Mal, ya da
parayı belli konularda, meşru' sınırlar içinde harcamak, gerektiğinde tamamını
sarfetmek ve ticarî konuda malın revaç bulmasını sağlamak gibi mânalara gelir.
Böyleee erkeklerin üstünlüğünün kaba kuvvet olmadığı; kaba kuvveti disipline
edip imân ve akıl, ilim ve kültür doğrultusunda kanalize ederek yararlı işlerde
kullanılması, bilhassa kadınlarla ilgili meselelerde çok ölçülü ve anlamlı
tutulması em-redildiği anlaşılmaktadır.
Bu, genel ölçüde bir
yargıdır ki istisnası her zaman söz konusudur. Aynı zamanda her cinsin kendine
has bir takım vasıfları var ki diğeri ona sahip değildir. Şeyh Muhyiddin
Arabi'nin de dediği gibi: «Bazı kadınlar olgunluk ve yetenekte erkek
derecesinde, bazı erkekler de noksanlıkta kadın derecesindedirler.»
Arapça'da «HAZA
KAYYIMÜ'L-MER'ETİ VE KAVVAMUHA» denilir ki bundan şu mâna kasdedilmiştir:
«Kadının daha çok ev dışındaki işlerini ve hayat akışını düzenliyen, onu
koruyan ve onu kendine yardımeı kabul eden erkektir.» Ancak erkek kendindeki bu
üstünlüğü düşünerek böbür-lenmemeli ve her cinsin diğerinde bulunmayan bir
takım meziyetleri bulunduğunu kabul etmelidir. Kur'ân bunu çok veciz ve
anlamlı bir cümleyle sergiliyor: «Allah'ın kimini kimine üstün kılması......
sebebiyledir..» [180]
Kur'ân yukarıdaki iki
âyetle kadınla erkeğin birbirine ve dolayısıyla aileye karşı görevlerini
özetlemiştir .
Erkeğin Görevi:
a) Karısının
nafakasını ve zarurî ihtiyaçlarını karşılamak,
b) Elindeki mal ve parayı bilerek ve ölçülü biçimde
harcamak,
c) Karısının ev dışındaki işlerini yürütmek, onu
gözetip korumak,
d) Karısını kendine sadık bir yardımcı saymak,
bu konudaki noksanlıkları en güzel ve genel anlamdaki söz ve buluşlarla
gidermeye çalışmak,
e) Evini ihmal etmemek, hem kendisinin, hem de
karısının ve çocuklarının günlük hayatını düzenli yürütmeye çalışmak, bunun
için kendisini örnek sayılacak düzeyde tutmak..
Kadının Görevi:
a) Güzel huy, iyi ameli âdet edinmek,
b) Dine, örfe ve akla uygun hususlarda kocasına
itaat etmek,
c) Namus ve iffetini, kocasının şeref ve
itibarını korumak,
d) Kocasının gıyabında hem
kendini, hem onun mal ve namusunu
muhafazaya çalışmak,
O kadınlar ki, baş
kaldırıp itaatsizliklerinden endişe duyarsanız......»
Kur'ân'da kadının ev
hanımı olarak hak ve vecibeleri belirlendikten sonra, her şeye rağmen aile
disiplinini bozup söz dinlemez, yola gelmez bir tavır takınırsa, ne yapmak
gerekir? hususu açıklanıyor. Öyle ki, Kur'ân bu meselede ilâhî metodu yine
pedagojik bir yöntemle açıklamaktadır:
1. Kadının
psikolojik, dindarlık, sosyal
ve kültürel durumu
dikkate alınarak öğüt vermek; bencilliğin ve o sebeple gereksiz
tartışmanın hiç kimseye yarar sağlamadığını bazı örnekler vererek anlatmaya
çalışmak,
2. Sonuç alınamadığı takdirde yatak odasını veya
yatakları ayırmak, cinsel ilişkileri kesmek,
Bu daha çok kadının
kıskançlık ruhunu kamçılar. Erkeğin de takındığı sert bir tavır varsa, onu yumuşatır.
3. Bununla da yola gelmediği ve serkeşliği
inatla devam ettiği takdirde, yara-bere yapmayacak, iz bırakmıyacak, fazla
acıtmıyacak ölçüde dövmek.
Bu takdirde kadın aile
disiplinine döner, ev hanımı olma vekarını korur, hak ve vecibelerini yerine getirmeye
başlarsa, artık mesele çözülmüş sayılır ve aleyhinde bir yol aranmaz.
Bu üçüncü yol da
netice vermezse, bu kez son çare olarak iki tarafın aileleri karı-koca arasını
bulmak için birer hakem gönderirler. Ailelerinden hakem göndermek mümkün
olmadığı takdirde, komşulardan adaletle isim yapmış iki adam görevlendirilir.
Tabii karı-koca anlaşmak isterlerse, hakemler de ağırlıklarını arayı düzeltme
yönünde kullanırlarsa, Allah herhalde onları başarılı kılar.
Boşanma ise, en son
çaredir. Mecbur kalınmadıkça bu yola girilme-melidir. Çünkü helâlin Allah
katında en çok sevilmiyeni, karı boşamaktır.
Kadına dayak atılır
mı? diye itirazlarda bulunanlar ve bunu ilkel bir yöntem sayanlar eksik
değildir. Böyle bir itiraza cevap vermeden önce şu soruyu sormak lâzımdır: Peki
kadın her türlü saygı sınırını aşar, evde devamlı huzursuzluk çıkarır, kocasını
dinlemez, keyfine göre yaşamak isterse, ne yapmak gerekir? Öğüt hiç tesir
etmiyor, büsbütün tepkiyle karşılanıyor, oinsel ilişkinin kesilmesi bilâkis
onu memnun ediyorsa, onu kendi haline terketmek mi daha iyi olur? Yoksa başka
bir çareye baş vurmadan onu hemen boşamak mı daha yararlıdır?
Kur'ân, sergilediği üç
yöntemle sonuca varmamızı öğütlüyor. Bazı kadınlar sözden, nasihattan, yıkılan
aile yuvalarını örnek vermekten anlar. Bazı kadınlar cinsel ilişkiyi kesmekten
hiç hoşlanmaz, kıskançlık ruhu harekete geçer ve daha fazla dayanamıyarak yola
girme ihtiyacını duyar. Bazı kadınlar bunların hiçbirinden anlamaz, biraz kaba
ruhlu, inatçıdırlar, dayaktan korkar, ya da hiç hoşlanmazlar. Böyle bir şeyin
olmasını arzu etmezler. Kocası bu yola başvurunca, kadınlık vekannın zedelenmesine
daha fazla imkân vermeden kendini düzeltir, hak ve vecibelerini yerine
getirmeye başlar.
Kur'ân bu yolda ısrar
edilmesini önermiyor, bir çare olarak gösteriyor, sonuç alınmadığı takdirde
hakemlere baş vurulmasını emrediyor. Çünkü Allah yarattığı kullarının
psikolojik yapılarını, tutum ve davranışlarını en iyi bilendir. İlâhî
hükümlerini bu hikmet ve bilgisine göre koymuştur.
Kadına karşı kaba
kuvveti harekete geçirmenin fazla bir yararı yoktur. İnoitmiyeçek, yara-bere
yapmıyacak kadar dövmek bir yol ve metot-dur. Hattâ bu metoda başvurulurken
için için şöyle düşünmek veya demek gerekir: Beni kadından daha güçlü kılan
Allah bir gün beni de benden güçlülerin eline teslim edebilir. Çünkü ceza
amelin cinsindendir. [182]
İslâm hukukçuları ve
müctehit imamlar bu âyete dayanarak şu hükmü çıkarmışlardır:
«Koça karısını
beslemekten, zarurî ihtiyacını karşılamaktan âciz kalırsa, o takdirde
koruyuculuk ve idarecilik vasfını yitirmiş olur. Bu durumda kadın kadıya
başvurup nikâhının feshedilmesini isteyebilir. Kadı durumu inceleyip iddianın
doğruluğunu anlayınca tefrika karar verir.»
Bu, daha çok İmam
Mâlik ile İmâm Şafiî'nin içtihadıdır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, böyle de olsa,
kadının nikâhı feshettirme yetkisi yoktur. Meğerki nikâh akdinde kendisine
tefvîz veya tahyir verilmiş oisun, o takdirde boşanma hakkı her zaman geçerli
sayılır.
Yine âyetin zahirinden
anlıyoruz ki, koca karısının nafakasını karşılamakla yükümlüdür. Ancak kadın
haklı bir sebep yokken darılıp kocasını terkederse, nafakası kendiliğinden
düşer.
Hakemler uygun
gördükleri takdirde tefrik (karı-kocayı ayırma) yapabilirler mi? Hz. Ali
(R.A.)den yapılan rivayete göre, hakemler tefrika yetkilidirler. Koca onlara
vekâlet versin vermesin farketmez. Yapılan tefrik bir TALÂK-I BÂIN kabul
edilir.
El-Hasen'den yapılan
rivayete göre, hakemler tefrike yetkili değildirler. İmam Ebû Hanîfe'nin de
içtihadı bu anlamdadır. Ancak koca olan adam hakemlerden birine olsun tefrik
yetkisi tanırsa, o takdirde mesele yok..
İmam Şâfî'nin diğer
bir kavline göre, ülkenin emîr veya kadısı hakeme tefrîk yetkisi verebilir.
İmam Evzâî'ye göre, hakemler kendilerine vekâlet verilmese bile boşamaya
hükmedebilirler. Çünkü hakemler bu meselede kadı mesabesinde sayılırlar. [183]
Diğer bir rivayete göre, İmam Şafiî de aynı görüştedir. Şa'bî ve Nahaî'nin de
görüşü budur.
İlim adamlarının
çoğuna göre, hakemlerin vereceği karar ittifak ettikleri takdirde muteberdir.
Her biri ayrı görüşte olursa, verecekleri hüküm geçerli sayılmaz.
Ünlü Müfessir
Fahreddin Râzi'ye göre Erkeğin Üstünlüğü İki Yönlüdür:
Biri hakiki sıfatta,
diğeri şer'î hükümlerde.. Hakiki sıfattaki üstünlük :
1. Bilgi
2. Güç ve kudret
Şer'î hükümlerdeki
üstünlük:
1. Peygamberlik
2. Devlet başkanlığı
3. Cihadın vücubu
4. Ezan ve ikaamet
5. Hutbe
6. İ'tikâf
7. Hudud ve kısasta şehadet,
8. Mirasta kadına nisbetle iki hisse
9. Asabelik
10. Hataen adam öldürme diyeti [184]
11. Nikâh ve talâkta velayet
12. Birden fazla evlenmek.. [185]
Kur'ân'da geçen
âyetlerle karı-koeanın karşılıklı hakları açıklandı. Aile yuvasının sağlam
temellere oturtulması için erkek ve kadından her birinin fıtrî özelliğine göre
kendine düşen hak ve vecibeleri yerine getirmesi emredildi. Aşağıdaki âyetle,
karı-koca arasındaki ilgi kadar önem taşıyan yakınlardan, hizmetçi, işçi ve
köle gibi elimizin altındaki kişilerden söz ediliyor. Bütün bunlara iyi
davranılması, aile ile hısımlar ve sosyal ycpı arasında sağlam bir köprü
kurulmasının lüzumu anlatılıyor. [186]
36— Allah'a
ibâdet edin (kulluk vecîbelerini yerine getirin), hiçbir şeyi O'na ortak
koşmayın. Anaya, babaya iyilik edin; hısımlara, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sahip olduğunuz
elinizin altındaki (köle, câriye, hizmetçi, işçi) lere de iyilik edin, (alçak
gönüllü, güzel sözlü davranın). Şüphesiz ki, Allah kendini beğenip böbürleneni
ve övüneni sevmez.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Cebel oğlu Muâz'a (R.A.) sordu :
— Ya Muâz! Allah'ın kulları üzerindeki hakkı
nedir bilirmisin? O da:
— Allah ve Resulü daha iyi bilir.
Diye cevap verince,
Efendimiz şöyle buyurdu :
— Allah'a ibâdet etmeleri; hiçbir şeyi O'na
ortak koşmamalarıdır. Sonra devamla sordu :
— Ya Muâz! kulların Allah üzerindeki hakkı
nedir bilirmisin? Kullar o hakkın gereğini yapınca, Allah'ın onlara azap
etmemesidir. [187]
Bir adam Hz. Peygamber
(A.S.) Efendimize gelerek sordu :
— Kim iyi arkadaşlığıma daha lâyıktır?
— Annen...
— Ondan sonra?
— Annen...
— Ondan sonra?
— Annen...
— Ondan sonra?
— Baban... [188]
«Cebrail durmadan
komşu hakkında bana tavsiyede bulundu, o kadar ki ileride komşuyu komşuya
vâris kılacağını sandım.» [189]
«Yoksula verilen bir
sadaka, sadece bir sadakadır. Ama yakın hısımlara verilen bir sadaka hem
sadaka, hem hısımlarla ilgi kurmaktır.» [190]
«Allah katında
arkadaşların en hayırlısı, arkadaşına hayırlı ve yararlı olandır. Allah
katında komşuların en hayırlısı, komşularına hayırlı ve yararlı olandır.» [191]
«Üç ayrı komşu vardır:
Bir hakkı olan komşu; iki hakkı olan komşu; üç hakkı olan komşu -ki bu
komşuların en üstünüdür-. Bir hakkı olan, hısım olmayan gayrimüslim komşudur.
Onun sadece komşuluk hakkı vardır. İki hakkı olan, müslüman komşudur. Biri
Müslümanlık, diğeri komşuluk hakkıdır. Üç hakkı olan, Müslüman hısım komşudur.
Biri komşuluk, biri Müslümanlık, biri de hısımlık hakkıdır.» [192]
«Günah olarak kişiye
yeter, elinin altındaki (hizmetçi, köle ve câriye)-nin azığını hapsedip
vermemesi.» [193]
«Köle ve
hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir; Allah onları elinizin altına
vermiştir. Kimin kardeşi elinin altında bulunuyorsa, yediğinden ona yedirsin,
giydiğinden ona giydirsin, güç getiremiyeceği şeyi teklif etmesin, teklif
edince de onlara yardımcı olsun!» [194]
«Ben, yetimi himaye
eden kimse ile şu iki parmak gibi, Cennet'te bir aradayız!» [195]
«Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan kimse Cennet'e giremez.» [196]
«Ya Eba Zer! Çorba
pişirdiğinde suyunu çokça koy da komşunu (düşünerek onun hakkına da) riayet
et..» [197]
«Vallahi imân etmiş
olmaz! Vallahi imân etmiş olmaz! Vallahi imân etmiş olmaz!»
Bunun üzerine soruldu
: — Kim, ya Resûiellah!? Cevap verdi:
«Komşusu,
kötülüklerinden güven içinde olmayan kimse...» [198]
«Allah'a ve âhiret
gününe imân eden kimse komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve âhiret gününe
inanan kimse misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse
ancak hayır söylesin, değilse sussun!» [199]
«Allah'a ibadet edin,
hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın......»
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan âyetle, Allah'ı bilip insanlığını anlayan mü'minin onbir kadar üstün
sıfatı çok duyarlı ve anlamlı biçimde sergileniyor. Bu aynı zamanda gönderilen
her peygamberin sünneti, her kutsal kitabın konusudur, diyebiliriz. Çünkü
hayatta en zor şey, kişinin insanlığını idrak etmesi, üstün bir varlık
olduğunun sır ve hikmetini kavra-masıdır. Nitekim sıralıyaoağımız onbir maddeye
dikkat edildiğinde, bundan başka bir de eğitim sisteminin mayası, ahlâk ve
faziletin ölçüsü, toplumun huzur estiren gerçek yapısı görülecektir. Bunun
için rahatlıkla divebiliriz ki, huzur ve sükûna, vicdan rahatlığına, ruh
berraklığına erişmek isteyen herkesin içeceği tek kaynak, elbetteki bu ilâhî
pınardan akan hakikat damlalarıdır. Sıralayacağımız onbir vasıf, bu pınarın
muslukları mesabesindedir :
1. Sonsuz kudret sahibi ve tek yaratıcı olan
Allah'ı bilmek ve bu imân ve bilgi ile O'na ibâdet etmek.
Zaten ibâdetin asıl
mânası, emredileni yerine getirmek, yasaklanandan sıkıntı duymadan kaçınmaktır.
Bu, kalb ve organlarımızın her türlü düşünce, niyet ve amelierini içine alır.
2. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak.
Bu, ibâdeti sırf
Allah'a has kılarak, O'nun rızasını kazanmak için yerine getirmeyi; her türlü
gösterişten, beğensinler, takdir etsinler düşünce ve niyetinden uzak tutmayı
gerektirir. Dinde buna İHLÂS denilir.
3. Ana-babaya iyilikte bulunmak,
Bu, Allah'a ibâdetten
hemen sonra ikinci kademede ana-baba hakkının yer aldığını, onlara iyilikte
bulunmanın yine ikinci derecede bir ibâdet anlamı taşıdığını anlatır.
Resûlüllah (AS.)
Efendimiz : «Büyük günahların en büyüğü, Allah'a ortak koşmak, ana babaya karşı
gelmek ve yalan yere yemin etmektir.»
buyurarak bunun
açıklamasını yapmıştır. [200]
4. Yakın hısımlara iyilikte bulunmak.
Bu, aynı soydan ve
aynı aileden gelen kişiler arasında samimi ilgi ve dayanışmayı gerçekleştirir.
Fert ve ailelerin buna olan ihtiyacı, suya havaya olan ihtiyacı gibidir. Bunun
anlamı daha çok felâket günlerinde anlaşılır.
5. Yetimlere iyilikte bulunmak.
Bu, kimsesiz çocukları
himayeye almak, toplum ve ülkeyi başıboş, eğitilmemiş, ruhen yontulmamış
insanların istilâsından koruyup kurtarmaya yöneliktir. Kimsesiz çocuklarla
ciddi biçimde ilgilenmiyen veya böyle bir plân ve programı olmayan ülkeler
bugün çok ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlar.
6. Yoksullara
iyilikte bulunmak.
Bu, toplum yapısında
açılacak yaraları önceden hesaba katıp tedbir almaya yöneliktir.
7. Yakın komşuya iyilikte bulunmak.
Bu, aynı mahallede
oturup sabah akşam yüzyüze gelen insanlar arasında sıcak ve samimi ilginin
kurulmasını, huzurlu bir ömür geçirmeyi sağlar. «Yola çıkmadan önce
arkadaşını, ev tutmadan önce komşunu seç!» sözü boşuna söylenmemiştir.
8. Uzak komşulara iyilikte bulunmak.
Bu, beşerî
münasebetleri geliştirmeyi, komşuluk çemberini genişletmeyi gerektirir. Hiçbir
aile kendi başına rahat yaşıyamaz; mutlaka iyi komşulara, samimi dostlara
ihtiyaç duyar. Din bu ihtiyacı en güzel biçimde sağlamayı emrediyor.
9. Yanımızdaki dost ve arkadaşımıza iyilik
etmek.
Bu, hem iyi arkadaş
edinmeyi, hem edinilen arkadaşı iyi bir insan yapmayı, hem her insanın mutlaka
birkaç dost ve arkadaşa ihtiyacı bulunduğunu, hayatın akışı içinde dostların
yüzünü görmenin insana güç ve huzur vereceğini hatırlatır.
10. Yolda kalmışlara, hariçten gelen misafirlere
iyilikte bulunmak.
Bu, İslâm ülkelerinde
her insanın güven içinde bulunduğunu, yurdundan ve servetinden uzak kalanlara
yardım elini uzatanların bulunabileceğini, böylece ülkeler ve beldeler
arasında ciddi bir kaynaşmanın sağlanacağını öğretir.
11. Elimizin altındaki hizmetçi, işçi, kapıcı ve
memurlara iyilikte bulunmak.
Bu, sınıf farkını ve
sınıf çatışmasını önlemeye yöneliktir, İnsanlara daima tepeden bakan, kendinden
aşağıdaki tabakayı küçümseyen ve gayr-i insanî davranışlarda bulunan
beyinsizlerdir ki topiumu huzursuz eder, halkın sınıflara ayrılmasına sebep
olurlar. [201]
Yukarıdaki âyetle,
aile ve toplumu ayakta tutan, fertleri daha huzurlu ve güvenli bir hayata
kavuşturan onbir kadar güzel huydan söz edilmişti. Aşağıdaki âyetlerle, bunu
engelliyen ve hedefinden saptıran cim-riiik ve gösteriş üzerinde duruluyor. [202]
37— Onlar ki, cimrilik eder, İnsanlara da
cimrilikle tavsiyede bulunur ve Allah'ın kendilerine verdiği bol nimeti,
cömertçe ihsanı gizlerler, (elbette ki Allah onları sevmez). Biz de böyle olan
inkarcı nankörlere aşağılayıcı bir azâb hazırladık.
38— Hem onlar ki mallarını, insanlara gösteriş
olsun diye harcarlar da Allah'a ve âhiret gününe inanmazlar, (onların arkadaşı
Şeytan'dır). Artık Şeytan kime dost ve arkadaş olursa, arkadaş olarak o ne
kötüdür!
39— Allah'a ve âhiret gününe imân edip Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiğinden
(Allah için) harcasalardı ne zararları olurdu? Allah onları bilendir.
Müfessirlerden çoğuna
göre, âyet Tevrat'ta Hz. Muhammed (A.S.) "'e ilgili sıfatları gizleyen
Yahudi bilginleri hakkında inmiştir. Kelbî de aynı görüştedir.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, Yahudilerden birkaç kişi sık sık Ansar'dan bir cemaate giderek,
«Mallarınızı böyle harcarsanız, fakir düşeceğinizden endişe ediyoruz..» diyerek
sözde onlardan yana iyilik düşündüklerini telkine çalışıyorlardı. Asıl
maksatları ise, Hz. Muhammed (A.S.)in yüce dâvasını baltalamak ve O'nu
yalnızlığa itmekti. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [203]
İbn Cerir Taberî'ye
göre; Tevrat ve İncil'de Hazret-i Muhammed' (A.S.) le ilgili belgeleri gizleyen
Yahudi ve Hıristiyan bilginleri hakkında inmiştir. Çünkü her milletin
bilginleri kendi halkına az çok iyilik yapmayı telkin eder, cömertliği över. O
halde onların cimrilikle tavsiyede bulunması mal ve servette değil, ilimdedir. [204]
«İki huy var ki
mü'minde biraraya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk..» [205]
Kudsî hadîs - Allah
buyurdu :
«Ortaklıkta ben
ortakların en doygunuyum. Kim bir amelde bulunur da benden başkasını ona ortak
ederse, hem onu, hem ortağını terkede-rim.» (Bu, taat ve ibâdette ortak koşmak
anlammadir). [206]
«Allah kuluna bir
nîmet ile ihsanda bulunduğunda o nimetin eserinin kulun üzerinde görünmesini
çok sever.» [207]
Cimrilik, bir bakıma
parayı ilâh edinme, bir bakıma onu Allah'tan çok sevme, bir bakıma da onu
memleketten, dost ve yakınlardan üstün tutma anlamına gelir. Bunların her üçü
de zararlıdır. Birinci şekil, insanı küfre ve nankörlüğün en kötüsüne düşürür.
İkinci şekil, insanı her geçen gün Allah'tan, kutsal değerlerden uzaklaştırır.
Üçüncü şekil, daha çok insan haklarına el uzatmayı sonuçlandırır.
Cimriliğin bu üç
şeklinde de iki ayrı aşağılayıcı azabı, hor ve hakîr kılıcı sonucu vardır:
1. Dünya
hayatında sınıf farkının doğmasını, sınıf kavgasının başlamasını hızlandırır.
Fakir ve işsizlerin kalbinde zengine karşı kin ve intikam hislerini doğurur.
İhmal edildiği takdirde, zenginlen aşağılayıcı iç fırtınaların kopmasına sebep olabilir.
Günümüzde bu ortamdan
en çok yararlanmaya çalışanlar komünistlerdir. Bunlar diyebiliriz ki bazı
ülkede başarılı olmuşlardır; özel mülkiyet düşmanlığı ağır basmış, böylece ne
cimriliğin, ne de zenginliğin anlamı kalmıştır.
Bu bakımdan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz 23 yıllık risâlet devrinde putperestlik ve ahlâksızlıkla
mücadele ettiği kadar, cimrilikle de mücadele etmiştir. Bugün İslâm ülkelerinde
din ve ahlâk henüz ayakta duruyor, özel mülkiyete saygı gösteriliyorsa,
şüphesizki, bunda cömert zenginlerin, Hakk'a secde eden bilginlerin, cesur
mü'minlerin, kanaatkar fakirlerin, kendini ibâdete veren olgunların katkısı ve
payı pek büyüktür,
2. Ahirette
hazırlanan aşağılayıcı azap bundan daha beterdir.
İşte Kur'ân konumuzla
ilgili âyetle bu hakikate ışık tutarak Müslümanları uyarmaktadır.
Ayrıca Kur'ân 38 ve
39. âyetlerle cimrilikten sonra bir Müslüman için en kötü sayılan huya,
gösteriş için yapılan iş ve amele parmak basıyor. Bunun sebebi açıktır: Allah
ancak kendi rızasına uygun olanı kabul eder ve bu ölçüde harcama yapanlara yardım
eder. Aksi halde yapılan yardımlar, harcanan emekler bizi amaç ve hedefimize
ulaştırıcı olmaz. Çünkü Allah'ın yardımı şartlıdır; belli kanunlara
bağlanmıştır: İhlâs başta olmak üzere imkân ve irâde sınırı bu kanunun
değişmiyen ölçüsüdür. Kul ihlâs ile işe başlar, maksadı Allah olur ve bütün
imkân ve irâdesini kullanarak beşer gücünün erişebileceği imkân sınırına
gelirse, ancak Allah yardım eder. Günümüzde yer yer başarısızlığa uğramamızın
başlıca sebeplerinden biri de, belirtilen sınırı bilmemektir.
İmam Gazalî'nin de
dediği gibi, biz ilim ve amele Allah için değil nefsimizden yana bir pay
ayırmak niyetiyle başladık, ama gördük ki, ilim ve amel Allah'tan başkasını
istememektedir.
Kur'ân'da 39. âyetle
sonuç şöyle açıklanıyor:
Ortada bir harcama var
ama ilâhî rıza yok. Böylesine bir harcama ve onu doğuran anlayış ve düşünce
sadece şeytanîdir; bir takım şahsî çıkarlara yöneliktir. Şahsî çıkarın ön
plâna alındığı bir ülkede toplum ve milletin yararı sözkonusu değildir. Böyle
olunca da yapılan harcamalar ne ahlâksızlığı, ne de baş kaldıran tuğyanı
durdurabilir. Aksine bunlara vasat hazırlar cinstendir.
Bunun için Kur'ön
insanları, özellikle mü'minieri uyararak bütün himmet ve harcamalarını, Allah
için, O'nun rızasına uygun, O'nun koyduğu din ve ahlâk doğrultusunda
yapılmasını önermekte; insanlar böyle yapsaydı ne zararları olurdu? diyerek
konuyu noktalamaktadır.
Evet, düzenli, huzurlu
bir hayat isteyenlere gereken öğüt verilmiştir. Yani Allah ve Resulü
kendilerine düşeni yapmışlardır. Biz de bize düşeni yapmak zorundayız. Ne var
ki bu bir imân ve irfan işidir. Cenâb-ı Hak basiretimizi açsın!. [208]
Aşırı tutuculuk,
kıskançlık ve şahsî çıkar çoğu zaman insanı hakikatleri gizlemeye iter; hele
bir de kişinin kalbinde kök salmış bir imân yoksa... Yahudi ve Hıristiyan din
adamları sözü edilen üç huyun kurbanı olmuşlardır. Son Peygamber gönderilmeden
önce herkesten çok onlar bu peygamberin yolunu sabırsızlıkla beklerken, Kureyş
kabilesi Haşim oğullarından Hz. Muhammed (A.S.)in çıkması ve Hanîf bir dine
bağlı aileden gönderilmesi yadırgandı ve çoğu bunu hazmedemedi. Kimi kendi
milletinden gelmediği için, kimi aşırı tutucu bulunduğu, kiminin şahsî çıkarı
söz konusu olduğu için Ona karşı çıktılar; bununla da kalmıyarak Tevrat ve İncil'de
Muhammed (A.S.)ın vasıflarını açıklayan belgeleri gizliyerek hem ilme, hem
kutsal kitaplara ihanette bulundular.
Şimdi biz Tevrat ve
İncil'de son peygamber Hz. Muhammed (A.S.) ile ilgili belgeleri sıralıyalım : [209]
TEVRAT:
«Allah'ın kadim
vakitlerden beri mukaddes peygamberlerinin ağzıyla buyurdu, cümle şeylerin
ıslâh olunacağı vakitlere değin sana kabul etmek gerekir. Zira Musa ecdadınıza
: «Allanınız Rab, biraderlerinizden size benim gibi bir peygamber zuhura
getirecektir. Onun size söyliyeceği cümle hususları dinleyesiniz.» [210]
«İşte kendisine destek
olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum : Ruhumu onun
üzerine koydum; milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. Bağırmıyacak ve
sesini yükseltmiyecek ve onu sokakta işittirmiyecek. Ezilmiş kamışı kırmıyacak
ve tüten fitili söndürmeyecek; hakkı hakikate erdirecek ve dünyada hakkı
pekiştirineeye kadar zayıflamıyacak ve cesareti kırılmıyacak ve adalar onun
şeriatını bekliye-cekler.» [211][212]
İNCİL:
«Eğer beni
seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rabb) yalvaracağım ve O
size başka bir Tesellici, Hakikat Ruhunu verecektir, tâ ki dâima sizinle
beraber olsun. Onu dünya kabul edemez, çünkü onu görmez ve bilmez, siz onu
bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor..» [213]
«Bununla beraber ben
size hakikati söylüyorum : Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem
Tesellici size gelmez. Fakat gidersem onu size gönderirim ve o geldiği zaman,
günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir.» [214]
«Size söyliyecek daha
çok şeylerim var, fakat o Hakikat Ruhu gelince size her hakikate yol
gösterecek, zira kendiliğinden söylemiyecektir; fakat her ne işitirse
söyliyecek ve gelecek şeyleri size haber verecektir. O beni taziz edecektir.
Çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir.» [215]
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvalarını yetiştirecek bir
millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin
üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [216]
Bütün bu hakikatler
yazılı dururken Yahudi ve Hıristiyan bilginleri, din adamları Allah tarafından
kendilerine bir rahmet olarak sunulan ilim, din. kitap ve benzeri nimetleri
gizlemeyip insanlara -tıpkı Musa'nın ve İsa'nın açıkladığı gibi- açıklasalardı
ne zararları olurdu? [217]
Allah yolunda
harcayanlara verilecek mükâfatın kat kat olacağına ve Allah'ın sunduğu
nimetleri gizleyip harcamıyanlara verilecek cezanın şiddetine işaret
edildikten sonra aşağıdakiâyetlerleverilecek olan mükâfat ve ceza hususunda Allah'ın
hiç kimseye haksızlık etmiyeceği belirtiliyor
ve ilâhî emirlerin
insanlara tebliğ edildiğine dair kıyamet günü her ümmetten bir şahit
getirileceği ve Peygamber (A.S.) Efendimizin de onlar üzerine şahit
getirileceği haber veriliyor. [218]
40— Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığınca haksızlık
yapmaz. Zerre ağırlığında bir iyilik olsa, onu kat kat artırır ve kendi
katından bir de büyük bir ecir (mükâfat) verir.
41— Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, seni de
onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?
42— Küfredip Peygamber'e karşı gelenler, o gün
yerle bir olmayı çok isterler ve Allah'tan hiçbir söz gizliyemezler.
«Şüphesiz ki Allah,
dünyada verdiği ve âhirette mükâfatlandıracağı bir tek iyilik bile olsa mü'mine
haksızlık etmez, (onun karşılığını noksansız verir.)» [219]
«Kıyamet günü
(Cehennem'den kurtulma saadetine erişen) mü'minle-re denilecek ki: Dönünüz,
kalbinde zerre ağırlığınca imân bulunan kimseleri ateşten çıkarınız!» [220]
«Şüphesiz ki Allah
zerre ağırlığınca haksızlık yapmaz...»
Zulüm ve haksızlık
daha çok üç sebepten kaynaklanır: Şahsî çıkarın ön plâna alınması, kalblerde
biriken kin ve haset ateşinin için için yanması ve bilgisizliğin ilgisizlikle
birleşip ölçüsüzlük halini alması..
Belirtilen bu üç huy,
nefs doğrultusunda insan karakterini yansıtır, Allah ise, bu gibi sıfat ve
huylardan pak ve münezzehtir. Ne kimsenin ibâdetine ihtiyacı vardır, ne de
kimsenin iyilik severliği ve âdil olması O'nun şanını yüceltir. O ne ise odur
ve öyle de kalacaktır. Ancak kulların küfür ve haksızlığa sapmasına, kötülük
işlemesine razı değildir. Gönderdiği bütün peygamberler ve indirdiği bütün
kitaplar Onun rızasına uygun olanı emreder, olmıyanı men'eder; sonra da insanı
aklı ve iradesiyle başbaşa bırakır.
«Şüphesiz ki Allah
zerre ağırlığınca haksızlık yapmaz.» buyurulması, her türlü itiraz kapısını
kapamaya yöneliktir. Herkes kendi kaderini kendi eliyle çizer; ilâhî müdahale
söz konusu değildir. Yol gösterici kitap ve peygamber, yolları aydınlatıcı akıl
ve irâde vardır. İlim malûmata tabi'dir. Yapacağımız için yazılmıştır;
yazıldığı için yapmıyoruz. Bu bakımdan Kudret Kalemi ezelî ve ebedî ilimle
yazacağını yazıp mürekkebi kurumuş ve yazılan sahifeler katlanıp
kaldırılmıştır. O bakımdan her insan yaptığının karşılığını hiçbir haksızlığa
uğramadan görecek; işlediklerini -bir şey kaybolmadan- olduğu gibi önünde
hazır bulacaktır. İlâhî adalet de tecelli edecek ve ona göre hükmünü
yürütecektir.
«Zerre ağırlığınca bir
iyilik olsa, onu kat kat artırır.» «kim iyilikle gelirse, ona bunun on katı
verilir; kim de kötülükle gelirse, bu da ancak misliyle karşılık görür ve onlar
haksızlığa uğramazlar» [221]
mealindeki, âyet ilâhî adaletin şaşmazlığını yansıtır. Kimdir ki, Allah'a güzel
bir ödünç versin de Allah onu kat kat artırsın..» [222]mealindeki
âyet ise, iyiliğin bire on, bire yetmiş, bire yediyüz karşılık göreceğini
müjdeler. [223]
«Her ümmetten bir
şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri)
nice olur?»
Kur'ân'ın açık
anlatımından, her kabile ve millete bir uyarıcı peygamber gönderildiği ve
peygamber gönderilmedikçe de Allah'ın azap edici olmadığı anlaşılıyor.
Konumuzla ilgili âyette : «Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz, seni de onlar
üzerine şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?» buyrulurken her
ümmetten getirilecek şahidin o millete gönderilen peygamberden başkası
olmayacağına işaret ediliyor.
«And olsun ki her
ümmete, Allah'a ibâdet edip tapın, azdırıp saptırıcılardan kaçının! diye
uyarıda bulunan bir peygamber göndermişizdir.» [224]
«Biz, peygamber
göndermedikçe azâb ediciler de değiliz.» [225]
«Rabbin, kasabaların
ana yerleşim yerlerine peygamber göndermedikçe, o kasabaları yok edici
değildir.» [226]
Bu, «Bize uyarıcı
gönderseydin böyle azıp sapıtmazdık!.» diye ortaya atılacak itirazları
susturmaya yöneliktir. Resûlüllah (A.S.) Efendimizden önce her kabile ve
millete yine onlardan birer peygamber gönderilerek insan aklına ve irâdesine
yön verilmek istenilmiştir. Çünkü Allah ile kullan arasındaki ilginin ölçü ve
anlamını, kabir, âhiret ve ruh ile ilgili hususları akıl yoluyla bilip tesbit
etmek mümkün değildir. Zira aklın yolu ve metodu, mantığa dayalı müşahede ve
tecrübedir, yani bugünkü tabirle gözetim ve deneydir. Sözünü ettiğimiz
hususlar ise bu ikisinin ötesinde ayrı bir anlam taşımaktadır.
Ama ne var ki, kimi
gönderilen peygambere UYARICI, kimi BİLGE, kimi FİLOZOF, kimi HAKÎM diye isim
vermiştir. Peygamber terimi ise Fars-çadan Türkçemize geçen bir kelimedir,
sözlük olarak, yol gösterici demektir. Kur'ân'da geçen RESUL ve NEBÎ
karşılığında kullanılmıştır.
Böylece her peygamber
kendi kavmine uyarıcı olarak gönderildiğini belgelendirmek için, Cihan
Peygamberi Hazret-i Muhammed'i (A.S.) şahit gösterecektir. Çünkü Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, gerek Mİ'RAC Gecesi, gerek başka müşahedelerinde ve mâna
âlemine intikallerinde gelip geçen bütün peygamberlerin ruhlarıyla mülakat
yapmıştır; bu bakımdan hepsini de bilir ve tanır. Aynı zamanda Kur'ân, «Her
ümmete bir peygamber gönderdik..» buyurduğuna göre, bu da Peygamberimizin
elinde şahitlik için yeterli belge sayılır.
Buna rağmen
kendilerine uyarıcı gönderilmediğini iddia edip akıllarınca kurtuluş çareleri
arayan yalancıların ağızları mühürlenir, elleri ve ayakları leh ve aleyhlerinde
şehadette bulunur. Yâsîn sûresinde bilhassa bu husus açıklanmıştır. Geniş bilgi
için o kısmın tefsirine müracaat edilmesi tavsiye olunur.
Bunun için İbn Mes'ud
(R.A.) bize sözünü ettiğimiz şahitlik konusuyla ilgili şu duygulandırıoı olayı
nakletmiştir:
«Bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bana :
— Kur'ân oku, diye emretti. Ben dedim ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Kur'ân sana indi,
şimdi onu size nasıl okuyayım?
Bunun üzerine buyurdu
ki:
— Evet, Kur'ân'ı başkası okuyunca onu dinlemeyi
çok severim.
Ben de Nisa sûresini
okumaya başladım. «Her ümmetten bir şahit getireceğimiz, seni de onlar üzerine
şahit getireceğimiz zaman (halleri) nice olur?» âyetine gelince, «Bu an sana
yeter!» dedi ve ağladı..»[227]
Şüphesiz ki bu,
Allah'a ve âhiret gününe inanmanın bir tezahürüdür. Cenâb-ı Hak hepimize bu
konularda duyarlı bir kalb, anlayan bir gönül nasip eylesin. [228]
İnkarcıların yerle bir
olmayı temenni ettikleri kıyamet ahvalinden ve hiç kimsenin bir şey gizleme
imkânı bulunmadığı bir günden söz edildikten sonra, adaletin kılı kırk
yararcasına tecelli edeceği, hiç kimseye haksızlık edilmiyeceği hesap gününde,
ancak kalbini ve organlarını imân nuruyla tertemiz tutanların saadete lâyık
oldukları ve bunun için de iç ve d'Ş temizliğini en uygun biçimde sağlayan
NAMAZ'ı her türlü gösterişten ve dünyevî kirlerden uzak bulundurmanın gerektiği
açıklanıyor. [229]
43— Ey imân
edenler! Sarhoş iken -ne dediğinizi bilinceye kadar -cünüp iken, -yoldan
geçmeniz müstesna- gusledinceye kadar namaza (ve mescide) yaklaşmayın. Eğer
hasta veya yolculukta iseniz, sizden biriniz tabiî ihtiyacını gidermekten
gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız, bu durumda su da bulamamışsanız, temiz
bir toprağa teyemmüm edip yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah
çok affedici ve çok bağışlayıcıdır.
İslâm'ın ilk
yıllarında içki henüz yasaklanmamıştı. Ashabdan bazı kişiler sarhoş iken
namaza gelir, şuuru tam yerinde olmadığından kıraati yanlış bile okurdu. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi. [230]
Yapılan rivayete göre,
Hazret-i Ali (R.A.) diyor ki :
«Bir defasında
Abdurrahman bin Avf (R.A,) ziyafet sofrası hazırlayıp Ashabdan bazı şahısları
davet etmişti. Akşam vaktine kadar yediler, içtiler. Ezan okununca biri imam
olup cemaatle namaz kılarken imam KÂ-FİRÛN sûresini yanlış okudu. Çünkü sarhoş
bulunuyordu. Bu olay aklı erenleri fazlasıyla üzdü. Onun üzerine yukarıdaki
âyet indi.»
Diğer bir rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, beraberinde Hz. Aişe (R.A.) de bulunduğu bir yolculukta Hz. Âişe
(R.A.} gerdanlığını kaybetti, derken onu bulmak için Ashab o yerde sabahladı.
Ne yanlarında, ne de yakınlarında su vardı. Bunun üzerine teyemmüm âyeti indi. [231]
Ümmu Seleme (R.A.)
anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mescid'in yüksekçe bir yerine çıkarak yüksek sesle şöyle buyurdu :
«Şüphesiz ki, Mescit, cünüp kimseye ve ay-hali olana helâl değildir.» [232]
«Cünüp, ayhali ve
loğusa olan Kur'ân'dan bir şey okumasın!» [233]
«Ben Mescid'i ayhali kadına ve cünüp kimseye helâl kılmıyorum.» [234]
Araplarda o devirde
çok yaygın olan içki, İslâm'ın ilk yıllarında da bu yaygınlığını sürdürmüştü.
Bakara sûresinde de belirtildiği gibi İslâm, ca-hiliye devrine ait kötü
âdetleri bir çırpıda değiştirmeyi veya yasaklamayı uygun bulmamıştır. Bir
yandan Allah'ın varlığını, birliğini sıfatlarıyla birlikte, en derin manasıyla
gönüllere işlerken, diğer yandan insanın dünya ve âhiret afiyetine ters düşen
ibtilâları yasaklamada kademeli fakat pedagojik bir yöntem uyguluyordu. Zaten
büyük dâvalar, köklü inkılaplar ancak bu şekil başarıya ulaşabilir.
İçki konusunda da aynı
yöntem uygulanmıştır: Önce içkinin güzel bir nzık olmadığı açıklandı, «Hurma
ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden sarhoşluk veren içki ve güzel rızık
edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir millet için ibret, öğüt ve
belge vardır.» [235]
Bu âyetle içkinin
güzel bir rızık olmadığına dikkâtler çekilmişti. İlâhî muradı sezenler içkiye
iltifat etmemeye, hiç olmazsa onu azaltmaya başladılar. Ancak kesin yasak
inmediği için Ashabdan da içki İçenler ve sarhoş bir vaziyette namaz kılanlar
eksik değildi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (R.A.), «Allahım! içki hakkında bize
şifâ verecek bir açıklamada bulun..» diye duâ etti. Çok geçmeden ikinci
kademede şu âyet indi: «Sana hamr (alkollü içki)den ve kumardan soruyorlar. De
ki: İkisinde de hem büyük günah, hem insanlar için (bazı) faydalar vardır; ama
günahları (ve zararları) yararlarından daha büyüktür.» [236]
Bu da içkiyi kesin
olarak yasaklamıyor, güzel bir rızık olmadığını biraz daha açıklıyor,
zararının yararından fazla olduğunu hatırlatıyordu. Böylece içki hakkında
kafalardaki istifham biraz daha büyümüş o]uyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
Hazret-i Ömer'i çağırıp inen âyeti ona okudu. Ömer (R.A.), murad-i ilâhiyi
anlamakta gecikmedi ve tekrar el kaldırıp: «Allahım! içki hakkında bize şifâ
olacak bir açıklamada bulun..» diye tekrar duâ etti.
Âyet tesirini
gösterdi. Birçok mü'minler içkiyi terke azmettiyse de kesin bir tahrîm
bulunmadığı için bazen içilmesinde bir sakınca görmediler. Bu arada sarhoş bir
vaziyette namaz kılanlar oldu. O sebeple üçüncü kademede istifhamı daha da
büyütecek anlamda konumuzu oluşturan âyet indi: «Ey îmân edenler! sarhoş iken
-ne dediğinizi bilinceye kadar- namaza yaklaşmayın.» Yine Hazret-i Ömer
çağrıldı ve inen âyet kendisine okundu. Ömer yine tatmin olmamıştı ki, tekrar
ellerini kaldırıp : «Allahım! içki hakkında bize şifa olacak bir açıklamada
bulun.» diye duâ etmişti.
Bu âyetle içkinin
artık kötü ve zararlı, ibâdetten alıkoyucu olduğu açıklanıyor, kafa ve
gönülleri bu konuda iyice düşünmeye sevkediyordu. Yöntem başarılı olmuş, içki
içenler iyice azalmış hattâ kınanmaya başlanmıştı, derken dördüncü kademedeki
Mâide sûresi 90. âyetle kesin yasak indi. Hazret-i Ömer çağrıldı ve âyet
okundu. Ömer (R.A.) ferahladı ve: «Vazgeçtik, vazgeçtik Rabbim!» diyerek hem
sevincini, hem emre kayıtsız şartsız uyduğunu söyledi. [237]
Kur'ân'da ilgili
âyetle bir taraftan içkinin zararlı ve haram olduğuna temas edilirken, diğer
taraftan içki sebebiyle nefs, şehvete yöneldiğinde, ruhun Allah'a yönelmesinin
mümkün olmadığı hatırlatılıyor ve en yüce huzurda Allah ile bir bakıma
konuşmayı gerektirirken sarhoşluk nefs ve şehvetle kaynaşmaya kucak acıyor ki,
bu iki zıt halin aynı anda bir gönül ve kafada birleşmesi düşünülemez.
Konuyu özetliyecek
olursak :
Namaz Mevlâ'yı, içki
şeytanı ister. Namaz ruha, içki nefse gıdadır. Namaz Allah'a, içki İblise yaklaştırır. Namaz imânı, içki
şehveti güçlendirir.
Namaz ruha afiyet,
bedene sıhhat kazandırır. İçki afiyeti giderir, sıhhati bozar.
Namaz kötülükten
alıkoyar, içki kötülüğe ve günaha iter. Namaz iyi insan olmayı, içki saldırgan
bulunmayı gerektirir. [238]
1. Cünüp ve ayhali olanların camilerin bir
kapısından girip öbür kapısından çıkmasında bir sakınca olup olmadığı, âyetin
bu konuda sarih bir anlatımı bulunup bulunmadığı üzerinde farklı görüşler
vardır:
a) İmam Mâlik ve İmam Şafii'ye göre mutlaka
mubahtır. Âyet bu hususta açıklayıcı hüküm getirmiştir. El-Hasan da aynı
görüştedir.
b) Rey tarafdarı
sayılan Irak fukahasına göre
mutlaka mekruhtur. Çünkü «Âbir-i
sebil»den maksat, yolculuk halidir.
c) Rey tarafdarı fukahadan diğer bazısına göre,
herhalde camiin içinden geçmek gerekiyor ve su da bulunmuyorsa, o takdirde
teyemmüm edilerek geçilebilir.
2. Cünüp ve ayhali olanların cami' ve
mescidlerde oturması caiz midir?
a) İlim adamlarının çoğuna göre, tahrîmen
mekruhtur. Nitekim, evlerinin kapısı Meseid-i Saadete açılan birkaç aile
vardı. Resûlüllah (A.S.) onlara : «Şu evlerinizin kapısını Mesçid'den başka
tarafa çevirin!» diye emretmiş ve bu emrini tekrarlamıştı.
b) Ahmed bin Hanbel'e göre, cünüp ve ayhali
olanlar abdest aldık-
lan takdirde mescidde
oturabilirler. İmam Şafiî'nin arkadaşlarından Mü-zenî de aynı görüştedir. Ahmed
bin Hanbel bu meselede Ata' bin Yesar'ın şu rivayetine dayanmıştır:
«Hazret-i Peygamberin
(A.S.) Ashabından bazı kişileri cünüp bulundukları halde abdest alıp Mescid'e
gelerek oturduklarını gördüm.»
3. Erkeğin teninin kadının tenine dokunması
abdesti bozar mı?
a) İmam
Şafiî'ye göre, her ikisinin de abdesti bozulur. Çünkü âyette, «Veya kadınlara
dokunmussanız,» deniliyor. Lems: tenin
tene dokunması demektir. Ashabdan İbn Mes'ud ile İbn Ömer'in (Allah ikisinden
de razı olsun) yorumu bu anlamdadır.
b) İmam Mâlik'e göre, karısını öper veya
çimdiklerse sadece erkeğin abdesti bozulur. Mücerred dokunmakla abdest
bozulmaz.
c) Ahmed bin Hanbel'e göre, şehvetle dokunursa
abdesti bozulur.
d) Ebu Hanîfe'ye ve arkadaşlarına göre, ikisinin de abdesti bozulmaz. Çünkü âyetteki LÂMESTÜM fiili daha
çok cinsî yaklaşmayı yan kapalı bir ifadeyle anlatır.
4. Teyemmümde yüz ve ellerin sınırı:
a) İmam Ebû
Hanîfe ile İmam Şafiî'ye göre, abdestteki sınır ne ise odur. Diğer iki mezhebin
de görüş ve içtihadı buna yakındır, aralarında pek cüz'i bir fark vardır. [239]
1— Ayette
gecen sarhoşluğu, uyku sersemliği anlamına yorumlayanlar da var. İbn Cerir
Taberî'nin Dahhak'tan yaptığı rivayete göre, Dahhak şöyle demiştir: «Bu
şaraptan mütevellit bir sarhoşluk değil, uyku sersemliğidir.»
Aynı rivayeti Ebu
Nuaym de yapmıştır. Ne var ki bu yorum çok zayıf kabul edilmiş ve hükme dayanak
alınmamıştır. [240]
2— Âbir-i
Sebil.. (Hazret-i Ali (R,A.) ve İbn Abbas (R.A.) Hazretlerine göre, «yolculuk
halinde bulunan kimse» demektir. Abdullah b. Cübeyr ve El-Hasan da aynı
görüştedirler.
3— Namaz'dan maksat, namaz kılınan yerdir.
Âbir-i sebil'den maksat, camiin içinden geçmek isteyendir. Yani iki kapılı
cami'den geçip gitmek için cünüp bulunmamak gerekir. Su bulunmadığında
herhalde geçmesi gerekiyorsa, teyemmüm edip öyle geçer.
Bu, daha çok İbn Vehb,
İbn Zeyd, İbn Yesar ve benzeri fukahanın görüş ve yorumudur.
4— Lâmestüm.
a) İbn Abbas ve Saîd bin Cübeyr Hazretlerine
göre, cinsel yaklaşmadır. Nikâh anlamına da gelir.
b) Tenin tene dokunmasıdır. Bu, İbn Mes'ud
(R.A.) Hazretlerine göredir.
c) Ebû Ubeyde ve benzeri zatlara göre, öpmek
anlamında kullanılmıştır.
d) Elle dokunmaktır.
5— Saîd.
a) Üzerinde bitki bulunmayan düz kaygan
toprak..
b) Üzerinde bitki ve ağaç bulunmayan yeryüzü..
c) Düz bir toprak..
d) Herhangi temiz bir toprak,
e) Yeryüzü..
f) Üzerinde ince toz veya kum tabakası bulunan
yer cinsi..
6— Tayyib.
a) Kir ve pislikten temiz olan.
b) Helâl bir toprak.
c) Münbit toprak. [241]
7— Teyemmüm,
Sözlükte kasdetmek
anlamına gelir. Terim olarak, niyet edip
elleri temiz toprağa dokundurup önce yüze, sonra kollara sürmek mânasında kullanılmış
ve kelimenin sözlükteki
mânasından niyetin farz
olduğu hükmü çıkarılmıştır. [242]
Bu durumda su da
bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin......»
İslâm, Allah'a kulluğu
ibâdete, ibâdeti de iç ve dış temizliğine bağlamıştır. Böylece ibâdet
kulluğun, temizlik de ibâdetin temelini oluşturmaktadır.
Ruh ve beden
afiyetinin, dünya ve âhiret düzeninin insan hayatındaki yeri ve mânası,
havadaki oksijenin yeri kadar önemlidir. NAMAZ hem buâfiyetin, hem bu düzenin
ilk ve son kaynağıdır. Mi'rac Gecesinde büyük bir ilâhî armağan olarak farz
kılınması da bunu göstermiyor mu? Böylesine önemli bir ibâdete gelişigüzel bir
hazırlık veya rasgele bir temizlikle değil, kalbi ve kafayı, ruhu ve vicdanı
harekete geçiren abdestle; su bulunmadığı veya bulunup da kullanma imkânı
olmadığı zaman teyemmümle zemin hazırlamak gerekir.
İşte teyemmüm bir
yandan abdest yerine geçip namaza ön hazırlığı sağlarken, diğer yandan insana
kulluk doğrultusunda alçak gönüllülüğü, mahviyetkârlığı öğretiyor; bencilliği,
başkalarını aşağı görmek gibi nef-sanî gururu kırıp atıyor. Sonra da ölümü cok
duyarlı biçimde hatırlatarak, ellerimizi toprağa dokundurduğumuzda sanki için
için bir fısıltı kalbimize geliyor: «Senden yaratıldık, sendeki nimetlerle
hayatımızı sürdürdük ve sonunda eskiyen elbiseyi atıp yenisini giyinebilmek
için sana döndürüleceğiz.»
İnsana, İslâm dışında
bu kadar yüce, yüce olduğu kadar anlamlı ve eğitici başka bir iş ve ameliye
gösterilebilir mi?
Bunun için «DİN BİR
EĞİTİM İŞİDİR,» «HAKİKİ DİNDARLIK GELENEK VE GÖRENEKTEN ZİYADE, EĞİTİMLE
GERÇEKLEŞİR.» diyoruz. Yoksa sadece «Abdestin farzı dörttür.» «Teyemmümün farzı
ikidir veya üçtür» demekle neticeye varılmıyor. Bu işin şeklidir. Hikmet ve
mânasını, amaç ve gayesini gönüllere en duyarlı biçimde işlemek gerek. Bu da
iki şey ister: Eğitimcinin bütün bu hikmet ve amaçları bilmesi ve sonra da
onunla inanarak, zevk alarak yaşaması.. Bu bakımdan dinî okulları açmadan öğretmenini,
kursları açmadan öğreticisini yetiştirip hazırlamak lâzımdır. Aksi halde
istenilen amaca erişilemez. Görkemli binalar yapmak, içini göz
ve gönül doldurucu
biçimde döşemekle adam yetiştireceğimizi sanıyorsak kendi kendimizi aldatmış
oluruz. Bütün bunlar işin şekli ve aracıdır. Binanın ihtişamıyla orantılı
olarak imânh, kültürlü, faziletli öğretim kadrosu şarttır. [243]
Geçen âyetlerle dinî
bazı hükümler açıklandı; insan tabiatında ve ya-ratılışındaki yüceliğe ters
düşen içki ve benzeri nesnelerin zararlı oldukları belirtilerek ibâdeti
hedefinden saptıran bu tür ibtilalardan vazgeçilmesinin gereği, hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, daha önce kendilerine kitaptan az-çok birer nasip verilen
ümmetlerin belirtilen hususlara dikkat etmedikleri, dünya saltanatıyla ilgili
bir takım çıkarları uğruna kitapta yer alan ilâhî sözlerin yerini değiştirecek
ve bazı kelimelerini silecek kadar sapıttıkları, bu yüzden de lanetlendikleri haber
veriliyor ve son dine inanan bahtiyarların tarihten ibret almaları lüzumu
üzerinde duruluyor. [244]
44— Kendilerine kitaptan az-çok bir pay
verilenlere bakmaz mısın? Bunlar sapıklığı satın alıp sizin de doğru yoldan
sapmanızı isterler.
45— Allah İse düşmanlarınızı daha iyi bilendir,
İşinizi düzenleyici dost olarak da Allah yeter; yardımcı olarak da Allah
elverir.
46— Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri konulduğu
yerlerden değiştirirler, dillerini eğip bükerek, dine de saldırarak, «işittik
{ama kalbimizle) karşı koyduk!» derler. Dinle, a dinlemez olası! «Râinâ = bizi
güt, bizi gözet a çoban!» derler. Eğer onlar, «işittik ve itaat ettik», «dinle
ve bizi gözet!» deselerdi herhalde kendileri için daha hayırlı ve daha doğru
olurdu. Ama Allah küfürleri sebebiyle onları, lânetlemiştir. Bu yüzdetv -azı
müstesna- imân etmezler.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki : Medine Yahudilerinden birkaç kişi hakkında inmiştir. Peygamber (A.S.)
Efendimiz konuştuğunda onlar dillerini büküp alay ederler, sözleri başka
kalıba döküp gayr-i ciddi yollara başvurur ve Tevrat'ta son peygamberle ilgili
sözleri de -kelimelerin yerini değiştirerek- değiştirmeye çalışırlardı. [245]
Ayrıca Yahudilerden
okur-yazar olup Tevrat'tan az-çok anlayanlardan birkaç kişi Hazret-i
Peygambere gelip bir şeyler sorarlar, dışarı çıkınca Peygamber Efendimizin
(A.S.) dediklerini değiştirerek etrafa yaymaya çalışırlardı. Yukarıdaki âyet
bu sebeple inmiştir. [246]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz kendisine gelen bazı Yahudilere bir şeyle emredince, yüzüne karşı,
«sözünüzü işittik.» derler, içlerinden ise «emrine karşı geliyoruz» diye
geçirirlerdi. Bazan da «İşittik a işitmez olası!»-«Kulağını bize ver!.» gibi
yakışıksız sözler sarfederler, bununla peygambere hakarette bulunmayı kasdeder
ve sonra da, «O, hak peygamber olsaydı bizim bu sözlerle kendisine içimizden
hakaret ettiğimizi anlardı» diyerek kitap ehlinin son dine girmesini önlemeye
çalışırlardı.
Cenâb-ı Hak, bilgin
geçinen Yahudilerin içlerinde neler besleyip düşündüklerini açıklarken mü'minleri
onlara karşı uyanık bulunmaya davet ediyor. [247]
«Kendilerine kitaptan
az-çok pay verilenlere bakmaz mısın, bunlar sapıklığı satın alıp sizin de doğru
yoldan sapmanızı isterler.»
Dindar geçinen
bilginlerin veya din âlimi olduğunu iddia edenlerin dinde değişiklik yapması
iki sebebe dayanır: Biri, dini geçim vasıtası yapıp mal ve makam gibi geçici
nimetlere erişmek için Allah ve Peygamber sözünü, kendi mantığına uydurmaya
çalışan üst tabakadaki efendilerinin arzusuna göre yorumlamak. Diğeri inkarcı
ve şüphecileri dine ısındırmak için din adına taviz vermek, hükümlerde yanlış
yorumlarda bulunmak ve o gibi kişilerin mantığına göre bir din meydana
getirmek.
İşte bu ikisi de son
derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Dini asıl mecrasından saptırmaya yönelik çok
hatalı bir yoldur. Dini kendi çıkarına alet edinip hükümlerini basit mantık
oyunlarıyla değiştirenler, daha çok para, şöhret ve makam hastası olan
zavallılardır. Ama Allah dinini korumayı kendi üzerine aldığı ve bu din
Allah'tan başkasını kabul etmediği için böy-leleri hiçbir zaman umduklarını
elde edememiş, peşinde koştuklarına erişememiş, zalimlere yardımcı oldukları
için de sonunda tokatı -ilâhî kanun gereği- onlardan yemişlerdir.
«Şüphesiz ki Kur'ân'ı
biz indirdik ve elbette biz onun koruyuçuları-yizdır.» [248]
«Doğrusu Allah bu
Kitap'la bazı kavim ve milletleri yükseltir, diğer bazı kavim ve milletleri de
düşürüp alçaltır.» [249]
«Şüphesiz ki Allah bu
ümmet için her yüzyılın başında, onun dinini tazeliyecek müçedditler gönderir.»
[250]
Dini, şüpheci ve
inkarcıların akıl ve mantığına uydurmaya çalışanlar da diğerleri kadar
zavallıdırlar. Çünkü bu gayretin (!) altında, kendilerinin Allah ve
Peygamberden daha merhametli bulunduğu iddiası yatar. Allah'ın açmadığı bir
kapıyı açmaya kalkışmak, Peygamber'in (A.S.) müsamaha ile karşılamadığı dinî
hükümlerde müsamahalı davranmak küstahlığın en çirkini değil midir?
Dinde reformdan
sözedenlerin dindeki yeri ve payı nedir? Cami ve cemaati tenkit edip lüzumsuz
sayanların dinle ilgisi nedir? Faizi bugünkü ortam içinde mubah görenlerin,
kadının açılıp saçılmasıyla dinin ne gibi ilgisi bulunduğunu inkâr yollu
soranların İslâm ve Onun Kitab'ı Kur'ân'la bağlantısının ölçüsü nedir? Bunlar
kendi basit mantığına göre yeni bir din icat etme hevesine kapılmamış mıdır?Böylesine
din adına taviz veren din adamının dinle ilgisi var mıdır?
İşte Kur'ân,
Yahudilerin gerek Tevrat'ta yaptıkları değişiklik ve kelime oyunlarını,
gerekse son peygamberin sözlerini dinledikten sonra onu hedefinden saptırmaya
yeltenmelerini lânetlemektedir. Son Nebi'ye uyanların bu hususta çok uyanık ve
dikkatli olmaları tenbih ediliyor. Din bir bütündür, ya tamamı gönül rızasıyla
kabul edilir, ya da reddedilir. Bir kısmını kabul etmek, bir kısmını kabul
etmemek diye bir kaide yoktur. Böyle bir yetki Peygambere bile verilmemiştir. [251]
«Yahudilerden bir
kısmı, kelimeleri konuldukları yerlerden değiştirirler....»
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan âyette olduğu gibi, yer yer bu konuya temas edilerek ağırlık
kazandırılması, önemine ve ibret alınacak bölümlerine dikkatleri çekmek
içindir. Bir hikayeci, ya da romancı diyelim, hayal ürünü olan sözlerinin
değiştirilmesine razı değildir. Hele bir ilim adamı tarafından kaleme alına-n
bir kitaba başkasının kasıtlı dokunması, kelime ve cümleleri üzerinde oynaması
affedilir cinsten değildir. İnsanoğlu kendi ürünü olan kitabına karşı
gösterdiği duyarlığı neden Allah'ın kitabına karşı göstermez? İşte aklın ve
mantığın durduğu ve de cevapsız bıraktığı soru! Bunun için Cenâb-ı Hak
geçmişteki olayları, yersiz yorum ve tahrifleri misal vererek son kitabi
Kur'ân'ı korumayı kendi üzerine almış, insanların zayıf irâdesine
bırakmamıştır.
Kaldı ki Kur'ân, yani
Allah sözü başka sözlerle hiçbir yönüyle ölçülmeyecek kadar yücedir ve
anlamlıdır; kelimenin cümlede aldığı yere ve i'raba ve cümlenin söz
dizisindeki ölçü ve ahengine göre mana ve hüküm taşıdığını kim inkâr edebilir?
Bir kelimeyi yerinden oynatmak, en azından satranç tablosundaki piyonlardan
birini gelişigüzel oynatmak kadar fahiş hataya yol açar.
Yahudilerin paraya ve
dünya saltanatına karşı zaafları bilinmektedir. Musa Peygamberin aralarından 40
gün ayrılmasıyla onların bu zaafları ortaya altundan ma'mul bir buzağı
çıkarmadı mı? Buzağının altundan yapılması, bu madeni Allah'a tercih ettiklerine
bir delil sayılmaz mı? Ve putperestliğin en kötüsü değil midir? Musa
Peygamberin vefatından sonra da Tevrat'ın bazı belgelerini kendi tutumları
doğrultusunda değiştirmekte bir sakınca görmedikleri de muhakkak.
Yahudi bilginlerinin
Tevrat ile olan ilgisi iki yönlü olmuştur; Koruya-mayıp unuttukları kısımlar;
koruyup da değiştirdikleri kısımlar. Kur'ân bu yüzden onların lanete
uğradıklarını haber veriyor. Nitekim Tevrat iyice tetkik edildiğinde Allah sözü
ile Musa ve diğer peygamberlerin sözü birbirine karıştırılmış, birçok yerlerde
ayırt edilemiyecek duruma getirilmiştir. Krallar ve Tarihler bölümlerinde
bilhassa belirtilen husus çok belirgindir.
Konumuzu gereğinden
fazla uzatmamak için Tevrat'taki bu karışık durumları misaller vermek suretiyle
anlatmaya gerek görmüyoruz. Ancak Hindistan âlimlerinden Rahmetullah Efendinin
bu konuda kaleme aldığı ve Osmanlıcaya da tercemesi yapılan İZHARÜ'L-HAK adlı
eserini tavsiye ederiz. Gerek Tevrat, gerekse İnciller'deki tahrifatı
mukayeseler yaparak belirtmiştir. [252]
Tahrif :Bu kelime
genellikle iki mânaya gelir: Kelimeyi konulduğu mananın dışına çıkarıp başka
bir manaya te'vîl etmek. Gelecek olan son peygamberi müjdeliyen belgeleri
kendi milletlerinden bir azizin geleceğine işaret saymak ve böylece son
peygamberi inkâr etmek. Diğeri ise, bir kelime veya cümleyi yerinden alıp başka
bir yere koyarak taşıdığı hükmü anlaşılmaz duruma getirmek. [253]
Geçen âyetlerle
Yahudilerden kendilerine az-çok
kitaptan nasîp verilenlerin hakk'a ve hakikate nasıl sırt
çevirdikleri anlatıldı. Sonra Kitap ehlinden bazı bilginlerin Tevrat'ta bir
takım değişiklikler yaparak doğru yoldan saptıkları, onun için lanetlendikleri
açıklandı. Bu yüzden son kitap olan Kur'ân'ın mutlaka maksatlı ellerin
dokunmasından korunacağına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
hakiki Tevrat'a inanmanın Kur'ân'a ve Hz. Mu-hammed' (A.S.)e inanmayı
gerektirdiğine dikkatler çekiliyor. Buna rağmen aşırı taassup yüzünden Kur'ân'a
karşı çıkmanın, Allah'a karşı çıkmak anlamını taşıdığı, bunun ise küfre ve
inkâra yol açtığı belirtiliyor. Hak adına hakkı inkâr etmenin elîm bir azabı
gerektirdiği bir defa daha haber veriliyor. [254]
47— Ey kendilerine kitap verilenler!
Beraberinizdeki kitabı tasdik ettiği halde indirdiğimiz bu Kitap (Kur'ân)a,
biz henüz birtakım yüzleri belirsiz hale getirip enselerine çevirmeden veya
Cumartesi (hürmetini çiğneyen) kimseleri lanetlediğimiz gibi onları
lanetlemeden önce imân edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.
48— Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği kimseler için
bağışlar. Artık kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz o, büyük bir günah ile
iftirada bulunmuş olur.
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz Medine Yahudilerinin bilginlerinden birkaç kişiyi çağırarak onlara
şöyle dedi : «Herhalde getirdiğim bu kitabın hak olduğunu siz de bilirsiniz?»
Onlar. «Biz böyle hak bir kitap bilmiyoruz», diye karşılık verip inkâr ve
inatlarında ısrar ettiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [255]
Nitekim bu âyeti
duyduktan sonra ister istemez insafa gelip hakkı kabullenen ünlü yahudi bilgini
Abdullah bin Selâm, gelip İslâm'a girdi. Hazret-i Ömer (R.A.) devrinde de yine
Yahudi bilginlerinden Kâb el-Ahbar gelip Müslüman oldu ve : «Ya Rab! bu âyetin
haber verdiği bir âkibete uğramaktan korktum, gelip son dine girdim. Beni
kabul buyur..» diye duâ ettiği
sahîh rivayetlerden anlaşılmaktadır.
48. âyetin, Peygamber
Efendimizin amcası Hz. Hamza'yı Uhud savaşında öldüren ve sonra da pişmanlık
duyup Müslüman olmak istiyen Vahşi hakkında indiğini söyliyenler de vardır. [256]
Cabir bin Abdullah
(R.A.) anlatıyor:
— Bedevilerden biri,
Hz. Peygamber'e (A.S.) gelerek sordu : «Ey Allah'ın Peygamberi! İnsanı Cennet
ve Cehennem'e sokan sebepler ve gerekler nelerdir?» Efendimiz (A.S.) ona şu
cevabı verdi : «Kim Allah'a ortak koşmadığı halde ölürse Cennet'e girer. Kim
de Allah'a ortak koştuğu halde ölürse Cehennem'e girer.» [257]
«Zulüm üç türlüdür:
Birincisini Allah bağışlamaz. İkincisini Allah bağışlar. Üçüncüsü ise Allah
ondan hiçbir şey terketmez. Allah'ın bağışlamadığı zulüm, Allah'a ortak
koşmaktır. Çünkü Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür. Allah'ın bağışladığı
zulüm, insanlarınkendi nefslerine yaptıkları haksızlıklardır; bu, kullarla
Allah arasındaki bir haldir. Allah'ın hiçbir şeyini terketmediği zulüm ise
insanların birbirlerine yaptığı zulümdür. (Bunda kul hakkı vardır. Mutlaka her
hak sahibine verilecektir).» [258]
«Her günahın Allah
tarafından bağışlanacağı umulur; ancak kâfir olarak ölen adamın günahı ve bir
de bir mü'mini kasden haksız yere öldürenin günahı bağışlanmaz.» [259]
«Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak
koşulmasını bağışlamaz...»
İslâm, Kitap ehli olan
Yahudi ve Hıristiyanları hem Tevrat'ı, hem İncil'i tasdîk eden Kur'ân'a imân
etmeye davet ederken, onları şirkten kurtarmayı amaçlıyor. Yahudilerin
kendileri için millî ilâh olarak Yehova'yı seçtikleri, diğer bir tabirle
Allah'ın sadece Yahudilerin millî Tanrısı olduğu iddiaları ve İsa (a.s.) ile
son peygamber Hz. Muhammedi (A.S.) aynı zamanda son kitap Kur'ân'ı inkâr etmeleri açıktan
küfürdür, bir
bakıma Allah'a ortak
koşmaktır. Bunun için İslâm ilim adamları: «Küfür tek bîr millettir,»
demişlerdir. Hıristiyanlara gelince, onlar da üç tanrı inancıyla ortaya
çıktılar, Allah'a oğul isnadında bulundular ve böylece son peygamberi, İncil'in
açık biçimde haber vermesine rağmen inkâr ettiler.
Bu tarz inançların
hepsi şirk sayılır. Kur'ân, Kitap ehlinin bu çok sakat ve yanlış tutumlarını eleştirip
dönüş yapmadıkları takdirde kıyamet gününde de yüzlerinin enselerine
döndürülerek, doğru yoldan sapmanın nasıl bir azap hazırladığını bir tablo
halinde gözlerinin önüne seriyor ve Allah'ın, şirki, yani kendisine ortak
koşmaklığı kıyamet gününde bağışla-mıyacağını, çünkü bunun açık bir küfür
olduğunu, diğer günahlarla ölçü-lemiyeceğini açıklıyor. Ancak dünyada tevbe
edip dönüş yapanlar müstesna...
Şüphesiz ki burada
katıksız bir TEVHÎD'e davet var. Aynı kaynaktan süzülüp gelen dinlerin tekâmül
ede ede İslâmiyetle son bulup doruğuna ulaştığı, doruktan aşağıda durup inat ve
inkâr etmenin mantıkî hiçbir yanı bulunmadığı belirtiliyor. Sosyal yapılarda,
milletlerin hayatında, beşerî kanunlarda tekâmülü, hiçbir itirazda bulunmadan
kabul ettiğimiz halde, dinlerin tekâmül ettiğini neden anlayıp kavrayamıyoruz?
Din aşırı taassup içinde geriye dönüp bağlanmayı mı emrediyor? O takdirde
bütün insanların Âdem Peygambere indirilen birkaç sahifeden başka hiçbir semavî
kitap kabul etmemeleri gerekmez mi? Halbuki Âdem Peygambere indirilen o birkaç
sahife sadece o günün ihtiyaçlarına cevap verecek ölçüde bulunuyordu. Ne
gelişmiş bir sosyal yapı, ne gelişmiş aile yuvaları, ne yazılan kitaplar, ne de
kurulan tesisler vardı.
Kur'ân bilhassa bu
husus üzerinde duruyor ve dinlerle peygamberler zincirinde böyle bir tekâmülü
kabul etmiyenleri -Tevhîd İnancını bozdukları için- elim bir azap ile
müjdeliyor. Çünkü Kur'ân kendisinden önoe indirilen bütün kitapları,
gönderilen bütün peygamberleri tasdik edip saye ile anıyor; Tevhîd İnancı
bozulmasın diye dinler arasındaki bağların koparılmasına müsaade etmiyor,
tez-antitez karşılaşması doğrultusunda hakikat anlaşılıp kabul edilinceye
kadar ölçülü bir diyalogun sürdürülmesini öneriyor. [260]
<<Bir takım
yüzleri belirsiz hale getirip enselerine çevirmeden...»
Bu, dünyada Allah'ın
açmış olduğu doğru yoldan sapmaları ve sap-tirmalanyla, kalb gözlerinin kapanıp
hakkı göremez olmalarıyla yorumlanabilir. İlâhî çağrıya olumlu cevap
vermiyenlerin sorunun sapıklık ve küfür olduğu muhakkaktır. Allah'ın bu hükmü
de mutlaka yerine gelir. Çünkü ilâhî ilim bu konuda malumata tabi'dir ve asla
yanılmaz.
Kıyamette ise, haktan
sapıp yanlış yola girdiklerine ve bu yolda İnat ve inkârla yürüdüklerine
karşılık «ceza amelin cinsindendir» kaidesince yüzleri silik hale getirilip
enselerine döndürülecek, yanlış yolda direnmenin böylece karşılığı âdil
ölçülerle gerçekleşmiş olacaktır.
Çünkü ta m s maddesi
veya tabiri, biri hakikî diğeri mecazî olmak üzere iki mâna taşır. Hakikî mâna,
yüzlerin silinip belirsiz hale gelmesi, yüz ve ensenin aynı biçime dönmesidir.
Mecazî mânası, yüz hatlarının giderilmesiyle fizyonomide değişiklik meydana
gelmesi, böylece tanınmaz bir görünüme bürünmesidir. Bu, kıyamet günü gerçekleşecektir.
Diğer bir mânayla, doğru yola girmemek, bu hususta ilâhî davete gönül kulağını
tıkamaktır ki, bu dünyada meydana gelen manevî bir ta m s'tır. Böylece ilahî
emir ve hüküm, kulların tutum ve amellerine, inanç ve İrâdelerine göre tecelli
eder. Çünkü Allah hiç kimseye zulmetmez.
Mecazî mânalarından
biri de, Yahudi ve Hıristiyanların kuvvet ve saltanatlarının Arap
Yarımadasında sona ereceği ve gerisin geriye çekilip oradan silinmeleridir.
Müfessir Fahruddin Râzî bu mâna üzerinde de durmuş ve geniş bilgi vermiştir.
Nitekim tarih bunu doğrulamıştır. [261]
Davud Peygamber
devrinde Akabe'de balıkçılıkla geçinen İsrailoğulla-rının, dinleri gereği
cumartesi günleri tatil yapmaları, ibâdetle meşgul olup başka bir iş
yapmamaları gerekiyordu. Kıyıya doğru akın eden balıkları görünce bu hürmeti
çiğnediler, ilâhî yasağa uymadılar, böylece cumartesi günleri de balık avlamaya
devam ettiler. O yüzden ilâhî lanete lâyık görüldüler. Maddeye karşı aşırı
meyillerinden maymun tabiatlı olmuşlardı. [262]
Bugün hâlâ mevcut
Tevrat nüshalarında cumartesiyle ilgili şu belgelere raslamaktayız : Ve Rab
Musa'ya söyleyip dedi: İsrail Oğullarına söyle ve onlara de : Mukaddes
toplantılar olarak ilân edeceğiniz RABBİN bayramları,.benim bayramlarım
şunlardır: Altı gün iş işlenecek, fakat yedinci günde tam rahat Sebti,
mukaddes toplantıdır; hiç bir türlü iş işlemi-yeceksiniz; bütün meskenlerinizde
RABBE Sebttir (yani cumartesi bayramıdır ve o günde Rabbe yapılacak
ibâdettir.) [263]
Bu Konuda Önemli
Rivayetler;
Yahudi bilginlerinden
Kâb el-Ahbar diyor ki:
Deveme binip Medine'ye
geldiğimde bir adamın şu âyeti duyarlı bir edâ ile okuduğunu gördüm: «Ey
kendilerine kitap verilenler! Beraberiniz-deki kitabı tasdik ettiği halde
indirdiğimiz bu Kitab (Kur'ân)a, biz henüz bir takım yüzleri belirsiz hale
getirip enselerine çevirmeden veya Cumartesi (hürmetini çiğneyen) kimseleri
lanetlendiğimiz gibi onları lanetlemeden önce imân edin.,»
Bunu dinlediğim zaman
bende derin bir tesir meydana getirdi. Vakit kaybetmeden gidip guslettikten
sonra İslama girdim.» [264]
İbn Ömer (R.A.)
anlatıyor:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz devrinde büyük günah üzere ölen kimselerin cehennemlik olduğuna
şehadet ederdik. Bu âyet inince, artık böyle bir şehadette bulunmaktan
vazgeçtik.» [265]
Hz. Ali (R.A.) diyor ki:
«Kur'ân'da bana bu
âyetten daha çok sevimlisi yoktur.» Yani en çok bu âyeti severim. [266]
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
Bir gün Hz. Ömer'e
sordum, dedim ki:
— Ey Mü'minlerin Emîri! adam iyi amellerden
hiçbir şey bırakmaz da yapar, ancak Allah'a ortak koşarsa, onun için ne dersin?
Ömer (R.A.) bana şu
cevabı verdi:
— O Cehennem'dedir.
Ben tekrar sordum,
dedim ki:
— Allah'a ortak koşmakla birlikte nasıl hiçbir
amelin yarar sağlamı-yacağını umuyorsam, öylece Tevhîd'le birlikte hiçbir
günahın zarar ver-miyeceğini umuyorum.
Hz. Ömer (R.A.) bu
sorumu cevapsız bıraktı. [267]
Geçen âyetlerle Kitap
ehlinin, kendi soylarından bekledikleri bir me-sîh ve azizin geleceğine büyük
umut bağladıkları, son gelen Peygamberin kendi soylarından olmadığı için önce
bir şaşkınlık geçirdikleri, sonra da inkâra saptıkları açıklandı. Bunun da
doğrudan veya dolaylı şirk olduğu ve Allah'ın kendisine şirk koşulmasını
âhirette affetmiyeceği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
şirk içinde bocalayıp bununla beraber kendini temize çıkarmak isteyenlerin
tutumu kınanıyor; Allah'a karşı yalan uydurmalarından dolayı lanetlendikleri
haber veriliyor. [268]
49— Görmedin mi, şu kendilerini temize
çıkaranları? Ama Allah, dilediğini temize çıkarır ve hurma çekirdeğindeki ince
lif kadar olsun haksızlığa uğramazlar.
50— Bak, Allah'a karşı nasıi yalan uyduruyorlar!
Açık günah olarak bu yeter.
51— Şu kendilerine kitaptan az-çok bir pay
verilenleri görmedin mi? Cibt ve Tâğût
(put ve benzeri bâtıl tanr;lar)a inanıyorlar ve inkarcılar için de,
«Bunlor şu imân eden (Müslüman mü'minjierden yolca daha doğrudurlar!» diyorlar.
52— İşte bunlar, Allah'ın lanetlediği
kimselerdir. Allah kimi lanetlerse artık ona bir yardımcı bulamazsın.
Kelbî diyor ki:
«Yahudilerden birkaç
kişi beraberlerinde çocukları bulunduğu nalde Peygamber (A.S.) Efendimize
geldiler ve «Ya Muhammedi şu bizim çocuklarımızın bir günahı var mı?» diye
sordular. Efendimiz (A.S.) de «Hayır...» diye cevap verince onlar:
«İnandığımıza yemin ederiz ki bizler de bu çocuklar gibiyiz; gündüzleyin günah
işlersek geceleyin, geceleyin günah işlersek gündüzleyin bizden bağışlanıp
temizlenir.» diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi.» [269]
Diğer Bir Rivayet:
Yahudi ileri
gelenlerinden bir grup, Mekkeliieri Hazret-i Peygamber aleyhine kışkırtıp
biraraya getirmek için Mekke'ye gitmişti. Mekkeliler onlara : «Siz kitap
ehlisiniz, az-çok bilirsiniz. Bizle Muhammed hakkında ne dersiniz?» Yahudiler
zaten böyle bir soru bekliyorlardı, «siz ne yaparsınız, Muhammed ne yapar?»
diye bir soru tevcih ettiler. Onlar da: «Bizler gelen Hacılara deve boğazlar,
onlara süt ve su takdim eder, akrabamızla ilgi kurar, misafirlere ikram ederiz.
Bizim dinimiz eski ve köklü, Muhammed'in dini yeni..» diye cevap verdiler.
Yahudiler, «o halde yolca siz Muhammed'-den daha doğrusunuzdur!.» diyerek
görüşlerini ortaya koydular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [270]
«Övgü yağdıran
dalkavukların yüzüne toprak saçın!.» [271]
Bir adam diğer birini
övüp duruyordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz ona : «Yazıklar olsun sana!
Arkadaşının boynunu koparıverdin., Sizden biriniz arkadaşını övmek istediğinde,
öyle sanıyorum, desin. Allah'a karşı hiç kimseyi temize çıkarmayın.» [272]
«Allah kimin hakkında
hayır dilerse onu dinde anlayışlı ve bilgili kı-'Of- Hem doğrusu şu mal tatlı
ve çekicidir; kim hak ölçüleri içinde ondan alırsa kendisine mübarek olur!. Bir
de sakın övgü yağdırıp dalkavukluk
yapmayın; çünkü böyle
yapmak, övüleni boğazlamak elemektir.» [273]
«Övgü yağdırmaktan sakının; çünkü bu boğazlamak sayılır.» [274]
«Görmedin mi, şu
kendilerini temize çıkaranları?»
İslâm güneşi bütün
parlaklığıyla Arap Yarımadasında yükselip dünyayı aydınlatmaya başlayınca, ötedenberi
Yahudilerin beklediği kurtarıcı MESİH inancı, Hıristiyanların beklediği
kurtarıcı AZİZ inancı, bu iki milletin kalbinde iyice yer ettiğinden, ister
istemez kalblerinde son dine karşı bir haset ve kin meydana geldi. Son
peygamberin başka milletten gelmesi onları için için üzdü ve bir aşağılık
kompleksine kapıldılar. Bu yüzden bir taraftan Tevrat ve İncil'deki belgeleri
değiştirip kasıtlı yorumlara başvururken, diğer yandan kendilerini temize
çıkarma gayretine düştüler; gâh «Bizler Allah'ın oğullan ve en yakın
dostlarıyız..» dediler; gâh «Bu çocuklar gibi bizim de günahlarımız yoktur..»
diye kendilerini tezkiye ettiler. Gâh «Ancak Yahudi ve Hıristiyan olanlar
Cennet'e girebilecektir.» iddiasını tekrarlayıp durdular.
Çünkü Yahudiler
Tevrat'ın bazı belgelerini de sıkıntılı günlerinde kurtarıcı bir simit gibi
görerek yanlış yorumlamışlardı. Davud Peygamber neslinden bir Mesîh'in gelip
kendilerini kurtaracağına inanıyorlardı. Hazret-i Muhammed (A.S.) ise Davud
neslinden değildi. Bilhassa Babil sürgününün verdiği eziklik ve aşağılanma,
ideal bir kurtarıcının geleceği inancını iyice pekiştirmiş ve nesilden nesile
aktarılarak kesinlik ifade eden bir ilâhî emir sanılmıştı. Tevrat'ta : «İşte.
Davud'a salih bir kök sürgünü çıkaracağım günler geliyor, Rab diyor. Ve bir
kral gibi krallık edecek ve akıllı davranacak ve memlekette doğruluk ve adalet
edecek. Onun günlerinde Yahuda kurtulacak ve İsrail emniyette duracak..» [275] deniliyor.
Aslında bu, Davud
Peygamberden sonra hem hükümdarlığı, hem peygamberliği nefsinde birleştirecek
güçte Süleyman Peygamberin geleceğini haber vermektedir. Ama Yahudiler
esaretten esarete sürüklendikleri için bunu belirttiğimiz gibi, bir çan simidi
sayıp kendilerini avutmaya çalışmışlardır. Davud'dan sonra gelecek olan
kurtarıcının Süleyman olacağını ikinci bir belge ile Tevrat şöyle açıklıyor:
«İşte, adı filiz olan (yani Davud soyunun bir filizi, sürgünü) adam ve o
durduğu yerden filizlenecek ve Rabbin mabedini yapacaktır. Evet Rabbin mabedini
yapacak olan odur ve haşmet onun üzerine olacak ve oturacak, tahtı üzerinde
saltanat sürecek...» [276]
Mabedi yapan Süleyman
Peygamberdir. Kudüs'te inşa ettiği muhteşem mâbedden Kur'ân'da da söz edilir.
Taht üzerinde saltanat süren de odur. Hıristiyanlara gefince, onlar da İncil'de
Hazret-i Peygamber'in (A.S.) geleceği ile ilgili belgeleri, kurtarıcı bir AZİZ
anlamında yorumlamışlardır. Nitekim, İzmir'de 1960-1966 yıllarında müftülük
yaptığım sîrada Amerikan 6. Filosu İzmir limanına gelmişti. Filoda bir de
yarbay papaz bulunuyordu. Müftülüğe uğrayıp nezaket ziyaretinde bulunduğunda
sohbet arasında söz Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğini haber veren İncil'deki
belgelere intikal etti. Yuhanna İncil'i 16/7-14. belgelerinde İsâ Peygamberin,
«Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem, Tesellici size gelmez,
fakat gidersem onu size gönderirim.», «Size söyliyecek daha çok şeylerim var.
fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat Ruhu gelince size her hakikate yol
gösterecek, zira kendiliğinden söylemiyecektlr; fakat her ne işitirse
söyleyecek; ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni taziz edecektir,
çünkü benimkinden alıp size bildirecektir.» mealindeki haberini kendisine
hatırlattığımda, önce İncil'de bu gibi kayıtların olmadığını söylediyse de
İncil'i açıp kendisine gösterdiğimde, «Ha hatırladım, dedi; bununla,
Hıristiyanların kurtarıcı olarak bekledikleri azizden haber veriliyor.» diyerek
konuyu kapamak istedi. [277]
Fazilet örneği
kişileri, başkasına örnek olsun diye övmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bunda
dalkavukluk yok, fazilete teşvîk vardır. Bir de fa-zîlet fazilet olduğu için
övülürse bunda da bir kötü niyet mevcut değildir. Nitekim Peygamber Efendimizin
amcası İslâm'a girmemekle beraber hem İslâm'ı övmüş, hem de faziletin doruğunda
bulunan Hz. Muhammed'i (A.S.) övmekten kendini alamamıştır:
«O bembeyaz tertemiz
insanın yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur beklenir. O yetimlerin hâmisi,
dulların koruyucusu idi.» diyerek Resû-lüllah (A.S.} Efendimizi övmüştür. Ünlü
Şâir Kâb bin Züheyr'in Peygamberimizin (A.S.) huzurunda övgü dolu kasidesi de
sadece tasvip görmüştü. Ancak sınırı aşıp kişiyi olduğundan fazla övmeyi uygun
görmemiş ve Ashabına : «Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı övüp uçurdukları
gibi beni uçurmayın! Ben ancak bir kulum. Siz (benim için) Allah'ın kulu ve
Resulü deyin.» buyurmuştu. [278][279]
CİBT ve TAĞUT :
a) Tapılan iki put
b) Cibt, sihir; tağut, şeytan
c) Cibt şeytan; tağut, put
d) Cibt, kâhin
e) Tağut, Allah'tan başka tapılan her şey[280]
FETİL
a) İki parmak arasında meydana gelen incecik
kir,
b) İki parmak arasında oluşan incecik kabuk,
c) Tırnakla et bitişiğinde meydana gelen lif
şeklindeki incecik deri,
d) Hurma çekirdeğinin içindeki incecik iplikçik
manalarına gelir. [281]
Yukarıdaki âyetlerle
Yahudilerin son din ve son nebiye karşı takındıkları olumsuz tavır ve bu
yüzden kendilerini yalan ve şirke sürükleyecek kadar hak ve hakikat caddesinden
ayrıldıkları açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle bu milletin cehaleti ve cehaletin
neticesi olan cimrilik ve kıskançlıkları anlatılıyor. Böylece hakla bâui,
doğruyla eğri arasındaki mücadelenin sürdürülmesine işaret ediliyor;
tez-antitez sürtüşmesinin lüzumu dolaylı yoldan belirtiliyor. [282]
53— Yoksa onlara mülk-ü saltanattan bir pay mı var?
O takdirde insanlara hurma çekirdeğinin oyuğu kadar bir şey bile vermezler.
54— Yoksa Allah'ın insanlara, cömertçe sunduğu
nîmet ve bol ihsanına karşı haset mi ediyorlar? Gerçekten biz İbrahim
hanedanına kitap ve hikmet verdik, hem de büyük bir mülk sunduk.
55— Bu sebeple onlardan kimi imân etti, kimi de
yüzçevirdi. Cehen-nem'in boy boy yükselen ateşi onlara elverir.
Allah, son peygamberi
Jsmail soyundan Kureyş kabilesi Hâşim oğullarından seçince, Yahudiler gelecek
olan mesîh ya da kurtarıcının herhalde Harun soyundan olması gerektiğini ileri
sürerek üç yönlü bir ölçüsüzlük ortaya koydular: Cehalet, cimrilik ve
tekelcilik, sonra da haset ve kin..
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [283]
«Yoksa onlara mülk-ü
saltanattan bir pay mı var?...»
İlgili âyet üzerinde
ciddi bir araştırma yapmayan, âyeti bir evveli ve bir sonrası ile ele alıp
tefsire çalışmayan, sadece kelime dizisine bakıp Yahudilerin bir devlet
kuramıyaçağını iddia edenler, zaman zaman ortaya
çıkmışlardır. Böyle
bir yorum hem âyetin ruhuna, hem de tarihî gerçeklere birkaç yönden ters
düşmektedir:
a) Önce Kur'ân bu âyetle Yahudilerin başka
milletlere özellikle Müslümanlara karşı çok hasîs davrandıklarını, kendilerine
arzu ettikleri mü!k-ü saltanat bir kez daha verilse yine bu huylarından
vazgeçmiyeeekierini; her çeşit nîmetin kendi tekellerinde kalmasını
istiyeçeklerini hatırlatıyor. Çünkü geçmişte bunun örnekleri vardır. Samuel [284],
Davud ve Süleyman Peygamberler devrinde onlara geniş bir mülk ve göz
kamaştıran bir saltanat verildiği halde sözü edilen tutumlarında bir değişiklik
görülmemişti. Şimdi de aynı saltanat verilse, değişen bir şey olmıyacaktır.
b) Kur'ân'ın
parmak bastığı mülkten maksat,
peygamberlikle birleşip bütünleşen saltanattır. Davud ve Süleyman
Peygamberler devrinde olduğu gibi. Ama son peygamberin Yahudilere değil bütün
milletlere gönderilmesi gerekliydi. Çünkü artık kabile ve milletlere birer
uyarıcı gönderme devresi sona ermiş, bütün cihana seslenecek Ahir Zaman Peygamberinin
gönderilmesi ilâhî murada uygun düşmüştü. Eğer Yahudilerin istediği gibi Harun
hanedanından gönderilseydi, onu millî peygamber ve kendilerine kurtarıcı mesîh
ilân edecek ve risalet nimetini diğer milletlerden esirgemeye çalışacak,
böylece cihan peygamberliği tutucu ve tekelci bir milletin ihtirasına
terkedilmiş olacaktı. Bu da ilâhî murada uymamaktadır.
O halde mülkten maksat
bir «İsrail Devleti» değil, İsrailoğullan'nın öteden beri bekledikleri bir
kurtarıcının çıkıp onları Davud ve Süleyman peygamberler devrindeki iki yönlü
bir saltanata kavuşturmalarıdır. Kısaca, peygamberlik şeref ve payesidir
diyebiliriz.
Nitekim Hazret-i
Muhammed (A.S.) peygamberliğini ilân edince Ya-hudiler,«mülk ve nübüvvete asıl
lâyık olan bizleriz, bu hususta Araplara nasıl uyarız?»diyerek ilâhî iradeye
karşı çıktılar.
c) «Em» münkati', istifham inkâr içinse de, «Fe
İzâ»daki «Fa» harfi mahzuf bir şarta cezaiyyedir. Bu takdirde çıkarılan sonuç
şudur: «Eğer Yahudilere mülk-ü
saltanattan bir pay verilse, onlar insanlara bir hurma çekirdeği bile
vermezler.» Böylece âyette onlara asla mülk verifmiyeceği, devlet
kuramıyacakları belirtilmiyor, onların başkalarına karşı cimriliği ve
tekelciliği açıklanıyor. Daha doğrusu Yahudilerin karakteri ortaya konuluyor.
d) 1948'de Yahudilerin bir «İsrail Devleti»
kurması, bu yorumun haklı olduğunu kanıtlamıştır.
e) 54. âyetle, İbrahim ve İsmail soyundan gelen
Hazret-i Muhammed'e (A.S.) sunulan peygamberlik payesine, Yahudilerin haset
ettiği belirtiliyor ve zaten daha önceleri de bu soya hem kitap ve hikmet, hem
de büyük bir mülk verildiği açıklanıyor. Bu da Yahudilere verilmiyeeek olan
mülkün bir «İsrail Devleti» kurmaları değil peygamberlik nimeti olduğunu açıkça
gösteriyor. Nitekim Talmud'da da ifadesini bulan «TANRININ
DEVLETİ» inancı vardır. «Ama bu dünyanın dışında göksel (semavî) bir
devlet değildir. Bu devletin yeryüzünde Tanrı'nın yönetimiyle ve insanların
emeğiyle kurulması gerekir. Bu devlette bütün kişisel ve sosyal haksızlıklar
ortadan kalkacaktır. İşte bu düşünce Yahudi kavminin varlığının muammasının
anahtarıdır. Bu inanç ve düşünce onların mutsuzluğa düşmesini önlemiştir.
Tarihî geleneklerine dayanarak bu ideal
devletin kurucularının Tanrıyla kendilerinin olacağına inanmış ve
güvenmişlerdir. Yahudilerce
Tanrının Devleti Mesih'le kurulacaktır.» [285]
Bunun için
kendilerinden olmayan peygamberlerin kimini öldürmüş, kimini inkâr etmişlerdir.
Hazret-i Muhammed'in (A.S.) karşısına çıkmaları da buna dayanır. Kur'ân ise
onların artık «TANRI DEVLETİ» kuramıya-caklarını, yani onlara böyle bir devlet
verilmiyeceğini, son peygamberin onlardan değil, Allah'ın murat ettiği İsmail
soyundan geleceğini ve nitekim öyle olduğunu açıklıyor.
O halde DEVLET ve
MÜLK'ten maksat, bir İsrail Devleti değil, onların tabiriyle «TANRI DEVLETbdir
ki itikadlarına göre MESÎH'in çıkması ve peygamberliğin Yahudilere
verilmesidir.
f) «EM»in muttasile olduğunu, daha önce mâna
itibariyle bir istifhamın geçtiğini, ayrı bir yorum olarak sunanlar var. İbn
Cerir ve diğer rivayet yolunu seçen müfessirier bu yorum üzerinde de yeterince
durmuşlardır. Bu durumda mâna şöyledir: Yahudiler, Mekke müşriklerinin Müslümanlara
nisbetle daha doğru yolda bulunduğunu iddia etmişlerdi. Bunun üzerine «yoksa
onlara mülk-ü saltanattan bir pay mı var?» cümlesi atfedilerek, «siz onların
bu iddialarına mı
hayret edersiniz, yoksa
mülkten nasipleri olduğu iddialarına mı? Eğer mülkten bir nasîpleri
olsa kimseye bir hurma çekirdeğinin oyuğu kadar bile bir şey vermezler.»
Bu yorum, daha çok
onların cimriliğinin, hasisliğinin, tekelciliğinin öl-Çü ve anlamını yansıtmaya
yöneliktir.
Konuyu özetiiyecek
olursak:
Yahudilere
verilmiyeeek olan mülk, bir «İsrail Devleti» değildir. Kendi inançlarına göre
en büyük kurtarıcıları olarak bekledikleri Mesih'in kuracağı bir TANRI
DEVLETİ'dir. Kur'ân artık onların bekledikleri Mesih'in gel-miyeceğini, bir
TANRI DEVLETİ de kuramiyacaklarını haber vermekte, son peygamber Hazret-i
Muhammed'in (A.S.) milletler için tek kurtarıcı bulunduğunu ilân etmektedir. [286]
Yahudilerin ellerinde
Tevrat bulunduğu halde, putperestleri Müslümanlara nisbetle daha doğru yolda
kabul etmeleri, elbette ki derin bir bilgisizlik, yaygın bir cehalet eseridir.
Cimrilik ise, Alah'ın verdiği nimetleri başkasına vermemek ve bunu kendi
tekelinde bulundurmaya çalışmaktır. Haset ise, kendilerinden başkasına Allah'ın
nîmet vermemesini temenni etmektir. Böylece cimrilikle haset, nimetin başkasına
verilmemesinde ortaklaşa bir mâna taşımaktadır.
Mefatihü'l-Gayb adlı
tefsirde konu bu acıdan ele alınıp açıklanırken deniliyor ki:
«İnsanın iki türlü
kuvveti vardır: Biri ilimle, diğeri amelle ilgilidir. Birinci kuvvetin kemâli,
bilgidir; noksanı bilgisizliktir İkinci kuvvetin kemâli, güzel ahlâktır,
noksanı ise kötü ahlâktır. Kötü ahlâkın en noksanı ise cimrilik ve hasettir.
Çünkü bu ikisi de Allah kullarına zarar vermenin kaynağıdır. Yahudilerin önce
cehaletle, yani bilgisizlikle, sonra da cimrilik ve hasetle
vasiflandırılmasının iki nedeni vardır: Birincisi, şeref ve rütbede nazarî
kuvvet amelî kuvvetten önce gelir ve ona asıl sayılır. Bu bakımdan nazarî
kuvvetin diğerinden önce açıklanması gerekir. İkincisi ise, cimrilik ve hasedin
meydana gelmesine sebep cehalettir. Mal ve serveti Allah için harcamak, iç
temizliğine ve âhiret mutluluğuna yol açar. Mal ve serveti biriktirip hayırlı
yollarda harcamamak dünyalığı toplayıp elde etmeğe yol açar. O halde cimrilik
dünyaya davet eder, âhirete yönelmekten men'eder. Cömertlik âhirete çağırır,
dünyaya kalb ile yönelmekten alıko-yar. Hiç şüphe yok ki dünyayt -âhirete
tereih etmek katıksız bir cehalettir. Hasede gelince, Allah uluhiyyet
nimetlerini kullarına ulaştırmak ister; zaten uluhiyyet bir bakıma bu manayı
yansıtır. Bunu kıskananlar ise, Allah'ı bu vasfından azletmek basiretsizliğine
uğramışlardır. (Çünkü İlâh'ı, ulu-hiyyetten azletmek mümkün değildir.) Bu da
katıksız bir cehildir. Böylece haset ve cimriliğin asıl sebebinin cehalet
olduğu ortaya çıkmış oluyor.» [287]
Geçen âyetlerle Yahudi
ve Hıristiyanların son dine ve peygamberine karşı olumsuz yöndeki tutumları, bu
konudaki cehalet, cimrilik ve hasetleri açıklandı. Peygambere imân edenlerle
etmiyenler arasındaki farka dokunuldu. Aşağıdaki âyetlerle bu iki ayrı gruba
amellerine uygun verilecek ceza ve mükâfat çok anlamlı biçimde belirtiliyor. [288]
56— Şüphesiz ki, âyetlerimizi fnkâr eden
kâfirleri İleride ateşe atıp yakacağız; derileri her yandığında -azabı iyice
tadsınlar diye- onun yerine başka deri koyup yenileyeceğiz. Doğrusu Allah çok
güçlüdür, çok üstündür, yegâne hikmet sahibidir.
57— İmân edip iyî-yararlı amellerde bulunanları,
altlarından ırmaklar akan Cennet'Iere sokacağız; artık orada devamlı kalırlar;
onlara orada tertemiz zevceler vardır ve onları koyu gölgeliğe koyacağız,
Hazret-i Ömer (R.A.)
diyor ki: «Cehennem'de bir saat içinde yanan deriler yüz defa yenilenir.» Bunu
ben Peygamber (A.S.) Efendimizden böyle işittim. [289]
«Doğrusu Cennet'te bir
ağaç var ki atlı onun gölgesinde yüzyıl yürür de bitiremez. O, Şecere-i
Hüld'dür.» [290]
«Cehennem'de kâfirin
iki omuzunun arası seri bir süvarinin yürüyüşüyle üç günlük mesafe kadardır.» [291]
«Cehennem'de kâfirin
bir dişi Uhud Dağı kadardır; derisinin kalınlığı üç günlük mesafe kadardır.» [292]
Cehennem'de kâfirlerin
vücudunun anormal biçimde büyümesi, mecaz yoilu bir tabirdir. Maksat,
bedenlerin hayli büyüyeceğini, azabın da o nisbette şiddetli olacağını
belirtmektir. Allah ve Peygamberi daha iyisini bilir. [293]
«Şüphesiz ki,
âyetlerimizi inkâr eden
kâfirleri ileride ateşe atıp yakacağız...»
Yahudi ve
Hıristiyanlardan kendilerine kitaptan az-çok bilgi verilenlerin çoğu hakkı iki
yönlü tahrip etmişlerdir: Biri, Tevrat ve İncil'deki doğru haberleri,
gelecekle ilgili beyânları halka yanlış aktarmışlar; diğeri, hem bu iki kitabı,
hem de Musa ile İsa Peygamberleri saygı ile anan Kur'ân ve Muhammed'e (A.S.)
karşı çıkmak suretiyle Tevhîd akidesine ağır darbe vurmuşlar ve İslâm'ın Kitap
ehli arasında yayılmasına engel olmuşlardır. Halbuki İlâhî kitaplardaki
hakikatler insanların ortaklaşa malıdır; onları gizlemeye veya aslından
uzaklaştırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
İşte Tevrat ve İncil'e
sahip çıkanların çoğu, bütün insanlığın hakkına bilerek veya bilmiyerek tecavüz
etmiş sayılırlar. Aynı kaynaktan gelen kitapların birbirine karşı olduğunu
iddia etmek, her kitabın ayrı bir kaynaktan indiğini iddia etmek kadar
gülünçtür. Bir sonraki kitap bir evvelkini tasdik eder ve onun tekâmülünün bir
basamağını teşkil ettiğini açıklar. Kur'ân bu gerçeği yer yer belirtirken İsâ
Peygamberin İsrailoğullan'na gönderilmiş bir peygamber olduğuna parmak basar.
Bununla İncil'in Tevrat'ı tamamladığına, değişen sosyal şartlar karşısında bazı
yenilikler getirdiğine işarette bulunur.
Din geneilikle
insanlar için ilâhî rahmetin açık bir tezahürü, ebediyen kurtulmanın kapanmayan
kapısıdır. Bu rahmeti hedefinden saptırmak, rahmeti azaba çevirmek büyük bir
cinayettir. Kur'ân-ı Kerîm yüze yakın yerde Tevrat ve İncil'in Allah tarafından
gönderilen semavî kitaplar olduğunu açıklarken, haham ve papazların Kur'ân'i
inkâra sapmaları, dinlerin amaç ve hedefiyle ters düşer. Barış yerine
düşmanlık, kardeşlik yerine kin ve nefret getirir. Haçlı seferleri bu düşmanlık
ve kinin fiili durumu değil midir? Böylece din, onu asıl mâna ve maksadıyla
kavrayamıyan bilgisiz, inatçı ve inkarcı ellerde rahmete değil, azaba yol
açmış, Tevhîd'i yıkıp, üç ilâh, millî ilâh saçmalarına vasıta kılınmıştır. Bu
da milletleri ve toplulukları asırlardır tedirgin etmekte, milyon ve milyarlar
harcanıp hakk'ın nurunu karartmaya sebep olmaktadır. Yahudilerin kurduğu
SİYONİZM ve MASONLUK, Hıristiyanların oluşturduğu ve bugün Vatikan'ın
bütçesinin yarısından fazlasını ayırdığı MİSYON Teşkilatı bunun tipik
örneklerinden bir-ikisidir.
İşte Kur'ân hakkı
inkâr uğruna harcanan her kuruşun Cehennem'de inkarcıya yeni bir deri olacağını
haber verirken cezanın amelin cinsinden olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Bunun aksine hakkı
ayakta tutma, onu gönüllere işleme uğrunda harcanan emeğin, akıtılan terin,
sarfedilen her kuruşun karşılığı da çok dinlendirici, altlarından ırmaklar
akan ebedî mutluluk yurdu ve bitip tüken-miyen gönül ferahlatıcı gölgelikler
olması, amele uygun bir mükâfat değil midir? [294]
«Azabı iyice tadsınlar
diye, onun yerine başka deri koyup yenileyeceğiz....»
Kur'ân burada çok
dikkat çekici bir olayı naklederken, ilim adamlarını etraflıca düşünüp
araştırmaya sevkediyor. Zaten Kur'ân'ın değişmiyen metodlarmdan biri de budur.
Hakkı gizliyerek veya inkâr ederek asırlarca insanlığı tedirgin edenlere,
Cehennem'de yanan her derinin yerine bir yenisi konmak suretiyle yapılacak
azabın nasıllığı ve niceliği belirtiliyor. Nitekim Hicrî III. asırla dördüncü
asır arasında yetişen ünlü müfessir İbn Cerir Taberî, Câmiu'l-Beyân adlı
tefsirinde bunun sebebini kısmen olsun şöyle açıklamıştır: «Yanık deriye inip
etle deriyi kaplayınca fazla bir acı hissedilmez olur.» Bu çok güzel bir
yorumdur. Günümüzde gelişen tıbbî araştırmalar ve elde edilen olumlu sonuçlar
bize bu konuyu bilimsel yönden de açıklığa kavuşturmuştur. Prof. Dr. Abdülaziz
İsmail EL-İSLÂM VE TlBBU'L-HADÎS adlı eserinde bu konuya temasla diyor ki:
«Sinirlerin daha çok
aeı ve elem duyan kısmı, cilt tabakasında olan uçlarıdır. Dokular, adaleler ve
iç organlardaki duyarlık cilde nisbetle daha zayıftır. Bunun için mütehassıs
bir doktor, cildi derinlemesine aşmayan yanığın verdiği acı ve elemi derhal
anlar, ona göre davranır.»
Ayrıca aynı cildin
devamlı yanması sebebiyle zamanla acı hissedilmez olur, yani duyarlık dumura
uğrar. Bunun için Cenâb-ı Hak yanan deriyi değiştirmekle acı ve elemi
yenileyecek ve duyarlığın devamlılığını sağlayacaktır.
Yetkili bir tıp kurulu
tarafından hazırlanan yazıda aynen şöyle deniliyor : «Yüzeysel ve hafifçe
derinin derinliğine inen yanıklarda deri aşırı duyarlık gösterir. Halbuki
derinin tüm derinliğine inmiş yanıklarda hic duyarlık yoktur. Sterii bir iğne
batırmakla bu durum tesbit edilebilir. Bu da derinliğe inen yanıklarda derideki
bütün duyu sinirleri uçlarının öldüğünü ortaya koymaktadır. Kısmen derine inen
yanıklarda deri hep yenilenir.» [295]
«Onlara orada tertemiz
zevceler vardır.»
Dünyada haktan yana
olup ömrünü bu doğrultuda değerlendirerek tertemiz bir hayat süren ve ömür
defterini bu temizlik ve faziletle kapayan mü'minin mükâfatı da o nisbette
temiz olacaktır.
Kur'ân'da Cennet'teki
zevcelerden söz edilirken «mutahhara» tabiri kullanılmıştır. Bu kelime maddî ve
manevî kir ve kusurlardan uzak, insan tabiatının özlediği paklık ölçülerinin
tamamını eksiksiz kendinde bulunduran kadınlara sıfat olarak getirilmiştir. Bu
paklık ve temizliğin iç yüzünü ve gerçek anlamını dünya ölçüleriyle anlatmak
elbetteki çok zor, hattâ imkânsızdır. Çünkü Cennet'teki hayat-şartlarıyla dünya
hayat şartları arasında çok fark vardır. Uzaklara gitmeye gerek yok, güneş
ailesindeki gezegenler arasındaki şartlar bile çok farklıdır. Dünya şartlarına
göre yaratılan bir insanın herhangi bir gezegende yaşaması mümkün değildir. Bu
bakımdan öldükten sonra bir istihale geçirip yeni bir beden verilince, âhi-ret
âleminin şartlarına uygun nitelikte olacaktır. Sahih hadîslerden anlıyoruz ki,
Cennet nîmetlerinin posası yoktur. Yenilen her şeyin artığı buharlaşarak
vücuttan ayrılır. Sindirim sistemi çok değişiktir; yenilen gıdaların posası
olmadığı için tabii ihtiyacı giderme diye bir şey de yoktur. Gebelik, doğum,
ayhali, loğusalık gibi dünya hayatına has üreme o âlemde sona ermektedir.
Sonsuz ve sınırsız bir mülkte kavga bitmiştir. Kin, haset, nefret ve şiddet
gibi hisler ibtal edilmiştir. Herkese tatmin olacağı ölçü ve anlamda nimetler
sunulur. Böylece Cennet ehli her türlü maddî ve manevî kirlerden uzak, temizlik
ve nezahetin en ideal ölçüsünde bulunurlar. [296]
(Ve onları koyu
gölgeliğe koyacağız.»
Cennet, şu bildiğimiz
güneş sisteminin dışındadır. Ayrı bir sistem ve ayrı bir aileye bağlıdır.
İnsanları hiç rahatsız etmiyeeek ayrı bir ışık ve ayrı bir enerji kaynağı
vardır. Onu tarif etmek elbetteki mümkün değildir. Çünkü o bizim bilgi
sınırımızın dışında kalır. Hiç modeli olmayan bir şeyi anlatmak da, anlamak da
çok zordur. Hiç kaplumbağa görmemiş olsaydık, böyle bir hayvan düşünmemiz de
çok zor olurdu. Dünyadan milyarlarca defa büyüklükte dev yıldızların var
olduğunu biliyoruz. Ancak o yıldızlardaki şartları tam sıhhatli şekilde
bilemiyoruz. Bir takım varsayımlardan öteye geçemiyoruz. Cennet böylesine
büyük bir yıldızda veya onun ötesinde -olabilir. Çok değişik hayat şartları
taşıdığı için ölmeden oraya gitmemiz mümkün olmuyor. Dünya şartlarına göre.
yaratılan bu bedenimizin oraya intibakı mümkün değildir. Hem bu beden
yaşlandıkça kişinin gerek fizikî, gerek
zihnî gücünü çeşitli ölçülerde azaltmaya yöneliktir. Zamanla eskir ve işe yaramaz hale
gelir. Bu durumda ruhumuz eskiyen bu elbiseyi atar. Bu kez gideceği âlemin
şartlarına uyum sağlayacak ikinci bir elbiseye bürünecektir. Bu ikinci
elbiseyle ruh arasında ortaklaşa bağlar vardır, yani o bedende daha çok
belirgin olan, ruhun sıfatlarıdır. O bakımdan hastalık, uyku, yorulma ve
üzülme, yaşlanma ve ölüm gibi arazlar yoktur. Oradaki gıda maddeleri daha çok
ruha hitap eder. Çünkü beden bütünüyle ruha tabi'dir ve onun tamamlayıcı
unsurudur.
Koyu gölgelikten maksat,
rahatsız eden bir güneşin olmadığı, gece ve gündüz gibi sun'i zamanların
bulunmayışıdır.
Dünyada ruhen tekâmül
eden peygamberler ve yüksek düzeydeki velilerde bedenin ruha tabi' olduğu çok
daha belirgindir. IMefs tesirini kaybettikçe ruh güçlenir ve bulunduğu bedende
çok faal durum alır. Ve işte o zaman dünya gıdalarına karşı isteksizlik başlar,
açlık ve susuzluk bir süre hissedilmez olur. Bu, öteki âlemde ruhun
keyfiyetini biiemedğiimiz gıdalarla gıdalanaçağına bir ipucu sayılır. Cennet
nîmetleri hakkında kısa bir bilgi vermeyi kolaylaştırır. İlâhî İnayet gölgesine
erişen bir mü'minin duyacağı hazzı hangi kelimeyle anlatabiliriz? Aynı zamanda
o gölgenin ferahlatıcı havasını, göz ve gönül dolduran özelliğini nasıl tarif
edebiliriz? Allah yegâne galib, en üstün kuvvet ve kudret sahibidir. Her işi
hikmet ve adaletledir. O, hiç kimseye zulmetmez. Ama insanlar kendilerine zulmederler. [297]
Gecen âyetlerle iyi
amellerde bulunan mü'minler için hazırlanan büyük mükâfatlar açıklandıktan
sonra aşağıdaki âyetle, iyi amellerin en önemli ve en büyüklerinden birinin
EMANETİ EHLİNE VERMEK ve insanlar arasında hükmedildiğinde ADALETLE HÜKMETMEK
olduğu belirtiliyor. [298]
58— Şüphesiz
ki Allah emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğinizde
adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt
verir! Şüphesiz ki Aliah her şeyi işiten ve görendir.
Âyet Mekke'nin
fethinde inmiştir.
Kabe'nin bakım ve
temizliği ve diğer işleriyle Osman bin Talha görevliydi. Bu bakımdan Kabe'nin
anahtarı bu ailenin elinde bulunurdu. Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'yi
fethettiğinde, henüz İslâm'a girmemiş olan Osman bin Talha, Kabe'yi kilitleyip
Kabe'nin damına çıktı. Resûlü.l-lah (A.S.) Efendimiz ondan anahtarı istediyse
de vermekten kaçındı ve bunda ısrar etti. Bunun üzerine Hz. Aİİ (R.A.) Osman'ın
kolunu bükerek anahtarı elinden aldı ve Kabe'yi açtı. Peygamber (A.S.)
Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca Hz. Abbas anahtarın
kendisine verilmesini, sikaye ile [299]
birlikte bu görevi de yürütmek istediğini söyledi.
O sebeple yukarıdaki
âyet indi. Peygamber (A.S.) Efendimiz Hz. Ali'yi çağırıp anahtarı" yine
Osman bin Talha'ya vermesini ve kendisinden özür dilemesini emretti. Hazret-i
Ali (R.A.) de öyle yaptı. Osman ona : «Ya Ali! önce zor kullanarak beni
incittin. Sonra da gelip özür diledin, neden?» diye sordu. Hz. Ali (R.A.) ona
: «Çünkü Cenâb-ı Hak senin durumunla ilgili şu âyeti indirdi de ondan.» Sonra
âyeti okudu. Osman duygulandı ve : «Ben artık Muhammed'in Resûlüllah olduğuna
şehadet ediyorum.» dedi ve Kelime-i Şehadeti getirerek Müslüman oldu, [300]
Diğer bir rivayette
ise Peygamber (A.S.) Efendimizin Osman bin Tal-ha'yı çağırdığı, Kabe'nin
anahtarını ona teslim ederken şöyle buyurduğu belirtilmektedir: «Ey Ebâ Talha
Oğulları! Bu anahtarı Allah'ın emanetiyle alın. Onu ancak zâlim olan sizden
çekip alır..» [301]
Bu konuda iki üç
rivayet daha var, almaya lüzum görmedik. Fazla bilgi edinmek isteyenler,
Tefsîr-i İbn Cerîr Taberî, Mefatihü'i-Gayb ve Kur-tubî'ye müracaat etsinler. [302]
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde gelip Kabe'yi yedi defa dolanıp tavaf etti,
her defasında Hacer-i Esved'i elle selâmladı ve sonra Osman bin Talha'dan
anahtarı alıp içeri girdiğinde İbrahim Peygamberle ilgili bazı resimler, bir
de hurma ağacından yapılmış bir güvercine rasladı. Resimleri sildirdi ve
güvercini eliyle kırıp dışarı attı. Bir diğer rivayette içeride bir iki put
bulunuyordu, onları kırıp dışarı attı. Sonra Kabe'nin kapısında durarak orada
hazır bulunanlara şöyle seslendi:
«Allah'tan başka ilâh
yoktur; O birdir, ortağı yoktur. Va'dini yerine getirdi, kuluna yardım etti;
küfür hiziplerini hezimete uğrattı. Haberiniz olsun ki, Kabe'nin hizmeti ve
hacılara su dağıtma görevi hariç ne kadar tevarüs edilen payeler, kan ve mal
davaları varsa hepsi şu iki ayağımın altındadır.» [303]
«Sana güvenip emanet
bırakanın emânetini (vakti gelince) öde. Sana hiyânet edene sen hiyanette
bulunma.» [304]
«Şüphesiz ki adaletle
iş görenler kıyamet günü Allah katında Rahmân'ın sağında nurdan minberler
üzerindedirler.» [305]
«Hepiniz birer
çobansınız ve hepiniz idaresi altındakilerden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir
çobandır, idare ettiği ülke ve milletten sorumludur. Adam ailesi üzerinde bir
çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın kocasının evinde bir çobandır ve ondan
sorumludur. Köle ve hizmetçi efendisinin malı üzerinde bir çobandır ve ondan
sorumludur. Haberiniz olsun ki, hepiniz birer çobansınız ve hepiniz elinizin
altındakinden sorumlusunuz.» [306]
«Şüphesiz ki Allah her
çobandan güttüğünü koruyup korumadığı hakkında soracaktır.» [307]
«Kim hüküm verecek
makama getirilir ve insanlar arasında hükmetmek üzere kadı tayin edilirse
(dikkat etmediği takdirde) bıçaksız boğazlanmıştır.» [308]
«Hâkimler üçe ayrılır:
Biri Cennet'te, ikisi Cehennem'dedir. Cennet'te olan, hakkı bilip onunla
hükmedendir. Hakkı bilip bununla beraber hükümde haksızlık eden
Cehennem'dedir. Bir de insanlar arasında bilgisizce hükmeden de
Cehennem'dedir.» [309]
«Liderlik ve millete
baş olmanın başlangıcı pişmanlık, ortası zarar, sonu ise kıyamet günü azâbdır.»
(Ancak adaletle iş görenler müstesna...) [310]
Ebu Zer el-Gıffarî
(R.A.) anlatıyor: Resülüllah (A.S.) Efendimize dedim ki :
— Ya Resûlellah! beni bir göreve atamaz mısın?
Bunun üzerine elini omuzuma vurarak şöyle buyurdu :
— «Ya Ebâ Zer! doğrusu sen zayıfsın ve görev
ise bir emanettir ve herhalde kıyamet günü o, rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak
bu emaneti-hakkıyla alıp yürütenler müstesna...» [311]
«Şüphesiz ki Allah emânetleri
ehline vermenizi emreder.»
Millet yapısında en
büyük emanet, milleti idare edenleri seçerken işi ehline vermektir. Bu, devlet
başkanından tâ mahalle bekçisine varıncaya kadar idarî sistemin her kademesinde
yasama, yürütme ve yargı organlarında geçerli ve tazeliğini hiçbir devirde
kaybetmiyen ilâhî emirdir. Temel hakların korunmasıyla içice bağlıdır. Ve
aslında devletin devamlılığının, milletin millet olarak varlığının ana
felsefesidir. Kur'ân bu felsefeyle devleti, bütün kademe ve kuruluşlarıyla
değerlendirir. Kendine sahip olamıyan, ruhuyla bedeni, dünyasıyla âhireti,
işiyle ibâdeti arasında denge kuramıyan; hayatı sadece yeme, içme, eğlenme ve
para kazanma çerçevesinde düşünen kişilerin başa geçmesine, idarî işlerin
ağırlığını yüklenmesine cevaz vermez. Çünkü bu ölçüde olanlar iş başına getirildiği
takdirde, önce o memleketin kıyameti kopar. Hazret-i Peygamber'e (A.S.) soruldu
: «Ey Allah'ın Peygamberi! Kıyamet ne zaman kopacak?» Efendimiz bu soruya şu
cevabı vermiştir: «İş naehil kişilere verilince kıyameti bekle, pek yakındır.»
[312]
Şahsî ihtiras ve
çıkarları uğruna milleti hiziplere ayıranları, ehil olmayan kişileri iş başına
getirip ülkeyi sahipsiz bırakanları ne tarih affet-miştir, ne de ilâhî kanun...
Bunun için her konuda
olduğu gibi devlet işlerinde de birine görev verirken gerçek kıstası ümmetine
sunan Resülüllah (A.S.) Efendimiz, rasgele kişileri iş başına getirmemiş,
takvayla birlikte liyakat ve ehliyet aramıştır. Az yukarıda naklettiğimiz
gibi, Ebu Zer el-Gıffarî (R.A.) bir gün O'na : «Ya Resûlellah! Bana bir görev
vermez misin?» diye ricada bulunduğunda, Efendimiz ona şöyle demiştir: «Ya Ebâ
Zer! doğrusu sen zayıfsın, görev ise bir emanettir ve herhalde kıyamet günü o
rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler
müstesna..» Bunun gibi amcası Hz. Abbas (R.A.) bir yere âmil olarak
görevlendirilmesini talep ettiğinde, bu işin çok mesuliyetli olduğunu
hatırlatarak vazgeçmesini söylemişti.
Ünlü vezirishakPaşanın
ehil olmayan bir kişiyi önemli bir göreve atadığını tesbit eden Fatih Sultan
Mehmet Han, ona : «Paşa. bu hatâyı ikinci kez işlersen sadece vezirliği değil,
başını da alırım! Devlet-i Âl-i Osman ancak dürüst, liyakatli ve bilgili
kişilerin omuzlarında yükselebilmiştir.» demiştir.
İşte Kur'ân'ın lider
ve idareciler hakkındaki açıklaması budur! Uyanlar mutlu olmuştur. Uymayanlar
ise kendini sıkıntıdan kurtaramamıştır. [313]
Hitap, İslâm kültürü
almış bilgili, yetenekli devlet kadrosunadır. Kur'ân bununla, insan haklarını
korumanın, devletin her kademesinde hakkı ve adaleti yansıtmanın mü'minlere
farz olduğunu açıklarken haysiyetli yaşamanın da tek yolunu, adaletin ayakta
tutulmasına bağlamaktadır. Adalet güneşinin karardığı bir İslâm ülkesinde
dinden ve ahlâktan, ibâdet ve taatten söz etmek yersiz ve anlamsızdır. Çünkü
bunların hedefi bir bakıma hakların korunmasını sağlamak, mazlumdan yana olup
zalimin karşısına çıkmaktır.
Soylu bir aileden
hırsızlık yaptığı tesbit edilen bir kişinin soyu ve sosyal durumu dikkate
alınarak cezalandırılmaması için Resûlüllah (A.S.) Efendimize Usame bin Zeyd'i
şefaatçi olarak gönderenlerin nasıl fahiş bir hata işlediklerini bilmekteyiz.
Yeryüzünde ilâhî adaletin mümessili bulunan Sevgili Peygamberimiz (A.S.)
durumu öğrenince rengi değişmiş ve : «Sizden önceki milletler bu yüzden helak
olmuştur; soylu kişiler suç işleyince ceza görmemiş, zayıf ve kimsesizler suç
işleyince cezadan kendini kurîaramamış. Allah'a yemin ederim ki kızım Fatıma
bile hırsızlık etse elini kesmekte tereddüt etmem» buyurarak işin önemini bir
defa daha Ashabına duyurmaya çalışmıştır. [314]
İkinci Halife Ömer
(R.A.)in zina eden oğlunu ölüm cezasına çarptırdığı hepimizin malûmudur. Bunun
için Rahmet Peygamberi Hz. Muhammod (A,S.) Efendimiz : «Yeryüzünde ilâhî emre
uygun tatbik edilen bir ceza, yeryüzündeki insanlar için otuz sabah yağmur
yağmasından daha hayırlıdır.» buyurarak, hükümde adaletin nasıl bir rahmet ve
feyiz havası estireceğine dikkatleri çekmiştir.[315]
Bazı rivayetlerde ise «kırk sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır.»
denilmiştir.
«Adaletle iş gören
liderin geçen bir günü, aitmiş senelik (nafile) ibâdetten hayırlıdır.
Yeryüzünde ilâhî emre uygun olarak hakkıyla tatbik edilen bir ceza, kırk yıl
yağmur yağmasından daha feyizli ve daha bereketlidir.» [316]Mealindeki
hddîs, İslâm'ın adaletle hükmetmeğe ve tesbit edilen bir suçun cezasız
kalmamasına gösterdiği dikkat ve önemi belirtmektedir. «Allah'ın koymuş olduğu
hükümleri yakınlarınız ve uzaklarınız hakkında kusursuz uygulayın. Bu hususta
ilâhî hükümleri tatbik ederken hiçbir ayıplayanın ayıplaması sizi bağlayıcı
olmasın..» [317] mealindeki hadîs ise,
peygamber Efendimizin sözüyle fiilinin birleştiğini, birinin diğerini doğruladığını
kanıtlar.
Konuyu yine Resûlüllah
(A.S,) Efendimizin bize ışık tutan şu temsili hadîsleriyle bağlamak istiyoruz :
«Allah'ın koymuş
olduğu hükümleri kusursuz yerine getirmeğe çalışanlarla bu hükümleri (dikkate
almayarak) suç işleyenlerin misali, bir gemide kur'a çeken yolcuların misaline
benzer: Kimine kur'ada geminin alt katı, kimine de üst katı isabet etmiştir.
Geminin alt kısmında olanlar su elde etmek için üst kattakilere uğrayıp, «biz
kendimize yetecek kadar su alabilmemiz için kendi katımızda bir delik açsak ve
üstümüzdekilere de eziyyet etmesek nasıl olur?» diye (üst kattakilerin fikrini
almaya çalışırlarsa); üsttekiler onları kendi haline bırakır ve arzu
ettiklerine müdahale etmezlerse, hepsi birden helak olur. Yok onlara engel
olur, ellerini tutarlarsa, her iki kattaki insanların hepsi kurtulur.» [318]
Bununla Efendimiz
Müslüman bir ülkede otokontrolün sağlanmasını, toplumun birbirine sahip
çıkmasını, ülkenin huzurunu kaçırmak isteyen ve insan haklarına el uzatanlara
karşı durulmasını emretmektedir.
Tekrar edelim ki,
İslâm'a göre ADALET, her şeyi lâyık olduğu yere koymak, her işi ehline
vermektir. Bunun aksi ise zulümdür. Yine İslâm'a göre, ADALET, her hakkı
sahibine vermek, haksızı cezalandırmak, haksızlığa uğrayandan yana olmaktır.
Konumuzu oluşturan âyetle bu hususlar mü'minlere, özellikle İslâm büyüklerine
emredilmektedir. Emir ise bu konuda vücubu gerektirir. [319]
«Şüphesiz ki Allah
emânetleri ehline vermenizi emreder.»
Âyetin açık
anlatımından, hitabın topluma ve daha çok yetkili organlara yapıldığını
anlıyoruz. Ancak emanetler nelerdir ve ehil kişiler kimlerdir? Bu İki soruyu
yanyana getirdiğimizde, sorumluluğunu taşıdığımız ve korumakla yükümlü
bulunduğumuz her şeyin emanet, her iş ve konuyu önemine göre sağlıklı biçimde
yürütebilen kimselerin de ehil kişiler olduğunu söyleyebiliriz.
İşte âyeti bu açıdan
ele alıp değerlendirdiğimizde emânetlerin üç grupta toplandığını görürüz :
1. İnsanlarla Allah arasındaki emânetler.
2. İnsanların birbirleri arasındaki emânetler.
3. İnsanla nefsi arasındaki emanetler..
Birincisi, Allah'ın
bizden yana verdiği nimetleri, gönderdiği Kitap ve Peygamberleri; ve tek
kelimeyle Allah'ın buyruklarını içine alır. Nimetin şükrünü yerine getirmek,
emânete ehil olmaktır. İlâhî buyruklara uymak, emâneti korumaktır. Yaratanımıza
karşı kulluk görevimizi yapmamız kendimizi devamlı ehliyet düzeyinde
tutmamızdır.
İkincisi, memleket ve
millet malını korumayı, her görevi ancak ehil olana vermeyi; ehil kişiler,
liyakatli adamlar yetiştirmek- için ciddi bir eğitim sistemini oluşturup
yaygınlaştırmayı; bize güvenenlerin bıraktıkları her türlü emaneti gerektiği
şekilde muhafaza etmeyi ve zamanı gelince emaneti sahibine teslim etmeyi en
ölçülü biçimde içine altr.
Üçüncüsü, dünya ve
âhiretimize yarar sağlayacak işlerle uğraşmamızı, ömür sermayesini gereksiz
yere harcamamamızı; ruhumuzla bedenimiz, dünyamızla âhiretimiz, ibâdetimizle
işimiz arasında denge kurmamızı; hem din hem dünya ilimlerini birlikte okuyup
hayatımıza yön vermemizi içine alır.
Emaneti bu üç yönüyle
bilip kavrayan mü'minler hem kendi yapısı içinde olgunlaşmanın örneklerini, hem
sosyal bünye içinde sağlam karakterli bir cemaat oluşturmayı
gerçekleştirirler. Kur'ân-ı Kerîm'in de bizden istediği elbetteki budur!. [320]
«Adalet mülkün
temelidir.» sözü tarihe geçmiştir. Bütün semavî dinler bu temelin gerçekleştirilmesini
emretmiş; her millet kendi yapısına göre bir hukuk sistemi meydana getirme
ihtiyacını duymuştur. Böylece diyebiliriz ki hukuk ve adalet insanla başlamış
ve yine onunla sona erecektir; yeryüzünde insan var oldukça hukuk ve adalet de
-arızalansa bile-devam edecektir. Kur'ân'da bu müesseseye ağırlık verilmesinin
sebebi acıktır: İnsan kafasından çtkan sistemler başarılı olmamış, aynı zamanda
neticeye götürücü de bulunmamıştır, Hammurabi Kanunnamelerinden tutun da Roma
Hukukuna kadar birçok değişik ölçü ve anlamda hukukî sistemler vücuda
getirilmiş, ancak hiç biri fert ve toplumu tam anlamıyla disipline edip kontrol
altına alamamış ve arzulanan mânada caydırıcı ve. frenleyici gücü
taşıyamamıştır. Hazret-i Peygamber (A.S.)ın bu konuyla ilgili üçyüzün üstünde
hadîs buyurması, ilâhî hukuk sistemini arızasız vücuda getirmeye ve işler hale
sokmaya yöneliktir. Tatbik imkânı bulduğu devirlerde topluma ve aileye huzur
getirmiş, hapishaneler boş kalmış, mütecavizler parmakla gösterilecek kadar
azalmıştır,
Konunun İslâm'daki
yer'ni belirtmemiz için hem Kur'an'dan, hem hadîsten birkaç örnek vermemiz
uygun olur: Kur'ân-ı Kerim :
«İnsanlar arasında
hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.» [321]
«Allah için(hakkı)
sağlam ölçülerle ayakta tutun; adaletli şahitler olun ve bir kavme (veya millet
ve topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sizi sakın adaletsizliğe itmesin.
Adaletle hareket edin; o, takva (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden sakınma)ya
daha çok yakındır,» [322] «De
ki, Rabbım adalet ve insafı emretmiştir.» [323]
«(Ne yapacağını bilmiyenle), adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunan
kimse hiç eşit olurlar mı?» [324]
«Şüphesiz ki Allah,
adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder.» [325]
Hadîs-i Şerif:
«Bir saat adaletle iş
görmek, altmış yıllık (nafile) ibâdetten daha hayırlıdır.» [326]
İslâm'a göre :
1. Adaletle
hükmedebilmek İçin beş hususa dikkat etmek gerekir: 1. Davacıyla davalıyı
dikkatle dinlemek, iddiaları hukuk ve vicdan kıstası içinde değerlendirmek,
2. Hâkimin tarafsız olmaya dikkat etmesi, kalben
de olsa birine meyletmemesi,
3. Hâkimin
hukukî meselelerde Allah'ın Kitabını,
Peygamberin Sün-, netini, icmâ'ı ve müctehidlerin ictihad yollarını bilmesi,
4. İki tarafın
delillerini, gösterecekleri şahitleri,
ortaya koyacakları belgeleri çok
dikkatle incelemesi ve değerlendirmeye çalışması,
5. Davayı
askıda bırakmayıp belgeleri
kısa zamanda değerlendirip haklıyı haksızdan ayırt etmeyi
kendine farz sayması...
Bu konuda İmam Şafiî
de şöyle demiştir:
Hâkim beş şeyde
davalıyla davacı arasında tarafsız davranır: İçeriye alınmalarında,
oturmalarında, onlara yönelmede, sözlerini dinlemede ve aralarında hüküm
vermede... [327]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah, Müslümanları idare eden, hüküm verme durumunda olan devlet adamlarına
adaletle iş görmelerini; emanetleri ehline vermelerini emretti. Aşağıdaki
âyetle, bu ölçüdeki devlet adamlarına itaati emrederken tartışmaya sebep olan
konuların çözümünde Allah'ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine başvurmaları,
çıkarılan kanunların ve verilen hükümlerin bu iki kaynakta uzman olan
kurullarda gözden geçirilmesi de emrediliyor. [328]
59— Ey imân
edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin, sizden olan emir
sahiplerine de... Bir şey hakkında tartışıp çekişirseniz, onu Allah'a ve
Peygamber'e döndürün; tabiî eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız...
Böyle yapmanız daha hayırlı, sonuç itibariyle de daha iyidir.
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, Halid bin Velid(R.A.) kumandasında bir bölük mücahidi Arap
kabilelerinden biri üzerine göndermişti. Gidenler arasında ilk müslümanlardan
Ammar bin Yasır (R.A.) da bulunuyordu. Halid bin Velid (R.A.) kabileye yaklaşıp
sabahı beklemeye koyuldu; derken o kabile halkı kuşatıldıklarını haber alınca
yurtlarını bırakıp gece kaçtılar, sadece onlardan bir adam kaçmayıp İslâm'a
girmek üzere Ammar bin Yasır'a gelip sığındı. Müslüman olduğu takdirde güven
içinde kalacağına te'minat istedi. Hz. Ammar (R.A.) ona: «Bundan böyle güven
içindesin!» diye teminat verdi. Adam evine döndü. Sabahleyin Halid bin Velid
kabileyi bastığında o adamdan başkasına raslayamadı. Onu yakalayıp malıyla
birlikte alıp getirdi. Ammar, «Ya Halid! o adama ben güven verdim, o da İslâm'a
girdi, kendisine dokunma» diye uyarıda bulundu. Halid (R.A.) Ammar'tn bu
davranışına kızdı ve : «Ben emîr (kumandan) olduğum halde sen müsaade almadan
başkasına güven veriyorsun, olur şey değil!.» dedi ve bu konuda tartıştılar,
sonunda durumu Peygamber (A.S.) Efendimize arzettikle-rinde, Peygamberimiz
(A.S.) o adamın güven içinde bulunmasını uygun gördü, ancak bundan böyle emîr
(kumandan)dan izin almadan kimseye güven verilmemesini emretti. Bu sebeple de
yukarıdaki âyet indi. [329]
Hz. Ali (R.A.) diyor
ki:
«Peygamber (A.S.) Efendimiz
bir bölük mücahidi bir tarafa göndermişti. Başlarına tâyin edilen emîr
(kumandan) ile aralarında tartışma çıkmış, derken kumandan maiyetindekilere
odun toplayıp ateş yakmalarını emretmiş. Onlar da emre uyup ateş yaktıktan
sonra kumandan onlara : «Kendinizi bu ateşe atmanızı emrediyorum, haydi
kendinizi ateşe atın!.» diye emretmişti. Mücahitlerden bir genç işe müdahale
ederek «Ya Emîr! siz bu ateşten kaçıp kurtulmak için Peygamber {A.S.)
Efendimize sığınmadınız mı? Şimdi bizi bu ateşe sokmaya çalışıyorsun. Hele
acele etme. dönüp Peygamber (A.S.) Efendimize durumu arzedelim, ondar, sonrası
kolay.» Böylece tartışma sürüp gidiyor ve Peygamber (A.S.) Efendimize au-rum
anlatılınca, şöyle buyuruyor: «Eğer emre uyup kendinizi ateşe atsay-dınız bir
daha ondan çıkamaz (ebediyen ateş içinde kalırjdınız. Başınızda-ki emîre
(kumandan) itaat ancak mârufta (aklen ve dinen uygun olan hu-suslar)dadır.» [330]
«Baştaki emiri -günah
ve isyanı gerektiren bir şey ile emretmedikçe-dinleyip itaat etmek Müslümana,
sevdiği ve tiksindiği her hususta vâcib-dir. Ancak emîr (Allah'a karşı) isyanı
gerektiren bir şey ile emrederse artık ne onu dinlemek, ne de itaat etmek
vaciptir.» [331]
«İsterse başınıza,
başı üzüm tanesi kadar Habeşli bir köle emîr tâyin edilsin, onu dinleyiniz,
itaat ediniz.» [332]
Ebu Hüreyre (R.A.)
diyor ki:
«Gönül dostum
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kulak ve burnu kesik bir Habeşli köle bile olsa
başınızdaki emîri dinleyip itaat etmenizi tavsiye buyurdu.» [333]
«Kim başta bulunan
emirden hoşlanmıyacağı bir şey görürse sabretsin. Çünkü kim İslâm cemaatinden
bir karış ayrılırsa, cahiliye devrindeki ölümle ölüp gider.» [334]
«Kim bana itaat
ederse, gerçekten o, Allah'a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse, herhalde
Allah'a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse gerçekten bana itaat etmiştir.
Kim ona baş kaldırırsa, bana isyan etmiştir.» [335]
«Yaratan'a isyanı
gerektiren hususlarda yaratılana itaat edilmez.» [336]
<<Bir şey hakkında şirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e
döndürün...»
İslâm meselelerin
çözümünde dört delile dayanır: Allah'ın Kitabına, Peygamber (A.S.)ın Sünnetine,
Ümmetin İcmâma ve Kıyasa. Bir meseleyi çözüp hükme bağlamada önce Allah'ın
Kitabına başvurulur; orada bir delil bulunmadığı takdirde Peygamber'in
Sünnetine gidilir. Onda da bir delil bulunmadığı takdirde ümmetin yetişkin ilim
adamlarının icmâına başvurulur. O mesele hakkında bir icmâ' yoksa, nass ile
sabit olan ona benzer bir hükme kıyas yapılarak mesele çözülür.
«Bir şey hakkında
tartışıp çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün!» emri önoe iki ana
delile baş vurulmasını önerir, Tatbikatta bu iki delilde bir hükme
Taşlanmadığında, ilim adamlarının icmâının bulunup bulunmadığı araştırılır.
Nitekim Ebûbekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde As-hab-ı Kiramın birkaç mesele
hakkında icmâ'ı olmuş ve bütün müslüman-lar da ona uymuştur. İomâ' bulunmadığı
takdirde Kitap ve Sünnette ona benzer bir hükme -menatlarda birleşiyorsa- kıyas
yapılır. Bilhassa Irak müotehidleri yani rey tarafdarı olan ilim adamları
kıyasa geniş yer vermişlerdir. [337]
«Ve sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin..»
Âyetin cümle konumu ve
kelime dizisinden Müslüman ülkeyi idare eden liderlere, devlet adamlarına
-Allah ve Peygambere itaat ettikleri takdirde-itaat vaciptir, hükmü
çıkarılmıştır. Çünkü Allah ve Peygamber'e itaat mutlak ölçüde belirtilirken
emir sahiplerine itaat mukayyed biçimde atıf yapılarak ifade edilmiştir.
Yine âyetin
anlatımında yer alan cümle ve kelimeler dikkate alındığında şu hükümlere yer
verildiği görülür:
1. İslâm sisteminde .mü'minlerden seçilen lidere
itaat vaciptir. Lider, Allah'a isyanı gerektiren hususlarda emir verir veya bu
anlamda kanun çıkarırsa, artık ona itaat vacip değildir. Çünkü Allah'a isyanı
gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmez.
2. Mü'minlerden olmayan liderlere itaat vâcib
değildir. Ancak bir anlaşma yapılmışsa, ona riayet edilir. Bu da umum
Müslümanların yararına görüldüğü takdirde böyledir.
3. Allah'a
karşı günah ve isyanı gerektiren hususlarda lidere itaat edilmemesi, ona baş
kaldırmayı gerektirmez. Çünkü bu büyük bir fitneye sebep olabilir. O halde
lideri doğru yola getirmenin çare ve yolları araştırılır. Azil nihaî çaredir.
Kitap ve Sünneti temsil eden yüksek ilim kurulunun kararıyla lider azledilir.
Nitekim Peygamber (A.S.) Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
«Benden sonra bir
takım liderler sizin başınıza geçecek; iyisi iyiliğiy-le, kötüsü kötülüğüyle
idarecilik yapacak. Hakka uygun hususlarda onları dinleyip itaat edin ve
arkalarında namaz kılın. İyilikte bulunurlarsa hem sizin hem onların lehine
olur. Kötülük yaparlarsa, sizin lehinize onların aleyhine olur.» [338]
Müslüman halkın lehine
olur, daha iyi bir lider seçme imkânları doğar. Liderin aleyhine olur,
azledilmesi gerekir.
4. Emir verme durum ve mevkiinde bulunan her
Müslümana -asker olsun, sivil olsun- itaat vaciptir. Ancak Allah'a isyanı
gerektiren hususlarda bu vücub kalkar. Nitekim bir âmir maiyetindeki me'mura
gayr-i kanuni bir emir verdiğinde me'murun o emri yerine getirmesi suçtur. Bu
tür emirlerde âmire itaat edilmez.
5. Müslüman halk ile yasama ve yürütme mevkiinde
bulunan lider ve idareciler arasında bir konu hakkında anlaşmazlık, tartışma
çıkarsa, konu Allah'ın Kitabına, Peygamberin Sünnetine döndürülür, yani bu iki
ana kaynakta uzman olan ilim kuruluna havale edilir. Kurulun vereceği karara
her iki taraf uymak zorundadır. Bu, daha çok İslâm Sisteminde yer alan yasama
ve yürütmede Kitap ve Sünnete ters düşme söz konusu olduğunda baş vurulan
çözüm yolu ve merciidir.
Tabii bütün bu esaslar
İslâm Anayasasında düzenlenir. [339]
Hicrî üçüncü asır
ricalinden ünlü veli ve ilim adamı Sehl bin Abdullah et-Tüsterî (R.A.) diyor
ki:
«Başınızdaki sultana
yedi şeyde herhalde itaat edin : 1.
Basılan altın ve gümüş paralarda (devlet tarafından basılan paralarda),
2. Ölçü ve
tartılarda,
3. İlâhî hükümlerde (Kur'ân ve Hadîse uygun olan
emirlerde),
4. Hac konusunda,
5. Cuma konusunda,
6. İki bayram konusunda,
7. Allah yolunda savaşta...» Sehl devamla diyor
ki ;
«Müslüman sultan,
-isterse haksız olsun- bir ilim adamını fetvadan men'ederse artık o ilim
adamının fetva vermesi caiz değildir; fetva verecek olursa âsi ve günahkâr
sayılır.» [340]
İnsanlar başlarındaki
hükümdara ve ilim adamlarına saygı gösterdiği sürece hayır üzere olacaklar. Bu
iki sınıfa saygılı oldukları zaman Allah onların hem dinlerini, hem
dünyalarını düzeltir. Bu ikisini küçümseyip hafife aldıkları gün, Allah onların
hem dindarlıklarını, hem dünya ve âhi-retlerini bozar (düzensizlik doğurur.)
İbn Huveyz Mendad
diyor ki:
«Müslüman sultana
-Allah'a itaat sayılan hususlarda- itaat vaciptir. Allah'a karşı günah ve isyan
kabul edilen hususlarda ise itaat vacip değildir. Tabii bu ona karşı isyanı
gerektirmez.» [341]
Hz. Ali (R.A.) diyor ki :
«Müslümanların başında
bulunan liderin adaletle hükmetmesi ve emaneti ehline vermesi bir hak ve
vecibedir. Lider böyle davranırsa ona itaat etmek Müslümanlara vaciptir. Çünkü
Allah bize emaneti ehline vermemizi ve adaletle hükmetmemizi emretmiştir.
Sonra da başımızdaki lidere itaati emretmiştir.» [342]
Cabir bin Abdullah ve
Mücahid'e göre :
Ulu'l-emir, yani emir
sahipleri, Kur'ân ve ilim ehli olanlardır. İmpm Mâlik de bu yorumu beğenmiştir.
Dahhak da aynı görüştedir. [343]
Kurtubî'ye göre :
Bu rivayetlerin en
sahih olanı ve Kur'ân'ın ruhuna en çok uygun bulunanı, Hz, Ali (R.A.) ile Hz.
Câbir'in yorumlarıdır.
Müfessir Şevkanî
Fethülkadîr'de eliyor ki:
«Allah'a itaat. Onun
emir ve yasaklarına uymaktır. Peygamber'e itaat, onun emir ve nehiylerine
uymaktır. Emir sahiplerine yani lider durumunda olanlara gelince: Baştaki
hükümdarlar, liderler, kadılar ve şer'î idareciliği olan herkestir. Azgınlık
ve sapıklık üzere olan liderlik değildir. Bunlara itaatten maksat, Allah'a
karşı isyan ve günah durumu olmayan hallerde uymaktır. Çünkü Allah'a isyam
gerektiren hallerde insanlara itaat edilmez.» [344]
Geçen âyetlerle
Allah'a ve Peygambere mutlak surette itaattn mü'-minlere farz; baştaki
liderlere de Allah'a karşı günah ve isyanı gerektir-miyen hususlarda itaatin
vâcib olduğu belirtildi. Aşağıdaki âyetlerle, İs-lâmiyeti ruhuyla manasıyla
kalbine yerleştiremeyip dıştan Müslüman, içten inkarcı olanlarla kalbinde
nifak ve fitne hastalığı bulunanların Allah ve Peygamberin vereceği hükme razı
olmayacaklarına değinilerek bunun sebeplerine işaret ediliyor ve dolayısıyla
İslâmiyeti bütünüyle incelemenin gerektiğine dikkatler çekiliyor. [345]
60— Sana
indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi?
Bâtılı temsil edenin önünde muhakeme olmak isterler; halbuki onu tanımamak
(reddedip uymamak)la emrolunmuşlardı. Şeytan onları çok uzak bir sapıklıkla
saptırmak ister.
61— Onlara, Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e
gelin, denildiği zaman, münafıkların senden hep uzak kaldığını görürsün.
62— İşlediklerinin karşılığı olarak kendilerine
bir musibet dokununca nasıl da çok geçmeden sana gelip, iyilik etmekten ve ara
bulmaktan başka bir şey istemedik, diye Allah ile yemîn ederler.
63— İşte bunlar öyle kimselerdir ki, Allah
kalblerinde olanı çok iyi bilir. Onlardan yüzçevir, onlara öğüt ver, onlara
kendileriyle ilgili çok te-sirli açık-seçik söz söyle.
Biri münafık, diğeri
Yahudi iki adam arasında ihtilaf vardı. Yahudi, rüşvet almıyacağıni bildiği
için Hz. Muhammed'in (A.S.) huzurunda muhakeme olmalarını, münafık ise
Yahudilerden bir hakimin yanında muhakeme olmalarını istiyordu. Sonunda
anlaşamadılar ve Cüheyne kabilesin-deki kâhine gitmeye karar verdiler.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [346]
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan rivayette ise şöyle deniliyor:
Biri Yahudi, diğeri
münafık iki kişi arasında dâva konusu bir mesele vardı. Yahudi davanın çözümü
için Hz. Muhammed'e (A.S.) gidelim dediği halde münafık, hayır Yahudilerin
ileri gelenlerinden Kâb bin Eşrefe gidelim, diye diretiyordu. Yahudinin ısrarı
üzerine münafık istemiye iste-miye Peygamber'e (A.S.) müracaat ettiler.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki tarafı dinledikten sonra Yahudiyi haklı buldu
ve hükmünü verdi. Münafık bu kez Hz. Ömer'e (R.A.) gidelim diye tutturdu,
Ömer'e (R.A.) gittiklerinde, o, «Peygamber Efendimize gitmediniz mi?» diye
sordu, Yahudi, «gittik ama davalı olan şu adam onun verdiği hükme razı
olmuyor. Beni istemediğim halde size getirdi.» Ömer (R.A.) durun, ben
aranızdaki davayı halledeyim dedi ve odaya girip kılıcını alarak münafıkın
üzerine yürüdü. Öldüresiye bir dayak attı, bazı rivayetlere göre onu öldürdü,
Yahudi korkusundan ortadan toz oldu. Ömer (R.A.) «Peygamber'in verdiği hükmü
kabul etmiyen hakkında uygulanacak hüküm budur!» diyerek gerekeni yaptı.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi ve Cebrail, hakla bâtılı birbirinden ayıran Ömer'e,
FARUK ismini verdi. [347]
«Bâtılı temsil edenin
önünde muhakeme olmak isterler.»
İslâm kendine has bir
dünya görüşü, bir hayat nizamı getirmiş ve ona göre idarî, hukuki, ekonomik,
sosyal ve kültürel organlarını kurmuş; bütün esas ve prensiplerini insanlığın
hayrına, mutluluğuna ve huzuruna yöneltmiş, bütün sistemlerini adalet, ahlâk
ve faziletle birleştirip bütünleş-tirmiştir.
Bu bakımdan İslâm'ın
koymuş olduğu her hükmü, geliştirdiği her müesseseyi onun bütünlüğü içinde ele
alıp değerlendirmek gerekir. Aksi halde yanlış bir yargıya varılır. Bunu
birkaç misalle açıklıyalım : Faiz sistemini ele alıp İslâm'ın sadece faizi
haram kılan, faizsiz ödünç vermeyi teşvik eden hükmüyle karşılaştırdığımızda
pek sıhhatli bir sonuca varamayız. Çünkü bu konuda İslâm'ın diğer bütün
sistemlerini, ulaşmak istediği sonuçları bilmek gerek. Meseleleri münferit ele
alıp bir takım kıyaslamalar yapmak bizi yanıltabilir. Sebep malûm; ortada
sağlıklı bir karşılaştırma mevcut değildir. Faizi haram kılan hükümleri,
İslâm'ın en azından aile, sosyal, ekonomik, ahlakî ve idarî yönleriyle
değerlendirmek şarttır. Ancak o zaman faizin neden haram kılındığını
kavrayabilir ve onu mubah sayan bir görüşle karşılaştırıp susturucu cevap
verebiliriz. Mal ve hayat sigortası ve benzeri dayanışmaya yönelik kurumların
mutlak surette yararlı olduğunu sayunup bu tür kurumları İslâm'a uygun görmek
veya İslâm'ı bunlara uydurmaya çalışmak yine bizi sağlıklı bir sonuca götürmez.
Çünkü İslâm'ı sosyal anlamda yardımlaşma açısından ele alınca onu bütün sosyal
ve uhrevî yönleriyle, ahlâkî ve hukukî görüşleriyle, devlet ve vergi sistemiyle
bir bütünlük içinde gözden geçirmemiz gerekir. O takdirde sözü edilen sosyal
anlamdaki yardımlaşma kurumlarının yeri ve ölçüsü belirlenebilir.
İşte Kur'ân'da
konumuzla ilgili âyetlerle, İslâm'ı bütün yönleriyle değil sadece bir yönüyle
ele alıp günlük olaylar karşısında gayr-i İslâmî sistemlerle yorumlamak
isteyenlerin tutum ve anlayışı kınanıyor ve o gibiler münafıklıkla
vasıflandırılıyor. Çünkü münafık, İslâm'a ya kelimeyle, ya da şeklen bağlı
bulunan, içi dışına, kültürü imânına, imânı yaşayışına uymayan ikiyüzlü kimse
demektir. Oysa bir meseleyi münferit biçimde değerlendirmek ve mutlaka gayr-i
İslâmî görüş veya sisteme uydurmaya çalışmak isteyen kimse, çoğu zaman
İslâmiyet hakkında doğru bir yargıya sahip olamaz. Olamıyacağı için de hem
Müslüman geçinir, hem onun hayat riı-zemiyle koymuş olduğu bazı esas ve
prensipleri beğenmez veya Batı âleminin kendi yapısına uygun hazırladığı düzene
kıyasla onu hafife alma basiretsizliğini gösterir. Bu, insanı sadece
münafıklığa değil, küfre kadar götürür.
Birçok çağlarda ciddî
biçimde dinî kültür almayan, gelenek ve görenek düzeyinde Müslüman
geçinenlerden bir kısmının durumu, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrindeki
münafıklardan farksızdır. Onlar tağutun (bâtıl ve inkâr) önünde meselelerini
halletmeye çaiışılardı. İsimleri değişik, maksat ve amaçlan aynı idi. «Halbuki
(hepsi de) bâtılı tanımamakla emrolun-m uslardı.»
«Onlara, Allah'ın
indirdiğine ve Peygamber'e gelin, denildiği zaman, münafıkların senden hep uzak
kaldığını görürsün..» Evet dün de böyle idi, bugün de... [348]
«İşlediklerinin
karşılığı olarak kendilerine bir musibet dokununca nasıl da cok geçmeden sana
gelip, iyilik etmekten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik, diye Allah ile
yemin ederler..»
İslâm kültürünü ciddi
biçimde alamıyan bazı Müslümanların yanlış tutumları, bilgisizce davranışları
İslâm'ın hayat nizamının kerpiçlerini bir bir düşüre düşüre onu tanınmaz hale
getirmiştir. Bereket versin ki Cenâb-ı Hak insanların hayrına sunduğu son dinin
koruma işini kendi üzerine almıştır. Bu bakımdan bilgisiz çevrelerde İslâm
belirsiz hale gelse de onu ayakta tutmak için çırpınanlar, Allah'ın yardımıyla
onun muhteşem sarayını yer yer ayakta tutmaya muvaffak olmuşlardır.
Kerpiçleri bilerek
veya bilmlyerek bir bir çekip İslâm'ın hayat nizamını tanınmaz hale
getirenlerden bir kısmı namaz kılar, ama zekât vermez. Çünkü namaz parasız bir
ibâdettir. Her ihtimale karşı kıyamette yeniden dirilip kaikmak gerçekleşirse
bu bir te'minat ve tutamak olur, düşüncesiyle şeklen yerine getirilir.
Bunlardan bir kısmı da namaz kılar, hacca gider fakat faizi mubah sayar. Gayr-i
meşru yolda maddecilere uyup küfürle imân arasında bocalayıp durur. Bir kısmı
da İslâm'ın pek önemsemediği veya üzerinde durmadığı basit konularla, kıyafet
ve nafilelerle uğraşıp koyu bir dindarlık gösterdikleri halde, kısa yoldan
zengin olmanın yollarını açarken hiç de bu hassasiyeti ve koyu dindarlığı göstermezler.
Fahiş fiatla mal satmak, ihtikâr yapmak başlıca sanatları arasında bulunur.
Böylece kendi bünyesinde ve çevresinde bu yanlış tutumuyla İslâm'ın hayat
damarlarını kestiğinin farkında bile değildir. Bir kısmı da Müslüman din
âlimlerinde kusur ve günah bulmaya çalışır. Peygamberlerden başka diğer bütün
insanların kendi derece ve irfanlarına göre bir takım kusur ve günahlarının
bulunabileceğini hatırından bile geçirmez; böylece din adına nasıl cinayetler
işlediğinin farkında bile değildir. Büyük bir çoğunluk da anti-İslâmî kuruluş
ve sistemlerin durmadan dinlenmeden metotlu çalıştıklarını, İslâm'ı mefluç
hale getirmek için milyarları harcamaktan kaçınmadıklarını yana-yakıia
anlatır, fakat İslâm cevherinin gönüllere işlenmesinde, Peygamber (A.S.)
Efendimizin koymuş olduğu metot ve en sağlam ölçülerin uygulanması için hiçbir
fedakârlıkta bulunmaz.
Hal böyle olunca
İslâm'da yer yer gedikler açılmış; ateizm ve materyalizm ile komünizm ve
bunların giriş kapısı sayılan sosyalizm bu gedikleri genişleterek kaleyi
içinden fethetmeyi plânlamış; Müslümanları, -yine İslâm'ın hayat dini olduğunu
bilmiyenieri kullanarak- bölüp parçalamışlardır. İslâm'a karşı olan akımlar
birer akıntı halini alıp belli bir kanalda birleşince, sele dönüşmüş, bütün
müslümanlan tehdit eder bir görünüm kazanmıştır. Sözü edilen şuursuz dindarlar
kısmen olsun işin nereye vardığını gz-çok anlamaya başlayınca, «Biz iyilik
etmekten ve arabulmaktan başka bir şey arzu etmedik,» diyerek felâketin
girdabında bocalayıp dururlar. Günümüzde komünizm ile anarşizm tarafdarlarının
felâket haline dönüşmesi karşısında, sözü edilen Müslümanların masumane tavır
takınmalarını örnek gösterebiliriz-
Kur'ân bilhassa bu
doğrultuda bulunan dindarları, felâket gelip eşiğe dayanmadan, ateş bacayı
sarmadan uyarmaya çalışıyor ve Peygamber (A.S.) Efendimiz devrindeki durumu
örnek olarak sunuyor.
İlim adamlarımıza
düşen görev elbette ki çok büyüktür. İslâm kültüründen yeterince nasîbini
almamış olanları en tesirli sözlerle eğitmek, İslâmî hakikatleri toplumun
kültür seviyesine göre anlatmak manevî bir görevdir.
İslâm'ı ilâhî
yüceliğiyle ve insanlığa sunduğu güzel ahlâk ve rahmet dolu düzeniyle henüz
kavrayamıyan ve daha çok şekil yönüyle dindar olanlara İslâmî hakikatleri
aşılamanın yolunu ve metodunu Kur'ân yukarıdaki âyetlerle üç madde haKnde
sunuyor:
1. Aşın tenkitten kaçınmak, yanlış yolda olanların üzerlerine
fazla varmamak,
2. Kalblerini yumuşatacak, ruhlarına serinlik,
gönüllerine umut verecek, dinî duygularını kamçıltyacak öğütler vermek;
kendini İslâm'a adamış bahtiyarların hayatından yine ölçülü biçimde örnekler
vermek,
3. Kültür seviyelerini, sosyal durumlarını ve
bağlı bulundukları çevrenin özelliklerini dikkate alarak ilmî açıdan en tesirli
sözler söylemek, bu hususta konuşma tekniğine sahip güçlü ilim adamları ve
hatipler yetiştirmek...
Açıklama :
TAĞUT : Hakk'ın
karşısında olan her şey; put, kâhin, sihirbaz, büyücü, şeytan, demektir. [349]
İslâm'ın yüceliğini,
azizliğini gönüllerine henüz dosdoğru sindiremi-yenler Peygamber (A.S.)
Efendimizin vereceği hükme pek yanaşmak istemiyorlardı. Yukarıdaki âyetlerle
bunlar yeriliyor ve Peygamber'e itaatin farz olduğu belirtilerek İslâm'ın bütün
müesseseleriyle bir bütün olduğuna dikkatler çekiliyordu. Aşağıdaki âyetlerle
Peygamberlerin ne maksatla gönderildiği, doğru yolu göstermekle görevli
oldukları açıklanıyor. Peygambere yan çizenlerin dönüş yaptıkları, tevbe ve
istiğfarda bulundukları, Peygamberin de onlar hakkında bağışlanma dilediği
takdirde Allah'ın tevbeleri çokça kabul eden olduğu belirtilerek hakka davetin
en güzel şekli yapılıyor. [350]
64— Biz gönderdiğimiz her peygamberi, ancak
-Allah'ın izniyle- kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine
zulmettiklerinde sana gelip Allah'tan günahlarının bağışlanmasını diieselerdi
ve Peygamber de onlar için Allah'tan bağışlanma dileseydi, herhalde Allah'ı
tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli bulurlardı.
65— Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki,
aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da
verdiğin hükümden dolayı İçlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir bağlanışla
bağlanmadıkça imân etmiş olmazlar.
Rivayete göre, Ashab-ı
Kiramdan Zübeyr bin Avvam (R.A.) ile Ansar-dan biradamın,bahçe sulama konusunda
aralarında anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimize
arzettiklerinde. Efendimiz (A.S.), Zü-beyr'e : «Kendi bahçeni suladıktan sonra,
suyu komşunun bahçesine salıver!» diye buyurdu. Adam bu hükme pek razı olmadı
ve : «Görüyorum ki halanızın oğlundan yanaşınız..» diyerek küstahlık etti.
Peygamber (A.S.)
Efendimizin rengi
değişti ve: «Ya Zübeyr! Bahçeni sula ve çevresindeki kesiğe ulaşıncaya kadar
suyu tut, sonra da komşunun bahçesine salıver!.» buyurdu.
Birinci hükümde iki
taraf için kolaylık ve genişlik vardı. Ama taraflardan biri razı olmayınca bu
defa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hukukun gereğini emretti ki bu, itiraz edene
İlk sağlanan kolaylığı kaldırıyordu. Böylece Zübeyr'e de su hakkının tamamını
kullanması sağlanmış oldu. Bunun üzerine 65. âyet indi. [351]
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a and olsun ki, sizden birinizin arzu ve hevesi benim getirdiğim
(dine ve taşıdığı ilâhî hükmje tabi olmadıkça imân etmiş olmaz.» [352]
«Biz gönderdiğimiz her
peygamberi, ancak -Allah'ın izniyle- kendine İtaat edilmesi için gönderdik.»
.İnsan aklı, kendine
has mantığıyla birleşince fizikî alanda eserden müessire, sanattan sanatkâra,
dekordan dekoratöre geçiş sağlayacak güçtedir. Ancak akıl; sanatı, dekoru nasıl
sonradan meydana getirilmiş bir ölçüde kabul ederse, bunu sanatkârın ve
dekoratörün de sonradan var olduğuna delil sayar. İllet ma'lûl zincirlemesi,
yani her malûlün bir illeti varsayılarak zincirleme sürüp gitmesi ortaya çıkar
ve akıl ister istemez bu fasit dairede bocalayıp kalır. Ayrıca dünya ile âhiret
arasında bu ölçüde -yani illet malûl anlamînda- ilgi bulunmadığı ve gecenin
gelmesinin, ardından gündüzün geleceğine delil sayılması ölçüsüne girmediği
için âhiretin geleceğine bir geçiş de sağlayamaz. Üçüncü bir husus daha var ki,
akıl onu kavramakta yalnız başına yeterli değildir: Varlık âlemini yaratan hakkında
sıhhatli bir sonuca varamaz. Aynı zamanda yaratana nasıl kulluk edileceğini de
kâmil anlamda tesbit edemez.
İşte aklın geçiş
sağlayamadığı hususlar insan için çok lüzumludur. Onsuz ne ruhla beden, ne
dünya ile âhiret, ne de madde ile mâna arasında denge sağlanabilir. Bu bakımdan
akla ve mantığa yardımcı olup ışık tutacak bir kuvvete ihtiyaç vardır. Cenâb-ı
Hak bu ihtiyacı peygamber ve kitap göndererek karşılamıştır.
O halde gönderilen her
peygamber, uyulmak, sözü dinlenmek, rehberliği kabul edilmek için
gönderilmiştir. Ortada akıl var, mantık var ve bir de peygamber var, ama doğruyu
bulma yoksa, bunun iki sebebi vardır: Ya aktl kendine has mantığıyla yetinip
peygambere ihtiyaç duymamaktadır. Bu yüzden yalnız kalarak yaratılışın asıl
maksadına yönetememiştir. Ya da peygambere ihtiyaç duymakla beraber onun
getirdiği hakikatleri dış kabuğuyla değerlendirmeye çalışmış, daha doğrusu
şekille meşgul olup ruh ve mânaya iltifat etmemiştir. Her iki durumda da
hidâyet Allah'tandır. Cenâb-ı Hak dilerse bunları doğru yola eriştirir. Ama
neden dolayı eriştirir veya eriştirmez? Bunun hikmetini bilip çözmemiz çok
zordur. Nitekim bu husus Kur'ân'da «hidâyet» tabiri ve konumuzu oluşturan
âyette ise «ALLAH'IN İZNİ» tabiriyle açıklanmıştır.
Ancak burada ilk
hatıra gelen ve bir.çıkış sayılan Allah'la kul arasındaki İmkân ve irâde
sınırıdır. İnsan aklını ve mantığını kullanarak peygamberden aldığı ışıkla
imkân ve irâdesinin son kertesine gelip dayanırsa, o takdirde ilâhî hidâyet
veya İzn-i Rabbanî tecelli eder. Ne var ki bu da değişmeden sürüp giden bir
kanun değildir. Bazan aksi biçimde tezahür etmektedir. Allah daha iyisini
bilir. [353]
Kur'ân'dan açıkça
anlaşılıyor ki, her peygamber mutlaka itaat edilmek üzere gönderilmiştir. O
halde her peygamberin günah ve isyandan, yanlış yola itici ve götürücü hatâdan
korunmuş olması gerekir. Zira mutlak itaatten amaç budur! İlâhî buyrukların
hedefi; iyi ve yararlı şeylere kapı açmak; günah ve kötülüklerden korunmaktır.
Peygamberler Allah elçileri bulunduklarına ve O'nun buyruklarını açıklamakla
görevli olduklarına göre, her söz ve davranışları ilâhî kitaba uymak
zorundadır. Çünkü göreviyle yaşayışı uyum halinde olmadığı takdirde,
kendilerine mutlak mânada uyulması da söz konusu değildir.
Bu nedenledir ki,
Allah onları günah ve isyandan, insanları yanlış yola iten hatâlardan korumuş
ve kendilerine, mutlak surette uyulmasını emretmiştir. İşte emrin hedefi ve
ölçüsü budur!
Miras Hukukunda oğlana
iki, kıza bir verilir. Ama bu iki cinsten oluşan mirasçılar kendi aralarında
hepsinin rızasıyla eşit bir taksimatta bulunurlarsa, bunda bir vebal yoktur;
gönül rızasıyla bağış vardır, fedakârlık vardır. Böyle değil de taksimat için
İslâm kadısına veya müftüsüne başvururlarsa, o takdirde hepsinin de yapılan
taksimata rıza göstermesi gerekir. Beğenmemeziik küfre götürür. Çünkü kadı
verdiği bu hükümde Peygamber ve Kur'ân'ı temsil etmektedir. Onlar adına
hükmetmiştir.
İşte Kur'ân konumuzla
ilgili âyette bunu belirtiyor: «Hayır, hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında
tartışıp çekiştikleri (anlaşmazlık çıktığı) şeylerde seni hakem kabul edip
sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir
bağlanışla bağlanmadıkça imân etmiş olmazlar.» [354]
Yukarıdaki âyetle,
hakikî imânın, Peygambere uymak ve verdiği hükmü hiçbir sıkıntı duymadan
kabullenmekle gerçekleşebileceği belirtildi. Oünkü Peygambere mutlak anlamda
uymanın vâcib olduğuna işaret edilmiş, her peygamberin sırf kendisine uyulmak
için gönderildiği açıklanmıştı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İslâm'a girenlerden çoğunun Allah ve Resulüne kayıtsız şartsız uyacaklarını
iddia etmelerinin yeterli olmadığı, ileride ortaya çıkacak olayların insan
karakterini daha iyi belirliyeceği hatırlatılıyor. Daha doğrusu İslâm sözden
ziyade davranış bekliyor; olaylar karşısında takınılan tavtr ve varılan sonuca
değer veriyor. [355]
66— Eğer
onlara : «Kendinizi öldürün veya yurdunuzdan çıkın!» diye bir şey farz kılmış
olsaydık, içlerinden pek azı dışında bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine yapılan
öğüdü yerine getirselerdi, herhalde haklarında hayırlı, (imânlarının) sebat
etmesi bakımından daha sağlam ve sıhhatli olurdu,
67-68— Ve o
zaman biz de kendi katımızdan onlara büyük bir mükâfat verir ve kendilerini
elbette doğru bir yola eriştirirdik.
Yahudilerden biri,
«Allah, ya kendimizi öldürmemizi ya da Mısır'dan çıkmamızı bize farz kılınca,
hiç tereddüt etmeden emre uyduk.» deyince Müslümanlardan Sabit bin Kays (R.Â.),
imân gücünü ve dini salabetini ortaya koyarak dedi ki: «Allah'a and olsun ki,
Rabbimiz bize de böyle bir şey farz kılsa mutlaka yerine getiririz.»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi ve Sabit gibi mü'minlerin istisna teşkil ettiği, ama kalblerinde nifak tohumu bulunan münafıkların böyle bir emre uymayacakları hatırlatıldı. [356]
Diğer bir rivayette
ise, âyetin daha çok, Ömer, Ammar, İbn Mes'ud ve benzeri birkaç sahabi hakkında
(Allah hepsinden razı olsun) indiği söylenir. Bunlar, «Eğer Allah nefsimizi
öldürmemizi veya yurdumuzu terkedip çıkmamızı bize farz kılsa idi, mutlaka bunu
yerine getirirdik. Ama hamd olsun ki, Allah bizi böyle bir şeyle yükümlü
tutmadı.» demişlerdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bu zatların sözlerindeki
samimiyetlerini bildiği için şöyle buyurmuştu : «Ümmetimden gerçekten öyle
kişiler var ki, kalblerin-deki imân, yerin derinliklerine kök salan yüce dağlardan
daha köklü ve sağlamdır.»
Yukarıdaki âyetler bu
sebeple inmiştir. [357]
İmân, genel anlamda,
tahkiki, taklîdî ve zahirî olmak üzere üçe ayrılır. Birincisi bilerek,
anlayarak, zevkine ererek, samimrteslimiyet göstererek Allah ve Peygamberinin
bütün emir ve tavsiyelerine inanıp kalb ile tas-dîk, dil ile ikrar etmektir.
İkincisi, mahiyetini tam bilmeden, zevkine ermeden, belirtilen hususlarda
samimi olarak başkasını taklit etmektir. İlim adamlarının çoğuna göre, böylesinin
imânı sahîhtir. Üçüncüsü, belirtilen hususlara inanıp inanmamakta ya şüphe
içinde bocalamakta, ya da kalben tasdîk etmemekte, sırf zevahiri kurtarmak
için inanmış gibi görünmektedir. Zevkine ermek, anlamak, teslimiyet göstermek
ve samimiyet söz konusu değildir. İsrailoğulları'nın çoğu şüphe içinde
bocalamışlardır. Münafıklar ise, zevahiri kurtarmak için dil ile ikrarda
bulunmuşlardır. Böy-leleri, ok avı delip geçer de üzerinde ondan nasıl bir eser
görülmezse, İslâm'dan gelip geçerler de ondan üzerlerinde bir iz bulunmaz.
Nitekim İsrailoğullan,
«Kendinizi öldürün veya yurdunuzdan çıkın!» emrine muhatap olunca, tahkiki ve
samimi anlamda taklîdî bir imâna sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. [358]
Kur'ân'da ilgili
âyetle imân grafiğinin olaylar karşısında gerçek ölçüsünün belli olacağına
işaret edilerek bu hususta mü'minlerin çok duyarlı ve de temkînli konuşmaları
ve davranmaları hatırlatılıyor. Allah yolunda cihada her zaman hazır olduğunu
söyleyip ve fakat cihat başlayınca kaçacak delik arayanlar tarihin her devrinde
görülmüştür. Zengin olsaydım birçok hayırlar yapar, çevreme rahmet, milletime
destek olurdum, diyenler, ilâhi bir sınava tabi tutulup mal ve servete
kavuşunca düne kadar kınadığı zenginlerden daha çok kınanacak kadar hasislik
göstermişlerdir.
O halde insan,
içindeki imân ölçüsünü, karakter ve ruhî yapısını daha iyi bileceğinden asıl
ölçüsünü tesbite çalışmalı, çetin bir sınavla karşılaşmadan açık ve zayıf
taraflarını görerek Allah'a yönelmeli, din adına yapılan öğütlere gönül
kulağını verip kendini imân ve irfan doğrultusunda daha sağlam bir düzeye
getirmeye gayret etmelidir. O zaman Cenâb-ı Hak insana, bu güzel dönüş ve
gayretine karşılık büyük bir ecir ve doğru bir yol müyesser kılar.
Kur'ân'da bilhassa bu
husus açıklanarak buyuruluyor ki :
«Eğer kendilerine
yapılan öğüdü yerine getirselerdi, herhalde haklarında hayırlı, (imânlarının)
sebat etmesi bakımından daha sağlam ve sıhhatli olurdu.»
Bu çağrı, tamamen
ilâhî inayet ve rahmetin insanlardan yana bulunduğunu yansıtır. Allah
kullarının kötüye sapmalarına razı değildir. Her zaman rahmeti gazabının
önünde yürür. Yeter ki o rahmeti anlayan kalbler, idrâk eden gönüller
bulunsun.. [359]
Geçen âyetlerle Allah
ve Resulüne ittatle emredildikten sonra, bâtıla yönelip putları, kâhinleri,
hakkın karşısında olanları hakem ta'yîn edenler kınandı. Peygamberlerin itaat
edilmek için gönderildikleri, bu sebeple onların günahlardan ve yanlış yola
itici hatâlardan korunmuş bulundukları belirtildi. O nedenle her peygamberin
güvenilir, sadece doğru yolu gösterici bulunduğuna dikkatler çekildi. Sonra da
Peygambere, O'nun sünnetine dönmenin mutlaka hayırlı olacağı ve dönüş
yapanlara cidden büyük ecirler verileceği müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle
itaatin önemine tekrar değinilerek Allah'a ve Peygamberine itaat edenlerin
erişeceği dereceler sergileniyor; böylece ilâhî rahmetin aralıksız insanlardan
yana bulunduğuna işaret ediliyor. [360]
69— Öyle ya,
kim Allah'a ve Peygamber'e İtaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nîmet
sunduğu Peygamberler, Sıddîkler, Şehitler ve Sâ-lihlerle beraberdirler. Bunlar
ise, ne güzel arkadaşlardır.
70— İşte bu
bol nîmet, çok ihsan Allah'tandır. Allah'ın (her şeyi gereği gibi) bilmesi
yeter.
Ashabdan Sevbân (R.A.)
bir gün iyice üzülmüş ve rengi değişmişti. Bu vaziyette Peygamber (A.S.)
Efendimize geldi. Aralarında şu konuşma geçti:
dir.
— Ya Sevbân! rengin neden değişmiş, neyin var?
— Ya Resûlellah! bu bir hastalık veya ağrıdan,
sızıdan dolayı değil-
— Ya neden dolayıdır?
— Sizi
görmediğim zaman dayanamıyorum, huzurunuza
gelinceye kadar kendimi bir bakıma yalnız ve kimsesiz hissediyorum.
Sonra âhireti ve sizin erişeceğiniz makamın yüceliğini, kendi derecemin çok
aşağılarda bulunacağını düşünerek sizi orada göremiyeceğimden endişe ediyorum.
Bu durumda Cennet'e girmemin ne anlamı var, girmemem daha iyi olur, diyorum.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [361]
Ashabdan Abdullah bin
Zeyd bin Abdirabbih (R.A.) anlatıyor:
Bir gün Peygamber
(A.S.) Efendimize dedim ki:
— Ya Resûlellah! Sen ve biz öldüğümüzde sen en
yüce makamlarda bulunursan, biz artık seni göremeyiz ve seninle buluşamayız.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi.
Nitekim Resûtüllah
(A.S.) Efendimiz vefat edince Hz. Abdullah bu ayrılığa dayanamadı ve :
«Allahım! gözlerimin görme hassesini al, peygamberden sonra başka bir şey
görmek istemiyorum!» diye duâ etmiş ve duası aynen kabul olunmuştu. Kısa
zamanda iki gözünü kaybettiği rivayetler arasında geçer. [362]
«Kim bir kavmi (millet
veya kabileyi) severse, Allah onu o kavim ite birlikte hasreder.» [363]
«Kişi sevdiğiyle beraberdir.» [364]
Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimize gelip sordu :
— Kıyamet ne zaman kopacak? Peygamberimiz
(A.S.) :
— Orası için neler hazırladın? Diye sordu. O da
:
— Hiçbir şey, ancak ben Allah'ı ve Peygamberini
çok severim.
Diye cevap verdi.
Peygamberimiz (A.S.) ona :
— Sevdiklerinle beraber olacaksın! müjdesini
verdi, [365]
Ashab'dan Rabi'a bin
Kâb el-Eslemî diyor ki:
«Bazan Peygamber
(A.S.) Efendimizin yanında geceler, O'nun abdest suyunu hazırlar ve diğer
hizmetlerinde bulunurdum. Bir gün bana sordu ;
— Bir arzun varsa, iste!
— Cennet'te size arkadaş olmayı isterim, dedim.
— Başka bir arzun yok mu? diye sordu. Ben de:
— Hayır, sadece bunu arzu ediyorum, dedim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu :
— O halde çok secde etmekle bana bu hususta
yardımcı ol!» [366]
«Kim Alfah yolunda
(hizmet için) bin âyet okursa, Kıyamet Günü Peygamberler, Sıddîkler, Şehitler
ve Salihlerle beraber bulunma (derecesine)
yazılır.» [367]
«Doğru ve güvenilir
tacir; Peygamberler, Sıddîkler, Şehitler ve Salihlerle beraberdir. Bunlar ne
güze! arkadaşlardır!» [368]
«Öyle ya, kim Allah'a
ve Peygambere itaat ederse,.»
İnsan yüce maksatlar, üstün
nîmetier, sonsuz saadetler için yaratılmıştır. Allah'ı bilip O'na kulluk
görevini yerine getirmek ise, bu yaratılışın ilk ve son gayesidir. Basit
şeyleri kendine amaç edinen; hayatı sadece çalışıp kazanmaktan, servet
edinmekten, yiyip içip eğlenmekten ibaret sanan kişiler, önce niçin insan
olarak yaratıldıklarının farkında değillerdir. Çünkü bizden aşağı varlıklar da
aynı şeyi fazlasıyla yapmaktadırlar. O halde insan olmanın anlamı nedir?
Varlık âleminde her
sanat, sanatkârını; her eser, yapıcı ve plânlayı-cısını tanıtır. Sanat değeri
en üstün olan insan neyi tanıtmakta veya hangi üstün kudreti yansıtmaktadır?
Bunu idrak edemiyenier, nankörlüğün en kötüsünü ortaya koymuyorlar mı? Bizans
veya Hititlerden kalma şekillendirilmiş bir taş, ya da mermer parçası
karşısında hayranlığını açığa vuran, cansız ve de şuursuz ve akılsız bir
heykel karşısında dakikalarca durup, ona şekil veren ustanın yüksek başarısına
kendini kaptıran insan, neden ruhunu, akıl, zekâ, hafıza ve benzeri
yetenekleri de beraberinde taşıyan kendi vücuduna böylesine hayran hayran
bakmaz; ilâhî sanatın yüceliği, kudretinin eşsizliği karşısında diz çöküp
Yaratanına yönelmez? Neden bu hakikati hatırlayıp ei kaldırmaz? Körlüğün,
basiretsizliğin, düşüncesizliğin bu kadarı daha hayret verici değil midir?
Gelişen teknik
imkânlarla fezaya fırlatılan uydular ve onları icat edenler derin bir heyecan
ve takdirle alkışlanırken, fezayı milyarlarca yıldızlarla süsleyen, her birine
ayrı bir yörünge değişik bir hareket sunan ve bir bütünlük içinde denge ve
düzeni kuran yüce kudretin bu eşsiz eseri karşısında secdeye kapanmak aklın,
mantığın ve insan olmanın gereği değil midir?
İşte Kur'ân, insan
ruhunu bütün yetenekleriyle bu noktaya çekmekte, onu basit bir hayvanî
düzeyden alıp insanlığına yakışan seviyede tutmayı planlamaktadır. Öyle ya;
kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nîmet
sunduğu Peygamberler, Sıddîklar, Şe-hîtler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar
ne güzel arkadaşlardır! [369]
«İşte onlar Allah'ın
kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîtler ve sâlîhlerle
beraberdirler.»
Kur'ân, insan hayatını
Allah'a imân ve itaatin en sağlam ölçüsünde tutmak için onun ancak dört sınıfla
arkadaşlık kurmasını öneriyor:
1. Peygamber, onun tertemiz hayatı ve bıraktığı
sünnet, şüphesiz ki arkadaşların en yararlısı ve en azizidir.
2. îmân ve irfanını doğrulukla bütünleştiren,
özünde ve sözünde doğruluğun örneklerini
sergiliyenler.
3. Allah yolunda kendini hizmete adayan ve
sonunda bu uğurda canını veren şehitler ve onların örnek hayatı.
4. İmânını güzel amellerle süsleyen, iyilikten
yana olup kötülüklerden kaçınan; Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine razı o|up başkasının
malına ve namusuna göz dikmiyen iyi kişiler.
Gerçi bu dört sınıfın
taşıdığı sıfatlar dış görünüşüyle farklılık gösteriyorsa da aslında birbirinin
tamamlayıcısı ve biri diğerinin dâvetçisidir. peygamberlik diğer iki sıfatı da
en mükemmel ölçü ve anlamda kendinde taşır. Sıddîklik salihliği içerir. Ancak
ne var ki, her sınıf kendinde daha çok ağırlığı duyulan sıfatla anılır;
Peygamber, nübüvvet ve risâletle; Allah yolunda canını verenler şehitlikle;
söz ve davranışlarında doğruluğun çok belirgin bulunduğu kimse sıddîklikle;
imânını güzel amellerle bir meyveli ağaç durumuna getirip günlük yaşayışını bu
doğrultuda değerlendirenler salihlikle anılırlar. [370]
Dünya saadetinin en
şereflisi, Allah ve Resulüne itaat doğrultusunda ruhu ve vicdanı dünyevî
kirlerden uzak tutup nefsi terbiye etmek suretiyle ilâhî sevgiye lâyık bir
düzeye gelmektir. Tabii bu öyle bir makamdır ki, sunduğu zevki ancak erişenler
bilir. Kelimeyle anlatılması mümkün değildir.
Kıyamet günü ise,
bütün saadetlerin menşei ve tek kaynağı, ruhun ilâhî marifet envariyle ışıl
ışıl parıldamasıdır. Artık kimin kalbinde bu en-vardan bir şey varsa, o
nisbette sofadadır; yine o nisbette nefs ve şehvet bulanıklığından arınmıştır.
Peygamberlerin, Sıddîklerin, Şehitlerin ve Salihlerin envarından da o oranda
yararlanır.
Ebedî saadet yurdunda
sözü edilen bu yüce sınıfların hep bir arada, aynı derecede bulunması
düşünülemez. Kur'ân'da bahsedilen beraberlik, yüksek ruhların feyizli
nurlarının aşağı derecede bulunan ruhlara yansıması ve ilgi kurması demektir.
Çünkü Cennet'teki makam ve dereceler her yandan görülebilecek bir plânda
hazırlanmıştır. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin birçok hadîsleri bu hususu haber
vermektedir. İlâhî maarif envarı perde perde yüce ruhlara indikçe, oradan
diğerlerinin gönül aynasına vurur ve etrafa yansımaya başlar. [371]
Yukarıdaki âyetlerle
imân cevherinin asıl ölçü ve değerinin olaylar neticesi ortaya çıkabileceği
üzerinde durulmuş, bazı işaretler verilmişti. Aşağıdakiâyetlerlebukonu biraz
daha açıklanıyor ve savaşa çıkış olayının bir mihenk olacağı belirtiliyor. [372]
71— Ey imân edenler! (düşmana karşı) hazırlanıp
tetik üzere olun da (gerektiğinde) bölük bölük çıkın veya toptan seferber olun.
72— İçinizden öylesi var ki, ağır davranır; size
bir musibet dokunursa, «Herhalde Allah bana lütfetti, çünkü onlarla beraber
hazır bulunmadım» der.
73— Ve Allah'tan size bol nîmet, çok ihsan
erişirse, -aranızda hiçbir dostluk ve sevgi yokmuş gibi davranarak- «Keşke
onlarla beraber bulun-saydım da, ben de büyük bir başarı elde etseydim» diye
(hayıflanır).
«İçinizden öylesi var
ki, ağır davranır.»
Yukarıda da
belirtildiği gibi, daha çok olaylar insanın asıl rengini ve içindeki inanç
grafiğini çizip belirgin hale getirir. Konumuzu oluşturan âyetle, Allah yolunda
hiçbir sıkıntı ve korku duymadan savaşa çıkmanın
bir hadd-i fasıl, bir
alâmet-i farika olduğu, mü'minle münafığı, inananla inanmıyanı birbirinden
ayırıcı bir ölçü olarak veriliyor.
Kur'ân bununla, insan
hayatının her döneminde, başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasında ardı-arkası
kesilmiyen sınavların birbirini izlediğini ve her sınavın insanın asıl maya ve
cevheri üzerindeki kabuğu tör-pülediğini hatırlatmaktadır. «İnsanlar madenler
gibidir; cahiliyye devrinde İyi ve seçkin olanlar İslâm'a girdiklerinde de iyi
ve seçkin olanlardır.» [373]
Mealindeki Hadîs-i Şerif bu konuya ışık tutmakta ve psikologlara sağlam bir ana
fikir vermektedir.
O halde din, ahlâk,
öğretim ve ilim ancak bu cevherin diğer bir tabirle madenin pasını giderir.
Olaylar ise onun üzerindeki kabuk ya da sedefi kırıp asıl ölçüsünü ortaya
çıkarır. [374]
«Ey iman edenler!
(düşmana karşı) hazırlanıp tetik üzere olun...»
Kur'ân, Müslüman
milletlerin hür ve müstakil yaşayabilmeleri için her zaman savaşa hazır
olmalarını haber veriyor. Komşu ülkelerle barış içinde olsa bile, bu hazırlığı
ihmal etmemesi gerektiğine işarette bulunuyor: «Ey İmân edenler! (düşmana
karşı) hazırlanıp tetik üzere olun!.» cümlesi bir emirdir, emir isje vücubu
gerektirir. O halde Müslümanların savaşa yeterince hazırlıklı olmaları farzdır.
Allah'ın beşer hayatına yerleştirdiği kanunlardan biri de budur.. Bugün dost
görünen yarın amansız bir düşman olabilir. Hem düşman en zayıf anları seçer.
Anti-İslâmî
milletlerin kavgası ekmek, toprak ve yeraltı, yerüstü kaynaklarıdır. Dinin
birleştirici, güçlendirici ve bütünleştirici tesirini yok etmek için bunların
baş vurmayacağı çare ve el atmayacakları hile kalmıya-caktır. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrinde mü'minlerin moralini bozmak, İslâm'ın kalbier ve kafalar
üzerindeki tesirini düşürmek için münafıklar seferber halde idi. Kimi açık,
kimi gizli hareket etmekte ve çok sinsi plânlar hazırlamakta idiler. Cenâb-ı
Hak vahiy yoluyla Peygamberini bu konuda da uyarıp yeterince teçhiz etti. O
bakımdan münafıklar, aralıksız fitne ve fesat dolaplarını çevirmelerine
rağmen, arzuladıkları sonucu elde edemediler. Ama bugün aramızda Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz cismen bulunmadığı için vahiy de inmemektedir. Ne var ki,
Peygamberimizin bıraktığı iki ana kaynak sapasağlam elimizde bulunmaktadır.
Bize düşen iki önemli husus var: Biri, dış düşmanlara karşı yeterince savaş
hazırlığı içinde bulunmamız; diğeri iç düşmanların kurdukları tuzağın ne kadar
tehlikeli olduğunu hatırdan çıkarmamamızdır. Bu bir bakıma zıtların karşılaşması
ve sürtüşmesidir. ^âinat zıtlarla doludur. Böyle olmasaydı, hayat ve hareket
durur, dünyanın anlamı bir bakıma kalmazdı. Buna biz «hayatı idâme kanunu» da
diyebiliriz. Bu kanun zıtların karşılaşmasıyla hükmünü yürütüp, şaşmadan
hedefine doğru ilerler.
İlâhî kanun bu olunca
ve canlılar arasındaki mücadelenin dünya son buluncaya kadar sürüp gideceğine
ve her şeyin kendi karşıtıyla tanınma ve gelişme kaydedeceğine göre, her millet
öz varlığını korumak zorundadır. Özellikle hakkı temsil eden Müslüman
milletlerin düşmanlarına karşı her an hazırlıklı ve tetikte olması gerekiyor.
Kur'ân bunu onlara bir vecibe anlamında koymuştur. Şuurlu ve inançlı biçimde
uygulandığı takdirde gerçek tevekküle kapı açılmış kabul edilir. Allah ise
tedbirden sonra tevekkül eden kullarını hem sever, hem korur.
Bunun için âyette:
«HUZÛ HİZREKÜM!» cümlesini müfessirlerimiz, «Tedbirinizi alın!», «Tetikte
bulunun!», «Gereken silâh ve diğer savaş araçlarını yeterince hazırlayın!»
şeklinde mânalandır-mışlar ve gerçek tevekkül budur, demişlerdir. Nitekim
Kurtubî «Bu, tevekkül makamının tâ kendisidir!» diyor. [375]
Kur'ân'da ayrıca günün
şartları dikkate alınarak savaş taktiği kullanılmasına işaret ediliyor.
Oyalama taktiğine başvurularak kademeli biçimde müfrezeler çıkarmak, akıncılar
göndermek; düşmanın gözünü korkutup moralini bozmak için toplu halde çıkmak, bu
cümledendir. Âyette bilhassa bu iki taktik üzerinde durulmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu sözü edilen bu iki taktiği de yeri gelince kullanmış, akıncıların
serhadleri aşıp düşmana dehşet saçması çok başarılı olmuştur. [376]
Allah yukarıdaki
âyetlerle, imânın engin ve serinletici zevkini kalbinin derinliğine henüz
yerleştiremiyen münafıkların savaşa karşı isteksiz ve ağır davranmalarını
yerdikten sonra bütün mü'minleri savaşa teşvik
ederek bu yolda büyük
ecirlerin hazırlandığını haber veriyor. [377]
74— Gerçek bu olunca,
artık dünya hayatını âhiret (sevabı ve mutluluğu) karşılığında satanlar, Allah
yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya üstün gelir
(gazi olur)sa, ona büyük bir ecir (mükâfat) vereceğiz.
75— Size ne oluyor da Allah yolunda ve «Rabbimiz!
halkı zâlim olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi
düzene koyacak
bir sahip ve kendi
tarafından bize bir yardımcı gönder» diyen zavallı erkekler, kadınlar ve
çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?!
76— İmân
edenler, Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler, t â ğ û t (azgın kâfirler,
lanete hak kazanan İblîs ve Allah'tan başka ilâh edinilen bâtıl tanrı) yolunda
savaşırlar. O halde siz şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın
hilesi pek zayıftır.
Resûlüllah (A.S.) Efendimize soruldu :
— Hangi amel daha faziletlidir? Cevap verdi:
— Allah'a ve Peygamberine imân etmek...
— Ondan sonra hangisi?
— Allah yolunda cihât etmek...
— Ondan sonra hangisi?
— Şartlarına uygun helâl mal ile yerine
getirilen hac.» [378]
«Allah katında
amellerin en üstünü, içinde şüphe bulunmayan imân ve içinde hîle ve hiyânet
bulunmayan kutsal savaştır.» [379]
«Allah yolunda
(düşmana karşı) saf bağlayanlar arasındaki kişinin yeri, Allah katında adamın
altmış yıllık (nafile) ibâdetinden daha faziletlidir.» [380]
Peygamber (A.S.)
Efendimize soruldu :
— İnsanların hangisi daha üstün ve
faziletlidir? Cevap verdi :
— Canıyla malıyla Allah yolunda savaşan
mü'min.. [381]
Hazret-i Muhammed
(A.S.)ın kurmuş olduğu irfan mektebinde yetişen mü'minlerdir ki, iki hayat
arasındaki farkı bilip birinden diğerine sağlıklı geçiş yapmanın yol ve
yöntemini kusursuz uygulamaya çalışırlar. Böylece dünya hayatında en yeterli
kazancı sağlayanlar da bunlardır. Çünkü hisleri büyüleyen her şeyin geçici
olduğunu, hepsinin de birer hayal ölçüleri içinde kalacağını, erişilen her
nîmetin, harcanan her külfetin bir gün sıfıra müncer olacağını, geriye sevap ve
vebalin kalacağını idrâk etmek ancak imân ve irfan gözüyle mümkündür. Bu da
ancak ciddi bir eğitim, plân ve programla gerçekleşebilir. Tabii bu arada
ilâhî hidâyet ve inayet başta gelir.
İşte Kur'ân bu düzeye
gelip gönlünden dünya cazibesini, içinden nef-sanî aşırılıkları söküp atan
mü'minlere sesleniyor. Bu sese muhatap olmak az bir başarı değildir. Üstün
fedakârlık, ferağat-i-nefs ve safa-yı ruh ister.
Müslüman milletler,
millî bünyelerine musallat olan inkâr ve nifak parazitlerini olaylar mihengiyle
tesbit edip gün ışığına çıkarınca hakikî mü'minler sahtelerinden ayrılmış ve
belirlenmiş olur. Bu ölçüdeki mü'min-lerle Alah yolunda savaşa çıkmak zaferi
elde etmenin ilk ve son adımıdır. İç ve dış düşmanlar da ancak bu düzeyde
birleşip bütünleşen mü'minlerle tesirsiz hale getirilebilir.
Kur'ân, dünya hayatını
âhiret saadeti karşılığında satan mü'minlerin Allah yolunda savaşacağını
hatırlatırken onlara iki büyük ecir hazırlandığını haber verir:
1. Canı ve malı pahasına İslâm'ın şeref ve
izzetini ayakta tutan, ülkesini küfrün karanlığından kurtaran bahtiyarlar bu
yolda ölecek olurlarsa, şehitlik mertebesine erişirler. Geriye kalan din
kardeşlerine de huzurlu bir hayat bırakırlar.
2. Zaferi elde edip gazilik payesine erişenler
ise, dünyada İslâm'ın insanlığa sunduğu
hak ve hürriyeti arızasız ayakta tutma
mükâfatına, âhirette ise, sonsuz saadete nail olurlar. [382]
> «size ne oluyor da Allah yolunda ve
Rabbımız! halkı zâlim olan şu ülkeden bizi cıkarıp kurtar ve kendi katından
işlerimizi düzene koyacak......, diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar
uğrunda savaşmıyorsunuz?!»
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan âyetle, savaşı gerektiren bazı önemli durumlara dikkatler çekiliyor.
Her şeyden önce Müslüman bir milletin, ya da topluluğun, halkının çoğu zalim ve
zorba olan, gayr-i müslim bir ülkede uğradıkları haksızlığa son vermek için
diğer Müslüman milletlerin onlara sahip çıkması, yardımcı olması
gerekmektedir. Bu bir emr-i-İlâhîdir. Kusursuz tatbik edildiği takdirde İslâm
ülkeleri arasında birleştirici, koruyucu ve bütünleştirici büyük bir güç
oluşturur. Bu da İslâm düşmanlarının cesaretini kırar, saldırılarını önler.
Görülüyor ki Kur'ân,
Müslüman milletlerin hür ve müstakil yaşayabilmelerini, birbirlerine ciddi
biçimde sahip çıkmalarına, yardımcı olmalarına bağlıyor ve gerektiğinde
-haksızlığa uğrayan bir Müslüman milleti kurtarmak İçin- şartlar elverdiği
takdirde, topyekûn savaşa katılmalarını son çare olarak gösteriyor.
Konuyu şöyle bir
sıralama yaparak özetlememizde yarar var:
a) Allah yolunda, din ve vatan düşmanlarıyla
gerektiğinde savaşmak ve her zaman bu gayeye yönelik ciddi bir hazırlık içinde
bulunmak.
b) Müslüman bir ülke düşman istilasına uğramış,
zulüm ve İşkenceye mâruz kalmışsa, onlara sahip çıkmak, yardımcı olmak için
savaşmak.
c) Müslüman milletlerin savaş gücünü ve
taktiğini artırmak, sömürücü gayr-i İslâmî süper devletlere karşı ortaklaşa
bir savunma paktı meydana getirmek; böylece dünyada hatırı sayılır ikinci bir
kuvvet oluşturmak suretiyle dengeyi sağlamak.
Nitekim hicret
edemeyip Mekke'de müşrikler arasında kalan ve birçok zulüm ve haksızlıklara
uğrayan Müslümanlara sahip çıkılması ve bunun için savaşa başvurulması
emredilmiş; Mekke'nin fethi bu emrin ışığında gerçekleştirilmiştir.
İmân edenler Allah
yolunda, İslâm'ın izzet ve şerefini, Müslümanların hürriyet ve istiklâlini,
vatanın birlik ve dirliğini korumak için savaşırlar.
İnkarcılar, ateistler
ve materyalistler ise, insanları sömürmek, köle yapmak, başkasının hayat
hakkını elinden almak, din ve ahlâk gibi kutsal değerleri yok etmek, insanı
çalışan bir makina ve sonunda bir avuç gübreden ibaret saymak için savaşırlar.
Birincilerin savaş
sebebi fazilettir, zulüm ve tuğyanı durdurmaktır. İkincilerin ise
rezilettir, insan haklarını
çiğnemek, başkasının ekmeğini
elinden almaktır.
Kur'ân bunu şu âyetle
en ölçülü anlamda özetlemiştir:
«İmân edenler, Allah
yolunda savaşırlar; inkâr edenler, tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz
şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki, şeytanın hilesi pek zayıftır.»
Tâğûtun saldırısı İmân
kalesi önünde dağılıp bozulmaya mahkûmdur. Çünkü hak daima üstündür.. [383]
Yukarıdaki âyetlerle
Müslümanların düşmana karşı her zaman hazırlıklı ve tetik üzere olmaları
emredildi. Savaşa ağır davrananlar kınandı. Zulüm ve işkenceye uğrayan
mü'minlerin gayr-i âdil ve gayr-i İslâmî istilâdan kurtarılmasının gerektiğine
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
cahiliyedevrine ait kan gütme, intikam alma âdetleri yeriliyor; savaşın son
çare olduğuna dikkatler çekilerek önce Müslümanların imân ve ibâdette
yeterince yetiştirilmesi, bu konuda eğitime hız verilmesi belirtiliyor. [384]
77—
Kendilerine, «ellerinizi savaştan çekin; namazı kılın, zekâtı verin» denilen
kimseleri görmedin mi? Savaş üzerlerine farz kılınınca içlerinden bir topluluk
(düşmanları olan) insanlardan, Allah'tan korkar gibi veya daha fazla korkarlar
ve : «Ey Rabbimiz! neden üzerimize savaşı farz kıldın? Bizi yakın bir zamana
kadar geciktiremez miydin?» derler. De ki: Dünya geçimliği ne de olsa azdır.
Âhiret ise, Allah'tan korkup kötülüklerden sa-
kınanlar için daha
hayırlıdır; hem hurma çekirdeğindeki fitil kadar haksızlığa uğratılmazsınız.
78— Nerede olursanız olun, isterse sağlam yapılı
kaleler içinde bulunun, ölüm gelip size yetişecektir. Kendilerine bir iyilik
dokunursa, bu Allah'tandır, derler. Bir kötülük dokunursa, bu senin
yüzündendir, derler. De ki: Hepsi de Allah'tandır. O topluluğa ne oluyor da
hiçbir söz anlamaya yanaşmıyorlar?!
79— Sana dokunan herhangi bir iyilik
Allah'tandır. Sana isabet eden herhangi bir kötülük de senin nefsindendir. Biz
seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik; şahit olarak Allah yeter.
Kelbî'ye göre,
Resûiüllah (A,S.) henüz Mekke'de iken, müşriklerin ar-dı-arkası kesilmeyen
saldırı ve işkencesinden bıkan Abdurrahman bin Avf, Mikdad bin Esved-el-Kindî,
Sa'd bin Ebî Vakkas, Kudame bin Mez'un ile ashaptan bir cemaat Peygamber (A.S.)
Efendimize gelerek: «Ya Re-sûlellah! şu Mekke müşrikleriyle savaşmamıza izin
ver» diye müsaade istediler. Resûiüllah (A.S.) Efendimiz de : «Ben savaş ile
emroiunmadım, elinizi savaştan çekin, namazınızı kılın, zekâtınızı verin.»
buyurdu. Sonra Medine'ye hicret edince savaş farz kılındı. Bu defa daha önce
savaşmak isteyenlerden bir kısmı, Allah'tan korkar gibi düşman ile savaşmaktan
korktular ve ecelleri gelinceye kadar kendilerine mühlet verilmesini temenni
ettiler. Bunun üzerine 77. âyet indi. [385]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret ettiğinde bu şehirde hayır ve bereket, bol nîmet ve
geniş nzık dolup taşıyordu. Yahudilerle münafıklar İslâm'a karşı nifak ve inat
bayrağını çekince Allah onlardan o bol nimet ve bereketi çekip aldı. Nitekim :
«Hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek mutlaka oranın halkını, yalvarıp
yakarsınlar (gafletten uyansınlar) diye bir takım sıkıntı, darlık ve şiddete
(tâbi) tutup (hirpala-mışızdır).» [386]
mealindeki âyetle ilâhî sünnetin bu yolda tecelli ettiği belirtiliyor. Bu
sünnet çetin bir sınavı sergiler. İç yüzüne akıl erdiremiyen Yahudilerle
münafıklar, «Muhammed memleketimize ayak basınca kıtlık;sı-kıntı ve hastalık
başladı. O gelmeden önce çok rahat ve mutlu idik. Böyleşine uğursuz (!) bir
adam görmedik!» diyerek bolluğun, genişliğin Allah'tan; kıtlığın, sıkıntı ve
hastalığın Muhammed'den (A.S.) geldiğini iddia edip durdular. Bunun üzerine
yukarıdaki 78. âyet indi. [387]
«Ben bağışlamakla
emrolundum. Bu nedenle (Mekke) halkıyla savaşmayın.» [388]
«Öğütçü olarak ölüm (ü
hatırlamak), zenginlik olarak da Allah'a güvenip dayanmak yeter.» [389]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir kabrin başucunda oturarak şöyle buyurdu : «Ey kardeşlerim! İşte
bunun için hazırlıklı olun..» [390]
«Dört şey bedbahtlığın
(mutsuzluğun) belirtisidir:
1. Gözlerin
(ağlamayıp) donukluğu,
2. Kalb katılığı,
3. Sonu gelmiyen arzu ve istek,
4. Dünyaya karşı hırslı olmak...» [391]
«Allah'ı görür gibi
ibadet et; kendini ölülerden say; Allah'ı her taş ve ağacın yanında hatırla.
Bir kötülük işlediğinde onun yanısıra hemen bir iyilik işle. Gizlisini gizli,
açığını açık işle.» [392]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir daire veya kare çizdi ve ortasından dışarıya bir çizgi çekti,
sonra da ortaya yönelik birçok küçük çizgiler koyduktan sonra şöyle buyurdu :
«Şu karenin içindeki dairemsi çizgi insandır (yani onu temsil eder). Bu daire
veya kare onu kuşatan eceldir; dairenin dışına çıkan çizgi onun emel ve
arzusudur. Şu küçük çizgiler-bir takım arazlardır; birisi saplanmayıp hata etse
bile herhalde dokunup çi-teler, tahriş eder.»
Aynı rivayeti bir de
Abdullah bin Ömer (R.A.)dan dinleyelim :
«Resûlüllah (A.S).
Efendimiz bir kare çizdi, onun içine dairemsi bir çizgi daha çizdi, dışarı
uzanır biçimde ortasına da bir düz çizgi çizdi. Bu düz çizginin etrafına birkaç
tane sağlı sollu küçük çizgiler koyduktan sonra şöyle buyurdu : «Şu dairemsi
çizgi insandır, etrafındaki kare çizgi onu kuşatan eceldir. Dışarı uzanan düz
çizgi onun emel ve arzularıdır. Şu küçük çizgiler ise ona arız olan hastalık
ve benzeri (kaza ve kaderle ilgili) şeylerdir. Bunlardan biri isabet etmezse,
diğeri herhalde dokunup çırtar, tahriş eder.»[393]
<Ve: Ev Rabbimiz!
neden üzerimize savaşı farz kıldın?....»
Konumuzla ilgili
âyette çok önemli bir hususa açıklık getiriliyor: İmânı, heyecan ve zevkinin
bütün incelik ve derinliğiyle kalbine eğitim yoluyla yerleştiremiyen kişiler,
canları ve malları söz konusu olunca korkup endişe duyarlar. Azgınlık, fitne,
anarşi ve saldırıyı durdurabilmek için savaşa karar verilince, bu durumda
olanlar ağırlaşıp yerlerinde kalırlar ve kendi tabii ecelleriyle yataklarında
ölünceye kadar geciktirilmelerini arzu ederler. Böyleleri daha çok kan gütme,
intikam alma, içindeki kin ateşini ondürmede cahiliye devrine ait âdetlerin
tesiriyle hareket ederler. Kur'ân ilan bu gibi davranış ve düşüncelerden
men'ederken, namaz, zekât ve enzeri ruha gıda veren, vicdanları geliştiren,
Allah ve insanlık sevgisini aşılayan ibâdetler çerçevesinde eğitilmelerini ve
böylece kutsal savaşa hazır duruma
getirilmelerini emir ve tavsiye etmektedir. [394]
De ki :Dünya geçımlıgı ne de olsa azdır. Âhiret ise,
Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için daha hayırlıdır.»
Sayılı günler çarçabuk
gelip geçer; her doğan ölür, her yeni eskir, eşya durmadan değişir. Mutlaka
meydana gelecek bir olayı gelmiş kabul et; herhalde yenilecek bir nesneyi
yenilmiş bil; ölüm kanununa bağlı bulunan her canlıyı da ölmüş say..
Dünya geçici bir
uğrak, âhiret sonsuz bir karargâh.. Beden toprağa, ruh Allah'a döner. Her şey
aslına rücû' eder. Kavuşunca da yerini bulmuş olur.
Her nîmet tükenmeye,
her arzu son bulmaya mahkûmdur. Maddî varlığımız zaman ve mekân kayıtlarıyla
bağlantılı, ruhî yapımız bu iki kavram dışında sonsuzluk ile sevinçlidir.
Ölüm bir bakıma her
insanı aynı seviyeye getirir. Önce ölenle sonra ölen arasındaki zaman farkı
kalkar. Zaten ilâhî adalet de bunu emreder. Yoksa aynı tür amelde bulunup biri
bin yıl önce öldüğüne bakılırsa diğerinden bin yıl fazla azâb görmesi veya
Cennet havasını alması gerekirdi. Bu da ilâhî adalete ters düşer, beşer aklını
alt-üst ederdi.
Hiç kimse şu uğrakta
temelli kalmak üzere gönderilmemiş; ama herkes Cennet veya Cehennem'ini
hazırlamak için buraya sevkedilmiştir. O halde Cennet'ini hazırlayanın erken
ayrılması bir bakıma hayırlı sayılacağı gibi Cehennem'ini hazırlayanın da
ateşinin başkasına dokunmaması için bir an önce ayrılması hayırlıdır.
Allah yolunda
savaşırken ölmek insanı herhalde çok hayırlı bir sonuca ulaştırmaktadır. Bu
belki yine bir kader olarak kişiyi biraz erken dünyadan alıp ayırır, ama
netice aynı noktaya varmak değil midir? Ha bir gün önce, ha bir gün sonra ne
fark eder? Nitekim ilmin kapısı Hz. Ali'ye (R.A.) sormuşlar:
— Ey Allah'ın Aslanı!
ayların en hayırlısı, günlerin en hayırlısı ve amellerin en hayırlısı
hangisidir?
Cevap vermiş :
— «Ayların en
hayırlısı, olgunlaştığımız, nefsimizi terbiye edip kemâle eriştiğimiz aydır.
Amellerin en hayırlısı, Allah'ın hoşnutluğuna uygun olanıdır. Günlerin en
hayırlısı, Allah'ın dilediği ölçü ve anlamda Allah'a gittiğimiz gündür.»
«Nerede olursanız
olun, isterse sağlam yapılı kaleler içinde bulunun, ölüm gelip size
yetişecektir.» Çünkü bu öyle bir kanundur ki istisnası yoktur. Ruh giyinip
eskittiği beden denilen elbiseyi atıp bir yenisini giyinmek zorundadır. Aksi
halde varlığının belirginliği kalmaz. İkinci elbisesi âhiret yurdunun
şartlarına göre hazırlanmıştır. Gerçek bu olunca, aklını kullanıp Allah'a
dosdoğru teslimiyet göstererek inananlar için elbette ki âhiret yurdu daha
hayırlıdır. Çünkü orada hiç kimse bir hurma çekirdeği üzerindeki fitil kadar olsun
haksızlığa uğramaz. [395]
«Kendilerine bir
iyilik dokunursa, bu Allah'tandır, derler......»
Hem hayvanî, hem
melekî sıfatlarla donatılarak iki ayrı varlık arasında üçüncü bir cins olarak
yaratılan insana, taşıdığı bu iki değişik sıfattan birine meyletme ölçü ve
anlamında bir hayat kanunu çizilmiştir. Hangi sıfatı daha çok benimser de
belirgin hale getirirse o sıfatla ilgili varlığa daha çok yaklaşmış olur.
Bu hakikati
anlayamıyan bilgisiz Yahudilerle İslâm'dan yeterince na-sîbini almamış ikiyüzlü
münafıklar: «Kendilerine bir iyilik dokunursa, bu Allah'tandır, derler. Bir
kötülük dokunursa, bu senin yüzündendir (Muham-meddendir), derler. De ki: Hepsi
de Allah'tandır.»
İyilik ve kötülük
nisbîdir, izafîdir; insandaki iki ayrı sıfatın hayat kanununa uyup uymamasıyla
ortaya çıkar. Beşer için hayat kanunu koyan ise, Allah'tır. Bu mânayla iyilik
ve kötülük Allah'tandır. Yani O'nun kanununa uyup uymamakla meydana gelen
nisbî ve izafî kavramlardır.
Hayat kanununa, yani
ilâhî sünnete, imân ve irfanıyla, akıl ve zekâsıyla uyan kimse Allah'ın bu
yolda koyduğu hayır ve fazîlete kavuşur. Uymayan ise nefsine, hayvanî sıfatına
ve bunu destekliyen şeytana kulak yerip uyduğu için bundan doğan kötülük ve
mutsuzlukla yüzyüze gelir. İşte bu mânayla : «Sana dokunan herhangi bir iyilik
Allah'tandır. Sana isabet eden herhangi bir kötülük de senin nefsindendir.»
buyurulmuştur.
Resûlüllah {A.S.)
Efendimiz ise insanlara has çizilen hayat kanununu öğretmek ve ona uymalarını
sağlamakla görevlendirilmiştir. Buradaki sağlamaktan maksat, gereken uyarılan
yapmak, Allah ile kullan arasındaki nefs ve şeytan engellerinin tehlikesini
hatırlatmaktır. Hidâyet, yani doğru yola eriştirmek ise Allah'a aittir. [396]
Geçen âyetlerle iki
zıt sıfatı kendinde taşıyan beşer için konulan hayat kanununa dikkatler
çekildi. Uyanların mutlu, uymayanların mutsuz olacağına işaret edildikten
sonra, Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin bu kanunu yeterince açıklamak, ona
uyma metot ve yöntemlerini öğretmek olduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Peygambere (A.S.) bu doğrultuda itaat edenlerin Allah'a itaat ettikleri; Ona
başkaldırıp isyan edenlerin, ilâhî sünnetin dışına çıktıkları ve dolayısıyla
Allah'a isyan ettikleri belirtiliyor. [397]
80—
Peygambere itaat eden, gerçekte Allah'a itaat eder. Kim deyüz-çevirirse
(üzülme, çünkü) seni onlar üzerine koruyucu (bir bekçi olarak) göndermedik.
81—
(Münafıklar): Bizden sana itaat! dediler. Yanından ayrılıp dışarı
çıktıklarında onlardan bir kısmı senin dediğinin başka (ölçü ve değişik
hükmüyle) geceler (yani aksine bir yol, bir plân kurmaya çalışır). Allah
onların neler kurup gecelediklerini (bir bir) yazıyor. Böyle olunca da sen
onlardan vazgeç; Allah'a güvenip dayan. Vekîl olarak Allah yeter.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz : «Getirdiğim hususlarda bana uyan, Allah'a itaat etmiş olur. Beni
seven Allah'ı sever..» buyurmuştu. Münafıklardan bir kısmı ortalığı
bulandırmak, kafalarda şüphe doğurmak için, «Mu-hammed, Hıristiyanların İsa'yı Rab
edindikleri gibi kendisini Rab edinmemizi istiyor..» diyorlardı. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [398]
Münafıklardan birkaç
kişi de Peygamberin (A.S.) huzurunda bulunduklarında, «Bizden sana itaat!.»
derlerdi. Dışarı çıkınea bunun aksine plânlar kurup öylece gecelemeye
çalışırlardı. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [399]
«Kim bana itaat
ederse, gerçekten o Allah'a itaat eder. Kim de bana isyan ederse, herhalde
Allah'a isyan etmiş olur.» [400]
«Peygamber'e itaat eden, gerçekte Allah'a itaat
eder..»
Yeryüzünde Allah'ın
halîfesi olma paye ve şerefiyle yaratılan âdemoğlu, kendisine sunulan bu üstün
şerefi korumakla yükümlü bulunuyor; nasıl ki her görevin bir şerefi ve ona
oranla bir yükümlülüğü vardır. Kur'ân, bu manevî görevin metot ve statüsünü
getirirken. Peygamber de bunun nasıl uygulanacağını kendi günlük hayatıyla
ortaya koymuştur. Bu sebeple Peygamber (A.S.), halifeliğin baş mümessilidir.
Allah'tan alır, öylece konuşur;
kendiliğinden bir hüküm koymaz. Zaten her elçinin durumu buna yakın bir anlam
taşımıyor mu?
Bir devlet başkanı
bile ülkesindeki insanları bir bir karşısına almadığı ve her ferdi kendine elçi
ve müşavir seçmediği halde kâinatın yaratıcısı sonsuz kuvvet ve kudret sahibi
Allah da her insanı peygamber olarak görevlendirmez ve her ferde ayrı ayrı
seslenip talimat vermez. Çünkü o zaman her insan bir baş olur ve her fert
günahlardan korunmuşluk inayetine erişir. İlâhî buyrukları tebliğ edecek
muhatap bulamaz. O yüzden de kimin maya ve cevheri som altın, kimininki bakır
ya da demirdir, bilinmez; altında bakır, demirle pırlanta, âdi boncukla elmas
aynı değer ve kıratta olurdu. Bu da kâinat nizamına, beşer hakkındaki hayat
kanununa ters düşer; atalet başlar; hareketsiz, mücadelesiz bir yaşayış ortaya
çıkar; ilmî araştırma diye bir heves ve arHu kalmazdı. Sonuç bu olunca insanı
yaratmanın anlam ve hikmeti ortadan kalkar, iki ayrı varlık arasında üçüncü
bir cinsin yaratılması abes olurdu.
Bunun için her millete
ve kabileye bir peygamber ve en sonunda da bütün milletlere bir Kitap ve bir
Peygamber gönderilmiştir. İnsanların itiraz kapıları kapansın diye, Allah'tan
gelindiğini ve yine O'na dönüleceğini öğretecek araçlar, belgeler ve kanunlar
sergilenmiştir. Peygamber sırf Allah adına konuştuğu ve günahlardan da
korunduğu için ona itaat Allah'a itaat olarak gösterilmiştir. Ancak dünya
işleriyle ilgili bazı hususlarda Peygamber görüşüne uymak mutlak surette farz
değildir. Bunun için Ashab-ı Kiram. Resûlüllah (A.S.) Efendimizin savaş taktiği
ve benzeri bazı konulardaki görüşünün kendine mi ait olduğunu, yoksa Allah'ın
bir emri mi bulunduğunu sormak ihtiyacını duymuşlar, Peygamberin kendi görüşü
olduğu anlaşılınca da Ashab değişik bir görüş ortaya koymakta bir sakınca
görmemişlerdir. Bunun için Kur'ân'da Peygambere hitapla : «Dünya işlerinde Ashabınla
müşaverede bulun.» [401]
emri verilmiştir. Bedir savaşındaki durum, hurma ağacını aşılama meselesi
birer örnek gösterilebilir. [402]
(Kim de yüzçevirirse
(üzülme, çünkü) seni onlar üzerine koruyucu göndermedik..»
Dinde, Allah'a uzanan
yolda zorlama yoktur. Çünkü dindarlığın temeli ve ana mayası, katıkssz bir
imândır; imân ise kalbe dayalı bir inanç ve zevktir. Şekil ikinci, üçüncü
plânda gelir. Dikkat edilecek olunursa, Asr-i Saadette mü'minler arasında
münafıklar da bulunuyordu. Bunlar sırf İslâm'ı içinden yıkmak, mü'minîerin
gönlünde ve dimağında şüpheler doğurmak veya bir takım menfaatler sağlamak
için dış görünüşleriyle Müslüman, iç yapılarıyla inkarcı sapıklardı.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunları gayet iyi biliyor ve tanıyordu; fakat
üzerlerine varmıyor, onları teşhir de etmiyordu. Çünkü Allah ve Peygamberi
sevmek ve inanmak dille değil, önce kalble ilgilidir. Peygamberin görevi ise,
Allah'a giden yolu göstermek, ilâhî buyrukları beşer aklının alabileceği ölçü
ve anlamda teblîğ etmek ve sonra da gerisini Alah'a bırakmaktır.
Koruyup kurtarma; her
istediğine Cennet'in anahtarını sunma, dilediğini Cehennem'den uzak tutma
inayeti peygamberlere verilmemiştir. O halde böyle bir inayetin Peygamber'in
(A.S.) ümmetinden bir ferde verildiğini düşünmek bile anlamsızdır. Peygambere
vâris olan âlimlerin, velîlerin ve sâlih kişilerin görevi de herhalde
Peygamber Efendimizin görev sınırını aşacak veya ondan daha üstün bir anlam ve
hüküm taşıyacak değildir. Kâmil bir mürşidin görevi, sadece hakkı tebliğdir.
Hidâyet Allah'a aittir. [403]
Geçen âyetlerle
itikadı zayıfların, İslâm'ın ruhlara hayat veren havasını yeterince
almayanların şuursuzca İslâm'a ve Onun şanlı Peygamberine karşı gizlice ve
sinsice cephe almalarından ve kurdukları hiie ve yalandan sözedildi.
Aşağıdaki âyetle,
onların böylesine yanlış bir yola sapmalarının sebebi açıklanıyor. Diğer bir
deyimle hastalığın teşhisi yapılıp nedeni belirleniyor : İnsanlık için
rahmetin tâ kendisi olan Allah Kelâmı'nı yeterince araştırmazlardı, âyet ve
sûreleri üzerinde ciddi biçimde düşünmezlerdi; nefse uyup hissî davranırlardı. [404]
82— Onlar
Kur'ân'a etraflıca bakıp iyice düşünmüyorlar mı? Eğer O, Allah'tan başkası
tarafından (indirilmiş ya da yazılmış) ofsaydı herhalde içinde birbirini
tutmayan birçok uyumsuzluklar, tutarsızlıklar bulurlardı.
Ashab-i Kiramdan
birkaç kişi oturup Kur'ân'dan bir âyet üzerinde farklı görüşler ve yorumlar
ortaya koyarak tartışmaya başlamışlardı ki, Resûlülİah (A.S.) Efendimiz
çıkageidi ve onların tu halini görünce yüzü kıpkırmızı kesildi ve yerden biraz
toprak alıp onlara doğru atarak : «Durun bakalım, ne oluyor size? Sizden önceki
ümmetler, Peygamberlerine karşı ihtilafa düştükleri ve Allah'ın indirdiği
Kitabın bir kısmını bir kısmına karıştırıp (yanlış yorumlarda bulundukları)
için helak olmuşlardır. Şüphesiz ki, bu Kur'ân bîr kısmı bir kısmını
yalanlıyacak biçim ve anlamda indiril-memiştir; ancak bir kısmı bir kısmını
doğrular mahiyette inmiştir >rsdan anladığınızla amel edin, bilmediğiniz ve
anlayamadığınızı bilenlerden sorun..» [405]
Gerek Kitap ehli,
gerekse putperestler ve münafıklar durmadan Haz-ret-i Muhammed'in (a.S.)
peygamberliğini inkâr ediyor ve bu havayı yaymaya çalışıyorlardı. Cenab-ı Hak,
onların, hissî davranmaktan, inat yollu İnkârdan vazgeçip akıl ve zekâlarını,
vicdan ve iz'anlannt kullanmalarını hatırlatarak Kur'ân'ı iyiden iyiye
araştırmalarını, âyet vt sureleri arasındaki uyuma dikkat etmelerini, muhkem ve
müteşabih âyetler üzerinde bilerek, anlayarak durmalarını, geçmişle, gelecekle
ilgiii haberlerine dikkat etmelerini, tarihî gerçeklerle karşılaştırmalarını,
getirdiği hükümlerin yüceliğine, adaletten yana isabetine bakmalarını
öneriyor.
Okulu olmayan, ilim
çevresi hiç bulunmayan koyu bir cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede okur-yazar
dahi olmayan bir adamın çıkıp bu kadar hakikatleri, ilmî verileri, ahlâkî
kuralları, âhiretle ilgiii sıhhatli haberleri, geçmiş milletlerin hayatından
önemli bölümleri kusursuz ve hatasız biçimde anlatması veya bu ölçü ve mânada
büyük bir kitap yazması herhalde mümkün değildir. Asırlardan beri gelişen ilim
ve teknik, tarihî araştırmalar bu kitabı sadece doğrulamıştır. Gerçeği bulan
ilim ancak Kur'ân'ı tasdîk etmiş, fakat ona ters düşmemiştir. Ümmî bir zatın bu
kadar mükemmel ve kusursuz bir kitap yazdığını kim iddia edebilir?
Bunun için Allah
inkarcıları, inatçıları ve ikiyüzlüleri insafa, sağduyuya çağırarak Kur'ân
üzerinde etraflıca düşünmelerine yeniden bir rahmet kapısı açıyor. Aynı zamanda
Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygamberliğine en büyük şahit ve belgenin Kur'ân
olduğu gösteriliyor. [406]
«OnIar Kur'ân'a
etraflıca bakıp iyice düşünmüyorlar mı?...»
Kıraat farkları, âyet
ve sûrelerin sayısındaki değişik tesbitler, Kur'-ân'ın zincirleme devam eden
ahengini, hükümler arasındaki tamamlayıcı mânayı bozmaz. Bunun dışında aynı
konu veya kıssanın tekrarında ayrı bir hüküm, ayrı bir hikmet ve değişik bir
mâna vardır; fakat uyumsuzluk, gereksizlik yoktur. Kur'ân'ın Allah Kelâm'ı
olduğunu ve eşsiz bir ahenk, olağanüstü bir uyum, akıllara durgunluk veren
metot, plân ve düzen içinde bulunduğunu şöyle özetliyebiliriz :
a) Her
sahifesinde mutlaka dört beş konuya temas eden, sık sık konu değiştirirken iki
konu arasında kopmaz bağları çok ustaca sergiliyen, birçok ilimlere ışık tutup
ana fikirler veren; ferdin ruhuyla, ailenin düzeniyle, toplum hayatının esas
ve statüsüyle ilgilenen; dünya ile âhiret; beden ile ruh; fizik ile metafizik
arasında en sağlam dengeyi kuran; geçmiş milletlerin hayatını en önemli fakat
en ibretli yanlarıyla ele alıp bir tablo halinde gözler önüne sergiliyen;
gelecekten haber verip ölümün mutlak
yokluk olmadığını en
duyarlı biçimde gönüllere işleyen; Allah'ın canlılar için koymuş olduğu hayat
kanununun şaşmadan hedefine doğru ilerlediğini belgelerle ortaya koyan; Allah
ile kulları arasındaki yolu açıp onu insan ruhunun yüceliğine yakışır ölçüde
işlek duruma getiren 600 sahifelik büyük bir kitap söz konusudur. Eğer beşer
kafasından ve kaleminden çıksaydı -yazan ne kadar bilgili ve kültürlü olursa
olsun- çoktan cilası silinir, rengi değişir, tazeliği kaybolur; fikirleri
eskir; bir nice benzerleri ortaya çıkarılır ve sonunda unutulmaya mahkûm
olurdu.
Halbuki Kur'ân 1400
senedir durmadan cilalanmakta, her geçen gün parlaklığı bir kat daha artmakta,
getirdiği esas ve prensipler rağbet görmekte; ilim adamlarına yeni yeni ana
fikirler sunmakta, getirdiği ilâhi nizamla bütün dünyaya meydan okumaktadır.
b) Şimdi söyleyin, hangi faninin kitabı bu kadar
tazeliğini, canlılığını ve parlaklığını koruyabilmiştir? En çekici eser bir iki
defa okunur; üçüncü kez ele alınınca zevk vermez olur. Kur'ân her okunduğunda
yepyeni bir ruh, bir ahlâk havası estirir. Bambaşka konular hatırlatır.
c) Hangi kitap gelecek olaylardan doğru haber
verebilmiştir? İleriyi gören birçok İlim ve devlet adamlarının istikballe
ilgili kehanetlerinin biri doğru çıkmışsa, mutlaka ikisi yanlış çıkmıştır.
Söyleyin, hangi kitap
insanların gönlünden ve kafasından geçenlere parmak basıp uyarıda
bulunabilmiştir?
d) Hangi
yazar, hangi tarihçi ve sosyolog geçmiş milletlerin hayatını dosdoğru tesbit
edip ortaya çıkarabilmiştir? Yakın tarihimizdeki bir olayı bile doğru tesbit
edip ortaya koymakta zorluk çekiyoruz. Tesbit birkaç şahıs tarafından
yapılmışsa, aralarında mutlaka farklı yanlar vardır. Ama Kur'ân bütün bu yanlış
tesbitlerden, farklı görüşlerden, yanlış bilgi vermekten çok yüce ve
münezzehtir.
e) Bugüne
kadar hangi ilim adamı Kur'ân dışında, usûl ve furû' konularında bu derece
sağlam esaslar koyabilmiştir? En güçlü hukukçuların adalet ve hakkaniyetten
yana hazırlayıp çıkardıkları kanunlar birkaç yıl sonra tazeliğini kaybetmekte
ve sosyal yapıya cevap veremez duruma düşmektedir. Kur'ân'ın getirdiği hukukî
sistem ise, binlerce ciltlik eserin yazılmasına yol açmış, binlerce,
milyonlarca hukukçunun araştırma konusu ve anahtarı olmuş, her geçen gün
tazeliği artmış, fakat eksilmemiş-tir.
Allah ile kulları
arasındaki fark ne ise, Allah Kelamıyla insan sözü arasındaki fark da odur.
f) Allah'ın varlığından, birliğinden, O'nun
sıfatlarından, âhiretten ve diğer fizikötesi âlemlerden bu derece doyurucu,
ölçülü, anlamlı ve duyarlı bilgi sunmak bir fani için mümkün müdür? Beşer
ruhuna hitap eden, onu tatmin eden, ona umut ve aşk veren bu değil midir? Bu
umut ve aşkı kim, nasıl verebilir?
g) Ruh hakkında sunduğu esas ve ölçüyü hangi
ilim adamı, hangi psikolog düşünebilmiştir?
İşte bunun için Allah,
hiçbir ciddi araştırma yapmadan âyet ve sûrelerin taşıdığı mâna ve esaslara
dikkat etmiyen inkarcı ve inatçıları Kur'ân üzerinde derinden derine araştırma
yapmaya davet etmektedir.
Şunu da belirtelim ki,
bu davetin bir ucu da mü'minlerle ilgilidir. Onların daha çok Kur'ân üzerinde
araştırma yapması; çağa ve çağın insanına ışık tutan hüküm ve tavsiyelerini
bütün incelik ve hikmetleriyle ortaya çıkarması, böylece dâvasının gücünü ve
haklı bulunduğunu belirgin hale getirmesi gerekir. [407]
Yukarıdaki âyetle
nifakın asıl sebebinin bilgisizlik, şahsî çıkar ve nef-sanî arzu olduğu
belirtildi. Aşağıdaki âyetle bu bilgisizlikleri nedeniyle kendilerine güven
veya korku veren bir haber gelince münafıkların hiçbir ölçü ve kıstasa vurmadan
yaymaya çalıştıkları, böylece bazı gereksiz endişe ve kuşkulara sebep oldukları
açıklanıyor. İslâm'ın yüceliğini henüz tamamen kalbine ve ruhuna sindirememiş
zayıf iradeli Müslümanların da bu yolda hareket ettiğine işaret edilerek
uyarılıyor. [408]
83—
Kendilerine güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde onu hemen
yayıverirler. Halbuki onu (yaymadan) Peygamber'e ve kendilerinden emir
sahiplerine arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarmaya (olumlu sonuç almaya)
yetkili olanları elbette onu bilirdi. Allah'ın size fazl-u rahmeti olmasaydı,
-azınız müstesna- şeytana uyup giderdiniz.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir yere bir müfreze veya bir tabur mücahit gönderirdi. Onların
yenildiği veya üstünlük sağladığı haberi gelir gelmez münafıklar ve bir de
zayıf iradeli Müslümanlar Peygamber'in (A.S.) açıklamasını beklemeden onu
yaymaya çalışır ve böylece mü'minlerin kalbinde Peygamber ve İslâm'dan yana
şüpheler doğururlardı.
Bu sebeple yukarıdaki
âyet indi. [409] Diğer bir rivayet:
İkinci halîfe Hz. Ömer
(R.A.) diyor ki : «Mescid-i Saadet'e girdiğimde Ashabdan bazı kişilerin,
Peygamber (A.S.) Efendimizin açıklamada bulunmasını beklemeden, «Peygamber
zevcelerini boşamıştır..» haberini verdiler. Bunun üzerine kalkıp Peygamber
(A.S.) Efendimize gittim ve : «Ya Resûlellah! zevcelerinizi boşadıniz mı?»
diye sordum. «Hayır..» dedi. Bunun üzerine «Allahu Ekber,» dedim ve sesimin
çıktığı kadar ünledim : «Resûlüllah Efendimiz zevcelerini boşamamıştır!» Cok
geçmeden yukarıdaki âyet indi. [410]
«Kişiye yalan olarak
yeter, her duyduğunu anlatmak.» [411]
«Yalan olduğunu görüp
bildiği halde bir haberi yaymaya çalışan kimse yalancılardan biridir.»[412]
«Kendilerine güven
veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde, onu hemen yayıverirler.»
Allah yukarıdaki
âyetle, devlet idaresinde ülke yararıyla ilgili önemli hususlarda sözün ayağa
düşürülmemesini, yetkililer tarafından açıklanın-caya kadar gizliliğe
uyulmasını emrederken, bilhassa şu iki konuda duyarlı olmamızı öneriyor:
Halkın moralini yükseltip güven veren veya korkutup paniğe kaptıran haberleri
ciddi bir yorumdan sonra gerekirse yaymak. Günlük olayların tesir, ölçü ve
sahası dikkate alınmadan bu iki konuda acele etmemek. [413]
Bir kişinin ağzından
çıkan haberin hem doğruya, hem yalana ihtimali vardır. Ona ne hemen inanılır,
ne de hemen reddedilir. Aslının olup olmadığı araştırılıp öylece bir sonuca varılır.
Çünkü çıkan bir haber ne kadar çok ağız değiştirirse o kadar biçim ve anlam
değiştirme felâketine uğrar. Doğrusu tesbit edilinceye kadar farklı şekil ve
mânada hafızalara yerleşip silinmesi zor izler bırakır. Özellikle savaş
günlerinde, -felâketli zamanlarda ordunun ve halkın moralini bozacak
nitelikteki haberler birbirini takip eder. Emir ve kumanda zincirinde mutlak
disiplin ve otoritenin hâkim olması gerekir. Aksi halde işler çığırından çıkar.
Çünkü toplum psikolojisi daha çok basit ve münferit duyguları kavrar; telkin
olunan görüşler, düşünceler, inançlar ve verilen haberler bütünüyle ya kabul,
ya da red olunur. Çünkü akıl ve muhakeme yoluyla değil de telkîn yolu ile
meydana gelen inançlarda durum hep aynıdır.
O halde çıkan her
haberi kelime eklemeden ve etrafa yaymadan yetkili âmirlere ulaştırıp yorumunu
onlara bırakmak en uygun tedbirdir. [414]
İç ve dış olayları,
çıkan haberleri değerlendirip yaymada basının yeri ve önemi oldukça büyüktür.
Sorumluluğu da gücü ve tesir sahasıyla orantılıdır.
Kur'ân bu tür yayın
organlarını sağlıklı haber vermeye davet ediyor. Açıktan günah işliyen bir
kişinin verdiği haberi, -aslı olup olmadığını ciddi biçimde araştırmadan-
neşretmemesini öneriyor.
«Ey imân edenler! Eğer
din ve ahlâk sınırlarını aşan yozmuşun biri size bir haberle gelirse» onu (o
haberin doğru olup olmadığını) iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa
kötülükte bulunursunuz da yaptığınıza pişman olursunuz.» [415]
«Kendilerine güven
veya korkuyla ilgili bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler,.» [416]
Aldığı, ya da duyduğu
haberi -aslı olup olmadığını araştırmadan- hemen yayınlıyan neşir organları
eksik değildir. Basına tanınan geniş hürriyetten yararlanırken bu yüzden
ölçüyü kaçıranlara sık sık rastlamak mümkün. Halbuki basının kendi kendini
kontrol etmesi bir çare olarak düşünülmüş ve ülkemizde 24 Temmuz 1960'da
İstanbul Gazeteciler Cemiye-ti'nde yapılan bir törenle BASİN AHLÂK YASASI kabul
edilmiştir. Bu yasaya göre yayınlarda şu hususlara riâyet edilmesi
öngörülmüştür:
a) Ahlâka aykırı veya müstehcen yayında
bulunulamaz.
b) Galiz kelimeler kullanılamaz.
c) Şeref ve haysiyetlere karşı haksız yayın
yapılamaz.
d) Fertlerin özel hayatı, küçük düşürücü şekilde
teşhir edilemez.
e) İftira ve isnatta bulunulamaz.
f) Haberlerde olayların yorumunda gerçeklerden
tahrif ve kısıtlama yoluyla ayrılınamaz.
Kur'ân basınla ilgili
bu ahlâk yasasının bilhassa son cümlesi üzerinde daha kapsamlı ve anlamlı
durmuştur. Diğer cümleler ise Kitap ve Sün-net'in bir çok bölümlerinde daha
tesirli biçimde açıklanmıştır. Tabii gerek Kur'ân'ın bu konudaki emir ve
tavsiyeleri, gerekse Basın Ahlâk Yasası'na bağlı kalınmak, ciddi eğitim isteyen
bir konudur. Toplumu bu düzeyde ye-tiştiremiyen milletler, ülkelerini birbirine
yalan, iftira ve çamur atan, haysiyet kırıcı yayınlarda bulunan sadistlerin
keyfine terketmiş olurlar. O halde her şeyden önce fazîletli, hak ve hukuka
saygılı bir kuşak yetiştirmek şarttır. Bu da millî ve manevî değerlerle
yoğrularak şifalı bir komprime haline getirilmiş şuurlu bir eğitimle
mümkündür. [417]
«Onlardan hüküm
çıkarmaya yetkili olanları elbette onu bilirdi.»
Âyette NEBET kökünden
gelen İSTİNBAT tabirine yer verilmiştir. NE-BET'in sözlük mânası, kuyudan ilk
kazıldığında çıkan sudur, Bu mânayla İslâm Fıkhında ilim adamının keskin
zekâsı, açık zihni, sür'atli intikali, geniş tahsil ve kültürü ile içtihatta
bulunup mesele ve hüküm çıkarmasına İSTİNBAT denilmiştir.
Bu da KIYAS'a cevaz
vermekte, içtihadın kapısını açık tutmaktadır. Çünkü dinî hükümlerin bir kısmı
Kur'ân'dan anlaşılır; bir kısmı ise Sünnetten... Bir kısmı da bu iki ana
kaynaktaki menatta birleşen mesele ve hükme kıyas edilerek çıkarılır.
Âyette kıyas ve
içtihada kapı açık tutulduğu gibi, yetkili ilim adamlarının her devirde kıyas
ve içtihat yapabileceğine de işaret vardır.
Fahruddin Râzîde: «Bu
âyet kıyasın şeriatte bir hüccet olduğuna delâlet etmektedir,» diyor ve devam
ediyor: «İçtihatta bulunup hüküm çıkarma yetkisi hem Peygamber (A.S.)
Efendimize, hem ümmetten yetkili kişilere verilmiştir. Ayrıca istinbat ve
içtihada yetkisi olmayanların yetkili olanları taklît etmelerinin lüzumu
belirtiliyor.» [418]
Geçen âyetlerle savaş
taktiğine temas edildi; duyulan haberlerin etrafa yayılmadan yetkili âmirlere
ve ilim adamlarına iletilmesinin gereği belirtildi. Aşağıdaki âyetle yine aynı
konuya geçilerek Allah yolunda, mü'min yalnız başına olsa bile cihat ile
emrediliyor. Bu konuda mü'minlerin teşvîk edilmesinin önemine parmak basılıyor
ve kuvvetler dengesine işaret edilerek bu husustaki ilâhî kanuna atıf
yapılıyor. [419]
84— O halde
Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa
teşvîk et. Ola ki Allah, o inkarcıların kuvvet ve saldırısını önler. Allah'ın
kuvvet ve saldırısı ise, elbette daha şiddetlidir. (Saldırganları)
uzaklaştırıp (onlara hakettikleri) cezayı vermesi de daha ağırdır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Uhud savaşı sona erdiğinde Ebû Süfyan ile bir yıl sonra savaşmak
üzere Bedr-i Suğra mevkiinde, zilkaade ayında buluşmayı sözleşmişlerdi. Mevsim
gelince Allah Resulü, va'dedilen yerde savaşmaya hazırlandı ve mü'minleri bu
savaşa katılmaya davet etti. He-
nüz İslâm'ın
yüceliğini kalblerinin derinliğine yerleştiremiyen zayıf iradeli mü'minlerle
münafıklardan kalabalık bir cemaat bu daveti pek olumlu karşılamadılar. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi. [420]
Kurtubî,
Lübabu't-Te'vîl ve Medârik'in tesbitine göre, Resûiüllah (A.S.) Efendimizle
birlikte bu va'dedilen savaşa ancak 70 sahabe katılmıştı. Ebu Süfyan va'dini
yerine getirmediğinden Bedr-i Suğra mevkiine giden mücahitler hiçbir olayla
karşılaşmadan tekrar Medine'ye dönmüşlerdi. [421]
«Ey Ashabım! Şüphesiz
ki Rabbim savaşmanızı emretti; artık siz de savaşın.» [422]
«Doğrusu Cennette yüz
derece vardır; Cenâb-ı Hak onları Allah yolunda cihat edenlere hazırlamıştır.
İki derece arası yerle gök arası kadardır. Allah'tan dilekte bulunduğunuzda
FİRDEVS Cennet'ini isteyin. Çünkü Firdevs, Cennet'in orta kısmında ve en
yücesindedir. Rrdevs'in üstünde Arş-i A'lâ bulunuyor. Cennet'in nehirleri
Firdevs'ten kaynayıp akar.» [423]
<<o nalde Allan
yolunda savaş, sen ancak kendinden sorumlusun,...»
Kur'ân konumuzla
ilgili âyetle, Allah'a imân eden bir mü'minin görevini, sorumluluğunu
belirleyip özetlemiştir. Buna en güzel örnek sayılan Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin bu uğurda verdiği çetin mücadelenin, yükselen grafiğinin en son
çizgisini «O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun,.»
cümlesiyle noktalıyor.
O bakımdan her mü'min,
bulunduğu, ya da bağlı olduğu toplum yapısında görevinin ölçüsünü, sınırını,
sorumluluk ve yükümlülüğünü belirlemek zorundadır. Aksi halde mü'min olma
vasfını yitirir. Günün şartlarına, toplumun ekonomik, kültürel ve psikolojik
yapısına göre hizmet ve cihat stratejisini hazırlar. «Ben yalnızım» veya «Biz
azınlıktayız, ahlâkan bozulan, azıp sapıtan şu insanları doğru yola getirmemiz
mümkün değildir», diyenlerin, İslâmî faziletin çok gerilerinde hayvani bir
hayatın esiri olarak sayılı günlerini tüketmeye çalıştıklarını unutmamak
gerekir. Neme lâzım, diyen, neye lâzım olur? Böylesi ne işe yarar?
Ama, Allah ve Resulüne
gönülden inanıp bağlanan ve bu doğrultuda dâvanın yüceliğini, yıkılan ahlâkın,
kopan millî ve manevî değerlerin önemini kavrayan; büyük dâvaların
gerçekleşmesinin çok büyük himmetler, gayretler, ve hayırhahlıklar istediğini
idrak eden bir fert olarak ben veya birkaç kişi olarak bizler, milyonlarca
insanlar arasından seçilip «mü'min» sıfatına lâyık görüldük. Bu bakımdan
bendeki veya bizdeki sıfat, dâvanın yüceliği ve kutsaliığıyla eşdeğerdedir-
Gereğini yerine getirdiğimiz, ya da getirmeye çalıştığımız sürece ona lâyıkız.
Yaşamak, servet, para ve benzeri geçici nesneler amaç değil, saldırgan düşmanı
yenmek ve öylece amaca erişebilmek için vasıtadır. Vasıtayı amaç kabul edip bu
uğurda bir ömür tüketenler hiçbir zaman imân cevherine, mü'minlik sıfatına
lâyık değillerdir! der ve mevcut imkânlarla Allah'ın son dinine, Hazret-i
Muham-med'in (A.S.) mukaddes emanetine, insanlığın saadet ve selâmetine hizmete
koyulursa, «O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun..»
hitabına mazhar olur. Şüphesiz ki bu da bahtiyarlığın tâ kendisi, insan
olmanın en belirgin alâmetidir. [424]
«O halde Allah yolunda
savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü'minleri de savaşa teşvik et. Ola ki
Allah, o inkarcıların kuvvet ve saldırısını önler.»
Yeryüzünde şiddet ve
tuğyanı, haksız saldırı ve sömürmeyi durduran, kuvvetler dengesidir. Bu da
Allah'ın milletlerden yana sergilediği varolma kanunlarından biridir. Allah bu
dengeyi sağlamayı murat eder. İnsanların çoğu ise, bu dengeyi bozma
gayretindedir. Dünyada süper güçler arasındaki kuvvetler dengesi bozulunca
cihan harbine yol açılır. Komşu devletler arasında bozulunca istilâ ve sömürü
başgösterir. Bu bakımdan her millet az-çok varlığını sürdürebilmek için en az
komşu ülkelerin kuvvetine denk bir güce sahip olmak zorundadır.
Kur'ân'da özellikle
Müslüman milletlere ve mü'min fertlere seslenilerek kuvvet dengesi sağlamaları
emrediliyor. «Mü'minleri de savaşa teşvik et!,.» emri çok geniş kapsamlı
hükümler taşımaktadır:
a) İmândan
kaynaklanıp gelen cesaretlerini artır, kahramanlık ruhunu aşıla..
b) Geçmiş ve şimdiki milletlerin tarihini, ekonomik
ve kültürel yapılarını, yükseliş ve yıkılışlarının sebeplerini çok duyarlı
biçimde öğret,.
c) Harp sanatını eğitim yoluyla kalblere ve
kafalara işle..
d) Harp sanayiini geliştir..
e) Yetişmekte olan kuşakların pısırık, korkak ve
maddeci yetişmesine imkân verme ve verdirme..
f) Allah ve din sevgisini bütün sevgilerin ve
amaçların üstünde tutarak çok metotlu şekilde bunu gönüllere ve dimağlara
nakşet..
Bütün bu gayret ve
tedbirlerden sonra Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah herhalde o küfredenlerin kuvvet
ve saldırısını durdurup dengeyi sağlar. Çünkü mü'minler kendilerine düşeni
yeterince yapıp insan gücünün erişebileceği çizgiye gelince, bu kez ilâhî
yardım ve inayet ardarda tecelli etmeye başlar. [425]
Geçen âyetle mü'minlerin
savaşa teşvik edilmesi emredildi. Aşağıdaki âyetle aynı konuya bir başka
açıdan bakılarak savaşta arkadaşını yalnız bırakmayıp ona yardımcı olanın
mükâfatı belirtiliyor. Aksi bir davranış içinde ikiyüzlülükte bulunanların ise,
bu yüzden ortaya çıkacak şer ve felâketten nasîbini alacağı hatırlatılıyor.
Rüzgâr eken fırtına biçer, ata sözünün ne kadar isabetli olduğu anlaşılıyor.
Günümüzdeki anarşik olaylarda bunu -şüpheye yer birakmıyacak biçimde-
doğruluyor. [426]
85— Kim
güzel bir şefaatte bulunur (hakkını savunamıyan birine sahip çıkıp haklılığını
isbatlamasını veya suç zaniılığından kurtarılmasını veya hakkının geri
alınmasını sağlarsa), ona, o şefaatten (sevap ve sonuç bakımından) bir pay
vardır. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa ona da (günah ve suç bakımından) bir
hisse vardır. Allah, her şeyi görüp gözeten ve her şeye gücü yetendir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz oturuyordu. Bir adam gelip bir şeyler istedi. Allah Resulü Ashabına
dönerek şöyle buyurdu : «Şefaat edin, (hayırlı işlerde araoı olun) ki ecre
(mükâfata) erişesiniz. Allah Peygamberinin dili üzerinde dilediğini hükmeder.»[427]
«İhtiyacını dile
getirip (yetkililere) ulaştıramıyamn ihtiyaç ve dileğini siz (aracı olup)
ulaştırın. Kim, ihtiyacını ulaştıramıyan kimsenin ihtiyaç ve dileğini (aracı
olup) sultana ulaştırırsa, Allah kıyamet günü onun ayağını Sırat üzerinde
tesbit edip (kaydırmaz).» [428]
Münafıklardan birkaç
kişi arkadaşlarının savaşa katılmamaları için Peygamber'e gelip izin istediler;
mü'minlerden çoğu da, savaşa katılmak azminde olup fakat savaşta kullanacak
araç ve gereci buiamıyan din kardeşlerine bu hususta da yardımcı olmak için
çırpınıp duruyor ve servet sahiplerinden bunu sağlamak için aracı oluyorlardı.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [429]
«Kim güzel bir
şefaatte bulunursa....»
Şefaat «şefi'»
kökünden türetilen bir kelimedir ki sayıda çift rakama delâlet eder. İki kişi
arasında iyi niyetle aracı olmaya çalışan kimseye de -ihtiyaç sahibini yalnız
bırakmayıp ona eşlik ettiğinden- şefaatçi, denir.
O halde «şefi'» sözlük
olarak daha çok bir şeyi diğerine eklemek anlamına gelir. Bu mânayla «şuf'a»,
kişinin kendine ait mülkü ortağının mülküne eklemesi anlamında kullanılır.
Kelimeye bu açıdan
bakıldığında, âyette anılan «şefaat», ihtiyaç sahibi birisinin arzu ve
dileğini diğerinin nüfuz ve kıymetine eklemek için aracı olmak demektir.
Toplum yapısında
ihtiyacını dile getiremiyen, derdini anlatamıyan zayıf ve sahipsizlere sahip
çıkıp aracı olmak kadar asil bir davranış var mıdır? Böyle davranmak hem
insanî, hem dinî bir vecibe değil midir? Başkasının derdi ve ihtiyacıyla
ilgilenilmiyen bir toplulukta, her şeyden önce fertler yalnızJığa itilmiş
demektir. Böyle olunca da onların sosyal hayatlarının, diğer bir tabirle toplum
içinde yaşamalarının bir bakıma değer ve anlamı kalmıyor.
İslâm, toplumun
böylesine hazîn bir dağınıklığa ve ilgisizliğe itilmemesi için iyilikte,
yardımlaşma ve dayanışmada, haklı davalarda insanlara özellikle din
kardeşlerimize yardımcı olmamızı, haklarını korumamızı, sıkıntılarını gidermeye
çalışmamızı, gerektiğinde aracı olmamızı emreder. Haksızlık, adaletsizlik, şer
ve kötülüğe kapı açan konularda ise, şefaatçi olmaktan herhalde kaçınmamızı, bu
hususta ara yerde vasıta olmaktan sakınmamızı telkin eder. Daha çok dine,
memleket ve millete, ahlâk ve fazîlete, ilim ve irfana hizmet edenlerin yanında
yer almamızı, onları yalnız bırakmamamızı en duyarlı biçimde bildirirken,
haksızlardan yana olmanın büyük bir vebale yol açacağını, ekilen rüzgarın ancak
fırtına ürünü vereceğini hatırlatır.
Böylece sosyal yapıyı
sağlıklı, güvenli ve huzurlu şekilde ayakta tutmanın önemli sebeplerinden
birini sergiler. [430]
Kur'ân «şefaatçi ve
aracı» tabirleriyle bu mesleğe işaret etmektedir. Eski Yunan ve Roma'da, dava
halinde tarafların akraba hattâ arkadaşlarına, tarafları yargı önünde savunma
imkânı verilerek bu ülkelerde avukatlık mesleğine imkân tanındığı söylenir. Bu
doğrudur. Arpa İslâm bu mesleğin ana fikrini ortaya koymuş, statüsünün hazırlanması
için bol malzeme sunmuştur. «Kim güzel bir şefaatte bulunur, (birinin hakkını
ya da ihtiyacını sağlamakta aracı olursa, kendisine sevap bakımından) bir pay
vardır.» buyurulurken Hazret-i Peygamber (A.S.) Efendimiz bunu biraz daha
açık-lıyarak şöyle tavsiye etmiştir:
«İhtiyacını dile
getirip (yetkililere) ulaştıramiyanın ihtiyacını siz (aracı olup) ulaştırın.
Kim, ihtiyacını ulaştıramıyan, dileğini arzedemiyen kimsenin ihtiyaç ve
dileğini (aracı olup) sultana iletirse Allah kıyamet günü onun ayağını Sırat
üzerinde tesbît edip (kaydırmaz).» [431]
İslâm yukarıdaki
âyetle avukatlığı sadece kendini savunmaktan âciz olup haksızlığa uğrayanlardan
veya uğrama ihtimali kuvvetli olanlardan yana düşünüp teşvik etmiştir.
Zalimleri, zorbaları, ahlâksızları masum göstermek için savunanları ise,
kınayıp azap ile korkutmuştur. Gerçi Batı Hukukunda da bu mesleğe yeterince
yer verilmiş, hukukî münasebetlerin düzelmesinde, her türlü hukukî mesele ve
anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesinde avukatın
şahsî bilgi ve tecrübesinden yararlanmaya geniş kapı açılmıştır. Ne var ki,
İslâm'ın hilâfına -haklı olsun, haksız olsun; zâlim olsun mazlum olsun; cani
olsun, cinayetten geniş çapta zarar görmüş bulunsun- her davalı ve davacıyı
savunmakta bir sakınca görülmemiştir.
Suç işlediği
kesinlikle bilinen ve bu yüzden mutlaka ceza görmesi gereken bir kişiyi masum
ve suçsuz göstermek için savunmak İslâm'ın getirdiği şefaatçi ve aracı
sistemine ters düşer.
«Zalim olsun, mazlum
olsun din kardeşine yardımcı ol!» mealindeki sahih hadîsin açıklamasını bir
soru üzerine bizzat Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yapmış, şüphelere yer
bırakmamıştır: «Mazlum ise zulümden kurtulması, hakkının iade edilmesi için
yardımcı ol.. Zâlim ise, daha fazla zulüm işlemesine engel ol..» [432]
Yukarıdaki âyetle,
toplum arasında hakkını savunamıyan, derdini an-latamıyan zayıflardan yana
aracı olmanın, fazîlet mücadelesi anlam ve hükmünü taşıdığı belirtildi.
Fertleri dağınık, bir kenara itilmiş bir toplumda hayır bulunmadığına işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetle,
sosyal yapıyı dayanışma ve fazilet mücadelesi gibi yüksek amaçlara yönelik
davranışlarla kuvvetlendirirken bunun metot ve yöntemini bilmenin gereğine
dolayısıyla temas ediliyor. Karşılıklı sevgi ve saygıyı, güven ve itimadı
yaygınlaştıran selamlaşmanın önemi sergileniyor. [433]
86— Sevgi,
saygı ve selâm ifâde eden bir söz ile size ilgi ve saygı gösterildiğinde siz de
ondan daha iyisiyle ilgi ve saygı gösterin veya aynen karşılık verin. Şüphesiz
ki Allah, her şeyin hesabını lâyıkıyle görendir.
Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimize sordu :
— Ey Allah'ın Resulü! İslâm'ın hangi (hasleti)
daha hayırlıdır? Cevap verdi :
— (Muhtaçlara,
yakınlarına ve dostlarına)
yemek yedirirsin, tanıdığın ve tanımadığına selâm verirsin. [434]
«İmân etmedikçe
Cennet'e giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe imân etmiş sayılmazsınız. Sizi
bir şeye irşat edeyim mi? Onu işlediğinizde birbirinizi seversiniz:
Selamlaşmayı aranızda yaygınlaştırın.» [435]
Bir adam Peygamber
(A.S.) Efendimize gelip «es-Selâmu aleyke» dedi. Peygamber (A.S.) ona : «Ve
aleyke's-selâm ve rahmetullahi» diyerek karşılık verdi. Az sonra başka bir adam
gelip «es-Selâmu aleyke ve rahmetullahi» dedi. Peygamber (A.S.) ona : «Ve
aleyke's-Selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu» diye karşılık verdi. Az sonra
bir başkası gelip: «es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu» diye selâm
verdi. Peygamber (A.S.) ona: «Ve aleyke... diye karşılıkta bulundu. Bunun
üzerine adam, Peygamber Efendimize : «Anam babam sana feda olsun; benden önce
iki adam sana selâm verdiğinde bana verdiğin karşılıktan fazlasını onlara
verdiniz..» dedi. Peygamber (A.S.) ona şu cevabı verdi: «Sen bize söylenecek
bir fazlalık bırakmadın ki!.» [436]
«Selâm'ı
yaygınlaştırın ki esenlikte kalasınız.» [437]
SELÂM : Esenlik,
selâmet, barış, huzur, rahat, iyi ve hayırlı olma, güven ve itimat sunma gibi
yüksek amaçlara yönelik anlamlar taşıyan bir sevgi, saygı ve güven deyimidir.
Aynı zamanda Allah'ın sıfatlarından biridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, esenlik ve
selâmetin sonsuz kaynağıdır; her türlü kusur ve ayıptan, noksanlık ve
eksiklikten, son bulmak ve yok olmaktan münezzehtir. Bu mânayla SELÂM, Allah'a
sıfat olmuştur.
Bütün bu incelik ve
yüce amaçları ifade eden başka bir sevgi ve saygı kelimesi yoktur. Fertlerin
birbirine karşı bu derece sevgi ve saygı dolu güzel dileklerde bulunması, her
şeyden önce aralarındaki yabancılığı, kopukluğu, soğukluğu ve dargınlığı
kaldırır. Sosyal yapımız bununla güç kazanır,
huzur bulur. [438]
«Sevgi, saygı ve selâm
ifâde eden bir söz ile size saygı gösterildiğinde, siz de ona daha iyisiyle
veya aynen karşılık verin.»
Sahih rivayetlerden
edindiğimiz bilgiye göre, ilk selâm verme sünnetini koyan Âdem Peygamberdir.
Cenâb-ı Hak onu yarattıktan sonra şöyle buyurdu : «Git de şu oturan bir grup
meleğe selâm ver ve sana nasıl karşılık vereceklerini iyice dinle! Çünkü bu
hem senin, hem zürriyetinin birbirini sevgi ve saygı ile selâmlaması
olacaktır.» Bu emir üzerine Âdem Peygamber meleklere gidip «es-Selâmu
aleyküm..» dedi. Onlar da : »Ve aleykümü's-Selâm ve rahmetullahi..» diye
karşılık verdiler. [439]
O halde selâm vermek
bir sünnet-i kadîmedir. Onu cevaplandırmak ise vaciptir.
Selâm verilen, bir
kişi bile olsa, ona çoğul zamiri ile «es-Selamu aleyküm.» demek daha iyidir.
Çünkü beraberindeki melekler de buna girmiş olur.
Verilen selâma
belirtilen ölçüler içinde fazla bir kelimeyle karşılık vermek de sünnettir.
Çünkü her kelimeye karşılık on sevap vardır.
Ashabdan İmrân bin
Hüsayn (R.A.) diyor ki: «Bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek,
«es-Selâmu aleyküm.» dedi. Peygamber Efendimiz ona karşılık verdikten sonra
«On sevap» buyurdu. Az sonra bir diğer adam gelip, «es-Selâmu aleyküm ve
rahmetullah..» diyerek selâm verdi. Efendimiz ona da karşılık verdi ve «Yirmi
sevap,.» buyurdu. Sonra bir başka adam daha gelip, «es-Selâmu aleyküm ve
rahmetullahi ve berekâtuhu.» diyerek selâm verdi. Peygamber (A.S.) Efendimiz
ona da karşılık verdikten sonra, «Otuz sevap..» buyurdu.
Hadîslerin ışığında
genel kaide şudur:
«es-Selâmu aleyküm..»
diyene, «Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullah..» diye karşılık vermek;
«es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi.» diyene, «Ve aleykümü's-selâm ve
rahmetullahi ve berekâtuhu.,» demek; bu ölçüde selâm verene de aynen karşılık
vermek sünnettir.
Nitekim bir adam, İbn
Abbas'a (R.A.) bu son ölçüyü aşıp selâm vermiş, İbn Abbas ona : «Selâm,
berekât kelimesiyle biter;» diye uyarıda bulunmuştur.
Ayrıea selâm verirken
de, alırken de sesi biraz yükseltmek müste-haptır.
Selâm vermek sünnet,
alıp karşılık vermek vaciptir.
Cemaate verilen selâma
hepsinin karşılık vermesi daha iyi ve daha sevaplıdır. Sadece aralarından bir
veya birkaç kişinin karşılık vermesi kâfidir.
Selâm, İslâm'ın açık
belirtilerinden biridir; onu yaygınlaştırmak İslâ-mî havayı estirmektir.
Topluma esenlik, ferde ahlâk ve fazilet kazandırır. [440]
Hayvan veya motorlu
bir araç üzerinde bulunan kimse yaya olana; yürümekte olan, oturana; az
sayıdaki kişiler çok sayıda olanlara, yaşça küçük olanlar, büyük olanlara selâm
verirler.
Kadınlara, toplu halde
bulunuyorlarsa ve her iki taraf için de bir fitne endişesi yoksa selâm verilir.
Nitekim Yezid kızı Esma diyor ki : «Biz kadınlar bir cemaat halinde
oturuyorduk. Allah Resulü yakınımızdan geçerken bize selâm verdi.»
Yalnız bulunan genç,
ya da yabancı kadına selâm verilmez. Yaşlı kadına selâm verilebilir.
Kadınların ise, selâma karşılık vermeleri vacip değildir. Sesleri
işitilmiyecek kadar yavaşça karşılık vermelerinde bir sakınca yoktur.
Kadınların kendi
aralarında birbirilerine selâm vermeleri, erkeklerin birbirlerine selâm vermesi
gibidir. [441]
a) Küçük, ya da büyük abdest bozana,
b) Hamamda çıplak, ya da yarı çıplak
bulunanlara,
c) Uyuyan kimseye,
d) Namaz içinde bulunana,
e) Ezan okuyana,
f) Kur'ân okuyana,
g) Açıktan günah işleyip Allah kullarından
utanmayana,
h) Dinden
olmadığı halde dindenmiş gibi bazı şeyler uyduran bidat-çılara,
i)
Zalimlere, insan haklarına el uzatanlara,
İ)
Müşriklere, gayr-i müsiimlere,
k) Sofra
başında yemek yiyenlere, selâm vermek mekruhtur. [442]
Dünya ve âhiret
esenliğini kalblere işleyen ve bunun için selamlaşma; nın yaygınlaştırılmasını
emreden Kur'ân, İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği yüce amaçları bir türlü
anlayamıyanlara çok duyarlı biçimde seslenerek, Allah'ın kıyamet günü bütün
insanları toplayıp biraraya getireceğini haber veriyor. Bununla bir bakıma,
ferdin topluma bağlı kalmasını, sosyal yapıyı dengeli ayakta tutmaya
çalışmasını öneriyor. [443]
87—
Allah'tan başka hiçbir ilâh yok, ancak O vardır. (Meydana geleceğinde) hiç
şüphe olmayan Kıyamet günü mutlaka sizi toplayıp biraraya getirecektir.
Allah'tan daha doğru sözlü kim?
Allah'ın varlığına ve
birliğine, kıyametin mutlaka meydana geleceği-ne imân etmek, dinde önemli iki
esastır. Bütün ibâdetlerin, itaatlarin, fa-zîlet ve iyi ahlâkın kaynağı ve en
sağlam dayanağı bunlardır. Gönderilen her peygamber insanlara bu hakikati
tebliğ edip onları bu doğrultuda eğitmek üzere görevlendirilmiştir. Zıtlar
âleminde iki zıt sıfatı kendinde taşıyan âdemoğlu ancak Tevhîd (Allah'ı bir
bilip tanıma) esasına inanarak bedenle ruhu, dünyası ile âhireti, zenginiyle
fakiri, efendisiyle kölesi arasında denge sağlayabilir.
Zayıflardan yana
olmak, kardeşliğin sıcak havasını estiren selamlaşmayı yaygınlaştırmak sözü
edilen dengenin belirtilerinden ancak bir ikisidir. [444]
Son dinin sosyal
hayatımıza sunduğu en büyük lûtuflardan biri de toplumdan yana, onun bir
parçası bulunma şuurunu taşımamızı emretmesi ve bunun gerçekleşmesi için
eğitim yollarını belirlemesidir. Ferdi topluma hazırlamak, toplumu imân ve
fazîlet doğrultusunda sağlam esasa oturtmak ancak eğitimle olur.
Kur'ân ilgili âyetle,
toplumdan kopan, selamlaşmayı kesen, güven ve dayanışmadan yana adım atmayan
fertlere sesleniyor: Toplumdan ne kadar koparsanız kopun, selâmlaşmak gibi
yüce amaçlara yönelik iyi davranışlardan ne kadar uzak kalırsanız kalın, bunun
doğuracağı kötü sonuca dünyada da, âhirette de katlanmak zorundasınız. Çünkü
ilgili âyetten iktibasla Cenâb-ı Hak, «Şanıma and olsun ki vukuunda hiç şüphe
olmayan kıyamet günü elbette sizi biraraya getirip toplayacağım», buyurmuştur.
Ondan daha doğru sözlü kim vardır? [445]
Yukarıdaki âyetle, her
fazîletin kaynağı, her iyi ahlâkın dayanağı, ha-yırhahlık ve dayanışmanın
menbaı olan Allah'a ve âhirete imân esası belirtildi. Sağlam ve dengeli bir
toplum oluşturmanın yararına işaret edilerek özellikle İslâm'da cemaatin önemi
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
toplumu kargaşalıktan, fitne ve fesattan, çıkarcıların saldırısından,
ikiyüzlülerin entrikalarından korumanın gereğine değiniliyor, küfrünü açığa
vurup ülkeyi huzursuz edenlerin tenkili hatırlatılıyor. İmanlı, disiplinli ve
faziletli bir cemaat oluşturmanın tek yolunun ciddi bir eğitim olduğu dolaylı
anlatılıyor. İç ve dış düşmanlar hakkında çok uyanık bulunmanın lüzumuna parmak
basılıyor. [446]
88— Size ne oluyor da, Allah kendilerini kazandıkları
(bunca vebal ve günah) yüzünden başaşağı ettiği halde münafıklar hakkında iki
fırkaya ayrılıyorsunuz! Yoksa Allah'ın (sünneti ve koymuş olduğu hayat kanunu
gereği) saptırdığını siz mi doğru yola eriştirmek istiyorsunuz?! Allah kimi
saptırırsa elbette onun için (doğru) bir yol bulamazsın.
89— Kendileri küfre girdiği gibi, sizin de küfre
girip (onlarla) eşit olmanızı çok isterler. Artık (bu durumda inanıp) Allah
yolunda hicret edinceye kadar, onlardan dost edinmeyin. Eğer (inanmayıp)
yüzçevirirlerse, o takdirde bulup yakaladığınız yerde onları öldürün; onlardan
ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.
90— Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir
kavme varıp sığınanlar veya sizinle savaşmaktan, ya da kendi kavimleriyle
savaşmaktan göğüsleri daralmış olarak size gelenleri öldürmeyin. Allah
dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. O halde sizi
bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse,
artık Allah onlara karşı (tecâvüzde bulunmanız için) size bir yol
bırakmamıştır.
91— Onlardan
diğer bir kısmını da hem sizden güven içinde olmayı, hem kendi kavimlerinden
güven içinde kalmayı arzu eder (bir tutum içinde) bulursunuz. Ama ne kadar
fitneye sevkedilirlerse, başaşağı (o fitnenin) içine atılırlar. Şayet sizi
bırakıp bir tarafa çekilmezler, size barış teklif etmezler ve ellerini de
(sizden) çekip tutmazlarsa, bulduğunuz yerde onlar aleyhine, size çok açık bir
belge ve yetki verdik.
Sahih rivayetlere
göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber Uhud savaşına çıkan, fakat savaş
yerine varmadan geri dönen münafıklardan bir grup hakkında mü'minler görüş
ayrılığına düştüler: Kimi onları öldürelim, kimi de öldürmeyelim, dedi. Bunun
üzerine yukarıdaki âyet indi.[447]
Diğer bir rivayet:
Mekke'den bir topluluk
hicret edip Medine'ye geldikten sonra, tekrar Mekke'ye dönüp ticarî
araç-gereçlerini getirmelerini öne sürerek Peygamber (A.S.)den izin istediler.
Amaçları Allah'tan başkası idi. Medine'deki mü'minler onlar hakkında
şüphelendiler: Kimisi, «onlar münafıklardır, bizi aldattılar;» derken, kimisi
de: «Hayır onlar mü'mindirler, ihtiyaçlarından dolayı Mekke'ye dönmek zorunda
kaldılar» diyerek farklı yorumlarda bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [448]
Başka bir rivayet:
Mekke'de İslâm'a giren,
fakat hicret etmeyip kalan ve bu arada müşriklere arka çıkan bir grup
hakkında, meseleye açıklık getirmek için yukarıdaki âyetler indi.
Veya münafıkların
başkanı Abdullah bin Übey bin Selûl ile ilgili olarak inmiştir. [449]
«Size ne oluyor da
münafıklar hakkında iki fırkaya ayrılıyorsunuz?!»
İslâm'a girdikten veya
o ortam içinde doğup geliştikten sonra küfrü gerektiren söz ve davranışlarda
bulunan kişiler hakkında, -ciddi ve açık bir dönüşleri ortada yoksa- tartışmak
gereksizdir. Çünkü dinin beiii hükümlerinden biri de zahire göre yargıda
bulunmaktır. Gönüllerdekini ise Allah bilir.
O halde dün olduğu
gibi, bugün de Müslüman topluluğu içinde küfür ve nifakını açıklayıp belli
edenler eksik değildir:
— Faiz, ticarî alanda iş sahiplen için yararlı
bir yoldur.
— Canım, din de her şeyimize karışıyor, hangi
yana dönsek, haramdır, diyor. Böyle saçmalık olur mu?
— İslâm'ın koyduğu hükümler, cahiliye devri
Araplarıntn yaşayışıyla ilgilidir. Medenî insanların bu tür hükümlere ihtiyacı
yoktur.
— Kur'ân sadece o günkü yontulmamış Araplara
gönderilmiştir.
— Hz. Muhammed çok akıllı ve ileriyi gören bir
adamdır. Arapları ancak «Ben Allah'tan alıp öylece konuşuyorum» diyerek yola
getirebilmiştir.
— Kur'ân çağımıza hitap etme güc ve
özelliğinden çok uzaktır.
— Din, cahil halk için lüzumludur.
— Cennet ve Cehennem kavramları, çöldeki
Arapları yola getirmeye yönelik güzel bir buluştur.
— Dinimden dönerim, bağlı bulunduğum siyasî
partimden dönmem.
Gibi sözleri açıkça
söyleyenlerin, cami ve cemaatle, ibâdet ve zikirle alay edenlerin; ezan sesini
duyunca rahatsız olup dine ve dindarlara dil uzatanların söz ve davranışları
küfürdür; hakkı inkâr, dinin lüzumunu reddetmektir. Artık böyleleri hakkında
-tevbe edip dine döndükleri açık delil ve belgelerle sabit olmadıkça- farklı
hüküm, ayrı görüş ortaya koymanın bir anlamı yoktur. Küfre rıza küfür, günaha
rıza günahtır. Böyleleri sapıt-mıştır, irtidat etmiştir, yani İslâm ile bağları
kopmuş, Muhammed (A.S.) ile ilgileri kesilmiştir. Bulundukları hal üzere
ölürlerse, küfür üzere ölmüş kabul edilir ve namazları kılınmaz.
O halde namaz ve
ibâdetle alay edeni, cami ve cemaate dil uzatanı, dinin lüzumuna inanmıyani
ölünce cami1 önüne getirip musalla taşınc koymak, mutlaka namazı kılınsın,
diye tartışmak büyük bir günah, ağır bir vebaldir. Kur'ân bu gibiler hakkında
kesin hükmünü 1400 yıl önce koymuştur :
«Onlar için ister
bağışlama dile, ister dileme (farketmez). Onlar için yetmiş defa bağışlanma
dilesen, Allah elbette onları bağışlamıyacaktır.
Bu böyledir; çünkü
onlar Allah ve Peygamber'i inkâr ettiler. Allah ise hak yolundan çıkmış
ahlâksızları doğru yola eriştirmez.» [450]
1. İslâm'ın ilk yıllarında her şeyi terkedip
kendini Allah'a, Peygamber'e ve dine adayan mü'minlerin Mekke'den Medine'ye
olan hicretleridir.
Bu hicret her türlü
övgünün, takdirin üstünde bir anlam taşır. Malını ve canını din yolunda
vakfedenlerin ortaya koyduğu fedakârlık ne ile ölçülebilir?
2. Mü'minlerin Resûlüllah (A.S.) Efendimizle
birlikte korkmadan, çekinmeden, ölümden yana bir endişe duymadan Allah yolunda
cihada çıkmaları, bir bakıma cihat, bir bakıma hicrettir. Kutsal savaş anlamı
taşıdığından cihat; mal ve serveti, çoluk çocuğu bırakıp ölüme gitmek, ruhu asıl
sahibine kavuşturmak anlamında bir hicrettir.
Bunda imân kuvveti,
sabır ve metanetin derin mânası, Allah hoşnutluğunu kazanmanın köklü inancı
yer almakta ve en yüce amaçlara yönelmenin derin zevki kendini
hissettirmektedir.
3. Mü'minlerin Allah'ın -yine insanların
yararına- yasaklayıp haram kıldığı şeylerden uzaklaşıp nefislerine hâkim
olmaları; ancak Allah'ın emrettiği, mubah kıldığı şeylere yönelmeleri, nefs
ikliminden ruh iklimine olan hicrettir.
Birinci anlam ve
ölçüdeki hicret, o devre ve o mü'minlere has bir rahmettir. Mekke'nin fethiyie
sona ermiştir. Tekrarı mümkün değildir.
İkinci anlamdaki
hicretin ise, iki özelliği vardır: Biri, Resûlüllah ile birlikte olmak, diğeri
Allah yolunda cihat etmek.. Birinci özelliği o devre has bir rahmettir ki gelip
geçti. İkinci özelliği, kıyamete kadar sürüp gidecektir.
Üçüncüsü, her devre ve
her kuşağa yönelik bir rahmettir ki ciddi eğitim, sistemli çalışma, yüksek
himmet ister. [451]
«Kendileri küfre
girdikleri gibi, sîzin de küfre girip onlarla eşit olmanızı isterler.»
İnsan psikolojisi bu
ya; herkes toplum içinde kendi inanç ve ideali doğrultusunda kişilerle birleşip
kaynaşmak ister. Bu doğrultuda olmayan kişileri kendine uydurmaya çalışır,
sonuca varabilmek için çok gayretler sarfeder. Arzuladığı noktaya getiremeyince
de ya kopar, ya da çetin bir mücadele içine girer; destek bulduğu, yandaş
sağladığı ölçüde mücadelesini sürdürür. Bulamayıp yalnız kaldığı takdirde
yavaş yavaş düne kadar kınayıp beğenmediği kimselerle yakınlık kurma arzusuna
kapılır. Cok geçmeden ister istemez bu kez kendisi onlara uyar ve böylece
kısmî bir uyum sağlama doğar. Aksi halde yalnızlığa itilir. Çünkü inançları,
idealleri ayrı olan iki kişinin bir arada uyum içinde yaşaması çok zor ve bazan
imkânsızdır.
İşte toplum yapısını
için için kemiren, huzursuz ve tedirgin eden sebeplerin başında bu uyumsuzluk
gelir. O bakımdan her millet kendi bünyesinde yeni kuşakları oluştururken öz
değerlerine, millî kültürüne, aile ve sosyal düzenine göre ciddi bir eğitim
sistemiyle işe başlar ve her birine bu konuda da fırsat eşitliği tanır.
Yabancı kültüre kapı açmamak, yabancı ideolojiye yer vermemek için çok duyarlı
davranır; ders kitaplarını, müfredat programını ona göre hazırlayıp bir
komprime haline getirirse, anoak birlik ve beraberlik sağlayabilir.
İslâm'a gelince: O
ilâhî nizamıyla, yüksek terbiye ve aydınlatıcı irfan metoduyla, ayrı,fakat
yepyeni bir eğitim sistemi getirmiş ve: «İlim tahsil etmek, kadın erkek her
Müslümana farzdır.» [452]
esasından hareketle hem fırsat eşitliğini, hem her ferdin mutlaka okuyup
bilgisizlikten kurtulmasını gerekli kılmış; aynı bahçede aynı toprak, aynı su,
aynı gübre, aynı güneş ve havayı alan fidanların birbirine çok yakın ölçü ve
değerde yetişebileceğini örnek olarak dikkate almıştır.
Belirtilen ölçü ve
metotla meydana getirilen eğitim sistemi, farklı inançları, birbirine yabancı
idealleri kendi bünyesinde banndirmaz; hem de böyle bir filizin yeşermesine pek
İmkân vermez. Bu nedenle yetişen kuşaklar arasında sürtüşme, tartışma ve
vuruşma diye huzursuzluklar baş göstermez.
Aksi bir yol izleyen
milletler ise, farklı inanç ve idealde yetişen kuşakların kurbanı olmaktan
kendilerini kurtaramazlar. Günümüzde kendi öz değerleri ve öz kültürüyle
eğitimini yönlendiren milletler bu fırtınanın dışında, yönlendiremiyenler ise
içinde bulunuyorlar. [453]
«Onlardan ne bir dost,
ne de bir yardımcı edinin..»
İslâm'dan kopup
yabancı ideolojinin kurbanı olan bir nesli, inkâr, ya da materyalizm bataklığından
kurtarmak hayli zordur; Büyük himmetler, güçlü kadrolar, inanan kalbler,
sızlayan vicdanlar, yön veren kalemler, aydınlatan kafalar, yol gösteren
mürşitler, cömert zenginler, fedakâr fakirler, kuvvetli hatipler, geniş
kültürlü bilginler gerek. «Dünya ya da milletler beş şey ile ayakta durabilir:
Hükümdarların adaleti, âlimlerin ilmi, kahramanların cesareti, zenginlerin
sehaveti, salihlerin duası...» diyenler, milletlere en sağlam yolu göstermeye
çalışmışlardır. [454]
İnkâr ve ideal
katılaşıp katmerlenince tuğyana (anarşizme) dönüşür, Düşünce ve inançlar silah
zoruyla kabule mecbur tutulur;" karşıt görüşü ve o görüşte olanları yok
edinceye kadar uğraşıp çırpınır. İş bu çizgiye gelince, artık Allah'a imân
edenlerle sapıtanların anlaşıp bağdaşması, bir arada uyum içinde yaşaması
güçleşir. İnkarcı sapıkları, modern putperestleri dost ve yardımcı sanmak büyük
bir gaflet olur.
İşte Kur'ân bu gerçeğe
parmak basıyor, mü'minlerin nasıl bir yol takip edeceğini, hangi araçlardan
yararlanacağını, ne gibi çarelere başvuracağını açıklıyor. Daha doğrusu sağlam
metotlar sunuyor: «Artık (bu durumda inanıp) Allah yolunda, (inkâr, tuğyan ve
materyalizmi bırakıp Hakk'a dönerek) hicret edinceye kadar, onlardan dost
edinmeyin.»
«Eğer (inanmayıp
İslâm'dan) yüzçevirirlerse, o takdirde bulup yakaladığınız yerde onları
öldürün; onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.» [455]
Çünkü inkarcı maddeciden dost olmaz. [456]
«Ancak sizinle
aralarında anlaşma bulunan bir kavme varıp sığınırlar veya....»
İslâmî sisteme
başkaldırıp yabancı bir ideolojinin kurbanı olan ve inkârı ideal edinerek
Müslümanları, İslâm Devletini huzursuz eden sapıkları, tuğyanlarından
vazgeçirmek için -bütün yollar denendikten
sonra Kur'an İmhaya karar verir. Bu durumda inkarcı bozguncular başka
bir ülkeye sığınacak olurlarsa, İslâm Devleti nasıl bir yol takip eder?
Kur'ân'da bu Kesin hatlarıyla açıklanmıştır: Sığındıkları ülke ile Müslümanlar
arasında bir anlaşma bulunuyorsa, o takdirde iltica hakkı iki ülke için de geçerlidir;
he iltica ettiği ülkede öldürülmesine, ne de iade edilmesine başvurulur.
Aralarında herhangi bir anlaşma bulunmayan bir ülkeye sığınır ve İslâm Devleti
için bir tehlike arzederse, günün şartlarına, İslâm Devletinin sözünün
geçerliğine göre bir strateji uygulanır; iade edilmeleri için girişimlerde
bulunulur.
İnkarcılar vuruşmak,
dövüşmek ve savaşmaktan göğüsleri daralır da kanunlara saygılı vatandaş olarak
kalmak isterlerse, o takdirde öldürülmezler. Tabii kısası gerektiren hukukî
bir durum ortada yoksa. Böyle bir durum varsa, kısasa mutlaka başvurulur. Kısas
gerektirmiyorsa, devlet onları başka türlü cezalandırmakta serbesttir. Âma
barış herhalde hayırlıdır.
İslâm'ın bu
müsamahasına rağmen, barışı bozar, bir tarafa çekilmeyip sahneye çıkar, hain
ellerini fenalıktan çekmezlerse, o takdirde öldürülmeleri -toplumun, din ve
ahlâkın selâmeti adına- bir emr-i haktır.
Müfessir Kurtubî'nin
tesbitine göre, bu tür bir anlaşma Hazreti Peygamber (A.S.) ile Huzaa
Kabilesi, diğer bîr rivayete göre, Beni Bekir Kabilesi arasında yapılmıştır. [457]
«Yoksa Allah'ın
saptırdığını siz mi doğru yola eriştirmek istiyorsunuz?! Allah kimi saptırırsa,
elbette onun için bir yol bulamazsın.»
Bu tabirin zahiri
mânası, doğru yolu bulanların da, sapıtıp inkâra düşenlerin de vardıkları
sonuçta, irâdeleri rol oynamamıştır. İten, ilâhî irâdedir. Fakat hakikat böyle
değildir. Aksi halde sorumluluk kalkar. Cennet ve Cehennem, insan hakları ve
adalet anlamsız birer lafız olarak kalırdı.
Açıklama :
Bir tarafta akıl,
zekâ, hafıza, belge, âyet, mürşit ve uyarıcı; diğer yanda nefs, şehvet,
şeytan, mal ve makam hırsı insan ruhunu çepeçevre kuşatmış araçlardır.
Bunların her birinin kendine has ölçü ve anlamı vardır. Yerinde kullanıldığı
sürece yararlıdır. Bilinçsiz ve ölçüsüz, öz değerinden uzak biçimde
kullanıldıklarında zararlı olurlar.
Karşımıza konulan, ya
da önümüze uzatılan HAYAT KANUNU, diğer bir tabirle SÜNNETULLAH çizgisi, sözü
edilen araçların öz değerlerine ve yarar sağlayıcı ölçülerine göre
kullanılmasıyla uyum sağlar. Ruhumuz bütün araç ve gereçleriyle ilâhî sünnete,
yani hayat kanununa uyum sağlamış olur. (1) Böylece Allah'ın SIRAT-İ MÜSTAKİM
= Dosdoğru yol dediği saadete erişme imkânı doğar, ilâhî hidâyet de tecelli
edinee bu yola girilmiş olur.
Sünnetullah, yani
Hayat Kanunu bize uymaz, biz ona uymak zorundayız. Çünkü ruhumuzu saran veya
onun için sergilenen araçları öz değerinin dışında kullandığımız takdirde
Sünnetullah'tan uzaklaşır uyumsuzluk içine düşmüş oluruz. Bu durumda Hayat
Kanununa ters düşer ve en acı tokatı ondan yeriz.
İşte HİDÂYET ile
DALÂLET'in anlamı bu noktaya irca' edildiği takdirde bilinebilir. Hayat Kanunu
ile tabantabana zıt bir hayat, sapıklığın tâ kendisidir, Böylesini Allah'tan
başka kim doğru yola ulaştırabilir. Hayat Kanununa tıpatıp uyan bir hayat,
hidâyettir. Böylesini de kim sapıtabilir? [458]
Geçen âyetlerle dinden
çıkıp İslâm Devletine karşı başkaldiran âsilerin, toplumu huzursuz eden
anarşistlerin -dönüş yapıp tevbe etmedikleri takdirde- öldürülmelerinin gereği
açıklandı. Bu arada İslâm ülkesiyle diğer ülkeler arasındaki anlaşma, mülteci
kabul etme statüsünün ana fikri belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
adam öldürmenin son çare olduğuna işaret ediliyor; bir mü'mine diğer bir
mü'mini öldürmesinin asla lâyık olmadığına temasla yanlışlıkla bir öldürme
olayı meydana geldiğinde hukuki olarak takip edilecek yol ve uygulanacak ceza
belirtiliyor. Sonra da kasden adam öldürmenin Allah katında ne kadar büyük bir
günah olduğuna, cezasının da o nisbette, ağır hazırlandığına dikkatler
çekiliyor.
Bizim hayat kanunundan kasdimiz ruh
ve bedenle uyum sağlayan uyulduğu
takdirde mutlu eden, uyulmadığında mutsuz eden, sünnetullah'tır. [459]
92— Bir
mü'minin diğer bir mü'mini öldürmesi hiç de doğru ve yakışır değildir; meğerki
yanlışlıkla (öldürmüş) ola.. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bîr
köle azat etmesi (hürriyetine kavuşturması) ve öldürülenin vârislerine teslim
edilecek bir diyet (kan pahası) ödemesi gerekir. Meğerki mirasçılar o diyeti
sadaka olarak bağışlasınlar (o takdirde diyet kalkar). Eğer (yanlışlıkla)
öldürülen kimse mü'min olduğu halde
size düşman bir
kavimden ise, o takdirde (katilin) bîr inanmış köle azat etmesi gerekir. Eğer
aranızda anlaşma bulunan bir kavimden olursa, vârislerine teslim edilecek bir
diyet (vermesi) ve bir de inanmış bir köle azat etmesi gerekir. Bunları
bulamıyana, Allah tarafından tevbenin kabulü İçin ardarda iki ay oruç tutması
gerekir. Allah her şeyi bilen ve yegâne hikmet sahibidir.
93— Kim de
bir mü'mini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı
Cehennem'dir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiştir ve ona büyük bir azap
hazırlamıştır.
Müşriklerden Zeyd oğlu
Haris, Peygamber (A.S.)ın baş düşmanlarından biri idi. Müslüman olmak
niyetiyle Peygamber (A.S.) Efendimize gelirken yolda, daha önce imân etmiş
lyaş bin Ebî Rabia (R.A.) ile karşılaştı. Aralarında bir husumet de
bulunuyordu, lyaş onun İslâm'a girdiğini ve bu niyetle yola çıktığını
bilmediğinden üzerine atılarak öldürdükten sonra durumu öğrendi; ama ne de olsa
haksız yere bir mü'minin canına kıymış, yanlışlıkla bir adam öldürmüştü. Çok
üzüldü ve sarsıldı. Bunun üzerine 92. âyet indi. [460]
Ayrıca bu âyetin,
büyük sahabi Huzeyfe bin Yeman'ın (R.A.) babasını, savaşta müşrik zanniyle
öldüren mü'minlerle ilgili olarak indiği de rivayet edilir.
Yeni İslâm'a girmiş
bulunan Makîs (veya Mikyes) bin Dababe'nin kardeşi Hişam'ı Neccar Oğulları
öldürmüştü. Makîs durumu Hazret-i Peygam-ber'e {A.S.) arzetti. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz (A.S.), Ben-i Fehd Kabilesine mensup bir adamı Makîs'in
yanına katarak onlara şu emri verdi:
«Neccar oğullarına
gidin, benden selâm söyleyin ve deyin ki; Resû-lüllah (A.S.) size emrediyor:
Eğer Hişam'ın katilini biliyorsanız onu kısas yapılmak üzere kardeşine teslim
ediniz; bilmiyorsanız, öldürülenin diyetini (kan pahası) ödeyiniz.»
Ben-i Fehdli adam bu
emri Neccar oğullarına tebliğ ettiğinde, «Peygamberin emrini duyduk ve itaat
ettik.. Vallahi biz onun katilini bilmiyoruz, ama diyetini derhal öderiz..»
dediler ve diyet olarak 100 deve verdiler. Makîs ile Ben-i Fehdli adam diyeti
Alıp Medine'ye döndüler, derken şehre yaklaştıklarında şeytan, Makîs'in kalbine
fısıldadı, beynine sinyal verdi; «Ne yapıyorsun? Kardeşine karşılık sadece
diyet kabul ediyorsun ha, bu senin için rüsvayhk değil midir? En iyisi
yanındaki Fehdli adamı öldür, böylece bir cana bir can karşılık olur, fazladan
da kan pahası sana kalır..» şeklinde düşündü ve düşüncesini tatbik etti. Sonra
da kâfir olarak Mekke'ye döndü. Bunun üzerine 93. âyet indi. [461]
Peygamber (A.S.) Efendimiz de bu haksız olaya cok üzüldü. [462]
«Allah'tan başka ilâh
olmadığına, benim de Allah'ın Resulü bulunduğuma şehadet eden hiçbir
müslümanın kanı helâl olmaz; ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur:
1. Cana can (kısas hükmü yerine getirilirken),
2. Dinini terkedip İslâm cemaatinden
ayrılan (tevbe edip dönüş yapmadığı
takdirde),
3. Zina eden evli veya dul (ölüm cezası verilirken)...» [463]
«Her günahı Allah'ın
bağışlaması umulur; ancak kâfir olarak ölen adamın veya kasden bir mü'mini
öldüren kimsenin günahı değil..» [464]
«Kim bir Müslümanın
kanının akıtılması {öldürülmesine yarım kelimeyle olsun yardımcı olursa,
kıyamet günü onun iki gözünün arasına «Allah'ın rahmetinden umutsuz kalan!»
diye yazılır.» [465]
«Dünyanın ve içindeki
şeylerin zeval bulması (yok olup gitmesi), Allah katında bîr mü'minin
öldürülmesinden daha hafiftir, Eğer göklerle yer-yüzündekiler bir mü'minin
kanını akıtmakta ortaklaşa hareket etmiş olsa, Allah hepsini de Cehennem'e
sokar.» [466]
İlgili âyetle, kasden
ve bir de yanlışlıkla bir mü'mini öldürmenin hükmü açıklanmış, maddî ve manevî
cezanın ölçü ve anlamı belirtilmiştir.
Yanlışlıkla bir
mü'mini öldürmekten dolayı diyet (kan pahası) hükmü getirilirken malî yönden
ağır yükün, katilin akrabalarına (baba tarafından yakınlarına) yükletilmesi
emredilmiştir. Bu daha çok yakınlarının birbirine dikkatli olmalarına,
yanlışlıkla da olsa içlerinden birinin adam öldürmesini engellemelerine
yönelik çok köklü bir tedbirdir.
Yanlışlıkla bir
mü'mini öldürmekten dolayı biri keffaret, diğeri diyet olmak üzere iki ayrı
ceza gerekiyor. Cumhur bu iki cezanın uygulanmasını vâcib kabul etmiş,
muhalefet eden olmamıştır.
Âyetin açık
anlatımından, gayr-i müslim bir köleyi keffaret olarak azat etmenin yeterli
olmadığı, bunun herhalde mü'min olması gerektiği anlaşılıyor. [467]
a) Savaş ve benzeri harekâtta bir müşrike karşı
silâh kullanırken yanlışlıkla bir Müslümanı öldürmek,
b) Üzerindeki elbisesinden kâfir olduğunu sanıp bir Müslümanı öldürmek,
c) Avlanırken bir hayvana atılan kurşunun
yanlışlıkla bir Müslümana isabet edip öldürmesi,
d) Veya av hayvanı sanarak bir Müslümana silah
kullanması sonucu ölümüne sebep olması, bu cümledendir.
İmam Şafiî'ye göre;
adam öldürme üç kısma ayrılır: Amd (kasden öldürme), şibh-i amd (kasde benzer
öldürme), hatâ (yanlışlıkla öldürme).
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre; Beş kısma ayrılın Yukarıda belirtilen üç
. kısımla birlikte, cârin mecra hatâ
(yanlışlık mecrasında ona benzer öldürme), katl-i sebebi (ölüme sebep
olma).
Bunlardan her birinin
hükmü fıkıh kitaplarında yeterince açıklanmıştır.
Diyetin Hükmü:
Hür müslümanın diyeti
(kan pahası) yüz devedir. Bunu bulmak mümkün olmadığında veya gereğini
kaybettiği zamanlarda kıymeti takdir edilir. Kitap ehlinin diyeti, bunun
yarısıdır. Gayr-i müslim vatandaşların da diyeti böyledir.
Kasden adam öldüren
kimseyi, öldürülenin baba tarafından vârisleri kısasa tabi tutmayabilirler;
bunun yerine belirtilen ölçüde diyet (kan pahası) alınır.
Keffaretîn Hükmü :
Mü'min bir köleyi
hürriyetine kavuşturmaktır. Bu, katilin malından karşılanır. Keffaret için
köle bulamıyan kimse, ardarda iki ay oruç tutar. [468]
Keffaret olarak köle
azat etmek ilâhî hakkı, diyet ödemek kul hakkını karşılamaya matuftur. Çünkü
insana hayat hakkı veren Allah'tır; insanın hür yaşaması da Allah'ın ona
tanıdığı bir haktır. Yanlışlıkla bir adam öldürmek, onun hayat ve hürriyetine
son vermektir. Buna karşılık en azın-a*an kölelik kaydı altında bulunan bir
adamı hürriyetine kavuşturmak ve öldürülenin varislerine diyet vermek gerekir.
Bu, kul hakkına olan saygının bir belirtisidir. Ancak mirasçılar diyeti sadaka
anlamında bağışlıyabi-lir veya hafifletebilirler. Bu da fazilet ve âlicenaplığın
güzel bir örneği sayılır. Bu sebeple Kur'ân belirtilen hususu «tasadduk»
tabiriyle zikretmiştir.
Öldürülen kişi dar-i
harpte eyleşen bir mü'min ise, sadece keffaret gerekir, diyet verilmez. Çünkü
mü'min olduğu halde dar-i harp kabul edilen düşman bir ülkeye yerleşmesiyle
kendi hayat hakkını heder etmiştir. Aynı zamanda düşmana karşı kuvvetini her
zaman korumakla yükümlü bulunan Müslüman bir millete ne vergi ödemiş, ne de
yardımcı olmuştur.
Arada anlaşma bulunan
bir ülke halkından ise, öldürülen ister müslim, ister gayr-i müslim olsun hem
keffaret, hem diyet gerekir. Bu da Müslümanların yapılan anlaşmaya her zaman
saygılı bulunduğunu, ahde vefa gösterdiğini, hakları çiğnemediğini bütün
derinliğiyle yansıtır. Ancak bu konuda müctehit imamların farklı görüş ve
tesbiti vardır. Fıkıh kitaplarına bakılması tavsiye olunur. [469]
Trafik kazalarında
meydana gelen yaralanma ve ölüm olayları, önemli bir yer işgal etmektedir.
Aşırı hız, dikkatsizlik, trafik işaretlerine ve kurallarına saygısızlık,
içkili vaziyette direksiyona geçmek, uykusuzluk ve benzeri sebepler başta
gelmektedir. Bu sebeplerden dolayı başkasının ölümüne yol açan trafik
kazalarının İslâm Hukukunda yukarıda sözü edilen adam öldürmenin beş kısmından
hangisine girdiğini belirlemek gerek. Ne yar ki, bu önemli konuyu hem İslâm
Hukukunu, hem mevcut hukuku çok iyi bilen yetkili bir kurulun inceleyip sonuca
bağlaması çok daha uygun ve isabetli olur. İlk hatıra geleni, «ölüme sebebiyet»
ve «yanlışlıkla adam öldürme» kısımlarına girebilmesidir. Hattâ bazı hallerde
«kasde benzer öldürme» kısmıyla ilgili de olabilir. [470]
Şüphesiz ki Allah'ın
en güzel biçimde yaratıp kendi kudret ruhundan hayat sunduğu bir cana haksız
yere kıymak, büyük bir günah ve ağır bir vebaldir. Âyetin acık anlatımından bir
mü'mini haksız yere kasden öldürenin cezasının, -içinde temelli kalacağı-
Cehennem olacağı anlaşılıyorsa da, âyeti âyetle, âyeti hadîsle tefsir
ettiğimizde ancak murad-i ilâhîyi anlayabiliriz. Nitekim Furkan sûresinde buna
açıklık getirilmiş. Nisa sûresinde ise, Allah'a ortak koşmanın dışındaki bütün
günahların bağışlanabileceği belirtilmiştir:
«Onlar ki Allah'la
beraber başka bir ilâha tapmazlar; haklı bir sebep dışında Allah'ın haram
kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler... Kim bunları işlerse cezaya
çarpılır. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve azap içinde aşağılanmış halde
devamlı kalır. Ancak tevbe edenler, dosdoğru imân edip iyi-yararlı amelde
bulunanlar müstesna. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.» [471]
«Şüphesiz ki Allah,
kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği
kimseler için bağışlar.» [472]
O halde konumuzla ilgili
âyette geçen, «İçinde devamlı kalacağı Cehennem» tabiri, günahın büyüklüğünü,
yüklenilen vebalin ağırlığını belirtmeye yöneliktir. Nitekim : «Kim bir
kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat (çıkarma suçundan dolayı)
olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin
hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.» [473]
mealindeki âyet adam öldürmenin ne kadar korkunç bir cinayet ve büyük bir günah
olduğuna dikkatleri çekmektedir.
Konumuzla ilgili
âyetin Furkan süresindeki âyeti neshettiğini, yani hükümsüz bıraktığını
söyleyenler varsa da, haber-i vahit kanaiiyle gelen rivayetlerdir ki, hem
kesin değildir, hem bağlayıcı değildir. Bu bakımdan nesih söz konusu değildir,
diyebiliriz. Biri mutlak, diğeri mukayyet ölçüde inmiştir; mukayyet mutlakı
açıklar. [474]
Geçen âyetlerle
yanlışlıkla adam öldürmenin hükmü açıklandı. İnsan unsuruna değer veren
İslâm'ın, bilerek adam öldürmenin hiçbir mü'mine lâyık ve uygun görülerniyeceği
özellikle belirtildi. Aşağıdaki âyetle, savaş günlerinde, kalbler Allah'a
bırakılarak diliyle İslâm'a girdiğini anlatmak isteyen kişiler hakkında acele
edilmemesi, silah kullanılmaması; ilk anda onu müslüman kabul edip hakikati
öğreninceye kadar İslâm'ın rahmet kapısının acık tutulmasına özen gösterilmesi
emrediliyor. [475]
94— Ey imân
edenler! Allah yolunda (savaşmak üzere) adım atıp yürüdüğünüzde, açıklığa
kavuşmasını anlamaya, sonucunu tesbit edip öğrenmeye çalışın; size İslâmî
ölçüde selâm verip müslüman olduğunu bildirene, -dünya hayatının menfaatini
arzulayarak- sen mü'min değilsin, demeyin. (Unutmayın ki) Allah katında birçok
ganimetler var. Bundan önce siz de öyle idiniz; Allah size lûtf-u keremde
bulundu. O sebeple açıklığa
kavuşmasını iyice
araştırın. Şüphesiz ki Allah, yapageldiğiniz şeylerden haberlidir.
Âyetin iniş sebebi
olarak birçok rivayetler yapılmıştır. Biz sadece bunlardan sahih kabul
ettiğimiz iki tanesini nakletmekle yetiniyoruz.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz tarafından düşmana karşı gönderilen İslâm mücahitlerinden bir grup,
düşman tarafından olduğu bilinen bir adama rasiamışlardı. Adam İslâm
müfrezesini görünce onlara yaklaşıp selâm vermiş ve bununla Müslüman olduğunu
belirtmek istemişti. Ne var ki ona inanmamışlar ve ölümden kurtulmak için bu
yola başvurduğunu sanarak öldürmüşlerdi. Davarlarını da ganimet edinerek alıp
Medine'ye getirmişlerdi. Hazret-i Peygamber'e olay anlatılınca çok üzüldü. Bu
sebeple yukarıdaki âyet indi. Allah Resulü, İslâm'a girdiğini açıkça söyleyen
o adamın hem kan pahasını, hem de ganimet olarak getirilen davarlarını geri gönderdi.
[476]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz mücahitlerden bir müfrezeyi müşriklere karşı göndermişti. Çetin bir
çatışma ve vuruşma meydana geldi. Düşman fazla dayanamadı. Ancak onlardan biri
çatışmanın dışında kalmayı tercih etmiş, kendisine yaklaşıldığında selâm verip
teslimiyet gösterdiğini, yani Müslüman dinine girdiğini anlatmak istemişti.
Usâme bin Zeyd, onun bu teslimiyetini ölüm korkusuna hamlederek üzerine atılıp
öldürmüştü. Adam aldığı ağır darbeden hemen sonra Kelime-i Şehadeti getirmeyi
ihmal etmemişti.
Durum Hz. Peygamber
(A.S.) Efendimize arzedilince çok üzülmüş ve: «Ben Müslümanım diyen adamı mı
öldürdün?» diyerek üzüntüsünü tekrar tekrar anlatmaya çalıştı. Bunun üzerine
Üsame'nin rengi değişti ve «Ya Resûlellah! Öldürdüğüm adam ölüm korkusundan
İslâm'a girer gibi görünmeye çalıştı, yalan söylüyordu. Bu bakımdan onu
öldürmeyi uygun buldum..» diyerek sebebini açıkladı. Hz. Peygamber onun bu
sözlerine de elde olmayarak kızdı ve : «Göğsünü yarıp baktın mı?» diyerek çok
hataiı davrandığını hatırlattı. Usame diyor ki, Peygamber Efendimize, benim
için istiğfarda bulunmasını rica ettimse de «Lâ ilahe illallah., demişken nasıl
olur? Bunun için bağışlanmanızı nasıl dileyebilirim?» buyurdu. Ben ayni
isteğimi birkaç defa tekrar ettimse de aynı cevabı verdi. O kadar üzülüp
sıkıldım ki, keşke bundan önce Müslüman olmasaydım da şimdi gelip İslâm'a
girseydim, diye temennide bulundum. Cok geçmedi, Allah Resulü benim için
istiğfar etti ve «Ya Üsame! keffaret olarak bir köle azat et..» di ye emretti.
Yukarıdaki âyet bu
sebeple indi. [477]
«Size islam, ölçüde
selâm verip müslüman olduğunu bildirene, sen mü'min değilsin, demeyin...»
İslâm'ın güzel
prensiplerinden biri de, «dostuna müşfik, düşmanına insaflı ol!» tavsiyesidir.
Allah insanın kalbine ve ameline bakar. Biz insanlar ise kişinin sözüne ve
davranışlarına bakıp hüküm vermekle emro-lunduk. Kalblerdeki inanç ve
düşünceleri bilip ona göre hüküm vermek Allah'a aittir. O bakımdan teşhis,
tesbit ve hükümlerimizde ilâhî sınırı aşmamaya dikkat etmeliyiz. «Biz zahir
(dış görünüş) ile hükmederiz; sırları (kalblerdekini) Allah daha iyi bilir.»
sözünün, İslâm Hukukundaki yeri çok önemlidir.
Bu bakımdan savaş ve
benzeri olaylarda ölüm korkusu etrafı etkilediği zamanlarda bir gayr-i
müslimin, «Ben Müslümanım..», veya «Selâm size..» ya da «Lâ ilahe illallah...»
demesini hafife almanın anlamı yoktur. Onu İslâm'a girmiş kabul ederek, hakikati
öğreninceye kadar dokunmayıp sabretmek gerekir. Aksi halde öldürülmesi haram
kılınan bir düşmanı haksız yere öldürmüş oluruz ki, bunun cezası hem dünyada,
hem âhirette çok ağırdır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde buna benzer
birkaç olay meydana gelmişse, bu husustaki âyetler inmeden öncedir. Ashab-ı
Kiram, islâm'ın bu husustaki kesin talimatını bilmediğinden bir takım hatalı
yollara girmişlerdir. Ama ilâhî emir inip meseleye açıklık getirildikten sonra
artık bu tür olayların meydana geldiğini kimse tesbit edememiştir.
Kur'ân'da, bir gayr-i
müslimin İslâm'a bağlılığını açıklarken çok geniş mâna taşıyan «Selâm», «Selem»
ve «Silm» tabirleri anılmıştır. Sebebi pek açıktır: Sadece kelime-i şehadet
getirmeleri o an için şart değildir. Çünkü kendilerini o fırtına içinde bir
anda toparlamaları hayli zordur. O bakımdan İslâm'a teslimiyet, selâm ve barış
anlamında bir söz söylemeleri, onlara karşı silah kullanmamıza bir engel
sayılmıştır. İhtiyatlı davranmak, meselenin iç yüzü belli oluncaya kadar onlara
dokunmamak gerektir. Sonuç alınıncaya kadar İslâm'ın, güven ve ümit kapısı
olduğunu göstermemiz kadar tabii ne olabilir? Peygamber'in (A.S.) sünneti bu
doğrultuda değil midir?
Selem, Silm ve Selâm :
Bu tabirler
genellikle, selâm vermek, baş ve boyun eğmek, teslimiyet göstermek, İslâm
barışını istemek gibi mânalarda çok yaygındır.
O halde bu ve benzeri
bir sözle İslâm'ın ümit, rahmet ve güven kapısına gelen hiçbir müşriki geri
çevirmemiz doğru olmaz.... Durum anlaştlın-caya kadar gelen ve teslimiyet
gösteren kişi, İslâm'ın güven havasında tutulmalı, kırıcı söz ve davranışlardan
kaçınılmalıdır. İlgili âyet bilhassa son cümlesiyle de bu hususa parmak
basmakta ve uyarısını yapmaktadır;
«Açıklığa kavuşmasını
iyice araştırın (aceleci olmayın). Şüphesiz ki Allah yapageldiğiniz şeylerden
haberdardır.» [478]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'a ve Peygambere imân eden bir kimseyi öldürmenin çok sakıncalı bir yol
olduğu belirtildi. Mü'minierin birbirleriyle değil, düşmanlarıyla mücadele
etmeleri gerektiği hatırlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle Allah yolunda cihâdın
önemine dokunuluyor, kendini güçsüz ve zayıf kabul edip cihâda katılmıyanların
hem kendilerine, hem bağlı bulundukları millete nasıl bir kötülük ettiklerine
işaret edilerek, Allah yolunda cihat edenlerin, mallarıyla canlarıyla
kendilerini bu kutsal savaşa vakfedenlerin Allah katındaki derecelerinin çok
yüksek olduğu açıklanıyor. [479]
95-96—
Mü'minlerden -özür sahipleri dışında- (evlerinde) oturanlarla
malarıyla canlarıyla
Allah yolunda cihât edenler eşit değillerdir. Allah, mallarıyla canlarıyla
cihâda katılanları derece bakımından, oturup kalanlardan üstün kılmıştır.
Gerçi Allah her birine en güzel (yurt olan Cennet)i va'detmiştir. Allah cihât
edenleri oturup kalanlar üzerine büyük mükâfatlarla, kendi katından
derecelerle, mağfiret ve rahmetle çok üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayan ve
çok merhamet edendir.
97— Kendilerine haksızlıkta bulunup yazık eder
bir halde iken meleklerin (gelip) canlarını aldıkları kimselere gelince,
onlara: «Ne işte bulundunuz?» diye sorarlar. Onlar da : «Biz yeryüzünde
(savaşamıyan, cihâda katılamıyan) bir takım âcizler idik » derler. Melekler:
«Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya?!» derler. İşte
bunların dönüp eyleşecekleri yer Cehennem'dir. Gidilecek yer olarak orası ne
kötüdür!
98— Ancak
erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan cidden âciz olup bir çare bulmaya güç
getiremîyenler ve bu yüzden (hicrete) yol bulamı-yanlar müstesna..
99— İşte bunları Allah'ın affetmesi umulur. Allah
hem çok affedendir, hem çok mağfirette bulunandır.
100— Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde
gidilecek çok yol ve geniş yer bulabilir. Kim de evinden, Allah'a ve
Peygamberine hicret niyetiyle çıkar da (yolda) ölüm kendisine yetişirse,
şüphesiz ki onun mükâfatı Allah'a aittir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
Vahiy kâtiplerinden
Zeyd bin Sabit (R.A.) diyor ki: «Mü'minlerden oturanlarla, mallarıyla
canlarıyla Allah yolunda cihat edenler eşit değillerdir..» mealindeki âyet
indiğinde Peygamber (A.S.) Efendimizin yanında bulunuyordum. Orada hazır
bulunan İbn Ümmi Mektum (R.A.) inen âyeti işitince, «Nasıl olur? Ben a'mayım,
göremiyorum!.» diyerek üzüldüğünü dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
Efendimizin, -vahyin indiğini hissedince- rengi değişti, bayılır gibi oldu; o
sırada dizime dayanmıştı; yemin ederim ki dizim kırılıp ufalanacak şekilde bir
ağırlık duydum. İşte o esnada vahiy iniyordu. Az sonra bu hal kalktı,
Peygamber (A.S.) Efendimiz bana, «Mü'minlerden -özür sahipleri dışında-
oturanlarla, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler eşit
değillerdir...» (mealindeki) ayeti okuyarak, yazmamı emretti; ben de
buyuruiduğu gibi yazdım.» [480]
«Kendilerine
haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip) canlarını
aldıkları kimselere gelince...» Bu âyetin Mekkeli bazı kişiler hakkında indiği
rivayet edilmektedir. Bunlar İslâm'a girdiklerini söyledikleri halde Medine'ye
hicret etmediler. İmânlarını açıklarken nifaklarını gizlediler. Bedir savaşında
melekler onların canını alırken, kendilerinden 97. âyette geçen soruyu
sormuşlardır. [481]
«Kim de evinden,
Allah'a ve Peygamberine hicret niyetiyle çıkar da (yolda) ölüm kendisine
yetişirse...» mealindeki âyet ise, Habib bin Damre el-Leysî hakkında inmiştir.
Şöyle ki: «Kendilerine yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip) çanlarını
aldıkları kimseler...» mealindeki âyeti Ashab'-dan Abdurrahman bin Avf,
Mekkelilere haber göndererek duyurunca ara-larmda çok yaşlı bulunan Habib bin
Damre, oğullarına dedi ki: «Ben zayıf-ve biçarelerden değilim, beni Medine'ye
götürün..» onun bu isteği üzerine oğullan bir tahterevan bulup babalarını ona
koyup Medine yolunu tuttular. Ten'im mevkiine gelince vefat edeceğini anladı ve
sağ elini sol eline vurarak, «Allahım! şu senin, şu da Resulünün; Resulün sana
ne ile biy'at ettiyse, ben de öyle biy'at ediyorum!» dedi ve övgüye değer bir
şekilde ruhunu teslim etti. Ashab-ı Kiram onun bu halini duyunca, «Medine'ye
erişseydi mükâfatı tamam olurdu..» diyerek kendilerine göre yargıda bulundular.
Bunun üzerine sözü edilen 100. âyet indi.[482]
Ashab-ı Kirâm'dan
Cabir (R.A.) anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizle beraber bir savaşta bulunuyorduk. Bir ara dönüp Ashabına şöyle
buyurduğunu duydum :
«Medine'de öyle
kişiler var ki, siz bu seferinizde ne kadar bir yol alır, ne kadar bir vadiyi
geçerseniz, mutlaka onlar da sizinle beraber bulunuyorlar. Ne var ki hastalık
onların çıkmasına engel olmuştur.» [483]
Hz. Enes bin Mâlik
(R.A.) diyor ki:
Peygamber (A.S.)
Efendimizle birlikte Tebük savaşından dönüyorduk, bir ara şöyle buyurduğunu
işittim :
«Doğrusu Medine'de
bıraktığımız öyle bir cemaat var ki, ne kadar iki dağ arasındaki bir yola girip
yürüdükse ve ne kadar bir.vadiyi aştiksa mutlaka onlar bizimle birlikte bulundular;
ne var ki özürleri çıkmalarına engel oldu.» [484]
«Kim Allah'ın Rab,
İslâm'ın din, Muhammed'in Resul olduğuna razı olursa Cennet ona vâcib olur.»
Bu müjdeye hayret eden
Ebû Said el-Hudrî (R.A.) :
— Ya Resûlellah! bunu bir daha söyler misiniz?
diye ricada bulununca, Allah Resulü aynı hadîsi tekrar söyledi ve ilâve etti:
«Bir husus daha var
ki, Allah Cennet'te kulunu yüz derece yükseltir ki her bir derece arası gökle
yer arası gibidir.»
Ebu Saîd (R.A.) sordu
:
— O husus nedir? Cevap verdi:
«Allah yolunda
cihattır.» [485]
«Kim Allah'a ve
Pygamberine imân eder, namazını kılar, zekâtını verir, hacce giderse -ister
Allah yolunda cihat etsin, isterse doğduğu yerde oturup cihada çıkmasın-
Allah'ın onu Cennet'e koyması (sünnetullah gereği) bir haktır,»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram :
— Ey, Allanın Peygamberi! Bu sözünüzü insanlara
duyurup müideli-yelim mi?
Diye sorduklarında,
şöyle buyurdu :
«Şüphesiz ki Cennet'te
yüz derece vardır; Allah onları kendi yolunda cihat edenlere hazırlamıştır. Her
derece arası yerle gök arası gibidir. Allah'tan istediğinizde, Firdevs
cennetini isteyin. Çünkü bu cennet, cennetlerin ortasında bulunup en yüksek
olanıdır. Cennet'in ırmakları Firdevs'ten kaynayıp çıkar.» [486]
İlgili 95 ve 96.
âyetlerle Allah yolunda cihadın önemi belirtilirken Müslümanların bu konuda
üçe ayrıldığına işaret ediliyor:
1. Allah yolunda
mallarıyla canlarıyla cihada
çıkanlar.
2. Mallarıyla, hiç değilse iyi niyet ve güzel
dualarıyla Allah yolunda cihada çıkanları destekleyip bir özürlerinden dolayı
canlarıyla cihada katılamıyanlar.
3. Ciddi bir özürleri bulunmadığı
halde gevşeklik, ya da korkaklık
gösterip cihada çıkmayıp evinde oturanlar.
Buna bir dördüncüsünü
de ekliyecek olursak, memleket işleriyle meş-aul olup iç düzeni sağlamakla
görevli bulundukları için cihada canlarıyla kattlamıyanlar.
Bunlardan ilk iki
sınıf ile, son dördüncü sınıf, Allah yolunda cihada çıkmış anlamını taşır: Kimi
hakikî, kimi de hükmî olarak buna katılmış demektir. Üçüncü sınıf bu hükmün
dışındadır. Münafıklar hariç, bunların hepsinde imân cevheri mevcuttur. Ne var
ki ilk iki sınıfla dördüncü sınıf, hiçbir özürü bulunmadığı halde evinde oturup
cihada çıkmayanlardan derece bakımından kat kat üstündürler. Çünkü Allah
yolunda atılan her adım, verilen her kuruş bir derece yükseltir. Derecelerin
ise, sonu ve sınırı yoktur. Ancak Cennet'teki dereceler yüz rakamıyla
sınırlandırılmıştır.
Bu anlamda cihat,
farz-i ayn ve farz-i kifaye olmak üzere ikiye ayrılır: Düşman topyekûn
seferber olup savaşa çıkarsa, o takdirde -iç düzeni-korumakla görevliler ve
ilim tedris edenler müstesna- eli silah tutan bütün mü'minlerin düşmana karşı
savaşması farz-i ayndır. O ülkeye uzak yerlerde bulunan, yani uzak ülkelerde
olan mü'minlerin katılması ise farz-i kifayedir. Özellikle savaşacak yaşta,
güçte ve zenginlikte bulunanların katılması bu hükme girer. [487]
«Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat edenler,...»
Önce şunu belirtelim
ki, savaş ruhunu kaybeden bir milletin yaşama şansı pek azdır. Yemek, içmek, evlenmek,
giyinip kuşanmak gibi günlük ve haftalık ihtiyaçlar olmasaydı hayat durur,
atalet başlardı. O zaman ne ciddi anlamda sanayi kurulur, ne ziraata önem
verilir, ne de ülkeler bayındır hale getirilirdi. Aslında insan denilen
canlının yaratılma anlam ve hikmeti kalkardı. Çünkü bu seviyede ama daha
mükemmel ölçüde yaratılan başka varlıklar mevcuttur: Melekler..
İşte insanın bu
ardi-arkası kesilmiyen ihtiyaçlarıdır ki, onu hayat mücadelesine itiyor,
elindeki nimetin başkası tarafından kapılabilir endişesi onu ciddi
hazırlıklara, akla gelmesi zor çarelere sürüklüyor. Bu itiş ve sürükleyiş
insanda savaş ruhunu geliştirir; güçlü duruma gelme yollarını araştırıp bulmayı
hızlandırır.
Maddî nimetlerle
birlikte, bir de din, imân, namus, şeref ve hürriyet gibi en yüksek değerde
olan manevî nimetlere saldırma tehlikesi ise, savaşlara katılmayı
kutsallaştırış gazilik ve şehitlik gibi üstün vasıflar, savaşmayı, Allah
yolunda cihat anlamına eriştirir.
İşte bu düzeye
getirilen mü'minler, ölümü küçümser, Allah yolunda Allah'a kavuşmayı
-peygamberlik hariç- derecelerin en üstünü kabul eder. Artık düşmanın
yenemiyeceği muhteşem bir güç meydana gelir.
Kur'ân'ın «mallarıyla,
canlarıyla Allah yolunda cihat edenler» diye övdüğü bahtiyarlar bunlardır. Bu
ruh ve mânayı milletinin kalbine ve kafasına işlemesini bilmiyen veya
düşünmeyen kadrolardır ki, tarihten silinme felâketini davet etmişlerdir. [488]
Biz yeryüzünde
(savaşamıyan) birtakım âcizler idik, derler...»
Kur'ân burada müstesna
bir ölçü sergilemektedir: Allah ve Resulüne, âhiret ve hesaba inanan bir
mü'min nerede bulunursa bulunsun, dinine, kültürüne, irfanına hizmetle
yükümlüdür. Bir ülkede bu ölçü ve mânada hizmet imkânları ortadan kalktığı,
düşman istilasına uğrayıp çareler kalmadığı zaman, mü'minin o ülkeyi terkedip
hizmet imkânı bulabilecek başka bir yere hicret etmesi gerekir. Zayıflık,
azınlık, imkânsızlık ciddi bir mazeret sayılmaz, sayıldığı an bulunduğu yerde
durulmaz. Nitekim Mek-kelilerden bir grup insan İslâm'a girdikleri halde ciddi
bir hizmet vermemekle beraber, bulundukları yeri terkedip Medine'ye hicret
etmeyi düşünmemişlerdi. Allah onların bu şaşkın halinin portresini çizerek
mü'min-lere şu ilâhî tabloyu göstermektedir:
«Kendilerine (bu
konuda) haksızlıkta bulunup yazık eder bir halde iken meleklerin (gelip)
canlarını aldıkları kimselere gelince, onlara: «Ne İşte (ve hizmette)
bulundunuz?» diye sorarlar. Onlar da : «Biz yeryüzünde (savaşamıyan, cihada
katılamıyan) birtakım âcizler idik,» derler. Melekler: «Allah'ın arzı geniş
değil miydi, orada hicret etseydiniz ya?!» derler.
Hayat ve hürriyet
zayıfların yüzüne gülmez. Allah'ın bahtiyar kullan için hazırladığı ebedî
saadet yurdu böylelerine pek kapısını açmaz. Onlar için iki ayrı azap vardır:
Biri, dünyada başka milletlerin boyunduruğu altında bir ömür tüketmek;
maddecilerle imansızların alay konusu olmak suretiyle aşağılık bir hayat
sürmek; diğeri, âhirette aşağılık çukurunda zillet ve meskenet ateşiyle
yanmak..
Böyleleri ölmeden
evvel dönüş yapar, tevbe ve istiğfarda bulunup Allah yolunda hizmete gönül
verirse, bağışlanmaları umulur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir. [489]
«Melekler: Allah'ın
arzı geniş değil-miydi, orada hicret etseydiniz ya?! derler.»
İslâm'ın ilk
yıllarında ferdin ve cemaatin genel durumu, içinde bulundukları siyasî ortam
dikkate alınarak üç sebepten dolayı
hicret meşru' kılınmıştır :
1. Din ve inancı alay konusu edilip ibâdet
hürriyeti elinden alındığında, bulunduğu ülke, ya da belde veya kabileyi
terkedip insanca yaşama ve mü'mince dindar olma hürriyeti bulunan başka bir
yere göcetmek.
Böyle bir ortamda
hicret vacip olur. Aşağılanmaya, hürriyetsizliğe katlanıp, Allah ve Resulüne
karşı edep ve terbiye dışı sözlerle saldırıya kulakları tıkayıp kalmak,
mü'minin ruhunun yüceliği, imân cevherinin yüksek değeriyle elbetteki
bağdaşamaz, uyum sağlayamazdı.
2. Dinsizlerin, imansızların, putperestlerin
saldırısını durduracak devlet otoritesi bulunmayan ve Müslüman Cemaati devamlı
surette tedirgin ve huzursuz eden, bütün organların dinsizlerden yana işler
durumda bulunan bir ülkede veya kabilede haklarını koruyacak, din ve hayat
hürriyetine sahip çıkacak güçte olmayan Müslümanların toplu halde âdil bir
ülkeye, ya da kabileye hicret etmeleri vâcib sayılmıştır. Habeşistan'a ayrı
zamanlarda hieret eden iki. grup Müslüman
Cemaatin durumu bunun açık belgesidir.
3. Müslüman Cemaati, bulunduğu yerde dinî
vecibeleri ilâhî nizama uygun yerine
getiremiyor, İslâm ahlakıyla yaşayamıyorsa o zaman buna elverişli bir başka ülkeye veya kabileye
hicret etmeleri gerekir. Mekke'den Medine'ye plânlanan hicret bunun güzel bir örneğidir. [490]
Geçen âyetlerle Allah
yolunda cihadın önemi belirtildi, bu yolda mallarıyla canlarıyla kendini
Allah'a verenlerin âhiretîe elde edecekleri yüksek derecelere dikkatler
çekildi ve cihadın dünya hayatında hürriyet, şeref, itibar gibi verimli
ürünlerine işarette bulunuldu. Aşağıdaki âyetlerle kendini büyük dâvalara
adayan mücahitlerin savaşta namaz denilen ve her an Allah ile kullan arasında
irtibat sağlamaya yarıyan ibâdeti nasıl yerine getirecekleri belirtiliyor.
Sonra da namazın belli vakitlerde mü'minlere farz olduğu hatırlatılıyor. [491]
101— Yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda,
küfredenlerin sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe
ederseniz, namazı kısaltmanızda (veya hafif tutmanızda) size bir vebal yoktur.
Doğrusu kâfirler sizin çok açık düşmanlarınızda.
102— Ve sen içlerinde olup da onlara namaz
kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun,
silâhlarını da yanlarına alsınlar. Secde ettiklerinde(n hemen sonra) arkanızda
yerlerini alsınlar. Bu defa henüz namaz kılmayan diğer kısım gelip seninle
beraber namaz kılsınlar; tetikte olup silâhlarını yanlarında tutsunlar. Kü.
sdenler, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gaflet etmenizi ve böylece size
birdenbire baskın yapmayı isterler. Eğer yağmurdan tedirgin olur veya hasta
bulunursanız, silâhlarınızı bırakmanızda bir sakınca yoktur; ama her şeye
rağmen tetikte olun, ihtiyatlı davranın. Şüphesiz ki Allah kâfirlere
aşağılayıcı, horla-Y'cı bir azap hazırlamıştır.
103— Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek
oturarak, gerekse yanlarınız üzerine bulunurken Allah'ı anın, (korkuyu atıp)
kalbiniz yatışınca da tam olarak namazı kılın. Çünkü namaz belirli vakitlerde
mü'minler üzerine farz kılınmıştır.
104—
(Düşmanınız olan) kavmi (kâfirleri) takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Siz
acı ve kaygı duyuyorsanız, herhalde onlar da sizin duy-, duğunuz gibi acı ve
kaygı duyuyorlar; kaldı ki siz onların ummadıkları şeyi Allah'tan umuyorsunuz.
Allah bilendir ve yegâne hikmet sahibidir.
Ashabdan Ebû lyaş (R.A.)
diyor ki :
Resûlüllah (A.S.) ile
birlikte öğle namazını kıldık. Müşrikler neden sonra akıllarına gelmiş,
«Muhammed'le arkadaşları namaz kılarken üzerlerine saldırmalıydık, fırsatı
kaçırdık..» diyerek hayıflanmışlar; aralarından bazısı, «üzülmeyin, biraz sonra
bir namaz vakti daha gelecek ki bu onlara babalarından daha sevimlidir: İkindi
namazı...»
Bunun üzerine Melek
Cebrail yukarıdaki âyetle indi. [492]
İbn Abbas (R.A.)dan
yapılan sahih rivayete göre, sözü edilen öğle namazı ASFAN mevkiinde
kılınmıştı.
Ya.lâ bin Umeyye
(R.A.), Hazret-i Ömer'den (R.A.) düşman korkusundan dolayı namazı kısaltmaktan
sordu ve artık pek korku kalmadı, yolculuk halinde yine namazı kısaltabilir
miyiz? diye ilâve ettiğinde, Hz. Ömer (R.A.) ona : «Senin hayret edip sorduğun
gibi, ben de Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, bana : «Bu Allah'ın size
tasaddukta bulunduğu bîr sadakadır, O'nun sadakasını kabul edin..» buyurdu. [493]
«(Seferi namazların
dört rek'atli olanlarında kasr), Allah'ın size tasaddukta bulunduğu bir
sadakadır; O'nun sadakasını kabul edin..» [494]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Medine'den çıkıp Mekke'ye yolculuk yaptığında, âlemlerin Rabbinden başka hiçbir
şeyden korku ve endişesi kalmadığı halde yine de dört rek'atli farzları iki
rek'at olarak kıldı.» [495]
Haris bin Vehb (R.A.)
diyor ki :
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz olmuş olacak şeylerden güven içinde bulunduğu halde Mina'da bize
{dört rek'atli farzları) iki rek'at olarak kıldırdı. Ebû Bekir ile Ömer (Allah
ikisinden de razı olsun) böyle kıldırdılar.» [496]
Abdullah bin Abbas (R.A.)
diyor ki :
«Allah (C.C.) namazı
Peygamberimiz Muhammed'in (A.S.) dili üzerine hazerde dört rek'at, seferde iki
rek'at olarak farz kıldı. Korkulu zamanlarda-ise bir rek'at olarak kılınmasını
emretti.» [497]
Hz. Salim (R.A.)
babasından rivayetle diyor ki :
«Resûlüllah {A.S.)
Efendimiz seferde düşman saldırısı endişesi baş-gösterdiğinde askeri ikiye
ayırdı, her bir grupla bir rek'at kıldı. Sonra her grup birer rek'at daha kılıp
namazlarını tamamladılar.» [498]
İbn Abbas'ın
ifadesinden korku namazının bir rek'at farz kılındığı, Sâ-Hm'in rivayetinden
iki rek'at kılınması .gerektiği anlaşılıyor. Bu konuda geniş bilgi için fıkıh
kitaplarında SEFERİ NAMAZ ve KORKU NAMAZI bölümlerine bakılması tavsiye
edilir. [499]
«Yeryüzünde yolculuğa
çıktığınızda, küfredenlerin sizi fitneye düşürüp kötülük edeceklerinden endişe
ederseniz, namazı kısaltmanızda sîze bir vebal yoktur.»
KASR : Namazın rek'at
sayısını azaltmak anlamına geldiği gibi namazın keyfiyetinde, yani rükû' ve
secdelerinde kısma yaparak bunları baş işaretiyle yerine getirmek anlamına da
gelir. Ayrıca KASR'ın bir süre alıkoymak, geciktirmek mânasında da
kullanıldığı görülmüştür. Bu takdirde seferî halde düşman korkusu söz konusu
olduğunda namazı kazaya bırakmak hükmü de çıkar.
Bunlar ihtimal
olmakla beraber birinci
mâna daha sahihtir.
Çünkü cümlede kullanılan MİN harfi teb'iz içindir; bu da namazın bazı
rek'atle- yetinmeyi ifâde eder.
Hanefî imamlarına
göre, düşman korkusu olsun olmasın üç konaklık, ya da fazla mesafede sefere
akılınca dört rek'atli farzları iki rek'at kılmak vâcibdir. Terki günaha neden
olur. Düşmanın bir baskın ve benzeri fenalıkta bulunma endişesi başgösterdiği
zamanlarda ise, baş işaretiyle değil, namazı kazaya bırakmak daha uygundur. [500]
Nitekim Hz. Aişe (R.A.)dan
yapılan sahih rivayette :
«Namaz önceleri ikişer
rek'at olarak farz kılındı. Sonra eyleşik durumda öğle, ikindi ve yatsı
namazları dört rek'ate çıkarıldı. Yolculuk halinde ise, ilk farz kılındığı
ölçü ve sayıda bırakıldı.» denilmektedir.
İbn Abbas ve Cübeyr
bin Mut'im'a göre de, namaz hazerde dört, seferde iki rek'at olarak farz
kılınmıştır. [501]
İmam Mâlik ile İmam
Şafiî'ye 9öre : Seferde namazı kasretmek, yani dört rek'atli olanları iki
rek'at halinde kılmak sünnettir. Maliki imamlarından Ebu Saîd Ferviy'ye göre,
seferi bulunan mü'min dörtle iki arasında serbesttir. Sahih olan da budur.
İmam Şafiî bu konuda
şunu da söylemiştir: «Namazı, düşman korkusu olmadığında seferî halde iken
kısaltmak sünnet ile; düşman korkusu bulunduğu seferî hallerde ise kısaltmak
veya kısmak Kitap ve Sünnet İle sabit olmuştur.»
O-halde seferde dört
rek'at kılan kimseye bir şey gerekmez, ne var ki sünnete uyarak iki rek'at
kılması daha uygundur. Ahmed bin Hanbet'in de görüş ve içtihadı bu anlam ve
ölçüdedir.
Bir adam Abdullah bin
Ömer'e sordu :
— Biz Kur'ân'da eyleşik haldeki namaz ile korku
namazı hakkında açıklama buluyoruz, ama yolculuk halindeki namaz hakkında bir
şey bulamıyoruz; bu hususta bizi aydınlatır mısın?
Hz. Abdullah şu cevabı
verdi :
— Kardeşim oğlu! Allah bize Muhammed'i (A.S.) gönderdiğinde bir şey bilmiyorduk,
hepimiz sırılsıklam câhil idik. O ne yaptıysa biz de onu yaptık; O, seferde iki
rek'at kıldı, biz de iki rek'at kıldık ve kılıyoruz.
İmam Kurtubî bu konuda
diyor ki:-
Resûlüllah (A.S,)
Efendimizin yapmış olduğu bütün seferlerinde -Allah'tan başka hiçbir şeyden
korku ve endişesi kalmadığı halde- dört rek'atli namazları iki rek'at, akşam
namazını üç rek'at ol,arak kıldığı sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Böylece
seferî namazın iki rek'at olarak bize intikali bir sünnettir.
Nitekim Hz. Ömer
(R.A.), korku ve endişenin kalmadığı hallerde namazın kısaltılıp
kısaltılmıyacağını Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden sormuş,
Efendimiz ona şu
cevabı vermiştir:
«Bu bir sadakadır ki
Allah size tasaddukta bulunmuştur. Onun sadakasını kabul edin!.» [502]
Ashabdan Hz. Hanzele
(R.A.), İbn Ömer'e (R.A.) :
— Ya Abdullah
Seferî namaz kaç rek'attir? diye soruyor. O da şu cevabı veriyor:
— İki rekattir...
Hanzele devamla :
— «Küfredenlerin sizi fitneye düşürüp kötülük
edeceklerinden endişe ederseniz..» (mealindeki) âyete ne dersiniz?
Diye sorunca, İbn Ömer
(R.A.) :
— Seferî namazın iki rek'at olarak kılınması
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sünnetidir, diye cevap veriyor.
Konuyu Mezhep
İmamlarının Görüşüne Göre Özetliyelim:
a) Yolouluk halinde -düşmanın saldırı endişesi
bulunsun bulunmasın-dört rek'atli farzları iki rek'at olarak kılmak bi'l-icmâ'
caizdir. Ancak İmam Ebû Hanîfe'ye göre bu vâcibdir.
İmam Mâlik'ten bu
hususta iki rivayet yapılmıştır: Birine göre vâcib, diğerine göre sünnet olduğu
anlaşılıyor. İmam Şafiî ve Ahmed bin Har: bel'e göre, sünnettir.
b) Seferde iki rek'at kılmak KASR mıdır, yoksa
seferi namaz doğrudan doğruya iki rek'at olarak mı farz kılınmıştır? İmam Ebû
Hanîfe'ye göre KASR değil, iki rek'at olarak farz kılınmıştır. Âyetteki
KASR'dan maksat, seferde korkulu anlarda rükû' ve secdeleri baş işaretiyle
yerine getirip namazı hafif tutmaktır.
Diğer mezhep sahibi üç
imama göre, bu bir KASR'dır, yani namaz (öğle, ikindi ve yatsı namazları}
dörder rek'at olarak farz kılınmış, sonra mutlaka seferde ikişer rek'ate
indirilmiştir. Bu bir ruhsattır, azimet değildir.
Her birinin kendi
içtihat ölçülerine göre, sağlam delilleri vardır. Geniş bilgi için dört
mezheple ilgili Abdurrahman el-Cezîrî'nin eserine, Zey-laî'nin Nasbu'r-Râye
adlı kıymetli kitabına ve diğer kaynak fıkıh kitaplarına müracaat edilmesi
uygun olur. [503]
a) İmam Ebû Yusuf ile Hasan bin Ziyad'a göre, bu
namaz Peygamber {A.S.) Efendimize hastır, ümmete teşmil edilemez, yani
Peygamberden sonra başkasına bu hususta cevaz verilmemiştir.
b) Şafiî fukahasından Müzenî'ye göre, önce sabit
olmuş, sonra hükmü kaldırılmıştır. Çünkü âyette hitap özellikle peygamber
(A.S.) Efendi-mizedir.
c) Cumhur-i Ulemâye göre, hitap has, emir
ammdır; yani ümmete de şâmildir. Hulefâ-i Râşidîn'den bazısı ve Ashab-ı Kiram'dan
birkaç zatın Peygamber {A.S.)
Efendimizin vefatından sonra seferi halde korku baş gösterdiğinde Korku
Namazını kıldırdıkları sahih kaynaklardan tesbit edilmiştir. Nitekim HERİN
GECESİ Hz. Ali (R.A.) bu namazı bizzat kıldırmış-tır. Ebû
Musa el-Eş'arî (R.A.) ise, Taberistan'da bulunduğu
sırada sebepler ortaya çıkınca
bu namazı cemaate kıldırmıştır.
d) Hattabî'ye göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
korku namazını muhtelif yerlerde ve farklı biçimlerde kıldırmıştır; hepsi de
namazın ruhuna ve esasına uygunluk içinde aynı noktada birleşir. Geniş bilgi
için kaynak fıkıh kitaplarına bakılması tavsiye olunur.
Düşmanın kıble
cihetinde bulunmasıyla, başka bir cihette bulunması, farklı durumlar meydana
getirir ve ona göre imam, askere namaz kıldırır. [504]
Savaş iyice kızışıp
herkes can derdine düştüğünde namaz vakti az kalmışsa ne yapılır? Böyle bir
durumda herhalde namaz kılmak gerekir mi, yoksa kazaya mı bırakmak daha
uygundur? Mezhep İmamlarının bu mesele hakkındaki tesbit ve içtihatları
farklıdır:
— İmam Şafiî'ye göre, yaya ve süvari olarak hem
savaşa devam edilir, hem bu arada baş işaretiyle namaz iki rek'at olarak
kılınır.
— İmam Ebu
Hanîfe'ye göre, böyle bir durumda baş
işaretiyle namaz kılınmaz,
kazaya bırakılır. [505]
Namaz her ân insan
ruhunu tazeliyen ilâhî bir iksir, lâhutî bir ışıktır. Barış ve huzur
günlerinde ruhu cilalar, vicdanı geliştirip çok duyarlı kılar; akıl ile imân
arasında en sağlam köprünün kurulmasını sağlar. Kalbe kuvvet, dimağa berraklık
getirir. Ruhumuzu saran kötü düşünce ve niyetleri hayra çevirir. Günlük
yaşantımızda bozulan sinir sistemimizi sür'at-le düzeltir. Beden ile ruh arasında
dengeyi, insan ile hayat kanunu arasında uyumu gerçekleştirir.
Savaş ve korkulu
zamanlarda, felâket günlerinde olaylara karşı dayanmayı, düşmana kahramanca
karşı koymayı, ölümün yokluk olmadığını, bilakis daha geniş ve huzurlu bir
hayata acılan kapı olduğunu en duyarlı biçimde fısıldar. Allah'a daha çok
itaatli olmayı hatırlatırken baştaki emir ve kumanda sahiplerine gönülden
uymayı için için telkin eder. İmana güç, irfana ışık, sabra açıklık, hakkı
teslimiyete mutlak anlamda bağlılık sunar.
Bunun için Allah :
«Namaz kıl!» diye emretmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz : «Namaz gözümün
aydınlığıdır..» buyurmuştur. Savaşta korkulu zamanlarda bile insandan yana
bunca yarar ve faziletleri beraberinde taşıyan namazın terkedilmemesi
hatırlatılıyor. Bir rek'atle olsun, İslâm'ın birlik ve dirlik, itaat ve
teslimiyet dini olduğu çevreye yansıtılmalı; Allah'a ve emir sahiplerine
itaatin ölçü ve anlamı sergilenmeli; mü'minlerin her yerde ve her olay
karşısında Allah'ın yüce kudret ve sanatını görebilmeleri sağlanmalı. [506]
Önce şunu belirtelim
ki, bedenî yapımız günde en az iki, ya da üç defa ölçülü biçimde gıda almakla
varlığını koruyabilmekte ve yaşama şansına sahip olabilmektedir. Yaratıcı yüce
kudret, beden makinasını bu özellik ve nitelikte yaratmıştır. Ona gıda vermek
zorunda olduğumuzu biliyoruz. Hiç kimse aksini iddia edemez. Aksine bir yol
tutan, bedeniyle bağlı bulunduğu hayat kanunu arasında bir boşluk meydana
getirmiş olur ki, bunun sonu ölümdür. Ruhî yapımıza gelince: Yaratıcı yüce
kudret, ona günde belirli vakitlerde beş defa gıda verilmesini planlamış ve bu
yapının öz varlığını sürdürebilmesi, yaratıldığı amaca yönelmesi için değişmez
kanunlar koymuştur. Günde beş vakit namaz ruhun değişmeyen en yararlı gıdası
olarak bulunuyor. Bu ibâdeti belli ve belirli vakitlerde yerine getirmek ne
kadar yararlıysa, terkedilmesi de o nisbette zararlıdır.
Büyük Müfessir
Fahruddin Râzî, Mefatihü'l-Gayb (Gaybin Anahtarları) adlı paha biçilmez
eserinde beş vakit namazın hikmet ve felsefesini çok usta bir usiûp ve yüksek
düşünce ürünü olarak açıklamıştır. Biz bu nefis parçayı özetliyerek sunuyoruz:
Namazın belirli beş
vakitte kılınması son dereee makul ve güze! bir ölçü ve anlam arzetmektedir.
Çünkü şu âlemde her şey kendi durumunun ve varlığının hikmeti özelliğine göre
beş mertebe üzere bulunuyor:
1. Yokluk karanlığından varlık alanına geliş.
2. Bir süre artıp eksilmeden eriştiği kemal
üzere duraklayıp kalış.
3. Bir süre sonra bulunduğu duraklama
mertebesinden yavaş yavaş iniş.
4. Daha sonra hızlı bir iniş ve batış.
5. Batıştan sonra bir süre izinin kalışı ve
sonra da belirsiz hale gelişi..
İnsan dahil bütün
canlıları ve bitkileri ele alacak olursak, her birinin bu beş mertebede bir
ömür sürdüğünü görürüz. Kademeli çıkış ve inişleri, sonra da belirsiz hale
gelmeleri bütün açıklığıyla hergün gözlerimizin önüne serilmektedir. Güneşin
her gün doğuş ve batışı ve bu ikisi arasındaki mertebeleri aşması ile insan
hayatı ve beş vakit namaz arasında bir bağlantı yok mudur? Güneşin doğuşu,
çocukluğu; gökkubbesi ortasına gelip ışınlarının artması, güçlü bir enerji
sergilemesi gençliği; duraklama devresi, gençliğin bir süre devamını; batıya
doğru yavaş yavaş meyletmesi, noksanlığın baş göstermesini; ikindiden sonra
sararıp belirgin ölçüde batmaya yüztutması, yaşlılığın son demlerini; ufukta
kaybolması, ölümü ve battıktan sonra bir süre ufukta izinin kalması ve bir
müddet sonra tamamen kaybolması, ölümden bir süre sonra unutulmayı anlatır. Beş
vakit namazla ömrümüz arasındaki çağrışımı tekrarlayıp durur.
Evet, bu öyle bir
düzendir ki şaşmayan kanunlarla hedefine doğru akıp gitmektedir; değiştirilmesi
ise mümkün değildir. Allah'tan başka bir gücün böyle bir düzeni kurmaya elbette
ki kuvvet ve kudreti yetmez. Çünkü canlıların kuvvet ve kudreti sınırlı ve
sonludur. Allah'ın kuvvet ve kudreti sonsuz ve sınırsızdır.
O halde insan ömrünün
beş devresini simgeliyen beş vakitte, O sonsuz ve sınırsız Kudretin emrine
uyarak namaz kılmamız; yüce yaratanın huzurunda mahviyet ve teslimiyet içinde
kulluk görevimizi yapmamız kadar tabii ne olabilir?
Kur'ân-ı Kerîm'de beş
vakit namaz böylesine yüksek ve derin anlamlı bir tasvirle şöyle açıklanmıştır:
«Akşamlarken,
sabahlarken Allah'ı teşbih edin (O'nun için namaz kı-iml Hamd (her türlü övgü)
göklerde de, yerde de O'na mahsustur, (ovul-rneğe ancak O lâyıktır). İkindi
vaktinde de öğleye girerken de (O'nu teşbih edin, namaz kılın).» [507]
Geçen âyetlerle
savaştan ve onunla ilgili hükümlerden bahsedildi. Sonra yanlışlıkla adam
öldürmenin ceza ve keffareti açıklandı. Kasden bir mü'mini öldürmenin büyük bir
cinayet, taşınması çok zor ağır bir veba! olduğu belirtildi. Sonra savaşlarda
korkulu anlarda insana umut ve cesaret veren korku namazının nasıl kılınacağı
konu edinildi. Aşağıdaki âyetlerle henüz İslâm'ın derin zevkini kalbine
yerleştiremiyenlerin savaşa kar-şı kayıtsız kaldıkları gibi, savaş dışında da
Peygamber (A.S.) Efendimizi yanıltmak için yalan ve bir takım düzenlere
başvurdukları belirtiliyor, Allah'ın indirdiği Kitap ve ondaki hükümler
doğrultusunda insanlar arasında hükrnedilmesi emrediliyor. Haksızlardan yana
eğilimde bulunulmaması, haksızın savunulmaması hususunda gereken uyarı
yapılıyor. [508]
105— Allah'ın sana gösterdiği ölçü ve anlamda,
insanlar arasında hükmedesin diye bu Kitab'ı hak olarak şüphesiz biz sana
indirdik. Artık hâinlerden yana savunucu olma!.
106— Ve
Allah'tan mağfiret (günahların
bağışlanmasını, temizlenmesini)
işte. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
107— Kendi kendilerine hıyanet eden (güveni kötüye
kullanan, nefs ve şeytan doğrultusunda hareket eden)lerderı yana çekişip
uğraşma. Şüphesiz ki Allah, hainlikte aşırı giden günahkârı sevmez.
108— İnsanlardan gizlerler de Allah'tan
gizlemezler; halbuki Allah'ın razı olmayacağı sözü geceleyin kurup düzerlerken,
O, onlarla beraberdir. Hem Allah onların yapageldiklerini (ilmiyle, kudretiyle)
kuşatmıştır.
109— İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya
hayatında onlardan yana çekişip uğraşırsınız, ya kıyamet günü Allah'a karşı kim
onlardan yana savunuculuk yapıp uğraşacak? Ya da kim onlara vekil olacak?
Henüz İslâm'a yeni
girmiş, Allah ve Peygamber sevgisini yeterince ruhuna ve vicdanına sindirememiş
Tu'me bin Ubeyrik adındaki bir adam, yaratılışı ve bulunduğu çevre itibariyle
kronik bir hırsızdı. Bir gün komşusu Katade bin Numan'ın evine girerek ona ait
bir zırhı calip içinde un bulunan bir dağarcığa yerleştirerek Zeyd bin Sem'an
adındaki yahudinin evine götürüp bırakmış; dağarcık yırtık olduğundan yolda
dökülen un dikkat çekecek şekilde iz bırakmıştı. Zırhın çalındığının farkına
varılmış ve Tu'me aranmıştı. Ne var ki, Tu'me haberi olmadığına yemin etmişti.
Unun bıraktığı izi takip edenler, sözü edilen yahudinin evine gidip zırhı
orada bulmuşlardı. Yahudi onu Tu'me'nin getirip
koyduğunu söylemiş ve
birkaç
vahudi de ondan yana
şahitlik etmişlerdi. Tu'me'nin mensubu bulunduğu Zafer Oğulları kabilesi, onu
temize çıkarmayı planlamışlardı. Durum Peygamber (A.S.) Efendimize intikal
edince, davacı ile davalıyı dinlemiş, Tu'me yemin etmiş, Zafer Oğullan onun
lehine tanıklıkta bulunmuşlardı. Bu durum karşısında Peygamber (A.S.) Efendimiz
Tu'me'den yana hüküm vermek istemiş, ancak çok geçmeden yukarıdaki âyetler
inmişti. [509]
«Haberiniz olsun ki,
ben de ancak bir insanım, (davalı ile davacıyı) dinlerim, ama sizden biriniz
delil ve hüccetini diğerinden daha güzel ve daha açık anlatabilir, ben de onun
lehine hüküm verebilirim. O halde kime bir müslümanın hakkını alıp verirsem, o
bir parça ateşten başkası değildir; isterse onu taşır, isterse terkeder.» [510]
«Aranızda, üzerime
vahiy inmeyen hususta ancak kendi re'yimle hükmederim.» [511]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz ilâhî vahye bağlı bir insandır. Allah'ın ona gösterdiği yoldan yürür,
sunduğu bilgi ile amel eder. Bu açıdan aldığı vahye dayanarak hem yasama, hem
yürütmeyle yükümlüdür. Kendi görüş ve arzusuna göre hüküm vermez. Kesin ölçüde
bildiği bir hakkın tersine yargıda bulunmaz. Belge ve deliller yanıltıcı
olabilir; o da bunların tesirinde kalarak haksızı haklı gösterebilir. Ama
böyle bir ortam doğunca Allah derhal dâvanın iç yüzünü, haksızın kim olduğunu
vahiy suretiyle bildirerek dış görünüşüyle haklı gibi anlaşılanın haksız
olduğunu Resulüne bildirirdi. Özellikle insan haklarıyla ilgili dâvalarda...
O halde Peygamber
(A.S.) Efendimiz içtihatta bulunup kıyasa kapı açma yetkisine sahip değil
miydi? Şüphesiz ki Peygamber (A.S.) vahye ve kitaba dayanarak hareket ederdi.
Ancak bir mesele hakkında ilâhî beyân bulunmadığı takdirde, Kur'ân'ın o
meseleye esas teşkil eden genel, ya da hitap yönüyle özel hüküm ve kurallarına
kıyas yapmak için içtihatta bulunma yetkisine sahipti.
«Bazı işler için
senden izin isterlerse, onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan
bağışlanma isteğinde bulun.» [512]
«Allah seni affetsin!
Doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve yalancılar bilininceye kadar neden
onlara izin verdin?» [513]
Mealindeki âyetler,
Peygarnber'in bazı konularda kendi re'yi ve içtihadıyla iş görme, yargıda
bulunma yetkisine sahip olduğunu göstermektedir.
«Allah'ın sana
gösterdiği ölçü ve anlamda, İnsanlar arasında hükme-desin diye bu Kitab'ı hak
olarak şüphesiz biz sana indirdik..» âyeti ise kıyas ve içtihada işaret
etmektedir. Nitekim İmam Kurtubî, «Allah'ın sana gösterdiği,.» cümlesini ya
vahiy ve nass ile, ya da vahyin genel ölçü ve kuralına uygun biçimde, bir
açıklık getirerek yorumda bulunmuş ve: «Bu, kıyasta bir asıl ve temeldir,»
demiştir. [514]
Ünlü Müfessir
Fahruddin Razî de bu konuya dokunarak şöyle bir yorumda bulunmuştur:
«Kıyas'ın bir hüccet
olduğu, delillerle sabit olmuştur. O halde kıyas ile amel etmek, hakikatte nass
(Kitap ve Sünnet'in acık ve kesin emri) ile amel etmektir. Ölçü bu olunca,
yukarıdaki âyeti şöyle yorumlayıp takdir edebiliriz; Allah bir bakıma Peygamberine
şöyle buyuruyor:
«Hakkında susulup
hüküm verilmiyen mesele, hakkında nass bulunan meselenin hükmü gibidir,
şeklinde sende kuvvetli zan meydana gelirse, bilmiş ol ki, sana olan teklifim,
kuvvetli zannına göre amel etmendir.»
O halde kıyas ile amel,
nassın kendisiyle amel etmektir.» [515]
Kur'ân ilgili âyetle,
hüküm verme hususunda Peygamberin (A.S.) nasıl bir yol takip edeceğini
belirttikten sonra, davalı ya da davacının savunmasını kendi üzerine alan vekillerin,
haklı olduğunu tesbit edip gerçeği öğrenmedikçe böyle bir yola girmemelerine
işaret edilerek gereken uyarıyı yapıyor.
Çünkü vekil, davacı ya
da davalının savunması teklifiyle karşılaşınca, önce delilleri, belgeleri
toplayıp gözden geçirmeli, müvekkilinin haksız olduğuna bilgi veya kuvvetli zan
edindikten sonra onun savunmasını kendi üzerine almamalıdır. Çünkü aksine bir
tutum haksızı haklı yerine sokabilir, böylece insan hakları zayi edilir,
adalet yerini bulmamış olur. Böyle bir sonucun vebalı taşınmıyacak kadar ağırdır.
Şevkanî
Fethü'i-Kadîr'de sözü edilen âyetin yorumunu yaparken diyor ki: «Haklı
olduğunu bilmedikçe bir kişiyi savunmak, ondan yana olmak, hiç kimse için caiz
değildir.» Âyette buna işaret ve delâlet vardır.
107. Âyetle kendi
nefslerine hıyanet edip güveni kötüye kullanandan yana olmayı yasaklarken,
aksine bir yol tutanlar için nasıl elim bir sonuç hazırlandığı 109. âyetle
şöyle açıklanıyor:
«İşte siz öyle
kimselersiniz ki, dünya hayatında onlardan yana çekişip uğraşırsınız, ya
kıyamet günü Allah'a karşı kim onlardan yana savunuculuk yapacak? Ya da kim
onlara vekil olacak?» [516]
İniş sebebinde
belirtildiği gibi, dış görünüşüyle Müslüman sayılan, aynı zamanda hırsızlıkla
suçlanan Tu'me'yi temize çıkarmak için bağlı bulunduğu kabilenin ileri
gelenlerinden bir cemaatin harekete geçmesi, asıl suçlu ortada dururken onu bir
Yahudiye yükliyerek, Tu'me'yi Peygamber huzurunda savunmaları, aynı zamanda
bunların hepsinin de zahiren Müslüman bulunması. Peygamber (A.S.) Efendimizi
Tu'me'den yana bir hüküm vermeye itiyordu. Halbuki Yahudi suçsuz, Tu'me ise
suçlu idi. Bu da Kur'ân'ın ve İslâm'ın insanlıktan yana sunduğu adalet ve
hakkaniyeti zedeler ölçüdeydi. Gerçi Peygamber (A.S.) Efendimiz mevcut delilleri
değerlendirerek bir hüküm vermek istiyor, ama acele de etmiyordu. Ne var ki
toplanan deliller hakikati yansıtmaya yeterli değildi; daha detaylı bir
araştırma ve belge toplama gerekiyordu. Herşeyin iç yüzünü çok daha iyi bilen
Allah, dava hakkında Peygamberde (A.S.) meydana gelen kuvvetli zannın isabetli
olmadığını açıklar mahiyette âyet indirdi ve suçlunun kim olduğunu açıkladı.
İşte Kur'ân buna
işaretle diyor ki:
«(Hem kendi adına, hem
de kendi adamları suçlu olduğu halde onu temize çıkarmak isteyenler adına)
Allah'tan mağfiret dile.» [517]
Yukarıdaki âyetlerle
hak olarak indirilen kitap uyarınca insanlar arasında hükmedilmesi emredildi.
Haksız ve suçlu müslüman, haklı ve suçsuz kimse yahudi ya da müşrik olsa, yine
de hak ve adaletten ayrılınmaması hatırlatıldı. Bu tür yanlış bir yola başvuran
Müslümanlar hakkında istiğfarda bulunulması önerildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
günah ve kusurdan sonra pişmanlık duyup tev-be ve istiğfar eden kimselerin
Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulacakları müjdeleniyor. [518]
110— Kim bir kötülük işler veya kendine
haksızlıkta bulunur, sonra da Allah'a yönelip istiğfar ederse, Allah'ı çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.
111— Kim de bir günah kazanırsa, herhalde onu kendi
aleyhine kazanmış olur. Allah (her şeyi lâyıkıyla) bilendir, hikmet sahibidir.
112— Kim de bir hatâ veya bir günah kazanır da
sonra onu bir günahsızın üzerine atarsa, şüphesiz ki o, çok çirkin bir iftira
ve açık bir günah ve vebal yüklenmiştir.
Hırsızlık yapan Tu'me
ve onu haksız yeresavunanların ve bu doğrultuda olanların işledikleri günah,
yüklendikleri vebaldan pişmanlık duyup Allah'a yönelerek tevbe ve istiğfarda
bulunmalarını tahrik ve teşvik etmek ve tevbe kapısının her zaman açık
bulunduğunu, Allah'ın da çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu
hatırlatmak için yukarıdaki âyetler inmiştir. [519]
«Şüphesiz ki, Allah
gündüzleyin kötülük ve günah işleyenin tevbe etmesi için geceleyin (mağfiret
ve tevbeyi kabul) elini açar; geceleyin kötülük ve günah işleyenin tevbe
etmesi için gündüzleyin elini açar; bu hal güneş batıdan doğuncaya kadar
(kıyamet kopuncaya dek) devam eder.» [520]
«Kim güneş batıdan
doğmadan önce tevbe ederse, Allah onun tev-besini kabul eder.» [521]
«Müslümanın her şeyi;
Kanı, ırzı, namusu, şerefi ve malı diğer Müs-lümana haramdır.» [522]
«Faizin en katmerlisi,
haksız yere Müslümanın ırz, namus ve şerefine dil uzatmaktır.» [523]
{Kîm bir tülük işler
veya kendine haksızlıkta bulunur, sonra da Allah'a yönelip istiğfar ederse,
Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.»
Bir şeyin helâl, ya da
haram kılınması nasıl bize nisbetle değer ve hüküm taşıyorsa, bir sözün veya
davranışın günah ve sevap sayılması da böyledir.
O halde insanın günah
işlemesinden, haklara tecavüz etmesinden doğan kötülük, zarar ve vebal kendi
aleyhinedir, ne var ki bunun bir ucu da topluma yöneliktir. Allah ise
kullarının günah işlemesine, kötülük yapmasına razı değildir. Bunun için
cidden gönülden pişmanlık duyup dönüş yapan, bağışlanmasını dileyen kimse
herhalde Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur. İnanan bir kimse
için bundan daha büyük umut ve mutluluk düşünülebilir mi?
Böyle bir umut
kapısına yaklaşmak istemiyen, bilakis kendini nefsinin sınırsız ve ölçüsüz
istek ve arzularına terkedip hayat dizginini madde ve şehvetten yana
çevirenler, unutmasınlar ki, hiçbir günah ve kötülüğün sonunda saadet
güneşinin aydınlatıcı nîmeti yoktur. Hayat kanunlarına ters düşen her söz ve
davranış hiçbir zaman sahibinin yüzünü gül-dürmemiştir. Güldürse bile geçici ve
sahtedir. Çünkü Allah her şeyi lâyıkıyla bilen ve her şeyi hikmetle
yürütendir. İşlenen her günah sahibinin aleyhinedir. Başkasına iftira atanlar
ise, büyük bir günah ve taşınması güc bir vebal yüklenmiş, peşlerine korkunç
bir kâbus takmışlardır. [524]
«Kim de bir hatâ veya bir günah kazanır da
sonra onu bir günahsızın üzerine atarsa......»
1. Başkasına zarar verecek anlamda günah ve
kötülükte bulunan..
2. Kendi nefsine haksızlıkta bulunup yazık
eden..
3. Bir yarar sağlamak veya kendi ölçülerine'göre
bir zararı geri çevirmek için günah işleyen..
4. İşlediği bir günah veya kusuru başkasının
üzerine atıp kendini temize çıkaran..
Konumuzla ilgili
âyette, günahın bu dört farklı kademesiyle, ferdin toplumla olan ilgisinin
ölçüsünü, kişinin kendi nefsiyle ilgisini, kişisel yarar ve zararıyla olan
bağlantısını yansıtan müstesna bir anlatıma yer verilmiştir. Öyle ki, toplum
yapısında ferdin yerini ve toplumdan yana davranışlarının ölçüsünü belirtmede
çok kısa fakat duyarlı bir ifade kullanılmıştır. Böylece Kur'ân'da ferdin
ruhunu ve vicdanını karartan günah ve kötülüğün tesir alanına dikkatler
çekiliyor. Fertlerin günlük hayatı manevî değerler doğrultusunda disipline edilmediği
takdirdehem ferdin iç yapısında, hem toplumla olan bağlantısında bir takım
dengesizliklerin ortaya çıkacağına işaret ediliyor.
Şahsî çıkarlarını ön
plâna alıp ilâhî sınırları aşan fertlerin, toplumun zararına yaşayacağını kim
inkâr edebilir? Allah böylelerinin dinî eğitimin
öze! havasına
sokulmasını murat etmekte, bunun için bağışlama ve temizleme kapılarını açık
tutmaktadır. Önemli olan insanla Yaratanı arasında böylesine bir bağın
mevcudiyetini dimağlara işlemek, ruhları bu inançla cilâlamaktır. [525]
Yukarıdaki âyetlerle
gerek kendine yazık edenlerin, gerekse işlediği günahı başkası üzerine atarak
toplumu rahatsız etme cesaretini kendinde bulanların, dönüş yapıp Allah'a
yöneldikleri, tevbe ve istiğfarla ruhlarını kaplayan kirlerden temizlenmeyi
diledikleri takdirde Allah'ı bağışlayıcı olarak bulacakları bildirildi.
Aşağıdaki âyetle,
yalancı şahitlerin Peygamber'i (A.S.) vereceği hükümde yanıltmaya güçlerinin
yetmiyeceği, Allah'ın ona sunduğu üstünlük, artıklık ve günahlardan
korunmuşlukla suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan ayırt edebileceği; aynı
zamanda elinde Kitap, kalbinde ve dimağında hikmet nurlarıyla olayların iç
yüzünü görebilecek yetenekte olduğu açıklanıyor.
lar, sana hiç bir
zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirdi; sana bilmediğini
öğretti; Allah'ın (bu bakımdan da) sana olan fazi u keremi çok büyüktür. [526]
Kendi kavimlerinden
olan Tu'me'yi haksız yere savunarak temize çıkarmak isteyen tayfanın,
Peygamber (A.S.) Efendimizi, vereceği hükümde şaşırtma plânlarının müsbet
sonuç vermiyeceğini açıklar anlamda inmiş ve bu hususta Müslümanlar yeterince
uyarılmıştır. [527]
Hak her zaman yücedir.
Ne hatır, ne gönül tanır; o bizatihi azizdir; dostun, yakının ve öz evlâdın çok
üstünde yeri ve değeri vardır. Tu'me'nin bağlı bulunduğu tayfa, onun kronik bir
hırsız olduğunu bildikleri halde yanlış bir yol tutmuş, adam kayırmayı dinî
inanç ve vicdanlarının üstüne çıkarıp, Hazret-i Peygamberi (A.S,) vereceği
hükümde yanıltmak istemişlerdi. Aslında bu tür düşünce ve davranışlarıyla
kendileri hakkın fazilet yolundan sapmış, İslâm'ın yüce amacından
uzaklaşmışlardı.
Resûlüllah (A.S.J
Efendimize gelince. O, birçok faziletlerle birlikte iki büyük lütuf ve inayete
de mazhar olmuştu: Hakkı, adaleti ve eşitliği en hassas ölçülerle yansıtan
Allah Kitab'ı ve Ondaki ilâhî muradı anlayıp kavrayacak bilgi ve yetenek. Artık
Onun için haktan sapma söz konusu olabilir mi?
[528]
«Allah'ın sana, senden
yana sunduğu fazilet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir tayfa seni bile
şaşırtmayı planlamışlardı.»
Fazîlet, az insanda
bulunan hüner ve yetenek, başkasına nisbetle bir artıkiık ve yüceliktir. Değer
ve bilgiyi de buna ekleyebiliriz. Peygamberlik payesi, madde ötesinden haber
alma; ona göre yaşama; geleceği nübüvvet gözüyle tarama, olayların iç yüzünü
bilme düzeyinde yeteneklerin en üstünü, artıkiık ve yüceliğin -bir fani için-
en yücesidir.
Bu düzeyde bulunan
İnsan-i Kâmili, Nebi-yi Ekmel'i, dinî hükümlerde, adaletin parlak ışınlarını
yansıtmada, hakkı ayakta tutmada yanıltmak veya şaşırtmak mümkün müdür? Aynı
zamanda günahlardan korunulmuşluk, hüküm vermede haktan sapmamazlık, adalet
dağıtımında haklıdan yana olmaklık İnsan-i Kâmil'in, Nebi-yi Ekmel'in değişmiyen
vasıflarından bir kısımdır. [529]
«Allah sana kitabı ve
hikmeti indirdi; sana bilmediğini öğretti...»
Ayette geçen HİKMET .
bu konuda; sağlam bilgi, ileriyi görme, her şeyi lâyık olduğu ölçü ve anlamda
tutma, ilâhî muradı anlama, Kur'ân esrarına vakıf olma, olayları isabetle
değerlendirme, tesir altında kalmaksızın, duygusal davranmaksızın Kitab'ın
nassına göre hüküm verme, dinin amaç ve hedefini koruma, insanı yaratılışındaki
özelliğiyle ele alıp eğitme, fıtratına, ruhî yüceliğine uygun düzeyde ömür
sermayesini değerlendirme şuurunu enjekte etme, sosyal yapıyı yine insan
fıtratına göre düzenleyip sağlam temellere oturtma gibi mânaları taşımaktadır.
Hikmet'i, belirtilen
anlam doğrultusunda tanımlarken, adaletsizlikte bulunmaktan, yanlış, ya da
hissî hüküm vermekten, günah ve vebal işlemekten korunulmuşlukla birleştirince
en mükemmel ölçüsünü bulur. Bu hal Resûlüllah (A.S.) Efendimizde son derece belirgin idi[530]
«Allah'ın (bu bakımdan
da) sana olan fazlü keremi çok büyüktür.»
Hakiki imânı ve ilâhî
beyanı, fizik ötesini, âhiret âleminin anlam ve safhalarını bilmezken, ilâhî
hükümlerle amel etmeyi anlamazken ledün-nî esrardan habersiz iken, olayların iç
yüzüne tam anlamıyla nüfuz edemezken, Allah bunların hepsini Resulüne
bildirdi. O halde artık Onun cad-de-i haktan sapması, yanıltılması,
şaşırtılması, yanlış hüküm vermesi söz konusu değildir. Olayların, ilgili belge
ve delillerin dış görünüşü hükümde yanılmaya eğilim hissi doğurunca Ledün
âleminden gelen ses bu eğilimi hakka yöneltirdi. Böylece Allah'ın, son
Peygamberine fazl-u inayeti, rahmet ve atıfeti çok yönlü ve çok büyük
olmuştur; idrakimizin üstünde, kavrayışımızın ötesinde bir anlam taşır. [531]
Geçen âyetlerle
Peygamber (A.S.) Efendimizi vereceği hükümde yanıltmak isteyen ve bunun için
geceleri gizli toplantılar düzenliyenlerden bahsedildi. Allah Resulünün Kitap
ve Hikmet gibi iki yüksek inayete maz-har kılındığına dikkatler çekilerek
haktan sapmanın, hükümde yanılmanın söz konusu olmayacağı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu tür gizli toplantılarda, fısıldaşmalarda hayır bulunmadığı hatırlatılıyor.
Ülke, din ve millet yararına olan gizli toplantıların bir kısmı işaretle, bir
kısmı açık ifadeyle istisna ediliyor ve bunların da Allah rızası gözetilerek
yapılması telkinle, asıl amaca erişmenin yol ve metodu belirtiliyor. Sonra da
Peygambere muhalefet ve düşmanlık edenlerin ciddi bir eğitim görmediklerine
parmak basılarak bir milletin insan ruhuyla uyum sağlayan eğitim sistemini
geliştirmediği takdirde bulundukları yanlış yol üzerinde bırakılacakları çok
duyarlı biçimde açıklanıyor. [532]
114— Onların
toplanıp gizli görüşme yaparak
fısıldaşmalarının çoğunda hayır
yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi, (din ve sağduyu çerçeve-«Sana kızıl tüylü
develerden daha feyizli ve bereketli bir ticaret yolunu göstereyim mi?
İnsanlar sürtüşüp bozuştuklarında aralarını düzeltmeye çalış; birbirlerinden
ayrılıp uzaklaştıklarında onları birbirine yaklaştır..» [533]
«Onların toplanıp
gizli görüşme ya-parak fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur.»
Gizli toplantılar ve
birkaç- kişinin bir araya gelip fısıldaşması genellikle yeriliyor. Ancak bazı
konularda buna büyük ihtiyaç duyulduğunu unutmamak gerek :
a) Devlet adamlarının ülke sorunları ile ilgili
toplantıları ve aldıkları kararları -duyulmasında -sakınca görülüyorsa-
gizliliğe riayet ederek yapılabilir.
b) İç ve dış tehlikelere karşı daha uyanık
bulunmak ve izlenecek yolun, uygulanacak stratejinin tesbiti, başvurulacak
tedbir ve taktiğin belirlenmesi hususunda gizli toplantı ve görüşmeler
tertiplenebilir.
c) Ülke
yararına ekonomik alanda kararlar alınırken, bilimsel araştırmalar yapılırken,
önemli buluşlar hususunda ip uçları elde edilirken gizliliğe riâyet
edilebilir.
d) Bir
hastayı ameliyat etmek ve gereken önlemleri almak için tabiplerin kendi
aralarında toplanıp gizli bir karar almaları da bu cümledendir.
İşte bu ve benzeri
toplantılarda elbette ki hayır vardır. İlgili âyetle, gizli görüşmelerin
çoğunda hayır yoktur, denilirken bu gibi önemli, ülke ve halk yararına yapılan
toplantılarda gizliliğe riâyet edilmesinde hayır bulunduğuna işaret
edilmektedir.
Bu ve benzeri gizli
toplantı ve fısıldaşmalar dışındaki görüşme ve fı-sıldaşmaların çoğunda hayır
yoktur. Çünkü insan karakteri veya onun psikolojik yapısı, çevrenin
görebileceği, ya da işitebileceği bir ortamda hep iyilik ve hayırdan yana
görünme gayretindedir. Birbirine yakın karakterde olanlar ise, başbaşa kalınca
içlerinde biriken kötülükleri usta bir dille fısıldamaya çalışırlar.
Kur'ân'da yukarıda
işaret yollu yapılan istisnalarla beraber, bir de bütün iyilik ve hayırları
kendinde toplayan üç konuda gizli toplantı yapılmasında, gizliliğe riayet
edilmesinde hayır bulunduğu açık bir istisna ile sergileniyor:
1. Yardımlaşma ve dayanışmayı, sosyal adalet ve
dengeyi sağlamada tesiri açıkça görülen zekât, sadaka ve benzeri yardımları
gizli yapmak çok daha uygundur. Gösterişe yer verilerek dağıtıldığında fakir ve
muhtaçları rencide edebilir, onurlarını kırabilir.
2. İyilikle emretmek, yararlı direktifler vermek
daha çok âmirle memur arasında cereyan eden çok önemli bir husustur ki,
gizliliğe dikkatte yarar vardır. Halk arasında bir âmirin çevresindeki
memurlara emirler vermesi, otoritenin ciddiyetsizliğini gösterir, memurun
infialine sebep olabilir. Bunun için emir ve direktiflerin gizli verilmesi,
memura değer verildiğini ifade eder. Bu da onu onore etmek anlamına gelir.
3. Toplum ve aile yapısında meydana gelen kırgınlıkları,
sürtüşme ve tartışmaları gidermek için taraflarla yapılan görüşmeleri tam bir
gizlilik içinde sürdürmek gerekir. Aksi halde taraflardan birinin
barışmak İstemediği veya ileri geri konuştuğu etrafa yayılır da kaş
yaparken göz çıkarılmış olur. Bu tutum kırgınlık ve sürtüşmeyi büsbütün
artırabilir.
Kur'ân'da bu tür
fısıldaşma ve gizli toplantılar yapmada hayır bulunduğu istisnaî bir anlam ve
ölçüde belirtilirken sebeplerini günlük yaşantımızda, cereyan edegelen
olaylarda aramamız öneriliyor.
Böylece âyette biri
işarı, diğeri açık olmak üzere iki ayrı istisnaya yer veriliyor. [534]
>
SADAKA-MA'RUF-ISLÂH-l BEYN:
Zenginle fakir
arasındaki açıklık, ya da uçurumu kapamak, sosyal dengeyi sağlamak, yararlı
olanı emretmek, zararlı olanı men'etmek, âmirle memur arasındaki otoriteyi
sevgi ve saygı doğrultusunda sürdürmek, halk arasındaki dargınlık, sürtüşme,
haysiyet kırıcı tartışmayı düzeltmek ve bunlar için yeterince tedbirler
düşünmek, ülkenin mutlak anlamda hayrına yönelik hizmetlerdir. Kur'ân bu kadar
önemli ve bütün bir milletin se-lâmetiyle ilgili üç yönlü düşünce ve tedbirin
ana felsefesini üç tabirde toplayıp özetlemiş; açıklamasını ise, bizim
irfanımıza bırakırken bütün bunları Allah'ın hoşnudluğuna erişmek için -şahsî
çıkardan uzak bir inanç havası içinde- yapmamızı tavsiye etmiştir.
Müfessir Fahruddin
Razî bu âyeti tefsir ederken murad-i İlâhî'yi şöyle yansıtmaya çalışmıştır:
«Neden istisna olarak
Allah sadeee bu üç tabiri seçip sergilemiştir? Çünkü hayırlı iş, ya yarar
sağlamaya, ya da zararı geri çevirmeye yöneliktir. Bu hayır, ya bedenle
ilgilidir, muhtaea yardım etmek gibi, ya da ruhla ilgilidir ki bu, teorik gücü
ilimlerle tamamlamak veya pratik gücü iyi davranışlarla kemâle erdirmektir.
Bunun da tamamı iyilikle emretmekten ibarettir veya zararı gidermekle
ilgilidir; arayı düzeltmek gibi. İşte bütün hayırlar bu üç kelimenin
kapsamında toplanmıştır, diyebiliriz.» [535]
«Kendine doğru yol
açıkça belli olduktan sonra Peygamber'e düşmanlık edip uymayan......»
İnsanlara doğru yolu
göstermek üzere görevlendirilip gönderilen Peygamber, mutlak anlamda hayrı,
iyiliği, mutluluk ve esenliği telkin eder; beşer ruhuna, ondaki fıtrî yüceliğe
ve sadeliğe ters düşen fenalığı, tuğyan ve isyanı, sınırsız hürriyeti, başıboş
şehveti, dünyaya karşı doymazlığı belli ölçü ve sınırda durdurmaya çalışır.
Tek kelimeyle Peygamber, insana yaratılışındaki asalet, azizlik, yücelik ve
mükemmelliğe eşdeğerdeki şeyleri yapmasını, uymayan şeylerden kaçınmasını
öğretir.
Karşıt güçlerin tesiri
altında bütün bir ömür süresince mücadele vermek zorunda bırakılan ve esasen
yaratılışının gereği olarak ister istemez böyle bir ortamda yaşayan insan,
eiddi bir eğitim süzgecinden geçirilmediği, ruhundaki yüceliğe orantılı bir
tahsil görmediği takdirde karşıt güçlerden nefs ve şeytanın doğrultusunda mide
ve şehvet kaygısına düşer, bütün himmet ve enerjisini bu yolda harcamaya
koyulur. İnsan artık böyle bir düzeye ayak basınca. Peygamberin sunduğu her şey
ona ters, sıkıcı ve acı gelir; nefret duygusu her geçen gün biraz daha kabanr
ve sonunda tam bir peygamber düşmanlığına dönüşür.
Cenâb-ı Hak, fertleri
ve toplumu, ruhlarının ve yaratılışlarındaki yüceliklerinin doğrultusunda
eğitmeyen veya eğitemiyen; yaratanla yaratılan arasındaki pürüzleri
kaldıramıyan milletleri, toplum ve aileleri tuttukları hatalı ve tehlikeli
yolda kendi hallerine bırakır. Böylece her millet, ya da aile kendi dünyasını
ve geleceklerini kendi anlayış, inanç ve tutum larıyla hazırlamış olurlar.
Böylesine uyumsuz ve
dengesiz bir yolda yürüme hiçbir milleti ve aileyi saadet burcuna
yükseltmemiştir. Geçici saadet varsa, aldatıcı ve sahtedir. [536]
N e c v a :
a) İki kişi arasındaki sır,
b) İki kişi arasındaki
fısıldaşma,
c) Gizli ve maksatlı toplantı,
d) Tedbirde gizlilik,
e) Bir
topluluğun kendi tedbirinde başkasından aynıması, gibi anlamlarda kullanılır.
Şikak - Müşakat veya
musakka :
a) Düşmanlık,
b) Her birilerinin düşünce bakımından ayrı bir şıkta
bulunması,
c) Her birilerinin işlediği fiilin diğerine meşakkat
vermesi gibi anlamlara gelir. [537]
Yukarıdaki âyetlerle,
doğru yol belli olduktan sonra şahsî çıkarlarını ön plâna alıp Peygambere
muhalefet eden, müminlerin yolundan ayrılan kimselerin kendi hallerine
terkedileceği ve sonunda kapatılması mümkün olmayan bir hüsranla noktalanacağı
açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
ancak Allah'a ortak koştuğu halde ölenlerin ba-ğışlanmıyacağı hatırlatılıyor.
Putlara, kadınlara, tanrıçalara tapan ve böylece şeytanın dümenine uyanların
varacağı ebedî mutsuzluk yurdundan söz ediliyor ve gereken uyarı yapılıyor. [538]
116— Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günah ve
kusurları) dilediği kimse için bağışlar. Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa,
şüphesiz ki o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.
117— Allah'ı bırakır da yalnız dişilere taparlar
ve onlar böylece inatçı azgın şeytandan başkasına tapmazlar.
118-119—
Allah onu lanetledi. O da : «And olsun kî, senin kullarından belirli bir pay
edineceğim; elbette onları saptıracağım, herhalde onları kuruntularla
oyalıyacağım; elbette onlara emredeceğim hayvanların kulaklarını yaracaklar ve
yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler» dedi. Artık kim
Allah'ı bırakır da şeytanı dost ve arkadaş edinirse, gerçekten o, açık bir
ziyana uğramıştır.
120— Şeytan onlara va'dde bulunur, onları
kuruntulara düşürür. Şeytan onlara ancak kuru ve boş aldanma va'deder.
121— İşte onların eyleşecekleri yer Cehennem'dir;
oradan bir çıkış yolu da bulamıyacaklardır.
Kronik hırsız Tu'me
bin Ubeyrik, suçlu olduğu ortaya çıkınca, İslâm'ı bırakıp küfre döndü ve
Mekke'nin yolunu tuttu. Sonunda müşrik (Allah'a ortak koşucu) olarak öldü. Bu
sebeple 116. âyet indi. Tevbe etmeden küfür üzere ölenlerin bağışlanmıyacağı
belirtildi.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, bu âyet bedevilerden yaşlı bir zat hakkında inmiştir. Şöyle ki : O yaşlı
bedevi. Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, «Ya Resûlellah! günahlara dalmış
bir yaşlıyım, ne var ki Allah'ı bildim bileli O'na ortak koşmadım, O'ndan başka
dost edinmedim; günahlara da, Allah'a karşı cüretimden dolayı girmedim. Her
halimle pişmanım, tevbe-kârım. Allah katında halim nice olacak bilemiyorum?»
dedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [539]
«Her doğan çocuk
(İslâm) fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya Yahudileştirir, ya
Hıristiyanlaştırır ya da Mecusîleştirir (ateşperest yapar).» [540]
Hz. Ali (R.A.) diyor
ki :
«Kur'ân'da hiçbir âyet
bu âyetten bana daha çok sevimli değildir.»[541]
Kudsî Hadîste buyuruluyor kî:
«Şüphesiz ki ben,
kullarımın hepsini Hakk'a yönelik olarak yarattım.
Ne var ki, şeytanlar
gelip (bu fıtri eğilimi) küçümseyip onları dinlerinden saptırdılar. Bu sebeple
bizim onlara helâl kıldığımızı haram saydılar; hakkında hiçbir acık belge
indirmediğim halde bana ortak koşmalarını emrettiler ve benim yarattığımı
değiştirmelerini de durmadan kafalara işlediler.)[542]
Ebû Ahvas, babasının
şöyle dediğini nakletmiştir:
«Betim-benzim iyice
sararıp değişmiş bir halde Peygamber'e (A.S.) geldim; üstüm başım da iyice
perişandı. Peygamber (A.S.) bu halimi görünce aramızda şu konuşma geçti :
— Malın var mı?
— Evet...
— Ne gibi
malın var?
— Her cinsten : At, deve, koyun, köle ve
benzeri şeyler... Bunun üzerine Allah Resulü :
— Allah sana bir mal verdiğinde onun eseri
senin üzerinde görülmeli değil midir?!
Buyurdu ve devamla
dedi ki:
— Bağlı bulunduğun kavme ait deve.ler kulağı
sağlam yavru doğuruyor da sen ustura ile onların kulaklarını yararak «Bu
bahiredir ».derisini yararak, «Bu sürm =
kulağı kesiktir» diyor ve onları kendine ve çoluk çocuğuna haram kılıyorsun,
değil mi?
— Evet, dedim. Buyurdu ki:
— Allah'ın sana verdiği her şey helâldir.
Allah'ın usturası senin usturandan daha keskindir. Allah'ın kolu senin kolundan
daha güçlüdür.
Sonra Peygamber'e
(A.S.) şunu sordum :
— Ya Resûlellah! bir adama misafir olarak
indim, beni ağırlamadı. O bana misafir olarak inince ben onu ağırhyayım mı,
yoksa onun yaptığı gibi mi yapayım?
— Onu ağırla,.
Diye cevap verdi.» [543]
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, yüze vurmayı, yüze sıcak bir cisimle dokunup şekillendirmeyi men'etti.» [544]
«Allah, döğme
yapanları, yaptıranları, kıllarım yolup (kaş ve kirpiklerini değiştirenleri),
dişlerini güzellik için inceltip aralarını açanları ve Allah'ın yarattığım
değiştirenleri lânetlemiştir.» [545]
«Takma saç (peruka)
takana ve taktırana, döğme yapana ve yaptırana Allah lanet etmiştir.» [546]
«Şüphesiz ki Allah
kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günah ve kusurları)
dilediği kimse için bağışlar.»
İlgili âyette temel
inançlardan önemli bir meseleye dokunularak açıklık getiriliyor. İslâm'ı din
olarak seçtikten sonra dünyevî çıkarlar veya benzeri sebeplerden dolayı küfre
dönüp tevbe etmeden ölenlerin kesinlikle bağışlanmıyacağı belirtiliyor. Küfre
girdikten sonra pişmanlık duyup tekrar İslâm'a dönerek tevbe ve istiğfar eden
kimsenin bu dönüş ve tevbe-sini Allah'ın bağışlaması umulur. Müslüman (Tevhîd
ehli) bulunduğu halde Allah'a ortak koşmanın dışında bazı günahları işleyip
tevbe etmeden ölen mü'minlerden ise, Allah dilediğini bağışlar. [547]
«Allah'ı bırakıp
yalnız dişilere tapar-lar.,..»
Kur'ân'da «DİŞİLERE
TAPARLAR» deyimi hem çok yönlü, hem cok anlamlıdır. Klasik tefsircilerimiz
bunun birkaç veçhesi bulunduğunu belirtmişlerdir :
a) Tapındıkları putlara kelime olarak dişilik
ifade eden LÂT - UZZÂ -MENÂT gibi adlar takmışlar ve bu nedenle de her
kabilenin putu için «Falan Kabilenin Tanrıçası» demişlerdir. Çünkü LÂT- LÂH'ın;
UZZÂ- AZİZ'in dişilik ifade eden Kipidir.
b) O günkü Araplar canlı olmayan hemen her şeye
veya çoğuna dişi tabirini uygun görmüş ve kelimeleri daha çok o ölçüde
kullanmışlardır. Taştan, ağaçtan, topraktan yapılan cansız putlara da bu
manayla «dişiler» diye genei anlamda bir isim takmışlardır. Çünkü onlara göre,
kadın derece ve seviye bakımından erkeklerden aşağıdır. Cansız cisimler de
canlılardan aşağıdır. Bu kıyasla cansız putlara «dişiler» denilmiştir.
c) Birçok kabileler meleklerin varlığına inanır,
onları Allah'ın kızları diye
vasıflandırırlardı. Bu manayla tapındıkları melekler hakkında «dişiler» tabiri
kullanılmıştır.
Kur'ân bütün bunların
inatçı azgın şeytanlara tapınmak gibi anlamsız ve boş şeyler olduğunu,
insanlardaki o fıtrat cevherine, ruhundaki asalet ve yüceliğe ters düştüğünü
belirtiyor.
«Dişilere tapanlar»
tabirini günümüzde gelişen ve uygarlık adı altında kendini tanıtan sosyal
hayata çevirdiğimizde, putperestliğin değişik şekli ve eğilimini görürüz.
Feministlerin bağlı bulundukları inanç ve düşüncelerinde aşırı gitmeleri,
kadınları ilâhlaştınrçasına şımartmış ve bu akımın tesirinde kalanlar Allah'ı
bırakıp kadınlara taparcasına bağlanmışlardır; öyle ki kadın onların her şeyi
ve en aziz varlıkları durumuna gelmiş, ama ne yazık ki, iş bununla kalmamış,
onu hayat kanununun dışına çıkararak hem annelik ruhunu öldürmüşler, hem etini
teşhir ederek onu birçok konularda reklâm âleti yapmışlardır.
İşte Kur'ân bir bakıma
bu akıma karşı Müslümanları uyarmakta, kadını erkeğe, erkeği de kadına
benzetmeye çalışanları çok sert ve duyarlı bir anlatımla kınamaktadır.
Ayrıca gelip geçen
milletlerin ve medeniyetlerin kendi inançları doğrultusunda taştan, topraktan
ve mermerden güneş tanrıçası, yağmur ve bereket tanrıçası, aşk tanrıçası gibi bir
takım kadın heykelleri yaparak Allah'ı bırakıp onlara tapındıkları da yapılan
arkeolojik araştırmalarla ortaya çıkmıştır.
Kilise ve benzeri
mâbedlerin duvar ve tavanlarına Meryam Ana'nın ve kadın şeklinde kanatlı
meleklerin resimlerinin işlenmesi de kadın şeklindeki çişim ve resimlere
dolaylı yoldan tapınma anlamı taşıdığı bilinmektedir.
Kur'ân ibâdet adına
bu tür heykel ve resimlere tapınmanın Allah'a ortak koşmak hükmünü taşıdığını, bu
anlamla belirtilen hususların boş şeyler, şeytanın aldatıcı oyunları
bulunduğunu açıklamakta, ibâdetin ancak Allah'a yapıldığı takdirde insan
ruhunun yüçeliğiyle uyum sağlayabileceğine ve maddeyle mâna, dünya ile âhiret
arasında denge unsuru olabileceğine işaret etmektedir leğbileceğine işaret
etmektedir. [548]
Allah onu lanetledi, o
da : «Andolsun ki, senin kullarından belirli bir pay edineceğim; elbette onları
saptıracağım, herhalde onları kuruntularla oyalıyacağım...»
«Adem'e secde edin!»
buyruğuna uymadığından ilâhî huzur ve rahmetten kovulan, lanetlenen şeytan,
Kur'ân'da birkaç yerde açıklandığına göre dumansız yalın bir ateşten, yani
ışından yaratıldığı anlaşılıyor. Ayrı nitelikteki dört ayrı ruhun var
kılındığını biliyoruz; bunlardan melekî ruhun nura girmesiyle melek meydana gelmiş;
insanî ruh çamura girince insan oluşmuş; hayvanî ruh toprağa geçince hayvanlar
var olmuş; şeytanî ruh ışınlara girince çin ve şeytanlar vücut bulmuştur.
Radyoaktif cisimlerden
yayılan ışınlar, X ışınları, katot ve kanal ışınları gibi çok değişik kaynaklı
ışınların bulunduğunu da biliyoruz, ama farklı da olsa temelde aynı şeyi ifade
etmektedir. Buna bir örnek verelim: X ışınları demeti saydam olmayan bir cisimden
de rahatlıkla geçer. [549]
İşte şeytan ve cinlerin her yere girip çıkmalarındaki özellik ve sağladıkları
hız bir bakıma buna dayanır.
Şeytanın saptırması,
kuruntulara düşürmesi, beyin merkezine ve kalbe gönderdiği sinyallarla meydana
gelir. Buna engel olmanın tek yolu, o ışını da, ona giren şeytanî ruhu da
yaratan Allah'a sığınmaktır. Çünkü Şeytanın dosdoğru imân edenler üzerinde bir
saltanat ve hükümranlığı yoktur. İmân cevheri gönderilen sinyalleri geri
çevirip tesirsiz kılacak güç ve niteliktedir. [550]
<<Ve yine onlara
emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler.»
Varlık âleminde
başıboş, gayesiz, maksatsız yaratılan hiçbir şey yoktur. Aksi halde abes ile
iştigal olurdu. Allah ise, boş şey yaratmaktan çok yüce ve çok münezzehtir. Her
varlık yaratılışındaki özelliğine göre belli bir amaca yöneliktir. Onu bundan
çevirmek, ya da aksine bir amaca yöneltmek, özelliğinin ölçü ve anlamını
bozar. Bu bakımdan her varlık yaratıldığı hayat kanunu ve denge doğrultusunda
kullanıldığı ölçüde yararlıdır. Bilhassa canlılardan ve bitkilerden her biri
genel hatları ve özellikleri bakımından önce determine edilmiş bir modele
uygun olarak geliştiği ve bunun gelecek nesillere ana babalarından eşey
hücreleri ile geçtiğini dikkate alırsak, her aanlı ve bitkinin yaratılışında
formüle edilen özelliği kesin hatlarıyla ortaya çıkar. Bunu değiştirmeye
kalkışmak, onu yaratıldığı hayat ve denge kanununun dışına itmek ve gayesinin
dışında mahkûm etmek olur. İki ayrı cins olan atla eşek arasından meydana
gelen katırın kısır kalması gibi.
Aile yuvası da bu
kanuna bağlı toplum yapısında denge sağlamaya, soysuz ve başıboş kuşakların
ortaya çıkmasını önlemeye yöneliktir. Bunu bozduğumuz takdirde, Allah'ın
insanlıktan yana sunduğu hayat kanununun bir bölümünü bozmuş oluruz.
Bunun gibi, kadını da
kendine has yaratılışındaki yüce amaç doğrultusunda tuttuğumuz takdirde hem
kendine, hem aile ve topluma beklenen ölçüde yararlı olur. Bu yapıdaki özel
yerini ona kaybettirdiğimiz takdirde, hem onun ruhuyla bedeni, hem aile ve
toplum ile olan ilişkisi zayıflar ve sosyal yapıdaki özel yerini kaybetme
tehlikesiyle yüzyüze gelir. Erkeğin durumu da kendi yaratılışındaki özellikleri
doğrultusunda böyledir. [551]
Bu konuya başka bir
açıdan baktığımızda, takma kirpik kullanan, gözünün rengini değiştiren, estetik
ameliyatla yüz şeklini başkalaştıran, peruka takarak olduğundan başka
görünmeye çalışan kadın ve ı erkekler boş bir kuruntu peşinde koştuklarının,
gelirlerinin önemli bir kısmını bu hususta harcayarak kendilerini topluma
yararlı olma düzeyinden uzaklaştırdıklarının farkında mıdırlar? İnsan çok yüce
amaçlar, sonsuz saadetler, yaratanını bilmek, O'nun varlık ve kudretini eşyanın
her parçasında görmek için yaratılmıştır. Kaş ve gözle uğraşacak, haftada iki
üç defa berberin önünde saatlarea oturacak, günün önemli bir bölümünü tuvalet
masası başında geçirecek kadar uzun ömrümüz yoktur. Hem böyle yapmak, ömür
sermayesini bu tür işlerde harcamak insanı hangi kutsal amaca, hangi sonsuz
mutluluğa götürmektedir? Zaman denilen dördüncü boyut ne tuvalet, ne peruka, ne
de takma kirpik tanır; bir yandan ömrü törpülerken bütün bunların boş
uğraşılar, kudret fırçasının kader çizgilerini değiştirmeler olduğunu her gün
binlerce örneklerle sergilemektedir.
İşte Kur'ân bu
hakikati en duyarlı ve anlamlı biçimde açıklayarak bizleri uyarıyor. Peygamber
(A.S.) Efendimiz de bu uyarıyı şu hadîsleriyle açıklıyor:
«Şüphesiz ki Allah
sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, O ancak sizin kalblerinize ve
amellerinize bakar.» [552]
Şeklimizle
ilgilendiğimiz kadar kalbimiz ve amelimizle .ilgilenseydik, para ve servetle
meşgul olduğumuz kadar ruhumuzla uğraşsaydık, herhalde fıtrî amacımıza daha
uygun bir yol tutmuş olurduk. [553]
Kur'ân'da bazı konular
ve daha çok önemli kıssalar, geçmiş milletlerin hayatından ibret alınacak
bölümler tekrarlanır. Nitekim konumuzu oluşturan âyetlerden «Allah kendine
ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günah ve kusurları) dilediği kimse
için bağışlar», âyeti Nisa sûresinde biri 48, âyetle, biri de 116. âyetle
tekrar edilmiştir. Bu bir ilâhî metottur ki Kur'ân'da sık sık raslanır. Cok
önemli meseleler, ya da konular ve kıssalar insan idrakinde iz bıraktığı
nisbette önemini korur. İnsan idrak ve hafızasını kalabalık bir şehirdeki çok
işlek bir caddeye benzetebiliriz. Bu caddede tekrarlanan şeyler hafızalarda
yer eder, tekrarlanmı-yanların çoğu silinmeye mahkûm olur. Bunun için büyük
düşünürler çok haklı olarak şöyle demişlerdir:
«Her tekrar, insan
idrakindeki izi derinleştirerek devamlı bir şuur uyanıklığı sağlar.»
Konuyu Özetlerken :
Seylan'ın bulduğu
ortama göre insana üç ayrı dürtüşü vardır:
Birincisi:
Dinî inancı iyice
zayıflayan kimsenin kalbi daha çok dünyaya yöneliktir. Âhireti hatırlasa bile,
100 mumluk ampulün yanında bir mum gibi kalır. Dünyaya olan eğilimi üstün
gelir. Bu hal şeytanın kuruntu sinyalleri vermesine çok uygundur. İnsan ister
istemez gelen bu sinyallerin tesir alanına girer ve dünyalıktan çok şeyler elde
etmek için aklını, zekâsını kullanır; düşünülüp ortaya çıkarılması zor
hileleri, başarı elde etmenin yollarını bulup çıkarır. Öyle kî, bu hal
tedavisi müşkil bir hastalık halinde ruhu sarar. Meğerki Allah'ın yardımı
erişe...
İkincisi:
Dünyalık çok geçmeden
ibâdet zevkini öldürür-ve ruhu gıdasızlığa terkeder. Bu durumda insanda büyük
bir noksanlık başlar; iç denge bozulur, bu yüzden dindarlığın en ucuzunu fakat
en ölçüsüzünü arar. Cahiliye devrinde putlara kesilecek hayvanların kulaklarını
yararak onu kendilerine haram kılmaları ve putları kendileriyle Allah arasında
bir vasıta görmeleri ne ise, bugün, namazsız, oruçsuz, hacsız, zekâtsız
ahlâksız ve faziletsiz bir doğrultuda fal baktırmak, yatırlardan medet ummak,
sadece bir mevlit okutmak suretiyle dinîn bütün vecibeleri yerine, getirdiğini
sanmak, manevî boşluğu birtakım kuruntularla doldurmaya çalışmak, medyumların
peşine takılıp ruhlarla görüşme veya haberleşme basiretsizliğine kapılmak da
ona yakın bir davranıştır.
Şüphesiz ki bu ortam
cin ve şeytanlar" için oldukça uygundur; ikinci dürtüşlerini yapar, kalbe
ve beyin merkezine sinyaller göndermeye başlarlar. Böylece imân ile küfür
arasında derin bir bocalama kendini zaman zaman hissettirir.
Üçüncüsü :
Bu düzeye gelen insan
hep yaşamak, hep genç kalmak ve hep şehvetini en güzel biçimde tatmin etmek
ihtirası içinde gününü gün etmeğe çalışır. Artık ne Allah'a imânın hakiki
mânası, ne ibâdetin zevki, ne de insan olmanın vekar ve haysiyeti kalır.
Böylece şeytan üçüncü dürtüşüne geçer, sinyalleri peşpeşe gönderir, yakaladığı
avını elden kaçırmamak için bütün imkânlarını seferber eder. Peruka, estetik ameliyat,
takma kirpik, olduğundan başka görünmek, yüzün şeklini değiştirmek devresi bütün
hızıyla sürüp gider. Artık kişinin dünyası da, âhireti de hep bu tür arzuları
yerine getirmesi olur. Bir ömür böyle başlar, böyle sona erip noktalanır.
Fazilet ve amel-i sâlih olarak ortada hiçbir şey görünmez olur. [554]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'a ortak koşmanın büyük bir ziyan ve düşündürücü bir şaşkınlık olduğu;
kadınlara, tanrıçalara tapınıp şeytanın dümeninde bir hayat sürenlerin sonunun
felâketle noktalanacağı açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle, imân edip iyi ve
yararlı işlerde bulunan bahtiyarlara sunulacak mükâfat anlatılıyor. Böylece
cezanın herhalde amelin cinsinden olacağı hatırlatılıyor. [555]
122— İmân edip iyl-yararlı işlerde bulunanları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağız; orada
devamlı kalıcılardır. Allah, hakkı va-detmiştir, Allah'tan daha doğru sözlü kim
vardır?
123— Durum sizin kuruntunuza göre de değildir.
Kitap Ehli'nin kuruntusuna göre de değildir: Kim bir kötülük işlerse, onunla
cezalanır ve artık o kendi lehine Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir
yardımcı bulabilir.
124— Erkek ve kadından kim mü'min olduğu halde iyi
ve yararlı işlerde bulunursa, işte onlar Cennet'e girerler, hurma çekirdeğinin
zarında* ki küçücük oyuk kadar olsun haksızlığa uğramazlar.
Kitap ehli olan Yahudi
ve Hıristiyanlar bir takım kuruntular peşinde koşup her biri kendilerinin ebedî
mutluluğa lâyık olduğunu söylerken, Müslümanlardan bir grup da kendilerinin doğru
yolda bulunduğunu, en son kitap ve en son peygamberin kendilerine
gönderildiğini ileri sürerek asıl ebedî mutluluğa kendilerinin lâyık
bulunduğunu söylüyor ve bu konuda iddialaşırcasına tartışıyorlardı. Yahudîler
ise, aslından uzaklaştırılmış Tevrat'a dayanarak, «Ancak Yahudî olanlar
Cennet'e girecektir..» derken, Hıristiyanlar, İsâ Peygamberin Ruhu'l-Kuds ile
vücut bulduğunu ileri sürerek «Ancak Nasara olanlar Cennet'e girebilir..»
diyorlardı. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. Cennet'in, ebedî saadetin
iddialarla, boş kuruntularla elde edilemiyeceğine dikkatler çekildi ve imân
edip iyi ve yararlı işlerin kıstas bulunduğu hatırlatıldı. [556]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Bu âyet indiğinde,
Müslümanlar fazlaca üzüldüler ve dayanamıyarak Peygamber (A.S.) Efendimize
geldiler:
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Sizden başka hangimiz kötülük işlememişiz ki? O halde bu
kötülüklerimizin cezası nasıl olacak, bilemiyoruz? İnen âyet bizi fazla
korkutup üzdü, diyerek düşüncelerini arzettiler.
Bunun üzerine Allah
Resulü şöyle buyurdu :
«Kötülüklerden öylesi
var ki, dünyada iken karşılık görür; kim bir iyilikte bulunursa, ona on sevap
ve iyilik vardır. Bir kötülükten dolayı ceza-landinhrsa, o on sevaptan biri
noksaniaşır da geriye kendisinden yana dokuz sevap kalır. Artık kimin işlediği
kötülükleri elde ettiği on sevaplara üstün gelirse, ona da yazıklar olsun!
Cezası âhirete
bırakılanlara gelince : Onun iyilikleriyle kötülükleri karşılaştırılır, her
kötülüğün yerine bir iyilik konulur da arta kalana bakılır ve bu arta kalanın
mükâfatı Cennet'te verilir. Her fazlalık sahibine, fazlalığının karşılığı
noksansız sunulur.» [557]
Ebu Hüreyre (R.A.)
diyor ki :
«Kim bir kötülük
işlerse, onunla cezalanır..,.» mealindeki âyet inince,
Müslümanlara çok ağır
geldi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu :
«İbâdetinizde de
ortalama bir ölçü kullanın (aşırı da gitmeyin, noksan da bırakmayın). Her şeyde
ve her işte doğru olanını seçin. Unutmayın ki, Müslümana dokunan her şey, hattâ
kendisine isabet eden bir zorluk ve sıkıntı, batan bir diken (günahlarına
mutlaka) keffarettir.» [558]
İlgili âyetlerle
âdemoğlunun karşıt iki akımın çarpışıp sürtüştüğü bir ortamda dünyaya gözlerini
açtığı hatırlatılıyor. Hiçbir insanın, bu güçlerin doğurduğu fırtınanın dışında
kalamıyacağı kesin.. Ortamlar yanıltıcı, çevre aldatıcı, aile zorlayıcı, eğitim
sürükleyici olabileceği gibi, bütün bunların fıtrattan yana yardımcı araç ve
gereçler sergilemesi de mümkün.. Gerçek bu olunca, ortamın, çevrenin ve ailenin
tesirine girmemek elde değildir, ancak daha fazla etkilenmeden ve bu potada
şekillenmeden önümüzü aydınlatacak olan aklımızı harekete geçirmemiz ve ona en
sağlam destek kabul edilen ilâhî beyana kulak vermemiz gerekir. Aksi halde
ardı-arkası kesilmeyen bir bocalama devresine gireriz ki, bunun ilerisi pek
gönül açıcı olmasa gerek..
Biz bu karşıt iki ayrı
akıma,her cismin atomundaki ( + ) elektrik yükü ile buna eşit miktarda (—)
elektrik yükünü misal verebiliriz. Bununla şunu anlatmak istiyoruz: Her eismin
atomunda pozitif ve negatif elektrik yükü bulunduğu gibi, insanlarda da imân
ile şüphe," küfür ile şüphe birbirini izler, hangisi üstün gelirse,
diğeri-tesirini kaybeder. Çünkü varlık âleminde her şey karşıtıyla tanınır ve
gelişme kaydeder. Küfür olmasaydı imânın asıl ölçü ve değeri bilinmezdi.
Pozitif elektrik yükü olmasaydı, negatif elektrik yükünü bilmek ve anlamak çok
zor, hattâ imkânsız olurdu. Tıpkı acı ile tatlı, sıcak ile soğuk, aydınlık ile
karanlık gibi..
İki karşıt güç
ruhumuzun derinliğinde çetin mücadeleler verirken hangisinin üstün geldiğini,
ortaya koydukları sonuçlar veya ürünlerle bilebiliriz. İşte Kur'ân'ın
bahsettiği putlara, tanrıçalara tapınmak, başkasına haksızlıkta bulunmak,
peygambere karşı gelip mü'minlerin yolundan ayrılmak herhalde küfrün ve
şüphenin ürünleridir. Allah'a ibâdet edip iyi ve yararlı işlerde bulunmak.
Peygambere inanıp mü'minlerin yolunda olmak, imânın ürünleridir.
[559]
«Erkek ve kadından kim
mü'min olduğu halde iyi ve yararlı işlerde bulunursa....»
Kur'ân'ın konumuzla
ilgili âyetiyle İslâm'ın kadınlara tanıdığı haklardan biri açıklanırken amel-i
salih (iyi ve yararlı işlerjde bulunan erkek ve kadının karşılık görmede eşit
düzeyde bulundukları belirtiliyor. Aynı ölçü ve anlamdaki ameli yerine getiren
kadın ve erkek eşit şekilde mükâfatlandırılıyor. Her birinin noksansız
karşılık göreceğine dikkatler çekilerek ilâhî adaletin sadece erkekten yana
olmadığı, hem erkek hem kadından yana olduğuna parmak basılıyor.
Kadının -kadın olduğu
için- daha az bir mükâfat veya ceza göreceği diye bir kaide ve hüküm
bulunmadığına işaret ediliyor. Böylece İslâm'da kadın haklan amel-i salih
doğrultusunda da lâyık olduğu biçimde korunmuştur.
O halde aynı niyet,
aynı imân ve aynı azim ve gayretle namaz kılan, oruç tutan, zekât veren,
hacceden, insanlıktan yana hizmette bulunan bir kadınla bir erkek, yine aynı
ölçülere göre eşit anlamda mükâfat göreceklerdir. Erkeğe erkek olduğu, daha
güçlü bulunduğu için farklı bir karşılık verilmiyecektir. Allah'tan korkup
kötülüklerden sakınmak, sağlam imân, basîrete dayalı irfan ve amel-i salih
gerçek kıstas sayılır. Bu hususta önde olan, Allah katında da öndedir; ister
kadın, ister erkek olsun farket-mez. Erkeklik ve dişilik sonuca tesir etmez. [560]
Yukarıdaki âyetlerle.
Cennetin, mü'min oiduğu halde iyi ve yararlı işlerde bulunan kişilere bir
mükâfat olarak hazırlandığı belirtilmişti. Aşağıdaki âyetlerle, imânın ölçü ve
anlamı açıklanıyor; imân ve irfan fozîfetinden söz edilerek, İbrahim Peygamberin
Hanîf Dini övgüye lâyık görülüyor ve onun Hakk'a olan teslimiyet ve ortaya
koyduğu mahviyetiyle Allah'ın yakın dostluğuna eriştiği belirtiliyor. [561]
[1] Lübabu't-Te'vil / Alaeddin Ali
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1199.
[3] Buharı-Müslim
[4] >
[5] >
>
[6] Buharı-Müslim :
Cübeyr bin Müt'im (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1200-1201.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1201.
[8] Fütuhat-i Mekkiyye :
C. 1. S. 679
[9] Fütuhat-i Mekkiyye :
1/124'den özetlenerek alınmıştır.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1201-1203.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1203-1204.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1204.
[12] Müsned-i Ahmed
: 5/411
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1205.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1205-1206.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1206.
[16] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - İbn Cerir
[17] >
>
/Lübabu't-Te'vil/Alâeddin ALİ
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1207-1208.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1208-1210.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1210.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1210-1211.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1211.
[23] Sahih-i Buharî - Müslim : İbn Ömer (R.A.)dan
[24] *
î> » : Akabe bin Âmir (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1212.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1212-1213.
[26] Tefsîr-i Kurtubî:
C. 5/99
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1213-1214.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1214.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1215.
[30] İbn Asalar :
Ebû Musa'dan. Sahihtir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1215.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1216.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1216.
[33] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1217.
[34] Ebû Dâvud : Âsim bin Şuayb (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1218.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1218-1219.
[36] Tefsîr-i Kurtubî : İlgili âyet
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1219-1220.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1220.
[39] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
- Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali-Mefatihü'1-Gayb Fahruddin Razî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1222.
[40] Buharı - Müslim :
Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.)dan
[41] İbn Kesir :
Sahih hadislerden
[42] Buharı - Müslim :
Ebû Hüreyre (R.A.)den
[43] Buharı - Müslim :
Nu'vnan bin Beşir
(R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1222-1223.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1223-1224.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1224-1225.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1225.
[47] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Kurtubî - İbn Cerîr
[48] Esbab-ı Nüzul-Ibn
Cerîr.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1227.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1227-1228.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1228-1229.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1229.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1231.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1231-1232.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1232.
[55] Tirmizî: Ebû
Hüreyre (R.A.)den
[56] Ahmed bin Hanbel - Dâre Kutnî : Ebû Hüreyre
(R.A.)den
[57] îbn Mâce - Dâre Kutnî: Ebû Hüreyre
(R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1233.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1233.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1233-1234.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1234.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1234.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1234.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1234-1235.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1235-1236.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1236.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1236.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1236.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1236-1237.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1238.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1238.
[71] Müslim - Tirmizî - Ahmed bin Haııbel
[72] Taberânî : İbn
Abbas (R.A.)daıı
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1239.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1239-1240.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1240.
[75] Levililer :
10/14. 10/20. 20/10-13,20/17-18 Tesniye : 21/9,
22/13. 23
[76] Matta :
19/18-19 Lukîl : 18/18
[77] Ebû Dâvud :
Câbir bin Abdullah (R.A.)dan.
Kurtubî : 5/83
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1240-1242.
[78] Tefsir-i Kurtubî:
C. 5. S. 88
- Kahire: 1967-1387
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1242-1243.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1243.
[81] Ahmed bin Hanbel - Beğavî : Ebû Saîd El-Hudrî (R.A.)den
[82] Tirmizî-tbn Mâce ;
Abdullah bin Ömer
(R.A.)dan
[83] Ebû Dâvud : Abdullah bin Ömer (R.A.)dan
[84] Ahmed bin Hanbel :
Ebu Zer (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1244-1245.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1245-1246.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1246.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1247.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1247-1248.
[89] Trans :
Medyumların ruhla ilişki kurdukları zaman girdikleri özel hip-noz
durumu.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1248-1250.
[91] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 3/1250.
[92] Esbab-ı Nüzul -
îbn Kesir ~ Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî
[93] »
» » » >
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1251-1252.
[94] Ahmed bin Hanbel
[95] Buharı:
el-Edep'te Hz. Ali (R.A.)den
[96] İbn Asâkir :
İbn Ömer (R.A.)dan
[97] îbn Hibbân :
Enes bin Mâlik (R.A.)den
[98] Müslim : Ebû
Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1252.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1252-1254.
[100] NihayetiTl-Muhtaç - Tefsîr-i Kurtubî :
5/99. Mefatihü'1-Gayb : 3/257
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1254-1255.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1255.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1256.
[103] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1258.
[104] Ahmed bin Hanbel-el-Beğavî - LübabuVTe'vîl : 1333 - tbn Kesir: 1/468
[105] Buharı : İbn
Abbas (R.A.)dan
[106] Buharı - Müslim-Ebû
Dâvud-Nesâî - İbn
Mâce-Ahmed t). HanbeJ
[107] Buharî-Müslim
[108] Müslim
[109] Buharî-Müslim
[110] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali: 1/337
[111] Müslim :
Urve'den, o da Hz.
Âişe (R.A.)dan
[112] Müslim
- (Kur'ân'daki bu hüküm hem
laf zan, hem hükmen kaldırılmıştır), diyenler var.
[113] Bak :
Tevrat/Tasniye :
27/20-22-23. 22/28-29
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1258-1261.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1261-1262.
[115] Darekutnî-el-Askerî - İbn Âdiy :
Ebu Saîd el-Hudrî
(R.A.)den
[116] İbn Âdiy-İbn Asâkir :
Hz. Aişe (R.A.)den
[117] İbn Âdiy/el-Kâmil'de merfuân rivayet etmiştir.
[118] Müellif Dr. Abdullah Nâsıh, bu iki hadîsin mahreç ve
kaynağını tesbit edemediğini, onun için hadîs ilminde üstad sayılanlardan
bunların kaynağını sormakta, bilgi verene şükranlarını sunacağını ifade
etmektedir. Bizim tesbiti-tt»ize göre, birinci hadîsi, İmam Gazâlî îhyâ'da
nakletmiştir. İkincisi ise, hadîs değil, Hz. Ömer'in (R.A.)
tavsiyelerinden biridir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1262-1263.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1263-1264.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1264-1266.
[121] Nisa : 25
[122] Nlsâ Sûresi:
25 - Kurtubî: 5/130
[123] MÜ'minûn Sûresi: 6
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1266-1267.
[125] Tefsîr-i Kurtubî : 5/130
[126] »
> »/131
[127] Şerhu Maani'1-Asâr :
3/24-27
[128] Tefsîr-i Kurtubî:
5/132
[129] Tefsîr-i Kurtubî :
5/132 - Şerhu Maarti'1-Asâr
: 3/26
[130] Buharî-Müslim
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1267-1270.
[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1270.
[132] îbn Mace/nikâh :
15
[133] » » »
: 43
[134] Buharî/Büyû : 66, 110~Müslim/hudud : 30 -Ahmed :
2/249, 376 422, 431,494
[135] Buharî/savm :
10, nikâh: 2, 3,19 - Müslim/nikâh ; 1, 3 - Ebû
Davud/ nikâh: ı - İbn Mace/nikâh: ı - Nesâî/siyam : 43
- Dâremî/nikâh : 2-
Ahmed: 1/378, 424, 425, 432
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1272.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1272-1273.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1273-1274.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1274.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1274-1275.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1275.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1275.
[142] Buharî/imân :
29 - Tirmizî/menakîb : 32, 64 - Ahmed : 1/236
[143] Ahmed :
5/266-6/116, 233
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1276.
[144] Bunun hadîs olduğunu daha çok tasavvufçular söylerler.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1276-1277.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1277-1278.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1278-1279.
[148] Bu konuda geniş bilgi için bak : Tevrat/Tesniye : 27/20 Kur'ân'da ise. Nisa sûresi : 22, 23. âyetler
[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1279-1280.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1280.
[151] Buharî/vasaya :
23, tıb: 48.
hudud: 44 -
Müslim/iman : 144-Ebû Dâ-vud/vasaya : 10
[152] Buharî/tefsîr :
2, 25 - edeb : 20 - diyat : 1 - hudud :
19 - tevhid : 40, 46
-Müslim/imân: 141. 142 - Ebû Dâvud/talâk: 50 - Tirmizî/tefsîr: 25 -Nesâî/tahrîm
: 44-Ahmed: 1/380, 431.
434, 464
[153] Buhari/edeb :
6, eyman : 16, diyat: 2, istitabe : 1 - Tirmizî/tefsîr: 4, 6, 7 - Nesâî/tahrîm : 3. Kasamet : 48 -
Daremi/diyat : 9 - Ahmet : 2/201. 214-3/495
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1281-1282.
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1282-1283.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1284.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1284-1285.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1285.
[158] Ahmed bin Hanbel - Lübabu't-te'vil - İbn
Cerir -
Esbab-ı Nüzul/Nisa-bûrî
[159] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
[160] îbn
Kesîr-Lübabu't-te'vil - Mefatihü'1-Gayb
[161] Kurtubî : 5/162
- Lübabu't-te'vîl Alaedin Ali
[162] Lübabu't-te'vîl :
1/343 - Kurtubî :
5/165
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1286-1287.
[163] Tirmizî
[164] Ahmed bin Hanbel - Zührî - îbn Kesir
[165] Ahmed bin Hanbel
[166] Buharî-Müslim-Tirmizî
- Ahmed bin Hanbel: îbn Abbas
R.A. dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1287-1288.
[167] Enfâl sûresi âyet:
75
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1288-1289.
[169] Fütuhat-i Mekkiyye ;
1/679
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1289-1290.
[171] Beyhakî - Mefatihü'1-Gayb/Fahruddin Razî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1290-1291.
[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1291-1292.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 3/1292.
[174] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
- Lübabü't-te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1293.
[175] Tirmizî: Ebû
Hüreyre (R.A.)den Ebû Dâvud/nikâh; 40
[176] Nesâî:
» »
[177] Buharî - Müslim :
Hüreyre »
[178] Tirmizî-Ebû Davud/Nikâh : 42 - îbn
Mâce/nikâh : 51
[179] Buharî - Müslim : Abdullah bin Zam'a (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1294.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1294-1295.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1295-1296.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1296-1297.
[183] Fazla bilgi için bak: Kurtubî : 5/176, 177,
178. Mefatihü'1-gayb: 3/318
[184] Hataen adam öldüren kimseye gereken diyet, baba
tarafından olan yasın erkek hısımlarına ödetilir.
[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1298-1299.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1299.
[187] Ahmed bin Hanbel - Taberânî - Ibn Kesir
[188] Müslim:
Ebu Hüreyre (R.A.)den
[189] Buharı - Müslim - Ahmed bin
Hanbel
[190] Ahmed bin Hanbel - Taberânî
[191] Tirmizi: Amr
bin As (R.A.)den
[192] Bezzar - îbn Kesîr
[193] Müslim :
Ebû Hüreyre (R.A.)den
[194] Buharî-Müslim
[195] Buharî: Sehl
bin Sa'd (R.A.)den
[196] Ebu Davud-Tİrmizî
[197] Buharî-MÜslim:
Ebu Hüreyre (R.A.)den
[198] Buharî/edeb: 29
- Müslim/iman: 73 - Tirmizî/kiyam : 60 - Ahmed: 1/378, 2/288, 336, 373 - 3/154 - 4/31 - 6/385
[199] Buharî/rikak : 23, nikâh: 80, edeb : 31, 85 -
Müslim/iman: 75 - Ebu Da-vud/tetavvu'
: 25 - tbn Mâce/edeb :
4 - Ahmed : 2/267, 433 -
3/94 - 5/75 -6/69
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1300-1302.
[200] Buharî/edeb: 6, iman: 16, diyat : 2, istitabe : 1 -
Tirmizî/tefsîr : 4,6, 7 - Nesâî/tahrîm : 3, kasamet: 48 - Daremî/diyât: 9 -
Ahmed: 2/201, 214 -3/495
[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1302-1304.
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1304.
[203] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i ibn Cerir Taberir
Lübab.
[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1305-1306.
[205] Tirmizî:
Hadîsün garibün.
[206] Müslim/zühd :
46
[207] İbn Hibban : Ebû Hüreyre'den (R.A.)
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1306.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1306-1308.
[209] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1308.
[210] A'mal-i Rüsül :
3/21, 22
[211] tsaya : 42/1-5
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1308-1309.
[213] Yuhanna
: 14/15-16
[214] »
: 16/7-8
[215] > :
16/12, 13, 14
[216] .Matta
: 21/43, 44, 45
[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1309.
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1309-1310.
[219]
Müslim-tbni Kesir - îbni Cerir Taberî
[220] Buharı - Müslim :
Zeyd bin Eşlem (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1310-1311.
[221] Enam Sûresi:
160
[222] Bakara Sûresi :
245
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1311-1312.
[224] Nahl Sûresi :
36
[225] isrâ Sûresi :
15
[226] Kasas Sûresi :
59
[227] Buharî/fazalı-i
Kur'ân : 32 -
Müslim/müsafirîn : 247 -
Tirmizî/Kur'-an:ll
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1312-1313.
[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1313.
[230] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî-Tefsîr-i îbn Cerîr
Taberî - Lübabu't-Te'vîl-Tir-mizî - Ebû Davud
[231] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i İbn Cerîr Taberî -
Lübabu't-Te'vîl-Tir-ızı-Eba Davu
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1314-1315.
[232] îbn Mâce
[233] Darekutnî : îbn ömer <R-A->dan -
Tirmizî/taharet: 98 - tbn Mace/tah: 195
[234] Ebu
Dâvud/taharet: 92 - İbn
Mace/taharet: 126
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1315.
[235] Nahl sûresi Âyet;
67
[236] Bakara
sûresi Âyet: 219
[237] Ebû Davud - Tirmizî - Nesâî - İbn Ebî Hatim - İbn
Murdeveyh
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1315-1316.
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1316-1317.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1317-1318.
[240] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i îbn Cerîr Taberî: 5/62
- Bulak Mısır: 1325
[241] Yorum hususunda fazla bilgi için bak : Tefsîr-i
Kurtubî : c. 5/236 - Tef-Sir-ı ibn Cerîr Taberî : * 5/69, 70
[242] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1318-1320.
[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1320-1321.
[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1321.
[245] İbn Cerir Taberî - Kurtubî - Lübabu't-Te'vü
[246] » » » a *
[247] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1322-1323.
[248] Hicir sûresi âyet :
9
[249] Müslim-îbn Mâce :
Ömer (R.A.)den
[250] Ebû Dâvud - tbn
Asâkir - Beyhakî : Ebu Hüreyre'den
/ Sahihtir
[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1323-1324.
[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1324-1325.
[253] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1325.
[254] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1325-1326.
[255] Lübabu't-Te'vîl
/ Alâeddin Ali - Tefsir-i İbn Cerir Taberî
[256] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1327.
[257] Müslim: Cabir
bin Abdullah (R.A.)dan
[258] Hafız Ebubekir
el-Bezzar : Enes bin Malik
(R.A.)den
[259] Nesâî : Safvan
bin îsâ'dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1327-1328.
[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1328-1329.
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1329.
[262] Bak: Bakara
Sûresi 65. ve A'raf Sûresi 163.
âyetlerin tefsiri.
[263] Tevrat/Levililer :
23/1, 4
[264] İbn Ebî Hatim - îbn Asâkir - Tefsîr-i tbn Cerir Taberî
[265] Tefsîr-i îbn Kesîr
[266] Tirmizî: Hadistin hasenün garibün..
[267] İbn Kesir-Lübabu't te'vil
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1330-1331.
[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1331.
[269] Esbab-ı Nüzul/Nisabım
- Lübabu't-Te'vîl - İbn Cerir
[270] » »
»
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1333.
[271] Müslim : Mikdad bin Esved el-Kindî (R.A.)den
[272] Buharî-Müslim :
Ebu Bekre (R.A.)den
[273] Ahmed bin Hanbel
[274] îbn Mâce
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1333-1334.
[275] Tevrat/Yeremya :
23/5,8
[276] Tevrat/Zekerya :
6/12, 13
[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1334-1335.
[278] Müsned'i Ahraed
[279] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1335.
[280] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1336.
[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1336.
[282] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1336.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1337.
[284] Samuel'In peygamber olduğunu Tevrat yazmaktadır.
[285] Musa ve Yahudiler :
1966 İstanbul 357
[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1337-1340.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1340.
[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1340-1341.
[289] İbn Murdeveyh - îbn Kesîr - îbn Cerir - Kurtubî -
Lüfaab
[290] îbn Cerir Taberî: Ebu Hüreyre (R.A.) den
[291] Buharî / rikak :
51 - Müslim/Cennet: 45
[292] Müslim / Cennet:
44 - Ahmed :
2/328, 334, 537
[293] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1341-1342.
[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1342-1343.
[295] Sağlık Ansiklopedisi:
Yanık maddesi / Arkın Kitapevi
- İstanbul
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1343-1344.
[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1344-1345.
[297] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1345.
[298] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1346.
[299] Sikaye :
Mekke'ye gelen hacılara su dağıtma hizmeti
[300] Eshab-ı Nüzul/Nis abur i - İbn Kesir - Lübabu't-Te'vîl
- Mefatihü'1-Gayb-Kurtubî-Şevkanî
[301] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburİ
[302] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1346-1347.
[303] İbn İshak
[304] Ebu Dâvud - Tirmizî
[305] Müslim :
Abdullah b. Amr (R.A.) ûan
[306] Buharî - Müslim :
İbn Ömer (R.A.)dan
[307] îbn Hibban : Enes bin Mâlik (R.A.)den / Sahihtir
[308] Ebû Dâvud - Tirmizî :
Ebu Hüreyre (R.A.)den
[309] Ebû Dâvud - Tirmizî - İbn Mâce ; Büreyde
(R.A.)den
[310] Taberanî : Ebu Umame
(R.A.)den / İsnad-i hasenle..
[311] Müslim : Ebu Zer (R.A.) den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1347-1348.
[312] Buharî/ilim : 2
[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 2/1349-1350.
[314] Buharî/fezâil :
18, enbiyâ: 54,
hudud: 12 - Müslim/hudud : 8,9
- Ebû Davud / hudud ; 4 - Tirmizî / hudud : 5 - Ahmed :
3 / 386, 393 - 5/409-6/329
[315] Nesâî - İbn Mâce :
Ebû Hüreyre (R.A.)den . .
[316] Taberânî : Ibn
Abbas (R.A.)dan İsnad-i hascn ile..
[317] İbn Mâce: Ubâde bin Sâmit (R.A.)den / Havileri
güvenilir kişilerdir.
[318] Buharı / şirket:
6, şahadat: 30 -
Tirmizî / fiten : 12 -
Ahmed : 4/263, 269, 270, 273
[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1350-1351.
[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1351-1352.
[321] Nisa sûresi âyet :
58
[322] Mâide sûresi âyet :
8
[323] A'raf sûresi
âyet : 29
[324] Nahl sûresi âyet :
76
[325] Nahl sûresi âyet :
90
[326] Ahmed bin Hanbel
[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1352-1354.
[328] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1354.
[329] Esbab-ı Nüzûl/Nisaburî - Tefsîr-I İbn
Kesîr-Lübabu't-Te'vîl-Kurtubî-Tefsîr-i tbn Cerîr Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1355.
[330] Buharî - Müslim ve Siyer Sahiplen: Hz. Ali (R.A.) den
[331] Ebu Dâvud :
Abdullah bin Ömer (R.A.)dan
[332] Buharî - Müslim ;
Enes bin Mâlik (R.A.)den
[333] Buharî: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[334] Buharî - Müslim :
İbn Abbas (R.A.)dan
[335] »
* : Ebu Hüreyre (R.A.)den
[336] MÜslim/îmaret :
39-Ebû Dâvud/cihat : 87-Nesâî/biyât: 34 - îbn
Mâce /cihad : 40 - Ahmed : 1/129,
131-4/426, 427, 436
-5/66,67, 70
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1355-1356.
[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1357.
[338] îbn Cerir Taberî;
Ebu Hüreyre (R.A.)den
[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1357-1358.
[340] Kurtubî - Mefatihü'1-Gayb
[341] » /5/259
[342] Kurtubî :
5/259-260
[343] Fethülkadîr/Şevkanî - İbn Cerir Taberî - Mefatihü'1-Gayb
[344] Fethülkadir/Şevkanî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1358-1360.
[345] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1360.
[346] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Kurtubî - îbn Cerir Taberî
[347] Lübabu't-Te'vîl - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Kurtübî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1362.
[348] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1363-1364.
[349] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1364-1366.
[350] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1366.
[351] Buharî - Esbab-ı Nüzul - Tefsîr-i Kurtubî - İbn Kesîr
- Tefsîr-i îbn Ce-rir Taberl - Lübabu't-Te'vîl
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1367-1368.
[352] Tefsîr-i İbn Kesir : İlgili âyetin tefsirinde
nakletmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1368.
[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1368-1369.
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1396.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1370-1371.
[356] Lübabu't-Te'vîl - tbn Ebî Hatim - İbn Kesîr - Kurtubî
- İbn Cerîr - Me-fatihül-Gayb
[357] Lübabu't-Te'vîl – Kurtubl
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1372-1373.
[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1373.
[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1373-1374.
[360] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1374.
[361] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Tefsîr-i İbn Kesir - Tefsir-i
Kurtubi - Mefa-tihü'1-Gayb/Fahruddin Razİ
[362] Tefsîr-i Kurtubî :
5/271
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1375-1376.
[363] Taberânî : Merfuan
rivayet etmiştir
[364] Buharî - Müslim :
Enes bin Mâlik (R.A.)den
[365] Buharî - Müslim
[366] Müslim : Rabi'a
bin Kâb (R.A.)den
[367] Ahmed bin Hanbel
[368] Tirmizî/büyû : 4 - tbn Mâce/ticaret: 1 - Daremİ /büyü: 8
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1376-1377.
[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1377-1378.
[370] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1378-1379.
[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1379.
[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1379.
[373] Buharî/enbiyâ :
19, menakıb : 1, 25
- Müslim/fezâtlü's-sahabe : 199 -Ahmed :
2/257, 260, 391, 438, 485, 498, 525, 539 - 3/367
[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1380-1381.
[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1381-1382.
[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1382.
[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1382-1383.
[378] Buharî - Müslim - Tirmizî - Nesâî : Ebu Hüreyre
(R.A.)den
[379] Buharı/iman :
hac : 4, Tevhîd : 48 56
- Müslim/iman : 135 136 -
Ah-med: 2/264
[380] el-Hâkim :
Sahih isnadla..
[381] Buharî/cihat :
2 - Müslim/imaret: 122, 123 -
Nesâî/cihat: 7 - İbn Mâ-ce/fiten : 13,
züht : 24
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1384.
[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1385.
[383] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1385-1387.
[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1387.
[385] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir
NOT: Savaştan korkanlar irâdesi zayıf bazı kişilerden ibaretti. Yukarıda is-
geçen Ashabın ileri gelenleri onlar arasında bulunmuyordu.
[386] A'raf sûresi
Âyet: 94
[387] Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1389-1390.
[388] ibn Ebî Hatim : İbn Abbas (R.A)dan
[389] Taberanî :
Osman'dan
[390] İbn Mâce, îsnad-i Hasen ile Enes R.A.den
[391] Bezzar
[392] Taberanî: Muaz
bin Cebel R.A.den İsnad-i Ceyyid
ile.
[393] Buharî - Tirmizî - et-Taç : Enes bin Mâlik ve Abdullah
bin Ömer (R.A.)
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1390-1391.
[394] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1391-1392.
[395] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1392-1393.
[396] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1393-1394.
[397] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1394.
[398] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
[399] »
s> » »
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1395.
[400] Buharî/cihad:
109 i'tisam: 2, ahkâm: 1 - Müslim/imaret: 32, 33 - Nesâî /biyat: 27 - îbn
Mâce/mukaddeme: 1, cihat: 39 -
Ahmed: 2/93,244,257,270,313
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1395.
[401] Âl-i îmrân:
159
[402] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1395-1396.
[403] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1396-1397.
[404] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1397.
[405] Ahmed bin Hanbel :
Enes bin Iyaz (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1398.
[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1398-1399.
[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1399-1400.
[408] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1401.
[409] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
[410] îbn Cerir
Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1402-1403.
[411] Müslim: Ebû
Hüreyre(R.A.)den
[412] Tirmizî/ilim:
9 - îbn Mâce/Mukaddeme: 5 - Ahmed:
5/14, 20
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1403.
[413] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1403.
[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1403-1404.
[415] Hucurât sûresi âyet :
6
[416] Nisa sûresi âyet :
83
[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1404-1405.
[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1405.
[419] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1406.
[420] Kurtubî - Medarik - Lübabu't-Te'vîl
[421] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1406-1407.
[422] İbn Murdeveyh -
İbn Kesîr/Ebûlfidâ 2/335,
339
[423] Buharı: Ebû Hüreyre (R.A.)den - Ahmeci : 2/335,
339
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1407.
[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1407-1408.
[425] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1408-1409.
[426] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1409.
[427] Buharı - Müslim :
Ebu Musa el-Eş'arî (R.A.)den
[428] Taberanî : Ebu
Derdâ (R.A.)den - Muhtarü'l-Ahadîs
[429] Mefatihü'l-Gayb/Fahruddin Râzî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1410-1411.
[430] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1411.
[431] Taberânî : Ebû
Derdâ'dan (R.A.)
[432] Buharî/mezâlim : 4, ikrah : 7 - Tirmizî/fiten : 68 -
Dâremî/rikak : 40 -Ahmed: 3/99, 201
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1412.
[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1413.
[434] Buharî/iman:
5. 6, 20
- Müslim/iman: 63,
65
[435] Müslim/iman:
93 - Ebû Dâvud : 131 -
Tirmizl/sifatü'l-kıyâmet: 54
[436] İbn Cerir Taberî :
Selmân el-Farisî'den
[437] İbn Hibban/Kendi Sahihinde : Abdullah bin Amr (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1413-1414.
[438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1414.
[439] Buharî/enbiyâ :
1 - isti'zan: 1 - Müslim/Cennet: 28
[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1414-1415.
[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1416.
[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1416.
[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1416.
[444] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1417.
[445] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1417-1418.
[446] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1418.
[447] Buharî - Müslim - Ahmed bin Hanbel - İbn Kesîr :
Bendar (ft.A.)dan
[448] Esbab-i Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin
Ali/İbn Kesîr/Ebû'l-Fida.
[449] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1420.
[450] Tevbe sûresi âyet:
80
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1420-1422.
[451] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1422.
[452] îbn
Mâce/Mukaddeme : 17
[453] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1422-1423.
[454] Bu sözler, Endülüs İslâm Üniversitesi'nin kapısına
yazılmıştır.
[455] Nisa Sûresi :
89
[456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1424.
[457] Kurtubî: 5/309
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1424-1425.
[458] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1425-1426.
[459] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1426.
[460] Esbab-ı Nüzûl/Nisâbûrî - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî -
îbn Cerîr/Taberî
[461] Esbab-ı Nüzul/Nisâburî ve Kurtubî
[462] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1428-1429.
[463] Buhari/diyat :
6 - Müslim/kasamet : 25, 26 -
Ebû Davud/hudud: 15 -Nesâî/tahrîm: 5,
11, 14 - Dâremî/Siyer: 11
- Ahmed: 1161,
63, 65. 70, 163,
382, 428, 444, 465 - 6/181, 214
[464] Ebu Davud/fıten:
6 - Nesâi/tahrim: 1 - Ahmed:
4/99
[465] Beyhakî :
Îbn Ömer (R.A.)den
[466] Tirmizî/diyat :
7 - Îbn Mâce/diyat: 1 -
Nesâî/tahrîm: 2
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/14729.
[467] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1429-1430.
[468] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1430-1431.
[469] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1431.
[470] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1431.
[471] Furkan sûresi âyet :
68, 69, 70
[472] Nisa sûresi
âyet: 48
[473] Mâide sûresi
âyet : 32
[474] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1432.
[475] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1433.
[476] Tefsîr-i Kurtubî-lbn Cerir - Buharî: tbn Abbas
(R.A.)dan
[477] Kurtubî - tbn Kesîr - Lübabu't-Te'vîl - İbn Cerir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1434-1435.
[478] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1435-1436.
[479] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1436.
[480] Buharî -
Esbab-ı Nüzul - Müslim - Lübabu't-Te'vîl
[481] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl
[482] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1438-1439.
[483] Sahîh-i Müslîm :
Câbir (R.A.)dan
[484] Sahih-i Buharı:
Enes bin Mâlik (R.A.)den
[485] Sahih-i Müslim:
Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.)den
[486] Sahih-i Buharî :
Ebû Hüreyre (R.A.)den - Ahmed
: 2/325, 339
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1439-1440.
[487] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1440-1441.
[488] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1441-1442.
[489] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1442-1443.
[490] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1443.
[491] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1444.
[492] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
- İbn Cerîr Taberî
[493] Kurtubî - İbn Cerir Taberî. - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1446.
[494] Tirmizî:
Hadisün Hasenün/tefsîr: 4 -
Müslim/müsafirîn : 4
[495] » »
[496] Sahih-i Buharı
[497] Sahih-i Müslim
[498] el-Cemaa - İbn
Cerir
[499] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1446-1447.
[500] Sahîh-i Buharî'ye, Kasr-ı salât faslına bak.
[501] Sahîh-i
Müslim'e, Kasr-ı salât
faslına bak.
[502] Tirmizî/tefsîr :
4 - Müslim/müsaf irin : 4 -
İbn Cerir Taberî - İbn
Kesir Ebu'1-Pidâ1
[503] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1447-1450.
[504] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1450.
[505] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1450.
[506] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1451.
[507] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1451-1453.
[508] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1453.
[509] Esbab-i Nüzul/Nisaburî -
Kurtubî - Mefatihü'1-Gayb
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1454-1455.
[510] Buharî/hiyel:
10, mezâlim: 16,
ahkâm: 20, 29,
31 - Müslim/akdiye: "' - Ahmed bin Hanbel: 3/33-5/41, 454
[511] Ebû Dâvud :
Usame bin Zeyd
(R.A.)dan/akdiye: 7
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1455
[512] Nûr sûresi âyet:
62
[513] Tevbe sûresi âyet:
43
[514] el-Camiu Li-Ahkâmi'l-Kur'ân : 5/376
- Kahire : 1967
[515] Mefâtihü'1-gayb/Fahruddin Razî - ; 3/445
- Âmire: 257
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1455-1456.
[516] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1456-1457.
[517] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1457.
[518] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1457-1458.
[519] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1459.
[520] Müslim - Nesâî : Ebû Musa el-Eş'arî
(R.A.)den
[521] »
: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[522] Tirmizî - Müslim :
Berâ1 bin Âzib (R.A.)den
[523] Ebû Dâvud :
Saîd bin Zeyd (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1459.
[524] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1459-1460.
[525] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1460-1461.
[526] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1461.
[527] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1462.
[528] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1462.
[529] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1462-1463.
[530] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1463.
[531] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1463
[532] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1464.
[533] Bezzar :
Ebu Eyyub (R.A.)dcn
[534] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1466-1467.
[535] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1467-1468.
[536] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1468.
[537] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1469.
[538] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1469.
[539] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1471.
[540] Taberani - Beyhakî:
Sahih isnacila..
[541] Tirmizî :
Hadisün Hasenün Garibim..
[542] Kaadı İsmail - Müslim/Cennet 63 - Ahmed : 4/162
[543] Kaadı İsmail - Kurtubî : 5/389, 390
[544] Müslim - Ahmed :
2/118
[545] Ahmed bin Hanbel :
1/82, 87, 107, 121, 133, 150,
159, 409, 410, 434, 443, 448
[546] Buharî/büyû:
25, tefsir: 59, libas : 82, 87, 96 - Müslim/libas : 119, 120 -Ahmed bin Hanbel: İbn Ömer
(R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1471-1473.
[547] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1473.
[548] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1473-1475.
[549] Fazla bilgi için bak :
Fen Ansiklopedisi: 2/498 -
Arkın Kitabevi
[550] Bilgi için bak :
Hicr sûresi : 40-42
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1475.
[551] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1475-1476.
[552] Müslim/birr : 32 - İbn Mâce/zühd : 9 - Ahmed :
2/285, 539
[553] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1476-1477.
[554] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1477-1478.
[555] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1478.
[556] Esbab-i
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'viI/AIaeddin Ali - Kurtubî -
Me-fatihü'1-Gayb/Fahruddin Razî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1480.
[557] Lübabü't-Te'vîl :
1/400
[558] Buharî/iman: 29, marza: 19 - Müslim/birr: 52 - Ebû
Davud/Salât: 223-Tirmizî/kader: 8 - Nesâî/iman: 28 - Ahmed: 2/168 248 319 446
453, 466 -3/ 337 - 4/312
- 5/282 -
6/125, 273
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1480-1481.
[559] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1481.
[560] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1482.
[561] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1482.