NİSA
SÛRESİ
Kur'an-ı
Kerîm'in dördüncü süresidir, Medine'de nazil olmuştur, yüz yetmiş altı âyettir.
İhtiva ettiği konuların başhcaları aile hayatına ait olduğu için «Sûre-i Nisa»
adını almıştır. Ayetlerin genelde taşımış olduğu mânâ beşeriyetin yaratılışı,
kardeşlik, aile teşkilâtı, ferdî, içtimaî hak ve vazifeler, cihad ve dinî
terbiyedir.
Allahü
Teâlâ âyeM celilesinde şöyle buyurmuştur:
«Ey
insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden
bir çok erkek ve kadın üreten Rabbinizden korkun. Ve yine kendisi adına
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan korkun da akrabalık bağım
kesmekten sakının. Muhakkak ki, Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir.»
İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Bu hitap Adem'in soyundan gelen bütün insanlara
yöneliktir.» Ey insanlar Rabbinizin azabından korkun, O'na eş tutmaktan, isyan
etmekten sakının, emirlerine itaat edin. O, sizin Mevlânızdır. Sizi tek bir
canlıdan yaratmıştır. Bütün mevcudatın sahibi ve maliki O1 dur.
Bakara
Sûresinde de işaret edildiği gibi, Yüce Allah Adem (a.s.)'i topraktan yarattı
ve ona kendi ruhundan ruh verdi. Adem'in sol
NÎSA
SÛRESİ {cûi; 4, âyet: 2)
kaburga
kemiğinden de Havva Anamızı yarattı. Ona »ol» dedi, o da oluverdi. Kudretiyle
her şeyi yoktan var eden Yüce Allah bir insandan başka bir insanı yaratmaya
elbette kadirdir. Hz. Havva yaratılınca, Âdem (a.s.)'e ornın kim olduğu
sorulur, Âdem cevaben «îmree-'dir. Yani erkekten yaratılmış bir avrettir» der.
Havva, diri olarak yaratıldığı için bu ismi almıştır.
Bütün
insanların atası Âdem ile Havva'dır. Bunlardan bir çok erkek ve kadın dünyaya
gelmiştir. İmamı Mukatil'e göre, Âdem ile Havva'dan, erkek ve kadın olmak üzere
bin kişi dünyaya gelmiştir. Hz. Havva her doğumda ikiz çocuk dünyaya
getirmiştir. Bunlardan biri erkek, diğeri kız idi. ;
Allahü
Teâlâ insanların atası olan Âdem'in yaratılışını beyan ettikten sonra, «Ey
insanlar Kabbinizden korkun, emirlerine İtaat edin, akrabalarınızla İlgiyi
kesmekten sakının. Akrabalarınızla ilgiyi kesmeyin» buyurmuştur. Akrabayı
ziyaret etmek, onlarla ilgiyi kesmemek Allah'ın emridir. Hısım-akrabanın
birbirini ziyaret etmeleri, aralarındaki hısımlık bağlarını kuvvetlendirmeleri,
birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri İslâm'ın emridir. Hısım-akrabayı
ziyaret etmek, onların duasını almak Allah'ın rahmetine vesiledir. Nitekim
Peygamberimiz «Sıla-i rahmin sevabından daha çabuk kabul olan başka hiçbir
güzel amel yoktur. Yine hiçbir kötü amel yoktur ki, onun cezası sıla-i rahmi
kesenin cezasından daha çabuk verilsin. Ve yalan yere yemin edenler de perişan
olacaklardır» buyurmuştur. Toplumun birbirine olan itimadını sarsacak ve toplum
içinde huzursuzluk meydana getirecek yalan, iftira ve gıybet gibi kötü şeyleri
dinimiz kesinlikle yasaklamıştır. Yalan yere yemin etmek dinimizde büyük günah
olduğu gibi, ailelerin de felâketine sebep olur. Çünkü Peygamberimiz «Yemin
ocak söndürür» buyurmuştur.
Peygamberimiz,
-Allahü Teâlâ rahmeti yarattı. Ve süa-i rahim yapana ben de rahmet ederim,
sıla-i rahmi kesenden ben de rahmetimi keserim, buyurdu» demiştir. Hısım-akrabayı
ziyaret etmek Allah'ın emrine İtaat olduğu gibi, günahların bağışlanmasına da
vesiledir. Şüphesiz ki, Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir.
Yaptıklarınızı görür, amellerinizi bilir, ona göre mücazat ve mükâfatınızı
verir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden asla gizli kalmaz.
İslâm
dini, yoksulları ve yetimleri koruyan, helâl yoldan nzık temin etmeyi emreden,
haramı yasaklayan bir dindir. Bunun için Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle
buyurmuştur:
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 4, ftyet: 3-4)
«Yetimlere
mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin, Onların mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.*
Allahü
Teâlâ şöyle buyuruyor: -Yetimler mallarını muhafaza edecekleri yaşa geldikleri
zaman, kendilerine mallarını verin. Onların malını alarak kendi temiz malınızı
murdarla değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin
ki, onların hakkı size geçmesin. Çünkü haksiz yere başkasının malını yemek
büyük bir günahtır.» İslâm, kimsesizlerin mallarının ve canlarının korunmasına
son derece önem verir ve böyle bir görevi İslâm toplumuna yükler. Bu görevi
yüklenenler onların haklarının zerresine kadar riayet etmek zorundadırlar.
Çünkü Yüce Allah «Onların mallarını murdar olarak» nitelendirmiştir. İslâm
toplumunda yoksulların, fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin korunması ve
bakılması Yüce Allah'ın emridir. Bu emre riayet etmek her Müslümamn görevidir.
Bu
âyet-i celile Kataf an kabilesine mensup bir kişi hakkında nazil olmuştur. O
kişinin yanında kardeşinin oğlu bulunuyordu. Çocuk bulûğ çağına gelince
amcasından malını ister, amcası malmı vermez, reddeder. Bunun üzerine bu âyet
nazil olur. Peygamberimiz nazil olan âyeti o zata okuyunca hiç itiraz etmez;
«Allah'ın ve Resûlü'-nün emirlerine mutî olduk, bizi azaba götürecek günahlardan
Allah'a ve Resûlü'ne sığınırız- diyerek hemen yeğeninin malını iade eder. O
genç de almış olduğu malı Allah yolunda tasadduk eder. Peygamberimiz «Şüphesiz
o genç sevap kazandı, fakat günah yerinde kaldı» demiştir. Bunu duyan sahabe
«Yâ Resûlallah, nasıl olur da günah yerinde kalır? Halbuki bu mal Allah yolunda
harcanmıştır» diye sorar. Peygamberimiz: «O genç malını Allah yolunda infak
ettiği için sevap kazandı. Anası babası ise «Mal biriktirip Allah yolunda
infakta bulunmadıkları, (zekâtım) vermedikleri için onların üzerinde günah
kaldı» buyurmuştur. Hadis-İ şeriften de anlaşıldığı gibi, zekâtı verilmeyen
mal, sahibi için bir vebaldir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur:
NİSA
SÜRESİ (cüz: 4. ftyet: 3-4)
•Eğer
(kendileri ile evlendiğinizde! yetim kızların haklarını gö-zetemeyeceğinizden
korkarsamz, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak
üzere nikah edin. Şayet aralarında adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o
zaman bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye İle yetinmelisiniz, tşte
bu, adaletten sapmamanıza daha uygundur.»
«Kadınlarınızın
mehirlerini seve seve verin. Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu İle size
bağışlar iseler, onu afiyetle yiyin.»
islâm
dini kadınların haklarına son derece önem vermiştir. Bazılarının iddia ettiği
gibi, kadın* İkinci plâna atmamıştır. İslâm'ın kadına verdiği değeri başka
hiçbir din vermemiştir.
Himayelerinde
yetim kızlar olup da, onlarla evlenmek isteyenlere Yüce Allah şöyle hitap
ediyor: -Eğer yetim kızların haklarım gözetemeyeceğinizden korkarsamz, size
helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikahlayınız,
yani alınız.» İslâm'da yetimlere ne derece değer verildiği âyet-i celîlede
açıkça belirtilmektedir. İslâm her şeyde bir ölçü koyduğu gibi, evlilikte de
bir ölçü koymuştur. Evliliğin âzamisini ve asgarîsini belirtmiştir. İslâm dini,
bir anda bir erkeğin, dört kadını birden nikâhı altına almasına müsaade
etmiştir. Ancak bu sadece bir müsaadedir, emir değildir. İslâm, bir erkeğin dört
kadınla evlenmesine izin vermiştir ama, kadınlar .arasında, en ince noktasına
kadar adaleti gözetmeyi de şart koşmuştur. Erkek, yemede, içmede, giyim-kuşamda
ve onlarla olan münasebetlerde adalete riayet etmek zorundadır. Şayet erkek,
kadınlar arasında âdil davranamayacağından endişe ederse, o zaman İslâm dini
bir kadından fazlasına müsaade etmiyor. Çünkü İslâm'da, kadını alıp sokağa
bırakmak yasaktır, aslolan, onu muhafaza etmektir. Bir kadını nikâhına alan
erkek, onun ibadetinden, tesettüründen, iffet ve namusundan, iaşesinden,
gezmesinden ve ailevi münasebetlerinden sorumludur. Bu bakımdan erkeğe büyük
mes'uliyet yüklenmiştir. Dolayısıyla birden fazla kadınla evlenen erkeğin mes1-uliyeti
o nisbette ağırdır.
İslâm'a
göre nikâhın mahiyeti: Nikâh, bir erkekle bir kadın arasındaki meşru bir akit
ve içtimâi bir bağdır. Nikâh vasıtasıyla kadın ve erkek arasında bir takım
haklar teessüs eder ve kadınla erkeğin birbirlerinden meşru surette istifade
etmeleri caiz olur. Nikâhsız olarak yabancı bir kadından istifade etmek
kesinlikle yasak ve haramdır. Buna İslâm dininde asla müsaade yoktur.
Hz.
Aİşe (r. anhâ) 'den şöyle rivayet edilmiştir: «Bir kısım insanlar yetim
kızlarla evlenirler ve onlar arasında adaleti gözetmezler-
NİSA
SÛRESt (cüz: 4, âyet: 5)
di.
Bu yüzden onların bir kısmı perişan olurdu. Kendilerini himaye edecek kimseleri
de olmadığı için sürünürlerdi, Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek yetim kızlar
arasında adaleti gözetmeyi emretmiştir.- tslâm, kadınların başkalarının elinde
oyuncak olmasına asla müsamaha göstermemiş, onları son derece korumuştur. Yüce
Allah, bunu şöyle beyan ediyor: «Eğer yetim kızların haklarım
gozeteme-yeceğinisden korkarsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer,
üçer ve dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet aralarında adalet yapamayacağınızdan
endişe ederseniz o zaman bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye ile
yetinmelisiniz. İşte bu, adaletten sapmamanıza daha uygundur.» Çok evhlik
kişinin adaletten sapmasına vasıta olabilir.
Bazılarına
göre bu âyetin, nüzul sebebi şöyledir: Dul kadınlarla evlenenler, onlara ve
onlann çocuklarına iyi muamele etmezler, yetimlerin haklarını korumazlar,
onlara iyi bakmazlar, ezâ ve cefa ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil
olmuştur. Bütün mesele, gerek yetimler arasında, gerek kadınlar arasında
adaletle hükmedil-mesi ve adaletin yerine getirilmesidir. Buna riayet
edilmediği takdirde yapılan ibadetlerin hiçbir faydası yoktur. Zira adaletin
olmadığı yerde Allah'ın rızasını kazanmak söz konusu değildir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: «Kadınlarınızın me-hirlerini seve seve
verin. Bu, boynunuza bir borçtur. Şayet kadınlarınız mehirlerinin bir kısmını
size gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin. Onların bağışlamış
olduğunda sizin üzerinize bir vebal yoktur.» Ayet-i kerîmeden anlaşıldığına
göre, nikâhda konan mihir tamamen kadının hakkıdır. Bazıları mihrin kocaya
helâl olduğunu söylemişlerse de, kadının izni olmadan kocasının onu yemesi veya
alması asla helâl değildir.
Hz.
Ali (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: -Hasta olan bir adam, hamın mm mihrinden bir
miktarla bal alsa, o balı yağmur suyu ile şerbet yapıp içse, Allah'ın izni ile
şifa bulur. Çünkü Yüce Allah, kadınların mihirleri için «onu afiyetle yiyin»,
bal için «şifadır» ve yağmur suyu hakkında da »mübarek sudur» buyurmuştur.
Şayet bunlar birbirine karıştırılırsa şifa olur.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyurmuştur:
■Allah'ın
sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan
yedirin, giydirin, onlara güzel söz söyleyin.»
10 MtSA SÛRESİ (cüz: 4, âyet: 6)
Allah'ın
size ihsan ettiği mallarınızı beyinsizlerin eline vermeyin. Fakat k*ndilerine
bunlardan yedirin, giydirin, ihtiyaçlarını karşılayın ve onlara gönüllerini hoş
edecek söz söyleyin.
Bazılarına
göre sefih, malı kadın ve çocukların eline vererek onların ölçüsüz bir şekilde
bu malı istedikleri yerde harcamalarını temin eden adamdır. Bunun için Yüce
Allah «Mallarınızı beyinsizlerin (eline) vermeyin- buyurmuştur.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur :
«Yetimleri
evlenme çağına gelene kadar deneyin. O vakit kendilerinde bîr olgunlaşma
hissettiniz mi mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de geri
alacaklar diye onları israf edip de tez elden yemeyin. Kim zengin ise sakınsın.
Kim de fakir ise uygun bir şekilde yesin. Mallarım kendilerine verdiğiniz zaman
yanlarında şahit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir;»
Yüce
Allah himayelerinde yetim bulunanlara şöyle buyurmuştur: «Yetimleri evlenme
çağına gelene kadar deneyin. O vakit kendilerinde bir olgunlaşma hissettiniz mi
mallarını kendilerine verin.» Yetimlere malları ancak onu muhafaza edecek
duruma geldikleri zaman verilmelidir. Onu muhafaza edemeyecek durumdaysalar,
muhafaza edecek duruma gelinceye kadar bekletilmesi gerekmektedir. Yetimler
büyüyecekler de elimizdeki mallarını geri alacaklar diye onları israf ederek
harcayıp yemeyin. Himayesinde yetim bulunan zenginlsr onların mallarını
harcamaktan sakınsınlar. Yetimlerin mallarını kendi ihtiyaçları için
kullanmasınlar. Fakir olanların ise, emeklerinin karşılığı olarak onların
mallarından uygun bir şekilde yemelerinde mahzur yoktur. Fakirler,
himayelerinde bulunan yetimlerin mallarından israf etmemek şartıyla istifade
edebilirler.
Yetimlerin
mallarından istifade hususunda İslâm bilginleri üçe ayrılmıştır: Birinci gruba
göre, fakirler yetimlerin malını muhafaza ettiği müddetçe ondan istifade eder.
Zenginler muhafaza etse de istifade edemezler, ikinci gruba göre, fakir olsun,
zengin olsun yetimin malından istifade etmek caiz değildir. Ancak ödünç alınabilir
ve aynı şekilde geri verilir. Üçüncü gruba göre ise, yetimin malın-
NİSA
SÛRESİ (cüz: 4, âyet: 7) 11
dan
istifade etmek hiçbir suretle caiz olmadığı gibi ödünç de alınamaz.
Birinci
grubun delili sudur: tbn Abbas (r.a.Va fakir bir zat gelir, yanında yetim
birinin olduğunu ve onun sağılır koyunlarının bulunduğunu söyler, o koyunların
sütünden istifade edip edemeyeceğini sorar. İbn Abbas «Eğer onların bakımı sana
ait ise istifade edersin» der. Birinci grup bunu delil göstererek fakir olan
himayecilerin yetimin malından istifade edebileceğini belirtirler.
İkinci
grubun delili de şudur: Muhammed İbni Şirin şöyle demiştir: «Fe'l ye'külû bil
ma'ruf» â,yştinin mânâsını Ubeyde bin Sel-man1 a sordum. O da
«Yetimin malından Ödünç alıp-vermektir» dedi. İkinci grup da bunu delil
getirerek, yetimin malından ödünç alınıp -verilmek suretiyle istifade edilir
demişlerdir.
Üçüncü
grubun delili ise şudur: "Gerçek, yetimlerin mallarını Imksız olarak
yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar,» (Nisa ıo). Üçüncü grup da bu
âyeti delil getirerek hiçbir şekilde yetimin malından istifade edilemeyeceğini
bildirmişlerdir.
Fıkıh
bilginleri, yetimlerin fakir olan velîlerinin ve vasilerinin yotimin malından
istifade etmesini caiz görmüşlerdir. Fakat efdal ulan yetimlerin mallarını
muhafaza edip, onlardan istifade cihetine
ti
İtmemektir,
İlâhî
emrin ulviyetine bakınız, herhangi bir ihtilâfa düşmemek iı,in yetimlerin
mallarını kendilerine teslim ederken âdil şahitler htıv.urunda teslim edin
demektedir. Yetimlere mallarım teslim eder-lu>n şahit bulundurmak
müstehaptır, yani güzel görülmüştür.
Yüce
Allah âyet-i celüesinde. şöyle buyurmuştur:
•Ana-babanın
ve yakınların bıraktıklarında erkeklere bir pay vurdır. Ana-babanın ve
yakınların bıraktıklarında kadınlara da bir |my vardır. Bunlar, az veya çok
farz kılındığı şekilde bir paydır.»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: tslâm dini gelmeden önce A raplar
kadınlara miras vermezlerdi, mirasın tamamını erkekler ulu di. Hatta ölen
adamın erkek çocuğu yoksa, mirası akrabasından ulan erkekler alırdı, Kadınlara
miras vermemelerinin sebebi, kadın-İmin degll, erkeklerin savaşmaları ve
kadınları korumalarıydı. Bu
12 NİSA SÛRESÎ {cüz: 4, âyet: 8-9)
bakımdan
erkekler mirası kendilerine lâyık görmüşler, kadınları ve kızları bundan
tamamen mahrum etmişlerdi. Nitekim sahabeden Evs bin Sabit ölünce geride üç
kızı ve bir Hanımı kalmıştı. Erkek çocuğu olmadığı için mirasının tamamını
amcasının oğlu almıştı. Kızlarına ve hanımına hiçbir şey verilmemişti. Evs'in
kızları gelip durumu Peygamberimize bildirmişlerdi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ
yukar-daki âyeti İnzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ana-babanın ve yakın-îarn?
bıraktıklarında erkeklere bir pay vardır. Ana-babanm ve yakınların
bıraktıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar, az veya çok farz kılındığı
şekilde bir paydır.» Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarında erkeğin hakkı
olduğu gibi, kadınların ye kızların da hakkı vardır. İslâm dini, mirası
cahiliye devrinde olduğu gibi sadece erkeğe tahsis etmemiştir. Kadınların ve
kızların da mirastan haklarını ayırmıştır. Çünkü- islâm, adalet dinidir. Birine
saadet kapılarını açarken, diğerini sefalete, yokluğa itmez.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
«Miras
taksim edilirken yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunurlarsa
kendilerini ondan nzıklandırın. Ve onlara güzel söz söyleyin.»
Vereseler
mirası taksim ederken, şayet orada ölünün yakınları, yetimler ve yoksullar da
bulunursa kendilerini ondan nzıklandırın. ölünün mirasından yakınlara,
yetimlere ve yoksullara bir şey vermek sevaptır. Eğer onlara bir şey
veremezseniz gönüllerini hoş edecek söz söyleyin, kalblerini kırmayın. îslâm,
her fırsatta akrabayı, yetimi ve yoksulu korumuştur. Hatta mirastan bile onlara
bir pay ayrılmasını güzel görmüş ve teşvik etmiştir. Bu hareket Müslümanlar arasındaki
bağlılığın ve yardımlaşmanın bir ifadesidir.
Allahü
Teâlâ âyet-1 celilesinde şöyle buyurmuştur;
•Arkalarında
aciz ve küçük evlâdlar bıraktıkları takdirde gadre ve zulme uğrayacaklar dîye
onlara karşı endişe edenler haksızlık-
NİSA
SÛRESİ (cür 4, âyet: 10) 13
tan
korksunlar. V* Allah'tan sakınsınlar. Sözü de dosdoğru söylesinler.»
Bu
âyet-i celîle yetimlerin haklarına en ince noktasına kadar riayet
edilmesini emrediyor. Yetimlere velilik ve vasilik edenler, kendi ölümlerinde^
sonra çocuklarının perişan olmasından korktukları gibi, yetimleri*1
de perişan olmasından korksunlar. Yetimleri ve mallarını kendi gocukları gibi
korusunlar, ölüm döşeğinde olan adama «Sen malu*. kendin için harca, geride
kalanları düşünme, onlara bırflkacaksJ11 da ne °laca^.
rızkı veren Allah'tır» demesinler. Ölüm döşeğinde ol9*1
adama şöyle tavsiyede bulunsunlar: -Malının bir kısmını kendin iÇi» vasiyet
et,,bir kısmını da çoluk-çocuğuna bırak ki, onl&r sende» sonra yokluğa
düşüp perişan olmasınlar, «ölüm döşeğinde olan ad£ma tavsiyede
bulunanlar, onun yerine kendilerini koyarafc harek^ etsinler. Kendileri için
hoş görmedikleri şeyi, onun için de hoş görmesinler. Daima hakkı söyleyerek
Allah'tan korksunlar. Âhirel yolculuğuna çıkan adamın yanında bulunanlar
kelime-i şehadet getirsinler. Ölüm döşeğine düşenin yanında Kelini e-i Şehadet
getirmek, onun da Kelime-i Şehadet getirmesine sebep olur. Son anda K*U™e-i
Ş«hadet getirenler, imanlarını kurtarmış ve Rahmet-i îlâhtfe nail olmuşlardır.
Kelime-i Şehadet getirirken can çekiştiren kişimi zorlamamak gerekir, olur ki,
zorlama esnasında ağzından bir ii^ar sozü Ç&ar - Allah korusun -
küfür içinde gider, ölüm döşeğime düşen kişinin yaaında âdabına uygun olarak
Kelime-i Şehadet getirilir, üzerine Yasin okunur ve ağzına su verilir. Fakat
zamanımızda bunlar tamamen ihmal edilmiştir. Halbuki ölüm döşeğinde yatan
kimsenin en çok muhtaç olduğu şey bunlardır.
Allahü
Teâlâ *yet-i celîlesinde yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler için şöyle
buyurmuştur -.
«Yetimlerin
m*!!8™11 hıaksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir
ateş yemiş olular. Zaten onlar, çalgın bir ateşe gireceklerdir.»
Yetimlerin
m^larmı ».aksız yere, haram olarak yiyenler karınlarına ateş
doldurmuş odurlar. Dünyada haram yiyenler cehennemin çılgın ve eli"1
ateşime mutlaka girecekler, yedikleri haramın cezasını görecekledir. Zira.
yedikleri haram onları cehenneme sü-rükleyeceKtir Çür^ü Yüce Allah haram
yiyenler için «Zaten onlar, cılmn bir ateş© gireceklerdik- buyuruyor, Haram
yiyenlerin, yedikleri huram. kendili için e:thenn«n tutşinden başka bir »ey
dejil-dlr,
14 NtSÂ SÜRESt (cûz: 4, âyet: 11)
Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: -Miraç gecesi cehennem bana gösterildi, içinde
karınları küp gibi şişmiş, içi yılan ve akrep dolu bîr topluluk gördüm, onların
kim olduğunu Cebrail'e sordum. Cebrail: «Bunlar dünyada haksız yere yetimlerin
mallarını yiyenlerdir. Şimdi ise yedikleri harama mukabil lokma lokma ateş
yiyorlar» dedi.»
Yüce
Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur:
«Çocuklarınızın
mirastaki durumu hakkında Allah size şöyle ferman buyuruyor: Erkeğe iki dişinin
hissesi kadardır. Eğer kadınlar ikiden fazla ise bırakılan malların üçte ikisi
onlarındır. Şayet tek ise yansı onundur, ölenin çocuğu varsa ana ve babadan her
birine bırakılan malın altıda biri vardır. Çocuğu olmayıp da ona ana ve babası
mirasçı olduysa üçte biri anasınmdır. Kardeşleri varsa o vakit altıda biri
anasırundır. Bu hükümler, Ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine
getirildikten sonradır. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size
fayda bakımından daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar, Allah'tan birer
farizadır. Doğrusu Allah, hak-kıyle bilen ve Hâkim olandır.»
Allahü
Teâlâ bu âyetle çocuklarınızın mirastaki durumunu size beyan ediyor ve şöyle
buyuruyor: Miras taksiminde erkeğe iki pay, kıza da bir pay vardır. Yani kız
çocukları bir pay alacaklar, erkek çocuklar da iki pay alacaklardır. Bundan
fazlasını alamazlar. Şayet ölenin iki veya ikiden fazla kızı olup, oğlu olmazsa
mirasın üçte ikisi kızlarındır. Geri kalan da ölenin babası, amcası gibi
akrabalardan biri varsa ona aittir. Akrabadan biri yoksa o da kızlarındır. Eğer
bir kızı varsa terekenin yarısı kızımndır. Geri kalanı da en yakın akrabaya,
yani babaya, dedeye, öz erkek kardeşe, babanın erkek kardeşine veya amcaya
verilir. Şayet bunlar yoksa ttr»-kenin tamamı kızındır.
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 4, âyet: 12) 15
Bu
husustaki Sünnet-i Nebeviyye şöyledir: Hz. Cabir'den şöyle rivayet edilmiştir:
Said ibni Rebi'a Uhud Muharebesi'nde şehit olmuştu. Geriye iki kızı ile bir
hanımı kalmıştı. Erkek çocuğu olmadığı için kardeşi terekesinin tamamım
almıştı. Rebia'nın karısı Resû-lüllah (s.a.v.)'ın yanına gelerek dedi ki; «Ey
Allah'ın Resulü, bu iki kız Rebî'a'nın kızlarıdır. Babaları sizinle beraber
Uhud'a iştirak etmişti, orada şehit düştü. Amcaları da babalarından kalan
malları alarak kendilerine bir şey bırakmadı. Malları olmadan da
evlene-mezler.» Cabir diyor ki: Resûlüllah (s,a.v.) şöyle buyurdu: «Allahü
Teâlâ bu konuda hükmünü verecektir, «Bunun üzerine miras âyeti nazil oldu.
Resûlüllah kızların amcalarına birisini göndererek buyurdu ki: «Said'in
kızlarına üçte ikisini ver. Karısına da sekizde birini ver. Geri kalan da
senindir.» Resûlüllah'ın iki kız hakkında yaptığı taksim budur. Bu hadis-i
-şerif bize gösteriyor ki, kızlar ister iki olsun, ister daha fazla olsun
taksim üçte iki üzerinden yapılır.
Eğer
ölenin çocuğu varsa, ana ve babasına düşen miras, bırakılan malın altıda
biridir. Yani ana ve baba terekenin altıda birini alacaklardır. Geri kalan da
çocuklarımndır. Şayet çocuğu yoksa, varisi sadece ana ve babası ise mirasın
üçte biri anasınmdır. Geri kalan iki hisse de babasına aittir. Ölenin
kardeşleri varsa bu »defa mirasın altıda biri anasınmdır Geri kalan da
babasmındır. Şayet babası yoksa kardeşlerinindir. Bu hükümler ve bu taksimat
ölen kişinin borcu -varsa- Ödendikten ve vasiyeti yerine getirildikten sonra
yapılacaktır. Borç Ödenmeden ve vasiyet yerine getirilmeden taksim yapılmaz.
Ölünün terekesinden borcu ödenir ve vasiyeti yerine getirilir. Çünkü bu Yüce
Allah'ın emridir. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha
faydalı olduğunu bilemezsiniz. Onu ancak Allah bilir. Miras hususundaki bütün
bu ilâhî emirler Allahü Teâlâ'dan birer farizadır. Doğrusu Allah herşeyi
hakkıyla bilen ve hikmetine göre her birine bir farz takdir edendir. O,
bildirmeden önce siz bunların hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğunu
bilmezdiniz. Onun farz kıldığını kimse değiştiremez.
Bazıları
bu âyetin şöyle bir mânâya delâlet ettiğini de söylemişlerdir: Babalarınızdan
ve oğullarınızdan, hangisinin Allah katında daha üstün olduğunu siz
bilemezsiniz. Allah katında dereceleri üstün olanlar, yakınlarının da
gözlerinin aydın olması için kendi de-receîerine yükselmelerini Allah'tan niyaz
ederler.
Allahü
Tealâ âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmuştur:
X6 NİSA SÜRESİ (cüz: 4, âyet: 12)
«Karılarınızın
çocukları yoksa geriye bıraktıklarının yansı sizindir. Eğer çocukları varsa
bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyet ve borçtan
ödendikten sonradır.»
Yüce
Allah, bu âyeti celüede erkek ile kadının ve akrabalık yoluy-le varis
olacakların mirastaki hisselerini beyan ediyor. Evli olduğu halde ölen kadının
çocukları yoksa terekesinin yarısı kocasınındır. Geri kalan yarısı da
akrabasından yakınlarına aittir. Şayet ölen kadının çocuğu varsa, kocasına terekesinin
dörtte biri düşer. Yani kocası mirasın ancak dörtte birini alabilir. Geri kalan
ise çocuklarının-dur. Ancak bu taksim ölen kişinin vasiyeti yerine
getirildikten ve borcu ödendikten sonra yapılır. Yukarda da belirtildiği gibi,
mevtanın borcu ödenmeden ve vasiyeti yerine getirilmeden taksim yapılmaz.
Âyetin devamında Allahü Teâlâ kadınların, kocalarının mirasından ne kadar hak
alacaklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur:
«Sizin
çocuğunuz yoksa bıraktıklarınızın dörtte biri kadınlannı-zındır. Şayet çocuğunuz
varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Ancak bu, yaptığınız vasiyet
ve borç ödendikten sonradır.»
ölen
erkeğin çocuğu yoksa, bırakmış olduğunun dörtte biri ha-nımınmdır. Şayet çocuğu
varsa terekesinin sekizde biri hanımının-dır. Geri kalanı da çocuklarmmdır. Bu
taksimat, yukarda da belirtildiği gibi, ölen kişinin vasiyeti yerine getirilip,
borcu ödendikten sonra yapılır. Yine âyetin devamında Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
«Eğer
mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olma-yan bir kimse olur da,
onun erkek veya kız kardeşi bulunursa bun- -
lardan
herbirine altıda birer düşer. Şayet onlar ikiden çoksalar zarara
uğratılmaksızın üçte birine ortak olurlar. Bunlar, yaptıkları vasiyet ve borcu
ödendikten sonradır, bunlar, Allah'tan bir vasiyet ve emirdir. Allah her geyi
hakkıyla bilindir ve Halimdir.»
ölen
erkek veya kadının mirasını alacak çocuğu veya babası
NİSA
SÜRESİ (cüz: 4, âyet: 11-14) 17
olmazsa,
buna mukabil erkek veya kız kardeşi olursa, bunların her biri ölenin mirasından
altıda bir hisse alırlar. Şayet bu kardeşler ikiden fazla iseler mirasın üçte
birine ortak olurlar. Aldıkları mirası erkek, kız ayrımı yapılmadan eşit
şekilde taksim ederler. Geri kalan üçte iki de ölen kişinin amcasınındır. Bu
taksimat ölen kişinin vasiyeti yerine getirilip, borcu ödendikten sonra
yapılır. Şayet ölenin borcu mirasından ödenmez ve vasiyeti yerine getirilmezse,
vârisler Allah katında sorumludur. Bunlar, Allahü Teâlâ'dan bir vasiyet ve bir
emirdir. Yüce Allah, Alimdir, kullarının şanına lâyık olanı bilir ve ona göre
emreder. Halimdir, emrine muhalefet edenlerin cezalarını hemen vermez, tevbe
edip, nadim olmaları için onlara mühlet verir.
Bundan
sonra Allahü Teâlâ söyle buyurmuştur:
«İşte
bunlar Allah'ın hudududur. Kim Allah'a ve Peygamberine İtaat ederse Allah onu
altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada ebedi kalacaklardır. İşte
bu, en büyük kurtuluş ve saadettir.*
«Kim
de Allah'a ve Peygamberine isyan eder hududunu çiğneyip geçerse, onu da içinde
ebedî olarak kalmak üzere ateşe sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azap
vardır.»
Sizin
için mirastaki bu taksim Allahü Teâla'mn emridir. Bununla amel etmeniz için
size bildirmiştir. Allah'a v-e Peygambere itaat eden-lor, mirastaki bu taksime
riayet etsinler, Allah'ın hududunu korusunlar ve onunla amel etsinler. Kim
Allah'a ve Resulüne itaat eder-ho, Allah onu altından ırmaklar akan cennetine
koyar. Onlar Cen-ııotte ebedi kalıcıdırlar. Bu, onların dünyada Allah'ın ve
Resûlü'-nün emirlerine itaat edip, onlarla amel ettiklerinin karşılığıdır. Kim
«1ü Allah'ın ve Peygamberin emirlerine itaat etmez, isyan eder, hu-ıludu aşarsa
içinde ebedi kalmak üzere cehenneme girecektir. Onlar mutlaka isyanlarının
cezasını görecektir. Onlar için hor ve hakir tıdlci bir azap vardır. Bu,
onların dünyadaki isyanlarının karşılığıdır.
Allahü
Teâlâ âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
«Kadınlarınızdan
zina edenlere karşı aranızdan dört şahid getirin. Onlar şehadet ederlerse
ölünceye veya Allah anlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.»
«Sizden
zina edenlerin her ikisine de eziyet edin. Tevbe edip, ıslah olurlarsa artık
onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleii en çok kabul eden ve en çok
esirgeyendir.*
Bu
âyet-i celîle islâm'ın bidayetinde zina eden kadınlar hakkındaki hükmü
bildirmektedir. «Kadınlarınızdan zina edenlere karşı aranızdan âdil, Müslüman
ve hür dört şahid getirin. Eğer onlar zina eden kadınlar hakkında şahitlik
ederlerse, o kadınları ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar
evlerde hapsedin.» Bu âyet, recim âyeti gelmeden önce nazil olmuş ve recim
âyetiyle nesh edilmiştir. Bunun geniş izahı Nûr Sûresinde gelecektir.
Müslümanlar arasında zinanın yayılmaması için, bu fiili irtikâp edenler
hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Sizden zina edenlerin her ikisine de
eziyet edin. Tevbe edip, ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah
tevbeleri en çok kabul eden ve en çok esirgeyendir.» Zina edenlere eziyet
edilmesi fuhşun topluma yayılmaması içindir. Zina gibi çirkin bir fiili irtikâp
edenler, serbest bırakıldıkları ve toplum tarafından tepki görmedikleri
takdirde, toplumun diğer fertlerini de etkileyeceklerdir. Bu bakımdan îslâm,
zina edenleri toplumdan tecrit ediyor ve onları en ağır bir şekilde
cezalandırıyor. Cemiyetlerin yıkılmasının başlıca sebebi ahlâksızlık olmuştur.
Şayet zina edenler tevbe edip, bu durumlarından vazgeçerlerse Yüce Allah
tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah tevbeleri en çok kabul eden ve en çok
esirgeyendir. Bu âyet de Nûr Sûresinin ikinci âyetiyle nesh edilmiştir. Zina
suçunu işleyenlerin cezası orada daha da artırılmıştır.
AHahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde sövle buyuruyor:
NİSA
SÛRESİ (cüz: 4, âyet; 18) 19
•Allah
ancak, bilmeyerek kötülük yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.
Allah hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»
Tevbeleri
kabul eden ancak Allahü Teâlâ'dır. Cehaletinden dolayı bilmeyerek günah işleyip
de hemen tevbe edenlerin tevbesini Yüce Allah kabul eder. Zira tevbe işlenen
günahlara ve yapılan kötülüklere karşı pişmanlık duymaktır. Kul, yaptığı
kötülüklere pişman olup, Rabbine yalvardı mı Allah, tevbesini kabul eder. Eğer
günahlarına pişman olmaz, isyana devam ederse elbette yapılan tevbeler kabul
olmaz.
İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Mü'min cahilliğinden dolayı günah işler. Fakat
onun günah olduğunu yakinen bilmiş olsaydı işlemezdi. Çünkü yaptığı kötülükler
onu azaba götürür de farkında bile olmaz. Ancak mü'mini azaba düşmekten
günahlarına karşı yapmış olduğu tevbe kurtarır. Günah işleyenler Ölüm döşeğine
düşmeden önce tevbe ederlerse yakinen tevbe etmiş olurlar ve tevbeleri Allah indinde
kabul olur.» Zira Allahü .Teâlâ Alimdir, ihlâsla tevbe edenleri bilir.
Hakimdir, âsi olanlara tevbe ile hükmeder. Nitekim Peygamberimiz «Allahü Teâlâ,
can boğaza gelene kadar kulunun tevbesini kabul eder» buyurmuştur. Bu âyet
mü'minlerin tevbesi hakkında nazil olmuştur.
Allahü
Teâlâ âyeti ceülesinde şöyle buyuruyor:
«Kötülükleri
işleyip dururken kendisine ölüm geldiği zaman "şimdi işte gerçekten tevbe
ettim" diyen ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlar
için biz, elem verici bir azap hazır-lamışızdır.»
Günah
işlemeye devam edenlerin, günahlarından pişman olmayanların tevbesi makbul
değildir. Çünkü onlar, gerçekte yaptıklarına pişman olmamışlar ve Allah'a
isyana devam'etmişlerdir, Azrail başucuna dikildiği zaman «Ben tevbe ettim ve
hakkı kabul ettim» diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi asla kabul
edilmeyecektir. Zira onlar ömürlerini hep isyan içinde geçirmişler, yaptıkları
Ut v belere sadakat göstermemişlerdir, ölüm anında yapılan tevbeler 1;io Allah
indinde makbul değildir. Çünkü insan can çekiştirirken her ijuyden ilgisini
kesmiş, aklı başından gitmiş ve Azrail ile karşı kar-
20 NİSA SÛRESİ (cûz; 4, âyet: 19)
şıya
gelmiştir, öyle bîr anda yapılan tevbeler kabule şâyân değildir. Yüce Allah,
onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır. Onlar ebedi cehennemin
yaranıdırlar.
Yüce
AUah âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
•Ey
iman edenler, kadınlara karşı zorla vâris olmaya kalkmanız size helal değildir.
Apaçık hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını alıp götürmeniz
için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız,
olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir
etmiş bulunur.»
Bu
âyetin nüzul sebebi şudur: Cahüiye devrinde bazı kimseler malına tamah ederek
yaşlı kadınlarla -veya hoşlanmadıktan kadınlarla evlenmişlerdi. Bunlar aslında,
zevceleri yaşlı olduğu veya hoşlanmadıkları için genç kadınlarla evlenmek
arzusunda idiler. Bu yüzden de zevcelerini ihmal etmişlerdi. Fakat mallarına
tamahen de boşamıyorlardı. Zevcelerinin kendilerine bir miktar mal vermek
suretiyle boşanmalarını veya ölmelerini, dolayısıyla mallarına vâris olmalarını
istiyorlardı. Bunun için de zevcelerini boşamaktan kaçınıyorlardı. Bunun
üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurdu: «Ey iman
edenler, kadınlara karşı zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık
hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını alıp götürmeniz için
onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, olabilir
ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir etmiş
bulunur.» Yüce Allah, erkeklerin kadınlara zorla ve meşru olmayan bir yoldan
vâris olmalarını ve onlar bir hayâsızlık yapmadıkça verilen mihrin geri
alınmasını yasaklıyor. Müslümanların hanımlarıyle iyi geçinmelerini emrediyor.
Hoşlanmadığınız kadınlarda belki Al-lah, sizin için bir çok hayırlar kılar da,
onlar affınıza sebep olur veya onlardan salih evlâtlar meydana gelir. Böylece
onların vasıtasıyla iki cihanın saadetini kazanmış olursunuz. Onları bırakıp da
evlenmek istediğiniz kadınlarda belki sizin için bir hayır yoktur. Siz
hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu bilemezsiniz, onu ancak Allah bilir.
Zevcelerinizi hoş tutunuz. Şayet onlarla geçinmeniz mümkün değilse, ma'ruf bir
şekilde onları boşaymız. Böylece onlar da
NİSA
SÛRESİ (ete: 4, âyet: 20-22) 21
başkalarıyle
evlensinler bir yuva kursunlar, buna asla mani olmayın.
Bundan
sonra AJIahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer
bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine
yüklerle mihir vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın. İftira ederek ve
günaha girerek ona verdiğinizi geri alır mısınız?»
«Onu
nasıl alırsınız ki, birbirinize karışıp katıldınız ve onlar, sizden kuvvetli
teminat da aldılar.»
Zevcelerini
beğenmeyip de, onları boşayarak yerine başka bir kadın almak isteyenlere Yüce
Allah şöyle hitap ediyor: «Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce
almak isterseniz, evvelkine yüklerle mihir vermiş olsanız bile içinden bir şey
almayın.» islâm, kadınların erkekler tarafından mağdur edilmesine asla müsaade
vermemektedir. Nikâh esnasında kadınlara verilen mihrin veya herhangi bir şeyin
boşanma durumunda geri alınmasını da yasaklamaktadır. Çünkü verilen mihirler
kadınların namus bedelidir. Hem nasıl olur? Zevceleriyle halvette bulunsun,
onlardan istifade etsin, boşanma esnasında ise vermiş olduğu mihri geri alsın.
Zira onlar nikahlanmak suretiyle sizden kuvvetli bir Leminat almışlardı.
Nitekim Allahü Teâlâ «Ey iman edenler zevcelerinizi iyilikle tutun ve onların
maişetini temin edin. Eğer onlar hoşunuza gitmiyorsa iyilikle boşaym»
buyurmuştur. Allah'ın bu emri onlar üzerinde muhkem bir teminattır. Buna
muhalefette bulunmak büyük günahtır, Yüce Allah'ın emirlerine isyandır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde kimlerle evlenmenin haram, kiminle evlenmenin helâl
olduğunu beyan ederek şöyle buyuruyor:
«Babalarınızın
nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın Geçmişte olanlar artık geçmiştir.
Çünkü o, çok çirkin ve iğrenç bir şeydi. O, ne fena âdetti.»
«Analarınız,
kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin
kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt
kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileri ile gerdeğe girdiğiniz
kadınlarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram
kılındı. Eğer üvey kızlarınızın anaları üe gerdeğe girmemişseniz, onlarla
evlenmenizde bir beis yoktur, öz oğullarınızın kanlan ile evlenmeniz ve İki kız
kardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Geçmişte olanlar artık geçmiştir.
Çünkü Allah hakikaten yarhğayıcıdir, çok esirgeyicidir.»
Bu
âyet-L celîlede kimlerle evlenileceği ve kimlerle evlenileme-yeceği en ince
noktasına kadar bildirilmiştir. «Ey iman edenler, siz babalarınızın nikahladığı
kadınları nikahlamayın. Onlarla nikâh-lanmamz haramdır.» İslâm'dan önce, baba
ölünce büyük oğlu sırtından abasını çıkarır, üvey annesinin üzerine atarak ona
sahip olduğunu ilân ederdi. Böylece üvey annesine sahip olurdu, tslâm Dini, bu
gibi ahlâk dışı hareketleri kesinlikle yasaklamıştır. Cahiliye devrinde
olanlardan mes'ul değilsiniz. Artık onlar geçmiştir. Şayet cahiliye devrindeki
gibi yaparlarsa, Allah'ın emirlerine isyan ettiklerinden dolayı en büyük azaba
uğrayacaklardır. Zira onlar isyan etmekle Allah'ın rahmetinden kendilerini
uzaklaştırmalardır,
Müslümanlara,
analarıyla, yukarı doğru ne kadar uzanırsa uzansın; nineleriyle, kızlarıyla,
aşağı doğru ne kadar inerse insin; torun-larıyle, kız kardeşleriyle,
halalarıyla, teyzeleriyle, kız ve erkek kardeşlerinin kızlarıyla, süt
anneleriyle ve süt kardeşleriyle, karılarının analarıyla, duhul vâki olmasa da
nikahlandıktan karılarının analarıyla ve üvey kızlarıyla evlenmek haramdır.
Eğer üvey kızlarının anneleriyle gerdeğe girmemişlerse, onlarla evlenmelerinde
bir beis yoktur. Şayet üvey kızlarının anneleriyle gerdeğe girmişlerse, onlar-
NİSA
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 24) 23
la
elenmeleri haramdır. Öz oğullarının kanlanyle evlenmek ve iki kız kardeşi
birlikte nikahlamak da haramdır. Oğulluğunun veya üvey oğlunun karısı ile
evlenmekte bir mahzur yoktur. Boşamış olduğu kadının iddeti bitmeden, onun kız
kardeşi ile evlenemez. Ancak boşadığı kadının iddeti bittikten sonra, onun kız
kardeşi ile evlenebilir. Dört kansı olan, onlardan birini boşarsa, boşanan
kadının iddeti bitmeden başka bir kadınla evlenemez. Çünkü boşadığı kadınla
henüz ilgisi kesilmiş değildir. İki kız kardeşi cariye olarak alan, onlardan
biriyle cima yaparsa, diğeriyle cima edemez, ikisiyle de cima yapması haramdır.
İki kız kardeşi bir anda nikahlamanın haram olduğu gibi. Yüce Allah cahiliye
devrinde olanları bağışlar. Zira Allahü Teâlâ affedici, bağışlayıcı ve
esirgeyicidir.
Allahü
Teâlft âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Mâliki
bulunduğunuz cariyeler müstesna, kadınlardan kocası olanlarla evlenmeniz de haram
kılındı. Bunlar, Allah'ın üzerinize Tarz kıldığı hükümlerdir. Haram
kılınanların dışında kalanlar ise zinadan kaçınıp iffetli yaşamanız şartiyle
mallarınızdan mehir vererek nikâhlanmanız için size helâl edildi. Onlardan
faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerinl verin.
Kararlaştırılandan başka, karşılıklı hoşnut olduğunuz hususta size bir
sorumluluk yoktur. Şüphesiz ki, Allah Alîm olandır. Hakim olandır.»
Bu
âyet-i celîle başkasının nikâhı altında bulunan kadınla evlenmenin haram olduğunu
beyan etmektedir. Kocası olan kadınlarla «vlenmek haramdır. Ancak harp
esnasında esir olarak alınan cari-yolerin kocalan olsa da, kendileriyle
evlenmek helâldir. Onlann kocaları kâfir olduğu için buna müsaade edilmiştir.
Kocası kâfir olan Kadınlarla evlenmek Müslümanlara helâldir. Kâfirin nikâhı
olmaya-< tığından, esir edilen kadınların kocaları olsa bile nikâhları
yoktur. Nikâhsız kadmlar ile evlenmek ise her an caizdir. Bunlar, Allah'ın
sizin üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Siz, Allah'ın hükmüne tâbi ulun,
O'nun emirlerinin dışına çıkmayın. Allah'ın hükmüne tâbi olmayanlar elim bir
azaba uğrayacaktır.
Allahü
Teâlâ yukarda geçen âyetlerde kendileriyle evlenilmesi
24 NİSA SÜRESİ (Cüz: 5, ftyet: 25)
haram
olanlardan on dördünü zikretti. Bunlardan yedisi neseben, yedisi de sebeben
haram kılınmıştır. Bundan sonra da kendileriyle ev-lenilmesi helâl olanları
zikretmiştir. Âyet-i celilede zikredilmeyen ve kendileriyle evlenilmesi haram
olanları da Peygamberimiz bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: «Nesep yoluyla haram
olanlar emme yoluyla da haramdır. Aynı zamanda herhangi bir kadın halasının ve
teyzesinin üzerine nikahlanamadığı gibi, cariye de hür bir kadın üzerine
nikâhlanamaz.
Ey
Müslümanlar, haram kılınanların dışında kalan kadınları, zi nadan kaçınıp
İffetli yaşamanız şartıyla ve mallarınızdan mehir vererek nikahlamanız size
helâl edildi. Onlardan faydalandığınızın karşılığı olarak, aranızda
kararlaştırılmış olan mehirlerini zevcelerinize verin. Kendilerini
nikahlamanıza rağmen gerdeğe girmeden, onlardan ayrümışsamz, kararlaştırmış
olduğunuz mihrin yansını verin. Şayet onlardan f aydalanmışsamz kararlaştırmış
olduğunuz mih-ri verin. Eğer aranızda kararlaştırılmıştan başka, mihri artırır
veya zevceniz size mihrini bağışlarsa bundan dolayı sizin üzerinize bir vebal
yoktur. Zira bu her iki tarafın rızasıyla olmuştur. Kadının kocası nikâhta
belirtilen mihri artırdığı gibi, kadın da kocasına mihri-nin bir kısmım veya
tamamını bağışlar. Allahü Teâla Alimdir, kullarının ne yaptığını bilir.
Hakimdir, evlenilmesi haram olanları beyan ederek, helâle ruhsat vermekle
hükmeder.
1
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor: i
■Sizden,
hür mü'min kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki mü'min
cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Biribirinizdensiniz,
aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost
tutmamış olmaları halinde velilerinin izniyle evlenin ve maruf olan şekilde
mehirlerini verin.»
Hür
ve mü'min bir kadınla evlenmeye gücü yetmeyenler, ellerinizdeki mü'mine
cariyelerden alsınlar. O vakit cariyeleri nikahla-yanların nikahında başka hür
bir kadın bulunmasın. Yukarda da
NISÂ
SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 25) 25
belirtildiği
gibi, hür bir kadın üzerine cariyeyi nikahlamak haramdır. Bazı tefsircilere
göre, mihir verecek kadar kudreti olanların cariyelerle nikahlanması caiz
değildir. Fakat fıkıh bilginleri, hür bir kadına mihir verecek Jtudrette
olanların da cariyelerle evlenmelerini caiz görmüşlerdir. Bazıları da şu görüşü
ileri sürmüşlerdir: Al-lahü Teâlâ cariyeyi mü'mine diye zikretti. Mü'mine olan
bir cariyenin Yahudi ve Hıristiyanla evlenmesi caiz değildir. Ama fıkıh
âlimleri buna cevaz vermişlerdir. Yüce Allah sizin imanınızı çok iyi bilir,
O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli değildir. Mü'min olan kadınlarla evlenin,
onların zahirine göre hükmedin, onların kalblerine muttali' olamazsınız.
Kalblere muttali' olan ancak Allah'tır. Siz hepiniz Hz. Âdem'in soyundansımz,
dininiz bir, peygamberiniz birdir. Bu bakımdan birbirinize herhangi bir
üstünlüğünüz yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Cariyelerle, zinadan
kaçındıkları, iffetli oldukları ve gizli dost tutunmadıkları takdirde
velilerinin izniyle ve mâruf olan mihirlerini vermek suretiyle evlenin.
Cahiliye
devrinde bazı kadınlar açıktan zina ederlerdi. Hatta evlerinin tanınması için
kapılarına bir de alâmet koyarlardı. Bazıları ise gizlice fuhuş yaparlardı.
Yüce Allah, gizli ve aşikar fuhuş yapanlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Ancak
namuslu olmaları şartıyla Müslümanlarla evlenmesine müsaade edilmiştir. Âyetin
devamında Yüce Allah şöyle buyuruyor:
1 ~ j* \
«Şayet
evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara verilen cezanın
yarısı verilir. Bu, içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz
ise sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»
Bu
ayet-i celîle zina suçu işleyen kölelere verilecek cezayı belirtmektedir.
Cariye, hür bir erkeğe nikahlandıktan sonra fuhuş yaparsa, ona verilecek ceza,
hür bir kadına verilecek olan cezanın yarısı kadardır. Başından nikâh geçmeyen
hür bir erkek veya kadın zina işlerse, ceza olarak onlara yüz sopa vurulur.
Eğer başlarından nikâh geçmiş ise recm edilir. Cariye ve kölelere ise bu
cezanın yansı tatbik edilir. Yani elli sopa vurulur. Zira onlar hür insanlar
gibi olmadıkları, bir çok yönden onların ulaştıkları mertebeye, nimete ve
hürmete ulaşamadıkları ve eksik oldukları için, onlara tatbik edilen ceza da o
nisbette eksiktir. Zira her külfet, verilen nimet mukabilinde
26 NtSÂ SÛRESİ (cûz: 5, âyet: 26-28)
olur.
Ceza da böyledir, köle ve cariyenin sahip oldukları nimet eksik olduğu için
cezaları da eksiktir. Âyette sadece cariye zikredilmiş, köle zikredilmemiştir.
Her ne kadar köle zikredilmemişse de ikisinin cezası aynıdır.
îçki
içenlerin ve namuslu bir kadına iftira edenlerin cezası hür olanlar için seksen
sopadır. Köle ve cariyeler için ise kırk sopadır. Nitekim Hz. Ali ile Hz, Ömer
«Köle ve cariyelere, hürlere verilen cezanın yarısı verilir» demişlerdir.
Dünyada zina edip had cezasına çarpılmamak, âhirette de ilâhi azaba uğramamak için
cariyelerle evlenmeye ruhsat verilmiştir. Allahü Teâlâ, iki sınıf insanın
cariyelerle evlenmesine müsaade etmiştir. Bunlardan birincisi, hür bir kadını
nikahlayacak ve onun mihrini verecek durumu olmayanlar. İkincisi de
evlenemediklerinden dolayı zinaya sapma tehlikesiyle karşı karşıya olanlardır.
Fakat sabreder cariyelerle evlenmezseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Nitekim Hz, Ömer şöyle demiştir: «Cariyelerle evlenenler çocuklarını da köle
yapmış olurlar.» Hür olan bir erkeğin her ne kadar cariyelerle evlenmesine izin
verilmiş ise de, Hz. Ömer gibi sahabenin ileri gelenleri bunu hoş
karşılamamışlar-dır. Zamanımızda her ne kadar köle yoksa da, insanların bir
kısmı ö duruma düşmüştür. Onlarla evlenmek de cariyelerle evlenmek gibidir.
Buna çok dikkat etmek lâzımdır.
Yüce
Allah kullarını hakkıyla yarlığayıcı, esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Kul,
yaptığı kötülüklere tevbe eder ve Alladın emirlerine sarılırsa, Yüce Mevlâ
günahlarını bağışlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah
size bilmediklerinizi açıkça bildirmek, sizden öncekilerin, yollarını size
göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah her şeyi bihakkın bilendir.
Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
«Allah
sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar da, sizin büyük bir
sapıklığa girmenizi isterler.»
•Allah
din hususunda ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan, sabır ve
tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.» Allahü Teâlâ, mü'min kullarının
tevbelerini kabul edeceğini ve
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 29) 27
onlar
için ağır teklifleri hafifleteceğini beyan ediyor, islâm dininde, cariyelerle
evlenmeye her ne kadar ruhsat verilmiş ise de, bu hususta sabretmenin daha
hayırlı olacağı bildirilmiştir, Ancak hür bir kadınla evlenemeyenlerin,
cariyelerle evlenmelerine de müsaade edilmiştir. Böyle birisinin kötü yola
düşmemesi için, cariye ile evlenmesinde mahzur yoktur. Bütün bunlar,
Müslümanların fuhşa düşmemeleri içindir.
Yüce
Allah, sizden önceki peygamberlerin şeriatlarını ve yollarını size açıkça bildirmek
ister. Onların şeriatında haram olan şeylerin bir kısmı Ümmet-i Muhammed'e
helâl kılınmıştır. Onların şeriatında cariye ile evlenmek haramdır. Onların
dininde haram olmasına rağmen, Allahü Teâlâ bunu, Hz. Muhammed'in ümmetine
helâl kılmıştır. Neyin helâl, neyin haram olduğunu bilsinler ve helâl olanı
işlesinler, haram olandan ise sakınsınlar diye Allahü Teâlâ haramı ve helâli
açıkça beyan etmiştir. Allahü Teâlâ, günahlarınıza karşı yapmış olduğunuz
tevbelerinizi kabul eder. Zira O, Alimdir sizin haram ve helâldan ne
işlediğinizi bilir. O, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bazı
tefsirciler bu âyet hakkında şöyle demişlerdir: «Allahü Teâlâ size itaati
emretti ve sizden önceki peygamberlerin şeriatlarını da bildirdi. Onlardan bir
çoğu Allah'ın emirlerini terk etmişlerdir, Bundan dolayı çeşitli musibetlere ve
azaba uğramışlardır. Fakat Hz. Muhammed'in ümmetinden isyan edenleri ise hemen
azaba uğratmamış, tevbe etmeleri için kendilerine mühlet vermiştir. Allah
tev-be edenlerin tevbesini kabul edip, onları affeder. Zira Yüce Allah
kullarının günahlarını bağışlamayı ve onları affetmeyi sever. Şehvetlerine
uyanlar ise, kendileri gibi onların da büyük bir sapıklığa düşmesini ve haktan
ayrılmasını isterler. Halbuki Allahü Teâlâ gücünüzün yetmeyeceği yükü size
yüklemez. Ancak kullarının gücünün yeteceğini onlara teklif eder. Çünkü insan
zayıf yaratılmıştır. Zayıf varlıklar ağır tekliflere tahammül edemezler,
Allahü
Teâlâ âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:
»Ey
iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile
yapılan ticaret yoluyla yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki
Allah sizi çok esirgeyicidir.»
28 NtSÂ SÛRESİ {cüz: 5, âyet: 30-31)
Bu
âyet-i celîle ile malların kıymetine işaret edilmekte, gayri meşru şekilde
elden çıkarılması yasaklanmakta ve şöyle buyurul-maktadır: «Ey iman edenler,
mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.» Yani birbirinize zulmedip, yalan
yere yemin ederek, faiz alarak, kumar oynayarak, birbirinize ihanet ederek alıp
yemeyin. Bu şekilde başkalarının mallarını alıp yemek haramdır. Ancak aranızda
karşılıklı rıza ile ahp-vermeniz ve meşru yoldan ticaret yapmak suretiyle ahp
yemeniz size helâldir. Bunun dışında haram yoldan kazanç elde ederek nefsinizi
ve aile efradınızı mahv u perişan etmeyin. Zira haram yiyenlerin sonu
perişandır. Böyle hareket edenler, kendileri perişan olduğu gibi, çoluk
çocuklarını da perişan ederler. Bunun için Yüce Allah -Haram ile nefsinizi
mahvetmeyin- buyurmuştur. Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ sizi çok esirgeyici ve
bağışlayıcıdır. Sizi, birbirinizin mallarını meşru olmayan yollardan almaktan
men eder. Bu ilâhî emre uymayanlar için Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor:
«Kim,
zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında biz onu cehennem
ateşine atacağız. Onu ateşe atmak ise Allah'a pek kolaydır.»
Haram
yoldan kazanç elde edip yiyenler, haksız yere adam Öldürenler, Allah'ın
emirlerine itaat etmeyenler neticede perişan olacaklardır. Âhirette ise bunlar
cehennem ateşine atılacaklar ve en büyük azaba çarptırılacaklardır. Onları
cehennem ateşine atmak ise Yüce Allah'a pek kolaydır. Onlar zannetmesinler ki
bu dünyada yaptıkları yanlarına kalacaktır. îyilik yapan mükâfatını, kötülük
yapan da cezasını görecektir. Zira Allahü Teâlâ her şeye kadirdir.
Yüce
Allah yasaklardan kaçman kulları için şöyle buyuruyor;
«Eğer
size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örter ve
sizi şerefli bir mevkiye yerleştiririz.»
Bu
âyet-İ celîlede Yüce Mevlâ, büyük günahlardan kaçınanların, küçük günahlarını
bağışlayacağını va'd ediyor ve şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, şayet siz
yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız, onları yapmazsanız, işlemiş
olduğunuz diğer küçük günahlarınızı; namazlarınızı, oruçlarınızı, cumalarınızı,
ramazanlarınızı keffaret kılarak affederiz.» Bu, Allahü Teâlâ'nm mü'min kullarına
müjdesidir.
NİSA
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 32) 29
İbn
Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Allahü Teâlâ büyük günah işleyenlere cehennemi
va'd etmiş veya dünyada had vurulmasını emretmiştir. Büyük günahtan sakınanlar
gerçek mü'minlerdir. Çünkü büyük günahlar imanı zedelemektedir. Namazlar ve
oruçlar ise küçük günahlara keffarettir.» Bazıları da, bu sûrenin başından bu
âyete kadar zikrolunan günahların hepsi büyük günahlardır» demişlerdir.
İbn
Mes'ûd (r.a.)'dan şöyle rivayet edilmiştir: -Büyük günahlar dörttür; Allahü
Teâlâ'nm rahmetinden ümidi kesmek, Allah'ın azabından emin olmak, Yüce Mevlâ'ya
şirk koşmak ve yalan söylemektir.» Peygamberimiz (s.a.v.) de büyük günahları
şöyle belirtmiştir: «Allah'a şirk koşmak, anaya - babaya âsi olmak, haramı
helâl, helali haram kabul etmek ve yalan yere yemin etmektir.»
ibn
Ömer (r.a.) de şöyle demiştir: -Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk Hoşmak,
mü'mini kasden öldürmek, harp meydanından kaçmak, namuslu bir kadına zina suçu
isnad etmek, yetimin hakkını yemek, faiz yemek, sihir yapmak, anaya - babaya
âsî olmak, Allah'ın haram kıldıklarım helâl saymaktır. Bunlardan kaçınanların
diğer küçük günahlarını Allah affeder. Onları âhiretta cennet ni-metiyle
mükâfatlandırır. Büyük günahlardan kaçınmayanların küçük günahları da bağışlanmaz.
Ancak büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları bağışlanır.» Mü'minlerin
bağışlanabilmeleri için büyük günahlardan şiddetle kaçınmaları gerekir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :
•Allanın
sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından
bir pay, kadınlara da kazandıklarından lıir pay vardır. İsteklerinizi Allah'ın
fazlından ve kereminden isteyin. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir..
Ey
iman edenler, Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri tuzu etmeyin.
Başkasının malına tamah ederek «Allah'ım ondan al ılu bana ver veya ona verme
demeyin.» Bu başkasının malma hased ölmektir ve şeytanın sıfatıdır. Aynı
zamanda Allah'ın taksimine razı olmamaktır, hatadır ve küfür alâmetidir. Çünkü
bütün varlıkların 11/.kını veren Yüce Allah'tır. Onun verdiğine razı olmayan
küfre Fakat şöyle denilebilir: «Ya Rabbi, filan kuluna verdiğin gibi,
30 NtSÂ SÛRESt (cüz: 5, âyet: 33)
bana
da ver, onu zengin ettiğin gibi, beni de zengin et.» Mü'min hiç bir zaman haset
etmez, başkasının elindekine göz dikmez, başkasına kin beslemez, kimsenin
kötülüğünü düşünmez.
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Sahabe-i kiramdan bazıları «Biz mirastan
iki hisse alıyoruz, kadınlar bir hisse alıyorlar. Biz amelimizin karşılığı
olarak da iki sevap alacağız» demişlerdir. Bunu duyan Üramü Seleme (r. anhâ)
«Keşke cihad etmek kadınlar üzerine farz olsaydı» demiştir. Bunun üzerine bu
âyet nazil olmuş "ve şöyle buyurulmuştur: «Allah'ın sizi birbirinizden
üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin.» Hiç şüphesiz harbe iştirak eden
erkeklerin sevabı vardır. Buna mukabil kadınların da, kendilerini haramdan
korudukları, kocalarına itaat ettikleri ve Allah'ın emirlerini yerine
getirdikleri için cihad etmiş gibi sevapları vardır. Bunları yapan kadınlar,
savaşa iştirak edenler gibi sevap alacaklardır. Ey mü'-minler, siz
istediklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin. O, kullarına
dilediğini verir. Allahü Teâlâ, Alimdir her şeyi hakkıyla bilir. Kimin cihada
lâyık olduğunu, kimin olmadığını en iyi bilendir. Kadınların evlerinde oturup,
kendilerini haramdan korumaları, kocalarına itaat etmeleri ve Allah'ın
emirlerini yerine getirmeleri harbe iştirak etmelerinden daha hayırlıdır. Yüce
Allah kulları için en hayırlı olanı takdir etmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Ana-babanın
ve akrabanın geriye bıraktığı maldan her birinize miras kıldık. Bir de, el ele
verip yeminle sözleşme yaptığınız kimselere hisselerini verin. Doğrusu Allah
her şeye şahittir.»
Allahü
Teâlâ, ana-babanın ve akrabanın geriye bıraktığı maldan her birinize miras
kıldı. El ele vererek yeminle sözleşme yaptığınız kimselere de hisselerini
verin. Yeminle sözleşmeden maksad şudur: Bazıları muhabbet besledikleri
insanlarla el ele vermek suretiyle yemin ederdi ki, kendisinden sonra mirasına
ortak olsun. Veya nesebi meçhul olan çocuğu velayeti altına alıp, öldükten
sonra,o çocuğun ölenin mirasına ortak olmasıdır. Daha sonra bu hüküm
s
âyetiyle
nesh edilmiştir.
Bu
hususta bazı tetsirciler şöyle demişler: -Allahü Teâlâ "Mallarınızın üçte
birinden onların hisselerini verin» buyurduğu için,
NİSA
SÛRESİ (cüz: 5. âyet; 34) 31
onlar
bu vasiyette bulunmuşlardır.» Yüce Allah, kullarının her şeyine şahittir.
Onların neyi Allah rızası için verdiklerini ve neyi vermediklerini hakkıyla
bilir.
Yüce
Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ın
kimini kiminden üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf
etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler, tyi kadınlar,
itaatli olanlardır. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa onlar da öylece göze
görünmeyeni koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara
önce öğüt verin. Uslanmazlarsa, kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine
dinlemezlerse dövün. Size itaat ettikleri takdirde incitmeye bir bahane
aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.»
Her
âyet-i celilenin bir nüzul sebebi vardır. Bu âyet de Saîd bin Rebîa hakkında
nazil olmuştur. Said, Muhammed bin Müselleme'-nin kızı olan karısını aşırı
şekilde dövmüştü. Said'in karısı gelip durumu Resûlüllah'a haber vermişti.
Resûlüllah, Saîd'e kısas tatbik edilmesini emretmişti. O anda bu âyet nazil
olmuş ve «Allah'ın kimini kiminden üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin,
mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler-buyurulmuştur.
Çünkü erkekler kadınların nafakalarını temin ederler, onların kadınlık
haklarını verirler, akıl yönünden kadınlardan daha üstündürler ve onların bütün
ihtiyaçlarını karşılarlar. Kadınlar gibi, herhangi bir olayın etkisi altında
kalmazlar, ayrıca erkeklerin kadınlar gibi özür durumları yoktur. Bu
özelliklerinden dolayı erkekler, kadınlardan daha üstündür. Zira kadınlar
yaratılış itibariyle ds zayıftırlar. Psikolojik yönden de kadınlar bakıma ve
korumaya muhtaçtırlar. Allahü Teâla'nın, erkekleri kadınlar üzerine hâkim
kılmasının hikmeti, erkeklerin akıl ve kuvvet bakımından kadınlardan üstün
oluşlarıdır. Çünkü kadınlar birçok bakımdan himayeye muhtaçtırlar.
Salına
kadınlar, kocalarına itaat edip, kendilerini haramdan ko-
32 NİSA SÜRESİ (cüz; 5, âyet: 35)
r
uy anlar ve Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren kadınlardır. Çünkü onlar
kocaları yanlarında olmasa bile haramdan şiddetle kaçınırlar ve Allah'ın yasak
ettiği şeylere asla yaklaşmazlar. Şerlerinden ve serkeşliklerinden sakındığınız
kadınlara gelince, bu durumlarından vazgeçmeleri için onlara önce güzel güzel
nasihat edin. İslâm'ın terbiye metodu işte budur. Önce bütün meseleleri
güzellikle halletmeye çalışır, şiddet kullanmaz. Kadınlarınızın haklarını
muhafaza edin: Çünkü onların haklarını muhafaza etmek sizin üzerinize vaciptir.
Şayet yapılan nasihatlerle serkeşliklerinden vazgeçip uslanmazlarsa,
döşeklerini ayırın. Yani döşeklerine girmeyin. Eğer kadın kocasını seviyorsa,
kocasının döşeğine girmemek suretiyle onu cezalandırması kendisine ağır gelir.
Böylece kadın serkeşliğinden vazgeçer, kocasına muhabbet besler, bir daha eski
durumuna dönmez. Şayet kadın kocasını sevmiyorsa, kocasının döşeğine
girmemesinden dolayı sevinir. Bu defa haksızlığın kadında olduğu ortaya çıkar.
Bunlar da kadının serkeşliğinden vazgeçmesine yaramıyorsa o zaman dövün. İslâm
dini kadım dövmeyi en son plana bırakıyor. Bütün bunlardan sonra kadınlarınız
size itaat ederlerse, onları incitmek ve gönüllerini kırmak için bahaneler
aramayın, geçmişi unutun. Onların geçmişteki hatalarını yüzlerine vurmayın ki,
aranızdaki muhabbet bozulmasın. Siz bağışlayıcı ve affedici olun. Bu emirler
Yüce Allah'ındır, O'nun emirlerine muti olunuz. Çünkü AUahü Teâlâ yücelerin
yücesidir, çok büyüktür. O, kullarının muhabbetini talep etmez ve onların güç
yetiremeyeceği şeyleri de teklif etmez. Ey Kiüsl umanlar, siz de kadınlarınıza
size karşı muhabbet beslemeleri için baskı yapmayın Size karşı yapmış oldukları
hataları affedin ve onlara işkence etmek için bahane aramayın. Çünkü kadınlarınız,
size Allah'ın emanetidir. Yüce Allah emanetin en iyi şekilde muhafaza
edilmesini emreder.
Bundan
sonra Yüce Allah kadınların ve erkeklerin velilerine şöyle buyuruyor:
«Eğer
karı koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz, kendilerine bir hakem erkeğin
ailesinden, bir hâkem de kadının ailesinden gönderin. Bu hakemler gerçekten
barıştırmak isterlerse, Allah, karı koca arasındaki dargınlık yerine geçim
verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.»
NİSA
SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 36-37)
Ey
mü'minler, şayet karı-koca arasının açılmasından korkarsa-nız, haksız taraf
hangisi ise onun ailesinden karı-koca arasını bulmak için âdil bir hakem tayin
edin. Eğer hata erkekte ise, hakem erkeğin ailesi tarafından, kadında ise hakem
kadının ailesi tarafından gönderilir. Karıyla kocanın arasını bulmak isteyen
hakemler tarafların fikirlerini alır, onları dinler, aralarındaki geçimsizliğin
sebeplerini tesbit eder ve onları gidermeye çalışır. Şayet haksızlık erkekte
ise, hakem ona nasihat eder ve iyi geçinmelerini söyler. Eğer kadın haksızsa,
tayin edilen hakem kadına nasihat eder, kocasına itaat etmesini söyler ve
Allah'ın emirlerini bildirir. Bu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse,
Allah, karı-koca arasındaki dargınlığı giderir ve onlara huzur ve geçim verir.
Şüphesiz ki Allahü Teâlâ, alimdir, onların hallerini bilir ve her şeyin
aslından haberdardır. Âyette geçen hakem iki kişinin arasını bulmak için tayin
edilen kimsedir. Yani karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek için tayin
edilen kişidir. Burada ara bulucu anlamınadır. Herhangi bir işe hakem tayin
etmek caizdir. Fakat Haricîlere göre Allah'tan başkası* na hakem denilmesi caiz
değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor;
«Allah'a
İbadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya -babaya, yakınlara,
yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve
mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenip öğünenleri
elbette sevmez.»
«Onlar
ki, kendileri cimrilik ettiği gibi, başkalarına da cimrilik tavsiye ederler ve
Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle
nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.»
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celilede, kullarının kendisine İbadet et-
O.:
II - W. : 1
34 NİSA SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 36-37)
melerini,
şirk koşmamalarını ve kendilerine iyilik yapılması gerekenleri bildirmiştir.
Buradaki hitap mü'minlere, münafıklara ve kâfirleredir. Yani bütün
insanlaradır. Ey mü'minler, imanınız üzere durun, Allah'ın emirlerine mutî
olun, amellerinizi halisane yapın, Hiçbir surette Allahü Teâlâ'ya şirk
koşmayın.
Yüce
Allah münafıklara da şöyle hitap ediyor: Göründüğünüz gibi olun, dışınız başka,
içiniz başka olmasın. Allah'a iman ederek ihlâs üzere olun ve Allah'a şirk koşmayın.
O'na ortak koşmakdan sakının. Kâfirlere ise şöyle hitap ediyor; Allah'a şirk
koşmayın, inkârınızdan vazgeçin. O'nun Vahdaniyetini ikrar edin. O'nun eşi ve
benzeri yoktur. Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur.
Ey
mü'minler. Allah'a ibadet ettiğiniz gibi, ananıza - babanıza da itaat edin,
onları asla incitmeyin, daima gönüllerini hoşnut edin. Hısım-akrabadan ilgiyi
kesmeyin, zaman zaman onları ziyaret edin. Böylece onlarln haklarına riayet
edin. Yetimlere iyilik ve ihsanda bulunun, onların kalblerini kırmayın, yetim
olduklarını onlara hissettirmeyin. Yoksullara yardım edin, onlardan yardımınızı
kesmeyin, yediğinizden onlara da yedirin. Yakın komşularınıza da iyilik ve
ikramda bulunun. Çünkü onların sizin üzerinizde komşuluk hakları vardır, onlara
asla kötülük yapmayın. Zira onların sizin üzerinizde üç türlü hakkı vardır.
Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: «Komşu üçtür. Birinin sizin üzerinizde
üç hakkı, birinin iki hakkı, birinin de bir hakkı vardır. Sizin üzerinizde üç
hakkı olanlar; 1 — Komşuluk hakkı, 2 — Yakınlık hakkı, 3 — Müslümanlık
hakkıdır, iki hakkı olanlar; 1 — Komşuluk hakkı, 2 — Müslümanlık hakkıdır. Bir
hakkı bulunanlar: Kâfirlerdir ki, onlarla sadece komşuluk hakkı vardır.
Müslümanlar, kâfirlerle komşuluk yaparlar, fakat onlara hiç karışmazlar.»
Mü'min
uzak komşularına da iyilik ve ihsanda bulunacaktır. Zira mü'min mü'minin
kardeşidir. Hısım - akrabasına ihsanda bulunduğu gibi, yakın arkadaşlarına ve
kendisine misafir olan yolcuya da aynı şekilde iyilik ve ikramda bulunacak,
onların hakkını koruyacaktır. Çünkü misafir ev sahibine emanettir. Ona güleryüz
göstermek ve izzet ü ikramda bulunmak Allah'ın emridir. Misafirlik üç gündür,
üç günden sonrası sadaka yerine geçer. Yani üç günden sonra yapılan ikram
sadaka yerine geçer. Yüce Mevlâ «Emriniz altındakilere de iyilik ve ihsanda
bulunun. Çünkü onlar da size birer emanettir» buyuruyor. Nitekim Hz. Ali
(r.a.). Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Allah fi mâ meleket
eymânüküm», emriniz altındakilerin haklarını zayi' etmekten Allah'tan korkun.
Yediklerinizden onlara yedirin, giydiklerinizden onlara da giydirin.
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 38) 35
Onları
güçlerinin yetmeyeceği işlerde çalıştırmayın. Onlar da sizin, gibi birer
insandır. Siz neden yaratıldımzsa onlar da aynı şeyden yaratılmışlardır, onlara
zulmetmeyin.» İslam, fertlerin emri altındakilere haksızlık yapmasına asla
müsaade etmiyor. Onlara her hususta en İyi muamele yapılmasını emrediyor.
Enes
(r.a.) Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Cebrail, bana komşu hakkından
o kadar bahsetti ki, komşuların birbirlerine vâris olacaklarını zannettim.
Kadınlar hakkında da öyle şeyler Höyledi ki, onları boşamanın haram olacağını
tahmin ettim. Köleler hususunda öyle bahsetti ki, onların muayyen bir müddet
sonra âzâd odileceklerini zannettim. Misvağın hikmetlerinden o kadar bahsetti
ki, misvakla ağızdaki dişlerin söküleceğini zannettim. Namazın hikmetlerinden o
kadar bahsetti ki, ümmetimin yaşlılarının bütün ömür-lorini namazla
geçireceklerini zannettim.»
Allahü
Teâlâ, kendini beğenip, öğünenleri, Allah'ın vermiş olduğu nimetlerle
kibirlenip, halkı hakir görenleri, verilen nimetlerin şükrünü eda etmeyenleri,
cimrilik yapanları, halktan alıp Allah yolunda tasadduk etmeyenleri,
zekâtlarını vermeyenleri, stokçuluk yapanları asla sevmez. Onlar, kendileri
Allah yolunda harcamadıkları «Ibi, harcayanları da ahkoyarlar. Allah'ın
nimetlerine şükretmezler, tıunkörlük yaparlar. O'nun emirlerine itaat etmeyip,
masiyet işlerin r. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Biz de böyle
nimetleri Kizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.» İşte
Allah'ın nimetlerine nankörlük edip şükretmeyenlerin hali budur. Hor mü'minin
bundan ibret alması gerekir.
Allahü
Teâlâ'nın şu ayetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
«Mallarını
İnsanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da
Allah sevmez. Şeytan kime arkadaş olursa, o, ne kötü bir arkadaştır.»
Bu
âyeti celîlede Allah'a ve âhiret gününe inanmayanların har-ramış oldukları
malların hiç bir fayda vermeyeceği bildirilmektedir. İman olmayınca, Allah
indinde hiçbir şey fayda vermez. Münafıklar, mallarını insanlara gösteriş için
sarfederler. Onlar Allah'a ve Âlıiiüt gününe inanmadıkları için yaptıkları
şeylerde Allah'ın rızasını düşünmezler. Mallarım riya ile sarf etmeleri
şeytanın iğvasından
36 NİSA SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 39-42)
dolayıdır.
Yani şeytanın arkadaşı olduklarmdandır. Yüce Allah bunlar için şöyle buyuruyor:
«Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytan kime arkadaş
olursa, o, ne kötü bir arkadaştır.» Şeytan onları Hakka yönelmekten alıkoyar,
kendi İsyan ettiği gibi, onları da isyan ettirir.
Allahü
Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor:
-Bunlar
Allah'a, âhiret gününe inanmış ve Allah'ını verdiği n-zıklardan riyasızca
sarfetmiş olsalardı ne olurdu? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.»
O
münafıklar, Allah'a ve âhiret gününe inanmış olsalardı da, Allah'ın kendilerine
verdiği rızıklardan insanlara gösteriş yapmadan, riyasızca sarfetmiş olsalardı
kendileri için çok daha iyi olurdu. Eğer böyle yapmış olsaydılar, Allah'ın
azabından kurtulurlar, rah-met-i ilâhiyeye nail olurlardı. Halbuki gösteriş
için harcadıkları mallar, günahlarım artırmaktan başka bir işe yaramaz. Yüce
Allah onların iman etmediklerini ve mallarını gösteriş için sarfettiklerini
bilir. Onların yaptıklarına karşılık lâyık oldukları cezayı verir. Hiçbir şeyi
karşılıksız bırakmaz.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde bak ne buyuruyor:
•Şüphesiz
ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Zerre kadar iyilik yapılsa onun sevabını
kat kat artırır ve yapana kendi katından büyük bir mükâfat verir.»
Şüphesiz
ki Allahü Teâlâ kullarının amellerini zerre kadar eksiltmez ve hiç kimseye
haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik yapanların mükâfatını kat kat artırır.
Yapmış oldukları iyilik sebebiyle cennetini onlara vacip kılar ve kendi
katından onlara büyük bir mükâfat verir. İyilik yapanlar mükâfatını, kötülük
yapanlar da cezalarını mutlaka göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
V^;
•Her
Ümmete peygamberlerini ıahlt kıldığımı» ve onlara tla se nl «ahit getirdiğimi»
mmın fenknlım halleri ntt
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 39-42) 37
-İşte
o gün öyle temenni edecek o küfredip peygambere âsî olanlar: Keşke, diyecekler,
yerle bir olsaydık da. Allah'tan o bir sözü ketmetmeseydik.»
İman
etmeyenlerin, Yahudilerin ve münafıkların halleri, peygamberleri onların
aleyhlerine şahitlik ettikleri zaman ne olacak? Allahü Teâlâ her ümmete
peygamberlerini şahit kılmış ve onlara da Hz. Muhammed'i şahit getirmiştir.
Yüce Allah her kavme bir peygamber göndererek emir ve yasaklarını bildirmiştir.
Onlara emir ve yasakları peygamberler vasıtasıyla tebliğ etmiştir. Allah hiçbir
kavmi peygamber göndermeden, emir ve yasaklarını bildirmeden
cezalan-dırmamıştır. Ancak peygamber gönderip, hakkı ve batılı bildirdikten
sonra, yine taşkınlık yapmışlarsa, o zaman o kavmi helak etmiştir. Böylece
onlar hakkı inkâr etmelerinin ve peygamberlerini yalanlamalarının cezasını
görmüşlerdir. Allahü Teâlâ kıyamet günü onlara peygamberlerini şahit tuttuğu
gibi, Hz. Muhammed'i ve ümmetini de şahit getirecektir. Yüce Allah, hakkı inkâr
edip, peygamberleri yalanlayan o ümmetlere kıyamet günü şöyle hitap edecektir:
«Size peygamberler gönderdim, onlar size gelip benim emir ve yasaklarımı
bildirmediler mi?» Onlar bunu inkâr ederek diyecekler ki: «Hayır, bize peygamber
gelip bir şey söylemedi.» Peygamberleri ise şöyle diyecek: «Onlar yalan
söylüyorlar, biz onlara her şeyi haber verdik. Onlara her şeyi haber
verdiğimize dair şahitlerimiz de vardır.» Allahü Teâlâ, peygamberlere
şahitlerinin kim olduğunu sorar, peygamberler de şahitlerinin ümmet-i Muhammed
olduğunu söyleyeceklerdir. Bunun üzerine ümmet-i Muhammed şahld olarak
getirilir ve peygamberlerin onlara Allah'ın emirlerini tebliğ ettiklerine
şahitlik yaparlar ve peygamberleri tasdik ederler.
Yüce
Allah, Hz. Peygamber'e Kur'an-ı Kerîm'inde onların durumlarını haber vermiş ve
şöyle buyurmuştur: -Nice ümmetler pey-gamberleriyle mücadele ettiler de,
azgınlıklarının sonunda helak oldular.. Hz. Peygamberin ümmeti de onların
durumlarını Kur'an-ı Kerim'den öğrenirler. Kıyamet günü Hz. Peygamberin ümmeti
onların aleyhlerine şahitlik yapmca, onlar, bu şahitliği kabul etmeyecekler ve
şöyle diyeceklerdir: «Biz onların şahitliğini kabul etmiyoruz, zira onların
içinde zina eden ve hırsızlık yapanlar var.» O zaman Resûlüllah gelip ümmetini
tezkiye edecek ve onların şahitliğini doğrulayacaktır. Bunu duyan müşrikler,
yaptıklarını inkâr ede-iük, yemin edecekler ve *Ya Rabbi biz, sana şirk
koşmadık» diyeceklerdir. Bu defa Allahü Teâlâ, onların ağızlarına mühür vurup,
Dilerini, ayaklarını konuşturur. Elleri, ayakları dünyada yaptıklarını bir bir
haber verirler ve kendi aleyhlerine şahitlik ederler. Dün-
38 NİSA SÖRESİ (cüz: 6, âyet: 43)
yada
Allah'ı inkâr edip. peygamberlerini yalanlayanlar, cehennem azabını gördükleri
zaman «Keşke biz şu anda toprak olsaydık da bu azabı görmeseydik» diyecekler.
Fakat onların bu pişmanlığı hiç fayda vermeyecektir. Çünkü dünyada yapmış
oldukları meydana çıkacak, Allah'ın bilgisinden hiçbir şey gizli kalmayacaktır,
iyiler iyiliklerinin mükâfatını görmek için cennete girecek, kötüler de
kötülüklerinin cezasını çekmek üzere cehenneme atılacaklardır. Zira herkes bu
dünyada yaptığının karşılığını orada görecektir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor;
«Ey
iman edenler, sarhoşken, ne söylediğinizi billnceye kadar, bir'de cünüpken
-yolcu olmanız müstesna- gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya
yolculukta iseniz, yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelmişse veya kadınlara
yaklasnuşsanız ve bu durumlarda su bulamanuşsanız pak bir toprağa teyemmüm
edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok
bağışlayıcıdır.»
Bu
Âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: İslâm'ın ilk zamanlarında içki henüz
yasaklanmamıştı. Abdurrahman İbni Avı (r.a.) bir ziyafet hazırlar. Hz. Ebû Bekir,
Hz. Ömer, Hz. Osman. Hz, Ali ve Hz. Said'i davet eder. Henüz yasak emri
olmadığı için davetlilere içki de ikram edilir. Yenilir - içilir, davetlilerden
bazısı sarhoş olur, bu sırada akşam namazının vakti gelir. Hz. Ali (r.a.) akşam
namazını kudurmak için onlara imam olur. Namazda «KÂFİRÛN» sûresini, manâ
bozulacak şekilde yanlış okur. O zaman bu âyet nazil olur ve şöyle buyurulur:
«Ey iman edenler, sarhoşken, ne söylediğinizi bitinceye kadar, bir de cünüpken
- yolcu olmanız' müstesna - gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın.» Müslüman
namazını, her şeyden arınmış olarak aklı başında-, bedeni ve elbisesi maddi ve
manevi pisliklerden temizlenmiş bir şekilde kılacaktır. Bunun için Yüce Mevlâ:
«Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın» buyurmuştur. Çünkü
ibadetlerin en ulvîsi namazdır. Böyle bir ibadet elbette şuursuzca yapılmaz.
Bir de cünüp olanların, yıkanmadan na-
NÎSÂ
SÛRESİ (Cüz: 5, âyet: 43) 39
maza
yaklaşmamaları emrediliyor. Allah'ın huzuruna yönelen bir insanın maddeten
temiz olduğu gibi, manen de temiz olması gerekir. Zira Allah'ın huzuruna pis
olarak yönelinmez. Cünüp olanların namaz kılabilmeleri İçin yıkanmaları
şarttır. Bu âyet-i kerîme ile su bulamayanların veya suyu buldukları halde
yolculuktan dolayı, yahut herhangi bir hastalıktan ötürü yıkanamayanların
teyemmüm yapmaları emredümektedir. Bu durumdaki mü'minler su bulamadıkları veya
mevcut suyu herhangi bir sebepten dolayı kullanamadıkları zaman teyemmüm yapmak
suretiyle namazlarım kılarlar. Bu, İslâm'ın mensuplarına tanımış olduğu bir
kolaylıktır. Çünkü İslâm'da zor* luk yoktur.
Hastaların
teyemmüm etmesiyle ilgili hüküm ilk Önce Abdurrah-man hakkında nazil olmuştu.
Bu zatın geçirdiği bir hastalıktan dolayı gövdesi yara içinde kalmış, yıkanacak
durumda olmadığı için, kendisine cünüplük halinde teyemmüm ruhsatı verilmişti.
Daha sonra ise bu ruhsat bütün mü'minlere şamil olmuştur.
Ibn
Abbas, Hz. Cabir ve diğer sahabelerden şöyle rivayet edilmiştir: «Sahabeden bir
zat çiçek hastalığına yakalanır, bundan dolayı vücudu yara içinde kalır. Hastalığı
devam ederken cünüp olur ve yakınları kendisini yıkarlar. Bu yıkanmadan
mütevellit o zat ölür. Durum Peygamberimize haber verilir, Peygamberimiz:
«Allah onu yıkayanları öldürsün, onlar o zatı Öldürmüşlerdir. Neden ona
teyemmüm yaptırmadılar* buyurur.» Ibn Abbas, -Bu hüküm cüzzam-lılarla. başında
yara olanlar hakkında nazil olmuştur» demiştir.
Allahü
Tealâ, ayak yolundan gelenlere ve hanımlanyla temas edenlere su bulamadıkları
takdirde teyemmüm etmelerini emretmiştir. Bazı tefsirciler, âyette geçen «temas*
kelimesini şöyle açıklamışlardır: «Abdestli bir insanın hanımına eliyle
dokunması halinde abdesti bozulur, dolayısıyla tekrar abdest alması gerekir.»
Yani onlar teması elleme olarak açıklamışlar, kadına dokunan bir insanın
abdesti bozulur demişlerdir. Nitekim îmam-ı Şafiî'nin görüsü budur. Şafiî
mezhebine göre abdestli olan bir insan herhangi bir kadına dokunduğu takdirde
abdesti bozulur. Hanefî imamlarına göre ise kadına dokunmakla abdest bozulmaz.
Çünkü onlar «teması» kinaye olarak cima anlamında kullanmışlardır. Ibn Abbas'm
görüsü de budur.
Cünüp
olduğunuz veya abdest almak istediğiniz zaman su bulamazsanız temiz bir
toprakla teyemmüm yapınız. Teyemmüm, su bulunmadığı vay* bulunduğu haldt
kullanılmalına imkân olmadığı zaman Umii olan toprak olnıtndan bir şty ll«
abdcıttizllğl gld«rm«k
40 HISÂ SÜRESİ (cüz; 5, Ayet: 44-15)
maksadıyla
yapılan bir ameliyedir. Teyemmüm, ya abdestsizliği gidermek, ya namaz kılmak
veya abdestsiz sahih olmayan bir ibadeti yapmak niyetiyle yapılır. Teyemmümü
meşru küan özür, suyun bulunmaması veya suyu kullanacak kudretin olmamasıdır.
Teyemmüm temiz olan toprakla yapılacağı gibi, tuğla, kum, taş, kireç, alçı,
mermer, yakut, kiremit ve zümrüt gibi şeylerle de yapılır. Hicretin beşinci
yılında meşru kılınan teyemmümün farzı ikidir.
Teyemmümün
yapılışı: «Teyemmüm yapması gereken biri, önce iki elini bir defa toprağa vurur
ve yüzünü iki eliyle mesh eder. Sonra yine iki elini toprağa vurur ve parmak
ucundan başlayarak dirseğine kadar önce sağ kolunu, sonra sol kolunu mesh eder.
Teyemmümde baş ve ayaklar mesh edilmezler.
Allahü
Tealâ, affedicidir, fazlıyla toprağı su yerine caiz görmüştür. Gafurdur,
kullarının kusurlarını bağışlar.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerine
kitaptan bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Kendileri sapıklığı satın
aldıkları gibi, sizin de yoldan sapmama istiyorlar.»
«Allah
düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Allah size dost olarak da yeter, yardıma
olarak da yeter.»
Ya
Muhammed, kendüerine Tevrat'tan bir nasip verilenlere bakmadın mı? Onlar
hidayeti bırakıp küfrü tercih ettiler, islam'ı bırakıp dalâlete saptılar,
hidayet yolundan ayrıldılar. Allahü Teâlâ sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir.
Onlar düşmanlıklarını gizleseler de, açığa vursalar da. Onlar size istedikleri
kadar düşmanlık yapsınlar, Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da
yeter. O iman etmeyenlerin dostluğuna da, yardımına da aldanmayın. Zira onlar
dost değillerdir, bilâkis düşmandırlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesiride şöyle buyuruyor -.
NÎSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 46-47} 41
«Yahudilerden,
peygamber hakkında Tevrat'taki sözleri tahrif edip İşittik ve karşı geldik. Duy
duymaz olası diyenler ve dillerini eğip bükerek, dini yererek bizi de dinle
diyenler vardır. Eğer: İşittik ve İtaat ettik, dinle ve bizi gözet demiş olsalardı,
onlar için daha iyi ve daha doğru olurdu. İşte Allah inkârları yüzünden onlara
lanet etmiştir. Onların ancak pek azı iman eder.»
Yahudiler,
müşrikler ve münafıklar hakkı bırakıp batılı seçtiler, imanı bırakıp küfre
daldılar. Tevrat'ta yazılı olan Hz. Muham-med'in sıfatlarını ve özelliklerini
değiştirdiler. Onun Tevrat'taki özelliklerini inkâr ettiler, halktan
gizlediler. O'nun son peygamber olduğu Tevrat'ta bildirilmesine rağmen, onu
gizlediler ve yalanladılar.
Peygamberimiz,
Yahudi ve münafıklara bir şey söylediği zaman, onlar -İşittik ve karşı geldik.
Duy duymaz olası* derlerdi. Onların bu hareketleri elbette Peygamberimizden
gizli kalmazdı. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber, onların her halini
bilirdi. Yahudiler ve münafıklar, Peygamberimize bir şey söylemek istedikleri
zaman ağızlarını ve dillerini eğip bükerek, dini yererek «Ey Kasım'ın babası,
bizi de dinle» derlerdi. Şayet onlar Resûlüllah'a karşı edeplice, «Senin Allah
tarafından getirdiklerini işittik, itaat «ttik, dinle ve bizi de gözet» demiş
olsalardı kendileri için çok daha hayırlı olurdu. Böyle söylemekle Allah'ın
birliğini ve Hz. Peygamberin peygamberliğini tasdik etmiş olacaklardı. Fakat
onlar, hakkL inkâr etmek suretiyle Hz. Peygamber'i tekzip etmişlerdir.
Peygamberin Tevrat'taki özelliklerini ve sıfatlarını değiştirmişler ve iman.
»tmekten kaçınmışlardır. İnanmadıkları içindir ki, Allahü Teâlâ onları zelil
ederek rahmetinden kovmuştur. Allah, küfürlerine karşılık mutlaka lâyık
oldukları cezayı verecektir. Onlar Allah'a iman ötmedikleri gibi, Kur'an'ı da
kabul etmezler. Hatta kendi kitaplarının bile bir kısmını inkâr ederler. Mz.
Peygamber'le ilgili olan kı-jnmlarını ise kabul etmezler. Yüce Allah da
inkarları yüzünden onlun lânetlemiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-1 celîlesinde söyle buyuruyor:
-Ey
kendilerine kitap verilenler, biz bir takım yüzleri silip de
42 NİSA SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 48)
enselerine
çevirmezden veya onlarit ashab-ı Sebt*i lanetlediğimiz gibi, lânetlemezden
evvel, gelin o elinizdeki kitabı doğrulayarak bu Kur'ana iman edin. Yoksa
Allah'ın emri daima yapılagelmiştir.-
Buradaki
hitap Yahûdüeredir. Ey kendilerine Tevrat verilenler, siz Hz. Muhammed'e
indirilen Kur'an'a iman edin. Çünkü o da Tevrat gibi Allah tarafından
gönderilmiştir. Bir takım yüzlerin, gözlerin, burunların, dudakların, kulakların
silinip de yüzleri enselerine çevrilmezden veya cumartesini inkâr edenleri
Allahü Tealâ'nın lanetlediği gibi, lânetlenmezden evvel gelin o elinizdeki
Tevrat'ı doğrulayarak bu Kur'an'ı tasdik edin. Eğer tasdik etmezseniz Allah'ın emri
yerine gelecektir. Yüce Allah cumartesinin kudsiyetini inkâr edenlerin yüzlerini
maymuna benzetmişti. Cumartesi, Israiloğulları için kutsal bir gündü, o gün iş
yapmak yasaktı. Bazıları o günün kudsiyetini inkâr ettikleri için yüzleri
maymuna dönmüştü. Yüce Allah, iman etmeyenleri şekilden şekle sokar.
Başkalarına ibret olsun diye iman etmeyenleri Allah böyle cezalandırmıştır.
İman etmeyenler. hem bu dünyada, hem de âhirette hüsrana uğrayacaklardır.
Âyetin
ifade ettiği anlam şudur-. Ey ehli küfür, yüzünüz ve gönlünüz başka bir şekle
dönmeden önce şirki bırakın, imana dönün. Fesadı bırakın, Hakk'a yönelin. Eğer
böyle yaparsanız felaha erer- ;
siniz..
Allahü
Teâlâ âyeti celüesinde şöyle buyuruyor:
Allah
kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan gayrisini dilediğine bağışlar.
Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz pek büyük bir günahla iftira etmiş olur.»
Bu
âyet-i celile Hz Hamza'yı öldüren Vahşi hakkında nazil olmuştur. Vahşî'nin
efendisi, Hz. Hamza'yı öldürmesi şartıyla kendisini âzâd edeceğine söz vermişti.
Bunun üzerine Vahşi Uhud Muhare-besi'nde Hz. Hamza'yı şehid eder. (Bununla
ilgili açıklama Al-i im-ran sûresinde geçti.) Fakat efendisi sözünden döner,
Vahşî'yi âzâd etmez. Vahşî arkadaşlarıyla birlikte Mekke'ye döner ve Hz.
Hamza'yı öldürdüğüne pişman olur. Bunun ızdırabıyle yanan Vahşî, islâm'ın
nuruyla nurlanmak ve Resûlüllah'ın affına mazhar olmak ister. Fakat Nûr"
sûresinin 68. âyetini düşünür. Yüce Allah bu âyette şöyle buyuruyor: «Onlar ki
Allah'ın yanında başka bir tanrıya tapıp yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı
cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler,- Oysa Vahşi bunların üçünü de
yapmıştı. Dolayısiyla günahlarının bağışlanmayacağından korkuyordu, Bunun için
Peygamberimize İslâm'a giremeyeceğini bildirmişti. Peygamberimiz, Vahşî'nin
endişesini anlamış ve ona Meryem sûresinin 60. âyetini yazıp göndermişti. Orada
şöyle buyuruluyordu: «Ancak tevbe edip, iman ederek salih amel işleyenler
müstesnadır. Onlar hiç bir haksızlığa uğratılmadan cennete girerler.» Vahşî
arkadaşlarıyla birlik' te bu âyeti okuyunca -Bunda da amel-i salih işleme şartı
vardır. Biz belki amel-i salih isteyemeyiz» diyerek, durumunu Peygamberimize
bildirir. Bunun üzerine yukarda geçen âyet nazil olur ve şöyle bu-yurulur:
«Allah, kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan gayrisini dilediğine
bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz pek büyük bir günahla iftira etmiş
olur.» Peygamberimiz bu âyeti de yazar, Vahşt'ye gönderir. Vahşî bunu da okur
ve Peygamberimize ızdırabını şöyle bildirir: «Biz, Allahü Teâlâ'nm dilediği
kullardan mıyız, yoksa dilemediği kullardan mıyız onu bilemeyiz.» Vahşî'nin
bütün ızdırabı Hz. Hamza'yı öldürmesinden kaynaklanmaktadır. O, «İslâm'a
girersem acaba Allahü Teâlâ beni affeder mi- diye düşünür. Bu kez Allahü Teâlâ
Zümer sûresinin 53. âyetini inzal ederek şöyle buyurur: «Ey kendilerinin
aleyhinde haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah
bütün günahları yar-lığar. Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok
esirgeyicidir.» Peygamberimiz bu âyeti de yazıp Vahşi'ye gönderir. Âyeti okuyan
Vahşi, İslâm'ın hoşgörüsü karşısında dona kalır. İman edenlerin bütün
günahlarını Yüce Allah'ın affedeceğini öğrenen Vahşî ve arkadaşları hemen
İslâm'ı kabul ederler, yaptıklarına pişman olurlar ve tev-be-i istiğfarda
bulunarak İslâm ordusuna katılırlar. Böylece küfür bataklığından kurtulurlar,
hidayet deryasına dalarlar.
lbn
Ömer (r.a.) şöyle demiştir: «Bu âyet gelene kadar biz, büyük günah
işleyenlerden biri ölünce, onun için cehennemlik derdik. Bu âyet geldikten
sonra o şekilde söylemekten vazgeçtik. Çünkü bu âyet büyük günah işleyenler
ebedi cehennemdedir diyenlerin sözlerini reddetmektedir.» Zira Yüce Allah Hûd
sûresinin 114. âyetinde • İyilikler kötülükleri giderir» buyurmuştur. Bu âyet,
şirkten başka bütün günahları Allahü Teâlâ'nm bağışlayacağını göstermektedir.
Yukarda
geçen âyetlerde de işaret edildiği gibi, Yüce Allah ancak şirki bağışlamaz.
Şirkten başka bütün günahları bağışlar. Mü'-min ne kadar günahkâr olursa olsun,
Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidlr. Onun görevi Allah'ın emirlerini
yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak ve Mevlâ'sından affını istemektir.
Ancak mü*-min, "Allah beni nasıl olsa affedecek" diye sırt üstü
yatamaz.
Yüce
Allah'ın şu âyetine kulak ver, bak ne buyuruyor:
«Bakmaz
mısın şu kendilerini temize çııcaraniara? Halbuki dilediğini temize çıkaran
Allah'tır. Ve kıl payı zulme uğratılmazlar.»
Bir
de bak Allah'a nasıl yalan uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu yeter,»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Yahudilerin reisleri «Bizim işlemiş
olduğumuz günahların çocuklarımıza bir zararı yoktur. Onlar, oldukları gibidir.
Yani günahsızdırlar» demişlerdi. Yüce Allah, onların bu sözlerini reddederek
şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, bakmaz mısın şu kendilerini temize
çıkaranlara? Onlar dilediklerini temize çıkaramazlar. Dilediğini temize çıkaran
ancak Allah'tır.» O, dilediğini ıslâh eder, onu İslâm'la şereflendirir ve
günahlarından temizler. Hiç kimse Allah indinde kıl payı kadar zulme
uğratılmaz. Hal böyle iken, Yahudiler ve müşrikler nasıl oluyor da Allah'a
yalan isnat ediyorlar? Bu yalan ve iftiraları apaçık bir günah olarak onlara
yeter.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerine
kitap verilmiş olanların puta ve Tâğuta inanıp, diğer küfredenler için de
«Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar» dediklerini görmedin mi?»
«İşte
onlardır Allah'ın lanetlediği. Allah'ın lanetlediği kişiye sen yardımcı
bulamıyacaksın.»
Ya
Muhammed, kendilerine Tevrat'tan ilim verilmiş olanların puta ve Tâğuta
taptığını görmedin mi? Âyette geçen »Cibt ile Tâğut» Yahudilerin reislerinden
olan Hay İbni Ahtab ite Kâ'b tbni Eşreftir. Yahudileri yoldan çıkaran da
bunlardır ve Yahudilerin hepsi bunlara tâbi olmuşlardır. Bunlar müşrikler için
de şöyle demişlerdir: «Sizin yolunuz Muhammed'e iman edenlerin yolundan daha
doğrudur.» Yahudiler Uhud Muharebesi'nden sonra Mekke'ye gelerek
Peygamberimizle aralarındaki andlaşmayı bozmuşlar ve müşriklerle andlaşarak,
onlara tâbi olmuşlar ve «Sizin yolunuz. Muhammed'e iman edenlerin yolundan daha
doğrudur» demişlerdi. Yahudiler müşriklere yaranmak için böyle söylemişlerdi.
Aslında Yahudiler, müşriklerin yanlış yolda olduğunu çok İyi biliyorlardı. Ne
var ki menfaat duygusu onların gerçeği söylemesine engel oluyordu.
Jbn
Abbas (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: «Kâ'b İbni Eşref ve Hay İbni Ahtab, Mekke'ye
giderek Kureyş kabilesiyle görüşmüşler, Ku-reyşliler de kendilerine iltifat
ederek şöyle demişlerdi: «Siz ehli kitapsınız ve ehli ilimsiniz, bir çok
meseleyi bizden daha iyi bilirsiniz. Bizim dinimiz mi, yoksa Muhammed'in dini
mi daha üstündür bize söyleyin. Halbuki bizim dinimiz eskidir ve dedelerimizden
kalmadır. Muhammed'in dini ise yenidir. Biz aynı zamanda sıla-i rahim ederiz,
hacılara su veririz, onlara hizmet ederiz ve esirleri kurtarırız. Halbuki
Muhammed yalnız birisidir, oğlu ve kardeşi yoktur. Bizimle olan akrabalık
bağını da kesti. Nerede hırsız ve uğursuz varsa hepsi onun yanındadır.
Kimsesizler ona inanmıştır. Bizim, dinimiz mi daha doğrudur, yoksa onun dini mi
daha doğrudur? Bize gerçeği söyleyin.» Bunun üzerine onlar, müşriklerin dininin
daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Allahü Teâlâ da yukardaki âyeti inzal
ederek onların yalanlarını Peygamberine haber vermiştir. Yüce Allah onları zelU
edip rahmetinden kovmuştur, işte onlar, Allah'ın lanetine uğrayanlardır. Allah
kime lanet ettiyse, o asla bir yardımcı bulamayacaktır. Onlar rezil ve rüsvay
olacaklardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Yoksa
onların hükümranlıktan bir payı mı vardır? Bu takdir-«In onlar insanlara bir
çekirdek parçası bile vermezler.»
«Yoksa
Allah'ın bol nimetinden verdiği insanları mı çekemiyor-Itır? Oysa İbrahim
hanedanına da kitap ve hikmet verdik. Ve on-Ittru büyük bir nimet bahşettik.»
•Onlardan
bir kısmı ona inandı. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi.
(.ılgın
bir ateş olarak cehennem yeter.»
Bu
hitap Yahûdileredir. Yüce Allah onların durumunu şöyle beyan ediyor: «Yoksa
onların bizim mülkümüzde bir ortaklığı mı vardır? Eğer onlar bizim mülkümüze
ortak olsalardı, cimriliklerinden insanlara bir çekirdek parçası bile
vermezlerdi.» Yahudiler bu mülkün asıl sahibi gibi hükmediyorlar ve Yüce
Allah'ın kendilerine nimet verip, ihsan ettiği kullarını çekemiyorlar. Onlara
hased ediyorlar. Allahü Teâlâ Hz. Muhammed'e nübüvvet vermiş, dokuz veya on iki
kadınla evlenmeyi ona helâl kılmış, sahabesine de hidayet nasip etmiştir. Onlar
bunu çekememişler, dedikodu etmeye başlamışlardı. Hatta daha da ileri giderek
Mekkeli müşriklerle bir olmuşlar «Muhammed eğer hak peygamber olsaydı, bu kadar
kadınla ev-lennıezdi» demişlerdi. Onlar hasedlerinden ve kinlerinden ne söyleyeceklerini
bitmiyorlardı. Halbuki Allahü Teâlâ, bu nimetleri sadece Hz. Peygamber'e
vermemiş, ondan önceki peygamberlere de sayısız nimetler vermiştir. Yüce Allah
bunu şöyle ifade ediyor: «Oysa İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet verdik. Ve
onlara büyük bir nimet bahşettik.» Görülüyor ki, bütün peygamberlere Allah
tarafından sayısız nimetler verilmiştir. Yûsuf (a.s.) Mısır'a sultan olmuştu.
Süleyman (a.s.) yeryüzüne malikti ve bütün mahlûkatın lisanını biliyordu.
Sadece nikâhlı ailesinin sayısı üçyüz idi. Imâm-ı Kelbl, Hz. Süleyman'ın yedi
yüz nikâhlı hanımının, üç yüz de cariyesinin olduğunu söylemiştir. Babası Dâvud
(a.s.)'un yüz hanımı vardı. Bu zatların, bu kadar hanımları oluşu kendilerini
asla peygamberlikten alıkoymamıştır. Onlar zamanlarında vazifelerini bihakkın
yapmışlardır. Nasıl olur da dokuz veya on iki hanım Hz. Muhammed'i
peygamberlikten alıkoyacaktır? Sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) öyle bjr peygamber
ki, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Elbette peygamberlerin fazla
evlenmesinin bir çok hikmetleri vardır. Biz bu hikmetleri bilemeyiz, hem bu
bizim görevimiz de değildir. Şöyle rivayet edilmiştir: Allah'ın Resullerinin
her birinde kırk peygamber kuvveti vardır. Bu bakımdan çok kadınla
evlenmişlerdir. Diğer bir fayda da şudur; Çok evlenmeleri kabilelerinin
çoğalması içindir. Her kadınm biri ana tarafından, diğeri de baba tarafından
olmak üzere iki kabilesi vardır. Dolayısıyla evlenmiş olduğu erkeğin de iki
taraf akrabası oluyor. Böylece hanımların" çokluğu İle akraba da çoğalmış
oluyor. Herhangi bir tehlike karşısında akrabalar damatlarının yardımına
koşarlar, onu yardımsız bırakmazlar. Çok evlilik insanı takvaya götürür. Bu
bakımdan takva sahipleri çok evlenmişlerdir. Zira insan nefis sahibidir.
İnsanın nefsi istekİBrini yenebilmesi ve arzularını yerine getirebilmesi için
helâllısmın olması şarttır, insanı haramdan koruyan hanımıdır. Aksi takdirde
insan gayri meşru yola düşer, gözü dışarda olur. ahlâkı bozulur, imanı
zayıflar, ibadetten uzaklaşır, felâkete düşer ve neticede Allah'ın azabına müstehak
olur. Evlilik insanı bütün bu tehlikeli durumlardan kurtarır, takvaya,
yöneltir. Sonra zina sadece fuhuş yoluyla da yapılmaz. Bunun göz zinası, el
zinası gibi çeşitleri vardır. Bir insan şehvet nazariyle kadına bakarsa göz
zinası yapmış olur. Yine şehvetle bir kadını tutarsa el zinası yapmış olur.
Çünkü bu gibi hareketler şehveti kabartır, kalbi karartır, takvaya mani olur.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) :
«Gözün
şehvetle bakması göz zinâsı, elin şehvetle tutması da el zinâsıdır»
buyurmuştur. Bunlar zina olduğuna göre takvaya mânidir. Takva sahibinin
bunlardan şiddetle kaçınması gerekir. Bu bakımdan onların çok evlenmeleri
takvalarını korumak içindir. Evli insan, kendini haramdan koruduğu gibi, gözünü
ve elini de haramdan korur. Her devirde olduğu gibi, günümüzde de bekârların
daha çok gayri meşru yola düştükleri bilinen bir hakikattir. Şehvet insanın
kalbini karartır, gönüldeki Allah sevgisini azaltır, insanı meşgul eder ve
hırçınlaştırır. Nitekim Ebû Bekir bu konuda şöyle demiştir: «Bütün şehvetler kalbi
karartır ve ka-tılaştırır. Ancak kişinin hammıyîa görüşmesi kalbini yumuşatır
ve parlatır. Bu bakımdan peygamberler çok evlenmişlerdir. Onlar sadece
şehvetlerini teskin için değil, kalblerinin yumuşaması ve cilâ-lanması için
evlenmişlerdir.» Evlilikte fazilet vardır. Evlilik şehveti teskin eder, kalbi
yumuşatır ve parlatır.
Yahudilerden
bir kısmı Hz. İbrahim'e ve ona indirilen kitaba inanmışlar, bir kısmı ise
reddetmişlerdir. Bu Imam-ı Kelbi'nin kavlidir. Imam-ı Dahhâk*m kavli ise şudur:
Peygamber Kureyş kabilesinden olduğu, halifeler de aynı kabileden geldiği ve
kendilerine mülk-ü azîm verildiği için Yahudiler hased etmişlerdir. Çünkü onlar
peygamberi kendi soylarından bekliyorlardı. Peygamber kendi soylarından
olmayınca kinlerinden ve hasedlerinden dolayı Hz. Peygam-ber'in peygamberliğini
inkâr etmişlerdir. Fakat içlerinden bir kısmı Hz. Peygâmber'i ve ona inen
kitabı kabul etmişlerdir. İnkarcılar için çok elim bir azap vardır. Bunlar
inkarlarının cezasını mutlaka göreceklerdir.
Allalıü
Tealâ âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
«Şüphesiz
ki âyetlerimizi İnkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Derileri piştikçe
azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz. Şüphesiz ki Allah
mutlak galipdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
Bu
âyette inkâr edenlerin ne elim bir azaba uğrayacakları bildirilmektedir. Hz.
Muhammed'i ve Kur'an'ı inkâr ederek kâfir olanlar, kıyamet günü kendileri için
hazırlanmış bir ateşe atılacaklar-dır. Onların derileri yandıkça azabı
duysunlar diye. Yüce Allah derilerini değiştirip yenileyecektir. Derilerinin
her değiştirilmesinde azapları da artırılacaktır. Azapları ebediyete kadar bu
şekilde devam edecektir. Çünkü kâfirler için bir daha cehennemden çıkmak
yoktur. îmam-ı Mukatil, «Onların derileri günde yedi defa değişir» demiştir.
İmamri Hasan ise «Onların derilerinin günde yetmiş bin defa değişeceği bize
bildirildi* demiştir. Zındıklar ve ehl-i küfür, bunu yalanlayarak demişlerdir
ki: «Birinci deri günahkâr olduğu için yandı. Fakat tekrar yenilenen derilerin
ne suçu var ki, onlar da yanıyorlar?». Yenilenen deri hiç şüphesiz ki, eski
deridir. Allahü Tea-lâ kudretiyle deriyi yeniler. Nitekim her canlı, toprak
olduktan sonra Yüce Allah tarafından diriltilecektir. Toprak olduktan sonra
tekrar diriltilen insanlar, eski insanlardır, bir başkası değildir. Tıpkı bunun
gibi, ilk deri yansa bile, onun yerine gelen deri yine eski derinin devamıdır.
Bu bakımdan eskisi yandıkça yenisi yerine gelecek ve böylece azaplan devam
edecektir, Allahü Teâlâ'nın vaadi böyledir. Kâfirlerin çekecekleri azap
inkârlarının ve küfürlerinin karşılığıdır. Yüce Allah bütün mülkün sahibi ve
mâlikidir, inanmayanlardan intikamım alın Hakimdir, emrinde kâfirlere
cehennemle hükmeder.
Allahü
Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:
«îman
edip, salih amel işleyenleri İçinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan
cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz zevceler vardır. Onları en koyu
gölgeliklere yerleştireceğiz.*
Bu
âyet-i celüede iman edenlerin nasıl mükâfatlandırılacağı bildirilmektedir.
Allah'a, Allah'ın Resulüne ve Kur'an-ı Kerim'e iman edip, amel-i salih
yapanlara, yani Allah'ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçanlara
akıllarının alamayacağı nimetler veril:ektir. Yüce Mevlâ onlar hakkında şöyle
buyuruyor: -îman edip, .alin amel işleyenleri içinde ebedi kalacakları,
altından ırmaklar Lkan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz zevceler
vardır.» Dnlara verilen köşklerin altından, cennet nimetlerinden bal ve süt
rmakları akar. Orada kendilerine tertemiz zevceler verilecektir ve sbedı olarak
orada kalacaklardır. Bütün bu nimetler dünyada yap-nış oldukları amellerinin
karşılığıdır. Allahü Teâlâ iman edenleri iş.-e böyle mükâfatlandırır.
Yüce
Allah âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:
•Hiç
şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar ırasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerdekten Allah, bununla
size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, ıü kümlerinizi hakkıyla işitici,
yaptıklarınızı hakkıyla görücüdür.»
Bu
âyeti celilede emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle
hükmedilmesi emredilmektedir.
Âyeti
celîlenin nüzul sebebi ise şudur: Kâ'be'nin anahtarı Benî jeybe Kabüesi'nde
idi. Onlardan da Beni Haşim Kabilesi'ne geçmiş-;i. Peygamberimiz Cs.a.v.)
Mekke'yi fethedince Osman îbni Talha'-ian Kâ'be'nin anahtarım istemiş. Osman da
Peygamberimizin anahtarı kendisinden alıp, amcası Abbas'a vereceğinden
endişelenmişti. Osman anahtarı getirip Peygamberimize verirken «Al, bu Allah'ın
emanetidir- demişti. Peygamberimiz anahtarı alır, Kâ'be'yi açar ve içine girer.
Ve şu manzarayla karşılaşır: Hz. İbrahim elinde kumar oku olduğu halde duvara
resmedilmiş, oğlu İsmail (a.s.)'in ise elinde kurban edilmek üzere Allah
tarafından gönderilen koç olduğu halde resminin duvara asılı olduğunu
görmüştür. Bu durum karşısında Peygamberimiz kâfirlere beddua etmiş. «Yüce
Allah kâfirleri helak etsin. İbrahim'in elindeki bu kumar oku nedir?» demiş ve
onları indirtmiş, derhal parçalatmıştır.
Hz.
Peygamber Beytullah içerisinde yapılması gerekeni yaptıktan sonra dışarı çıkar.
Amcası Abbas anahtarın kendisine verilmesini ister ve bunun üzerine bu âyet
nazil olur.
Bazı
tefsirciler, bu âyetin şu meseleden dolayı Yahudiler hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir. Hz. Muhammed, peygamber olarak gönderildiğinde peygamberliğini
insanlara söylemeleri; insanların da O'nun nübüvvetini kabul etmeleri
maksadıyla Peygamberimizin sıfatları Yahudilerin nezdine emanet olarak
verilmişti. Halbuki Yahudiler bu sıfatları insanlardan gizlediler ve böylece
emanete ihanet ettiler. Bundan dolayı Allahü Teâlâ da bu âyeti inzal etmiştir.
Ancak bu görüş zayıftır. Ayetle kastedilen husus Önceki hâdise olduğu içindir
ki, Peygamberimiz Kâ'be'nin anahtarını tekrar Osman'a emanet etti. Bu âyet, bu
konuyla ilgili görünüyorsa da, hükmü umumîdir. Emanetin hâinlere değil, ehline
verilmesi hususunda ilâhi bir emirdir. Mü'minler, Allah'ın emir ve yasaklarına
sarılmalı, onlara ihanet etmemelidirler. Zira onlar Allah'ın mü'minlere
emânetidir. Mü'minler, Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getirip,
yasaklarından son derece kaçınmalıdırlar. Ancak o zaman emaneti muhafaza etmiş
olurlar. Allah'ın her emri; namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i sehadet ve
diğerleri birer emanettir. Bunlar yerine getirilmekle muhafaza edilmiş olurlar.
İnsanların bütün azaları da kendilerine birer emanettir. Her âza niçin
yaratıldıysa, onun için kullanılmalıdır. Aksi takdirde emanete ihanet edilmiş
olur. Dil, Allah'ı zikir için yaratılmıştır. Göz, Allah'ın nimetlerine bakmak
için yaratılmıştır, o yolda kullanılmalıdır. Diğer organları da bunlara kıyas et.
Mal - mülk, aile, çoluk-çocuk da birer emanettir. Bunları iyi muhafaza etmek
gerekir. Emanete ihanet eden münafıktır. Münafık almak istemiyorsan verilen
emanetleri iyi muhafaza et. Emanetleri muhafaza ettiğiniz gibi, insanlar
arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz, hiç kimseye zulmetmeyiniz,
adaletten asla ayrılmayınız. Davacıdan şahit getirmesini isteyin. Şayet şahit
getiremezse, doğru söyleyeceğine yemin ettiriniz. İlâhi nizamın güzelliğine
bakınız ki, Yüce Allah hiç kimsenin zarara uğramasını istemiyor. Hüküm
makamında olanların adaletle hükmetmelerini, hiç kimseye zulmetmemelerini ve
adaletten asla ayrılmamalarını emrediyor. Bir memlekette adalet olmazsa o
memleket yıkılmaya mahkûmdur. Nitekim bu yüzden bir çok milletler tarihe
karışmıştır. Müslüman asla Müslüman kardeşine haksızlık yapmaz. Çünkü Allah
onları kardeş ilân etmiştir. Kardeş kardeşe haksızlık yapamaz. Şüphesiz ki
Allahü Teâlâ bununla size ne güzel öğüt veriyor. Bu Öğütten ancak îmanı olanlar
nasibini alır. Dünyada nizamın nasıl sağlanacağı bu âyetle en açık bir şekilde
belirtilmiştir. Bu öğütlere uymayan toplumların da yok olacağı muhakkaktır.
Şüphesiz
ki Allahü Teâlâ, hükümlerinizi hakkıyla işitici, yaptıklarınızı hakkıyla
görücüdür. Kıyamet günü ona göre mükâfat ve mücâzâtmızı verecektir. Kimsenin
hakkını zayi' etmeyecektir.
NtSÂ
SÛBBSt (cüz: 5, âyet; 59) 51
Yüce
Allah âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey
iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de
itaat edin.»
Ey
iman edenler, kelime-i tevhid getirmek suretiyle Allah'a itaat edin, O'nu
gönülden tasdik edin. Size farz kıldığı şeyleri noksansız yerine getirin ve
yasaklarından kaçının. O'na asla âsî olmayın. Peygambere de itaat edin, onun
ismi anıldığı zaman salât ü selâm getirin. Allah tarafından getirdiklerini
tasdik edin ve sünnetlerini icra edin. Gösterdiği yoldan ayrılmayın. Ayrıca
sizden olan idarecilere de itaat edin, emirlerini yerine getirin. Başmızdaki
bir köle olsa bile, Allah'a İsyan etmedikçe ona itaat edin. Allah'ın emirlerine
muhalefette bulunup, isyan edenlere itaat etmek caiz değildir. Bu durumda olan
idarecilere itaat etmek Allah'a isyandır. Zira küfre rıza göstermek küfürdür.
Şayet idareciler, emri altındakilere baskı yapmak suretiyle isyanlarına onları
da ortak ederlerse, bu durumda Allah indinde kendileri mes'uldür. îdare
edilenler onların küfrüne istemeyerek iştirak etmişlerse, mes'ul değillerdir.
Fakat kendi arzularıyla iştirak etmişlerse mes'uldürler. Bundan doğacak olan
suçun cezası Allah katında idarecilerindir.
îslâm
bilginleri ulû'1-emir mevzuunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Belli
başlıcaları ise şunlardır: lmâm-ı Kelbî ile tmam-x Mukatil, ulû'l-emrin ordu
komutanları olduğunu söylemiştir, lmâm-ı Dahhâk ise, din bilginleri ve
fakihlerdir demiştir. Bazılarına göre de ulü'1-emir Halifeler ve sancak
beyleridir, dolayısıyla onların emirlerine itaat etmek vaciptir. Nitekim Hz.
Ali (r.a.) söyle buyurmuştur: «Âmirlerin emri altındakilere adaletle
hükmetmesi, kimseye zulmetmemesi, işkence yapmaması, emaneti ehline vermesi
insanlara ihanet etmemesi üzerlerine vaciptir. Bu şekilde hareket eden
âmirlere, Müslümanların da itaat etmeleri ve onların emirlerini yerine
getirmeleri vaciptir.* İslâm bilginlerinin ekserisinin görüşü de bu meyandadır.
Allah'ın emirlerine muhalefet ve isyan eden bir âmire itaat edilmez. Ona itaat
Allah'a isyandır.
Allahü
Teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:
52 NtSÂ SÛRESİ (cüs: 6, âyet: 59)
«Eğer
bîr şeyde çekişirseniz - Allah'a ve âhiret gününe inanmıştanız - onun hallini
Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu, hem hayırlı, hem de netice itibarı ile daha
güzeldir.»
Ey
iman edenler, siz, herhangi bir meselede, yani helâl, haram konusunda ve şer'i
hükümler hususunda anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde onun hallini Allah'a ve
Resulüne bırakın. Yani Allah'ın kelâmına müracaat edin. Şayet üzerinde ihtilâf
ettiğiniz meseleyi onda bulamazsanız, Hz. Peygamber'in hadisine müracaat edin.
Hanginizin sözü Allah'ın kelâmına ve Resul üllah'ın hadîsine uygun ise, doğrusu
odur. Diğerleri bâtıldır. Nitekim sahte altının, miyar taşına vurulmadıkça
sahte olduğu belli olmaz. Şeriatın da miyar taşı Allah'ın kelâmı ve
Resûlüllah'ın hadîsidir. Her şeyin, bunlara tatbik edildiği zaman gerçeği
ortaya çıkar. Bunlara muarız olan şeyler bâtıldır, hakikatle ilgisi yoktur.
Müslümanlar bir mesele üzerinde ihtilâfa düşerlerse müracaat kaynakları bu
ikisi olmalıdır. Çünkü miyar taşı bunlardır, öyle ehil sarraflar da vardır ki,
saf altın ile saf olmayanları bir bakışta anlar. İslâm bilginleri de sarraflar
gibidirler. Allah'ın kelâmına ve Peygamber'in hadîsine muarız olanları bilir ve
onları ayıklarlar. Hakkı bâtıldan ayırt ederler, birbirine karıştırmazlar.
Bazı
tefstrciler de bu âyete şöyle mânâ vermişlerdir: Herhangi bîr mes'ele hakkında
bir müşkülünüz olduğu zaman, tartışmayı bırakın, onun hallini Allah'a havale
edin ki, onu Allah ve Resulü bilir.» Nitekim Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: «Sapık
yolda olanların, Hakk'a dönmesi en hayırlısıdır. Yani kendileri için en hayırlı
olan budur. Kişinin bilmediği bir şeyi itiraf etmesi ilminin yarısıdır.
Bilmediği bir şey hakkında fetva vermesi kişinin ahmaklığından ve
ceha-letindendir. Böyle birinin fetvasıyla amel edenler cehennemde onun üzerine
basıp geçeceklerdir.» Bundan dolayıdır ki, Halil İbni Ahmed-i Basrî Hz. leri
şöyle demiştir: «İnsanlar dört kısımdır. Birincisi, bir şey bilmez, bir şey
bilmediğini de bilmez. Fakat kendisinin bir şey bildiğini zanneder. Bu gibiler
ahmaktır, bunlardan uzak durun. İkincisi, bir şey bilmez, fakat kendisinin
cahil olduğunu bilir. Yani bilgiçlik taslamaz. Bu gibiler cahildir, siz ona
bilmediklerini öğretin. Çünkü o haddini bilenlerdendir. Üçüncüsü, ilim
sahibidir, fakat kendi ilmi kariyerini bilmez, kimseye de bir şey öğretmez, Bu
gibiler de gafildir, hayatları gaflet içinde geçmektedir. Bunları gafletten
uyarın ki, ilimleriyle amel edip iki cihan saadetini kazansınlar. Dördüncüsü,
ilim sahibidir, âlim olduğunu bilir ve ilmiyle amel eder. Onlara tâbi olun,
müşküllerinizi sorun. Bilmediklerinizi onlardan öğrenin. Aranızdaki mücadeleyi
bırakın, ihtilâfa düştüğünüz her mea'eloy)
NtSÂ
SÛRESİ (cOz: 5, âyet: 60) 53
onlardan
öğreniniz;. Eğer içinden çıkamadığınız bir mes'ele olursa onun hallini de
Allah'a ve Resûlü'ne bırakınız. Şayet Allah'a ve âhi-ret gününe imanınız varsa
böyle hareket ediniz. Böyle yapmanız sizin için en hayırlısıdır, hem de netice
itibarı ile en güzelidir.»
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Sana
indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandık lannı iddia edenleri
görmedin mi? Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğut'un önünde muhakeme edilmelerini
isterler. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor.»
Ya
Muhammed, sana indirilen Kur'an'a ve senden Önce indirilen kitaplara
inandıklarım iddia edenleri görmedin mi? Seni bırakıp Tâğut'un önünde muhakeme
edilmek isterler. Halbuki Tâğut'a küfretmeleri, onu kabul etmemeleri
kendilerine emrolunmuştu. Buna rağmen Tağut'u aralarında hakem tayin
etmişlerdi.
.T-
Münafıklardan
Bişir adında biri ile bir Yahudi arasında husûmet vuku bulmuştu. Aralarındaki
bu husûmetin giderilmesi için bir hakem tayin etmek istemişlerdi. Hakemin
aralarındaki düşmanlığı gidermesini, haklının hakkını vermesini
kararlaştırmışlardı. Yahudi Hz. Peygamber'in hakem olmasını istemiş, fakat
münafık Bişir Hz. Peygamber'in hakemliğini kabul etmemiş, Yahudilerin reisi
olan Kâ'b îbni Eşrefin hakemliğini kabul edeceğini söylemişti. Çünkü Bişir
davasında haksızdı. Dolayısıyla Resûlüllah'ın huzurunda ve İslâm şeriatına göre
aralarında hüknıedilmesine razı olmuyordu. Eğer Resülüllah'ı hakem tayin etsey
diler Bişir'in haksız çıkacağı bir gerçekti. Bunun için de Resûlüllah'ın
hakemliğini istemiyordu. Halbuki Yahudi şeriatına göre aralarında hükmedilirse
Bişir kârlı çıkacaktı. Bunun için Yahudi şeriatım ve bir Yahûdinin hakemliğini
istiyordu. O böylece dünya menfaati İçin dinini hiçe saymış, Peygamberinin
hakemliğini kabul etmemişti. Halbuki onlar Kur'an-ı Kerim'e ve ondan önceki
kitaplara inandıklarını söylüyorlardı. Yahudi de İslâm şeriatı karşısında
haksızlığa uğramayacağını bildiği için Hz. Peygamber'in hakemliğini istiyordu.
Çünkü Yahudi Hz. Peygam-bar'İn adaletle hükmedeceğini biliyordu. Oysa kendi
dinlerinde bu
NİSA
SÛRESİ {cOz: 5, 4yet: 61)
adaleti
buiamavacaktı. Haklı olmasına rağmen haksız düşecekti. O anda
yukarıdaki âyet inzal olarak o münafığın durumunu Peygamberimize bildirmiştir.
Yahudi
ile Bişir aralarında hakem mevzuunda konuşurken Hz. Ömer onları duyar ve
yanlarına gelerek durumu sorar. Her ikisi de Hz. Ömer'e durumlarını anlatırlar.
Hz. Ömer «Durun, ben sizin aranızda hakemlik yapayım» der ve kılıcını çeker,
münafık Bişir'in başını keser ve «Münafığın hükmü budur* der. Yüce Allah
münafıklar hakkında şöyle buyurur: «Ya Muhammed, sana indirilen Kur*-an'a ve
senden önce indiriİBulere inandıklarını iddia edenleri görmez misin?» Onlar
Kur'an'a inandıklarını söylemelerine rağmen, İslâm şeriatından kaçarlar, Yahudi
şeriatım tercih ederler. Halbuki onlara kendi dinlerinden olmayanlarla dost
olmamaları, onların dinlerine ve şeriatlarına meyletmemeleri emredilmiştir,
İmâm-ı
Dahhâk şöyle demiştir: «Bu âyet, dilleriyle iman ettiklerini söylemelerine
rağmen kalbleriyle inanmayan ve Yahudilere meyletmek suretiyle Hz. Peygamber'e
muhalefet eden münafıklar hakkında nazil olmuştur.» Allahü Teâlâ onlar için
şöyle buyurmuştur: «Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğut'un önünde muhakeme
edilmelerini isterler.» Şayet onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, elbette
Tâğut'un önünde muhakeme olmak istemezlerdi. Allah'a iman eden, hiçbir zaman
Allah'a isyan edeni hakem tayin edemez. Çünkü onlar Müslümanları daima
sapıklığa götürürler. Böylece haktan ayırıp ebedî saadetten mahrum ederler.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Onlara:
Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin denilince münafıkların senden büsbütün
uzaklaştıklarını görürsün.»
Bu
ây*t-i celile münafıkların durumunu bildirmektedir. Münafıklara, gelin Allah'ın
kitabında indirdiği hükümlere ve Resûlüllah'-m emirlerine itaat edin denildiği
zaman senden büsbütün uzaklaşırlar. Yani onlar bunu kabul etmezler ve Hz.
Muhammed'den uzaklaşırlardı. Çünkü onlar kalben iman etmemişlerdir, kalben iman
etmeyenler hakkı kabul edemezler. Hakkı kabul etmek ancak İman işidir.
Bu
âyeti celîle şuna da işaret eder: Hakkı dinlemeyenler ve hak-
NtSÂ
SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 62) 55
ki
söyleyenlere düşman olanlar münafıklardır. Zira onların gönlü nifak ve murdar
olan şeylerle doludur. Bu bakımdan hakkı kabul stmezler, ondan yüz çevirirler.
Çünkü kalbleri kararmıştır. Tıpkı İçine misk konan kötü kokulu bir kap gibi. O,
kötü kokulu kop miskin kokusunu nasıl yok ediyorsa, münafıkların nifakları da
kalble-rindeki imanlarını öylece yok eder. Çünkü iman ile nifak bir arada
durmaz.
Allahü
Teâlâ âyeti celilesinde münafıklar hakkında şöyle buyuruyor
«Ya
başlarına kendi işlediklerinden ötürü bir musibet geldiğinle haller) nasıl
olur? Sonra da gelmişler sana billahi gayemiz sa-İece bir iyilik etmek ve ara
bulmaktan ibaret idi diye yemin ediyor-
ar.-
Bu
ayet-i celîle Sa'lebe îbni Hatib hakkında nazil olmuştur. Sa'-ebe bir
münafıktı. Zebir ile arasında bir husûmet meydana gelmiş-1. Aralarındaki
husûmeti halledemeyince bir hakem tayin etmek ;orunda kalmışlardı. Her ikisi de
hakem olarak Peygamberimizi ta-rin etmişler ve gelip durumlarını ona
arzetmişlerdi. Peygamberimiz ıer İkisini de dinledikten sonra Zebir'in hakh,
Sa'lebe'nin haksız ol-luğunu bildirmişti. Sa'lebe ise haksız bir davanın sahibi
olmasına ağmen Peygamberin kendi lehine hükmetmesini istiyordu. Peygam-jerimfz
Zebir'in haklı olduğunu bildirince Sa'lebe darılmıştı.
Resûlüllah'm
hükmü belli olduktan sonra her ikisi birden huzu-undan çıkarlar, yolda giderken
Mikdad Îbni Esved'e rast gelirler, ^ikdad Sa'lebe'nin üzgün olduğunu görünce
«ResûlüHah hanginiz takkında hükmetti?» diye sorar. Sa'lebe, ağzını eğerek
alaylı bir şe-[ilde Zebir'i işaret eder ve «Amcasının oğluna hükmetti- der.
Bu-lun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek münafıklar takkında
şöyle buyurur: *Ya başlarına kendi İşlediklerinden ötürü lir musibet geldiğinde
halleri nasıl olur? Sonra da gelmişler sana billahi gayemiz sadece bir iyilik
etmek ve ara bulmaktan ibaret di" diye yemin ediyorlardı. Böylece onlar
yaptıklarından dolayı başarına bir musibet geldiği zaman bir kâfiri hakem
'tayin etmek işerler de, Hz. Muhammed'in davetine icabet etmezler, ondan yüz
çe--Irirler ve O'nun hükmü ile alay ederler. Sa'lebe bu âyetin inzal ol-lugunu
işitince Peygamberimize gelir, özür diler ve «billahi gayemiz sadece bir iyilik
yapmak ve ara buluculuk etmekti. Senin hükümlerinle istihza etmek değildi» der.
Salebe"nin bu itiraflarında samimî olmadığını ve yalan söylediğini Yüce
Allah âyetinde şöyle ifade eder: «Sonra da sana gelmişler "Billahi gayemiz
sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi" diye yemin
ediyorlardı.» Münafıkların yalan yere yemin ettiklerini, niyetlerinin ara
buluculuk olmadığını ve Peygamberimizi inandırmak için böyle söylediklerini
AllahÜ Teâlâ Peygamberine beyan ediyor.
Yüce
Allah onlar için yine şöyle buyuruyor:
•Onlar
öyle kimseler ki, kalblerindekini ve yalan yere yeminlerini Allah bilir. Sen
onların bu hallerini nazar-ı itibara alma da, onlara öğüt ver. Kendileri
hakkında tesirli sözler söyle.»
AllahÜ
Teâlâ onların gönüllerindeki nifak ve şirki bilir. Sen, onların sözlerini ve bu
hallerini nazar-ı itibâra alma ve onlara bu durumlarından vazgeçmeleri için
nasihat et. Onları Allah'ın azabıy-la korkut, gittikleri yolun sonunun felâket
olduğunu bildir. Bir daha böyle yaparlarsa Allah'ın azabına uğrayacaklarını
onlara bildir. Bu âyet Tevbe sûresinin 73. âyetiyle nesh edilmiştir. O âyette
ise şöyle buyurulmaktadır: «Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş.
Karşılarında çetin ol. Onların yurdu cehennemdir, o, ne kötü bir dönüş
yeridir.» Kâfirlerle ve münafıklarla savaş yapılması ve onlara yüz verilmemesi
bu âyette emredilmektedir.
AllahÜ
Teâlâ ayet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Biz
peygamberleri ancak Allah in İzni ile kendilerine İtaat olunmaları İçin
gönderdik. Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman sana gelip Allah'tan
mağfiret dileseler ve peygamberler de ojnlara mağfiret dileseydi elbette
Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esirgeyici bulacaklardı.»
Yüce
Allah, peygamberlerini insanların onlara itaat etmeleri için göndermiştir.
Peygamberler de Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ için gelmişlerdir. Onların
emirlerine itaat Allah'ın emirlerine itaattir. Onların emirlerine muhalefet,
Allah'ın emirlerine muhalefettir. Allah'a iman edenler, peygamberlerin
emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınanlardır. Peygamberlerin emirlerine
itaat etmeyip, hükümlerim kabul etmeyenler Allah'a iman etmiş olamazlar.
Münafıklar Hz. Peygamberi bırakıp, bir Yahûdiyi hakem tayin etmekle kendilerine
zulmetmişlerdir. Şayet onlar yaptıklarına pişman olup, Hz. Peygamber "e
gelselerdi, O'nu tasdik etselerdi ve Allah'ın emirlerine İtaat ederek O'ndan
mağfiret dileselerdi, elbette Allahü Teâlâ"yı, tevbeleri hakkıyla kabul
edici ve çok esirgeyici bulacaklardı. Fakat onlar haktan kaçındılar, Hz.
Peygamber'in hükmüne muhalefet ettiler. Böyle yapmakla da kendilerine
zulmettiler.
Bu
âyet-i celilede Müslümanlar için büyük bir ibret vardır. Hz. Peygamberi bırakıp
başkalarından medet umanlar, kendi nefislerine en büyük zulmü yaptıkları gibi,
iki cihan saadetinden de mahrum olacaklardır. Dünya menfaati için İslâm'dan
uzaklaşıp, Hz. Peygamberin yolundan ayrılanlar mutlaka Allah'ın azabına
uğrayacaklardır.
Bu
âyet, ayrıca şuna da işaret etmektedir: Günah işleyenlerin, yaptıklarına pişman
olup, sadakatle tevbe istiğfar etmedikçe günahları bağışlanmaz. Günahların
bağışlanabilmesi için, günah işleyenler yaptıklarından vaz geçecek, onlara
pişman olacak ve Allahü Teâlâ'-ya tevbe istiğfar edecektir. Ancak o zaman Yüce
Allah günahları bağışlar ve kusurları affeder.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor;
«Hayır
Rabbine and olsun ki onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin
edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan
tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmazlar.»
Bu
âyeti celile de Sa'lebe ile Zebir arasındaki husumet hakkında nazil olmuştur.
Yukarda da belirtildiği gibi, Zebir ile Sa'lebe aralarında husumete sebep olan
mes'eleyi halletmek için Peygamberimize başvurmuşlardı. Zebir, Peygamberimizin
amcasının oğlu idi. Fakat haklı olan da o idi. Münafık Sa'lebe Peygamberimizin
verdiği hükme darılmıştı. Halbuki Peygamberimiz adaletle hükmetmişti. Buna
rağmen Peygambere iftira ederek «Amcasının oğlu olduğu için Zebir hakkında hükmetti-
demişti. Münafıklar devamlı olarak kendi menfaatlerini düşünürler, hiçbir zaman
hakkı gözetmezler, Yüce Allah onlar için peygamberine şöyle buyuruyor: «Hayır
Rab-bine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip,
sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan
tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmazlar. Yani tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.» Hz. Peygamber neye hükmederse o haktır.
Zira o hiçbir zaman nefsinden hükmetmez. Ancak Allah'ın emriyle hükmeder. Ey
iman edenler, Allah'a ve Kesûlüne itaat edin, hükmüne razı olun. Çünkü onların
emirlerine itaat etmeyenler gerçek iman sahibi olamazlar. Gerçek iman sahipleri
Allah'ın ve Peygamber'in emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınanlardır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
•Şayet
onlaraı "Kendinizi feda edin" yahutı "Memleketinizden
çıkın" diye emretmiş olsaydık pek azı müstesna bunu yapmazlardı.
Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında
çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.»
Bu
âyet-i celile de münafıklarla ilgilidir. Biz tsrailoğullanna dediğimiz gibi,
münafıklara da dininizin kabulü için kendinizi öldürün veya muhacirler gibi
yurdunuzu terk ederek Peygamberle hicret edin deseydik, içlerinden pek azı bunu
yaparlardı. Çoğu menfaatini düşündüğü için, buna asla yaklaşmazlardı.
Zamanımızda olduğu gibi, onlar için din önemli değil, menfaat önemlidir. Onlar
menfaatleri uğruna dinlerinin ve Peygamberlerinin emirlerini hiçe saymışlardır,
içlerindeki azınlıktan maksat Amraar bin Yasir, İbni Mes*-ud ve Sabit hin
Kays'dır. Bu zatlar «Allahü Teâlâ, bize dininiz uğrunda kendinizi öldürün veya
yurtlarınızdan çıkın diye emretseydi, hemen O'na itaat ederdik» demişlerdi.
Peygamberimiz onların bu şekilde konuştuğunu duyunca «Bu gençlerin kalbindeki
iman büyük bir dağdan daha sağlam ve daha kuvvetlidir» Jöuyurmuştu. Menfaatini
düşünüp, Peygamberin hükümlerine itaat etmeyen, muhalefette bulunan münafıklar
için de Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine
getirseydiler ve Kur'an'ın hükmü ile amel etseydiler elbette bu, haklarında çok
hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.* Onlar
kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirmediler. Peygamber'in emirlerine
muhalefet ederek, Kur'an'ın hükmüyle amel etmediler. Kendileri için hayırlı
olanı terk ettiler ve nifaklarının kurbanı oldular. Zira Allah'ın ve
Peygamber'in emirlerine itaat etmeyenler ebedi hüsrana uğrayacaklardır.
Allahü
Teâla'nın emirlerine itaat edenler için Yüce Allah şöyle buyuruyor: .
«O
takdirde onlara büyük bir mükâfat verirdik.» «Ve şüphesiz onları doğru yola
eriştirîrdik.»
Ya
Muhammed, münafıklar eğer senin hükmüne razı olup, Kur'-an'la amel etselerdi,
biz kendi tarafımızdan onlara büyük bir mükâfat verirdik. Yani onları cennet
nimetleriyle nimetlendirirdik. Dünyada da onları doğru bir dine eriştirirdik.
Böylece onlar iki cihan saadetini kazanmış olurlardı. Halbuki onlar Peygamberin
hükmüne razı olmadıkları gibi, Kur'an'la da amel etmediler.
Allahü
Teâla âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'a
ve Peygambere itaat edenler var ya, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği
peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi
arkadaştırlar.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur; Peygamberimizin azadlı kölelerinden
Sevban, Efendimizi çok severdi. O kadar ki, bir saat bile ayrı yaşamaya
tahammül edemezdi. Peygamberimize olan muhabbetinden dolayı bir gün benzi
sararmıştı. Durumu gören Peygamberimiz sebebini sormuştu, O zat ise cevaben
şöyle demişti: «Ey Al-luh'm Resulü benim hiçbir rahatsızlığım yok. Senden bir
saat bile uyrı durmaya tahammül edemiyorum. Fakat âhire t yolculuğu bizi
birbirimizden ayıracaktır, orada sizi göremeyeceğimden korkuyorum. Bundan
dolayı- o ayrılığı hatırladıkça benzim soluyor.» Bunun üzerine yukardaki âyet-i
celîle nazil olmuştur. *
Şuayib
(r.a.) şöyle nakleden «Ensar'dan bir zat Peyğamberimi-m gelerek «Ey
Allah'ın Resulü Vallahi sen bana canımdan, ailemden, çocuklarımdan ve bütün
varlığımdan daha sevimlisin. Bana öyle geliyor ki, seni bir saat görmezsem
helak olurum, senin ayrılığına tahammül edemem» der ve ağlamaya başlar.
Peygamberimiz o zata neden ağladığını sorar. O zat da cevaben şöyle der: «Ey Allah'ın
Eesûlü, yemin ederim ki, sen öldüğünde biz de acına dayanamayarak ölürüz. Fakat
peygamber olduğun için âhirette senin derecen ulvîdir. Bizim derecemiz de
ednâdır. Cennete girdiğimiz zaman, seni orada göremezsek bizim halimiz ne olur»
Peygamberimiz bu zata hiçbir cevap vermez. Bunun üzerine yukardaki âyet nazil
olur ve şöyle buyurulur: «Allah'a ve Peygamberine itaat edenler var ya, işte
onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şe-hidler ve
iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.» Allah'ın emirlerini yerine
getirenler, peygambere itaat edip, sürmeliyle amel edenler, cennette Allah'ın
fazlıyla kendilerine nimetler ihsan ettiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve
iyi kullarla beraberdirler. Diledikleri zaman onların sohbetine iştirak
ederler, her an onlarla beraber olurlar. Dünyada onları sevenler, âhirette de
onlarla beraber olacaktır.
Bu
âyette şuna da işaret vardır: Kişi daima sevdiği ile beraberdir. Sevenler
sevdiklerinden hiçbir zaman ayrılmazlar. Zahiren uzak olsalar bile gönülden
onlarla beraberdirler. Zira Peygamberimiz «Kişi sevdiği ile beraberdir»
buyurmuştur. Dünyada da, âhirette de Al-lah dostları birbirini bulurlar.
Hz.
Muhammed'i ve Allah dostlarını sevenler için Yüce Mevla şöyle buyuruyor:
«Bu
büyük lütuf Allah'tandır. Allah her şeyi bilici olarak kafidir.»
Yani
cennette Allah'ın dostlarıyla beraber olmak, Allah'ın mü'-min kullarına bir
lütfudur. İman edip, ameli salih işleyenlerin mükâfatı işte budur. Onlar
cennetin bütün nimetlerinden İstifade edeceklerdir. Yüce Allah, kâfir
kullarının da yaptıklarını bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz.
Kıyamet günü herkesin ameline göre mükâfat veya mücazatmı verir. Allah katında
hiçbir amel zayi olmaz ve her amel sahibi amelinin karşılığını görür.
Yüce
Allah âyet-i celUesinde şöyle buyuruyor:
«Ey
iman edenler, düşmana karşı ihtiyatla davranın. Silâhlanarak birlikler halinde
veya toptan seferber olun.»
Bu
âyet-i celîlede Müslümanların düşmanlarına karşı nasıl bir tavır takınacakları
belirtilmektedir. Ey iman edenler, düşmanlarınıza karşı İhtiyatlı olun.
Peygamber içinizde olsa da, olmasa da onların karşısına çıkarken bölük bölük
veya duruma göre topluca çıkın. Şayst Peygamber içinizde olursa, onun
emirlerine harfiyyen uyun. Ona asla muhalefet etmeyin. Eğer Peygamber içinizde
olmazsa başmızdaki kumandana tâbi olun ve emirlerine itaat edin. Düşmanın
karşısında parçalanıp, dağılmayın, onlarla sonuna kadar savaşın. Bu âyetle
Müslümanların düşman karşısında cesur ve disiplinli olmaları, za'fa
uğramamaları emredilmektedir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesiııde şöyle buyuruyor:
«Şüphesiz
aranızda pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet geldiği takdirde
"Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der.»
Yüce
Allah bu âyette mü'minlere hitap ediyor. Ey mü'minler, İçinizde öyle kimseler
var ki, nifakları yüzünden sizinle beraber savaşa gitmezler, evlerinde
otururlar. Savaşa iştirak etmek onlara çok ağır gelir. Eğer savaşta size bir
musibet isabet ederse, -Allah bize lütfetti de onlarla beraber bulunmadık;
şayet onlarla beraber olsaydık aynı musibete biz de uğrardık» derler.
AÎİahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Şayet
Allah'ın büyük bir nimetine mazhar olursanız and olsun ki, sizinle bir dostluk
ve tanışıklığı yokmuş gibi: "Keşke onlarla beraber olsaydım da, ben de
büyük bîr başarıya erişseydim" der.»
Ey
iman edenler, siz savaşta düşman üzerine galip gelip, Allah'ın büyük bir
nimetine mazhar olursanız and olsun ki, münafıklar bunu çekemezler,
kıskanırlar. Sanki sizinle bir dostlukları yokmuş gibi «Keşke onlarla beraber
biz de savaşa katıls&ydık da, ganimetlerden istifade etseydik» derler. Eğer
münafıklar sizin savaşta galip geleceğinizi bilselerdi, ganimet almak için
onlar da sizinle birlikte savaşa iştirak ederlerdi. Onlar, mü'minlere yardım
etmek veya savaşmak için değil, sadece menfaat temin etmek için harbe iştirak
etmeyi arzu ederlerdi. Onlar, Müslümanların hezimete uğrayarak, helak
olmalarını istiyorlar, onun için de savaşa iştirak etmiyorlardı.
Yüce
Allah âyeti celilesinde mü'minler için şöyle buyuruyor:
«O
halde geçici dünya hayatını âhiret hayatıyla değiştirenler Allah yolunda
savaşsınlar. Allah yolunda savaşan kimse öldürülse de, galip gelse de biz ona
büyük bir mükâfat vereceğiz.»
Allah'ın
rızasını kazanmak isteyenler, Allah yolunda ve îslâm"! yüceltmek,
kâfirleri zelil etmek için savaşsınlar. Onların küfrüne mani olsunlar. Yüce
Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler geçici dünya hayatını ve lezzetlerini
bırakıp, âhireti satın alsınlar. Allah yolunda savaşanlar öldürülseler de,
galip gelseler de Allah katmda onlar için büyük bir mükâfat vardır. Şayet onlar
savaşta öldürülür-lerse şehid, kalırlarsa gazi olurlar. Çünkü onlar Allah
rızası için savaşmakta ve Allah rızası için öldürülmektedirler. Âhirette de
onlara emsali görülmemiş mükâfatlar verilecektir.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Size
ne oluyor da: «Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar. Katından
bize bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla» diyen zavallı çocuklar, erkekler
ve kadınlar uğrunda Allah yolunda savaşmıyorsunuz?»
Bu
hitap mü'minleredir. Ey iman edenler, size ne oluyor ki, kâfirlerin eli altında
inleyen ve «Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, katından bize
bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla-diyen zavallı çocuklar, güçsüz erkekler
ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Kâfirlerin bu durumlarına
da seyirci kalıyorsunuz? Halbuki onlar Allah'ı ve Peygamberi inkâr ederler.
Memleketlerindeki Müslümanlara zulmederler. Zulme uğrayan iman sahipleri şöyle
dua ederler: «Rabbimiz, halkı zalim olan. seni ve Resulünü inkâr ederek kendi
nefislerine zulmeden şu şehir halkından bizi kurtar. Katından bize bir sahip ve
bir yardımcı gönder ki, bunların zulmünden ve işkencesinden bizi kurtarsın.»
Mü'minler her zaman Rablerinin nimetlerine nail olmak için gönülden tazarrû ile
dua ve niyaz ederler. Yüce Allah onların dualarım asla boşa çı-lcarmaz, yeter
ki yapılan dualar gönülden olsun.
Bu
mevzuda İmam-ı Kelbi şöyle demiştir; «Hz. Peygamber Mekke'yi fethetti, onlar
kâfirlerin işkencesinden kurtuldular ve hürriyetlerine kavuştular. Bu, Allahü
Teâlâ'nın onların dualarım kabul ettiğinin bir işaretidir. Allah Peygamberini
de onlara veli tayin ederek, kafirlerin zulmünden korumuştur.» Annab bin Esed,
Mekke'de esaret altında kalan mü'minleri korumuş ve onların haklarını
kâfirlerden almıştır. Mü'minler Mekke'de esir iken, Allah onları esaretten
kurtarmış aziz kılmıştır. Kâfirler, daha önce onları hakir görürken Allah
onları kâfirlerin başına âmir tayin etmiş, böylece kâfirleri zelil,
Müslümanları aziz kılmıştır. Yüce Allah iman edenleri aziz, iman etmeyenleri
böylece rezil eder.
Allahü
Teâlâ iman edenlere âvet-i celîlesinde sovle buvuruvor:
-îman
edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfredenler de Tâğut'-un yolunda harp
ederler. Öyle ise şeytanın dostlarıyla savaşın. Şeytanın hilesinin zayıf
olduğundan şüpheniz olmasın,»
îman
edenler, Allah yolunda, O'nun nizamını yeryüzüne yaymak, İslâm dinini aziz
kılmak ve kâfirleri zelil etmek için savaşırlar. Kâfirler ise şeytanın uğruna
ve putları için harp ederler. Ey iman edenler, siz, Allah'ı inkâr edip,
şeytanın yolundan giden ve onu dost edinenlerle savaşın. Onların çokluğundan ve
hilelerinden asla korkmayın. Çünkü şeytanın tuzağı ve hilesi pek zayıftır.
Allah'ın azameti karşısında onlar asla dayanamazlar. Çünkü Allah iman edenlerin
yardımcısıdır. Bedir günü şeytan, müşriklere destek olacağını söylemişti.
Onların morallerini düzeltmek için «Biz a İze yardımcı oluruz, size kimse galip
gelemez, hiç kimseden korkmayın» demişti. İslâm ordusu ile müşrik ordusu
Bedir'de karşılaşınca, iman ordusunun karşısında küfür ordusu kaçmaya başlamış
ve onlara yardım vaadinde bulunanlar ise hiç meydana çıkmamışlardı. Halbuki
müşrik ordusu îsîâm ordusunun üç katı idi. Itnan gücünün karşısında hiçbir
kuvvetin duramayacağının ifadesidir bu. Güçlerine ve çokluklarına güvenen
müşrikler hezimete uğramışlar, bir çoğu da helak olmuşlardır.
Yüce
Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerinet
"Elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin"
denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca,
içlerinden bir grup, Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile
insanlardan korkuyorlar. Bunlar: "Ey Rabbİmiz, üzerimize şu savaşı niye
farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın"
demektedirler. Onlara şöyle söyle: "Dünyanın zevki pek azdır. Âhiret ise
sakınanlar İçin elbet daha hayırlıdır. Sîz kıl kadar haksızlığa
uğratılmayacaksınız".»
Bu
âyet-i ceiilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimizin sahabelerinden bazılarına
Mekke'de kâfirler tarafından çok işkence yapılmıştı. İşkenceye maruz kalan
sahabeler, Peygamberimize gelerek gördükleri yerde kâfirleri öldürmek için
müsaade istemişlerdi. Peygamberimiz ise onların kâfirleri öldürmesine müsaade
etmemiş ve «Sabredin, onları öldürmeyin. Size emredileni yapın, daha bana bile
bunlarla savaş müsaadesi verilmedi» demişti. Bundan sonra Peygamberimize
Mekke'den Medine'ye hicret emri verilmişti. Peygamberimiz Medine'ye
yerleştikten sonra kafirlerle savaş izni verilmiştir. Allah tarafından Peygambere
savaş izni verilince, mü'minlerden bazıları bundan hoşlanmamışlardı. Onlar
Allah'ın hükümlerine karşı geldikleri için değil, insanî yaratılışın gereği
olarak savaştan hoşlanmadıklarından dolayı bunu hoş görmemişlerdi. Zira sıcak
döşeğinde yatarak istirahat etmek varken, gece-gündüz demeden düşmanla
savaşmak, kılıcın gölgesi altına girmek, canını tehlikeye atmak elbette insanın
hoşuna gitmez. Mü'minlerin bir kısmı işte bundan dolayı savaşı hoş
görmemişlerdi. Yüce Allah yukardaki âyeti inzal ederek buyurdu ki; «Ya
Muhammed, kendilerine; "Elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın,
zekâtı verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın?»
Mekke'de
kâfirlerle savaşmak için Peygamberimizden izin lı-tey önler kıtal ayeti
gelince, bundan ho|lan mam ıslar ve Allah'tın korktuklarından daha fazla
dü«manla lavaımuktan korkmuflardı.
Halbuki
onlar Mekke'de iken düşmanla savaşmak arzusunda idiler. Peygamberimiz -Savaşı
bırakın, namazlarınızı dosdoğru kılın, zekâtlarınızı verin ve size emredileni
yapın» dediği zaman, onlar düşmanla savaşmayı daha uygun görmüşlerdi. Ne zaman
ki, kıtalle ilgili âyet geldi ve savaşa müsaade edildi, işte o zaman şöyle
demişlerdi: *Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi
yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın, yani ölümümüze kadar bırakaydın, biz
evimizde öleydik de, düşmanla savaşmak bizden affolaydı.» Bu şekilde
konuşmalarından anlaşılıyor ki savaşmak onlara ağır geliyordu. Allahü Teâlâ
onlar için şöyle buyuruyor; «Ha-bibim onlara şöyle söyle: Dünyanın zevki pek
azdır. Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Siz kıl kadar
haksızlığa uğratılmayacaksınız!» Ya Muhammed, onlara dünyanın fani, zevkinin
pek az olduğunu söyle, Ahiret nimetlerinin ise, şirkten, küfürden sakınanlar,
Allah'a karşı masiyet işlemekten korkanlar için ebedi ve çok daha hayırlı
olduğunu bildir. Zira orada hiç kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayacaktır ve
kimsenin yapmış olduğu amellerinden hiç bir şey de zayi olmayacaktır. Bu dünya
hayatı fanidir, ahiret hayatı ise ebedidir. Nitekim Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur:
«Bana
göre dünya, kuşluk vakti gelip ağacın gölgesinde kaylûle uykusunu uyuduktan
sonra kalkıp gölgeden giden adamın durumu gibidir, insan oğlunun dünya
nimetlerinden istifade etmesi de aynı şekildedir.» Nasıl ki o adam ağacın
gölgesinde bir müddet istirahat ettikten sonra kalkıp gitti, insanlar da tıpkı
onun gibi dünya nimetlerinden bir müddet istifade ettikten sonra ayrılıp
gideceklerdir. Zira dünya hayatı çabuk geçer, kimseye baki kalmaz. Aklı olanlar
bundan ibret alarak dünya için âhireti terk etmemelidirler. Dünya nimetleri
geçici, ahiret nimetleri ise daimidir. Geçici nimetler için ebedi nimetleri
terk etmek akü işi değildir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Nerede
olursanız olun, sağlam kaleler İçinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır.»
Ey
insanlar, hangi yerde ve makamda olursanız olunuz, ister en mükemmel kaleler
içinde olunuz, ister yerin derinliklerine gizleniniz eceliniz geldiği zaman
ölüm sizi bulacaktır. Hiç kimsenin ölümden kaçması veya saklanması mümkün değildir.
Şayet eceliniz gelmemişse yüz defa da savaşa iştirak etseniz, yine size bir şey
olmaz. Allah'ın takdir ettiği ömür bitmedikçe kimseye ölüm gelmez. Ancak vade
bittikten sonra ölüm gelir. Evde de olsanız, savaşta da olsamz vade bitince
ölüm sizi bulur.
Âyetin
devamında Allahü Teâlâ kâfirler ve münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
-tman
etmeyenlere bir iyilik gelirse: "Bu Allah'tandır" derler. Bir musibet
de geldi mi; "Bu, senin uğursuzluğundandır» derler. De kii Hepsi Allah
tarafınd andır. Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!»
Savaşlarda
bir yeri fethettikleri veya düşmanın hezimete uğramasıyla ganimet elde
ettikleri zaman münafıklar şöyle derlerdi: "Bu, bize Allah'tandır."
Savaşlarda mağlûp olup da, bir zarara uğradıkları takdirde Peygamberimize
"Bu senin uğursuzluğundan oldu" derlerdi. Halbuki bunların hepsi
Allah'tandır. Galip eden de O, mağlûp eden de Odur. Zira hayır da, şer de
Allah'tandır.
Peygamberimiz
Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine Yahudileri kendisine iman etmediler
ve peygamberliğini inkâr ettiler. Allahü Teâlâ, onlara vermiş olduğu bol
nimetlerini bu inkârları ve azgınlıkları yüzünden eksiltti. Artık kıtlık
başladı. Kâfirler yokluğa düşünce «Biz Muhammed gibi uğursuz adam görmedik,
şehrimize gelince meyvelerimiz eksildi, ekinlerimiz azaldı, çarşılarımızda
kıtlık başladı» dediler. Halbuki onların başlarına gelen, inkârlarının ve
azgınlıklarının yüzündendir. Yüce Allah onların sözlerini reddetmek için
Peygamberine şöyle buyurmuştur: -De ki: Bütün bunlar Allah tarafındandır!»
Yukarda da işaret edildiği gibi hayır da, şer de Allah tarafındandır. Her şey
Allah'ın dilemesiyle ve kudretiyle olur. Allah dilemedikçe hiçbir şey meydana
gelmez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Hayır
ve serden sana takdir edilen mutlaka başına gelecektir. Ben hata ettim de
başıma bu geldi veya iyilik yaptım da böyle oldu diyemezsin, bu hatadır.» Fakat
bu mes'ele Ehli Sünnet Mezhebi İle
Mu'tezİle
ve Kaderiye Mezhepleri arasında ihtilâf konusu olmuştur Kaderiye ile Mu'tezile,
Allahü Teâlâ'nın kudretini ve iradesini kulun fiillerinden nefyederler. Yani
bir nevi kulu, fiilinin yaratıcısı olarak kabul ederler ve şöyle derler: «Kul,
masiyeti kendi işler. Kâfirin küfrü, âsinin isyanı Allah'ın dilemesiyle ve
kudretiyle ilgili değildir. Bunlar kulun kendi iradesiyle gerçekleşir. Eğer
kâfirin küf rü, asinin isyanı Allahü Teâlâ'nın dilemesiyle olsaydı, kâfire
küfründen, âsiye de isyanından dolayı azap etmemesi gerekirdi. Şayet onlar
küfürlerini ve isyanlarını Allah'ın iradesiyle ve kudretiyle yapıyor da, Allah
onlara azap ediyorsa o zaman kullarına zulmetmiş olur ki, Allah'a zulüm isnad
edilmez. Kulun yapmış olduğu masiyet ve küfürde Allah'ın iradesi yoktur.» Bu
mevzuda Ehl-i Sünnet onlara şu cevabı verir «Sizin böyle hükmetmeniz aklınızın
ve anlayışınızın azlığmdandır. Allahü Teâlâ'ya iftira ederek kulun iradesini
Allah'ın iradesi üzerine galip kılıyorsunuz. Halbuki Yüce Allah'ın İradesi ve
kudreti bütün varlıklar üzerine galiptir. Olmuş ve olacak olan her şey O'nun
iradesi ve dilemesiyle olur. O, dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Kâfirin küfrü ve
âsinin isyanı O'nun kudretinin dışında değildir. Yalnız Allahü Teâlâ kullarına
hayır ve şerri bildirmiş, hidayet ve dalâlet yollarını göstermiş, kullarına da
cüz'i bir irade vermiştir. O, irade ile kullarını serbest bırakmıştır. Böylece
insanların bir kısmı iradesini hayra, bir kısmı şerre kullanmıştır. Çünkü onlar
iradeleriyle başbaşa bırakılmışlardır. Fakat bu cüz'î iradenin hakikati
insanlara bildirilmemiştir. Bunun hakikatini ancak Allah bilir. Eğer insanlar,
bu iradenin hakikatini bilmiş olsalardı, Allah'ın vasfına bürünmüş olurlardı
ki, kul hiçbir zaman Allah'ın vasfiy-le vasıflanamaz. Yüce Allah, Şuarâ
süresinin 11. âyetinde şöyle buyuruyor: «O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.»
Hiçbir varlık Yaratana benzeyemez, bu mümkün değildir.»
Doğru
olan da Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. Kulların fiili başlıca İki nokta üzerinde
toplanır: Biri hayır, diğeri şer. Kul iradesini iyiye kullanır da hayır
işlerse, bu Allah'ın dilemesiyle, iradesiyle, rızasıyla, emriyle, kazasıyla ve
muhabbetiyledir. Şayet kul iradesini kötüye kullanır da, şer işlerse yine
Allah'ın dilemesiyledir. Fakat Allah, kulunun şer işlemesine asla rıza
göstermez. Nitekim şöyle bu-
Şüphesiz
ki Yüce Al-
lan,
kullarının küfrüne asla razı olmaz.» Her ne kadar kulların fiilleri Allah'ın
iradesiyle oluyorsa da, kul, cüz'i iradesini kötüye kul-IAndığı için bundan
mes'uldür.
Allahıi
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
-Sana
gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendilidendir.»
Sana
gelen her iyilik Yüce Allah'tandır. Yine sana gelen her fenalık da kendi
nefsindendir.
Soru;
Allahü Teâlâ'nın bu âyetinin hikmeti nedir?
Cevap:
Bunun mânası şudur: Çirkin ve kabih olan şeyleri Allahü Teâlâ'ya isnad etmek
edebe aykırıdır. Meselâ:
*Ey
domuzun Halikı, ey kelbin
Halikı»
demek gibi. Bu şekilde söylemek edebe muhaliftir, Allah'a karşı saygısızlıktır.
Her ne kadar bunların yaratıcısı Yüce Allah ise de, ismi müfred olarak Allah'a
izafe etmek doğru değildir. Fakat çoğul olarak izafe etmekte bir mahzur yoktur.
Meselâ *Ey bütün mahlükatm Halikı» demek edebe :
uygundur.
Bütün mahlûkat deyince bunun kapsamına domuz da, kelb de ve diğer mahlûklar da
girer. Küfür ve masiyet de böyledir. Onlar kabih olduğu için yalnız Yüce
Allah'a nisbet ederek «Yâ Mü rideş şerri» demek edebe aykırıdjr. Her ne kadar
kulun fiili Allah'ın iradesiyle oluyorsa da, bu şekildeki ifadeler ta'zîme
muhaliftir. ; Bu gibi ifadeleri cemi olarak Allah'a nisbet etmek daha doğrudur
ve
edebe uygundur. Meselâ: Ey Habibim de ki: «Hepsi Allah tarafındandır.» Yani
hayır da, şer de Allah'tandır, kavlinde olduğu gibi.
Soru:
Kaderiye ve Mu'tezile, mademki kulların fiillerini Allah yaratıyor, O'nun
iradesiyle meydana geliyor, niçin kullar masiyet ve küfür işledikleri zaman
azap olunuyorlar? denilirse nasıl bîr cevap vermek gerekir?
Cevap:
Kulların bütün fiillerini Allahü Teâla yaratıyor. Yukarda da işaret edildiği
gibi, Yüce Allah kullarının islemiş olduğu mtı slyete ve küfre asla rıza
göstermez. Kul, iradesiylo hayır işlerse Al-Idhü TeâlA ona mükafat verir, flor
tatarsı ona da cmn vorlr. Zlm kul İradenin! kotüyo kullnndıgı İçin, ona caza
vcrmlş/ttr Çttnkü İradesi ki
NtSÂ
SÛKESİ (cüz: 5, âyet: 78)
hayra
kullanacak gücü Allah ona vermiştir. O hayrı bırakıp şerri tercih ettiği için
azaba müstehak olmuştur. Şayet iradesini hayra kullanmış olsaydı mükâfata
müstehak olacaktı. Bu bakımdan kul, iradesini kötüye kullandığı için ceza,
hayra kullandığından dolayı da mükâfat görecektir. Yoksa kulların fiillerini
Allahü Teâlâ yarattığından dolayı onlara mükâfat veya ceza vermiyor. Kul sadece
iradesinin karşılığını görüyor. İradesini hayra kullananlar mükâfatını, şerre
kullananlar da mutlaka cezalarını göreceklerdir. Kulun mükâfat veya mücazatı
amelinden önce veya sonra yaratılmış değil-dir. Ancak o fiili yapma kudreti
kendisine o anda verilir. Yani fiili yaparken yaratılır. O ameli işledikten
sonra hayır ise mükâfat, şer ise mücazatı yazılır.
Kaderiyecilere
göre ise, kul bir şeye kast etmeden önce, o şeyi yapma gücü kendisinde daha
önceden mevcuttur. Kul, bu gücünü İstediği yerde kullanır, kimse ona müdahale
edemez. Çünkü tasarruf yetkisi onundur. Ehl-i Sünnet ulemâsı haklı olarak buna
karşı çıkmışlardır. Eğer Kaderiyecilerin dediği gibi olsaydı kul, Allahü
Te-alâ'dan müstağni olurdu. Yani kulun Allah'a ihtiyacı olmazdı. Kendi arzusu
neyi dilerse onu yapardı. O zaman kul hem irade sahibi, hem de kudret sahibi
olurdu. Kulun, Allah'a ihtiyacı yok demek ve Allah'tan müstağni addetmek
küfürdür.
Eğer
Kaderiyeciler derlerse ki «Biz Allahü Teâlâ'dan kudreti ve meşiyyeti
nefyetmiyoruz, yani kaldırmıyoruz. Lâkin bu meşiyyet iki İt isimdir. Biri
cebridir, diğeri ise ihtiyaridir. Cebri olan şunun gibidir: Yerlerin, göklerin
ve bunların içindekilerin yaratılması cebridir. Onların yaratılması kendi
ihtiyarlarına bırakılmamıştır, Yüce Allah'ın dilemesiyle ve meşiyetiyle
olmuştur. Onlar istese de, istemese de Allah onları yaratmıştır. Nitekim Nahl
Sûresinin 93. âyetinde iki niflsiyete de işaret vardır. Yüce Allah adı geçen
âyette şöyle buy uru-
•
Allah dileseydl sizi bir tek ümmet yapardı. Şu kadar ki O, kimi dilerse onu
sapıklıkta bırakır, kimi de dilerse onu hidayete İletir. Yapageldîğİniz
işlerden elbette mesul olacaksınız.»
Kfter
Allahü Teâlâ dileseydi sizi bir ümmet yapardı. Yani hepinize cebreder islâm'a
sokardı, islâm'ın dışında başka bir toplum ol-MituHı Buna da kimse müdahale
edemezdi. O zaman bu meşiyet-i tphrlye olurdu. Yani Allah kullarını İslâm'a
cebren sokmuş olurdu.
70 NÎSÂ SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 78)
Ayetin
devamında ise ihtiyarî iradeye işaret vardır. Şöyle ki: *Şu kadar ki O, kimi
dilerse onu sapıklıkta bırakır, kimi de dilerse onu hidayete iletir.» Allah,
dilediğini sapıklıkta bırakır onu şaki yapar, kimi de dilerse onu hidayete
iletir saîd yapar. Kaderiyeciler buna da meşlyyet-i ihtiyari diyorlar. Dileyen
kâfir olur, dileyen mü'min olur. Bu sapıkların itikadıdır ki, bu itikatlarıyla
Allahü Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaşmışlardır.
Ehl-i
Sünnet'in bunlara cevabı şudur: Onlar bu sözleriyle. Yüce Allah'ın meşiyyetini
taksime kalkışmışlardır. Sanki Allahü Teâlâ1-nın mülkünde
ortaktırlar. Yüce Allah onların söylemiş olduğu her şeyden münezzehtir,
beridir. Onlar bunu anlayacak idrake sa-hip değillerdir. Allah'a isnat
ettiklerinin hata olup olmadığını idrakten yoksundurlar. Biz onların anlayacağı
şekilde izah edelim:
Bir
kişiyi hayır ile şer arasında muhayyer bıraksanız, o adam da gitse şerri
işlese, yani şerri ihtiyar etse, siz onu mazur görüyorsunuz. Mâsiyet işleyenler
mazur olunca, onlara mücazat verilmemesi gerekir. Fakat hayır işleyenler size
göre muhayyer oluyor, dilerse Allahü Teâlâ'ya minnet ediyor. Şöyle ki: -İşte
ben şerri bıraktım, hayrı işledim. Hayrı işlemekle de sana itaat ettim.» Kul bu
defa ibadetiyle AUahü Teâlâ'ya minnet etmiş olur ki, hiç bir zaman kul yapmış
olduğu ibadetleriyle Allah'a minnet edemez. Allah'a minnet etti diyenlerin
itikatları bâtıldır. Onlara göre kulun bütün fiilleri hakikî değil, mecazidir.
Kul hayır ve serden ne işlerse hepsi Allah'tandır. Kulun bunlarda hiçbir
ihtiyarı yoktur,
Kaderiyecilerin
ve onlarm paralelinde olanların bu sözlerinde üç türlü hata vardır: 1 — Kul,
yaptıklarından mes'ul olmadığı için Allah'tan korkmaz. Bir yol tutup ne yaparsa
«Bunda benim suçum yok. Bana bütün yaptıklarımı Allah yaptırıyor- diyerek,
yaptıklarını Allah'a isnat eder ve Allah'tan korkmaz. Bu açık bir küfürdür. 2 —
Kulun, Allah'ın rahmetinden Ümidini kesmesidir. -Benim işlediğim ve yaptığım
her şeyi Allah yaptırtıyor. Öyle ise yaptıklarımdan bana bir mükâfat yoktur»
diyerek Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesi. Allah'ın rahmetinden ümid kesmek
ise küfürdür. Nitekim Yûsuf Sûresi'nin 87. âyetinde şöyle buyuruluyor:
-Zira
hakikat şudur ki
kafirler
güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.» Müslümanın Allah'ın
rahmetinden ümit kesmesi küfürdür. Müslüman hiçbir zaman Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmemelidir. 3 — - Hâşâ - onlar Allah'ın kelâmım yalanlıyorlar. Yüce
Allah Kur'an'dn
NtSA
SÛRESt {cüz: 5, ayet: 78) 71
bir
çok hudûd beyan etmiştir. Şöyle ki: Kasten adam öldürenlerin kısasa kısas
olarak öldürülmesi, zina yapanların recmedilmesi, hırsızlık edenlerin elinin
kesilmesi, içki içenlere had vurulması ve bunlara benzer hükümlerin Müslümanlar
tarafından yerine getirilmesi Allah tarafından emredilmiştir. Mademki kul
suçsuz, kula suçu işleten Allah'tır, bu suçları işleyenlere Kur'an-ı Kerim'de
tayin edilen cezaları vermek zulüm ve adaletsizlik olur. Zulüm ve adaletsizliği
Allahü Teâlâ'ya isnat etmek ise küfürdür. Yüce Allah, onların söylediklerinden
beridir. Allah, kullarına zulüm etmez, kul yaptığının karşılığını görür.
Allah'a zulüm isnat edenlere Cebriye denir. Onlara göre kul ne yaparsa Allah'ın
cebriyle yapar, kendi ihtiyarıyla bir şey yapamaz.
Hayır
ve şer mevzuunda Mu'tezile'nîn görüşü ,de şudur: Kulun hayır işlemesi
Allah'tandır, şer işlemesi de kendi nefsindendir. Yani hayn Allah yaptırır, şerri
kul kendi yapar. Bu itikat da bâtıldır. Yukarda da belirtildiği gibi, hayır da,
şer de Allah'tandır. Yalnız hayır ve şerri tercih hakkı kula verilmiştir. Kul,
cüz*î iradesiyle bunlardan birini tercih eder ve Allah da onun fiilini halk
eder. Müslümanların bütün bu bâtıl itikatları bilip, onlardan uzak olması
gerekir. Aksi takdirde her an onların tuzaklarına düşebilir.
tmamı
A'zam (r.a.), Kaderiye ve Cebriye gibi, kul kendi fiilinin halikıdır, hayn da,
şerri de kul kendi yapar veya hayır ve şer işlemede kulun hiçbir ihtiyarı
yoktur, hayır ve şerri işleten Allah'tır veya hayır Allah'tan, şer kulun kendi
nefsindendir, demedi. Bu görüşler yukarda açıklandığı gibi, bâtıl itikatlardır.
Ehl-i Sünnet'in temsilcisi olan İmamı A'zam'ın görüşü şudur: Kul, herhangi bir
şeyi yapmayı arzu ettiği zaman, ona, o gücü veren Allah'tır. Yapmak istedi-ftl
ister hayır olsun, ister şer olsun ona yapma gücünü veren Yüce Allah'tır. Zira
Allah, kullarına cüz'! bir irade vermiştir, o irade va-«itasıyla kul İstediğini
yapar. Arzu ettiği işi yapmak kulun kendi fü-tidir, gücü veren Allah, işi yapan
kuldur. Yüce Allah kullarına şunu yapın, bunu yapın diye asla cebretmez. Eğer
böyle olsaydı cüz'i İradenin hiçbir anlamı kalmazdı. Kulun bütün fiillerinin
halikı Yü-t:« Allah'tır. Buna göre kul, iradesini hayra kullanırsa
karşılığında mükafat, şerre kullanırsa ceza görecektir. Kul, sadece yaptığının
karşılığını görecektir. Hiçbir haksızlığa uğratılmadığı gibi, hiçbir ameli de
karşılıksız kalmayacaktır. Ehli Sünnefin görüşü budur.
Yüce
Allah şöyle buyuruyor: ^yl^.' ^Lk—K *De kit Hepsi
AI" l«h taraCındandır.» Yani hayır da, şer de Allah'tandır,
Medine
Yahudileri bağlarında, bahçelerinde ve pazarlarında bir bolluk gördükleri zaman
-Bu bize Allah'tandır- derlerdi. Eğer bir yokluk ve kıtlık olursa, o zaman
Peygamberimize «Bu yokluk senin uğursuzluğundandir, sen bizim şehrimize
gelmeden böyle bir yokluk olmuyordu» derlerdi. Halbuki onların hepsi
Allah'tandır. Onlar bunu anlamamazhktan gelmişlerdir. Çünkü onlar iyiliği
Allah'tan, kötülüğü de bir başkasından biliyorlardı.
Bundan
sonra Yüce Allah âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
>
«Sana
gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendlndendir.-
Bu
âyet-i celîlede insanların başına gelen her fenalığın kendi nefislerinden
geldiği bildirilmektedir. Böylece kâfirler ve münafıklar. İyiliğin Allah
tarafından, kötülüklerin de kendi günahlarından v« hatalarından dolayı
başlarına geldiğini bilsinler. Çünkü Yüce Allah ■Sana gelen her iyilik
Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da ken-dindendir» buyuruyor.
Bazıları
da şöyle demişlerdir: «Sana gelen bütün iyilikler, savaşta galip gelmek ve
ganimet malı elde etmek Allah'ın fazhndandır. Yani Allah tarafındandır. Sana
gelen her fenalık da, kendi günahından ve hatândan dolayıdır. Yâ Muhammed,
senin peygamberliğine delâlet eden her delil ve alâmet, peygamberliğini tasdik
eden her gey Allah tarafındandır. Bir müddet vahyin kesilmesi ve Cebrail'in bir
kaç gün sana gelmemesi de kendi nefsindendir. Zira konuşurken «tnşâallah»
demeyi unuttun, Bunun için de bir müddet vahiy kesildi ve Cebrail sana
gelmedi.»
Yüce
Allah âyetin devamında peygamberimize şöyle buyuruyor :
«Seni
İnsanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahid olarak Allah yeter.»
Yâ
Muhammed, seni bütün insanlara bizim haberlerimizi duyurman için bir elçi
olarak gönderdik. Senin görevin, emir ve yasaklarımızı insanlara tebliğ
etmektir. Onların söyledikleri ve yaptıkları üzerine şahid olarak Allah yeter.
Çünkü Allah onların söylediklerini bilici ve yaptıklarını görücüdür. Ona göre
mükâfat ve mücazatını verir. Sen, onlarm söylediklerine ve yaptıklarına Üzülme.
NİSA
SÛRESt (cüz: 6, âyet: 80-81) 73
Allahü
Teâlâ âyeti celilesinde şöyle buyuruyor;
•Peygambere
itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki biz seni
onlara bekçi göndermedik.»
Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) : ■Beni seven
Allah'ı sevmiş olur, bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur» buyurmuştur.
Peygamberimizin bu sözlerini duyan münafıklar, kendilerinde bir üstünlük
görerek şöyle demişlerdi: «Muham-med böyle söylemekle bizim, kendisini
gerçekten dost edinmemizi ve kendisini sevmemizi istiyor.» Zavallılar
düşünemiyorîardı ki, Allah dostunun insanların sevgisine ihtiyacı yoktur. Bunun
üzerine Allahü Teâlâ yukarda ki âyeti inzal ederek buyurdu ki: «Resûlüllah'ın
emirlerine İtaat edin. Bilesiniz ki, onun emirlerine itaat Allah'ın emirlerine
itaattir. Resûlüllah'ın emirlerine itaat etmeyen Allah'ın emirlerine de itaat
etmemiş olur. Onun sizi davet ettiği şeyler Allah'ın emirleridir. Ona itaat,
Allah'a itaattir. Kim, Allah'a ve Resû-lü'ne itaatten yüz çevirirse bilsin ki,
biz seni onlara bekçi göndermedik.» Yâ Muhammed, onların Allah'a itaatten yüz
çevirmesinin sana bîr zararı yoktur. Biz, seni onların üzerine bir bekçi olarak
göndermedik ki, onları daima kollayasın, ma'siyet işlemelerine mâni olasın.
Senin görevin, emir ve yasaklarımızı onlara bildirmektir. Bu tebliğden sonra
emirlerimize itaat edenler mükâfatım, etmeyenler de cezalarını göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :
«Sana
"peki" derler. Yanından ayrıldıktan sonra da içlerinden bir grup sana
söylediklerinin hilâfına geceleyin plân kurarlar. Allah gece tasarladıklarını
yazıyor. Onlara aldırış etme. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.»
Münafıklar
Peygamberimizin yanma geldikleri zaman, güya iman ettiklerini belirtmek için
-Senin emirlerine itaat ediyoruz, söylediklerin doğrudur, biz sana tâbiyiz»
derler, Peygamberimiz (s.a.v.)'-in yanından ayrıldıkları zaman vermiş oldukları
sözden dönerler, akşam söylediklerini sabah değiştirirler ve hakkı ^İzlerlerdi.
Yüce Allah, onların değiştirip, gizledikleri şeyleri apaçık oir defterde mu-
74
NİSA
SÛRESİ (efe: 5, âyet: 82-83)
hafaza
eder ve onların durumlarını Peygamberine haber verir. Tâ ki Allah'ın Resulü
onların sözlerine inanmasın ve gerçekten iman etmediklerini bilsin. Allahü
Teâlâ'nm onların değiştirdiklerini ve gizlediklerini muhafaza etmesindeki
hikmet, amellerine göre müca-zatlarını vermek içindir. Yüce Allah, onların
davranış ve hareketlerine üzülmemesi için Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ
Mu-hammed, onlara aldırış etme. Allah'a güven, vekil olarak Allah yeter.» Bu
âyet-i celîle kıtal âyeti gelmeden önce nazil olmuş, bilâhare kıtal âyetiyle
nesh edilmiştir.
Yüce
Allah âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor;
«Onlar
hâlâ Kuran'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası
tarafından gelseydi, muhakkak ki İçinde birbirini tutmayan bir çok şeyler
bulurlardı.»
Onlar
hâlâ Kur'ân-ı Kerim'in mânâları ve mev'izeleri üzerinde düşünüp ibret
almayacaklar mı? Eğer o, Allah kelâmı olmasaydı, içinde birbirini tutmayan bir
çok şey bulunurdu. Allah kelâmında birbirine zıt ve en küçük bir hata
bulamazsınız. Yoksa onlar Kur'-an'ın Allah'ın kelâmı olduğundan şüphe mi
ediyorlar. Şurası bir gerçektir ki, birbirini tutmayan şeyler ancak insan
sözünde mevcuttur. Allah'ın kelâmında birbirini tutmayan şey asla olamaz.
Bundan dolayıdır ki âlimler îcmâ'-ı Ümmeti de dinde hüccet kabul etmişlerdir.
Zira ümmetin âlimleri ancak Allahü Teâlâ'nm ilham kılmasıyla hak üzerinde
ittifak ederler. Âlimler, kaynağını vb dayanağım Allah'tan almayan bir
mes'elede veya hususta ittifak edemezler, ihtilâfa düşerler, thtilâf konusu ise
dinde asla hüccet olamaz.
Allahü
Teâlâ âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kendilerine
güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar. Halbuki o haberi
peygambere veya mü'min kumandanlara götürseler onlar, ondan ne gibi netice
çıkaracaklarım bilirlerdi. Eğer üzerinizde Allah'ın nimet ve rahmeti olmasaydı
pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz.»
Bu
âyet-i celîle münafıklar hakkında nazil olmuştur. Münafıklar daima
Müslümanların arasında yalan haberler yayarlardı. Peygam-
NİSA
SÜRESİ (cüz; 6, âyet: 84) 75
berimiz
Is.a.v.) bir yere asker gönderse, hemen onların arkasından yalan - yanlış
haberler çıkarırlardı. Bu durum karşısında Peygamberimiz ve Müslümanlar çok
üzülürdü. Münafıklar hiçbir zaman savaşta mü'minlerin galip gelmesini
istemezlerdi. Allahü Teâlâ onların bu durumlarım Peygamberine haber verip
buyurdu ki: «Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu
yayarlar. Halbuki o haberi Peygambere veya mü'min kumandanlara götürseler
onlar, ondan ne gibi netice çıkaracaklarını bilirlerdi.» Münafıklar mü'minlerin
savaşta galip geldiklerini duydukları zaman üzüntülerinden kimseye bir şey söyleyemezler,
sükût ederlerdi. Fakat kâfirlerin savaşta mü'mînlere bir zarar verdiğini veya
onlar üzerine galip geldiğini duydukları zaman sevinçlerinden hemen onu
yayarlar di. Halbuki duydukları o haberi Peygambere veya mü'min kumandanlara
iletselerdi kendileri için çok daha iyi olurdu. Çünkü onlar böyle yalan-yanlış
haberler yaymakla Müslümanlar arasında fitne çıkarıyorlardı. Bunu yapmakla da
Müslümanların huzurunu kaçın-yorlardı.
Bazıları
da şöyle demiştir; «Münafıklar, bütün mes'elelerde haram ve helâli öğrenmek
için Peygambere müracaatta bulunsalar ve emirlerine itaat etselerdi veya mü'min
âmirlere gelerek durumu ar-zetselerdi hakkı öğrenmiş olurlardı. Zira mü'min
âmirler içinde âlim ve fakih kimseler vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar,
cahilliklerinden dolayı duyduklarını yalan-yanhş. söylediler ve nifaklarını
açığa vurdular. Böylece onların nifakları ortaya çıktı ve durumları belli oldu.
Eğer
üzerinizde Allah'ın nimeti ve rahmeti olmasaydı, yani Allah, size Peygamber ve
Kur'an göndermeseydi pek azınız müstesna/ muhakkak şeytana uymuş, helak olup
gitmiştiniz, Allah, nimetlerini size lütfedip, rahmetini üzerinize göndermekle
sizi şeytana tâbi ve helak olmaktan kurtardı.
Bu
ayette şuna da işaret vardır; Ayetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ancak
Peygambere ve onun vârisi olan âlimlere mahsustur. Peygamberden ve vârisleri
olan âlimlerden başka hiç kimse âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkaramaz,
Allahü
Teâlâ âyeti celîlesinde söyle buyuruyor:
•Allah
yolunda savaş. Sen ancak kendinden mes'ulsün. İman
76 NİSA SÛRESİ (cöz: 5, âyet: 85)
edenleri
de savaca davet et. Umulur ki Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını önler.
Allah'ın kahrı da, ibret alınacak cezası da pek şiddetlidir..
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.), Müslümanlara Ebû
Süfyan ile Küçük Bedir denilen yerde savaşmalarını emretmişti. Fakat
Müslümanlar Ebû Süfyan ile savaşmayı hoş görmediler ve bundan çekindiler. Yüce
Allah da bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed Allah yolunda
savaş. O'na itaat et, yalnız da olsan O'nun rızası için düşmanla savaş. Çünkü
Allah'ın yardımı seninledir. Sen ancak kendinden mes'ulsün. Başkalarının bu
emri terk etmesinden dolayı sana bir vebal yoktur. Sen münafıklar bu emri terk
ettikleri ve savaşa katılmadıkları için üzülme. Hakikî mü'minleri de savaşa
teşvik et. Münafıklar isterse sizinle savaşa iştirak etmesinler. Umulur ki
Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını sîzin üzerinizden giderir. Allah'ın
kahrı da, ibret alınacak cezası da pek şiddetlidir.» Kâfirler ve onlardan
korkarak savaşa iştirak etmeyenler kıyamet günü sonu olmayan bir azaba
uğrayacaklardır.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor :
«Kim
iyi bir İşte aracılık ederse ondan kendisine bir hisse var-dır Kim de kötü bir
şeyde aracılık yaparsa ona o kötülükten bir pay ayrılır. Allah her şeye
hakkıyla kadir ve nazırdır.»
Bir
kimse mü'min kardeşi hakkinda iyi bir işte aracılık yaparsa, yani mü'min
kardeşinin canına, malına ve aile efradına yapılmak istenen kötülükleri önler
veya dargın olan İki Müslüman kardeşini barıştırır yahut hayra delâlet ederse,
Allah katında kendisi için mükâfatlar vardır. Allah rızası için yaptığı bu
hareketinin karşılığını görecektir. Mü'min kardeşine kötülükte aracılık
yapanlar ise, yani zâlimin zulmüne yardımcı olanlar, iki Müslümanın arasını açanlar
veya onları şerre teşvik edenler mutlaka yaptıklarının cezasını göreceklerdir.
Tıpkı o kötülükleri kendileri yapmış gibi vebalini çekeceklerdir. Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«C—»»-
3j£-* J£-*j* «Kim, islâm'da güzel bir yol, bir hasene ihdas ederse, ona
bundan dolayı mükâfat vardır. Kim de İslâm'da bir bid'-
NÎSA
SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 86) 77
at,
bir kötü şey ihdas ederse, ona da bundan dolayı mücazat vardır.» İslâm'da ihdas
edilen o güzel hasene ile amel edenlerin kıyamete kadar aldıkları ecir ve
mükâfat kadar, onu ihdas edene de Allahü Teâlâ ecir ve mükâfat verecektir,
islâm'da kötü bir şeyi ihdas edene de, onunla amel edenlerin kazandıkları günah
kadar, Yüce Allah onu ihdas edene günah yazacaktır. Kıyamete kadar onunla amel
edenlerin günahı Kadar, onu ihdas eden de günah kazanacaktır. Çünkü onların
günah işlemesine o bid'atı çıkaran sebep olmuştur. Çünkü onu İslâm'a sokmamış
olsaydı onunla amel edenler bu hataya düşmeyecekler ve bu günahı
işlemeyeceklerdi. İşte bundan dolayıdır ki, bid'atı işleyenlerin hepsinin
kazandığı günah kadar, bid'atı ihdas eden de günah kazanacaktır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Stze
bir selâm verildiği zaman ondan daha iyisiyle selâm verin. Veya aynıyla
mukabele edin. Muhakkak ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır.»
Ey
iman edenler, size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin.
Veya onun aynıyla mukabele edin. Yani selâm verene cevap verin. Selâm vereni
cevapsız bırakmayın. Size, biri
«Sel&mün
aleyküm fl 'SsLjİi*^—~" <*iye selâm
serdiği zaman, siz de cevap olarak ona -aleykümselam ve rahmetullahi ve
berekâtühü» diye selam verin. Şayet aynıyla mukabele etmek isterseniz, size
*Se-lâmün aleyküm» diyene, siz de cevap olarak «Ve aleykümselam» deyin. Selâm
veren ister Müslüman olsun, ister gayr-i müslim olsun-selâmı alınır. Fakat
gayr-i müslimin selâmına cevap olarak sadece «Ve aleyküm» denir. Bundan fazlası
söylenmez. Çünkü selâmda rahmet ve dua vardır, gayr-i müslime rahmet okunmaz.
Rahmet ancak Müslümanlara okunur.
Peygamberimiz
Cs.a.v,) 'den ş^oyle nakledilmiştir; «Peygamberimizin yanına bir zat gelir
«Esselâmü aleyküm» der. Peygamberimiz ona «Sana on sevap var» buyurur. Bir
müddet sonra başka bir zat gelir, o da -Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi- der.
Peygamberimiz ona *Sana yirmi sevap var» buyurur. Bir müddet sonra başka bir
zat gelir, o da «Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diye
Peygamberimize selâm verir. Peygamberimiz ona «Sana da otuz sevap var» buyurur.
Bu
hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre selâmda kelime sayısı zi-yadeleştikçe sevap
artar. Her kelimede on sevap çoğalır. Peygambe-
78 NÎSÂ SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 87)
rimiz
Is.a.v.), selâm verenin sadece -Esselânıü aleyke» demesini ve selâmı alanın da
*Ve aleykesselâm» demesini men etmiştir. Zira selâmda «Aleyke» demek sadece
kişiye hitap tır. Halbuki mü'min yalnız değildir, meleklerle beraber bir cemaat
halindedir. Cemaat üzerine hitabın mümkün olması için selâm alırken ve verirken
«Aleyküm» demek şarttır. Ayetteki «Fe hayyü, ev rüddü* kelimeleri, selâm vermenin
sünnet, almanın ise farz olduğuna delâlet eder.
Selâm
vermenin âdabı ise şöyledir: Binekli olan yaya "olana, yolda giden
oturana, az çoğa, küçük büyüğe selâm verir. Bazı yörelerde çocukların anne -
babalarına selâm vermeleri abes kabul edilir. Selâm, dua, sena ve mülk
mânâlarına geldiğine göre, bir çocuğun anne - babasına dua etmesinden daha
tabii ne olabilir? Anneye - babaya selâm verilmez sözü veya inancı tamamen
yanlıştır. «Selâm- Allah'ın mukaddes isimlerinden biridir. Bununla mü'min-lerin
birbirlerine dua etmelerinden daha güzel ne olabilir? Bugün halk arasında
kullanılan günaydın, tünaydın, bonjur, gutbay gibi yabancı kelimeler asla selâm
yerine geçmez. Bunu kullananlar selâmın mahiyetini bilmemektedirler. Yukarda da
belirtildiği gibi, selâm Allah'ın mukaddes isimlerinden biridir. Bunun yerini
hiçbir şey tutamaz. Çünkü selâmın ifade ettiği mânâya tekabül eden başka bir
kelime yoktur. Yine halk arasında sadece «Selâm» şeklinde kullanılan ifade de
selâmın yerini tutmaz.
Selâmın
verilmediği yerler: Namaz kılana, Kur'an okuyana, teşbih çekene, abdest alana,
hadisle meşgul olana, ezan okuyana, uyuyana, içki içene, kumar oynayana, def'-i
hacet yapana, ağaçta olana, gayr-i müslime, yemek yiyene, çıplak olana selâm
verilmez.
imamı
A'zam (r.a.) bu âyet şuna da delâlet eder demiştir: -Mü'min kardeşiniz size bir
hediye verdiği zaman, onun aynıyla veya fazlasıyla karşılığını verin.» Allahü
Teâlâ hiçbir ameli zayi etmez. Bütün amellerin karşılığını verir.
Yüce
Allah âyeti celilesinde şöyle buyuruyor:
•Allah'tan
başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü sizi mutlaka
toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?»
Bu
âyet-i celile kıyametin vukuunu inkâr edenler hakkında nazil olmuştur. Allahü
Teâlâ şöyle buyuruyor: -Allah'tan başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan
kıyamet günü sizi mutlaka top-
NİSA
SÛRESİ (ete: 5, âyet: 88) 79
layacaktır.»
Gerçek mü'minler kıyametin vuku bulacağında ve öldükten sonra tekrar
dirileceklerinde asla şüphe etmezler. Allah'ın va'di haktır. Allah va'dinden
asla dönmez. Allah'tan daha doğru sözlü olan kimdir? Her şey son bulacağı gibi,
dünya da son bulacak, kıyamet kopacak ve bütün mahlûkat tekrar dirilecektir.
Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bizi yoktan var eden Allah, tekrar diriltmeye
elbette kadirdir.
Allahü
Teâlâ âvet-î celilesinde sövle buvuruvor:
«Niçin
hâlâ münafıkların küfürde olduğunu ittifakla kabulten-meyip, iki fırkaya
ayrılıyorsunuz? Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir. Allah'ın
saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseye sen
asla yol bulamazsın.»
Bu
âyet-i celile münafıklardan yedi kişi hakkında nazil olmuştur. Münafıklar
Mekke'den Medine'ye gelerek Peygamberimizle beraber bir kaç gün kalmışlardı.
Bilâhare geldiklerine pişman olup, birbirlerine «Biz, Muhammed'den izin
isteyelim ve geri Mekke'ye gidelim, babalarımızın diniyle meşgul olalım»
demişler ve gelip Peygamberimize «Yâ Resûlallah bize bu Medine'nin havası iyi
gelmedi. İzin ver de Mekke'ye gidelim ve dinimiz üzere kalalım» demişlerdi.
Peygamberimiz de bunların isteklerini kabul etmiş ve kendilerine i/.in
vermişti. Peygamberimizin yanından ayrılan o münafıklar Mekke'ye gidip,
müşriklerle birleşmişler ve küfürlerini ilân etmişlerdi. Daha sonra müşriklerle
birlikte ticaret yapmaya başlamışlardı. Münafıklar bir ara ticaret maksadıyla
Şam'a giderken durum Müslümanlar tarafından öğrenilir ve yolları kesilir.
Malları ellerinden alınır, kâfir oldukları için öldürülmek istenilir. Fakat
Müslümanların bir kısmı, onların da Müslüman oldukları gerekçesiyle buna mani
olmak istemişler. Zira Müslümanların bir kısmı o münafıkların dinlerinden
döndüklerini bilmiyorlardı ve onun için de onları müdâfaa ediyorlardı. Halbuki
diğer Müslümanlar onların dinlerinden dön-flüklerini çoktan öğrenmişlerdi.
Bunun için de onların yollarını ke-Hİp, mallarını ellerinden alıp, kâfir
oldukları için, de öldürmek istiyorlardı.
Böylece
münafıklar hakkında karar verme hususunda Müslümanlar ikiye ayrılmışlardı.
Allahü Teâlâ onların nifak ve küfürle-
80 NİSA SÛRESİ (cflz: 5, âyet: 89)
rini
mü'minlere beyan etmek için bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: -Ey
müminler, niçin hâlâ münafıkların küfürde olduğunu ittifakla kabullenmeyip, iki
fırkaya ayrılıyorsunuz? Allah onları zelil edip, nifaklarından sonra tekrar
eski küfürlerine döndürmüştür. Allah'ın saptırdığım siz mi yola getirmek
istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın.» Allah'ın
saptırdığın: kimse hidayete erdiremez. Onu hidayete ancak Allah erdirir. Bu
âyetle küfürde ısrar edenlerin hidayete eremeyecekleri, ancak küfürden dönüp,
hakkı kabul edenlerin hidayete erecekleri bildirilmektedir.
Allahü
Teâlâ'nm şu âyetine dikkat et, bak ne buyuruyor:
•Onlar
kendileri küfre saptıkları gibi sizlerin de beraber sapmanızı isterler. Onun
için onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden dost edinmeyin. Eğer
tevhid ve hicretten yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün.
Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.»
:
Kâfirler kendileri gibi Müslümanların da küfre sapmalarını isterler. Onlar
Müslümanlara «Keşke hicret etmeseydiniz de .bizim gibi kâfir olsaydınız*
derler. Kâfirler, insanların Müslüman olmasını asla istemezler, kendileri gibi
küfür içinde kalmasını arzu ederler ve bu uğurda ellerinden gelen her şeyi
yaparlar. Tıpkı fakir bir İnsanın başkalarının da kendisi gibi fakir olmasını
arzu ettiği gibi kâfirler de amel bakımından Müslümanların da kendileri gibi
fakir olmasını isterler. Bu bakımdan Yüce Allah Müslümanlara şöyle buyuruyor:
«Onun için onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden dost
edinmeyin. Eğer tevhid ve hicretten yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde
yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.» Allahü
Teâlâ mü'minlerin kâfirlerle dostluk kurmasını muhtelif âyetlerde yasakladığı gibi,
bu Ayettp de yasaklamıştır. Kâfirler, küfürlerinden dönüp, tevhid inancını
kabul edinceye kadar onlarla savaşılması ve dostluk kurulmaması
em-redilmektedir. Kâfirlerle dostluk kurulmaması hususunda ilâhî emir gayet
açıktır. Kâfirlerle kurulan dostluktan Hiçbir zaman Müslümanlara fayda
gelmeyeceği için Yüce Allah bu dostluğu yasaklamıştır. Çünkü kâfirlerden
Müslümanlara daima zarar gelmiştir. Tarihte bunun bir çok örneklerini görmek
mümkündür.
NİSA
SÛRESİ (cüz: S, âyet: 90) 81
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ancak
sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir millete sığınanlar müstesna.
Sizinle savaşmaktan veya kendi milletleriyle harb etmekten bunalarak size baş
vuranlar da müstesnadır. Allah dileseydl onları size musallat ederdi de, sizinle
savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, savaşmaz ve size barış teklif ederlerse,
Allah onlara dokunmanıza izin vermez.»
Kafirlerle
savaş yapılması ve onlarla dostluk kurulmaması yukarda geçen âyette
belirtilmiştir. Fakat onlar Müslümanlarla kendileri arasında anlaşma bulunan
bir millete sığınırlar veya Müslümanlarla savaşmaktan vazgeçerlerse o zaman
öldürülmeleri yasaktır, îsîâm, Müslümanlara zararı dokunmayan kâfir ve
müşriklerin öldürülmesine izin vermez. Ancak, Müslümanlara zararı dokunan veya
onlara harp ilân eden kâfirlerle savaşılmasım ve onların öldürülmesini emreder.
Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor; •Eğer kâfirler sizden uzak durur,
savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunmanıza izin vermez,»
Görülüyor
ki, kâfirler Müslümanlara zarar vermedikleri, barış teklif ettikleri ve
savaştan uzak oldukları müddetçe onlara dokunulmasına Allahü Teâlâ izin
vermiyor. Onlarla anlaşma yapıldığı zaman ahde vefa gösterilmesini emrediyor.
Kâfirler ahidlerini bozmadıkça Müslümanların da ahidlerini bozmalarına müsaade
yoktur. Zira Müslümanlar yeryüzüne savaş için değil, huzuru temin için
gelmişlerdir, tslâm dininin ana gayesi yeryüzünde tevhid inancını yerleştirmek
ve insanlar arasında huzuru temin etmektir. Tevhid inancını yerleştirmek ve
huzuru temin etmek îslâmm mensuplarına emredilmiştir.
Bu
âyet-i celîle Müslümanların kâfirlerle sulh yapmasında bir »akınca olmadığına
delâlet eder. Gerek savaşta ve gerek barışta kâfirlerle sulh yapılmasında bir
sakınca yoktur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
C.:
II — F.: 0
«Diğerlerinin
de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz.
Fitneciliğe çağırıldıklarında ona can atanlar, eğer sizden uzak durmazlar,
barış teklif etmezler ve sizinle savaştan geri durmazlarsa onları tutun,
bulduğunuz yerlerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman
verdik.»
Ey
mü'minler, Yahudilerden diğerlerinin de sizden ve kendi milletlerinden güvende
olmayı istediklerini göreceksiniz. Yahudilerden Beni Esad ve Katafan kabileleri
Medine'ye gelip Peygamberimiz (s. a.v.)'in huzuruna çıkarlar ve «Sana iman
ettik» derler. Güya böylece Müslüman olduklarını Peygamberimize ve mü'minlere
izhar ederler. Halbuki onların maksadı Müslüman olmak değil, Medine'ye
geldikleri zaman emniyet içerisinde olmaktı. Bunu temin etmek için de Müslüman
olduklarını söylerlerdi. Fakat gerçekte iman etmemişlerdi, iman ettiklerini
sadece dilleriyle söylüyorlardı. Mekke'ye, kendi kavimlerine döndükleri zaman
ise «Biz Muhammed'e iman edip, onu tasdik etmedik. Fakat onlarla alay ettik»
derler ve putlarına tapmaya devam ederlerdi. Böylece iki yüzlü hareket etmekle
hem Mekke'de, hem de Medine'de emniyetlerini sağlamış olacaklardı. Bu iki yüzlü
insanlar için Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Fitneciliğe çağırdıklarında ona can
atarlar, eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizinle savaştan
geri durmazlarsa onları tutun, bulduğunuz yerlerde öldürün.» Yukarda da
belirtildiği gibi, kâfirler ve müşrikler fitne çıkardıkları, Müslümanlarla
savaştan vazgeçmedikleri ve barış teklifinde bulunmadıkları takdirde
yakalandıkları her yerde öldürülmeleri ve mallarının yağma edilmesi
emredilmektedir. Bunun sebebi onların çıkarmış oldukları fitne ve Müslümanlara
karşı beslemiş oldukları düşmanlıktır.
Yüce
Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bir
mü'minin diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak, öldürmesi olamaz. Kim
bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse, mü'min bir
NİSA
SÛRESÎ (cüz: 5, âyet: 91-92) 83
köleyi
âzad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona diyet ödemesi gerekir.»
Bu
âyet-1 celîle Ayyaş bin Ebî Rebîa hakkında nazil olmuştur. Ayyaş Müslüman olup,
Medine'ye hicret eder. Ayyaş Medine'ye hicret ettikten sonra Müslüman olduğu
Mekke'de duyulur ve anadan kardeşleri olan Ebû Cehil lbni Hişşam ile Haris İbni
Hiş-şam yanlarına Haris bin Zeyd'i de alarak Ayyaş'ı takibe koyulurlar ve
Medine'de kendisini yakalarlar. Onlar, Ayyaş'a «Anan senin Müslüman olduğuna
çok üzüldü, dönüp gelmezsen analık hakkını helâl etmiyor. Çocuklarının da en
sevgilisi sen olduğunu söylüyor. Sen gelene kadar eve girmeyeceğine, yemek
yemeyeceğine ve su içmeyeceğine yemin etti. Gel bizimle dön, ananı bunlardan
mahrum etme ve dinini de elden bırakma» derler. Ayyaş onların sözlerine
inanarak Medine'den geri döner ve yolda bir müddet beraber gittikten sonra
onlar Ayyaş'ın ellerini bağlarlar ve iyice döverler. Ayyaş'ı böylece Mekke'ye
getirirler ve orada da ağır bir işkence yaparlar. Elleri bağlı olarak anasına
teslim ederler. Anası onun Müslüman olduğuna çok kızar ve «Allah'ı inkâr etmedikçe,
bunun ellerini kimseye çözdürmem» diye yemin eder. Ayyaş onlardan kurtulmanın
mümkün olmadığını anlayınca, dediklerini yapar ve elleri çözülür. Ayyaş
Mekke'de dolaşmaya başlar, bir gün Haris bin Zeyd ona şöyle den «Ey Ayyaş,
senin kabul ettiğin din eğer hak din ise niçin onu terk ettin? Şayet bâtıl bir
din ise niçin kendini sapıklığa bıraktın, senin bu yaptığın nedir?» Ayyaş bu
sözlerle kendisiyle alay edildiğini anlar, çok zorlanır ve Haris bin Zeyd'i
tenhâ bir yerde yakaladığı zaman öldüreceğine yemin eder. Bir müddet sonra bir
fırsatım bulur. Mekke'-den Medine'ye kaçar ve Resûlüllah'ın yanına varır,
oradaki Müslümanlarla beraber yaşamaya başlar. Bir gün Medine sokaklarında
gezerken Haris bin Zeyd ile karşılaşır. Meğer o da Müslüman olmuş. Ayyaş onun Müslüman
olduğunu bilmeden öldürür. Öldürdükten sonra Müslüman olduğunu öğrenir ve
yaptığına çok pişman olur, durumu gelip Peygamberimize bildirir. O zaman bu
âyet-i celîle nazil olarak şöyle buyurulur: «Bir mü'minin diğer bir mü'mini,
yanlışlık nseri olmayarak, öldürmesi olamaz. Bir mü'mini yanlışlıkla öldürenin
bir mü'min köleyi âzad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona diyet
verilmesi gerekir,* Bir mü'min hata ile bir mü'mini öldürürse, keffaret olarak
bir mü'min köle âzad etmesi gerekir. Şayet kâfir bir köle âzad ederse bu caiz
değildir. Aynı zamanda öldürülenin ailesine veya velisine öldürenin diyet
vermesi gerekir. Eğer öldürülenin ailesi veya velisi diyeti bağışlar, öldüreni
affederse bu-
84 NtSÂ SÛKESt (cüz: 5. Ayet: 91-92)
na
gerek kalmaz. Bu âyet-i celile her ne kadar Ayyaş hakkında nazil olmuş ise de,
hükmü umûmidir. Âyetin devamında Yüce Allah şöyle buyuruyor: .
«Eğer
o mümin, size düşman bir kavimdense mümin bir köleyi âzad etmek gerekir.»
Bu
âyet Üsâme İbni Zeyd hakkında nazil olmuştur. Mirdas isminde bir zat Müslüman
olmuş, henüz Müslümanların tarafına geçmemiş, müşrik olan kavmi içinde yaşamaya
devam ediyordu. Üsâme Mirdas'ı kafir zannederek öldürmüştü. Daha sonra onun
Müslüman olduğunu öğrenmişti. Bunun üzerine yukardaki âyet nazil olarak şöyle
buyurulmuştur: «Eğer öldürülen o mü'min, size düşman bir kavimdense, keffaret
olarak mü'min bir köleyi âzad etmek gerekir.» Öldürülen zatın ailesi veya
velisi kafir ise onlara diyet verilmez. Ancak öldürülen zatın keffareti olarak
mü'min bir köle âzad edilir. Müslümanların kâfirlere diyet vermesi caiz
değildir. Mezhep sahipleri bu mevzuda ittifak etmişlerdir. Allahü Teâlâ âyet-i
celîlenin devamında şöyle buyuruyor:
«Şayet
aranızda anlaşma bulunan bir kavimdense, ailesine diyet ödemek ve mü'min bir
köleyi âzad etmek gerekir.»
Eğer
hata ile öldürülen zat, aranızda anlaşma bulunan bir kavimdense, yani zimmi ve
size vergi veren bir kavimdense, ailesine diyet vermeniz ve keffaret olarak bir
mü'min köle âzad etmeniz gerekir.
Rivayete
göre iki zimmi emniyet içimle Peygamberimizin yanma gelirler. Peygamberimiz
onların halini - hatırım sorar, üstlerini - başlarını giydirir ve ata bindirip
yolcu ede:. Yolda giderken Amir İbni Umeyye ite karşılaşırlar. Âmir onların
zimmi olduğunu bilmediği için ikisini de öldürür. Bu âyet, bu olay üzerine
nazil olur. Bu âyet nazil olunca Peygamberimiz, Âmir'e ikisinin de diyetini
vermesini ve keffaret olarak bir mü'min köle âzad etmesini emreder. Fıkıh
bilginleri zimmi ile mü'minin diyetinin aynı olduğunu söylemişlerdir Yüce Allah
bu âyetin devamında şöyle buyuruyor ı
NtSA
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 93-94) 85
«(Bunları)
bulamayana, Allah tarafından tevbesinin kabulü İçin ard arda iKi ay oruç tutmak
gerekir. Ve Allah alimdir, hakimdir.»
Hata
ile bir mü'mini öldüren, şayet köle âzad edecek durumda değilse, peşi peşine
iki ay oruç tutar. Eğer ara verirse orucu tutmaya tekrar baştan başlar. Yani
hiç ara vermeden iki ay oruç tutar. Allah tarafından tevbesinin kabulü için
bunu yapar. Yüce Aİlah, alimdir, kullarının niyetlerini bilir, hakimdir,
adaletiyle hükmeder.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor;
«Kim
de bir mü'mini kasden öldürürse onun cezası da içinde ebediyyen kalacağı
cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve büyük bir azap
hazırlamıştır.»
Kim
kasden bir mü'mini öldürürse, onun cezası da içinde ebedi kalacağı cehennemdir.
Yüce Allah'ın laneti ve gadabı kasden mü'mini öldürenin üzerinedir ve onun için
ebedi bir azap vardır. Kasden bir mü'mini öldürenin ebedî cehennemde kalıp
kalmayacağı hususunda mezhep imamlarının görüşleri farklıdır. Hanefi Mezhebine
göre kasden bir mü'mini öldürmek büyük günahlardandır. Büyük günah işleyen bir
mü'min kâfir olmaz. Kâfir olmayan kimse de ebedi cehennemde kalmaz. Günahı
kadar kalır, cezasını çeker ve cezasını çektikten sonra tekrar çıkar. Kasden
adam öldüren mü'min ebedi değil, çok uzun zaman cehennemde kalacaktır.
Kasden
adam öldüren uzun zaman cehennemde kalacağı için, Yüce Allah «Onun cezası da
içinde ebedi kalacağı cehennemdir» buyurmuştur. Nitekim îbni Ömer ile Ebû
Hüreyre tr.a.) «Adam Öldürenin tevbesi kabul olmaz» demişlerdir. Bu, adam
öldürenin günâhının ne kadar ağır olduğunu ifade eder. Gerçek mü'min, bu kadar
ağır bir günahı bile bile işlemez. Kasden adam öldüren bir mü'min bunu helâl
görmedikçe tevbesi kabul olur, fakat bunu helâl görürse kâfir olur. Kâfirlerin
de yeri ebedi cehennemdir.
Allahü
Teâlâ âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:
86 NİSA SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 93-94)
■Ey
İman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mümini kâfirden ayırt etmek
için İyice araştırın. Size İslâm selâmı verene - dünya hayatının geçici
menfaatine göz: dikerek - sen mü'min değilsin demeyin. Allah katında çok
ganimetler vardır. Evvelce siz de öyle idiniz de Allah size lütfetti. Onun için
iyice anlayın. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»
Bu
âyet-İ celîle de Üsâme bin Zeyd hakkında nazil olmuştur, Mirdas isminde bir zat
gelip Üsâme'ye selâm verir ve Ijjl'sjl^jrrf
diyerek,
Müslüman olduğunu söyler. Mirdas, Müslüman olduğunu söylemesine rağmen Üsâme
onun Müslüman olduğuna inanmaz ve onu öldürür. Üsâme'nin Mirdas'ı öldürdüğünü
Peygamberimize haber verirler. Peygamberimiz «Yâ Üsâme, senin öldürdüğün kişi
^"YiiJi^
dediği halde, niçin onu öldürdün?» der. Üsâme cevaben
-Yâ
Resûlallah, o kılıçtan korktuğu için diliyle bunu söyledi kalpten il^âsla
söylemedi» der. Peygamberimiz tekrar «Yâ Üsâme, onun kalbini açıp, ihlâala
olup-olmadığına baktın mı?» der. Yaptığına çok pişman olan Üsâme «Yâ
Resûlallah, benim için istiğfar et, Allahü Teâlâ'dan affımı dile» der.
Peygamberimiz ona üç defa «Sen
!(Jİ\
3 )*jl^ aiveni Öldürdün, ben senin İçin nasıl mağfiret
dileyeyim»
cevabım
verir ve dördüncüsünde Yüce Allah'tan Üsâme için mağfiret diler. Sonra bir köle
âzad etmesini söyler.
Bir
rivayete göre de bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberi- a miz (s.a.v.)
düşman üzerine bir ordu gönderir, Savaşta Peygamber ordusu düşmana galip gelir
ve zaferi orduya iştirak eden bir zat gelip Peygamberimize müjdeler ve şöyle
der: «Ey Allah'ın Resulü, biz düşman ordusunu yendik, onlar perişan bir şekilde
kaçmaya başladılar. Ben, onlardan birisini kovalıyordum, yakaladım, tam
öldüreceğim sırada «Ben Müslüman oldum diyerek İJ)1İJ\«i)lS * clet*i-
Onun
bu sözüne itibar etmedim ve öldürdüm.» Bu sözleri duyan Peygamberimiz «Demek ki
sen Müslüman olanı öldürdün- der. O zat cevaben «Ey Allah'ın Resulü, o kılıçtan
korktuğu için Müslüman olduğunu söyledi» der. Tekrar Peygamberimiz «Onun
kalbini açıp
NİSA
SÛRESİ (cöül 5, âyet: 95) 87
baktın
mı da. böyle konuşuyorsun?» cevabım verir. O zat yaptıklarına pişman olur ve
«Yâ Resûlallah, ben bir hata işledim, benim için mağfiret dile» der.
Peygamberimiz »Senin için mağfiret dilemem» buyurur. Bu olaydan bir kaç gün
sonra o zat vefat eder. Onu bir kabristanlığa defnederler, sabahleyin bakarlar
ki, mezardan çıkarılmış. Tekrar defnederler, ertesi sabah yine mezardan
çıkartıldığını görürler. Böylece üç gün devam eder. Yani üç defa defnedilir,
üçünde de sabahleyin mezardan çıkartıldığı görülür. Yakınları onun durumundan
haya ederler ve götürüp bir dereye atarlar. Yüce Allah bu ayet-i celîleyi o
zaman inzal ederek şöyle buyurur: «Ey İman edenler, Allah yolunda cihada
çıktığınız zaman mü'minl kâfirden ayırt etmek için iyice araştırın. Size İslâm
selâmı verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek «Sen mü'min
değilsin- demeyin. Görülüyor ki, diliyle de olsa «Ben Müslümanım» diyenlerin
öldürülmesine asla müsaade edilmiyor. Müslüman olduğunu söyleyenlerin, bunu
kalbten mi, dilden mi söylediklerini biz bilemeyiz. Onu ancak Allah bilir. Biz
sadece zahire göre hükmederiz.
Bazı
kıraat âlimleri^^CHiU^==*J'yerlne ^-^J$3Tl okumuşlardır. O zaman
mânâ şöyle olur: Bir kimse size boyun eğer, teslim olur ve tâbi olursa, ona
«Sen Müslüman değilsin* demeyin. Böyle söylemekten çekinin, elindeki mala tamah
ederek onu öldürmeyin. Eğer maksadınız elindeki malı almaksa, ondan vazgeçin.
Allah'tan helâlinden isteyin, zira Allah katında çok ganimetler vardır. Geçici
nimetler için ebedi olan nimetleri yok etmeyin. Allah yolunda cihada çıktığınız
zaman iyice araştırmadan «Ben mü'minün» diyenleri kâfir zannederek öldürmeyin.
Evvelce siz de onlar gibi idiniz de Allah size lütfetti. Onun için iyice
anlayın. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu
âyet-i celîle her ne kadar bir şahıs hakkında nazil olmuşsa da, hükmü umûmidir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :
«Müminlerden
özürsüz olarak yerlerinde oturanlar tle Allah yolunda malları ve canları ile
cihad edenler bir değildir.»
Ey
iman edenler, özürsüz olarak evlerinde dturanlar ile Allah yolunda malları ve
canları ile cihad edenler, sevap ve mükâfat bakımından bir değillerdir. Allahü
Teâlâ, çoluk-çocuğunu bırakıp da mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece
bakımından, diğerlerin-
88 NİSA SÜRESİ (cüz: 5, ayet: 95)
den
çok üstün kılmıştır. Zira onlar Allah yolunda mallarını ve canlarını feda etmekten
çekinmemişlerdir, özürsüz olarak savaşa iştirak etmeyenler elbette derece
bakımından onlar gibi değillerdir.
Sehl
İbnl Said'den şöyle rivayet edilmiştir: -Seni, Mervan bin Hakemi'nin mescidde
oturduğunu gördüm ve yanana gidip oturdum. Mervan, bana »Yâ Sehl Zeyd bin Sabit
bana şöyle anlattı, dedi: «Peygamberimiz bana bu ayeti yazdırırken yanımıza
Ümmü Mektum geldi ve şöyle dedi: -Ey Allah'ın Resulü, eğer sağlam olsaydım,
seninle bütün savaşlara iştirak ederdim. Ne yazık ki sakatım.* İşte bu ayet o
anda nazil oldu. Ayet nazil olurken benim dizim Peygamberin dizine dokunuyordu,
âyetin şiddetinden Peygamberin dizinin parça parça olacağını zannettim.
Peygamberimiz (s.a.v.) Ümmü Mektum'a •Allahü Teala bu âyeti mazur olduğun için,
seni teselli etmek ve savaşa iştirak edenlerle, etmeyenlerin bir olmadıklarını
beyan için inzal etti- buyurmuştur. Savaşa iştirak etmeme hususunda sadece
özürlülere müsaade vardır.
Yüce
Allah ayet-i edilenin devamında şöyle buyuruyor:
■Allah
mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından çok üstün kıldı,
Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti va'd etmiştir.
Fakat
Allah, oturanlara nlsbetle, cihad edenlere daha büyük bir mükafat vermektedir.»
Allah
yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler sevap yönünden ve Allah katındaki
dereceleri bakımından, özürsüz olarak savaşa iştirak etmeyenler gibi
değillerdir. Onların Allah katındaki dereceleri çok büyüktür. Çünkü onlar
Allah'ın emirlerine itaat edip, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihada
çıkmışlar, canlarını ve mallarını feda etmekten çekinmemişlerdir. Evlerinde
oturanlar, mallarını ve canlarını tehlikeye atmayanlar, rahatını bozmayanlar
elbette savağa iştirak edenler gibi olamazlar, özürlü oldukları için savaşa
iştirak edemeyenlerin de ecir ve mükâfatını, Yüce Allah iştirak etmiş gibi
verecektir. Çünkü onlar özürlü oldukları için savaşa İştirak edememişlerdir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde mücahîdlerin derecelerini ve mükafatlarını şöyle beyan
ediyor:
•Kendi
katinden dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah çok yarlıgayacı, çok
esirgeyicidir.»
Allah
yolunda cihad eden mücahidlerin, Yüce Allah'ın katında büyük mükafatları ve
dereceleri vardır. Bu mükâfatlar ve dereceler onların AUah yolunda cihad
etmelerinin karşılığıdır. Onlara Allah'tan mağfiret ve rahmet de vardır. Bu
mağfiret ve rahmet günahlarının bağışlanması ve sonsuz cennet nimetleridir.
Hişşam
bin Hassan şöyle rivayet etmiştir: «Allah yolunda cihad edenlerin dereceleri
yetmiş makamdır. Her makamın arası rahvan at yürüyüşüyle yetmiş yıllık yol
kadardır. Bundan fazlası da mağfirettir ki, Allahü Teâlâ onların günahlarını
yarlığar ve rahmettir ki, «cennette onlara sonsuz nimetler verir.»
Yüce
Allah mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin bütün günahlarını bağışlar ve
onlara büyük dereceler lütfeder. Yüce Allah, rahimdir, Özürleri sebebiyle
savaşa iştirak edemeyenleri, edenler gibi mükafatlandırır.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Nefislerine
zulmedenlerin canlarını melekler aldıkları zamanı "Ne yapıyordunuz?"
derler. Onları "Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik" derler. Melekler
de. "Allah'ın arat geniş değil miydi, hicret et-seydinlz ya?" derler,
tşte onların barınacakları yer cehennemdir.*
Bu
âyet-i celile Mekke'de Müslüman olup da, Peygamberimizle Medine'ye hicret
etmeyen ve Mekke'de kalan Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Peygamberimiz
Medine'ye hicret ettikten sonra cihad âyeti gelmiş ve Müslümanlara cihad izni
verilmiştir. Bunun Üzerine Peygamberimiz bir ordu hazırlayarak Mekke'li
müşriklerle savaşmak üzere harekete geçmiştir. Mekke'de müşriklerle birlikte
yaşayan Müslümanlar da Peygamber Cs.a.v.)'in müşriklerle savaşmak İçin harekete
geçtiğini öğrenmişler, Müslümanlar safında yer alarak düşman ordusu ile
savaşmak üzere müşriklerle beraber yola çıkmışlardı. İki ordu savaş alanında
karşılaşınca, Peygamber ordusunun az, müşrik ordusunun çok olduğunu görmüşler
ve akılların-
90 NlSÂ SÛRESÎ (cüz: 5, âyet: 96-97)
ca
kâfir ordusunun Peygamber ordusu üzerine galip geleceğini zannetmişler, bu defa
Mekke'den birlikte geldikleri müşrik ordusuna iltihak etmişler ve böylece
dinlerinden dönüp, tekrar kâfir olmuşlardı. Hiç düşünmemişler ki, Yüce Allah,
kendisine iman edenleri yalnız bırakmaz. Allahü Teâlâ, sevgili Peygamberine ve
mü'minlere yardımcı olmak üzere Azrail ile birlikte bir grup melek gönderir.
Allahü
Teâlâ bu âyet-i celilesinde onu beyan ederek şöyle buyurur: «Nefislerine
zulmedenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara «Ne yapıyordunuz?»
derler. Onlar da «Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik» derler. Melekler de
«Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya?» derler. Halbuki
melekler onların kimlerle beraber yaşadıklarını biliyorlardı. Fakat onları
zemmetmek için bu şekilde soruyorlardı. Melekler dinlerinden dönen Mekke'literi
savaş alanında yakalayıp öldürürken, onlara şöyle soruyorlardı: «Siz
Müslümanların içinde mi, yoksa kâfirlerin içinde mi yaşıyordunuz?» Buna
karşılık onlar da özür beyan ederek şöyle söylerler: «Biz Mekke'de müşrikler
içinde yaşayan zayıf kimselerdik Bu müşriklerle savaşmaya gücümüz yetmiyordu.
Bu bakımdan imanımızı açığa vurmaya korktuk ve onların dediklerine boyun
eğdik.» Bunun üzerine melekler onlara: « A11 a h' m yarattığı yeryüzü geniş
değil miydi, niçin Peygamberle birlikte hicret etmediniz?» derler ve onları
yakalayıp bir bir öldürürler. Hepsi bu şekilde küfürlerinin cezasını görürler.
Böylece
Allahü Teâlâ, Peygamberine kâfirlerin, küfredenlerin barınacakları yerin
cehennem olduğunu bildirmiştir.
Bu
âyet-i celîle şuna da delâlet eder: Bir bsldede kötülük, fesat ve çirkin işler
çoğaldığı ve orada yaşayan Müslümanlar buna mani olamadığı takdirde o beldeyi
terk edip, Müslüman bir beldeye hicret etmeleri gerekir. Müslümanların
dinlerinin selâmeti için öyle bir beldeyi terk edip, Müslümanların çoğunlukta
olduğu bir beldeye gitmeleri üzerlerine vaciptir. Eğer o beldeyi terk etmezler,
onların çirkin işlerine göz yumarlar, onlarla selâmlaşırlarsa Allah İndinde
mes'-uldürler. Çünkü onların küfrüne ve fesat işlerine göz yummuşlar, onları
düşman kabul edip. küfürlerine ve çirkin işlerine mani olmamışlar veya dinleri
uğruna içlerinden çıkıp gitmemişlerdir. Şayet onların küfürlerine mani
olamazlar ve içlerinden de çıkıp gitme imkânları olmazsa, o zaman o çirkin
işlerde bulunan fesatçıları düşman tutup, onlarla bütün ilgilerini kesmeleri ı
ve komşuluk yapmamaları gerekir. Eğer bunu yapamazlarsa yukarda da belirtildiği
gibi, Allah katında onların yaptıklarından mes'uldürler. Mesuliyetten
kurtulmaları için ya emri bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapa-
NÎSÂ
SÜRESİ (cüz: S, âyet: 98-100) 91
caklar,
olmazsa oradan çıkıp Müslümanların bulunduğu bir beldeye gidecekler veya o
fasıklarla olan bütün ilgilerini kesecekler, onları düşman kabul edip, komşuluk
yapmayacaklar ve böylece dinlerini muhafaza edeceklerdir.
Allahü
Teâîâ âyet-i celîlesinde hicrete muktedir olamayanlar için şöyle buyuruyor:
«Erkek,
kadın ve çocuklardan çaresiz kalan, yol bulamayan zavallılar müstesnadır,»
•İşte
onları Allah'ın affetmesi umulur. Ve Allah affedendir, bağışlayandır.»
Ey
İman edenler, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan çaresiz kalanlar,
memleketlerinden hicret etmeye güçleri yetmeyenler, halkı fesat ve küfür içinde
olan bir memlekette yaşamalarından dolayı mes'ul değillerdir. Zira onların
oradan hicret etmeye güçleri yetmediği gibi, fesatçıları ve çirkin iş yapanları
da men etmeye güçleri yetmez. Bunun için onlar ma'zurdurlar. Onlar
memleketlerinden hicret İmkânı bulamadıklarından dolayı fasıkların içinde
kalmışlardır. Ma'zur oldukları için de Yüce Allah onları affeder. Çünkü Allah
affedici ve bağışlayıcıdır. Kullarını affeder ve bağışlar.
Allahü
Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur:
■Her
kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur.
Allah'a ve Resulüne itaatle hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse
onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah çok yarbğayıcı ve çok esirgeyicidir.»
Bu
ayet-i celîle Habib ibni Damrâ hakkında nazil olmuştur. Bu zat çok yaşlı biri
idi. Resûlüllah'ın yanında bulunmak için Mekke'den Medine'ye hicret eder ve
Medine'ye gelmeden yolda ölür. Habib İbni Damra'nın yolda öldüğünü duyan sahabe
«Keşke Medine'ye gelseydi de, hicret sevabını tam alıp öyle ölseydi» derler.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal eder ve şöyle buyurur: «Her
92 NİSA SÛRESİ (cüz: 5, ayet: 101)
kim
Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde iltica edecek çok yer bulur. Allah'a ve
Resulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse onun ecrini vermek
Allah'a düşer.» Allah yolunda hicret edenler, O'nun rızasını kazanmış ve
nimetlerine nail olmuşlardır. Allah'a ve Resûîü'ne itaatle hicret ederek
yurdundan çıkan kimseler menzillerine ulaşmadan yolda ölürlerse onların ecir ve
mükafatları Yüce Allah'a aittir. Buna karşılık Allahü Teâlâ onlara cennette
sayısız nimetler ihsan edecektir. Hicret edip de, menzillerine ulaşamadan yolda
ölenler, tıpkı menzillerine ulaşanlar gibi ecir ve mükafat alacaklarda-. Çünkü
onlar da Allah ve Resulü için hicret etmişlerdir.
Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: -Her kim halis bir niyetle, Allah rızası için hac
yapmak üzere yola çıkar ve yolda Ölürse, o zat hac farizasını ifa edenler gibi
ecir ve mükafat alır. Yolda öldüğü için onun ecir ve mükâfatından hiçbir şey
eksilmez. Çünkü o hac niyetiyle yola çıkmıştır. Düşmanla savaşmak için yola
çıkanlar, dini ilimleri tahsil etmek için vatanından ayrılanlar, Allah rızası
için sefere çıkanlar yolda ölürlerse, niyetlerine göre ecir ve mükâfat
kazanırlar. Bir şehirde haram çoğaldığından, helâl kazanç elde etmek için başka
bir şehre giderken yolda ölen kimseye Yüce Allah salihler sevabını verir.
Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla herhangi bir iş için yola çıkanlar, yolda
ölseler bile onun mükâfatını göreceklerdir. Allahü Teâlâ onlara o işi yapmış
gibi ecir ve mükâfat verir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Sefere
çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazı
kısaltmanızda stze bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kafirler sizin apaçık bir
düşmanınızdır.»
Bu
âyet-i celîle dört rekâth farz namazların, sefer esnasında ikişer rekât
kılınacağını bildirmek için nazil olmuştur. Ey mü'minler, sefere çıktığınız
zaman kâfirlerin size bir kötülük yapmasından ve üzerinize hücum edip, sizi
katletmesinden korkarsanız dört rekith farz namazları ikişer rekât kılmanızda
size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.
Yüce
Allah bu âyette her ne kadar sefer esnasında düşman kor-
NtSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 102) 93
kuşundan
dolayı dört rekâtlı farz namazların ikişer rekât kılınmasına müsaade etmişse
de, sefere çıkanlar için düşman korkusu olsun veya olmasın hüküm umûmîdir.
Sefer esnasında dört rekâtlı farz namazların iki rekât olarak kılınmasında
hükmün umumî olması sünnetle sabittir.
Rivayete
göre Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimiz (s.av.)'e «Ey Allah'ın Resulü, sefere
çıktığımız zaman, eğer kabul edersen dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât
kılalım ne dersin?» demişti. Bundan sonra, sefer esnasında dört rekâtlı farz
namazların iki rekât olarak kılınması emredilmiştir, tik zamanlar sefer
esnasında dört rekâtlı farz namazların düşman korkusundan dolayı iki rekât
olarak kılınmasının sebebi, Müslümanların azınlıkta, düşmanların ise çoğunlukta
olmasıdır. Bilâhare Müslümanlar da çoğalınca düşman korkusu ortadan kalkmış ve
sefere çıkanlar için bir kolaylık olsun diye Yüce Allah dört rekâtlı farz
namazların iki rekât olarak kılınmasını emretmiştir.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sen
onların İçinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman bir kısmı seninle beraber
namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Secdeye vardıklarında onlar, arkanıza
geçsinler, kılmayan öbür kısmı gelsin, seninle beraber kılsınlar. Tedbirli
olsunlar, silâhlarını alsınlar. Size ansızın bir baskın vermek İçin kâfirler,
silâh ve eşyanızdan gafil bulunmanızı isterler.*
Ya
Muhammed, sen sahabelerinle birlikte savaşta düşman karşısında bile olsan namaz
vakti geldiği zaman onlara imam ol, namazlarını kıldır. Onlardan bir kısmı
seninle beraber namaza dursunlar, bir kısmı da silahlarını kuşanıp düşmana
karşı dursunlar. Seninle namaz kılanlar bir rekât kıldıktan sonra, onlar
silâhlarını alıp düşmana karşı gitsinler, düşmana karşı olanlar ise gelip
arkanda bir rekât namaz kılsınlar. Sonra onlar düşmana karşı gitsinler,
öncekiler gelip bir rekât daha kılarak namazlarını tamamlasınlar. Na-
94 NtSÂ SÜRESİ (cD«: 5, âyet: 102)
mazlarını
tamamlayanlar tekrar düşmana karşı gitsinler, diğerleri gelip aynı şekilde
namazlarını tamamlasınlar.
Seferde
iki rekât olarak emredilen farz namazlar, savaşta imam ile birer rekât kılınmak
suretiyle cemaat sevabı alınmış olur. Yüce Allah namaz esnasında bile
rnü'minlerin tedbirli olmalarını emrediyor. Müslüman ordusunun savaş alanında
düşmanın hücumuna uğramamak için onların göremeyeceği bir yerde namazlarını
kılmaları gerekir. Alenen namaz kılmaları durumunda düşmanın ani hücumuna
uğrayabilirler. Bu bakımdan namazlarım emin bir yerde kılmaları emredümektedir.
Bunun için ordunun iki grup hâlinde imamın arkasında namaz kılması gerektiği
âyette zikredilmektedir. Nasıl kılınacağını ise Peygamberimiz göstermiştir.
Peygamberimiz yukarda anlatıldığı şekilde savaşta sahabesine namaz
kıldırmıştır. Sahabeden de bu şekilde nakledilmiştir. Hanefî Mezhebi de salât-ı
hav-fm aynı şekilde kılınmasını kabul etmiştir. Yani savaş alanında İmam ile
namaz kılanlar bir rekât kıldıktan sonra imamın arkasından ayrılırlar, düşmana
karşı dururlar, düşmana karşı olanlar gelir bir rekât da onlar kılar, tekrar
onlar yerlerine dönerler, birinci grup gelir bir rekât daha kılmak suretiyle
namazlarını tamamlamış olurlar. Namazlarını tamamlayanlar yerlerine dönerler,
diğerleri ise\ge-lip bir rekât daha kılmak suretiyle namazlarını tamamlarlar.
Bjöy-lece her iki grup da namazlarım kılmış, cemaat sevabı almış olurlar.
Mukim
olanlar salât-ı havfı imam ile kılarlarsa, her grup da ikişer rekât imamın
arkasında namaz kılarlar. Zira mukim için farz namazlar dört rekâttır. Bu
bakımdan bir grup gelir imam ile iki rekât namaz kılar, iki rekât kıldıktan
sonra onlar düşmana karşı giderler, diğer grup gelir imam ile iki rekât da
onlar kılarlar, tekrar onlar yerlerine dönerler, birinci grup gelir iki rekât
daha kılarak böylece dört rekâttık namazlarını tamamlamış olurlar. Namazlarını
tamamlayanlar tekrar düşmana karşı giderler, diğer grup gelir, onlar da iki
rekât daha kılarak dört rekât namazlarını tamamlamış olurlar. Böylece tarif
edildiği şekilde namazlarını kılmış ve cemaat sevabını kazanmış olurlar.
Namazda olmayanlar düşmana karşı tedbirli olsunlar, silâhlarını ellerinden
bırakmasınlar. Size ansızın bir baskın vermek için kâfirler, silâh ve
eşyanızdan gafil bulunmanızı isterler. Yani sizi gafil avlamak, aniden hücum
edip, sîzi katletmek isterler. Allahü Teâlâ âyeti celilenin devamında şöyle
buyuruyor:
NİSA
SÛRESİ (cüz: 5, ayet: 102) 95
•Eğer
size yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız silâhlarınızı
bırakmanızda üzerinize vebal yoktur. Bununla beraber dikkatli olun. Şüphesiz
Allah kafirlere hor ve hakir edici bir azap hazırlamıştır.»
Bu
âyet-i celilerim nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) sahabesiyle
birlikte Enmâr muharebesine iştirak etmiş, düşmanı hc zimete uğratarak
çocuklarını esir alıp geri dönmüşlerdi. Yolda gelirken şiddetli bir yağmur
onları yakalar, yağmurda yollarına devam edemeyeceklerini anlayınca bir dere
kenarına inerler ve ağaçların altında konaklarlar. Peygamberimiz (s.a.v,)
burada konakladıktan sonra yalnız başına derenin öbür taraf; na geçer, o
derenin öbür tarafına geçtikten sonra büyük bir sel gelir dere taşar, sahabeden
hiçbiri Peygamberimizin yanına geçemez, Peygamberimiz orada yalnız başına
kalır. Yanında kendisini müdafaa edecek hiçbir şey yoktur.
Bu
esnada Peygamberimizin konakladıkları yerin yukarısında-ki tepede de düşman
birlikleri bulunmaktadır. Düşman askerlerinden biri Peygamberimizi, derenin
kenarında, ordusundan ayrı bir yerde olduğunu görür. Derhal öldürmek için
yanına gelir, kılıcını çeker, kaba bir şekilde «Yâ Muhammed, şimdi seni benim
elimden kim kurtaracak? der. Peygamberimiz (s.a.v.) cevaben «Allah kurtaracak*
der. Kâfir kılıcını çeker Peygamberimize vurmak üzere iken, Peygamberimiz onun
göğsüne bir yumruk indirir. Kâfir yediği yumruğun darbesiyle yere yıkılır ve
kılıcı elinden düşer. Kılıcı Peygamberimiz alır ve «Ey kafir, şimdi seni benim
elimden kim kurtaracak?» diye sorar. Kâfir her şeyin bittiğini anlar «Senin
elinden beni kurtaracak kimse yok» der.
Cihana
rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz ona şöyle der: «Şayet Müslüman olursan
seni bırakır, kılıcını tekrar sana veririm. Böylece sen de kurtulmuş olursun.»
İman
öyle bir nimet ki, Allah onu herkese nasip etmez. Peygamberden bu sözleri duyan
kâfir «iman etmem, fakat Allahü Teâlâ'ya ahdederim ki, bundan sonra hakkında
asla kötülük düşünmeyeceğim ve sana bir zararım dokunmayacaktır» der. Bunun
üzerine Peygamberimiz kılıcını tekrar kendisine verir. Kılıcını alan kâfir bu
manzara karşısında şöyle der: *Yâ Muhammed, sen çok hayırlı bir
insansın, beni öldürmeye gücün yettiği halde öldürmedin, serbest bıraktın.»
Böylece hakikati ifade eden kâfir kılıcını alır, arkadaşlarının yanına döner ve
başından geçenleri onlara anlatır. Hz. Peygamberin büyüklüğünü duyan kâfir
ordusundan bir kısım insan Müslü-
96 NİSA SÜRESİ (efe: 5, ayet: 103-104)
man
olur. Bir müddet sonra yağmur kesilir, derenin suyu çekilir, Peygamberimiz
ordusunun yanına döner, olayı onlara anlatır ve bu âyeti okur. Allahü Teâlâ
şöyle buyuruyor: «Eğer size yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta
bulunursanız silâhlarınızı bırakmanızda üzerinize vebal yoktur. Bununla beraber
dikkatli olun. Şüphesiz Allah kâfirlere hor ve hakir edici bir azap
hazırlamıştır.» Yağmurun yağmasıyla silâhım taşıyamayanların, yaralı veya hasta
olanların silâhlarım bırakmalarında üzerlerine bir vebal yoktur. Bununla
beraber düşman karşısında çok dikkatli olun. Düşmana silâhsız olduğunuzu
sezdirmeyin ve kılıçlarınızı belinize takın. Zira gazilerin heybeti ve zineti
kılıçlarıyla kendini gösterir. Yüce Allah kâfirler için âhirette hor ve hakir
edici bir azap hazırlamıştır. Onlar ebedi olarak onun içinde kalacaklardır.
Allahü
Teâlâ âyet i celilesinde şöyle buyuruyor:
•Namazı
kıldıktan sonra ayakta iken, otururken, yanlarınızın üstü yatarken de Allah'ı
anın. Emniyete kavuştuğunuzda namazı dosdoğru kılın. Namaz, şüphesiz mü'minler
üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.»
Ey
mü'minler, namazlarınızı kıldıktan sonra da, ayakta iken, otururken, yatarken
dillerinizle, kalblerinizle ve her halinizde Allah'ı zikredin. O'nu dilinizden
ve kalbinizden bırakmayın. Her yerde ve İıer an O'nu anın. Zira kalbler ancak
Allah'ı zikir ile tatmin olur.
Bazı
tefsirciler şöyle demişlerdir: Ayakta namaz kılamayanlar oturarak namazlarını
kılsınlar, oturarak namaz kılmaya güçleri yetmeyenler, yatarak ve ima ile
kılsınlar. Zira namaz mü'minlerin üzerine vakitleri belli bir farzdır. Allah'a
iman edenlerin bu farzı mutlaka eda etmeleri şarttır. Çünkü namaz, dinin
direğidir. Namazsız İslâm dini düşünülemez. Namaz İslâm'ın beş şartından
biridir. Namazı kılan İslâm'ın beş şartından birini yerine getirmiş ve Yüce
Allah'ın emrini yerine getirmekle azabından korunmuş, rahmetine, mağfiretine
nail olmuş olur.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor;
•DUtm
anınız olan kavmi «ramakta gevsek davranmayın. Siz acı çekiyorsanız şüphesiz
onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan onların
ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah gerçek bilicidir, yegâne hüküm
ve hikmet sahibidir.»
Bu
âyet-i celllenin nüzul sebebi şudur: Uhud Muharebesine iştirak edenlerin bir
kısmı şehid olmuş, bir kısmı da yaralanmış ve zayıf düşmüşlerdi. Bu bakımdan
tekrar savaşa gidecek durumları yoktu. Bu muharebeden birkaç gün sonra Yüce
Allah Peygamberine Ebû Süfyan üzerine hareket etmesini emretmiştir. Hz.
Peygamber bu emri sahabesine haber verince onlar şöyle demişlerdir: «Ey
Allah'ın Resulü, yaralarımız çok ızdırap veriyor, bu yaralar bizi güçsüz
bıraktı, bu şekilde düşman Üzerine gidersek halimiz ne olur?» Bunun üzerine
Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: •Düşmanınız olan kavmi aramakta
gevşek davranmayın.» Yani Ebû Süfyan'ı takip etmekte kendinizi zayıf ve hor
göstermeyin, düşmana karşı azimli olun.» Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da
sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan onların ümit
edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.» Ey mü'minler, halbuki sizin ölenleriniz
şehid, kalanlarınız ise gazidir. Size Allah katında sayısız nimetler vardır.
Buna rağmen Yüce Allah onlar için elim bir azap hazırlamıştır. Allah yardımını
ve nusretini onlardan kaldırmıştır. Allah kullarının yaptıklarını hakkıyla
bilir, mücazat ve mükâfatını ona göre verir.
Yüce
Allah âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
«Doğrusu
biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği gibi hüküm veresin. Hâinlerden taraf olma.»
•Ve
Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»
Bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Ubeyrak isminde bîr şahsın Besir, Bişir ve
Mübeşşir adlarında üç oğlu vardı. Bişir'e Ebu Ta'-ma diye lâkap takmışlardı.
Ebû Ta'ma şair ve münafıktı. Fırsat bul-
c.:
II — F.: 7
98 NÎSÂ SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 107)
dukça
şiirleriyle Müslümanlara hakaret eder, sonra bunu falanca yaptı der, işin
içinden çıkardı. Ebû Ta'ma. bir akşam Ebû Katade'nin amcasının evini soymuştu.
Katade bu olayı şöyle anlatır: «Amcamın mutfak olarak kullandığı bir yer vardı,
silâhı ve bütün yiyecekleri orada bulunurdu. Ebû Ta'ma gelip orada ne varsa
hepsini almış. Sabah olunca amcam beni çağırdı ve evinin yağma edildiğini
söyledi. Bunu kimin yaptığını sordum, amcam Ebû Ta'ma'nm yaptığını söyledi.
Gelip durumu Peygamberimize haber verdim ve «Ey Allah'm Resulü, Ebû Ta'ma gece
amcamın evini soymuş, yiyeceklerini ve silahını almış. Yiyeceklerden vazgeçtik,
bari silâhını versin» dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz onları Çağırtır ve
amcam Rufaa'nın evini yağma ettiklerini söyler. Onlar bunu kabul etmezler ve
Peygamberimize şöyle derler: «Ey Allah'ın Resulü flufaa yeğeni ile birlikte
bizim ailemize düşmanlık besliyorlar, şimdi de kendilerini temize çıkarmak için
bizi hırsızlıkla itham ediyorlar, biz bunu asla kabul etmeyiz.» Peygamberimiz
onların bu sözlerine inanır gibi oldu ve Ebû Katade'ye onların hırsızlık
yapmadığını söylemek istedi. Tam o sırada bu âyet-i cellle nazil oldu, onların
ihanetini beyan etti. Başka bir rivayete göre, Ebû Ta'ma Yahudilerden birinin
silâhını çalar. Ta'ma'mn silâhı çaldığı duyulunca bir grup onu evine kadar
takip ederler. Ebû Ta'ma takip edildiğini anlayınca elindeki silâhı Ensardan
birinin evinin avlusuna atar. O silâhı atadursun takipçiler onu yakalar ve
Peygamberimizin huzuruna getirirler. Ebû Ta'ma silah çaldığını inkâr eder, bu
arada akrabası da hâdiseyi duyar, Resûlüllah'ın yanına gelirler. Onlar Ta'ma'mn
böyle bir şey yapmayacağını savunurlar ve onu haklı çıkarmaya çalışırlar.
Peygamberimiz onların bu sözlerine inanır gibi olur. Bir Müslümam hırsızlıkla
itham ettiği için Yahûdiyi azarlamak ister. O anda Allahü Tealâ yukardaki âyeti
inzal ederek onların ihanetini açıklar ve şöyle buyurur: «Yâ Muhammed, doğrusu
biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, İnsanlar arasında Allah'ın sana
gösterdiği gibi hüküm veresin. Hırsızlardan ve hainlerden taraf olma. Hainler
için yaptığın mücadeleden dolayı Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok
yarlı-ğayıcı, çok esirgeyicidir.» Yüce Mevlâ kullarının yapmış olduğu hataları
istiğfar neticesinde bağışlar. Yeter ki, kul yaptığı hatalardan dönsün, tevbe-i
istiğfar etsin.
Allahü
Teâlâ âyet-İ celilesinde şöyle buyuruyor:
•Nefislerine
hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme, Çünkü Allah, hainlikte direnen
günahkârı sevmez.»
I
KtSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 108) 99
Yâ
Muhammed, sen nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme. Onları
koruma. Onlar hırsızlık yapmakla kendilerine zulmetmiş ve nefislerine hainlik
yapmışlardır. Allahü Teâlâ hainlikte direnen günahkârları asla sevmez. Ayet-İ
celüeden anlaşıldığı gibi, hırsızlık yapan ancak kendi nefsine zulmetmiş ve
hainlik yapmış olur. Her ne kadar başkalarının mallarını çalmış ise de, çalan
asıl zararı kendi nefsine vermiş olur. Mal sahihi zahirde zarar görmüştür.
Fakat hakikatta asıl zararı gören malı çalandır. Çünkü o, çalmış olduğu mal ile
Allah'ın gadabma uğramış, rahmetinden uzaklaşmış ve kendi nefsi için büyük bir
ateş hazırlamıştır. Çalmış olduğu mal kıyamet günü onun boynuna bir yük
olacaktır. Bir insan kendisine bundan daha büyük zulüm yapabilir mi? Allah'ın
gada-bına uğramaktan daha korkunç ne olabilir? Mü'min, başkasının malını çalıp
asla nefsine hainlik yapamaz, Allah'tan korkar, o malın kendisine hayrı
olmayacağını bilir.
Yüoe
Allah âyet-i celîlesinde hainler için şöyle buyuruyor:
«İnsanlardan
gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah'ın razı olmayacağı sözü
geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdi. Allah
yapacakları her şeyi kuşatıcıdır.»
O
hainler yaptıklarını insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Hiçbir
varlık yaptığını Allah'tan gizleyemez. Çünkü Yüce Allah onların yapacakları her
şeyi kuşatıcıdır. Yaptıklarını ve yapacak olduklarını bilir. O'nun bilgisinden
hiçbir şey gizli kalmaz. Halbuki o hainler Allah'ın razı olmayacağı sözleri
geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdi, Ebû Ta'ma ve
taraftarları gece bir araya gelerek bazı yalanlar uydurmuşlardı. Bu yalanlar
aslında kendilerinin de hoşuna gitmiyordu. Ebû Ta'ma yaptığını başkasının üzerine
atmak suretiyle, bu işi yapmadığına Peygamberin huzurunda yemin edecek ve bu
işten kurtulacaktı. Onlar kendi aralarında böyle planlamışlardı. Güya
akıllarınca Resûltillah'ı kandıracaklardı. Halbuki Yüce Allah onların ihanetini
Peygamberine haber verip açıklamıştı. Allah'ın ilmi onların ne yaptıklarını
kuşatmıştı. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalma'z.
Bu
âyet-i celile şuna da işaret eder: Mü'minler daima Allahü Te-alâ'nın azabından
korkup, rahmetini ummalıdırlar. Hayır ve şerri on, stizli ve aşikâr ne
yaparlarsa Allah onu bilir. Ona göre kulları-
100
NİSA
SÛRESİ (cüz: 5, ayet: 109)
na
mükâfat ve mücazat verir. Mü'min daima Allah'ın razı olacağı işlerle meşgul
olmalıdır. O'na muhalif bir harekette bulunmamalıdır. Allah'tan korkan bir
mü'min daima O'nun rızasını kazanmak için çalışır, Ömrünü boşa geçirmez.
Allahü
Teâlâ âyet-i celilesinde hainleri savunanlar için şöyle buyuruyor:
«İşte
siz öyle kimselersiniz kf dünya hayatında onları savunuyorsunuz. Ama kıyamet
günü Allah'a karşı onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacak?»
Ebû
Ta'ma'nın hırsızlığı ve hainliği âyetle sabit oldu ve herkes tarafından
bilindi. O hırsız olduğu için Peygamberimiz elinin kesilmesini istedi. Zira
Yüce Allah hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadının ellerinin kesilmesini
emretmiştir. Peygamberimiz (s. a.v.) de bu ilâhî emri, kim olursa olsun
hırsızlık yapana tatbik etmek zorundaydı. Hırsızlık yaptığı için, Peygamberimiz
Ebû Ta'ma'nm da elinin kesilmesini emretti. Fakat yakınları ve Yahudiler buna
razı olmadılar. Zira o Yahudiler içinde hürmet gören ve sözü dinlenen biri idi.
Bundan dolayı Yahudiler elinin kesilmesine karşı çıktılar ve Peygamberimizle
mücadeleye giriştiler. Hatta, onlardan bir kısmı silâhlarıyla birlikte gelerek
Peygamberimizin yanında bulunan Ebû Ta'ma'yı alıp kaçmışlardı. Yüce Allah onlar
için şöyle buyuruyor: «tşte siz öyle kimselersiniz ki dünya hayatında onları
savunuyorsunuz. Ama kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacaktır? Yahut
onlara kim vekil olacaktır?» Bu dünyada hırsızı, haini savunanlar, acaba onları
âhirette nasıl savunacaklardır? Acaba kendilerini kıyamet günü Allah'a karşı
kim savunacak? Burada hainleri, hırsızları, yalancıları, Allah'a isyan edenleri
savunanlar, kıyamet günü de onları savunabilecekler mi? Elbette savunamayacaklardır.
Burada yalancı şahit tutanlar, orada kimi yalancı şahit tutacaklar? Yoksa
bunlar hiç ölmeyecekler mi? Yoksa Allah'ın kudretini mi inkâr ediyorlar? Ne
yaparlarsa yapsınlar mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaklar, burada
yaptıklarından birbir hesap vereceklerdir. Hırsızlar, hainler, Allah'a isyan
edenler ve onları savunanlar yaptıklarının cezasını çok fazlasıyla
göreceklerdir.
Allahü
Teâlâ âyet i celilesinde şöyle buyuruyor :
NÎSÂ SÜRESt (cüz: 5,
âyet: 110-111) 101
«Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse o, Allah'ı
çok yarhğayıcı, çok esirgeyici bulur.»
Her kim bir lîötülük
yapar veya Allah'ın yasaklamış olduğu hırsızlık, ihanet ve isyan gibi şeyleri
yapmak suretiyle nefsine zulmeder de sonra bunlardan döner Allah'a tevbe-i
istiğfar ederse* Allah onun günahlarını bağışlar. Zira Allah çok yarhğayıcı,
çok esirgeyicidir. Şayet kulları yapmış olduğu hatalardan, kötülüklerden,
isyanlardan ve şirklerden dönerler de, Allah'a ihlâsla tevbe-i istiğfar ederlerse
Yüce Allah onların günahlarını bağışlar ve onları affeder.
Bazıları bu âyet-i
celilenin Peygamberimizin amcası Hz. Ham-za'yi öldüren Vahşi hakkında nazil
olduğunu söylemişlerdir. Vahş: Hz. Hamza'yı öldürdüğüne çok pişman olmuş,
bilâhare Peygamberimizin huzuruna gelerek «Ey Allah'ın Resulü, yaptıklarıma
çok pişman oldum, Müslüman olsam tevbem kabul olur mu?» demiş. Alla-hü Teâlâ
bu âyeti inzal ederek Vahşi'nin islâm'a girdiğini Peygamberine haber
vermiştir. Yani tevbesinin kabul olacağını haber vermiştir.
Bu âyeti celile şuna
da delâlet eder: Bir insanın günâhı ne kadar çok olursa olsun, bunlardan döner
ihlâsla Allahü Teâlâ'ya tev-be ve istiğfar ederse Yüce Allah onun tevbesini
kabul eder, günahlarını bağışlar. Çünkü O, çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kim bir günah
kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, tam
bir hüküm ve hikmet sahibidir.»
Kim bir günah kazanır,
Allah'a isyan eder veya şirk koşarsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.
Onun şirk koşmasından, isyan etmesinden Allah'a bir zararı olmaz. Yaptıklarının
zararı ancak kendisinedir. Allahü Teâlâ kullarının yapmış olduğu her şeyi bilir.
Hakimdir, mükâfata lâyık olanların mükâfatım, cezaya müste-hak olanların da
cezasını verir. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Herkese yaptığının karşılığı
verilir. Zira Yüce Allah tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
102
NİSA SÛRESİ {cüz: 5,
âyet: 112-113)
«itim bir hata veya
bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa, şüphesiz iftira etmiş
ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.»
Her kim, kendisiyle
Allah arasında bir suç işler de, onu bir suçsuzun üstüne atarsa şüphesiz ona
iftira etmiş ve apaçık bir günah işlemiş olur. Hem yapmış olduğu suçun günahını
yüklenmiş, hem de başkasına iftira ettiğinin vebalini yüklenmiş olur. Zira
başkasına iftira etmek ve suçsuz birinin üzerine suç atmak en büyük günahtır.
Bu âyet-i celîle şuna
da delâlet eder: Günah işleyenler, Allah'a şirk koşanlar, isyan edenler,
bunları ancak kendi nefislerine karşı yapmış olurlar. Bunlar yaptıklarının
cezasını mutlaka göreceklerdir. Kim de, Allah'a ibadet eder, salih amel
işlerse, mükâfatı kendi-sinedir. îyilik yapan da kendine yapar, kötülük yapan
da kendine yapar. Bütün insanlar ve cinler müşrik ve kâfir olsalar Allahü
Teâ-lâ'nın Allah'lığından bir şey eksilmez. Yine bütün insanlar ve cinler Yüce
Allah'a iman etseler O'nun Allah'lığından bir şey artmaz. Zira Allahü Teâlâ,
onların hiçbirinin ibadetine muhtaç değildir. Bütün varlıklar O'na
muhtaçtırlar. Bütün varlıkları var eden, besleyen, n-zıklandıran, koruyan,
büyüten, yok eden O'dur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer Allah'ın lütfü
ve rahmeti üzerinde olmasaydı onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı.
Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da bir zarar
veremezler. Nasıl zarar verebilirler ki, Allah sana kitabı ve hikmeti
indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü, ihsanı
çok büyüktür.»
Yâ Muhammed, eğer
Allahü Teâlâ'nın lütfü ve rahmeti üzerinde olmasaydı, Ebû Ta'ma'nın
taraftarlarından bir grup seni haktan saptırmaya çalışırlardı. Yani Yüce
Allah, sana vahyedip hainleri bildir-meseydi Ebû Ta'ma'nın taraftarları onu
suçsuz çıkarıp, Ebû Ta'ma'nın yapmış olduğunu bir başkasının üzerine atmak
suretiyle suç-
NİSÂ SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 114) 103
suzu, suçlu çıkartıp
sana elini kestireceklerdi. Zira onlar yalan yere yemin ederek Ta'ma'yı suçsuz,
suçsuz olanı da suçlu çıkararak, buna seni de inandırıp suçsuz olanı
cezalandırmanı istiyorlardı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını
saptıramazlar. Sana da asla bir zarar veremezler. Şayet bunda muvaffak
olsalardı onun vebali yine kendilerine aitti. Çünkü onlar yalan yere yemin
ederek suçluyu gizlemişler, suçsuzu suçlandırmışlardır. Hem onlar sana nasıl zarar
verebilirler ki, Allahü Teâlâ sana lütfedip Kur'an'ı indirdi, vahyedip
hükümlerini beyan etti. Bilmediğin şeyleri vahiy ile sana bildirdi. Allah'ın
senin üzerindeki lütfü ve ihsanı çok büyüktür. Allah'ın koruduğunu kimse
saptıramaz. Allah'a dayanan ve güvenen daima kurtuluştadır.
Bazılarına göre bu
âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimizi Sakîf kabilesinden elçiler gelir ve
şöyle derler: «Yâ Muhammed, sana biat etmeye geldik. Sana biat edeceğiz,
yalnız putlarımıza karışmayacaksın, onları kırmayacaksın ve mahsulümüzden de
ondalık almayacaksın. Eğer bunları kabul edersen, sana tâbi oluruz.» Onların
cahilane konuşmaları karşısında Peygamberimiz (s.a.v.) sükût eder, kendilerine
cevap vermez. Yüce Allah o esnada bu âyeti inzal ederek Ebû Ta'ma hakkındaki
hükmünü bildirir. Onlar, Peygamberimizin Ebû Ta'ma hakkında vermiş olduğu
hükme şaşakalırlar ve gizlice birbirlerine fısıldamaya başlarlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde onların fısıldaşmalarmı şöyle beyan ediyor:
«Onların fısıl d
aşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik etmeyi
ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten müstesnadır. Kim Allah'ın rızasını
arayarak böyle yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.»
İnsanların ve Ebû
Ta'ma ile kavmi gibi bir takım kimselerin aralarında gizlice yalan-yanlış
konuşmalarında hayır yoktur. Zira onlar başkalarının aleyhine yalanlar
uydurarak iftira ediyorlar. Ancak onlardan sadaka vermeyi yahut iyilik etmeyi
ve dargın olanların arasım barıştırmayı arzu edenler müstesnadır. Sadece
Allah'ın rızasını kazanmak için böyle yapanlar, Allah katında çok büyük bir
mükâfata nail olacaklardır. Zira Yüce Allah, kendi rızası için amel yapanlara
büyük bir mükâfat vereceğini vaat etmektedir. Allah, kullarının yaptıklarım
asla boşa çıkarmaz.
104 NtSÂ SÛRESİ
(cüz: 5, âyet: 115)
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
-'V'
«Kim kendisine doğru
yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin
yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini
cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.»
Ebû Ta'ma'nm hırsızlığı
açığa çıkınca Peygamberimiz (s.a.v.) elinin kesilmesini emretmişti. Bunu duyan
Ta'ma Medine'den Mekke'ye kaçar. Orada da hırsızlık yapmadan duramaz, bir
duvarı deler, içeriye girmek ister. Tam o sırada beline büyükçe bir taş düşer,
duvarın arasında sabaha kadar kalır. Sabah olunca duvar sahibi Ta'-ma'ı görür.
Kendisini oradan kurtarırlar ve Mekke'den kovarlar. Bu defa Şam istikametine
gider. Yolculuğu sırasında bir ticaret kafilesinden bazı eşyalar çalar. Çalmış
olduğu bu eşyalarla kendisini yakalarlar, orada recmederler. Yani taşla
öldürürler. Hain adam bu şekilde cezasını bulur. Allahü Teâlâ yukardaki âyeti
inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan
sonra, Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse,
onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir
dönüş yeridir.» Kendilerine doğru yol apaçık bildirildikten sonra Peygambere
muhalefet ederek, mü'minlerin yolundan ayrılıp puta tapanları, putları dünyada
da, âhirette de Allah'ın azabından asla kurtaramaz. Onları Allah'ın azabından
kurtaracak bir yardımcıları da yoktur. Hakkı bırakıp bâtıla dönenleri Yüce
Allah döndüğü yolda bırakır. Yani rahmetini onlardan kaldırır ve onlar için
hazırlamış olduğu cehennemine koyar. Çünkü ■onlar bu dünyada iken hakkı
bırakmışlar, Peygambere muhalefet etmişler ve mü'minlerin yolundan
ayrılmışlardır. Onlar, Allah'a isyan edip, şirk koştuklarının ve Peygambere
muhalefet ettiklerinin cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir. Onların
varacakları cehennem ne kötü bir dönüş yeridir.
Bu âyet-i celile
îcma-ı Ümmetin dinde hüccet olduğuna delâlet etmektedir. Icma-ı Ümmete
muhalefet etmek islâm'a muhalefet olur. tslâmî hükümlere muhalefet eden inkâr
ederse kâfir olur. înkâr etmeksizin muhalefette bulunursa âsî ve günahkâr
olur. Bu bakım-
dan İslâm'ın ana
kaynağı dört olarak kabul edilmiştir. Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas,
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Elbette Allah
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimseden
bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa çok uzak bîr dalâlete düşmüş olur.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Araplardan yaşlı bir zat Peygamberimizin huzuruna gelerek
«Ey Allah'ın Resulü, ben çok yaşlandım. Bugüne kadar hayatımda o kadar çok
günah işledim ki, haddi hesabı yok. Yalnız bunlar içinde Allah'a şirk koşmadım
ve O'ndan başkasını da dost tutmadım. İşlemiş olduğum bu günahlar cür'etimden
değil, cehaletimdendir. Şimdi yaptıklarıma pişman oldum ve tevbe-i istiğfar
ettim. Acaba benim Allah katındaki durumum nedir?» diye sorar. Bunun üzerine
Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şirkten başka bütün günahları
yarlığayacağını bildirmiştir. Kim yapmış olduğu günahlardan el çeker, onlar
için tevbe-i istiğfar ederse Allah tevbesini kabul eder ve günahlarını
bağışlar. Allah'a şirk koşanlar ise çok uzak bir dalâlete düşmüş olurlar.
Allah'a şirk koşmaktan daha büyük günah yoktur. Yüce Allah şirkten başka bütün
günahları affeder, bağışlar. Ancak kendisine ortak koşmayı bağışlamaz, affetmez.
Şirk koşanlar için şöyle
buyuruyor: «Kim Allah'a şirk
koşarsa çok uzak bir dalâlete düşmüş olur.» Yani şirk koşanlar Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırılmışlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
kerîmesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ı bırakıp da
yalnız dişi putlara tapıyorlar. Onlar ancak inatçı bir şeytana ibadet
ediyorlar.»
«Allah şeytanı
rahmetinden kovdu o da: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir
grubu kendime çekip onları behemehal saptıracağım" dedi.»
Kâfirlerin, Allahü
Teâlâ'yı bırakıp taptıkları şeyler cansız olan
şeylerdir. Onlarda ruh
yoktur. Taptıkları şeyleri kendi elleriyle yapmışlardır. Putların onlara
dünyada da, âhirette de hiçbir faydası olmadığı gibi, çok büyük zararı yardır.
Fakat onlar bunu anlamamaz-lıktan gelirler.
îbn Abbas (r.a.)
ile Hasan-ı Basri Hazretlerinden nakledildiğine göre,
kâfirler ölüye, canlı olmayana
«inâs», yani dişi derlerdi. Bazılarına göre ise, kâfirler Lâfa, Menât'a ve
Uzzâ'ya «inas» derlerdi. Bunlar Mekkeli müşriklerin taptıkları putların en
büyükleridir Müşrikler adı geçen putlara tapmakla aslında şeytana tapmış oluyorlardı.
Şeytân onlara puta tapmayı güzel göstermiş, böylece onları Allah'a kulluktan
alıkoymuştu. Şeytan putun içine girerek, kâfirlere oradan seslenir ve onları
puta tapmaya çağırırdı. Onlar da putların
konuştuğunu zannederek ona
taparlardı. Onlar putlara taptığı sırada şeytan da putun
içindeydi. Böylelikle onlar hem şeytana, hem de puta tapmış oluyorlardı.
Şeytan, kendisi Allah'ın rahmetinden kovulduğu gibi, onları da kovdurmuştu.
Allah'ın emrine karşı geldiği için O'nun rahmetinden kovulan Şeytan Yüce
Allah'a şöyle der: «Yâ Rabbi, Celâlin
hakkı için, kullarından muayyen bir grubu kendime çekip onları behemehal
saptıracağım." Yani kullarına çeşitli vesveseler vermek suretiyle, onları
sana ibadet ettirmeyeceğim ve onlar sana muhalefet edip, bana tâbi
olacaklardır. Hakikaten şeytan dediğini yapar, insanlardan bir çoğunu hak
yoldan alıkoyar, Allah'a isyan ettirir, kendisine tabi kılar. Kâfirler, müşrikler
Allah'a isyan edenler bu zümredendir. Onlar Allah'ın düşmanı şeytanın dostu
olmuşlardır. Allahü Teâlâ mutlaka düşmanlarından intikamını alacaktır.
İmam-ı Mukatil şöyle
demiştir: «Kıyamet günü bin kişiden bir kişi cennete girer, dokuz yüz doksan
dokuz kişi de şeytanla birlikte cehenneme gider. îşte onlar şeytanın
arkadaşlarıdırlar.» Bu dünyada ona uyanlar âhirette de onunla beraber
olacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-î
celîlesinde, şeytanın kendisine tabi olanlara nasıl muamele edeceğini şöyle
beyan ediyor:
«Onları mutlaka olmayacak
kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim de davarların kulaklarım yaracaklar.
Onlara muhakkak emredeceğim de, Allah'ın yarattığını değiştirecekler dedi.
Allah'ı bı-
OUIVE1OI
rakip şeytanı dost
edinen kimse şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.»
Şeytan, Âdem (a.s.)'e
secde etmediği için Yüce Allah'ın emrine karşı gelmiş ve ilâhî rahmetten
kovulmuştur. Âdem'e secde etmediği için ilâhi rahmetten kovulan şeytan,
Âdem'in zürriyetinin de kendisi gibi, ilâhi rahmetten kovulmasını istiyordu.
Bunun için de Yüce Mevlâ'dan dünyanın sonuna kadar mühlet istemişti. Allahü
Teâlâ da onun isteğini kabul etti. Şeytanın isteği kabul edildikten sonra Yüce
Allah'a şöyle dedi: «O insanları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım.
Bunları doğru yoldan ve hakka tâbi olmaktan alıkoyacağım. Onlara hakkı
unutturup, bâtılı hatırlatacağım. Cennetin, cehennemin, öldükten sonra
dirilmenin olmadığını onlara söyleyeceğim ve onları yalanlayacağım. Onları
sana ibadet ettirmeyeceğim ve putları için kurbanlar kestireceğim.» Müşrikler
putları için kesmiş oldukları kurbanların kulaklarını daha önce yararlar,
öyle keserlerdi. Bunun izahı Mâide Sûresinde gelecektir. Şeytan kendisine tâbi
olanlara yaptıracaklarını saymaya devam ediyor ve şöyle diyor: «Bana tâbi
olanlara Allahü Teâlâ'nın yarattığı şeyleri değiştirteceğinı, helâle haram,
harama helâl dedirteceğim. Onları güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, denize,
taşlara, hayvanlara taptıracağım.» Görülüyor ki, şeytan insanları hak yoldan
alıkoymak için her şeye baş vuruyor. Çeşitli vesveselerle Allah'a kulluktan alıkoyuyor.
Onun bütün arzusu Âdem (a.s.)'in soyundan gelen bütün insanları Allah'a secde
ettirmemektir. Bunun için de çeşitli tuzaklar kurmaktadır. Maalesef insanların
birçoğu da, onun kurmuş olduğu tuzağa düşmüştür.
Kimisini
kibirlendirip, gururlandırmak suretiyle, kimine helâli haranı, haramı helâl
göstermekle, kimini putlara taptırmakla, kimini nefsine köle ederek, kimini
ibadetten alıkoyarak, kimine dünyayı güzel göstererek, kimine makam ve şöhret
hırsı vererek, velhâsıl her insanın durumuna göre tuzak kurmak suretiyle
onları Allah'a kulluktan alıkoymuş, kendisine tâbi etmiştir. Mü'minler Allah'ın
emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçıp, Peygamberin yolundan gitmedikçe
şeytanın iğvalarından kurtulamazlar. Her kim şeytanın bu iğvalarını bildikten
sonra Allah'ın dostluğunu bırakıp da, şeytanı dost edinirse hakkı bırakıp,
bâtıla daldığı için şüphesiz dünyada da, âhirette de en büyük ziyana
uğramıştır. Allah'ın emirlerini terk edip, yasaklarını yapanlar şeytanın
dostudurlar. Allah'ın emirlerini terk edenler şeytanı sevindirmişlerdir.
Allahü Teâlâ âyeti
celîlesinde onlar için şöyle buyuruyor:
108
NİSA SÛRESİ (eüz: 5,
âyet: 120-121)
©^^toUij^ır^^ii
«Şeytan onlara vaad
eder. Onlan olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad ettikleri
aldatmaktan başka bir şey değildir.»
«Onların varacağı yer
cehennemdir. Oradan kaçacakları bir yer de bulamayacaklardır onlar.»
Şeytan insanları boş
emellerle oyalar, kendilerine dünyalık vaad eder. Mal-mülk biriktirmesini
emreder, kalplere fitne sokarak ibadetin boş olduğunu söyletir. Zamammızdaki
insanların birçoğu böyledir, ibadetten tamamen habersizdir. Yahut ibadetini
yarım-yama-Iak yapmaktadır. Halbuki menfaata gelince dünyaları kaplamaya
çalışır. Kazandığı malın zekâtım, sadakasını vermez. Allah yolunda harcamaya
yanaşmaz. Şeytan, Allah yolunda tasaddukta bulunursan, fakir düşersin diye onu
korkutur. Malının zekâtını vermekten ve Allah yolunda tasadduk etmekten onu
ahkoyar. Fakat gayr-i meşru yerlerde harcamaya gelince hiç gözünü kırpmadan
harcar. Çünkü şeytan gayr-i meşru yerlerde servet harcamayı ona şirin göstermiştir.
İşte bunlar hep şeytanın iğvasıdir ve aldatmacasıdir. Şeytan ir-sanı Allah'a
kulluktan alıkoyduğu gibi, hayır ve hasenattan da ahkoyar. Namazdan, zekâttan,
hacca gitmekten de vazgeçirtir. Hısım akrabayı unutturur, sıla-i rahmi terk
ettirir. Mala karşı hırsı ve tamahı arttırır.
İçinde bulunduğumuz
asrın insanına baktığımız zaman çoğunluğun bu vasıfları taşıdığını görürüz.
Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Şeytanın kendilerine vaad ettikleri
aldatmaktan başka bir şey değildir. Onlar mutlaka bize döndürüleceklerdir.
Onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır
onlar.» Allahü Teâlâ'nm emirlerine riayet etmeyenler dünyada da, âhirette de
en büyük zarara uğrayacaklardır. Onlar Allah'a döndürüldükleri zaman her şeyin
boş olduğunu anlayacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır. Çünkü onları Allah'ın
azabından kurtaracak, Allah'tan başka hiç bir varlık yoktur. İşte o zaman her
şeyin boş olduğunu anlayacaklardır. O
zaman dost edindikleri
şeytan onlara şöyle diyecektir: «Bana niçin tâbi oldunuz? Elimde bir
delilim yoktu, şimdi çekin cezanızı» deyip, onlardan kaçacaktır.
Yüce Allah şeytana
uyanların vasıflarını ve kıyamet günü görecekleri cezaları bildirdikten sonra,
kendisine iman edip, amel-i salih
NİSA SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 122-123) 109
yapanların nail
olacakları mükâfatları âyet-i celîlesinde şöyle beyan buyuruyor: . „
«iman edip, salih
ameller işleyenlere gelince, biz onları anlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi. Allah'tan daha doğru sözlü kim
olabilir?»
Bu âyet-i celile iman
edenlere verilecek mükâfatı bildirmektedir. Allah'ın vahdaniyetini tasdik
edip, Peygamberine ve Kur'an'a iman edenleri, içindeki emirleri yerine getirip,
yasaklarından kaçınanları ve salih amel işleyenleri Allahü Teâlâ altından
ırmaklar akan cennetlerine koyacaktır. Allah'a iman edip, emirlerini yerine
getiren, yasaklarından kaçınan kullarına Yüce Allah cennetini vaad ediyor.
Köşklerinin altından ırmaklar akan cennetleri iman edip, salih amel işleyen
kullarına hazırlamıştır Yüce Mevlâ. Cennetin köşklerinin altından dört çeşit
ırmak akar. Berrak sudan ırmaklar akar, sütten ırmaklar akar, bal şerbetinden
ırmaklar akar ve baldan ırmaklar akar. Cennete girenler bunların hangisini
dilerlerse ondan içerler. Cennete girenler bir daha oradan çıkmayacaklar,
ebedî olarak kalacaklardır. Cennetin nimetleri dünya nimetleri gibi geçici
değildir. Aklı olanlar dünya nimetleri peşinde koşup, ebedi olan nimetleri
terk etmemelidirler. Geçici nimetleri bırakıp, ebedi nimetleri elde etmeye
bakmalıdırlar. Bütün bu nimetler, Allah'a ve Resulüne iman adenler, emirlerini
yerine getirenler, onların dostluğunu kazananlar içindir. Herkesin eline
iradesi verilmiştir. Dileyen cenneti, dileyen de cehennemi kazanır. Şeytanın
en büyük arzusu insanları hak yoldan alıkoymak, onları cennet nimetinden mahrum
etmektir. Şeytana tâbi olanlar dünyada da, âhirette de helak olmuşlardır. Ona
tâbi olmayanlar ise hidayeti bulmuşlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
"celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey mü'minler,
Allah'ın bu vaad ve sevabına ne sizin kuruntunuzla, ne de kitap ehli olanların
kuruntularıyla kavuşulabilir. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür. Ve
kendisine Allah'tan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yardımcı.»
Uü ~™"^ NİSA SÜRESİ (cüz: 5, âyet: 124)
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Yahudiler ve Hıristiyanlar «Cennete bizden başkası giremez,
ancak biz gireceğiz» demişlerdi. Mü'minlerden bazıları da «Biz Müslüman olduk,
yapmış olduğumuz günahlardan bize bir zarar olmaz, Peygamberimiz bizi kurtarır»
şeklinde konuşmuşlardı. Kitap ehlinin de, mü'minîerin de arzularının boş
olduğunu Allahü Teâlâ şöyle beyan ediyor: «Ey mü'minler, Allah'ın bu vaad ve
sevabına ne sizin kuruntularınızla, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla
kavuşulabilir. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür. Ve kendisine Allah'tan
başka ne bir dost bulunabilir, ne de bir yardımcı.» Ey mü'minler, Allah'ın bu
vaad ve sevabına, ancak Allah'a iman edip, amel-i salih yapmakla ulaşılır. Boş
arzularla asla ulaşılamaz. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını mutlaka görecektir.
Hiçbir kötü amel karşılıksız kalmayacaktır. Cennete de, ancak Allah'a ve
Resûlü'ne iman edip, salih amel işleyenler girerler, onlardan başkası asla
cennete giremez. Çünkü cennet iman ehli için hazırlanmıştır.
Bu âyet-i celilede
insanların günahlardan temizlenmesi ve kurtuluşa ermesi için de işaret vardır.
Ebû Bekir (r.a.) Peygamberimize «Mü'minlerin kurtuluşu nasıl olur?» diye
sorduğunda, Peygamberimiz «Sen hasta olmadın mı? Sana bir musibet isabet
etmedi mi? Veya sana şiddetli bir rüzgâr da mı dokunmadı? işte bunlar senin
günahının keffaretidir. Mü'mine isabet eden her musibet, hatta ayağına batan
bir diken bile, onun günahlarına keffarettir» buyurmuştur. Eğer bir mü'min,
kendisine isabet eden bir musibetten dolayı Allah'a hamd ederse, o musibetlerin
tamamı günahlarına keffaret olur. Bu, Aiîahü Teâlâ'nın mü'min kullarına bir
ihsanıdır.
Allah'a ve Resulüne
iman etmeyip, kâfir olanlar, kendilerine Allah'tan başka bir yardımcı, bir dost
bulamadıkları gibi, Allah'ın azabından kendilerini kurtaracak kimse de
bulamazlar. Onlar küfürlerinin cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir.
Allahü Teâlâ mü'minler
için şöyle buyuruyor:
j
«Erkek veya kadından,
kim de mü'min olarak ameli salih yaparsa, işte onlar cennete girerler. Ve
kendilerine zerre kadar zulmedilmez.»
Ey mü'minler, erkek
olsun, kadın olsun, her kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerini yerine getirir,
yasaklarından kaçar ve amel-i
NİSA SURESİ (cüz: 5,
âyet: 1Z5) 111
salih de işlerse
şüphesiz cennete girer. Onların yapmış oldukları amellerden zerre kadar bir şey
eksilmez. Zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını
görecektir. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Kendilerine zerre kadar
zulmedilmez.» Yapılan amel.az olsun, çok olsun sahibi mutlaka karşılığını
görecektir. Hiçbir amel karşılıksız bırakılmayacaktır.
Aiîahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
«İyilik yaparak
kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in tev-hid dinine uymuş olan kimseden
daha güzel din sahibi kim olabilir Allah İbrahim'i dost edinmiştir.»
Allah'ın rızasını
kazanmak için iyilik yaparak, kendini Allah'a teslim edip, îslâm dinini kabul
eden kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Zira Allah katında en son ve
en makbul olan din İslâm'dır. İslâm'dan başka hiçbir din Allah katında geçerli
değildir. Çünkü îslâm tevhid dinidir. Bütün peygamberler de, Hz. İbrahim de
tev-hid dini üzeredirler. Yüce Allah, Hz. İbrahim'i kendisine dost edinmiştir.
Allahü Teâlâ'nın Hz. İbrahim'i kendisine dost edinmesinin sebebi şudur: O
zayıfları, yoksulları, kimsesizleri, yetimleri ve fakirleri yedirir,
giydirirdi. Onlara yardım eder ve gözetirdi. Bir defasında elinde yeteri kadar
yiyecek kalmamış, Mısır'da bulunan bir dostuna, ödünç zahire almak üzere
develerle birlikte hizmetçilerini göndermişti. Hizmetçiler Mısır'a varırlar,
İbrahim (a.s.)'in dostunu bulurlar ve durumu kendisine anlatırlar. Adam,
elindeki zahirenin mahsul çıkıncaya kadar yetmeyeceğini bahane eder ve bir şey
vermez. Onlar da elleri boş geri dönmek zorunda kalırlar. Mısır'dan elleri
boş çıkan Hz. İbrahim'in adamları halkın dedi-kodusundan çekindikleri için,
İbrahim (a.s.)'in huzuruna böylece gelmek istemezler ve yolda gelirken boş
çuvalları ince kum ile doldururlar ve develere yüklerler. Böylece îbrahim
(a.s.)'in makamına gelirler, develerini yıkarlar, üzüntülerinden her biri bir
yere gider. İçlerinden biri gelip durumu Hz. ibrahim'e bildirir. îbrahim (a.s.)
buna çok üzülür, evine gelir ve yatar. Uykuda iken cariyeleri kapıda dolu olan
çuvallardan birini açarlar, içinden bir miktar un alırlar ve ekmek yaparlar.
Hz. İbrahim uykudan uyandıktan sonra, ona bir sofra hazırlarlar, îbrahim
(a.s.) bu duruma şaşırır ve unun nereden alındığım sorar. Onlar da
«dostunuzdan gelen çuvallardan aldık» derler. O za-
NİSA SURESİ (cüz: 5,
âyet: 125)
man Hz. İbrahim onlara
«Bu Mısır'daki dostumuzdan değil, gerçek dostumuzdandır» cevabını verir.
Gerçekten Allahü Teâlâ, onu dost tutunmuştur. Allah'ın rızasını kazanmak için
infak edenler, yoksulları gözetenler, salih amel işleyenler, Yüce Allah
tarafından böyle mükâfatlandırılır. Allahü Teâlâ, kendisine itaat eden
kullarını hiçbir zaman mahrum bırakmaz. Onlara ummadıkları yerden rızıklar
halk eder. Yeter ki kul, Allah'ına tam manâsıyla teslim olsun, O'nun ipine
sımsıkı sarılsın.
Yüce Allah'ın Hz.
İbrahim'i dost edinmesinin sebeplerinden biri de şudur: Meleklerden bir kısmı,
insan suretine girip İbrahim (a.s.)'e misafir olurlar. İbrahim (a.s.),
misafirleri için semiz bir hayvan keser ve etini kendilerine ikram eder. Ancak
onlar bu ikramı kabul etmezler. İbrahim (a.s.) sebebini sorar. Misafirler «Biz
parasını vermediğimiz bir şeyi yemeyiz»
derler. Hz. İbrahim, onlara
«Bunun
parası yemeğe
başlarken demenizdir» der.
• bitirdikten sonra da
İbrahim (a.s.)'den bu
sözleri duyan melekler birbirine «Bu zat Allah'ın dostluğuna lâyıktır» derler.
Sonra Hz. İbrahim'in huzurundan ayrılıp giderler.
İbrahim (a.s.)'in
Allah'a dostluğunun bir sebebi de şudur: Kâfirlerin reisleri gelip İbrahim
(a.s.)'e misafir olurlar. İbrahim (a.s.), onlara görülmemiş bir şekilde iltifat
ve ikramda bulunur. Onlar bu ikram karşısında şaşırıp kalırlar, yaptıklarına
mahcup olurlar ve Hz. İbrahim'e şöyle derler: «Bizim görebileceğimiz herhangi
bir ihtiyacın var mı? Şayet böyle bir ihtiyacın varsa derhal yapahm.» Bunun
üzerine İbrahim (a.s.) onlara asil bir cevap verir: «Evet sizden bir isteğim
var. Bir def acık olsun başınızı yere koyun, Allah'a secde edin» der. Onlar bu
istek karşısında derhal secdeye kapanırlar. Bu sırada Hz. İbrahim ellerini
kaldırır: «Ey Rabbim, ben elimden geleni yaptım sana secde ettirdim, bunlara
lâyık olanı ver» diye dua eder. Allah onların gönlüne hidayet verir, küfürden
kurtarır. Böylece onlar Hz. İbrahim'in duasıyla imana gelir ve tevhid dinine
girerler. Hz. İbrahim'in onlara yapmış olduğu ikram, onların imana gelmesine
sebep, kendisinin de, Allah'ın dostluğunu kazanmasına vasıta olur.
Hz. Cabir,
Peygamberimiz (s.a.v.)'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir: «Allahü Teâlâ
Hz. İbrahim'i üç şeyden dolayı dost edinmiştir: 1 — Hz. İbrahim herkese ikram
ettiği, yani cömert olduğu için. 2 — Gördüğü herkese selâm verdiği için. 3 —
Geceleyin herkes uy-
NtSÂ SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 126-127)
113
kuya daldığı
>a>v, ,,,...,
lik bulunursa n kalkıP ibadet ettiği için.» Her
kimde bu uç ozel-nu kazanmak ^îlah'ın dostluğunu kazanmış olur. Allah'ın
dostîuğu-*# bunlara riayet etmek
gerekir.
Allahü Te
ayet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
S
,
°*anlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her J
şeyi
Göklerde ,
mahlûkudur ' lert^e ve
bunların içinde ne varsa hepsi Allah'ın ve eöklerdo Urılar Allah'ın hükmüne râm
olmuşlardır. Yerlerde gelmiştir H" *arm hepsi Allah'ın kudretiyle ve
ilmiyle meydana lâ'nın ilmi b varlık Allah'ın ilminden hariç değildir. Yüce
Mev-n'aı*in hepsini ihata etmiştir.
Allahü TQA,.
âyet-i celilesinde
şöyle buyuruyor:
«Bir de kari ra dair
fetv n'ar hakkında senden fetva
istiyorlar. De ki: "Onla-
vermediğini? S'Ze
AIlah veriyor. Kendilerine farz kılınan mirası mağdur çocı ı,G n^ahlamalarını
de beğenip yetim kızlar hakkında, da sizlere kit hakkında ve yetimlere insafla
bakmanız hakkın-Allah hakkiviapta °^unan âyetler var. Hayır olarak yapacağınız
işi
VIa bilicidir."»
Yâ Muham hususunda « mec*. onlar
kadınlara mirasın verilip verilmeyeceği
lara ve kadını11^611
^etvâ isterler. Araplar savaşa gitmeyen çocuk-hafaza eden a**a m*ras
vermezlerdi. Onları koruyan, bakan ve mu-rum ederlere- 'Z diyerek, savaş
ganimetinden ve mirastan mah-hakkmdaki h ■'• ce Allah sizin üzerinize
okunan Kur'an'da onlar size Allah v
^m^er"i- ve mirası beyan etmiştir. Onlara dair fetvayı
Yetimlerin ı,
, , j
beğenip nik* na^kı olan mirası vermediğiniz gibi, yetim
kızları da davranman mazsmız- Küçük
çocuklara ve yetimlere
adaletle onlar hakkı Ususunda
size Kur'an'da âyetler indirilmiştir. Allah, aa>ki hükümlerini size beyan
etmiştir.
C. : II — F. : 8
114 NlSÂ SÛRESİ
(cüz: 5, âyet: 128)
Ma'mer bin İbrahim'in
rivayetine göre, bir zat yetim bir kız çocuğunu himayesine almıştı. Kızcağızın
babasından kalma çok malı vardı. Ancak yüzü çirkin olduğu için himayesinde
bulunduğu adam, onunla evlenmek istemiyor, malından dolayı da başkasına
vermiyordu. İbrahim devam ediyor: «Hz. Ömer bir genelge yayınlayarak kimin
yanında yetim kız varsa onunla evlenmesini emretti.» Bu, yetim kızların şunun
- bunun elinde mağdur olmamaları için Hz. Ömer tarafından alınan bir tedbirdi.
İslâm, yetimleri, fakirleri, yoksulları, kimsesizleri korumayı emreder. Her
kim hayır veya serden bir şey yaparsa Allah onu bilir ve kıyamet günü
karşılığını verir. Yüce Allah, kadınlar, çocuklar ve yetim kızlar hakkında
adaletle hükmetmeyi, onlara zulmetmemeyi emreder, miraslarının kendilerine
verilmesini ferman buyurur.
Bu âyet-i celîle iki
hükmü beyan eder: 1 — Kız çocuğunun babasından ve dedesinden başkası da,
erginlik çağına geldikten sonra onu evlendirebilir. 2 — Yetim kızları
himayesine alıp bakanlar, onlarla evlenebilirler. Yani onlarla evlenmelerinde
bir sakınca yoktur. İslâm'dan önce Araplar kendi himâyelerindeki yetim
kızlarla evlenmezler di.
Alîahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer kadın kocasının
serkeşliğinden veya aldırışsızlığmdan endişe ederse anlaşma yoluyla aralarım
bulmalarında kendileri için bîr mahzur yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.
Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız
bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.»
Kadın, kocasının
kendini üstün tutup, beğenmemesinden, serkeşlik yapmasından veya kocasının
kendisinden yüz çevirmesinden kor-karsa anlaşma yoluyla aralarım bulmalarında
kendilerine bir vebal, bir günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Anlaşmak
suretiyle ■aralarındaki geçimsizliği gidermek kendileri için daha
hayırlıdır.
Bu âyeti celîle
Muhammed bin Müslime'nin kızı ile kocası Said bin Zebir hakkında nazil
olmuştur. Müslime'nin kızı genç ve güzeldir. Zebir onunla evlenir. Aradan
yıllar geçer, kızın eski gençliği ve
NtSÂ SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 129) 115
güzelliği kalmaz.
Zebir bunun üzerine başka bir kadın alacağına yemin eder ve alır. Zebir daha
ziyade yeni hanımı ile meşgul olur, Müslime'nin kızma bakmaz, onunla ilgilenmez
ve ondan yüz çevirir. Kadın bir müddet sabreder, bakar ki değişiklik yok,
gelip kocasını Peygamberimize şikâyet eder. Bunun üzerine bu âyet nazil olur
ve şöyle buyurulur: «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığmdan
endişe ederse anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bir mahzur
yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.»
Bazı sebepler yüzünden
geçinemeyen karı - kocayı barıştırmak, onların arasını bulmak Yüce Allah'ın
emridir. Basit sebepler yüzünden karı - kocanın ayrılmasını İslâm hoş
görmüyor. Her ikisinin de birbirine karşı sevgi - muhabbet ve hoşgörü ile
davranmasını emrediyor. Kadın kocasının yapamayacağı şeyleri ondan beklememelidir.
Kocasını müşkül durumda bırakmamalıdır. Giyim - kuşamda, yeme - içmede ve ev
idaresinde kocasının gelirine göre hareket etmelidir. Koca da, hanımını küçük
görmemeli, onun her türlü ihtiyacım karşilamalı, şayet iki evli ise aralarında
ayrım yapmamalı ve İslâm'ın emrettiği şekilde hareket etmelidir.
Kadınlar yaratılış
itibariyle daima kocalarıyla beraber olmak isterler, araya başka bir kadının
girmesini asla arzu etmezler. Onlar bu hususta çok kıskançtırlar. Allahü Teâlâ
onlar için şöyle buyuruyor: «Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır
ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz
haberdardır.» Şayet birbirinize iyi davranır, aranızdaki kırgınlığı giderir ve
birbirinize karşı yapacağınız haksızlıktan sakınırsanız Allah gönüllerinize
muhabbet ve huzur verir, sizi dünya ve âhiret saadetine nail eder. Allah
yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.
Yüce Allah âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kadınlar arasında
adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiremezsiniz. Bari
büsbütün meyledip de ötekini askılı gibi bırakmayın. Eğer kendinizi iyi
kullanır, haksızlıktan sakınırsanız şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı, çok
merhamet edicidir.»
Ey mü'minler, kadınlar
arasında adalet hususunda ne kadar hırs gösterirseniz gösterin, buna asla
gücünüz yetmez. Bunu hakkıyle yapamazsınız. Yani kadınlar arasında adaleti tam
mânasiyle yapa-
116 NÎSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 130-131)
mazsmız. Onlardan
birine meyledip, diğerini hepten boşlamaym, onu başı boş gibi bırakmayın.
Nafaka ve taksimde her ikisini de aynı tutun. Aralarında ayrıcalık yapmayın.
Eğer kendinizi iyi kullanır, onlara haksızlık etmekten sakınırsanız şüphe yok
ki, Allah hatalarınızı bağışlar, günahlarınızı affeder. Zira Yüce Allah çok bağışlayıcı,
çok esirgeyicidir.
Ebû Hüreyre (r.a.)
Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Peygamberimiz, her kimin iki hanımı ölür
da, bunlardan birine meyleder, diğerini ihmal ederse kıyamet günü, onun bir
yanı düşük olarak mahşer yerine gelir.» Görülüyor ki, hanımları arasında
adaletle hareket etmeyenlerin kıyamet günü mahşer yerine getirilişleri bile
başka. Peygamberimiz (s.a.v.) hanımları arasında son derece adaletli davranır,
onların hiçbirini ihmal etmez ve şöyle derdi: «Allah'ım, benim elimden gelen
budur, Sen her şeye mâliksin, ben mâlik deği- a lim. Belki muhabbette onları
eşit tutamam, bundan dolayı beni mes'- \ ul tutma.». Hz. Peygamber hanımları
arasında son derece adaletli davranmasına rağmen, yine de onlardan birine fazla
muhabbet beslemesinden korktuğundan dolayı «Bundan beni mes'ul tutma» diye
Allahü Teâlâ'ya dua ediyordu. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber
böyle dua ederse insanların durumunu düşünün. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Eğer kendinizi iyi kullanır, haksızlıktan da sakınırsanız şüphe yok ki, Allah çok
bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.»
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Karı koca boşanarak
birbirlerinden aynhrlarsa Allah her birini nimetinin genişliği ile
yoksulluktan beri kılar. O, hükmeden hikmet sahibidir.»
Şayet karı - koca
anlaşamayıp, boşanırlarsa, Allah herbirini nimetinin genişliği ile
yoksulluktan beri kılar. Rızıklarım bol eder. Zira Allahü Teâlâ bütün yaratmış
olduğu mahlûkatın rızkını verendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Kullarına
lâyık olduklarım verir. O'-nun hükmüne kimse mani olamaz.
Yüce Allah âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
NİSA SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 132-133) 117
«Gökte olanlar da,
yerde olanlar da Allah'ındır. And olsun ki biz senden önce kendilerine kitap
verilenlere de, size de hep Allah'tan korkun diye tavsiye ettik. İnkâr
ederseniz bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah hiçbir şeye
muhtaç değildir. Hamd ve sena O'nadır.»
Ey insanlar, yerde
gökte ne varsa hepsi Allah'ındır. Kimsenin O'nun mülkünde bir ortaklığı yoktur.
Allahü Teâlâ Ahirzaman Peygamberine de, ondan önce kendilerine kitap verilen
Yahudi ve Hıristiyan'lara da, kendinden korkmaları için tavsiyede bulunmuştur.
Yani Allah'ın birliğini tasdik edip, iman etmeleri ve emirlerine sarılıp,
yasaklarından kaçmaları için onlara tavsiyede bulunmuştur. Ancak Allah'ın
birliğini kabul edip, yasaklarından kaçıp, emirlerine itaat edenler O'ndan
korkarlar. Eğer Allah'ın birliğini kabul edip, ahkâmını tasdik ettikten sonra
inkâr ederseniz, Allah'ın zâtından ve mülkünden hiçbir şey eksiltemezsiniz.
Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, hiç bir şeye muhtaç
değildir, her şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah bütün noksan sıfatlardan beridir.
O'nun bütün fiilleri hikmet üzeredir. Boşuna hiçbir şey yaratmamıştır ve her
yarattığının bir hikmeti vardır. O hikmeti insanlar anlayamazlar.
_I( Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle
buyuruyor:
«Göklerde olanlar da,
yerde olanlar da Allah'ındır, Vekil olarak Allah yeter.»
Göklerde ve yerde
olanların hepsi Allah'ın mülküdür ve hepsinin mâliki O'dur. Gökleri, yeri ve
bunlarda olanların hepsini tanzim eden, yerli yerine koyan, sevk ve idare eden,
besleyen O'dur. O, yarattıklarına muhtaç değildir, onların ibadetlerine de
ihtiyacı yoktur. Fakat yarattıkları O'na muhtaçtır. Kul ibadet yaparsa mükâfatını,
yapmazsa cezasını görür. Çünkü ibadetler Allah'ın vermiş olduğu nimetlere
şükürdür. Zira Allah bütün nimetleri kulları için yaratmıştır. Elbette kulun
bu nimetlere karşı şükretmesi gerekir. Bu bakımdan ibadet yapan da kendisine
yapar, küfreden de kendisine yapar.
Bundan sonra Allahü
Teâlâ ibadet etmeyenler hakkında şöyle buyuruyor:
"Ey insanlar, O
dilerse sizi yok eder de yerinize başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla
kadirdir.»
118 NİSA SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 134)
Ey kâfirler ve
münafıklar, siz Allah'a iman ve ibadetten yüz çe-virmişsinizdir. Sizin yapmış
olduğunuz küfre karşı eğer Allahü Teâlâ dileseydi, sizi helak eder, yerinize
kendisine iman eden bir kavmi getirirdi. Yüce Allah, sizi helak edip yerinize
başka bir millet getirmeye kadirdir. Fakat sizin bunca küfür ve isyanlarınıza
karşı bunu yapmamıştır.
Bu âyet-i celüede,
büyüklere, hâkimlere, kadılara, reislere, ilim sahiplerine tenbih ve tahfif
vardır. Şöyle ki: Bunların emri altındakilere adaletle hükmetmeleri vs
âlimlerin ilmiyle amel edip, halkı irşad etmeleri için tenbih, bunları
yapmadıkları takdirde, Yüce Allah'ın onları giderip yerlerine kulları arasında
adaletle hükmeden ve ilmiyle amel edip, halkı irşâd eden âlimler getireceğine
de tahfif vardır. Yani Yüce Allah görevlerini yapmadıkları takdirde kendilerini
helak edeceğini bildirmektedir. Allahü Teâlâ bunların hepsine kadirdir.
Yüce Allah âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Kim dünya mükâfatım
isterse bilsin ki dünyanın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır. Allah
söylenenleri işitici ve yapılanları görücüdür.»
Dünya nimetlerini elde
etmek isteyenler bilsinler ki, dünyanın nimetleri de, âhiretin mükâfatları da
Allah'ın katındadır. Yaratmış olduğu varlıkların rızkını veren O'dur. Yine
âhirette de onları mükâfatlandıracak ve mücâzatlandıracak olan O'dur.
Allah'tan başka rızık verecek olan da mükâfatlandıracak olan da, cezalandıracak
olan da yoktur. Buna kimsenin gücü yetmez.
Bazılarına göre bu
âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Müşrikler «Bizi yaratan ve rızıklandıran
Allahtır» demişler, buna rağmen âhireti inkâr etmişlerdi. Yüce Allah onların
durumlarını haber verip şöyle buyurmuştur: «Kim dünya mükâfatını isterse
bilsin ki dünyanın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır.»
Allahü Teâîâ âhireti
isteyenlere âhireti, dünyayı isteyenlere de dünyayı verir. Herkese dilediğini
ihsan eder, dünyâyı isteyip de, âhireti unutanlar, âhiretin nimetlerinden
mahrum olurlar.
Bazı tefsirciler şöyle
demişlerdir: Cehennemde bir dere vardır ki, cehennem her gün ondan Allah'a
sığınır. O dere halka gösteriş için Kur'an okuyanların cezalandırılacağı
yerdir. Gösteriş için Kur'-an okuyanların, va'z u nasihat edenlerin cehennemde
gidecekleri yer orasıdır. Görülüyor ki, Allah rızası için yapılmayan hiçbir
ibadetin
NİSA SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 135)
119
faydası yoktur. Ancak
Allah rızası için yapılan ibadetlerin, okunan Kur'an'larm ve sadakaların
faydası vardır. Yüce Allah söylenenleri işitici, yapılanları görücüdür. O'nun
bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz, kullarının niyetlerine göre mükâfat ve
mücazat verir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
kendiniz, ana - babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şahid
olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakir olsun, onları Allah'ın
korumasa daha uygundur. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer doğru söylemekte
dilinizi bükerseniz veya şahidlikten yüz çevirirseniz kat'iyetle bilin ki,
Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»
Ey iman edenler,
sizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahid olarak
adaleti gözetin, daima adalet üzere olun ve hakkı söyleyin. Şahidliğinizi de
Allah için yapın. Şahidlik yaptığınız kişiler ister zengin olsun, ister fakir
olsun hakkı söylemekten asla ayrılmayın. Zenginlere meyledip, fakirlerin
aleyhine şahidlik yapmayın, şahidlik hususunda adaletten asla ayrılmayın. Yüce
Allah onların hâlini sizden daha iyi bilir. Sizin onları veya onlardan birini
korumanızdan Allah'ın koruması daha iyidir. Ey iman sahipleri, yapacağınız
şahidlik ister kendi aleyhinize, ister ana-babanızın aleyhine, ister
yakınlarınızın aleyhine olsun asla taraf tutmayın. Hak ne ise onu söyleyin ve
şahidlik hususunda Allah'tan korkun. Adaletinizde ve şahidliğinizde haktan
ayrılarak nefsinize uymayın. Eğer doğru söylemez veya şahidlikten yüz
çevirirseniz, yani bildiğinizi gizlerseniz hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır. Sizin bildiklerinizi, gizlediğinizi, doğruyu konuşup konuşmadığınızı
bilir, kıyamet günü ona göre mükâfat ve mücazatmızı verir.
Bu âyet-i celile
şahidlerin mahkemede doğru söylemelerini, bildiklerini gizlememelerini,
zengin-fakir, ana-baba, hısım-akraba ayırmadan hakkı söylemelerini
emretmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) «Allah'a ve âhiret gününe inananlar
şahitliği doğru yapsınlar, bildiklerini dosdoğru söylesinler, kimin üzerinde
bir hak varsa onu sa-
120 NlSÂ
SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 136-138)
hibine versinler. Onu
inkâr ederek hak sahibini
kadıya, sultana, mahkemeye düşürüp ona
zahmet vermesinler» buyurmuştur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah'a, Peygamberine, peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği
Kitaba inanın. Kim Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve âhiret
gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Kâ'boğullan kabilesinden Abdullah ibni Selâm ile Esad ve
arkadaşları Salebe ibni Kays Peygamberimize gelirler ve «Ey Allah'ın Resulü,
biz sana ve sana indirilen kitaba, Musa'ya indirilen Tevrat'a ve Üzeyr'e
inanıp da, bunlardan başka peygamberleri ve kitapları inkâr mı edelim?»
derler. Peygamberimiz de onlara «Allah'a, Muhammed'e ve Muhammed üzerine
indirilen kitaba ve ondan önce indirilen kitaplara da iman edin» buyurur.
Allahü Teâlâ da bu âyetini inzal ederek Peygamberini tasdik edip, şöyle
buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği
kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın.» Bu âyet-i celîleler iman
esaslarını bildirmektedir.
Bazılarına göre bu
hitap bütün mü'm ini eredir. Bundan maksat imanınız üzere sabit olun.
Peygamberinizi ve ona inen kitabı tasdik edin. İmanınızı sağlam tutun ve onu
zedeleyecek şeylerden kaçının. Her kim Allah'ı, meleklerin, kitapların Allah
tarafından gönderildiğini, peygamberlerin Allah'ın kulları ve elçileri
olduğunu öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu inkâr ederse, şüphesiz uzak bir
sapıklığa düşmüş olur. Onlar küfürleri sebebiyle haktan uzaklaşıp, bâtıla
sapmışlardır. Hakkı inkâr edenlerse mutlaka küfürlerinin cezasını
göreceklerdir. Onlar hem dünyada, hem de âhirette Allah'ın gadabına
uğrayacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde inkâr edenler için şöyle buyuruyor :
NlSÂ SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 136-138) 121
«Doğrusu inanıp, sonra
inkâr edenler, sonra inanıp tekrar inkâr edenler, sonra da inkârları artmış
olanları Allah bağışlamaya-caktır. Onları doğru yola da eriştirmeye çektir.
«Münafaklara,
kendilerine elem verici bir azap olduğunu müjdele.»
Onlar, öyle
kimselerdir ki, Musa'ya ve ona inen kitaba iman ederler de, buzağıya ve putlara
tapmak suretiyle tekrar k,âfir olurlar. Sonra Hz. İsa'ya ve ona inen kitaba
iman ederler, arkasından putlara taparak tekrar küfre dönerler. Musa'ya ve
İsa'ya iman edenler kitaplarında son Peygamber Hz. Muhammed'in geleceğini
okurlar ve ona iman ederler de, Peygamber olarak gönderildikten sonra onu kabul
etmezler ve Kur'ân-ı Kerim'i de inkâr ederler. Hz. Peygam-ber'in mu'cizelerini
gördükleri halde yine iman etmezler ve küfürlerini artırdıkça artırırlar. İşte
o küfürlerini artırmış olanları Allahü Teâlâ bağışlamayacaktır. Çünkü onlar
küfürlerinden ve inkârlarından dönmemişlerdir.
Bazı tefsirciler de
şöyle demişlerdir: «Onlar Musa'ya İman ettikten sonra tekrar imanlarından
dönerek kâfir oldular. Tevrat'tan Hz Muhammed'in geleceğini öğrenerek henüz
dünyaya gelmeden ona iman etmişler ve Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra,
peygamberliğini kabul etmemişler, onun peygamberliğini inkâr ederek kâfir
olmuşlardır. Onlar Peygamberimizin mu'cizelerini ve Allah tarafından kendisine
gönderilen kitabı inkâr etmekle küfürlerini artırdıkça artırmışlar ve
küfürlerinden dönmemişlerdir. Allah onlar: asla bağışlayıcı değildir.» Çünkü
onlar imanlarını terk edip, küfre dalmışlar ve küfürlerinden de kat'iyetle
dönmemişlerdir. Yüce Allar imandan sonra tekrar kâfir olanları bağışlamaz.
Ancak küfürder imana dönenleri bağışlar ve İslâm'ı kabul etmeden önce yapmış ol
dukları hataları da, iman ettikleri için affeder. İmanları buna keffa ret olur.
Şayet imandan sonra tekrar küfre dönerlerse, o ana kadaı yapmış oldukları bütün
ibadetler, hayır ve hasenat yok olur. HattE böyle bir kimse imana girmeden önce
yapmış olduğu hatalardan vt günahlardan da mes'ul olur. Zira küfür bütün
iyilikleri ve ameller yok eder. Yüce Mevlâ onları doğru yola, hak yoluna
iletmez ve on lan hidayete erdirmez. Onlar ebedi olarak cehennemde kalıcıdırlar
Allahü Teâlâ sevgili habibine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, mü nafıklara,
kendileri için elem verici bir azap olduğunu müjdele.» Yü ce Allah münafıklarla
alay ettiği için «Onları müjdele» buyuruyor Onlar için çok elîm bir azap
vardır. Münafıklar mutlaka nifaklarımı ve iki yüzlülüklerinin cezasını çok
fazlasıyla göreceklerdir.
122
NİSA SÛRESİ (cüz: 5, âyet: 139-140)
Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde münafıkların
sıfatlarını beyan ederek şöyle
buyuruyor:
*i\\ ^
-Onlar mü'minleri
bırakıp da kâfirleri dost edinirler, izzeti onların yanında mı arıyorlar?
Doğrusu kudret bütünüyle Allah'ındır,»
Münafıklar, mü'minleri
bırakıp Yahudileri ve Hıristiyanları dost tutunuyorlar ve onlardan yardım
bekliyorlardı. Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamber üzerine galip
gelmeleri için de onlara gizlice yardımda bulunuyorlardı. Ve onların galip
gelmeleri için dua ediyorlardı. Bilmiyorlardı ki, zafer de, nusret de
Allah'tandır. Her şey Allahü Teâlâ'nm dilemesiyle ve kudretiyle olur.
Bundan sonra Yüce
Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:
«O, size kitapta
"Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği ve alaya alındığını işittiğinizde,
onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz
de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Mekke'li müşrikler inen Kur'an âyetleriyle alay ederlerdi.
Akıllarınca inen âyetleri ve Müslümanları alaya alıyorlardı. Allahü Teâlâ,
Müslümanları onlarla bir arada bulunmaktan men edip şöyle buyurmuştur: «Ey
mü'minler size kitapta "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği ve alaya
alındığını işittiğinizde, onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar
yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.»
Kâfirler Mekke'de inen Kur'an âyetleriyle alay edip, inkâr ediyorlardı, îman
edenlerin onların meclislerinde oturup kalkmaları men edilmiştir. Eğer siz
onlarla bir arada oturup - kalkmaktan men edildikten sonra, tekrar onlarla
oturur ve sözlerini dinlerseniz onların günahlarına ortak olursunuz. Yani
günahta onlar gibi olursunuz.
Bu âyet-i celîlede
şuna da işaret vardır: Her kim bir .ma'siyet ■meclisinde oturur da,
onların isyanlarına ve inkârlarına mâni olmazsa, o mecliste bulunanların
işlemiş oldukları günaha ortak olur. Onların isyanlarına ve küfürlerine mâni
olamayanlar günahlarına or-
NİSA SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 141)
123
tak olmamak için
yanlarında oturmamaları ve onlardan uzak durmaları gerekir. îçki içenlerin ve
kumar oynayanların yanında oturmak, gıybet konuşanları, yalan söyleyenleri ve
din ile alay edenleri dinlemek, bunları işleyenlerle aynı günaha ortak
olmaktır. Yanlarında bulunanlar da o masiyetleri işlemiş gibi günah
kazanırlar.
îmam-ı Dahhâk (r.a.)
şöyle demiştir: «Bir kimse Kur'an'da ve Hadîste olmayan bir şeyi ihdas ederse o
bid'attır. Bid'at iki türlüdür. Biri bidat-ı hasene, güzel olan bid'at, diğeri
ise bid'at-ı seyyiedir, yani kötü, zararlı olan bid'attır. Kötü olan bid'atı
ihdas edenler kıyamete kadar onunla amel edenlerin işlemiş oldukları günaha
ortak olurlar. Her kötü bid'at sahibi bu âyetin hükmüne dahildir.
Yüce Allah âyet-i
celilenin devamında şöyle buyuruyor:
s; «Doğrusu Allah
münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemide toplayacaktır.»
-i «Onlar hep sizi
gözetleyip dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince "Sizinle beraber
değil miydik" derler.»
Allahü Teâlâ
münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde top-layacaktır. Onlara orada çok
elim bir azap vardır. Onlar dünyada da Allah'ın âyetleriyle alay etmek için bir
araya toplanıyorlardı. Yani her ikisi de Allah'ın âyetleriyle alay
ediyorlardı. Yüce Allah münafıkları kâfirlerden önce zikretmiştir. Çünkü onlar
iki yüzlü, hâin ve şerli kimselerdir. Bunun için de âyette önce onlar
zikredilmiştir. Ve onlar için şöyle buyuruluyor: Onlar hep sizi gözetleyip
dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince "sizinle beraber değil
miydik?" derler. Halbuki münafıklar Müslümanların zafere ulaşmasını asla
istemezler. Fakat Müslümanlar zaferi kazandı mı da hemen "Biz de sizinle
beraberdik, savaşı beraber kazandık» diyerek ganimet talebinde bulunurlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlenin devamında onlar için şöyle buyu-
ruyor:
124 NİSA
SÜEESt (cüz: 5, âyet: 142)
«Kâfirlere zaferden
bir pay düştüğü zaman da onlara: "Size üstünlük sağlayarak mü'minlerden
korumadık mı?" derler. Kıyamet günü aranızda hüküm verecek Allah'tır.
Allah, mü'minlerin aleyhine kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.»
Bu âyet-i celîlelerde
Allahü Teâlâ münafıkların durumlarını ve sıfatlarını beyan etmektedir. Şayet
kâfirler Müslümanlara galip gelirse, o zaman «Size üstünlük sağlayarak,
mü'minlerden sizi korumadık mı? Onların gizli hallerini size haber vermedik
mi, pnlan sizinle savaşmaktan alıkoymadık mı?» derler. Bu söz ve
hareketleriyle kâfirlere yaranmak isterler, onlardan medet umarlar ve böylece
de küfürlerini açığa vururlar. Akıllarınca mü'minleri kandırmak için de iman
ettiklerini söylerler. Yüce Allah kıyamet günü mü'minler münafıklar ve kâfirler
arasında hüküm verecektir. Kimin iman edip etmediği o zaman meydana çıkacaktır.
Mü'minler imanlarının mükâfatını, kâfirler ve münafıklar, küfür ve iki
yüzlülüklerinin cezasını göreceklerdir.
Hz. Ali (r.a.)'ye bu
âyetin mânâsından sorarlar, derler ki: «Allahü Teâlâ buyurdu ki: «Kâfirler
mü'minler üzerine asla zafer ve nusret bulamazlar.» Halbuki kâfirler bize galip
gelip, başımıza musallat oluyorlar, bu âyetin mânâsındaki hikmet nedir?» Hz.
Ali «Kıyamet günü kâfirler mü'minlere musallat olamaz» cevabını verir.
Allahü Teâlâ
münafıklar için şöyle buyuruyor:
»v—
«Doğrusu münafıklar
Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar. Oysa Allah, onlara aldatmanın ne olduğunu
gösterecektir. Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar, insanlara gösteriş
yaparlar. Allah'ı ancak birazcık hatıra getirirler.»
Yüce Allah bu âyet-i
celilede de münafıkların durumunu açıklıyor. Onlar iman ettiklerini söyleyerek
küfürlerini gizlerler. Akıllarınca güya Allahü Teâlâ'yı aldatmaya çalışırlar.
Halbuki onlar, kendilerinden başkasını aldatamazlar. Ancak kendi nefislerini
aldatırlar. Zira Yüce Allah onların yaptıklarının hepsinden haberdardır.
Kıyamet günü onların fiillerine uygun cezayı verecektir, işte o zaman kimin
aldatıldığı ortaya çıkacaktır. Allahü Teâlâ mü'minlerin sırattan geçmeleri için
nur ışığı ile kendilerini aydınlatacaktır. Mü'minler o nurun ışığında sıratı
geçerler. Sonra aynı nuru münafıkla-
NİSÂ SÛRESİ (cüz: 5,
âyet: 143-144) 125
ra da verecektir,
münafıklar nurun ışığında sırat köprüsüne doğru yürürken, Yüce Allah bir anda
nurunu alacak, onları dehşetli bir karanlık içinde bırakacaktır. O karanlıkta
bir adım bile yürüyeme-yecekler ve oldukları yerde dona kalacaklardır. O zaman
AUah tarafından kendilerine şöyle nida olunacaktır: «Bu sizin dünyada yaptıklarınızın
cezasıdır, iman ettik diye mü'minleri aldatırdınız, şimdi çekin cezanızı. îşte
bu sizin çezanızcur.» Onlar cezalanın çekmek üzere topluca cehennemin en aşağı
tabakasına atılacaklardır.
Münafıkların bir
sıfatı da, namaz kılmayışlarıdır. Kılanlar ise onu bir angarya gibi kabul
ederler, sanki namaz onların üzerinde bir yükmüş gibi zorlanırlar. Yaptıkları
ibadetleri, kıldıkları namazları Allah rızası için değil de, sadece insanlara
gösteriş için yaparlar. Allah'ı zikretmezler, zikredenler de, namazda olduğu
gibi gösteriş için yaparlar. Bunlar Allah'ın rızasını düşünmezler, sadece insanları
aldatmak için göze girmeye çalışırlar. Gerçek mü'nün bu sıfatlardan uzak olup,
yaptığını sadece Allah rızası için yapmalıdır. Allah rızası için yapılmayan
ibadetlerin, zikirlerin, namazların, hayırların, sadakaların, oruçların,
okunan Kur'anlarm Allah indinde asla değeri yoktur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlar (küfür ile
iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlarladırlar, ne de
bunlarla. Allah kimi şaşırtırsa asla ona bir yol bulamazsın.»
Münafıklar küfür ile
iman arasında mütereddiddirler. Bu ikisi arasında bocalayıp dururlar. Ne halis
mü'minlerdir ki, onların cemaatinde olsunlar ve ne de müşrikdirler ki,
küfürlerini açığa vursunlar. Allah'ın hidayete erdirme di ğini, hak yoldan
uzaklaştırdığını sen asla hidayete erdiremezsin. Çünkü onların küfürleri
hidayetlerine manidir. Bu bakımdan Allah onları saptırmıştır. Allah'ın saptırdığını
kimse hidayete erdiremez.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde iman edenlere şöyle buyuruyor
r
«Ey iman edenler,
mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinme yin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir
ferman vermesini mi istersiniz."
(cuz: 5, âyet: 145-146)
Ey iman edenler, siz
mü'minleri bırakıp da, Allah'a isyan eden, şirk koşan ve inkâr eden kâfirleri
dost edinmeyin. Onları dost tutmakla Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman
vermesini ister misiniz? Eğer mü'minleri bırakır da, kâfirleri dost
edinirseniz, Allah yardımını üzerinizden kaldırır. Onları dost edinmeniz
Allah'ın azabına müs-tehak olmanıza vesiledir.
Yüce Allah yine
münafıklar hakkında şöyle buyuruyor:
«Şüphesiz münafıklar
cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için asla bir yardım edici de
bulamazsın.»
«Ancak tevbe edenler,
nefislerini ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerine Allah için
bağlananlar müstesnadır. Onlar, mü'minlerle beraberdirler. Allah, mü'minlere
büyük bir mükâfat verecektir.»
Bu âyet-i celîlelerde
Allahü Teâlâ, münafıkların cezası Üe mü'-minlerin mükâfatlarım bildiriyor. Yüce
Mevlâ, insanlara amellerine göre mükâfat ve mücazat verir. Bu bakımdan
münafıklar amellerinin karşılığı olarak cehennemin en alt tabakasına
atılacaklardır. Onların cehennemdeki yeri kâfirlerinkinden daha aşağıdadır. Çünkü
onlar kâfirlerden daha şerlidirler. Küfürlerini gizlerler, Müslüman olduklarını
açıklarlar, sonra da din ile alay ederler. Kâfirler ise, küfürlerini
gizlemezler, Müslümanlara karşı düşmanlıklarını açıktan yaparlar ve
Müslümanları aldatmak için «Biz de Müslümanız» demezler. Müslümanlar da,
onların açıktan açığa düşman olduklarını bilirler, ona göre tedbirlerini
alırlar. Bu bakımdan onlara aldanmaz-lar. Fakat münafıklar böyle değildir,
onlar içi başka, dışı başka oldukları için çoğu kez mü'minleri aldatmışlardır.
Müslümanlar da, onları mü'min zannederek kendilerine güvenmişler, sırdaş
olmuşlardır. Münafıklar ise, mü'min görünerek her fırsatta gerçek Müslümanları
aldatmışlardır. Bundan dolayı onların cezası kâfirlerinkinden daha şiddetli ve
daha elimdir. Onlar, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak kimseyi asla
bulamazlar. Ancak yaptıkları nifaklara, kötülüklere tevbe edip, iman edenler,
nefislerini ıslâh ederek amel-i salih yapanlar, îslâm dininin hak olduğunu
kabul edip, Allah için ona bağlananlar, Allah'ın birliğini kabul edip,
dinlerini dünyalık için
değiştirmeyenler
müstesnadır. İşte onlar mü'minlerle beraberdirler. Yüce Allah mü'minlere büyük
bir mükâfat verecektir. Allah'ın mükâfatı, rahmeti, affı ancak iman edenler
için söz konusudur.
Bu âyet-i celile şunu
da bildiriyor: Allah'ın yaratmış olduğu varlıklar arasında en şerlileri ve en
şiddetli azaba uğrayacak olanlar münafıklardır. Çünkü Yüce Allah onlara
cehennemin en aşağı tabakasını vaad etmiştir. Fakat dört şey ile de onların
nifaktan kurtulacaklarını beyan etmiştir. Münafıkları nifaktan ve esfel-i
safi-line inmekten kurtaracak olan dört şey şunlardır: Hiç dönmemek şartıyla
Allah'a tevbe etmek, ihlâsla amel etmek, nefisleri ıslâh ederek nifaktan
dönmek, Allah'a iman ederek dinine bağlanmak. İşte o zaman mü'minlerle beraber
olurlar. Allahü Teâlâ onlar için «Mümin demedi, mü'minlerle beraber olurlar»
buyurdu. Zira onların yapmış oldukları fiiller imanlarına ve Allah indindeki
mükâfatlarına mani olduğu için «Mü'min» lâfzını kullanmadı.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer şükreder iman
ederseniz Allah sizi niçin azaba uğratsın? Allah şükredenlerin mükâfatını
verici, hakkıyla bilicidir.»
Ey mü'minler, eğer siz
Allah'a iman eder, vermiş olduğu nimetlere şükredip, amel-i salih yaparsanız
Allah niçin size azap etsin? Yüce Allah iman edenleri, vermiş olduğu
nimetlerine şükredenle-ri, ihlâsla amel edenleri asla azaba uğratmaz. Onlar
için büyük mükâfatlar hazırlamıştır. îhlâsla yapılan az amele çok sevap ve
mükâfat verir. Gösteriş için yapılan amellerin ise hiçbirini kabul etmez,
Allah alimdir iman edip, şükreden kullarını bilir, ona göre mükâfatını verir.
Allah katında hiç kimsenin ameli asla zayi olmaz. Herkes niyetine göre
amelinin karşılığını görür.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah çirkin sözün
alenen söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka. Allah her şeyi işitici,
hakkıyla bilicidir.»
Yüce Allah, kullarının
çirkin söz söylemesini asla sevmez. Çünkü onları ahsen-i takvim üzere yani
ahlâki bakımdan en üstün bir şekilde yaratmıştır. Dolayısıyla onların çirkin,
gayr-i ahlâkî sözler sarf etmesini yasaklamıştır. Ancak bunlar içerisinde
kendilerine zul-medilenler, zulmedenden şikâyetçi olup, haklarını
arayabilirler. On-
128 NİSA SÛRESt
(cüz: 6, âyet: 149)
ların aramalarında
üzerlerine bir vebal yoktur. Fakat haklarını ararken karşı tarafa haksızlık
yapmamak şartıyla hareket etmelidirler. Yüce Allah'ın, kullarının kötü söz
söylemesini sevmemesi, onlara ne kadar değer verdiğinin bir alâmetidir. Ve
onların şerefinin ne kadar yüksek olduğunun ifadesidir. Bu bakımdan Allahü
Teâlâ kullarının kötülük yapmalarına ve birbirlerine karşı çirkin söz
söylemelerine asla razı değildir. Bu emri çiğneyenleri de elim bir azap ile
cezalandıracaktır. Bu âyet-i celîle, mazlumun hakkını aramasına ruhsat
yermektedir.
Bazıları bu âyet-i
celîlenin şuna da işaret ettiğini söylemişlerdir: Misafiri konuk etmeyenleri,
misafir zem ve tahkir eder. Çünkü misafir gittiği yerde Allah rızası için
konuk edilir. Malından - mülkünden dolayı misafir edilmez. Bu bakımdan
misafirin kendisini misafir etmeyenleri zemmetmesinde bir mahzur yoktur.
Bazı tefsirciler ise
şöyle demişlerdir: «Bu söz mü'minler içindir. Onlar misafirlikte olsun, evde
olsun Allah'ın vermiş olduğu nimetleri asla zemmedip, hakir göremezler.
Allah'ın nimetlerini zemmetmek, O'na isyandır. Ancak misafir oldukları zaman
kendilerini konuk etmeyenleri zemmedebilirler. Bunun sebebi ise, başkalarının
bundan ibret alarak misafire hor bakmamalarını temin içindir. Yoksa onları
küçük düşürmek için değildir. «Misafirlere Allah rızası için izzet ve ikram
yapılır. Bu da, Allahü Teâlâ'mn emridir. Allah'ın emirlerini yerine getirmemek
ise, O'na isyandır.
Yüce Allah, semi'
sıfatı ile muttasıftır. Mazlumun duasını işitici ve kabul edicidir. O,
kullarının yapmış olduğu zikirleri, duaları ve bedduaları işitir. Alimdir,
zâlimin zulmünü bilir, mazlumun hakKi-nı asla onda bırakmaz, intikamını alır.
Kimsenin hakkını kimsede bırakmaz, hiçbir zâlimin zulmü yanma kalmaz. Mutlaka
rozasını görür.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer bir hayrı
açıklar veya onu gizlerseniz, yahut fenalığı da affederseniz şüphe yok ki Allah
çok bağışlayıcıdır. Her şeye hakkıyla kadirdir.»
Ey iman edenler, eğer
siz bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz Veyahut size yapılan bir fenalığı,
zulmü affederseniz, bu sizin için çok daha iyi, çok daha hayırlıdır. Zira
Allahü Teâlâ affedicidir, affedenleri sever ve bağışlar. Onların sevabını kat
kat verir. O, her
NİSA SURESİ (cüz: 6,
âyet: 150-151)
±«
şeye hakkıyla
kadirdir. Kullarının yapmış olduğu amellere göre, sevap ve ceza vermeye
kadirdir. Yüce Allah, affa lâyık olan kullarını affeder, cezaya müstehak olan
kullarını da cezalandırır. Kulun mükâfat ve mücazat görmesi kendi elindedir.
îman edip iyi işler yapanlar mükâfatım, küfredenler veya kötü işler işleyenler
de mücazatını göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ı ve
peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de Allah ile peygamberinin arasını
ayırmak isteyen, "kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyen ve
böylece küfür ile iman arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçek
kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azap
hazırlamışızdir.»
Şüphesiz onlar, Allahü
Teâlâ'mn vahdaniyetini ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Yani
Allah'a ortak koşmuşlar, peygamberlerini de yalanlamışlardır. Onlardan bir
kısmı peygamberlerden kimini kabul etmişler, kimini kabul etmemişlerdir. Yine
onlardan bazıları da sadece Allah'a iman etmişler, peygamberleri kabul
etmemişlerdir. Akıllarınca kendilerine göre bir yol tutmuşlardır. Oysa tuttukları
yol ne Allah'ın yoludur ve ne de peygamberlerin gösterdiği bir yoldur. Yüce
Allah onlar için şöyle buyuruyor: «îşte onlar gerçek kâfirlerin tâ
kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azap hazuiamışızdır.»
Onların peygamberlerden ve kitaplardan bir kısmına inanmaları kendilerini
küfürden kurtarmaz. Bir insan peygamberlerin ve kitapların tamamına inanmadıkça
iman etmiş olmaz. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkârdır. Yani bunların
hepsine inanıp da birini bile inkâr ederse kâfir olur. Mü'min olabilmesi için
Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere ve kitaplara iman etmesi
şarttır.
Kâfirler ve Allah'a
isyan edenler için hazırlanan azap, küfürlerinin ve inkârlarının karşılığıdır.
Şayet onlar iman etmiş olsalardı elbette vaat edilen azaba uğramayacaklardı.
Allah'a iman etmedikleri için cezalarım göreceklerdir.
C. r II — F.: 9
13b NÎSÂ
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 152-153)
AUahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'a ve
peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerindin ayırmayanlara gelince,
onlar da mükâfatları kendilerine verile-cek olanlardır. Allah çok bağışlayıcı,
çok esirgeyicidir.»
Allah'a,
peygamberlerine ve kitaplarına iman edip, onlardan birini diğerlerinden
ayırmayanlara mükâfatları ve sevapları kat kat verilecektir. Küfredenler
cezalarını görecekleri gibi, iman edenler de mükâfatlarını göreceklerdir.
Allahü Teâlâ iman edip, amel-i sa~ lih işleyen kullarının günahlarını bağışlar.
Zira O, çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
Yüce Allah âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kitap ehli, senin
üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler.1 Hakikat, onlar Musa'dan daha
büyüğünü istemişler de "Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi.
İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Bilâhare kendilerine bunca
açık âyetler ve deliller geldikten sonra da buzağıya taptılar. Nihayet biz
bunları afvetmiştik. Biz Musa'ya apaçık hüccet verdik.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Kâ'b ibni Eşref, Fenhas ib-ni Âzûrâ ve onlara tâbi olanlar toplanıp
Peygamberimiz (s.a.v.)'in huzuruna gelirler ve şöyle derler: «Gökten bize bir
kitap getirene kadar sana iman etmeyiz. Eğer gökten bir kitap getirip onu bize
okursan sana iman ederiz.» Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal
ederek şöyle buyurmuştur: «Ehl-i kitap, senin üzerlerine gökten bir kitap
indirmeni isterler. Hakikat, onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler de
"Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. îş-te zulümleri yüzünden
onları yıldırım çarpmıştı.» Halbuki onlar iman etmek için Peygamberimizden
böyle bir istekte bulunmuyorlardı. Gû-yâ akıllarınca onu güç durumda bırakmak
istiyorlardı. Allahü Teâ-
NISA SURESİ (cüz: 6,
âyet: 154) 131
lâ Peygamberinin
üzülmemesi için «Onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi» buyuruyor.
Yahudiler her
peygambere aynı şeyi yapmışlardır. Onlar, Musa'ya «Eğer peygamber isen Allah'ı
açıktan bize göster, sana iman edelim. Şayet açıktan açığa Allah'ı bize
göstermezsen sana iman etmeyiz» demişlerdi. Yahudiler, Hz. Musa ile Tür dağına
gelmişler «Allah'ı görürüz veya Musa ile Allah'ın konuşmasını işitiriz»
demişlerdi. Bu şekildeki hareketleri ve sözlerinden dolayır onları yıldırım
çarpmıştı. Yani işledikleri zulüm yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Böylece
onların bir kısmı helak olmuş, geri kalanları ise, kendilerine Musa (a.s.)
vasıtasıyla bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra bile, yine buzağıya
tapınışlardı. Musa (a.s.) Tür dağına giderken onların başına kardeşi Harun
(a.s.)'u bırakmıştı. Onlar Harun'u dinlemeyerek altından bir buzağı yapmışlar
ve ona tapınışlardı. Buna rağmen Allahü Teâlâ, onları affetmiş ve toptan helak
etmemiştir. Yaptıkları bunca hatalarını bağışlamıştır.
Yüce Allah, Musa
(a.s.)'ya apaçık hüccetler, deliller vermiştir. Değneğinin ejderha olması,
elinin nurlanması, denizin ikiye ayrılıp, kavminin ordan geçmesi ve Firavun'un
adamlarıyla birlikte boğulması bunlardandır. Bütün bunlar Musa (a.s.)'nın
peygamberliğini isbat, Yahudilerin de imana gelmelerini sağlamak içindir. Buna
rağ' men Yahudiler, Musa ile mücadele etmişler ve ona düşmanlık beslemişlerdir.
Yüce Allah âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Söz vermelerine
karşılık Tür Dağı'nı üzerlerine kaldırdık. Ve onlara: "Şehrin kapısından
secde ederek girin" dedik. (Sonra) "Cumartesileri aşın
gitmeyin" dedik. Onlardan sağlam bir söz aldık.»
îsrailoğullarınm Hz.
Musa ile yapmış oldukları ahid ve mîsak-larmı bozmamaları ve onun şeriatına
tâbi olmaları için Yüce Allah kudretinin eseri olarak Tûr Dağı'nı onların
üzerine kaldırmış ve bir müddet onu muallâkta bırakmıştır. Allahü Teâlâ onlar
için şöyle buyuruyor: «Söz vermelerine karşılık Tûr Dağı'nı üzerlerine kaldırdık.
Ve "Onlara şehrin kapısından secde ederek girin" dedik. Sonra
"Cumartesileri aşırı gitmeyin" dedik. Onlardan sağlam bir söz aldık.»
Yahudilerin cumartesi günü balık avlamaları ve ticaret yap-
132 NİSA SÛRESİ
(cüz: 6, âyet: 155-156)
maları yasaktı. Bu
hususta da onlardan teminat alınmıştı. Onlar Allah'ın yasaklarına uyacaklarına
dair teminat vermişlerdir. Buna rağmen ahidlerini bozmuşlar, Allah'ın ahkâmını
çiğnemişlerdir. Ahidlerini bozdukları için de, Allah'ın azabına uğramışlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onların
sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları,
peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve "Kalb-lerimiz perdelidir"
demeleri yüzünden, evet Allah onların kalblcri üzerine, küfürleri yüzünden,
mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler.»
îsrailoğullarınm
sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları ve
haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı, Allah onların kalbleri
üzerine mühür basarak, rahmetinden kovmuş ve onları zelil kılmıştır. Onlar,
kendilerini hakka davet eden peygamberlere «Kalblerimiz perdelenmiştir, bu
bakımdan sizin sözlerinizi anlayamıyoruz» demişlerdir. Halbuki Allahü Teâlâ küfürleri
sebebiyle onların kalbleri üzerine mühür vurmuştur. Allah'ın vurmuş olduğu
mührü, Allah'tan başka kimse açamaz. Bu bakımdan onların birçoğuna iman nasip
olmamıştır. Günümüzde de böy-leleri çoktur. Allah'ın âyetlerini gördükleri
halde, onu görmemezlik-ten gelmişler ve iman nurundan nasiplerini
alamamışlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bir de onların inkâr
ile kâfir olmaları, Meryem'in aleyhinde büyük iftira atıp söylemeleri.»
Onlar Meryem'e büyük
bir iftira edip, İsa'yı da inkâr ettiklerinden dolayı Allah onları rahmetinden
kovmuştur. Halbuki Hz. Meryem âbid ve zâhid biri idi. Allahü Teâlâ, onu seçkin
kılıp, kudretini izhar için babasız olarak ondan İsa'yı vücuda getirmiştir.
Yahudiler babasız olarak Isa (a.s.)'nın dünyaya geldiğini görünce Meryem'e
iftira etmişlerdir. Beyt-i Mukaddes'in bekçisi olan Meryem'in amcasının oğlu
Yusuf bin Mâten'le zina yaptığını söylemişlerdir. Halbuki Hz. Meryem'e bir
erkek eli bile değmemiştir. Şayet onlar Allah'ın kud-
NİSA SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 157-158) 133
retine inanmış
olsalardı elbette Meryem'e iftira etmezlerdi. Çünkü onlar Allah'ın kudretine
inanmamışlardır. Bununla ilgili geniş bilgi inşâallah Meryem Sûresinde
gelecektir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde İsa (a.s.) hakkında şöyle buyuruyor : ^
«Ve Allah elçisi
Meryem Oğlu İsa Mesih'i öldürdük demeleri. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar.
Ancak onlara Öyle göründü. Esasen İsa'nın katli hakkında kendileri de ihtilâfa
düştüler. Kat'î bir şek ve şüphe içindedirler. Bu husustaki bilgileri ancak
zanna dayanmaktan ibarettir. Onu gerçekten öldürememişlerdir.»
«Bilâkis Allah onu
kendi katma yükseltmiştir. Allah, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir.»
Allahü Teâlâ'nın
Yahudileri zelil ederek, rahmetinden kovmasının sebebi, onların «Biz Meryem
oğlu Mesih İsa'yı öldürdük, astık» demelerinden dolayıdır. Onlar, Allah'ın
âyetlerini ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir oldular. Halbuki onlar İsa
(a.s.)'yi öldüremedi-ler. Fakat İsa'ya benzeyen kendi adamlarından birini
öldürdüler ve astılar.
İsa (a.s.), Allah'ın
peygamberi olduğunu söyleyince Yahûdilsr bunu hazmedemezler, bazı peygamberleri
öldürdükleri gibi, İsa'yı da öldürmek isterler. îsa (a.s.)'yi yakalamak için
tuzak hazırlarlar. Hz. İsa, onların kendi aleyhine tuzak hazırladıklarını ve
yakaladıkları yerde kendisini öldüreceklerini öğrenir. Onlardan kaçar ve bir
eve sığınır. Yahudiler reisleriyle birlikte gelip evi kuşatırlar, akıllarınca
İsa'yı yakalayıp öldürecekler. Reisleri İsa'yı yakalamak için Yahûdâ adında
birisini eve gönderir. O anda Allahü Teâlâ'nın emriyle Cebrail gelir İsa'yı
göğe kaldırır. Eve giren Yahûdâ İsa'yı arar bulamaz, evden dışarı çıkar. O anda
Yüce Allah onun yüzünü İsa (a.s.Vva benzetir. Dışarda bekleyenler onu İsa
zannederek yakalarlar ve öldürürler. Onlar İsa'ya o kadar kin beslemişler ki,
İsa'ya benzeyen Yahûdâ'yı öldürmekle de bırakmamışlar, çarmıha asmışlar.
Yahûdâ'yı öldürdükten sonra da ihtilâfa düşerler. Birbirlerine «Eğer bu
öldürdüğümüz îsa ise Yahûdâ nerededir, şayet öldürdüğü-
134 NÎSÂ
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 159)
müz Yahûdâ ise, Isa
nerededir?» derler. Öldürülenin hangisi olduğuna bir türlü karar veremezler.
Allahü Teâlâ Yahûdâ'nm yüzünü Hz. İsa'ya benzetmiştir. Ancak diğer azalarında
bir değişiklik olmamıştır. Yahûdâ'nm yüzünü görenler, onun îsa olduğunu
zannederler, bedenini görenler ise Yahûdâ olduğunu söylerlerdi. Neticede onların
bir kısmı öldürülenin îsa olduğuna, bir kısmı ise, Yahûdâ olduğuna inanırlar.
Hakikat apaçık ortada iken onların bu kuru iddiaları hâlâ sürer gider. Yüce
Allah onların bu yalanlarını reddetmek için şöyle buyuruyor: «Oysa onu
öldürmediler ve asmadılar. Ancak onlara öyle göründü. Esasen isa'nın katli
hakkında kendileri de ihtilâfa düştüler. Ve kat'î bir şek ve şüphe
içindedirler. Bu husustaki bilgileri ancak zanna dayanmaktan ibarettir. Onu
gerçekten öldürmemişlerdir. Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltmiştir.»
Yahudiler îsa
(a.s.)'yı öldürememişlerdir. Fakat onu zannederek kendi adamlarını
öldürmüşlerdir. Daha o zaman bile îsa'yı öldüre-mediklerini anlamışlardır. Hıristiyanlardan
bir çok zavallı hâlâ isa'nın öldürülüp çarmıha gerildiğine inanmaktadırlar.
Bazı tefsirciler de
şöyle demişlerdir: «Yahudiler isa'nın öldürülmesinde şüpheye düşmüşlerdir.
Kimi öldürülenin îsa olduğunu, kimi de Yahûdâ olduğunu söylemişlerdir.»
Allahü Teâlâ îsa
(a.s.)'yı, kendisinden başkasının hükmünün cari olmadığı bir makama iletmiştir.
Ancak hüküm ve hikmet sahibi O'dur. Yüce Allah, semi'dir, her şeyi işiticidir.
îsa'yı düşmanlarının katlinden kurtarmıştır. O, hakimdir, kadir gecesi, bir rivayete
göre aşure gecesi İsa (a.s.)'yi kendi katma yükseltmiştir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Kitap ehlinden hiç
kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya inanmış olmasın. İsa ise kıyamet günü
(küfürlerinden dolayı) aleyhlerine şahid olacaktır.»
Yahudilerden ve
Hıristiyanlardan hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya inanmış olmasın.
Ölümleri anında isa'ya iman getirirler. Şöyle ki: Yahudi veya Hıristiyan can
çekiştirirken onlara âhi-retin halleri ve gidecekleri yer gösterilir ve o anda
görevli melek gelir Yahûdiye «Ey Allah'ın düşmanı, Allah'ın Resulü İsa sana gelip,
Allah'ın emirlerini bildirdi. Sen, onları kabul etmedin ve îsa'yı inkâr ettin»
der. Eğer can çekiştiren Hıristiyan ise, görevli melek ona «Ey Allah'ın
düşmanı, Allah'ın peygamberi Hz. Isa sana Allah'-
NÎSÂ SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 160-161) 135
in emirlerini bildirdi
ve kendisinin de, Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu söyledi. Sen Allah'ın
emirlerini hiçe saydın, İsa'yı da Allah'ın oğlu kabul ettin. Halbuki Allah'ın
oğlu olmadığını çok iyi biliyordun. Yüce Allah, aileden, evlâttan, yardımcıdan
ber'idir. Allah'ın onlara asla ihtiyacı yoktur» der. İşte o zaman Yahudi de,
Hıristiyan da imana gelir. Çünkü onlara can çekiştirirken âhiretin azabı gösterilmiştir.
Can çekiştirilirken getirilen iman, ye'is hâlindeki imandır, böyle bir imanın
sahibine asla faydası olmaz. Yüce Allah ye'is hâlindeki imanı asla kabul
etmez. Can çekiştirilirken yapılan tevbe de geçerli değildir.
İsa (a.s.) kıyamet
günü onların aleyhine şahitlik yapacaktır ve şöyle diyecektir: «Ben Allah'ın
kulu ve Resulüyüm. Size Allah'ın kulu ve Resulü olduğumu bildirdim. Allah'ın
emir ve yasaklarım size tebliğ ettim. Siz, beni ve Allah'ın âyetlerini
yalanladınız, iman etmediniz. «Onlar o zaman ne kadar yanlış yolda olduklarını
anlayacaklar ama, iş işten geçmiş olacaktır.
Bazı tefsirciler de
şöyle demişlerdir: «Hz. İsa, gökten inince bütün Yahudiler ve Hıristiyanlar
ona iman edeceklerdir. îsa (a.s.)'ya yeryüzünde iman etmeyen kimse
kalmayacaktır. Deccal çıkınca İsa (a.s.) Şam'daki beyaz minareye iner, deccalı
öldürür, kiliseleri yıkar, haçları kırar. Kırk yıl yeryüzünde hüküm sürer ve
insanları irşad eder. Kırk yıl sonra ölür, cenaze namazı mü'minler tarafından
kılınır. O ana kadar imana gelmeyenler, o zaman tevbe edip, iman etseler bile,
o imanlarının hiçbir anlamı yoktur.»
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Yahudilerin zulümleri
ve bir çok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri.»
«Kendilerine
yasaklanan faizi almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri
yüzünden evvelce kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri onlara haram kıldık.
Onların küfür içinde olanlarına elem verici bir azap hazırladık.»
Yahudilerin küfürleri,
şirkleri ve birçok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle, kendilerine
helâl olan şeylerin bir kısmını Yüce Allah haram kılmıştır. Bu; onlara verilen
dünyevi bir cezadır. Bu cezanın sebebi küfürleri ve şirkleri olmakla beraber,
insan-
136 NİSA
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 162-164)
'lan Allah yolundan
alıkoymaları, faiz ve rüşvet yemeleri, bir de insanların mallarını haksız yere
ellerinden almalarıdır. İşte onlar için Allahü Teâlâ elîm bir azap
hazırlamıştır. Onlar kendi kendilerine hüküm çıkararak Allah'ın haram kıldığı
şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri de haram saymışlardır. Bununla da
kalmayarak insanlardan birçoğunu Allah yolundan çevirmişlerdir. Bunun için de
ebedi bir azaba müstehak olmuşlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Fakat onlardan ilimde
derinleşmiş olanlara, sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaba
iman eden mü'minlere, namaz kılanlara, zekât verenlere, Allah'a ve âhiret
gününe inananlara elbette büyük mükâfat vereceğiz.»
Ehl-i kitaptan olan
gerçek ilim sahiplerine, onlar Tevrat'tan ve incil'den peygamberimizin
sıfatlarını ve özelliklerini okumuşlar, Hz. Muhammed peygamber olarak
gönderilince derhal iman etmişlerdir, işte gerçek ilim sahipleri bunlardır. Yâ
Muhammed, sana indirilen ve senden önce indirilen kitaplara iman edenlere,
dosdoğru namaz kılanlara, farz olan zekâtı verenlere, Allah'a ve âhiret gününe
iman edenlere Allahü Teâlâ çok büyük mükâfatlar verecektir. îman edip, salih
amel işleyenler mutlaka mükâfatlarını çok fazlasıyla göreceklerdir. İman
etmeyenler ise ebedî olarak cezaya çarptırılacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
NİSA SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 165) 137
«Nuh'a, ondan sonra
gelen peygamberlere vahyettîğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve
torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettiğimiz ve
Davud'a da Zebur'u verdiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik.»
«Öyle peygamberler
gönderdik ki, kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik. Ctyle peygamberler de
gönderdik ki, sana onların kıssalarını haber vermedik. Allah Musa'ya da hitab
ile konuştu.»
Yâ Muhammed, biz sana
Cebrail vasıtasıyla islâm'ın hükümlerini bildirdik ve Kur'an-ı Kerim'i inzal
ettik. İnsanları Allah'ın dinine davet etsinler diye Nuh'a ve ondan sonra
gelen peygamberlere de vahyettik. Bütün peygamberlerin görevi insanları
Allah'ın dinine davet etmektir. Peygamberlerin zaman zaman gönderiliş gayesi
de bizatihi budur, ibrahim'i, İsmail'i, İshak'ı da peygamber olarak gönderdik. İshak'm
oğlu Yakub'a ve torunlarına da vahyettik ki, insanları Allah'ın birliğine
davet etsinler, isa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik,
Davud'a da Zebur'u verdik ve onu yeryüzünde halife kıldık. Peygamberler Allahü
Teâlâ'nm seçkin kullarıdır. Yüce Allah onları insanların hidayeti için
göndermiştir.
Yüce Allah, Musa
(a.s.) ile konuşmuştur. Ancak Allahü Teâlâ'-nın konuşması harflerle ve
kelimelerle vuku' bulmamıştır. Bu konuşma Allah'ın şanına lâyık bir
konuşmadır. Ve nasıl vuku' bulduğunu kimse bilemez, konuşmanın mahiyetine dair
Kur'an-ı Kerim'de bize herhangi bir bilgi verilmemiştir. Kur'an-ı Kerim'de
sadece «Allah Musa'ya da hitap ile konuştu» buyurulmaktadır. Bu konuşmanın
nasıl cereyan, ettiğini ancak Allah bilir. O'ndan başka kimse bilemez.
Allah tarafından
gönderilen peygamberlerin sayısı kesin olarak bilinmemektedir. Peygamberlerin
sayısını ancak Allah bilir. Bir ha-dîs-i şerife göre nebilerin sayısı yüz yirmi
dört bindir. Bunlardan üç yüz otuzuna risalet verilmiştir. Diğer bir rivayete
göre ise, nebilerin sayısı iki yüz yirmi dört bindir. Kur'an-ı Kerim'de yirmi
beş peygamberin adı geçmektedir. Mü'minlerin görevi Allah tarafından gönderilen
peygamberlerin hepsine iman etmek, sayıları hakkında fikir yürütmemektir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Peygamberleri
müjdeciler ve azap habercileri olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, yegâne
hüküm ve hikmet sahibidir.»
138 NİSA SÛRESİ (cüz: 6;
âyet; 166)
Yukarda da
belirtildiği gibi, Allahü Teâlâ bütün peygamberleri insanlığın hidayeti için
göndermiştir. Peygamberler aynı zamanda Yüce Allah'ın müjdecileridir. îman
edip, itaat edenlere Yüce Mevlâ'nın vereceği nimetleri müjdelerler. İman
etmeyenlere ise Allah'ın azabını haber verirler. Tâ ki kıyamet günü insanların
Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Yani insanlar «Biz senin âhiretteki
nimetlerini ve azabını duymadık, bize bunları kimse haber vermedi» demesinler
diye Allahü Teâlâ peygamberlerini bir müjdeci ve bir korkutucu olarak
göndermiştir. Yüce Allah eğer kullarını peygamberler göndermeden ve hak ile
bâtılı, iman ile küfrü, haram İle helâli, cennet ile cehennemi, mükâfat ile
mücazatı bildirmeden, cezalandırmış olsaydı bu bir zulüm olurdu. Halbuki
Allahü Teâlâ kullarına asla zulüm yapmaz. Onlara önce peygamberleri
vasıtasıyla gerçekleri bildirmiştir. Tâ ki dileyen iman etmek suretiyle
Allah'ın nimetlerine mazhar olsun, dileyen de inkâr edip azabına müstehak
olsun. Bütün bunlardan sonra Allah'ın kullarından hiçbiri kıyamet günü özür
beyan ederek «Biz bunları bilmiyorduk» diyemeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah her
devirde insanlara yol gösterecek peygamberler göndermiş, hiçbir kavmi
peygambersiz bırakmamıştır.
Aİlahü Teâlâ mutlak
galiptir, inkâr edenlerden, âsilerden intikamını alacaktır. îman edip, itaat
edenlere ise mükâfatlarım verecektir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bununla beraber Allah
sana indirdiği ile şahidlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler
de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebini îbn Abbas şöyle nakletmiştir: Mekke'nin ileri gelenlerinden bir
grup Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelirler ve şöyle derler: «Yâ Muhammed, senin
sıfatlarını ve özelliklerini Yahudi bilginlerine sorduk. Onlar da Tevrat'ta
senden hiç bahsedilmediğini söylediler. Senin hak peygamber olduğuna dair bize
birini getir. Getirmiş olduğun senin peygamber olduğuna şahitlik etsin. Biz de
senin hak peygamber olduğunu ondan duyalım ve sana iman edelim.» Bunun üzerine
Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek buyurmuştur ki: «Bununla beraber
Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir.
Melekler de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.» Yahudiler,
Peygamberimizin peygamber olduğuna şahitlik etmesinler. Bunun ne önemi
NİSA SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 167-169) 139
var? Zira bütün mevcudat
O'nun son peygamber olduğuna şahittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Melekler de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.» Allah, kulu
Muhammed'in peygamber olduğuna şahittir. O'ndan daha üstün şahit kim olabilir?
O gafiller ve beyinsizler bunu hâlâ inkâr mı edecekler? Kur'an-ı Kerîm'-in
Allah'ın kelâmı olduğuna hâlâ inanmayacaklar mı? Kur'an, Hz. Muhammed'in
peygamber olduğuna delil değil midir? Aklı olanla-rm O'nun son peygamber
olduğuna inanmaması mümkün müdür?
Allahü Teâlâ onlar
için şöyle buyuruyor:
«Küfredip, insanları
Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.»
Onlar Allahü Teâlâ'mn
vahdaniyetini inkâr ederek küfre girdiler. Bununla kalmayarak îslâm dinine
girmek isteyenlere mani oldular. Böylece onlar Allah'ın rahmetinden
uzaklaşarak derin bir sapıklığa düştüler. Kendileri sapıklığa düştükleri gibi,
başkalarını da sapıklığa düşürdüler.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyurmuştur:
v
«Hakikat, o inkâr edip
kâfir olanlar ve zulmedenler yok mu? Allah onları asla yarlığayacak değildir.
Onları cehennemin yolundan başka bir yola da iletecek değildir. Onlar orada
ebedî kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a göre pek kolaydır.»
Hakikat, onlar Allahü
Teâlâ'mn birliğini inkâr edip kâfir oldular ve Hz. Muhammed'in Tevrat'taki ve
İncil'deki sıfatlarını insanlardan gizleyerek, ona zulmettiler. Allah'ın
birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edip, ona zulmedenleri
Allahü Teâlâ asla yarlığayacak değildir. Onlar, inkârlarından vazgeçip, iman
etmedikçe Yüce Allah onları hidayete erdirecek de değildir. Onları cehennemin
yolundan başka bir yola da iletecek değildir. Bu, onların küfürlerinin
cezasıdır. Çünkü onlar imanı bırakıp, küfrü tercih etmişlerdir. Küfrü tercih
edenlerin cezası ise ebedi olarak cehennemde kalmaktır.
Bazı tefsirciler de bu
konuda şöyle demişlerdir: «Kıyamet günü
140 NÎSÂ
SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 170-171)
mü'minlere nurlu bir
yol gösterilir ve o yoldan mü'minîer cennete giderler. Kâfirlere de cehennemin
yolu gösterilir. Onlar da o yoldan cehenneme giderler.. Kâfirler cehennemden
ebediyyen çıkamayacaktır.» Yüce Allah onlardan mutlaka intikamını alacaktır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey insanlar, hiç
şüphesiz, Rabbinizden size hak bir peygamber gelmiştir. O halde kendi hayrınıza
olarak iman edin. Eğer inkâr edip kâfir olursanız göklerde ve yerde ne varsa
Allah'ındır. Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
Ey insanlar, hiç
şüphesiz içinizden Rabbiniz size hak bir peygamber göndermiştir. O, sizi hak
yola davet etmek ve Rabbinizin çeşitli nimetlerini bildirmek için gelmiştir.
Siz, kendi hayrınıza olarak Allah'ın birliğine, peygamberine ve kitaplarına
iman edin. İman etmeniz, küfretmenizden ve puta tapmanızdan çok daha
hayırlıdır. Zira puta tapmanız, sizi Allah'ın azabından asla kurtarmaz ve size
hiç bir hayrı da dokunmaz. Bilâkis sizi imandan uzaklaştırır, kâfir yapar.
Şayet Hz. Muhammed (s.a.v.)'i
yalanlayıp, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olursanız, bilin ki göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hepsinin sahibi, mâliki, mürebbisi,
yaratıcısı Allah'tır. Yüce Allah'ın kullarına zerre kadar ihtiyacı yoktur.
Sizin imanınıza ve ibadetinize de muhtaç değildir. îman ederseniz mükâfatını,
küfrederseniz mutlaka cezasını görürsünüz. Çünkü siz O'nun kulusunuz ve her an
O'na muhtaçsınız, O, size asla muhtaç değildir. Ö'n-dan başka size yardım
edecek, sizi koruyacak, muhafaza edecek, rı-zıklandıracak kimse yoktur. İnkâr
edenler kendilerine yazık etmiş olurlar.
Yüce Allah, alimdir,
sizin imanınızı ve küfrünüzü bilir. Ona göre mükâfat ve mücazat verir.
Hakimdir, kıyamet günü özür beyan etmemeniz için peygamberi vasıtasıyla size
her şeyi bildirmiştir. Ona göre hükmeder, kimseye haksızlık yapmaz. Herkes
yaptığının karşılığını görür,
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey ehli kitap,
dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a karşı hak olandan başkasını
söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa yalnız Allah'ın peygamberi ve kelimesidir ki,
onu Meryem'e bırakmıştır. O, Allah tarafından bir ruhtur. Artık Allah'a ve
peygamberlerine inanan da "Allah üçtür" demeyin. Kendiniz için
hayırlı olmak üzere Allah, ancak bir tek tanrıdır. O, her hangi bir çocuğu
bulunmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Hakiki
vekil olarak da Allah yeter.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Nasranîlerden Mari Ya-kubiyye adıyla anılan bir kavim
vardı. Onlar, İsa (a.s.)'nın Allah olduğunu söylerlerdi. Yine Hıristiyanlardan
Nastûriyye diye bilmen bir kavim vardı, onlar da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu
söylerlerdi. Bunlardan başka Melâikiyye diye bilinen bir kavim daha vardı ki,
onlar da, Allah «Üçün üçüncüsüdür» derlerdi. Onlara göre Meryem de, İsa da
Allah'tır. Onlar böyle söylemekle Allahü Teâlâ'ya iftira etmişlerdir. Yüce
Allah o zalimlerin sözlerini reddetmek için âyet-i celîlesini inzal ederek
şöyle buyurmuştur: «Ey kitap ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a
karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih îsa yalnız Allah'ın
peygamberi ve kelimesidir ki, onu Meryem'e bırakmıştır. O, Allah tarafından
bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine inanın da «Allah üçtür» demeyin.»
Yani kendinize zulmedip, dininiz hususunda haddi aşıp, boyunuzdan büyük söz
söylemeyin. Allahü Teâlâ'nm şanına lâyık olmayan şeylerle O'na iftira etmeyin.
Zira O'nun şeriki, benzeri, ortağı yoktur. Sizin «Tanrı» dediğiniz Mesih,
Meryem'in oğlu İsa'dır. O, Allah'ın elçisi ve kuludur. Allah, onu ruh olarak
Cebrail vasıtasıyla Meryem'e ilka etmiştir. Yani Cebrail o ruhu Meryem'in yakasından
üfürmüş, bu üfürmeden Meryem hamile kalmıştır. Bu Allah'ın kudretinin
eseridir. Yüce Allah, ona «Ol» dedi, o da oluverdi. Allah bir şeyin olmasını
diledi mi ona sadece «Ol!» der. O da, o anda olur. İsa (a.s.)'nm dünyaya
gelmesi de böyledir.
Meryem de Allah'ın
kuludur. Siz Allah'ın birliğine ve peygamberine iman edin. Peygamberlerin
Allah tarafından size getirdiklerini tasdik edin. «Bizim İlâhımız üçtür»
demeyin. Küfrü terk edip, imana dönmeniz sizin için çok daha hayırlıdır. Bilin
ki, Allahü Teâlâ,
142 NİSA
SURESİ (cüz: 6, ayet: 172)
birdir, yücedir ve
sizin ortak koşmuş olduğunuz şeylerden münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır ve hepsini yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı olmadığı
gibi, hakiki vekil de yoktur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
«Ne Mesih, ne en yakın
melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve
kibirlenmek isterse, onların hepsini huzurunda toplayacaktır.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Necran kabilesinden bir cemaat Peygamberimize gelerek İsa
(a.s.) hakkında ileri - geri konuşurlar, münakaşa ederler. Peygamberimiz
(s.a.v.) onlara «İsa'nın Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu, insanları davet için
gönderildiğini» söyler. Onlar bunu kabul etmeyerek şöyîe derler: «Yâ
Muham-med, İsa kimsenin kulluğunu kabul etmez ve kimseye de kulluk etmez. Ona
başkasının kulu demek yakışmaz.» Onların bu çirkin sözlerini reddetmek için
Yüce Allah yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ne Mesih, ne en
yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan
çekinir ve kibirlenmek isterse, onların hepsini huzurunda toplayacaktır.» O
beyinsizlerin dediği gibi, hiçbir zaman Hz. İsa «Ben ilâhım veya Allah'ın
oğluyum» dememiştir. Her zaman Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu söylemiştir.
Âİ-i İmran Sûresinde
de belirtildiği gibi, ölüleri diriltirken Rab-bine müracaat etmiş ve Allah'ın
yardımıyla onları diriltmiştir. Yani Allah'ın izniyle ölüleri diriltmiştir.
Melekler de Allah'ın kulları olduğu için, O'nun emriyle arşı taşırlar.
Diğerleri de arşı tavaf ederler. Onlar ancak kendilerine emredileni yaparlar.
Allahü Teâlâ'nın yarattıkları hiçbir zaman, kendisine kul olmaktan arlanmazlar.
Çünkü hepsi Allah'ın kuludur ve O'na muhtaçtırlar. O'na muhtaç olmayan yerde
ve göklerde hiçbir varlık yoktur. Kim Allah'a kulluktan çekinir ve
kibirlenirse, bilsin ki onların hepsini huzurunda toplayacaktır. İşte o zaman
mutlak hâkimin kim olduğunu anlayacaklardır. Yüce Allah «Bu mülk kimindir?»
diye soracak, kendisinden başka cevap veren olmayacaktır. O gün Allah'tan başka
kim cevap verebilir ki?
Bundan sonra Allahü
Teâlâ âyet-i ceîilesinde şöyle buyuruyor:
NİSA SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 173-174) 143
«İman edip, hayırlı
amel işleyenlere gelince onlara mükâfatlarını ödeyecek ve bol nimetinden
ziyadesini de ihsan edecektir. Kulluk etmekten çekinenleri ve büyüklük
taslayanları elem verici bir azaba uğratacaktır. Onlar kendilerine Allah'tan
başka bir dost ve yardımcı bulamayacaklar.»
Allahü Teâîâ kendisine
iman eden ve salih amel işleyen kimselere dünyevî ve uhrevî mükâfatlar
verecektir. Onlar dünyada da, âhirette de huzur ve saadete kavuşacaklardır.
Yüce Allah onlara âhirette sayısız nimetler ve mükâfatlar verecektir. Bütün
bunlar, onların imanlarının ve amellerinin karşılığıdır. Allah'a kulluk etmekten
çekinenler ve büyüklük taslayanlar ise elem verici bir azaba uğratılacaklardır.
Onlar, kendilerine Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı da
bulamayacaklardır. Bütün bunlar da onların küfürlerinin karşılığıdır.
Küfredenler cezasını, iman edenler de mükâfatını göreceklerdir. İman, kulları
Allah'a yaklaştırır ve O'nun nimetlerini celbeder. İnkâr ise Allah'tan uzaklaştırır
ve Allah'ın azabına müstehak eder. Yani inkarcılar Allah'ın azabına lâyık
olurlar. İnsanları Allah'ın azabından ancak iman ve amel-i salih kurtarır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey insanlar,
Rabbinizden size açık bir delil geldi. Size acık bir nur, Kur'an gönderdik.»
Ey insanlar,
Rabbinizden size bir hüccet, bir delil geldi. O hüccet ki, Muhammed (s.a.v.)
'dir. Onun vasıtasıyla amel etmeniz için size açık bir nur göndermiştir.
Muhammed (s.a.v.), size delil olup, Kur'an ile amel etme yoluna sizi davet
eder. Helâl ve haramı, iyi -kötüyü, hayrı, şerri, hakkı - batılı, imanı - küfrü
size bildirir. O'na tâbi olanlar dünyevi ve uhrevî saadete ererler. Kur'an nuru
ile küfür bataklığından kurtulurlar, iman nuru ile nurlanırlar. Kur'an'm
yolundan gidenler ve hayatlarını Kur'an'a göre tanzim edenler dünyada huzur,
saadet bulurlar, âhirette de selâmete ererler. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e tâbi
olmayıp Kur'an nurundan istifade edemeyen-
ler, dünyada da,
âhirette de helak olup, perişan olurlar. îman edenler için, Kur'an bir nurdur,
hidayettir, saadettir, huzurdur, selâmettir, kurtuluş kaynağıdır. Hakka
götüren yoldur. îman etmeyenler için ise, zulümdür, huzursuzluktur, felâkettir.
Çünkü Kur'an, insanı hidayete götürür, selâmete çıkarır, huzura ulaştırır,
kurtuluşa iletir, hakka kavuşturur, cenneti kazandırır, cehennemden uzaklaştırır,
insanları sevdirir, aile düzenini sağlar, ilme teşvik eder, cehaleti yok eder,
adaleti kurar, haksızlığı önler, çalışmayı emreder, ibadetin yalnız Allah için yapıldığını
bildirir ve emreder. Kur'an'm nurundan istifade edemeyenler ise, bütün
bunlardan mahrum olur, alçalır, şeytanın maskarası olur, haktan uzaklaşır,
cehenneme yar olur.
İman etmeyenler Allah
katında kendilerine yardımcı kimse bulamazlar. Onlar küfürleri yüzünden ebedî
olan azaba uğrayacaklardır. İman edenler ve salih amel işleyenler ise, ebedî
saadete ve mükâfata ulaşacaklardır. îman ilâhî nurdur, küfür ise zulümdür.
AHahü Teâlâ âyet-i
ceîîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'a iman edenleri
ve O'nun kitabına sarılanları Allah, rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak ve
onları kendisine götüren doğru yola eriştirecektir.»
Allah'ın birliğine,
kitaplarına iman edip, güzel güzel ameller işleyenleri, Allah rahmetine ve bol
nimetlerine kavuşturacaktır. Onları kendisine götüren doğru yola
eriştirecektir. îman edenleri dünyada hidayete ulaştırmakla, âhirette de
kendileri için hazırlamış olduğu cennetine koymakla mükâfatlandıracaktır. îman
edip, anıel-i salih işleyenler Allah'ın dostluğunu kazanmışlardır. îman etmeyenler
ise Allah'ın düşmanıdırlar. Allah'ın düşmanları, O'nun rahmetinden ve
nimetlerinden asla istifade edemezler. Onlar için ebedi bir azap vardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
ceîîlesinde şöyle buyuruyor:
NİSA SURESİ (cüz: 6,
âyet: 175-176)
145
«Senden fetva
isterler, de ki: "Size ikinci dereceden mirasçılar hakkında fetvayı Allah
veriyor. Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının
yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona
tamamen vâris olur. Eğer kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi
onlaradır. Erkek, kadın, karışık kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi
kadar pay vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor."
Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»
Bu âyet-i celîle Cabir
ibni Abdullah hakkında nazil olmuştur: Cabir Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek
«Yâ Resûlallah benim bir kız kardeşim var, onun mirasından bana ne kadar düşer»
diye sorar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek kardeşler
arasındaki mirası, diğer bir ifade ile kelâle hakkındaki mirası beyan etmiş ve
şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, senden fetva isterler, de ki: Size ikinci
dereceden mirasçılar hakkında fetvayı Allah veriyor.» Çocuğu olmayıp bir kız
kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız
kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur. Eğer kizkardeş
kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Erkek, kadın, karışık
kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi kadar pay vardır. Doğru yoldan
saparsınız diye Allah size açıklıyor. «Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»
Ayette geçen «kelâle»,
anası-babası ve evlâtları olmayıp, mirasına yakın akrabalarının vâris olduğu
kimselerdir. Anası - babası ve çocukları olmayan birisi ölürse, onun mirasının
yarısı kız kardeşine düşer. Yani hayatta sadece bir kız kardeşi varsa
terekesinin yarısı ona düşer. Diğer yarısı da başka akrabaları varsa onlara
düşer. Başka yakın akrabaları yoksa o da kız kardeşine aittir. îmarn-ı A'zam'a
göre hüküm böyledir. îmam-ı Şafii'ye göre, mirasın yarısı kız kardeşe düşer,
geri kalan yarısı da yakın akrabalar varsa onlara, yoksa Beytü'l-Mâl'e, yani
devlet hazinesine kalır. Eğer ölen kız kardeş olursa, ölenin bir erkek
kardeşinden başka da mirasçısı yoksa, mirasın tamamını o alır. Yani ölen kızın
mirasının tamamını erkek kardeşi alır. Ölen erkeğin iki veya ikiden fazla kız
kardeşi bulunması hâlinde mirasının üçte ikisi onlarındır. Geri kalan biri de
yakın ak-rabalarımndır. Şayet yakın akrabası yoksa o da, kız kardeşlerinin-
C.: II — F.: 10
146
NİSA SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 175-176)
dir. Eğer vârisler
erkek ve kız kardeş olurlarsa, erkek için iki, kız için bir hisse vardır. Yani
erkek, kızın iki katı miras alır. Şöyle ki: Ölenin bir kız ve bir de erkek
kardeşi olması hâlinde mirasının üçte ikisi erkek kardeşe, üçte biri de kız
kardeşe düşer. Şayet kızlar iki, erkek bir tane olursa mirasın dörtte ikisi
erkeğindir, geri kalan iki hisse de kızlarındır.
Allahü Teâlâ bu
hükümleri doğru yoldan ayrılmamanız ve sapıklığa düşmemeniz için size
açıklamıştır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir.