Yetim Malıyla İlgili Hükümler:
3. Yetimin Malını Teslim Etmeden önceki Durum:
Yetimi Kendi Çocuğu Gibi Düşünmek:
1. Ölenin Çocuklarının Miras Hakkı:
2. Ölenin Ana Babasının Miras Hakkı:
Allah'ın Koyduğu Kurallara Uymak:
Hadd Kelimesinin
Kur'an'daki Anlamları:
2. Allah'ın Kabul Edeceği Tövbe:
4. Tövbesi Kabul Edilmeyenler:
2. Fahişelik ve Kadınların Durumu:
Evlenilecek Hanımlar ve Mehir:
İhsan Kelimesinin
Kur’an’daki Anlamları:
Evlenme İmkânı Bulamayan Erkeklerin Durumu:
1. Şartlar Evliliği Engelleyebilir:
2. İman ve İnsanlığın Kökleri:
3. Evlenilecek Kadında Aranacak Özellikler:
Allah'ın Muradı ve İnsanın Fıtratı:
Kur’an ve Peygamber'e Takınılan Tavır:
Kitap Ehlinin Yapması Gerekenler:
Allah'a İftira Etmek Açık Bir Günahtır:
Yahudilerin Hz. İbrahim'e İman Konusunda İkiye
Bölünmeleri:
Allah'ın Ayetlerini İnkârın Cezası:
İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Ödülü:
Emaneti Ehline Vermek ve Adaletle Hükmetmek:
Zu’m Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Başkaları İçin İstiğfar Etmek:
Hz. Peygamberi İhtilâflarda Hakem Tayin Etmek:
Harece Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Tavsiyeleri Dinlemek ve Uymak:
Müminler Allah, Kâfirler Tâğut için Savaşırlar:
Allah'tan Korkanlar Savaştan Korkmaz:
İyilik Allah'tan, Kötülük İnsandan:
Debere Kelimesinin
Kur’an’daki Manaları:
Her İşin Bir Karşılığı Vardır:
Kifl Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
İyi Bir Davranışa Daha İyisi ile Mukabele:
Kıyamet Gününde Toplanma (Mahşer):
Barışa Yanaşmayanların Durumu:
Yanlışlıkla Bir Mümini Öldürmenin Hükmü:
Araştırmadan İtham Etme Yasağı:
Cihad Yapanlarla Yapmayanların Farkı:
Allah a Hiçbir Şey Gizli Değildir:
İnsanlararası İlişkilerin Hayırlısı:
Peygamberlerle Bağlan Koparmak:
Şikak Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Şeytanın Dostlarının Varacağı Yer:
Aile İlişkileri ve Çözüm Yolları:
Allah'a Karşı Sorumluluğun Şuurunda Olmak:
Sevab Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Allah'ın Ayetlerini İnkâr Edenlere Karşı Müminlerin
Tutumları:
Kâfirlerin Müminlere Karşı Tutumları:
Şukur ve İman Sahibine Allah Azap Etmez:
Geçmişin Zulüm Dışında İfşası:
İyiliği Açıklamak, Kötülüğü Affetmek:
Allah ile Peygamberlerin Arasını Ayırmak:
En Zor İstek: Allah'ı Dünyada Görme Arzusu:
Yahudiler, Helâller ve Haramlar:
Sadde Kelimesinin
Kur'an'daki Mânaları:
Peygamberlerin Gönderiliş Sebebi:
İman, Kişinin Kendi İyiliği İçindir:
İrnanına Sımsıkı Sarılanları Allah Kendine Yöneltecektir:
Nisa sûresini anlayabilmek için Âl-i imrân sûresinin öne çıkan konularından
hareket etmek en doğru yol olacaktır.
Sûreye ad olan nisa kayramı "kadın" anlamına geldiğinden
kadının doğurganlık özelliğinin göz önünde bulundurulması gerekir. Bu yüzden
insanın yaratılışı ilk cevher, ilk konuyu teşkil etmektedir.
Uhud Savaşı'nda mağlûp olan müslüman-lar, Medineli müslümanlara yetim
hakları, dul kadınların miras haklan gibi önemli sorunlar bırakmışlardır.
Dolayısıyla Nisa sûresinde miras hukuku ve kadın hakları konularında önemli
gelişmeler gerçekleştirilmiştir.
Boşanma meselesini gündeme getirmekle Nisa sûresi, Bakara süresiyle bir
bağlantı kurmaktadır.
Aile hukukunun genel prensiplerine ışık tutan Nisa sûresi, Uhud
Savaşı'ndan dolayı ya-hudilerle bozulan ilişkileri de ele almaktadır.
Kasten ve yanlışlıkla bir müminin bir mümini öldürmesi meselesini
çözümleyen bu sûre, insanlardan gizlediklerini Allah'tan gizlemeyenlerin
durumuna da ışık tutmaktadır. Şirk, kıskançlık duygusu, adalet ve münafıklık
gibi konulann da incelendiği sûrede, zulmün dışındaki kötülüklerin ifşa edilmemesi
de vurgulanmaktadır.
Ayrıca kitap ehlinin Hz. Muhammed'e ve Hz. Musa'ya yaptıkları
eziyetler, Hz. İsa'yı öldürmeye teşebbüs etmeleri ve dinlerinde aşın gitmeleri
ele alınmaktadır.
Bu özellikleriyle Nisa sûresi, bazı konularıyla Bakara, bazı konularıyla
da Âl-i îmrân sûresininın açılımı durumundadır. Yetim ve kadın hakları, aile
hukuku ile öne çıkan bu sûre Medine'de nazil olmuştur.
Âyet sayısı 176'dır.[1]
1. Ey insanlar! Sizi bir tek cevherden, nefisten yaratan ve ondan da
eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinizden
sakınınız. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve
akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakınınız. Şüphesiz Allah sizin
üzerinizde gözet-leyiddir.
İnsanın yaratıldığı cevhere işaret eden bu âyet üç bölümde ele alınacaktır:
1. İnsan tek bir cevherden
yaratılmıştır. Âyetin bu kısmında "cevher" diye tercüme ettiğimiz
nefis kavramı yer almaktadır. Kur'an'ın temel ve çözülmesi zor olan
kavramlarından biri nefis kavramıdır.
"Can, ruh, zihin, hayat, canlı varlık, yaşayan yaratık, insan,
şahıs, fert, cevher, tabiat, temayül, arzu etmek, şehvet, istek, kişisel
hüviyet, zat" anlamlarına gelen nefis, çeşitli kelimelerle veya
kavramlarla bir araya gelince başka mânalara da gelmektedir. Meselâ iş
kavramıyla bir araya gelince "gerçekte, meselenin özü", işin
tabiatı"; inde kelimesiyle bir araya gelince "kendi görüşü";
şeyle birleşince "nesnenin kendisi"; itimat kavramıyla "kendi
kendine güven"; sefih kavramıyla "kendini düşünmemek" mânalarını
kazanmaktadır. "Nefes alıp vermek, hürriyet, serbestlik, rahat, huzur,
ihtiyat, kıymetli" anlamlarına da gelmektedir.
Nefis kelimesi dişi olduğundan doğurup çoğalmaya, değişip gelişmeye
müsait bir tabiata sahiptir. Değişmeye ve gelişmeye müsait olması, onun
eğitilebilirliğine işaret etmektedir. Onun eğitilip değişmesi ve gelişmesi
sayesinde insan, kâmil olma vasfım kazanmaktadır. Mânasını çözmek çok zor
olduğu için eğitimi de çok çetindir.
Bu kavramın Kur'an'daki mânaları :
a) Zat. Nefis kelimesi Allah
ile ilgili olarak kullanılınca "zat" mânasını ifade etmektedir. Âl-i
İmrân sûresinin 28 ve 30. âyetlerinde zat anlamına gelmektedir : Allah
kendisine karşı sizi sakındırıyor. Her iki âyette aynı ibare yer almaktadır ki,
burada Allah ismi ile bir araya gelen nefis, zat "kendi"
anlamındadır.
Râgıb el-İsfahânî, nefis kavramı Allah'a izafe edildiğinde "sahip
olma"; insana izafe edildiğinde de "kötüyü emreden" anlamına
gelir diyor.
Mâide sûresi âyette Hz. İsa'nın nefis kelimesini Allah için kullandığına
şahit oluyoruz: Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtındakini
bilmem. Âyetin metnine bakınca Hz. İsa'nın nefis kelimesini hem Allah hem de
kendisi için kullandığı görülecektir. Kendisi için kullanınca
"içinde"; Allah içinse "zat" anlamına gelmektedir.
En'âm sûresinin 12 ve 54. âyetlerinde şu ifade yer almaktadır:
Allan ranmeti kendi zâtına yazdı. Bunun anlamı rahmeti ve merhameti
kendine ilke edindi, demektir. Tâhâ sûresinin 41. âyetinde ise : Seni kendim
için seçtim yani "Seni kendime (elçi olarak) seçtim" demektedir.
Yukarıda zikredilen âyetlerde, "sakınmak, bilmek, rahmet,
seçmek" fiilleri yer almaktadır. Bu fiiller nefis kavramıyla bir araya
gelmiş ve Allah'a izafe olmuştur.
b) Can. Nefis kelimesi bazı
âyetlerde "ruh, can" anlamındadır.
Nahl sûresinin 111. âyetinde bu anlama gelir: Bir gün herkes gelir,
kendi canını kurtar-
mak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir,
onlara asla zulmedilmez.
Nefsin, başka bir nefsi var mıdır? Râzî bu soruya hayır cevabını vermektedir.
Ona göre, nefis ile bazan canlının beden, bazan da kendisi ve özü kastedilir.
c) İç. Çeşitli âyetlerde Allah
nefis kelimesini "iç" anlamında kullan de sabah akşam, yüksek olmayan
bir sesle, ürpererek ve yalvararak rabbin ileğideğa vuracağı, şeyi, insanlardan
çekinerek içinde gizliyordur (Ahzâb, 33/37).
Başkasının bilmesini istemediğimiz bir durum, korku duymak, zikir gibi
psikolojik oluşumların merkezi, yukarıdaki âyetlerde nefis olarak takdim
edilmektedir.
d) Kişi. Pek çok âyette
"kişi, kimse" mânalarına gelmektedir: Öyle bir günden korkun ki, o
günde hiç kimse baş-
kası için her hangi bir ödemede bulunamaz (Bakara 2/48).
e) Kalp. İsrâ sûresinin 25.
âyetinde geçen "nefis" kelimesi, kalp anlamına gelmektedir: Rabbiniz
sizin kalplerinizdekini (nefislerinizdekini) çok iyi bilir. Ayette geçen nefis
kelimesini İbn Abbas ve Râzî kalp; Zemâhşerî de vicdan mânasına almışlardır.
f) Cevher. Yorumunu yapmakta
olduğumuz Nisa sûresinin 1. âyetinde
"cevher", "öz" anlamına gelmektedir: ; Ey in"
sanlar! Sizi tek bir cevherden yaratan rabbinizden sakınınız.
Bu âyetlerde "yaratılış", özellikle insanın yaratılışı
açıklanmakta ve yaratıldığı kaynağın ne olduğunun tesbiti yapılmaktadır.
Nisa sûresinin 1. âyetinde geçen nefis kelimesinin Hz. Âdem olduğunda
ittifak vardır. Bize göre âyette yer alan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir
kelimenin Âdem olduğunu söylemek doğru değildir. Âyette kastedilen nefis, Hz.
Âdem'in de yaratıldığı cevheri kastetmektedir. Hz. Âdem'in nereden yaratıldığı
sorusuna cevap vermemiz zorlaşmaktadır. Âyetteki nefis, Âdem sonrası
yaratılmayı değil bizzat Âdem'in yaratıldığı cevheri gündeme getirmektedir.
Zaten âyetin devamında şu ifade yer almaktadır: O nefisten de eşini
yarattı. Bunun anlamı şudur: Âdem ile hanımı ayrı ayrı aynı cevherden
yaratılmışlardır. Aksi takdirde Tevrat'ın Tekvin kitabında (2/21-22) geçtiği
gibi "Ve Rab Allah, adamın üzerine derin bir uyku verdi... Ve adamdan
aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı" diyerek zevcesinin Âdem'in
kaburga kemiğinden yaratıldığını hurafe tarzında anlatmış oluruz.
Tevrat'ta geçen bu âyetin bir benzerinin Buhârî'de ("Nikâh",
79-80) hadis olarak nakledildiğine şahit oluyoruz. Orada kadının kaburga kemiğinden
yaratıldığı ifade edilmektedir. Bize hadis olarak nakledilen ibarede £ta dilğ
kelimesi geçmektedir. Bu kelimenin biyolojik anlamı ile değil de, psikolojik
manasıyla alınmasının doğru olacağı kanaatindeyiz. Nitekim Ebû Müslim bizden
önce kelimeye bu anlamı vererek, kadının "hassas" bir şahsiyete
sahip olduğunu söylemektedir. Ebû Müslim'in verdiği bu mâna, üzerinde ittifak
edilen hadisin doğrulanmasına da yardımcı olmaktadır.
Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetini açıklarken orada geçen Âdem'i
topraktan yarattı ifadesine dikkat çekmiştik. Bu âyetteki "topraktan
yaratılma" ile Nisa sûresinin 1. âyetindeki "bir cevherden
yaratılma" arasında bağlantının kurulması gerekiyor. Diğer taraftan Enbiyâ
sûresinin 30. âyetindeki "Her canlıyı sudan yarattık" ifadesini de
dikkate almak mecburiyetindeyiz. Su, toprak ve cevher kavramları canlı veya
insan denen varlığın hayat kaynağı olmaktadır. Toprağın içindeki elementler, su
ile karşılaşınca insanın cevherini meydana getirmektedir. Tıpkı ruh ile beden
buluşunca insan nefsinin meydana gelmesi gibi H2O, yani iki hidrojen atomu ile
bir oksijen atomunun bir araya gelmesiyle su meydana gelmektedir. Bu iki gaz
topraktaki elementlerle buluşunca orada karbon ve azot gazlarıyla bir araya
gelmekte ve insan denen varlığın DNA'smı meydana getirmektedir. İşte insanın
yaratıldığı nefis ya da cevher budur.
Hz. Âdem'in eşeysiz yaratılışı, yerini eşeyli yaratılmaya bırakmıştır.
Eşeyli yaratılmada cevheri kadının yumurtasıyla erkeğin spermi meydana
getirmektedir. Yumurta ile spermin oluşumu için gelinen safhalara bakıldığı
zaman, yine Hz. Âdem ve hanımının yaratıldığı o tek cevhere varılacağı da bir
gerçektir. Yumurta ve sperm kandan oluşuyor, kan ise yediğimiz gıdalardan
meydana geliyor, gıdalarımız da topraktan gelmektedir. Hayvansal gıdaların
kaynağı olan bitkilerle, doğrudan yediğimiz bitki cinsinden gıdalarımızın hepsi
de topraktan oluşmaktadır. Topraktan oluşan bitkilerin cevheri de su ile
toprağın içindeki elementlerdir. Onun içindir ki Enbiyâ sûresinin 30. âyetinde
her canlının sudan yaratıldığı söylenmektedir. Böylece bizlerin Hz. Âdem ve
eşi gibi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak topraktan yaratıldığımız gerçeği
ortaya çıkmaktadır.
Bu açıklamalarımızdan Nisa sûresinin 1. âyetindeki "tek bir
nefis" kavramının Hz. Âdem'e değil "bir cevher"e işaret ettiği
ortaya çıkmaktadır.
2.
Bütün insanlık bu çiftten
türemiştir. Yüce Allah Âdem ve hanımının tek bir cevherden yaratıldığını
söyledikten sonra, bu çiftten de pek çok kadın ve erkek meydana getirdiğine
işaret etmektedir. Bir bakıma eşeysiz yaratılma safhasından sonra eşeyli
yaratılma durumunu gündeme getirmektedir.
Âyetin bu kısmı bizim şu sorumuzu cevaplandırmaktadır: Dünyanın farklı
kıtalarında olan insanlar, oralarda ayrı ayn mı yaratıldı, yoksa Hz. Âdem ve
eşinden türeyerek oralara mı göç etti? Bu âyete göre bütün insanlık ilk
çiftten çoğalarak yeryüzüne serpilmiştir. Şu anda dünyada yaşayan insanlardan
başlayarak geriye doğru gittiğimizde ilk çifte, oradan tek cevhere, oradan tek
olan Allah'a varacağız anlamına gelmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu iki kısmından şu çıkarımları yapabiliriz: Yüce Allah, rabbinizden sakınınız, yani Mu-hammed Esed'in tercüme ettiği gibi "Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz" emri ile insanın yaratılışı konusu arasında bir bağlantı kurmaktadır. Yaratılışının kitabını Allah insanın önüne koyuyor ve yaratıldığı ilk cevheri araştırması görevini ona veriyor. İnsan yaratıldığı ilk cevherini ve daha sonraki çoğalıp yeryüzüne dağılma olgusunu araştırmakla neye ulaşacağını da açıklamaktadır. Bu araştırma ile ulaşılacak bilgi insanı takva denen ruh olgunluğuna ve basirete ulaştıracaktır.
Takva denen bu ruh olgunluğu insanı, Allah'ı üzmekten çekinmeye, yani
O'nun kudretini anlamaya götürecektir. İnsan yaratıldığı ilk cevheri
araştırırken, bu ödevini yaparken, su ile toprağın ilişkisinden bitkinin; bitkinin
gıda olmasından kanın, kandan sperm ve yumurtanın oluşumuna vâkıf olacak ve bu
esrarengiz oluşumlardan sonsuz kudrete sahip olan Allah'ın ölçülü, güzel
yaratması konusundaki imana ulaşacaktır.
Buradaki "takva emri" bize göre "biliniz" ve
"inanınız" anlamına gelmektedir. Âyette "Allah" ismi değil
de "rab" ismi geçtiğine göre, yaratmak, besleyip büyütmek ve terbiye
etmek anlamı burada önem kazanmaktadır.
Allah insana yaratılışını inceleme ödevi vermiş, bu ödevle onun yaratılışının
gayesinin ne olduğu bilgisine ulaşmasını istemiştir. Zâriyât sûresinin 56.
âyetinde yaratılışın gayesi kulluk, yani bilmek olarak tesbit edildiğine göre,
buradaki takva emrine kulluk ediniz, ya da rabbinizi biliniz mânasını
rahatlıkla verebiliriz.
Diğer taraftan yaratılış kanunlarını bilmenin, Allah'ı bilme ve inanmaya
götüreceğine işaret etmekle Allah, takvanın özünü bilginin oluşturduğunu da
vurgulamaktadır. Madem ki takva sorumluluk bilincinde olmaktır, öyleyse ona
bilgisiz ulaşmanın imkânsızlığı da ortadadır.
3.
Allah adına istemek ve
akrabalık hakları. Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin üçüncü
bölümünde: Kendisi adına birbirinizden istekte bulunduğunuz Allah'tan ve
akrabalık haklarına riayetsizlikten sakınınız buyurmaktadır.
Genelde insanlar birbirinden haklarını talep ederken, veya bir şey
isterken Allah adını kullanırlar, O'nun adına isterler. Yüce Allah burada madem
ki benim adıma birbirinizden istekte bulunuyorsunuz, öyleyse o istekler
konusunda hata yapmamanız için benden sakınmanız gerekir, buyuruyor. Böylece
takvanın başka bir boyutu gündeme getirilmektedir. Akrabalık haklarını korumak,
Allah adına istekte bulunurken doğru hareket etmek, takvanın başka bir
tanımını vermektedir.
Birinci ve ikinci bölümde insanın yaratılışına ve çoğalıp yayılışına;
burada ise, sosyal hayatın en önemli meseleleri olan insan ve akrabalık
haklarına dikkat çekilmektedir.
Âyetin üçüncü bölümünde geçen erham kelimesi rahmin çoğuludur. Âl-i
İmrân sûresinin 6. âyetine göre rahm kadının çocuk yatağına denmektedir. Bu
kavram "akraba" için de kullanılmaktadır. Akraba ziyareti derken
"sıla-i rahim" ifadesi kullanılmaktadır. Muhammed sûresinin 22.
âyetinde Allah, İktidarı ele geçirirse-niz, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve
akrabalık bağlarını kesecek misiniz? buyururken, erham kelimesini
"akrabalık bağlan, sevgi bağlan" anlamında kullanmaktadır.
Demek ki Nisa sûresinin 1. âyetinde geçen erham kavramına, akrabalık
haklan, akrabalık bağlan, sevgi bağları mânasını vermek mümkündür. Böylece
Allah Nisa sûresine insan hakları, özellikle akrabalık hakla-nyla ve bu konular
için bir açılımla başlamıştır.
İnsan haklan veya akrabalık hakları açısından aldığımızda erham
kavramının içini Nisa sûresinin 36. âyetiyle doldurabiliriz: Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiçbir şeyi
ortak koşmayınız. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya,
uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, iyilik ediniz.
Yukanda sayılan gruplara iyilik yapmak, onların hakkı olduğu için,
erham kelimesinin kapsamına girmektedirler.
Akrabalığın sevgi bağlan anlamına aldığımızda, "erham"
kavramının içini Ra'd sûresinin 21. âyetiyle doldurmak mümkündür: Akıl sahibi
düşünen insanlar Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirirler.
Buradaki bitişmesini emrettiği şeylerin, akrabalığın sevgi bağlan olduğuna
işaret vardır. Gönüllerin bitişmesi, gönüller arasında sevgi bağlarının tesis
edilmesi ve bunun yapılabilmesi içinde sıla-i rahim yapmak gerekiyor. Hz.
Peygamber "Sadakanın en üstünü, düşman olan akrabana verdiğindir"
buyurmakta, başka bir hadisinde de sevabı en çabuk verilecek amelin akrabayı
ziyaret olduğunu söylemektedir.
4.
Allah gözetleyicidir. Yüce Allah, Nisa
sûresinin 1. âyetinde, iki defa Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma,
yani O'ndan sakınma emrini vermektedir. Bu emirlerin biricisini insanın yaratılışına,
ikincisini de insanlann birbirlerinden bir şey isterken, Allah'ın adını
anmalarına bağlamaktadır.
Takva konusunda verdiği bu emirlerden sonra akrabalık haklarını,
bağlannı koruma kanununu gündeme getirmektedir. Takvanın, genel ve özel akraba
haklarını koruma konusundaki emirleri tam anlamıyla yerine getirmenin yolu,
insanın "Allah'ın gözetleyici olduğu" inancını taşımasıdır. Bu inanç
kendiliğinden, ayrıca zorlayıcı bir tedbire gerek kalmadan sözü edilen emirleri
yerine getirtecektir. İnsanın "Rabbim benim davranışlarımı, içimdeki
niyetlerimi gözetliyor" inancını taşıması ve kendisini ona göre
ayarlaması, takvayı yakalamasına, genel ve özel haklara riâyet etmesine de
kolaylık sağlayacaktır.[2]
2. Öksüzlere mallarını veriniz, temizi pis olanla değiştirmeyiniz,
onların mallarını sizin mallarınıza katarak (helâl, temiz malınızı kirletip)
yemeyiniz; çünkü bu, büyük bir günahtır.
3. Şayet öksüz (kadınlarla evlendiğiniz takdirde on)lar
hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar sanız, size helâl olan
(başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alınız. O (kadi)nlar arasında da adaleti
sağlayamayacağınızdan korkarsanız bir tane alınız; yahut ellerinizin altında
bulunan cariyelerle yetininiz. Cevr (ve haksızlık) etmemeniz için en uygun
olan budur.
Yüce Allah bir önceki âyette akrabalık haklannı korumayı emrederken,
bu âyette yetimlerin haklarının korunmasını istemektedir. Kur'an insan
haklarında devrim yapıp Allah hakkı, anne baba hakkı, çocuk hakkı, toplum
hakkı, akraba hakkı ve kadın haklarının yanında bir de yetim hakkını gündeme
getirmiştir.
Müfessirlere göre Nisa sûresinin 2. âyeti, hem zengin hem de yetim
hakkı yiyen Gatafan kabilesine mensup bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişi ergenlik
çağma gelen yetim yeğeninin malını istemesine rağmen vermemişti. Hz.
Peygamber'e başvurdular. Âyet bu olay üzerine nazil olmuştur. Bunun üzerine
amcası, "Allah'a ve Peygamber'e itaat ettik. Büyük günah işlemekten
Allah'a sığınırız" deyip malını ona teslim etmişti. Anlatılan bu olay
doğru olsa bile, âyetin evrenselliğini ortadan kaldırmayacağını söylemekte
yarar vardır. Âyet kıyamete kadar, yetimler konusunda geçerli olan hükmü veya
hükümleri ortaya koymaktadır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Yetimlerin hakkı
nasıl korunacaktır?
[3]
Yüce Allah bu ve benzeri âyetlerde kendisine miras kalan ve malı olan
bir yetime nasıl davranılacağını hükme bağlamaktadır. Yanında yetim malı olan
birinin çocuk bulûğ çağma ulaşınca, malım ona teslim etmesi Allah'ın emridir.
Yüce Allah bu emre kendisinin uyduğunu da Kehf sûresinde açıklamaktadır.
Hz. Musa Hızır aleyhisselâm ile yolculuğa çıkar. Hızır gemiyi batırır,
bir çocuğu öldürür ve köyde yıkılmakta olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa'nın
bunların sebebini sorması üzerine her üç davranışın hikmetini anlatır
Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait
bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki çocuk
güçlü çağlarına erişsinler, rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini
çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım... (Kehf 18/82).
Âyetten anlıyoruz ki Allah ledünnî ilme sahip olan kişiyi, yetim çocukların
malını korumakla görevlendirmiş, bulûğ çağma erişince de onların mallarına
kavuşmaları amaçlanmıştır. Yetimin malını ona verebilmek
için öncelikle korumak gerekiyor. Bulûğ çağına kadar koruyup, sonra ona
teslim etmek yetim hakkına riayet etmektir.
Yetime malını teslim ederken şahit tutmak da Allah'ın emridir:
Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurunuz (Nisa
4/6). Bu âyetle Allah, yetimin malını teslim etmeyi belli bir kurala
bağlamıştır. Şahit kavramı malın teslim edilmesinin yazıya bağlanması anlamına
gelmektedir. Çünkü Bakara sûresinin 282. âyeti ticarî muamelelerde, özellikle
borçlar hukukunda "yazma"yı ilke haline getirmektedir. Şahitlerin
ölümü halinde muamelenin ispat edilebilmesi için yazılı bir belgenin olması
şarttır.
Yetime malı verilirken onların denenmesi (Nisa 4/6); aklı olmayanlara
mallarının verilmemesi (Nisa 4/5) hükme bağlanmıştır. Denemek, şahit tutmak
suretiyle malların yetimlere teslim edilmesi ekonomik haklarının korunması
anlamına gelmektedir.
Yüce Allah âyetin başında olumlu bir emir, yani "Yetimlere
mallarını veriniz" dedikten sonra "Temizi pis olanla
değiştirmeyiniz" buyurmaktadır. Bunu Muhammed Esed, "kendi değersiz
mallarınızı yetimlere ait güzel mallarla değiştirmeyiniz" şeklinde
yorumlamaktadır. Teiniz olan yetimin malı, ona verilmeyince yetimin hamisine
pis olmaktadır. Böylece temiz, pis bir duruma gelmektedir. Yetimin malı, yetim
bulûğa ulaşıncaya kadar yanında kaldığı insan için temizdir; yetim bulûğ çağına
ulaştığında malını ona vermemek onu kendisi için pis hale getirmektedir. Kendi
malı temiz olduğu halde, yetimin malını ona katmakla onu kirletmektedir.
Böylece temiz olanı pis olanla değiştirmiş olmaktadır.
Yüce Allah temiz ve pis kavramını haklar âlemine ve ekonomik değerlere
sokmuştur. Yetimin hakkını vermemekle insan ekonomik değerini kirletmektedir.
Yetimin ekonomik hakkım çiğnemek, kendi ekonomik çevresini kirletmektedir. Bu
konuyu daha genişletirsek devleti idare edenler tüysüz yetimin hakkını
düşünmezlerse toplumun ekonomik ilişkilerini kirletmiş olurlar. Fertler kendi
yakın çevrelerindeki yetimlerle ilgilenirken, devleti idare edenler bütün
yetimlerin haklarını korumakla yükümlüdürler. Onun içindir ki Allah akraba
haklarında, özellikle yetim akrabanın hakkım öne çıkartmaktadır. Âyette yer
alan temiz olanı kirletmek, sadece yetimin hakkım çiğnemek değil, haram lokmayı
yemekle kendi karakterini de kirletmektedir.
[4]
Yüce Allah "Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz"
emrini vermektedir. Bu olumlu emirden sonra Allah, bunun tersi bir emirle
yetimin malını kendi malına katmaktan da öte, yetimin malına yaklaşmayı bile
yasaklamaktadır: "Bulûğ çağına erişmeden önce yetimin mal varlığına -onun
iyiliği için olmadıkça- yaklaşmayınız" (En'âm 6/152).
Allah zinaya yaklaşılmamasını emrettiği gibi (İsrâ 4/32), yetimin malına
da yaklaşılmamasını emretmektedir. Yetimin malına yaklaşılır ve onun malı başka
mala katılarak yenirse ne olur? Yüce Allah Nisa sûresinin 2. âyetinin son
kısmında ve 10. âyette bunun cevabım vermektedir: Bu büyük günahtır. Bu fiilin
büyük günahlar arasında sayılması dikkat çekicidir. Çünkü hûb kelimesini
"suç" anlamına almak gerekir.
Yetim malı yemenin hem dünyevî hem de uhrevî boyutu vardır. Bu sebeple
dünyevî boyutuna suç, uhrevî boyutuna da günah değerlendirmesi yapılır. Onun
içindir ki Allah Nisa sûresinin 10. âyetinde, "Haksızlıkla yetimlerin
mallarım yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkmmış olurlar. Zaten onlar
alevlenmiş ateşe gireceklerdir" buyurmaktadır. Midelerini ateşle
doldurmaları dünyevî ceza, ateşe atılmaları da âhiretteki ceza olmaktadır.
Dünyevî ceza suçun, uhrevî ceza da günahın karşılığı olmaktadır.
[5]
Yüce Allah Nisa sûresinin 3. âyetinde, "Eğer yetimlere adaletle
dav-ranamamaktan korkuyorsanız" ifadesine yer vermektedir. Âl-i İmrân sûresinde
Uhud Savaşı'ndaki yenilgide yetmişe yakın müslümanın şehid edildiğini
söylemiştik. Yetmiş şehidin yetimlerinin sorunları Nisa sûresinde çözümlenmektedir.
Uhud Savaşı'nm geriye bıraktığı yetim meselesinde, yetimlerinin mallarının
yenmesi olduğu kadar, yetim kızlarla evlenip onlara haksızlık yapılması davardı.
Nisa sûresinin 3. âyetinde medenî hukuktaki durum açıklanmaktadır. Ancak yetim
kızların toplumda önemli bir sorun haline geldiğini Nisa sûresinin 127.
âyetinden anlıyoruz :
Onlar kadınlarla ilgili düzenlemeler konusunda kendilerini
aydınlatmanı istiyorlar. De ki: Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi
aydınlatmaktadır; nitekim onlarla evlenmek istediğinizden haklarını
vermediğiniz yetim kızlarla kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı adaletli
davranma yükümlülüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilâhî kelâmda (Allah'ın
iradesi tezahür etmiş)tir; ve ne iyilik yaparsanız unutmayınız ki Allah onu
tamamıyla bilir.
Râzî, Nisa sûresinin 3. âyetini tefsir ederken Urve'nin anlattığı bir
olayı nakletmektedir. Hz. Âişe'ye "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korkarsamz" âyetinin mânasının ne olduğu sorulunca
şöyle dedi: Buradaki yetim kavramı, yetim kıza işaret etmektedir. O velisinin
evinde bulunur, velisi onun malına ve güzelliğine kapılır. En düşük mehirle
kendine nikahlamak ister. Yetimin arkasında kimsesi olmadığı için ona kötü bir
şekilde davranır. Bunun için Allah, "Eğer nikahladığınız zaman yetimlere
zulmetmekten korkarsamz, onların dışında size helâl olan kadınlardan nikahlayınız"
buyurmuştur. Ashabın Hz. Peygamber'den bu âyetle ilgili bir açıVAamsı istemesi
ioaerine "Nisa smesimn Uhud Savaşı sonrasında yetim kalan kızlara haksız
muamele yapılmasını önlemek için bu âyet inmiştir. Nisa sûresinin 2. âyetinde
yetimlerin mallarının yenemeyeceği, 3. âyetinde de evlenip belli bir müddet
sonra dışarı atılarak onlara haksızlık yapılmasının yanlışlığı hükme
bağlanmak-tadır. Üçüncü âyette dikkat çeken bir başka kavram daha vardır : Eğer
korkarsamz ifadesi, korkunun hukukta yeri olduğuna işaret etmektedir.
fman, yetim kızlara haksızlık yapmaktan insanı alıkoymalıdır. Bu iman
haksızlık yapacak olan kişide bir korku veya endişe uyandırmalıdır. Yetim kızla
evlenip, malını aldıktan sonra onu dışarı atmak, ona âdil davranmamak ve bu
konuda onun koruyucusunun olmamasından istifade etmek, insana bir ürperti
vermelidir. Allah "ürperti varsa" uyarısıyla dikkat çekmektedir.
Nisa sûresinin 2. âyetinde yetimlerin haklan hakkındaki koruyucu
tedbirden sakınan yetim velileri; yetim kızları yanlarına almaz oldular. Yüce
Allah'ın yetim haklarına verdiği önem, onların velayetini üzerlerine almaktan
insanları kaçındırdı. Bunun üzerine, endişenin giderilmesi için 3. âyetteki
açıklama yapılmıştır. Râzî âyetin yorumunda bu durumu gündeme getirmektedir.
"Yetimler hakkında adaleti yerine getirmemekten korkmak"
ifadesinde korkuyla adaletin bir araya gelmesi, adaletin temellerinde korkunun
olduğuna bir işarettir. Yetim kızlarla evlenme konusunda adalet öncelikli değer
olarak takdim edilmektedir. Adaletin çiğnenme korkusu âyetin devamındaki hükmü
devreye sokmaktadır.
[6]
Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi çok eski bir gelenekti. Hz.
İbrahim'in iki hanımı vardı, tshak'ın büyük oğlu Esav da birden fazla kadınla
evliydi. Hz. Yâkub'un da birden çok eşi vardı.
Kur'an'ın geldiği Arap toplumunda çok kadınla evlenmek yaygın bir
uygulama idi ve hatta sınır bile yoktu. Kur'an bu hususu en fazla dört eşle
sınırlandırmıştır. Adalet ve psikolojik durumu göz önünde tutarak tercihini de
"tek eş"ten yana kullanmıştır. Burada şöyle bir soru sormak
zorundayız: Birden fazla kadınla evlenmek için şartlar neler olabilir? Çünkü
birden fazla" hanımla evlenmek keyfîlikten çok zorunlu birtakım şartlara
bağlıdır.
a) Savaş ve kadın nüfusun
erkeklere nazaran artması. İslâm anlayışına göre savaşta kadın ve çocuğa
dokunulmaz. Cephede erkekler savaşır. Bu sebeple savaşta erkek nüfusta azalma
olur. Toplumlarda kadın nüfusun aşırı bir şekilde fazla olması, ahlâkî yapının
bozulmasına sebep olabilir. Bu durumda bir erkeğin birden fazla hanımla evlenmesi
gerekebilir.
b) Hastalık. İyileşmesi mümkün
olmayan hastalığa yakalanan kadın cinsel ilişki bakımından kocasına cevap
veremeyebilir. Böyle bir hanımı boşayıp başka bir kadınla evlenmesi vicdanî bir
davranış olur mu? O kadını nikâhı altında tutup, tedavisiyle uğraşıp, başka
bir kadınla evlenmesi daha doğru olmaz mı?
c) Kısırlık. Çocuğu olan
erkek, çocuğu olma ihtimali olmayan bir kadınla evlenmesi durumunda ne
yapılacaktır. Erkek, çocuk sahibi olmak istiyorsa bunu ne ile
gerçekleştirecektir? Çünkü kendinden sonra neslini devam ettirecek çocuklar
bırakmak bir erkeğin en doğal hakkıdır. Günümüzde artık kadının kısırlığına,
tüp bebek yoluyla çocuk edinmesi sağlanarak son verilebilmektedir. Ancak bu da
sınırlı kalmaktadır.
d) Adalet. Nisa sûresinin 3.
âyetinin birinci bölümünde yetim kızlara haksızlık yapılması ve adalet
gösterilememesi yerine birden fazla eş almaya müsaade edildiğine şahit
oluyoruz. Aslında yetim kızların haklarının çiğnenmemesi için böyle bir iznin
verilmesi yetim haklarının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Allah, Eğer yetim-lere karşı adaletle davranamamaktan dolayı korkuyorsanız, o zaman size helâl olan (diğer) kadınlardan birisiyle evleniniz, (hatta) ikisi, üçü, dördü (ile) buyurmuştur. Âyetin bu bölümü çok evlilikten ziyade, yetim hakkını vurgulamakta ve öne çıkarmaktadır. Bir bakıma birden fazla kadınla evlenmenin ön şartını ortaya koymaktadır. Bu âyetin insanlığa verdiği mesaj, kimsesiz kız çocuklarının cinsel bakımdan istismar edilmelerinin önlenmesidir. Çünkü onların bu konuda istismar edilmeleri meselesiyle bizzat Allah ilgilenmektedir.
Hz. Âişe buradaki "adalet" konusunu, yetim kızlarla
evlenirken yeterli mehir veremeyen veya mehir vermeye hazır olmayan velilerin
durumuna işaret ederek açıklar. Söz konusu, velilerin böyle bir
adaletsizlikten kendilerini korumaları ve onların yerine başka kadınlarla
evlenmeleridir. Hz. Âişe'nin açıklamasının doğruluğunu Nisa sûresinin 4.
âyetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu âyet mehir verilmesini şart koşmaktadır.
Mehrin bir kısmının bağışlanmasını ise kadının tercihine bırakmaktadır. 3.
âyetin ikinci kısmında geçen v^ALtâbe kelimesi "helâl" anlamına
gelmektedir. Çünkü Nisa sûresinin 23. âyetinde evlenilmesi haram olanlar
sayılmaktadır. Fakat bu kelime "hoşa gitmek" mânasını da ifade etmektedir.
[7]
Yüce Allah bu âyette ikinci defa korku ve adaleti gündeme getirip hükmünü
ona dayandırmaktadır: Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir
(tane ile); yahut sahip olduğunuzla (yetininiz). Bu, doğru yoldan sapmamanız
için daha uygundur. Âyetin bu kısmında birden fazla kadınla evlenen kişiye,
onlar arasında âdil davranmak şart koşulmaktadır. Yetimler için kist, normal
hanımlar için adi kavramı kullanılmaktadır. Kist, oran adaleti; adi de eşit
davranmaktaki adalettir. Kıstta "hakkını vermek", adalette ise
"eşit davranmak" vardır.
Allah erkeğin eşler arasında sevgi ve ilgi bakımından eşit
davrana-mayacağı gerçeğini gündeme getirmekte ve Nisa sûresinin 129. âyetinde
buna açıklık getirmektedir: Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında âdil
davranmaya güç yetiremezsiniz, bari birine tamamen meyledip de diğerini askıya
alınmış gibi bırakmayınız.
Bir erkeğin iki gönlü olmadığına göre birden fazla hanımını aynı
derecede sevmesi ve ilgi göstermesi mümkün değildir. Bu eşit olmayan sevgi
diğer konulara da sıçrarsa o zaman adaletsizlik baş gösterecektir. Adaletin
çiğnendiği bir aile ortamının oluşmasından önce, fazla kadınla evlenecek olan
erkek kendini yoklamalıdır. Eğer âdil davranma konusunda endişesi varsa, Allah
ona tek hanımla evlenmesini tavsiye etmektedir. Birden fazla hanımla
evlendikten sonra böyle bir durum ortaya çıkmışsa, o zaman da Nisa sûresinin
129. âyeti ona, birine tamamen meyledip ötekini ortada bırakmamasını
emretmektedir. Âyetin bu kısmında adaletle korku arasında bir bağlantı kuran
Allah, kulunun vicdanını öne çıkarmakta ve hükmü onun üzerine bina etmektedir.
Yetimlere âdil davranamama korkusuyla, birden fazla eşe eşit davranamama
korkusu, hükümlerin alt yapısını oluşturmaktadır.
Yetimlere âdil davranamama korkusu çok evliliğe; çok evlilikte eşit
davranamama korkusu da, tek evliliğe doğru giden hükümleri verdirmektedir.
Erkek kendi gönlündeki oluşuma göre, hükümler arasında seçim yapacak ve
uygulayacaktır. Gönlündeki oluşumun adı da endişe veya korkudur. Yetim veya
normal statüde olan bir kadına haksızlık yapmak veya âdil davranamamak
korkusunu bu kadar öne çıkaran Allah, yetim ve kadın haklarına ne kadar önem
verdiğini göstermektedir.
Aile hayatında adalet, sevgi, alâka ve eşit davranma gibi önemli değerlerin
yaşatılıp yaşatılmaması çok önemsenmekte ve erkek bu değerlerin bekçisi olarak
tayin edilmektedir. "Yahut sahip olduğunuzla yetininiz" ifadesi
aslında "sağ ellerinizin sahip olduklanyla" anlamını içerir. Allah yolunda
girişilen bir sevaşta alman esir kadınlardan biriyle evlenmeyi öngörmektedir.
Hür hanımlarına âdil davranamayacağını bilen kişi onlardan biriyle
yetinmelidir. Nisa sûresinin 25. âyeti buna işaret etmektedir: her kim içinde bulunduğu şartlardan dolayı
hür bir mümin kadınla evlenecek durumda değilse onu, meşru şekilde sahip
olduğunuz, mümin bakirelerden biri (ile evlendiriniz). Allah, imanınızla ilgili
her şeyi bilir.
Allah Nisa sûresinin 3. âyetinde korkuyu, Nisa sûresinin 25. âyetinde
imanı gündeme getirerek yetim, esir ve hür kadınların haklarını korumaktadır.
Korkuyla iman gönülde yan yana yaşayan, aralarında alışveriş olan ve geçiş
kanalları bulunan iki önemli unsurdur.
Bu ilişkiden hareket edersek, hür ve esir hanımlarına âdil davranmayı
Allah imanla ilişkilendirerek; bir taraftan aile hayatında imanın önemini
vurgulamak; diğer taraftan da kadın haklarını imanın bir parçası haline
getirmektedir. İster iman isterse korku olsun Allah gönlü eşler arasında
merkezî bir konuma yerleştirmekte ve hakları ona bağlamaktadır.
Ayetin son bölümünde sunduğu tercih ve bu tercihi bağladığı hüküm
hakkında Allah: "Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır"
buyurmaktadır. Bu bölümde yüce Allah'ın, "en yakın" mânasını ifade
eden j jfednâ kelimesini kullanması manidardan Erkek-kadın ilişkilerinde tam
anlamıyla adaleti gerçekleştirmenin zor olduğu, bu yüzden tama en yakın olanın
gerçekleştirilmesini öngörmektedir. "En yakın" demek "tam
yakın" olamaz demektir. Evlilik olayında beşerî iradenin bulunmasından
dolayı hedefi tutturmanın zor olacağına işaret edilerek en yakın olanın
hedeflenmesine dikkat çekilmektedir.
İşlerin uygun, âdil ve doğru olanını tutturma ihtimalinin bulunmadığı
şart, ortam ve durumlarda en yakın, en uygun ve en âdil olanını tutturma
çabasını göstermenin önemli olacağının eğitimini de vermektedir. Tam olana en
yakın olanı bulmak doğru bir çaba olacaktır.
[8]
4. Kadınlara mehirlerini hiçbir karşılık beklemeden veriniz;, ama eğer
onlar,, kendi nzâlanyla bir kısmını size bırakırlarsa ondan hosnutiuk. ye
gönül rahatlığıyla faydalanınız.
Bu âyet kız veya kadınların başlık parasıyla eşya gibi satılmalarını
önlüyor, yerine evlenen kadına verilmek üzere mehir sistemini koyuyor.
Evlenmekte olan yetim kız ise, mehir kendisine verilir, velisine verilmez. Evlenen
hür kadın ise de yine mehir kendisine verilir, başlık parası olarak
ana-babasına verilmez.
Başlık parası toplumda evlilikleri zorlaştırmayacak bir tarzda kültür
içinde bir gelenek halini almışsa bunun İslâm'la bir alâkasının olmadığı
bilinmelidir. Başlık parası bir gelenektir ama dinî bir müessese değildir; ama
mehir dinî bir hükümdür. Bu âyet mehir müessesesini hukuka bağlamış ve zorunlu
bir hale getirmiştir. İşte bu hüküm medenî hukukta önemli bir ilke olmuştur. Bu
noktada "Neden erkek mehir veriyor da kadın vermiyor" sorusu
sorulabilir.
Ayrılık anında da mehir, kadın için ekonomik bir garanti olabilir. Kadının
iş hayatına atılmadığı ve işsizlik sigortasının bulunmadığı toplumlarda, mehir
müessesesinin faydasının büyük olacağı bir gerçektir. Âyetin analizi yapılacak
olursa iki bölümde incelemekte yarar vardır:
[9]
Nisa sûresinin 4. âyetinde geçen sadükât "mehirler" anlamını
ifade etmektedir. "Kadınlara mehirlerini veriniz" emri kocalara
aittir. Âyetin bu kısmında bir de nıhle kelimesi yer almaktadır. Bu kelimenin
âyete neler kattığı veya mehrin ne olduğu konusuna açıklık getirdiği
meselesinde bilginler farklı açıklamalar yapmışlardır. Râzî bu açıklamaların
bir kısmını Zemahşerî'den alarak aşağıdaki şekilde nakletmektedir :
a) İbn Abbas, Katâde, İbn
Cüreyc ve İbn Zeyd" farz kılınmış bir hak olarak" mânalandırıp
kelimeye "farz" anlamını yüklemektedirler. Onlara göre mhle
"din, inanç, hukuk, yol" mânalarına da gelmektedir. Buradan hareket
edince, "Onlara mehirlerini veriniz. Çünkü bu, bir nıhledir, yani bir din,
bir hak ve bir yoldur" yorumunu yapmaktadırlar. Din, hak ve yol olan şey
de farzdır.
b) Kelbî, nıhle kelimesini
"bağış ve hibe" olarak mânalandırmakta-dır. Nıhle "kocanın
yaptığı bağış" a denmektedir. Bu mânadan hareket ettiğimizde nıhlenin farz
değil bir bağış olduğu fikrine varmak mümkündür.
c) Ebû Ubeyde'nin fikrini
nakleden Zemahşerî ve Râzî, nıhlenin "gönül hoşluğu ile" anlamına
geldiğini nakletmektedir. Bu anlam, mehrin gönül hoşluğu ile verilmesini, bu
konuda zorlama ve pazarlık yapılmamasını işaret etmektedir.
Bize göre İbn Abbas'la Ebû Ubeyde'nin görüşlerini birleştirerek çıkacak
olan mâna en doğru olacaktır. Buna göre mehir, Allah'ın gönül hoşluğu ile
verilmesini emrettiği bir farzdır.
[10]
Nisa sûresinin 4. âyetinde Allah, kadına ait mehrin bir kısmından
fedakârlık yapabileceğini gündeme getirmektedir. Yüce Allah fedakârlığı kadına
bağlayarak, kocanın bunda bir dahlinin olamayacağını da belirterek "Eğer
gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle
yeyiniz." buyurmaktadır.
a) Yüce Allah, kadının
"gönül hoşluğu" üzerine hükmünü vermektedir. Âyetin son kısmında yer
alan onu yeyiniz emri, tamamen kadının mehrinden bir kısmını gönül hoşluğu ile
bağışlamasının üzerine oturmaktadır. Gönül hoşluğu ile bağışlama olmazsa Allah
bu emrini geri çekmektedir. Bunun anlamı, kulunun gönlündeki oluşumu dikkate
olarak Allah'ın hüküm koymasıdır.
Devlet adamlarının da kanun yaparken halkın gönlündeki oluşumu dikkate
almaları gerekir. Bir işin halka dayatılarak değil, onların gönül hoşluğu, yani
rey ve istekleri dorultusunda yapılması hükme bağlanmaktadır. Halkın
menfaati-ne olan bir konuda doğrudan hüküm verilebilir, ama hakkından
fedakârlık konusunda halkın isteği, gönül hoşluğu ve görüşü "olmazsa olmaz"ı
teşkil etmektedir. Yüce Allah bu âyetteki emir sisteminde insanlara hüküm verme
siyasetini ve kanun koyma politikasını öğretmektedir.
b)
Yüce Allah kadının hakkı
olan mehri, erkeğin ödemesini zorunlu kılmaktadır. Başka bir ifade ile kadının
hakkını garanti altına almaktadır. İnsanlığın yarısını teşkil eden kadının
hakkını erkeklere karşı korumaktadır. Mehir hakkı, hukukî bir oluşum olmakla
beraber, ilâhî emir olduğundan farz, riayet edilmediğinde günah hüviyetini
kazanmaktadır.
c) Yüce Allah mehrin
verilmesini farz kıldığı halde, bu farzı yerine getirme fedakârlığını insanın
gönlüne bağlamaktadır. Mehrin azaltılması, yani ondan fedakârlık yapılmasını
kadının gönlüne bağlamakla, kulunun gönlüne ne kadar önem verdiğine işaret
etmektedir. Kadının gönlü, kocanın yemesindeki eyleme dönüşmektedir. Demek ki
haktan fedakârlık hak sahibine aittir.
[11]
5. Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere
vermeyiniz; o mallarla onları besleyiniz, giydiriniz ve onlara güzel söz söyleyiniz.
Bu âyeti açıklayabilmek için önceki âyetlerle bağlantısını kurmak
gerekiyor. 2. âyette "yetimlere mallarını"; 4. âyette de
"kadınlara mehirle-rini veriniz" dendiği halde burada "aklı
ermezlere mal verilmesi" yasaklanmaktadır. Yetimlere malları, kadınlara
mehirleri verilecektir ama, "Bunların aklı ermiyorsa ne
yapılacaktır?" sorusunu Allah bu âyetle cevaplandırmaktadır:
1.
"Allah'ın geçiminize
dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyiniz." Buradaki eksen
kavram sefih kelimesidir. Sefih "muhakeme yeteneği zayıf; akla veya dine
aykın hareketlerde bulunan; ahmak veya günah işleyen kimse" anlamına
gelmektedir. Zemahşerî "malını israf eden", İbn Abbas
"cahil", Râzî "malı muhafaza edecek kadar aklı ve izanı
olmayan" herkes diye tarif ediyor. Bu anlamdan hareket edersek çocuk,
yetişkin, kadın ve yetimler bunun kapsamına girmektedir.
Yüce Allah malını koruyacak kadar muhakeme yeteneği olmayan insanların
olabileceğine işaret ederken onların bu durumu üzerinde de hüküm koymaktadır.
Çünkü bu tip insanlar bağımsız olarak ekonomik faaliyetlerde bulunamazlar ve
sahip oldukları ekonomik değerleri de ellerinden kısa zamanda çıkarabilirler.
Allah hüküm koyarken kullarının durumunu dikkate almakta; istisnaî durum ve
insanları göz önünde bulundurmaktadır. Bunları tesbit ederken insanın aklını
kullanıp kullanamamasını da ölçü olarak tesbit etmektedir.
Demek ki "malı vermekle", mehri vermek ve malı vermemek arasındaki
ayırımı belirleyen insanın aklını kullanmasındaki yeteneğidir. Aklını
kullanarak malını muhafaza edebilecek seviyede olmayana mal teslim edilemez.
2. "Mallarla onları
besleyiniz ve giydiriniz." Bu tip insanların geçimini temin etmek için
infakta bulunulabilir. Meselâ alkol bağımlısı bir insana para olarak infak
etmektense, evine yiyecek ve giyecek almak daha doğrudur.
Yine ergenlik çağına erişmemiş çocuk ve yetime para vermektense,
geçimlerini tedarik edecek şeyleri tedarik etmek daha doğrudur. Parayı kullanıp
kendi geçimini temin edemeyecek yaşlılara da aynı şekilde muamelede bulunmak
gerekir. Barınma, beslenme ve giyim bu tip insanların sorununu çözmektedir.
Toplumlarda sefih denen bir grubun olabileceği gerçeğine dikkat çeken Allah, bunların geçimini yine toplumun aklı başında olan, malını akılhca kullanıp para kazanabildi insanların üzerine yüklemektedir. Akıl ni-metiyle ekonomik nimete sahip olan ve bu iki değeri bir araya getirebilen insanlar bu sorumluluğu üzerlerine almakta seçenek sahibi değillerdir, tam tersine bunun Allah tarafından konmuş bir farz olduğunu bilmelidirler.
3. "Ve onlara güzel söz
söyleyiniz." Besleme ve giydirmeden sonra güzel söz söylenmesinin ne
anlama geldiği konusunda müfessirlerin yaptığı açıklamaları Râzî
sıralamaktadır. Bu açıklamalardan sadece KaffaTin görüşünü nakletmeyi uygun
buluyoruz.
Kendisine teslim edilen çocuk ise, velinin ona, malın onun kendi malı olduğunu, kendisinin o malın sadece bekçiliğini yaptığını, çocukluk devresi bitince, malını ona vereceğini anlatmasıdır. Bunu bir benzeri de şu âyettedir: Öyleyse yetimi sakın ezme (Duhâ 93/9); '' Eğer rabbinden umduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakmıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle (İsrâ 17/28).
Kaffâl ergenlik çağına ermemiş yetimi dikkate alarak bu açıklamayı
yapmıştır. Bize göre kimsesiz ihtiyar, aklı noksan fakir, malını kullanıp ticaret
yapamayacak kadar muhakemesi düşük insanları besleyip giydirirken yapılan bu
yardımın başa kakılmaması, onların bu noksanlıklarını yüzlerine vurulmaması,
onların itilip kakılmaması ve kinci sözler kullanılmayıp gönül alıcı sözlerin
söylenmesidir.
İnfak olarak besleme ve giydirme, gönül alıcı ve tatlı sözlerle bir
arada olunca seviyeli bir amel olma vasfım kazanmaktadır. Yapılan infakın sevabından
önce Allah Duhâ sûresinin 9. âyetinde "yetimi itme" dedikten sonra
diğer âyette de, infak edilenin gönlünü kıracak .bir hareket olan başa kakma
ihtimaline karşı da sadece "tatlı söz söylenmesini" emretmektedir.
Kur'an, getirdiği, toplumsal hayatta malını kullanacak kadar muhakemeye
sahip olamayan insanların beslenmesini, giydirilmesini ve onlara tatlı söz
söylenmesini hükme bağlarken; imkânsızlığın doğurduğu iniltilerin duyulmasını
istemektedir.
[12]
6. Yetimleri evlenecekleri yaşa gelinceye kadar deneyiniz, sonra aklen
olgunlaştıklarını tesbit ederseniz, mallarını onlara iade ediniz. (Sakın)
onlar büyümeden Önce, acele ile ve müsrifçe harcayarak mallarını tüketmeyiniz.
Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da.
Nisa sûresinin 2. âyetinden 6. âyetine kadar yetimin ekonomik haklan
düzenlenmekte ve bu hakların korunmasıyla ilgili hükümler ortaya konulmaktadır.
Şimdi bu âyetin diğerleriyle olan bağlantısını da gözönüne alarak yorumunu
yapmaya çalışalım.[13]
6. âyetin ilk bölümünde Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyiniz
denmektedir. Niçin denenmesi gerektiği sorusunun cevabını 2 ve 5. âyetlerdeki
hükümlerle cevaplandırmak lâzımdır. Allah 2. âyette, yetimlere mallarını
veriniz buyururken, 5. âyette "malını koruma bakımından muhakemesi
gelişmemiş olana malın verilemeyeceğine" dikkati çekmişti. Bu iki âyetten
şu netice çıkmıştı: Malını koruyamayacak yaşta olan ve muhakemesi müsait
olmayan yetimlere mallarını vermek doğru değildir. Hatta onlara mal verme
yerine onları yedirip giydirmek daha doğru bir hareket olur.
Onların bu durumda olup olmadıklarının denenmesi zorunluluğunu getiren
Allah, yetim haklarının çiğnenmemesi için en ince ayrıntıları bile dışarıda
bırakmamaktadır. Deneme süresinin evlenme çağına kadar, yani "ergenlik
çağına kadar" tesbit edildiğini görüyoruz. Nikâh çakına ermenin anlamı Nûr
sûresinin 59. âyetiyle verilebilir: Sizden olan çocuklar ergenlik çağına
ulaştığı zaman ifadesi eteneme döneminin ergenlik çağı ile bittiğine işaret
etmektedir.
Demek ki hem ergenlik hem de muhakeme yönünden denenmelerini
öngörmektedir. Çocuk ergenlik çağına ermiş olabilir ama, muhakemesi malı
korumak için yeterli olmayabilir. Onun için 2 ve 5. âyetlerin göz önünde
tutulmasında yarar vardır. Hak sahibi hakkını doğru kullanamayacaksa veli bu
koruma görevine devam edecektir. Böylece Allah modern hukuka çok önemli bir
ilke kazandırmaktadır.
[14]
Âyetin ikinci bölümü denemeler neticesinde değerlendirme, yetim çocuk
adına lehte sonuçlanırsa malın ödeneceğini emretmektedir: Eğer onlarda akılca
bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine veriniz. Âyetin bu
kısmında açıklanması gereken iki kavram vardır. Eğer onlarda görürseniz
ifadesinin kökü inastır. İnas "anlamak, görmek" mânasına
gelmektedir. Görüp anlamak gibi iki eylemin anlamını taşımaktadır.
Yalın bir şekilde gözle görmeyi ifade eden bu kelimeyi Kasas sûresinin
29. âyetine göre Hz. Musa kullanmıştır. Tur dağı tarafında bir ateş gördü. Bu
âyetteki görme eylemi, madde ile alâkalı olduğu halde, yorumunu yapmakta
olduğumuz âyette ise davranışlardan hareketle insanın akıl ve muhakeme gücünü
görüp anlama ile alâkalıdır. Yetim hakkında yapılacak olan değerlendirme de,
psikolojik kabiliyetlerini kullanıp kullanamamasını görüp anlamaktır.
Bize göre bu görme işini yetimi yanında büyüten kimse yapabileceği
gibi, şartlara göre hâkim de yapabilir. Yetimin malını yanında tutan insan
değerlendirmesinde hata yapabilir; o takdirde devreye hâkim girecek ve
değerlendirmeyi o yapacaktır. O zaman da âyetin bu kısmı, hâkimi muhatap almış
olacaktır.
Rüşd kavramına çeşitli mânalar verilmektedir. Reşede kalıbından
alınınca "doğru yol üzerinde olmak, doğru yönü takip etmek, iyi yönlendirilmiş
olmak, yoldan çıkmamak, doğru inanca sahip olmak, gerçek mümin olmak, ince
sezişli olmak, olgun olmak, doğru yola irşad etmek, yönlendirmek"
mânalarına gelmektedir. Rüşd kalıbından alınınca, "bir kimsenin
davranışlarının bütünlüğü; mükemmel ve mâkul davranış, akıl, bilinç, zihin
olgunluğu" anlamını ifade etmektedir.
Rüşd kelimesi Bakara sûresinin 186. âyetinde geniş bir şekilde
açıklanmıştır. Râzî'nin nakline göre "iyiyi elde etmek"tir;
"doğru yolda olmak; iyi olanı gözetmek" mânalarına gelmektedir.
Bakara sûresinin 256. âyetinde rüşd, gayy kelimesinin zıddı olarak
verilmektedir. Bu âyette gayy "yanlış, bâtıl, kötü" olarak takdim
edildiğine göre rüşd "doğru, hak, iyi" mânasına gelmektedir. Lût
peygamber, Hûd sûresinin 78. âyetinde "aklı başında" anlamında ifade
etmektedir.
Nisa sûresinin 6. âyetindeki anlamı bir taraftan ergenlik, diğer taraftan
da 5. âyette geçen sefih kelimesinin zıddı olan "muhakemesi yerinde"
mânası taşır. S. âyetteki sefih kelimesi, malım kullanıp koruyabilecek muhakemeye
sahip olmama halini ifade ederken, buradaki rüşd onun tam tersi anlam olan,
malını kullanıp koruma yeteneğine işaret etmektedir. Âyetlerdeki konu ekonomik
hakkın verilmesi olduğuna göre, ekonomik değerin kıymetini bilmeyi, menfaatinin
nerede olduğunun farkında olmayı ve onu takip etmeyi sağlayacak olan zihin
olgunluğudur.
Görüldüğü gibi âyetin buraya kadar olan iki kısmından çok önemli hukukî
bir oluşum meydana gelmektedir. Deneme, görüp anlama ve zihin olgunluğu, hakkın
birinden alınıp hak sahibine verilmesinin tabanını teşkil etmektedir. Yetim,
kendi ekonomik hakkını başkasından alabilmesi veya hakkının ona verilebilmesi
için hukuken bir denemeden geçirilmeli, gözlemlenmeli ve onda bir zihin
olgunluğu veya malını kullanacak kadar muhakeme farkedildiği zaman hakkı teslim
edilmelidir. Yüce Allah yetimi hakkını alma hareketiyle karşı karşıya
getirmeden önce, hakkın ona verilmesini öngörmektedir.
Bedenî büyümeye paralel olarak psikolojik gelişmenin gerçekleşmesinin
tesbiti aklın kullanımıyla belirlenmektedir. Demek ki hukukun temelinde gelişim
psikolojisi ile aklın kullanımı yatmaktadır. Allah hukuk ile biyoloji ve
sosyoloji kanunları arasındaki sıkı bağı bu âyette gündeme getirmektedir.
Rüşd denen "aklını ekonomik menfaatler için kullanabilme
yaşı"nın ne olduğu konusuna İmâm-ı Âzam yirmi beş yaş cevabını
vermektedir. Bunun anlamı ekonomik ilişkilerde hukuk yaşının yirmi beş olarak
tesbit edilmesi demektir. O zaman İmâm-ı Âzam'ın bu görüşünü Ebû Bekir er-Râzî
savunurken, başkaları tenkit etmektedir. Fahruddin er-Râzî bu görüşleri bize
aktarırken, önceleri muhakemesi yerinde olduğu halde sonradan sefih durumuna
düşen, yani muhakemesini kaybeden insanın elinden malında tasarrufta bulunma
yetkisi (hacr) alınır diyen İmam Şafiî'nin görüşünü de nakletmektedir.
[15]
Yetim çocuğun rüşd denen aklî muhakemesini ekonomik ilişkilerde kullanma çağına gelmesine kadar velinin veya vasînin ne yapması gerektiği konusunu Allah geniş bir şekilde açıklamaktadır:
a)
Büyüyecekler (de geri
alacaklar) diye o malları israf edip tez elden yemeyiniz. Veli veya vasî,
Allah'ın bu emrini yerine getirmek zorundadır. 2. âyette geçen, "temizi
pis ile değişmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak
yemeyiniz" yasağı bu yasakla örtüşmektedir. 2. âyetin sonunda yer alan
"çünkü bu, büyük bir günahtır" ifadesi, yetimin malını haksız yere
yiyenin sadece bu dünyasını değil âhi-retini de kirletmekte olduğuna dikkat
çekmektedir. Yetim büyür de mallarını elimden alır niyetiyle o mallan israf
ederek, çarçabuk yeme olayını gündeme getiren Allah, yetimin ekonomik hakkını
korumaya ne kadar itina gösterdiğini ispat etmektedir.
b)
Zengin olan veli veya vasî
tamamen sakınsın, yani kendi malıyla yetinerek, yetimin malına dokunmasın.
Âyetin bu kısmında çok hassas bir kelime kullanılarak emir verilmektedir. Bu
kelime J^ûlIiSife'l-yesta'fiftir. Bunun anlamı "iffetli olmaya
çahşmız"dır. Bu kelime ile verilen emir Nûr sûresinin 33. âyetinde cinsel
ahlâkla ilgili olarak verilmektedir. Orada evlenme imkânı bulamayan gençlerin
iffetli kalmasını emrederken; yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette ekonomik
ahlâk bakımından yetimin malına dokunmamaya da iffetli kalma emrini vermektedir.
Demek ki, bir cinsel ahlâk bakımından iffet, bir de ekonomik ahlâk bakımından
iffetin olduğu Kur'an tarafından gündeme getirilmektedir. Yetim hakkı yiyen
insanla nikâhsız cinsel ilişkide bulunan insan namus bakımından aynı günahı
işlemektedirler.
c) Fakir olan da (ihtiyaç ve
emeğine) uygun olarak yesin! Veli veya vasî ekonomik açıdan geçimini kendi
imkânlarıyla temin edemiyor ve ihtiyaç sahibi durumunda ise, âyetin ifadesiyle
"mâruf bir şekilde yetimin malından yiyebilir. Âyette geçen mâruf
kelimesini müfessir-ler, meşruluk sınırında kalma, yani yetimin malını koruma
ve onun için sar-fettiği emek ve zorunlu ihtiyacı kadar harcaması mânasına
almaktadırlar.
Demek ki zengin kişi yetimin malını korumak ve kullanarak kazanç temin
etmek için sarfettiği emeğin karşılığını almazken, fakir olan veli veya
vasinin sarfettiği emeğin karşılığını ihtiyacı nisbetinde alabilmesine müsaade
edilmektedir. Demek ki yetimin malından istifade etmenin meşruluğu, veli veya
vasinin içinde bulunduğu ekonomik şartlara bağlanmakta ve bu şartların hukukun
temelini oluşturduğuna işaret edilmektedir.
Yüce Allah veli veya vasiye, yetime malını teslim ederken şahit tutmasını
emretmektedir. Râzî şahit tutmanın önemini şu şekilde açıklamaktadır: a) Veli veya vasî yetimin malının bir
kısmının kendisine ait olduğunu söyleme cesaretini bulamaz, b) Bir zaman sonra yetim, malının kendisine
verilmediğini iddia etme imkânına sahip olmaz, c) Şahitlik müessesesi veli veya vasinin temiz ve dürüst olduğunu
gösterir. Vasî veya veli kendinden emin olabilir ama, yetim açısından ileride
bir problemin çıkmaması için malın tesliminde kayıt tutulup şahitlere
imzalatılması zorunludur.
[16]
Yüce Allah, hesap sorucu olarak Allah yeter ifadesiyle insanların
hukuku çiğneyebileceğine, hukukun ulaşamadığı yerlerde hukuksuz işler
yapabileceklerine işaret etmektedir. Bu durumlarda insanı haram yemekten,
hakları çiğnemekten ve yanlış iş yapmaktan alıkoyacak olan gücün iman olduğuna
işaret ederek hukukla iman arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.
İman hukuka işlerlik kazandırmakta, çiğnenmesini önlemekte ve ayakta
kalmasını temin etmektedir. "Rabbim beni görüyor, amellerimi
değerlendiriyor ve beni hesaba çekecektir" şeklindeki vasî ve velinin
imanı, pek çok haksızlığı ve zulmü önlemek için yeterli olacaktır. Nisa
sûresinin 2. âyetinden 6. âyetine kadar verilen emir ve konulan yasakların göz
ardı edilmesi ve bu sebeple yetimin hakkının yenme ihtimalinin olması, en son
çare olarak devreye imanı sokmaktadır.
Nisa sûresinin 2-6. âyetleri Câhiliye döneminin örf ve âdetlerinde,
yani aşiret toplumunda yer almayan malı olan yetimin ekonomik haklarının
korunması meselesinde bir devrim yaparak, insan hakları listesine yetim
haklarını da sokmuştur. Yetim hakkı o kadar önemlidir ki, onu çiğnememek için
gerekirse tek evlilikten çok evliliğe geçilebileceğine ruhsat verilmektedir
(Nisa 4/4).
Yetim malına dokunmanın bir ahlâkî kirlilik ve büyük bir günah olduğu
belirtilerek ona dokunmamanın da ekonomik iffet olduğuna dikkat çekilmektedir.
Yetimin muhakeme sahibi olup olmamasına göre malma yaklaşılabileceğini hükme
bağlayan bu âyetler, şahitlik müessesesinin önemini de vurgulamaktadır.
Muhakemesi yerinde olmayan yetimlerin beslenmesi, giydirilmesi ve onlara tatlı
söz söylenmesine kadar ayrıntıya inen bu âyetler, insan olmanın onurunu
korumayı da haklar âlemine sokmuştur.
[17]
7. Ebeveynin akrabanın geride bıraktıklarından errı kekler bir pay
alacaklardır. Ebeveynin ye akrabanın bıraktır gind», ister az ister çok olsun,
kadınlarında bir payı olacaktır. (Allah tarafından) tayin ediljmiş bir paydır
bul
Yüce Allah Nisa sûresinde yetim hakkından sonra miras hukukunu devreye
sokarak miras hakkı konusunda çok önemli bir yenilik yapmaktadır. Mızraklarıyla
vuruşmayan, yurdunu müdafa edemeyen ve ganimet elde edemeyen kimseler vâris
olamaz zihniyetinde olan Câhiliye döneminin anlayışını yıkarak kadın ve
çocuklara miras hakkını getirmekle hukukta radikal bir değişim meydana
getirmiştir.
Miras hukukunu temelinden değiştiren yukarıdaki âyetin iniş sebebini
İbn Abbas şöyle anlatmaktadır: Evs İbn Sabit el-Ensârî, geriye bir hanım ve üç
kız bırakarak vefat etmişti. Vasileri olan amcaoğullarından Sü-veyd ve Arfece
isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun üzerine Evs'in
hanımı Hz. Peygamber'e gelip durumu anlattı ve bu adamların kendine ve
kızlarına hiç mal vermediklerini söyledi. Hz. Peygamber, "Haydi git, ben
Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım!" diyerek kadını
gönderdi. Bunun üzerine Nisa sûresinin 7. âyeti indi. Hz. Peygamber vasî
olanlara haber göndererek Evs'in mallarına dokunmamalarını emretti. Ardından
da Nisa sûresinin 11-12. âyetleri nazil oldu.
Âyet kadın hakları arasına miras hakkını da koymakta, onun da ebeveyn
ve akrabanın mirasında bir payı olduğunu tescil etmektedir. Câhiliye toplumunda
kadının miras hakkı olmamasının yarattığı zulüm ortamını Allah bu ve benzeri
mirasla ilgili âyetlerle çözüme kavuşturmaktadır. Allah'ın müdahalesi olmadan
insanlar bu hakkı teslim edecek olgunluğu gösteremediler.
Allah bu hukuk değişimini yaparken öncelikle mirasın az veya çokluğunu
değil, kadına miras hakkı tanınmasının önemini vurgulamaktadır. Erkeğe bir pay,
kadına da bir pay diyerek miras hakkında onları eşitlemektedir. Bu durum
kadının ekonomik bağımsızlığına atılan ilk adımlardan biri olmuştur. Günümüzde
modern hukukun da aynı yolu takip ettiğine şahit oluyoruz. Kadın haklarında
önemli bir dönüm noktası olan miras hakkının tanınması, erkeğin kadına bakış
açısını da değiştirmiştir. Âyette geçen az veya çok ifadesinin kadının
mirastaki hakkının, o mirasa sarfet-tiği emeğe göre ayarlanması anlamına
alınabileceği gibi, mirasın az veya çok olmasına da işaret etmiş olabilir.
Mirasın az veya çok olması önemli değil önemli olan kadının payını almasıdır.
Âyetin sonunda yer alan "farz kılınmış bir paydır bu"
ifadesi, kadın ve erkeğin mirastan birer pay almalarını Allah zorunlu
kılmıştır. Bu hakkın kesinleşmiş, uyulması mecburi ve asla ihmal edilemeyecek
bir öneme sahip olduğunu vurgulamaktadır. Demek kadın, sadece ebeveyninden kalan
mirastan değil, aynı zamanda yakın akrabaların bıraktığı mirastan da pay
almaktadır. Bu konuda da erkeğe eşitlenmektedir. Bu ve daha sonraki âyetlerin,
miras hukukuna kadını ilâve etmekle ekonomik haklarda devrim yaptığını
söyleyebiliriz.
[18]
8. (Mirastan payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras
taksiminde hazır bulunursa, bundan onları da nzıklandınnız ve onlara güzel söz
söyleyiniz.
Âyeti maddeler halinde şu şekilde tahlil edebiliriz :
a) Ölen insanın bıraktığı
miras taksim edilirken; bir kısmının infak edilebileceğine işaret etmektedir.
İnfakın gelişigüzel yapılamayacağına dikkat çekilirken, kimlere yapılabileceği
de sıralanmaktadır. Yakınlar, yetimler ve yoksullar paylaşılan mirastan infak
paylarını almalıdırlar.
b)
Bu grup insanlar orada hazır
bulunuyorlarsa, istifade edeceklerdir. Hazır bulunmayanlara vermek zorunluluğu
yoktur. Çünkü âyet "miras taksiminde hazır bulunurlarsa" şartını
koymaktadır.
c) Sûrenin 7. âyeti Câhiliye
devrinde kadının mirastan pay almayacağı âdetini yıkıp kadına miras hakkı
tanırken, 8. âyet de mirasın toplumun diğer kesimlerine yayılmasını şart
koşarak sosyal devlet olmanın önemini vurgulamaktadır.
d) Ölen kişinin mirasına
konanların o servette emekleri yoksa, toplumun kıskançlığını çekme ihtimalini
ortadan kaldırmak için toplumun diğer katmanlarının istifadesine sunulmasını
öngörmüş olabilir.
e)
8. âyetin sonu 5. âyetin sonu gibi
bitmektedir. 5. âyette malın teslim edilemeyeceği kadar muhakemesi düşük
insanlara, beslenip giydirildikten sonra iyi söz söylenmesi emredilmişti. 8.
âyetin sonunda da yakınlar, yetimler ve yoksullar infak yoluyla mirastan
istifade ettirildikten sonra, tatlı söz söylenmesi şart koşulmaktadır. İnfaktan
sonra tatlı söz söylemenin şart koşulmasının sebebi ne olabilir? Amaç herhalde
infak yardımı alanla, yardımı yapan arasında bir psikolojik gerilim alanının
meydana getirilmemesidir ki bu, yardım yapanın yardım alana tepeden bakmaması
ve onu küçük görmemesi bakımından çok önemlidir. Karşılıksız yardım alanlar
yardım yapana karşı eziklik hissedebilirler, bu ezikliğin giderilmesini tatlı
sözlerle temin etmek mümkündür.
f) Mirastan infak yoluyla
yardım alacakların yakından uzağa doğru uygulanma metodunu da vermektedir.
Akraba, yetim ve yoksul kesimlerinin bu şekilde sıralanması manidardır.
Bunların hepsi orada bulunacağı gibi, bulunamayacağı anlar da olabilir. Akraba
bulunur, yetim ve yoksullar bulunamaz, ya da yetim ve yoksullar bulunabilir,
akrabalar bulunmaz. Önemli olan bunların paylarını tatlı sözlerle beraber
almalarıdır.
[19]
9. Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde (halleri
nice olur) diye korkanlar (yetimlerin hakkına dokunmaktan) çekinsinler.
Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler.
9. âyetin yorumu hakkında Râzî dört ayrı görüş nakletmektedir. Bu
görüşlerden dördüncüsü, "Ölümünden sonra çocukları için endişelenen kimse,
himayesinde olan âciz ve yetim kimselerin malını telef etmekten korksun"
şeklindedir ki bize uygun gelmektedir. Bu âyeti Nisa sûresinin 2 ve 6.
âyetleriyle birlikte düşünmek gerekir. 2. âyette yetimlere mallarının
verilmesi, temiz malın pis malla değiştirilmemesi, yetim malının kendi malımıza
katılarak yenmemesi; 6. âyette de ergenlik çağma gelen yetime, eğer muhakemesi
yerinde ise malının verilmesi, mallarının israf edilmemesi emredilmekteydi.
Veli veya vasinin bu emirleri kolaylıkla yerine getirmesi için yüce
Allah onlardan kendi durumlarının tahlilini yapmasını istemektedir. Kendilerinin
geriye bırakacaktan yetimlerine nasıl ki iyi davranılmasını, mallarının
yenmemesini isterlerse, yanlarında yetim kalanlar için de veli veya vasilerin
aynı vicdanî sorumluluğu duymalarını emretmektedir. Hz. Peygamber bu durumu
şöyle açıklar: "Kul, kendisi için arzuladığı şeyi, kardeşi için de sevip
arzulamadıkça gerçek mümin olamaz."
Bu bağlamda şöyle bir açıklama yapabiliriz: Veli veya vasiler kendilerinin
bırakacakları yetimlere yaplmasını istedikleri şeyi, başkasının bıraktığı
yetim için de istemedikçe gerçek mümin olamayacağını bilmelidirler. Âyet ve
hadisi rehber alan insanın yetim malını haksız yere yemesi, ona haksızlık
yapmak gibi büyük günah işlemesi mümkün değildir.
Allah, insana kendi çocuklarına nasıl davranılmasını istersen başkalarının
yetimlerine öyle davran emrini, kendisinden çekinme emriyle takviye etmektedir.
Onun için Allah'tan sakınsınlar emrini vermektedir. Kendi yetimlerini
düşünerek, yetime doğru muamele yapabilmeyi garanti altına almak için, takvayı
devreye sokmaktadır.
Yüce Allah yetimler konusunda üçüncü bir emri gündeme taşıyarak,
yanında yetim olanlara "sözü doğru söylesinler" emrini vermektedir.
"Se-did kavl"den kasıt, âdil ve doğru sözdür. Zemahşerî bu ifadeyi,
yetimlere eziyet etmemek, kendi çocuklarıyla konuştuğu gibi yetimlerle müsamaha
ve hoşgörü çerçevesinde konuşmak şeklinde yorumlamaktadır. Yetim haklarını
korumak için burada şu emirler verilmektedir: Vicdanını kullanarak kendisine
yapılmasını istediğini başkasına yapması; Allah'tan sakınması ve yetimlere
doğru ve şefkatli sözler söylemesi.
Nisa sûresinin 9. âyetine şöyle bir yorum getirebiliriz: Ana baba ve
devleti idare edenlerin geriye zayıf çocuk ve nesil bırakma ihtimalini göz
önünde tutarak devamlı endişe içinde olmaları, çocukları ve nesilleri üstünde
titremeleri gerekir. Âyete "Onların üzerinde titresinler" anlamını
verebiliriz. Anne baba ve devlete geriye zayıf nesiller bırakmaktan endişe edip
çocuklarına iyi eğitim vermelerini emretmektedir. Yetişmekte olan nesiller, eli
ayağı tutmayan yetimler gibi olmamalı, yani şahsiyetleri, beyin ve gönülleri
sağlam olmalıdır. Geriye kişiliksiz, şahsiyetsiz, bilgiyle donatılmamış
nesiller bırakmak milletin geleceğini karartır.
Âyetteki endişe veya korku Meryem sûresinin 5. âyetindeki Hz.
Ze-keriyyâ'nın endişesi gibi olmalıdır. "Doğrusu ben, arkamdan iş başına
geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum." Hz. Zekeriyyâ gibi ana
babalar ve devlet politikasını yürütenler, arkalarından yerlerine geçecek zayıf
nesiller bırakmaktan endişe etmeli, vicdanları sızlamalı ve bu sebeple onlar
üzerinde titremelidirler. Bu endişe ve vicdan titremesinin yeterli olmaması da
mümkündür. Onun için Mlah eğitim uygulamalarına "Allah'tan sakınma"
denen "takva" kavramını getirmektedir. Eğitim açısından çocuklar
üzerinde titreyen ana babalar aynı zamanda Allah'a yaraşır kul yetiştirme
amacını da gütmelidirler.
İhtimam ve takvanın yanında bir de "doğru şeylerin
öğretilmesi"ne de dikkat edilmelidir. Doğru söz söylesinler emri, yetişmekte
olan nesillere "doğru olanı" öğretsinler anlamına da gelmektedir. Yetişmekte
olan nesillerin beyin ve gönlüne doğru şeyler akıtılmalı, çünkü yalan ve yanlış
şeyler onların kişiliklerinden çok şey götürüp şahsiyet bakımından zayıf
olarak yetişmelerine sebep olacaktır. Böyle beyin ve gönülden özürlü şahsiyetlere,
kişilik problemleri olan nesillere toplumların ve insanlığın geleceği teslim
edilemez.
[20]
10. Onlar ki yetimlerin mallarını haksız yere yerler, ancak karın
dolusu ateş yemiş olurlar. Yakında onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.
Bir önceki âyette, geriye bıraktığı kendi yetimlerine nasıl
davranılmasını istiyorsa veli ve vasîler; onlara kalan yetimlere de öyle davranmalı,
Allah'tan sakınmalı ve onlara doğru ve hoş sözler söyleyip muamele etmeli
demiştik. Allah bu emirleri 10. âyette caydırıcı bir açıklama ile destekliyoir:
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, sadece karınlarını ateşle
doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir."
Allah, yetim malını yiyen insanın ateşle midesini doldurduğu şeklindeki
benzetme ile, yetimin hakkını korumak için caydırmayı hedef almıştır. Nisa
sûresinin baş kısmında yetim haklarını savunup bu konuda hüküm koyarken, son
âyette de bir genel benzetme ile haram lokmanın insan şahsiyetine yaptığı
etkiye ve götüreceği cehenneme dikkat çekmektedir. 9. âyete getirdiğimiz
yorumdan hareket ederek 10. âyete şöyle bir genelleme yapabiliriz: Yetim malı
yiyen insanlar, midelerini ateşle doldurduklarına göre, ateş olan gıdadan
oluşan meniden doğacak olan çocuk da ateşin çocuğu olacaktır. Daha açık bir
ifade ile ateşten yaratılma şeytanın emrine gireceklerdir. Bu sebeple gelecek
nesiller hakkında ihtimam gösterenler haram lokma yememelidirler. Çünkü haram
lokma neslin asaletini bozmaktadır. Haram lokma midede ateşe dönüşünce;
nesilleri de ateşe döndürmektedir.
9 ve 10. âyetleri birlike şöylece açıklayabiliriz: Gelecek nesillerin
iyi yetişmesi konusunda endişe içinde olmak, onların yetişmesinde Allah'tan
çekinmek, onlara doğruyu öğretmek ve haram lokma yemeyip onların asaletini
bozmamak, "eğitimin olmazsa olmazı"nı teşkil etmektedir. Haram lokma
hem yiyenin hem de nesillerin erdemini yakıp kül etmektedir.
[21]
11. Allah siz, çocuklarınızın alacağı miras) hakkında, erkeğe kadının
payının iki katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin
geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa
(mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu- Varsa, geriye biraktığ(ı malandan
ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana
babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa,
anasının payı altıda bîrdir. (Bu hükümler, ölenin) yapacağı vasiyyetten ya da
borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin fayda bakımından
size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar Allah'ın koyduğu haklardır.
Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Kadının miras hakkı olmadığı Arap toplumunda, kadına bu hakkı tanımakla
Kur'an miras hukukunda çok önemli bir değişim meydana getirmiştir. 7. âyette
belirtildiği şekilde erkeğe ve kadına bir pay ayırmış olmasının önemi, kadmın
miras hakkını hukuka koymuş olmasıdır. Payın azlığı veya çokluğu önemli
değildir. Şimdi 11. âyetin içerisinde yer alan, ölen insanın geriye bıraktığı
mirasın, ölen insanın yakınları arasındaki taksimini ele alabiliriz:
[22]
a)
Allah öncelikle ölenin
çocuklarının hakkım taksim etmektedir. Erkek çocuğun kız çocuğunun iki katım
alacağını hükme bağlamıştır. Başka bir ifade ile kızlara bir, erkeklere iki
hisse verilmesi öngörülmektedir. Kadının miras haklanın, erkeğin mirasının
yansı obuasını, Kur'an'ın kadına değer vermediği, erkeğin yansı olarak kabul
ettiği şeklinde değerlendirenler var.
Kur'an'ın ilk defa kadına miras hakkı tanıdığı göz önünde bulundurulursa,
ne kadar büyük bir hukukî değişim yaptığı anlaşılır. Kadını miras hukukunun
içine sokmak ve ona bu hakkı tanımak kadın haklarında köklü bir devrimdir. Nisa
sûresinin 7. âyeti dikkate alındığında, ebeveyn ve ak-rabalann bıraktığı maldan
birer hisse alacakları görülür. Diğer taraftan Kur'an'ın, çocuklar arasındaki
miras taksiminde emeği de göz önünde bulundurduğunu söyleyebiliriz.
Ailenin ekonomisine değer katmada erkeğin emeğinin fazla olduğu
düşünüldüğünde, mirastan fazla pay alması normaldir. Eğer kız çocuğu erkek
çocuğu gibi emek sarfederek, babanın sağlığında mala değer katıyorsa o zaman
Nisa sûresinin 7. âyeti uygulanır. Aynca Nisa sûresinin 32. âyeti de göz önünde
bulundurulmalıdır: "Erkekler kendi kazançlanndan bir pay; kadınlar da
kendi kazandıklanndan bir pay alırlar." Demek ki paylar emeğe göre
ayarlanmaktadır. Ölen babanın erkek çocuğu küçük, kız çocuğu büyük ise kız
çocuğu emek sarfederek babanın servetine servet kalmışsa, Nisa sûresinin 7 ile
32. âyetin tatbik edilmesi en doğru yol olur.
Ayrıca kız yarımını alıp kocaya giderse, kocasının bir hissesi ile
birleştirecek ve bir buçuk olacaktır. Aynı kızın erkek kardeşine de yarım
geleceğinden o da bir buçukla eşitlenmiş olacaktır.
b) Yüce Allah ölen kişinin
geriye vâris olarak sadece kız çocuğunu bırakma ihtimalini de gündeme getirerek
miras taksimini ona göre yapmaktadır. Ölen geriye sadece bir kız çocuğu
bırakmışsa mirasın yarısını ona vermektedir. Ama ölen kimse, geriye iki kızdan
fazla çocuk bırakmış fakat erkek çocuk bırakmamışsa bu kızlara mirasın üçte
ikisini vermektedir. Demek ki erkek çocuğu olmayanın bir kız çocuğu varsa
mirasın yansını, iki kızdan fazla kızı varsa üçte ikisini alacaklardır ve
aralarında eşit olarak bölüşeceklerdir. "Bu üçte iki" kavramının yer
aldığı Nisa sûresinin 176. âyetinde iki kız kardeşin durumu ile açıklanabilir
ve iki kıza mirasın üçte ikisi verilebilir. Âyet şöyledir: "Eğer (ölenin)
iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır." Nisa
sûresinin 11. âyetinde zikredilmeyen "iki kız"ın yerini müctehidler,
"iki kız kardeş"le doldurmaktadırlar. İki kız kardeşe üçte iki
verilince iki kıza da üçte iki verilebilir.
[23]
Allah âyetin birinci bölümünde, ölenin çocuklarının miras haklarını çözüme
kavuştururken, ikinci bölümde ölenin ana babasının miras hakkını çözümleyip
hükme bağlamaktadır, a) Ölen kişinin ana babası sağ ve kendi çocukları da
varsa, ana babanın her birine altıda bir hisse düşer. Ölenin ana babasının yanı
sıra kendi kızı da varsa kıza mirasın yansı; ana babaya da altıda biri
düşmektedir, b) Ölenin çocuklan ve kardeşleri yoksa mirasın üçte biri annesine,
üçte ikisi de babasına düşer. Böylece babasının hissesi annesinin hissesinin
iki katı olur. c) "Eğer kardeşleri varsa, annenin payı altıda
birdir." Bunun anlamı şudur: Ölenin ana babasının yanında kardeşleri
varsa, kardeşlerin varlığı ile ananın hissesi altıda bire düşer. Ölenin
kardeşleri birden fazla ise bu durum söz konusudur. Ama ölenin tek kardeşi
varsa annenin payı yine üçte birdir.
Âyetin üçüncü bölümünde Allah, bu miras taksiminin ölenin vasiyetini
yerine getirdikten ve borçları ödendikten sonra alacağını da hükme
bağlamaktadır: "(Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan
sonradır" şeklindeki ilâhî hüküm buna işaret etmektedir. Demek ki ölen
kimse sağlığında malının bir bölümünü vasiyet yoluyla birine bırakabilir veya
bağışlayabilir.
Sağlığında bir insan vârislerinin dışındaki insanlara veya hayır
kurumlarına bırakacağı mal için yapacağı vasiyet mirasın oran bakımından ne
kadarı olabilir? Bu sorunun cevabını vermeden önce vârislerin alacağı miktar
belli olduğundan, "Allah, her hak sahibinin hakkını vermiştir. Artık
vârise vasiyet olmaz" esasına uymak gerekiyor. Bu izahtan sonra Hz.
Peygamber'in vârislerin dışındaki insan veya hayır kurumlarına yapılacak
vasiyetin malın üçte birini geçmemesini esasa bağladığını görüyoruz. Hz.
Peygamber'in üçte birini vasiyet etmenin bile çok olacağım söylediği
nakledilmektedir. İşte üçte biri geçmeyen vasiyet yerine getirildikten sonra
mal taksimi vârisler arasından yapılacaktır.
Allah âyetin son bölümünde insana fayda bakımından kimin daha yakın
olabileceğini bilmesinin zorluğunu gündeme getirmektedir: "Babalarınız ve
oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu
bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır. Şüphesiz Allah ilim ve
hikmet sahibidir."
Âyetin bu kısmı, yukarıda geçen taksimin Allah'ın ilim ve hikmete
dayalı olarak yaptığı bir iş ve koyduğu bir farz olduğunu ifade etmektedir.
Babalar mı, yoksa oğullar mı fayda bakımından insana daha yakın olduklarının
bilinemeyeceğine dikkat çeken Allah, miras taksiminde böyle bir ölçüden hareket
edilemeyeceğine işaret etmektedir.
Netice olarak diyebilirz ki: Kur'an bu âyette kadını kız, kız kardeş,
anne ve eş olarak ele almış ve miras hakkını ona göre belirlemiştir. Câhili-ye
döneminde mirastan pay alma hakkına sahip olmayan kadına, bu âyetle çeşitli
akrabalık bağlarına göre mirastan pay alma zorunluluğu getirilmiş olması
Kur'an'ın kadın haklarında yaptığı devrimi göstermektedir.
[24]
12. Eğer çocuktan yoksa, eşlerinizin yapacakları vasi-yyetten ve
borçtan sonra geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocuktan varsa
bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Şirin de çocuğu yoksa ve borçtan sonra
btraktığınuuş törtts biri oalajEindıc; çocoguneut varsa bıraktıjhnuın sektede
biri onlarındır. Efter miras bırakan er-
kek veya kıduıın evlâdı ve; apa babası olmayıp bir erkek veya bir kız
kardeşi varsa, her pirine altıda bir düşer. Şundan fazla iseler üçte bire
ortaktırlar. (Bu taksim) zarar verici olmayan vasiyet ve borçtan sonra
(uygulanır). Bunlar Allah'tan (size) Vasf^tîlt. Aîîah bîîerKÎİr, haîin-.dir.
Bu âyetin ilk bölümünde Allah kadının bırakacağı mirası ele almaktadır:
"Çocukları olmayan kadınlarınızın terekelerinin yarısı sizin olacaktır;
ama bir çocuk bırakırlarsa, yapmış oldukları vasiyet veya borçları (ödendikten
sonra) terekelerinin dörtte birini alacaksınız."
Ölen kadının çocuklu veya çocuksuz olması mirasın taksimini değiştirmektedir.
Çocuk bırakan kadının mirasından kocası dörtte bir alırken, çocuksuz hanımının
mirasının yansını alacaktır. Bu da bize kadının mülk edinme hakkının olduğunu,
onun da miras bırakabileceğini göstermektedir.
Âyetin ikinci bölümü bu sefer de ölen kocanın mirasına karşı hanımının
durumunu ele almaktadır: "Eğer çocuğunuz yoksa (dul hanımlarınız)
terekenizin dörtte birini alacaktır. Eğer geride çocuğunuz varsa yapmış
olduğunuz vasiyet veya borçlarınız ödendikten sonra, terekenizin sekizde birine
sahip olacaksınız."
Burada bir mukayese yapabiliriz: Ölen kadın çocuksuzsa kocası onun
terekesinin yansım, ölen erkek çocuksuz ise hanımı dörtte birini alacaktır.
Demek ki aynı şartlar altında kadın dörtte bir, erkek yarım almaktadır. Ölen
kadın çocuk bıraktıysa kocası terekenin dörtte birini, ölen erkek çocuklu ise
kadm sekizde birini alacaktır. Kız ve erkek çocuklar babalarının mirasından
alırken bire iki aldıkları gibi, kan koca birbirinin mirasından alırken de
yine kocaya bir, kadına yarım verilmektedir.
12. âyetin üçüncü bölümünde birinci derecede mirasçıya sahip olmayan
kadın veya erkeğin verasetinin taksimi yapılmaktadır: "Eğer kadın veya
erkek, birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse, ama bir erkek veya kız
kardeşi varsa, bunlann her birine altıda bir düşer, ama ikiden fazla kişi
varsa, o zaman yapılmış olan vasiyetler veya borçlar düştükten sonra üçte
birini alacaklardır. Bu her iki durumda da (mirasçılar) bir zarara
uğratılmamalıdır."
Ölen kadın veya erkek geriye bir kız kardeş veya erkek kardeş
bı-rakmışsalar, bunlar eşit olarak mirasın altıda birini alacaklardır. İkiden
fazla kişi varsa bunlar da üçte bir alacaklardır. Âyetin bu kısmında mirasçıların
zarara uğratılmaması ölçü olarak alınmaktadır. Diğer taraftan âyette
bahsedilen kardeşler üvey kız kardeş ve erkek kardeşlerdir. Öz kız ve erkek
kardeşlerin durumu bu sûrenin sonunda ele alınacaktır.
"Bu Allah'ın bir emridir. Allah her şeyi bilendir, halimdir."
Dikkat edilirse 11. âyet "Allah size emrediyor" derken
"vasiyet" kelimesini fiil kalıbında kullanmıştı; 12. âyetin sonunda
da "vasiyet" kalıbında yer almıştır. 11. âyetle 12. âyeti bir bütün
olarak düşünmek başıyla sonunun ilâhî emirle bittiğini görmek gerekiyor.
Kur'an öncesindeki Arap toplumunda kadın mirasın dışında tutulduğu ve
bu konuda kendisine düzeltilmesi mümkün olmayan haksızlık ve zulüm yapıldığı
düşünülürse, konuyu çözmek için Allah'ın bu emirleri verdiği anlaşılmış
olacaktır. İlâhî müdahale olmaksızın bu yanlışın düzeltilip zulmün ortadan
kaldırılmasının imkânsızlığı sebebiyle "Allah size emrediyor";
"bu Allah'tan bir emirdir" ifadeleri âyetlerde yer almaktadır.
"Allah'ın emridir" ifadesiyle Kur'an miras hukukunda kadından yana
yaptığı radikal değişimi sosyal hayata yerleştirmek istemektedir. Diğer taraftan
"vasiyet vardır, borçlar ödenecektir" diyerek mirasçıların haksızlığa
uğramasını engellemeyi amaçlamaktadır.
Görüldüğü gibi miras hukuku ile ilgili olan bu âyetlerde kadını kız
evlât, kız kardeş ve eş olarak ele alıp mirasını taksim etmiştir. Âyetin en
sonunda yer alan Allah'ın sıfatlan bize şunu hatırlatmaktadır: Allah bu
sıfatlarını iki sebeple buraya koymuş olabilir. Birisi verilen emrin altında
alîm ve halîm olan Allah'ın emridir diyerek mührünü vurmakta; diğeri de bu
miras taksimini ilim ve halim sıfatı gereği yaptığını ifade etmektedir. 11.
âyetin sonunda alim ve hakim sıfatları varken; 12. ayetin sonunda alîm ve halîm
sıfatları yer almaktadır. Her iki âyette alîm sıfatı yer alırken, birinde
hakîm diğerinde de halîm sıfatı devreye girmektedir. Demek ki Allah kadını
miras hukukuna sokarken yaptığı büyük değişimi bu sıfatlarıyla
gerçekleştirmektedir.
Allah'ın koyduğu bu miras hukuku kadın ve erkeği kapsamına almış ve
miras meselesini objektif hukuk kurallarına bağlamıştır. Bundan sonra fertlerin
arzularına göre miras taksimi yapılamayacak, kadın ve erkeğin her durumda, yani
kan-koca, kız-erkek, kız kardeş-erkek kardeş durumlarında haklan
belirlenmiştir. Kur'an dünya hukukuna mirasın objektif hukuk kurallarına göre
taksim edileceğini ve edilmesi gerektiğini kazandırmış ve bu konuda devrim
yapmıştır.
Özünü bu kurallar teşkil etmek suretiyle miras hukukunda gelişmeler
yapılabilir. Ama bazı müfessirlerin dediği gibi bu âyetler Bakara sûresinin
180. âyetini neshetmiştir (ortadan kaldırmıştır) denirse şartlara göre
uygulamayı daraltacak ve bu gelişmenin önü kesilmiş olacaktır. Hatta bazılan,
"Dikkat ediniz, hiçbir vârise vasiyet yoktur"[25]
hadisinin Bakara sûresinin 180. âyetinin hükmünü kaldırdı diyerek, olması
mümkün olmayan bir açıklama yapmaktadırlar. 180. âyetin tefsirini yaparken ne
bu âyetlerin ne de bu hadisin hükmünü kaldırdığını açıklamıştık. Orada bu
âyetlerin birbirine zıt olan yönlerinin olmadığını ve bu sebeple nâsih ve
mensuh gibi bir kuralın işletilemeyeceğini söylemiştik.
[26]
13. Bunlar Allah tarafından konulan sınırlardır. Kim Allah'a ve
Peygamber'ine itaat ederse Allah onu, içinden ir-: inaklar akan cennetlere
koyacaktır; orada devamlı kalacak
Bu âyetin bir önceki âyetlere bağlanarak açıklanması gerekir. 11 ve 12.
âyetlerde geçen miras hukukunun ilkeleri, Allah'ın sınırları olabileceği gibi,
daha önce 2 ile 10. âyetler arasında yer alan yetim hakları konularını da
içine alabilir. Hudud kelimesi haddeden türemiştir: "Bilemek, sınır
koymak, tarif etmek, şeklini çizmek, ayırmak, meydana koymak, hudutlarını
çizmek, karşı koymak, itiraz etmek, kızmak"; hudûd kalıbının tekili olan
hadd "kenar, sınır, bir kabın ağızı, daire, son nokta, derece; ilâhî
kanun, emir, kader, hüküm, hukukî ceza"; hadîd kalıbı "demir";
hıdâd kalıbı da "keskin" anlamına gelmektedir. "Keskin bıçak,
keskin göz, keskin dil, keskin zekâlı güçlü beyin" mânalarında
kullanılmaktadır.
1) Karşı koymak. Tevbe sûresinin 63.
âyetiyle Mücadele sûresinin 5. âyetinde "karşı koymak, itaat etmemek,
muhalefet etmek" mânasına gelmektedir. Bu âyetlerden Tevbe sûresinin 63.
âyetini ele alırsak bu anlama delil olarak yetecektir: Hem bilmiyor mu ki,
Allah'a ve onun peygamberine karşı koyan kimseyi, içinde ebediyen kalacağı
cehennem ateşi beklemektedir.
2) Sınır. Ve Allah'ın elçisine indirdiği
öğretinin sınırlarını görmezden gelmek,
onlardan daha çok beklenen bir haldir (Tevbe 9/97).
3) Sivri. Ahzab sûresinin 19.
âyetinde dilin sıfatı olarak hidâd
kalıbında yer almaktadırce de iyiliğinizi çekemeyip sizleri sivri dilleriyle
incitirler.
4) Demir. Kehf sûresinin 96. âyetinde
"demir" anlamına gelmektedir. Hadîd sûresinin ismi de aynı mânadadır.
Sebe sûresi 10. âyette demiri ona yumuşattık derken bu anlamda kullanmıştır.
5) Keskin. Kaf sûresinin 22. âyetinde
"görmekle" ilgili olarak kullanıldığından, görmenin keskinliğini
ifade etmektedir: Bugün artık gözün keskindir.
6) Hüküm. Nisa sûresinin yorumunu
yapmakta olduğumuz 13. âyetiyle beraber pek çok âyette, Allah'ın emri, hükmü,
kanunu mânasında yer almaktadır. Bu anlamının aynı zamanda sınır mânasını
ifade ettiği de bilinmelidir. Allah'ın emirleri, hükümleri, kanunları; aynı
zamanda Allah'ın sınırlan anlamına gelmektedir.
Oruç ibadetiyle konulan hükümler Allah'ın emirleri, yani sınırlarıdır (Bakara 2/187); boşama hukukuyla ilgili koyduğu kurallar Allah'ın emirleri, hükümleri ve sınırlandır (Bakara 2/229-230); işlenen suça takdir edilen ceza Allah'ın hükmüdür (Mücâdele 58/4); miras hukuku ve yetim haklarıyla ilgili koyduğu kurallar Allah'ın hükümleri, emirleri, farzları ve sınırlarıdır (Nisa 4/13). Demek ki ibadet, ahlâk ve hukukla ilgili meseleler anlatılırken Allah'ın sının, hükmü, emri ve farzı anlamında Kur'an'da geçmektedir.
Allah'ın hükümleri, yani hududunun söz konusu olduğu yerlerde ya bu
hudutları çiğnemekten ya da onlara uymaktan bahsedildiği görülmektedir. Nisa
sûresinin 13. âyetinde önce itaat, sonra da isyan eylemleri ele alınmaktadır.
Bakara sûresinin 229. âyetinde Allah'ın hududu, yani hüküm ve emirlerini yerine
getirmek; bu hüküm ve emirleri aşmaktan bahsedilmektedir. Yerine getirmeye
"ikame", aşmaya da "teadde" demektedir.
Nisa sûresinin 13. âyetine dönersek Allah sınırlarını, hükümlerini,
emirlerini ortaya koymakta, bu sınırlara uymayı, o hükümleri yerine getirmeyi
kulunun iradesine bırakmaktadır: "Kim Allah'a ve peygamberlerine itaat
ederse." Böyle bir ifadede zorlamanın olmadığı ve emirlere riayetin kulun
iradesine bırakıldığı açıktır. Allah'ın koyduğu, Hz. Muhammed'in tebliğ edip
uyguladığı ilâhî sınırlara uymanın, Allah'a ve Peygamber'e itaat olarak kabul
edildiği belirtilen bu âyette, itaati gerçekleştirenlerin ödülü de gündeme
getirilmektedir: "Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır
ve orada devamlı kalacaktır."
Âyetin bu kısmıyla 11 ve 12. âyetlerde geçen miras hukukunun kurallarına
dönersek, bu hükümleri hayata geçiren insanların cennete gideceği gerçeğini
yakalamak mümkündür. Yetim haklanna, kadın ve erkeğin miras taksimine riayet
etmenin sonu cennettir. Demek ki haklara riayet edilen bir toplum cennete
döneceği gibi, öteki dünyadaki cennetin kuruluşuna da bu dünyada başlanmış
olacaktır. Cenneti arayan onu yetim haklannda ve kadının katıldığı miras
taksiminde bulacaktır. İşte büyük kurtuluş budur. Allah'ın hududunu aşmadan, onlan
yerine getirmenin sonunda cennet ödülü olduğuna göre, onu elde etmek de büyük
kurtuluş ve mutluluktur.
[27]
14. Kim Allah'a ve Peygamber'ine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa
Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap
vardır.
Âyet bir önceki âyetin tersi olan eylemi işlemekte ve onun kötü olan
neticesini gündeme getirmektedir. Allah burada iki eylem ve iki eylemin iki
karşılığına işaret etmektedir. Birinci eylem Allah'a ve Peygamber'ine isyan
etmek, ikincisi de Allah'ın sınırlarını aşmaktır. Bu iki eylemin karşılığında
ateş ve alçaltıcı azap konmaktadır. Dikkat edilirse 13. âyette olduğu gibi
burada da eylemlerin faili kuldur. İtaatle Allah'ın hükümlerini yerine
getirmek; isyanla Allah'ın sınırlarını aşmak eylemlerinde insan hürdür,
eylemlerin sahibi de odur.
Görüldüğü gibi Nisa sûresinin ilk on dört âyetinde yaratılışın kaynağı,
akrabalık hakları, yetim hakları, haram lokmanın kötü tesiri, miras hukukunda
kadının yer alması ve haklarının oran olarak belirlenmesi; buradaki hükümlerin
Allah'ın sınırları olduğu, onlara uyanların cennete, uymayanların cehenneme
gideceği konuları geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Demek ki Kur'an insan ilişkilerinin en ince noktalarına ışık tutmakta,
oradaki meseleleri ortaya çıkarıp aydınlatmakta; o sorunların çözümünü insanı
mutluluğa götürecek şekilde neticelendirip hükme bağlamakta, yetim ve kadın
haklarını savunmakta, haram lokmanın insanlığı nasıl cehenneme çevirdiğine
dikkat çekmekte, mutluluğun yollarının sosyal ilişkilerden geçtiğini
vurgulamakta, bir anlamda Cennetin bu ilişkilerin içinde aranması gerektiğine
işaret edilmekte, akrabalık bağlarına ve yetim haklarına dikkat etmenin önemi
ortaya konmaktadır.
[28]
15. Hayâsızca davranışlarda bununan kadınlarınıza gelince, aranızdan
onların işlediği suça şahit olan dört kişi çağırınız, bunlar onun için şahitlik
yaparlarsa suçlu kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara (tövbe
etmeleri suretiyle) bir kapı açıncaya kadar evlerine hapsediniz.
Bu iki âyeti bölümlere ayırarak açıklamamız, eksen kavramların izahını
yaptıktan sonra bazı genellemelere varmamız daha doğru olacaktır.
1.
Fuhuş yapan kadınlarınıza
gelince. Âyetin bu kısmında fuhuş kavramı merkezî bir önem taşımaktadır. Bu kelimeyi
"zina" ile tercüme edenler vardır. Bu tercüme doğru mudur? İsrâ
sûresinin 32. âyetine göre doğrudur: "Zinaya yaklaşmayınız. Zira o, bir fahişeliktir
ve çok kötü bir yoldur." Bu âyette zinaya "fahişelik" mânası verilmektedir.
Hiçbir âyette fuhşun zina ile tanımlanması yoktur.
Erkekle kadının meşru olmayan cinsel ilişkisine fuhuş dendiği gibi;
erkekle erkeğin meşru olmayan ilişkisine de (livata, homoseksüellik) fuhuş
denmektedir: "Lût da kavmine dedi ki: Sizden önceki milletlerden hiçbirinin
yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz" (A'râf 7/80). Lût kavminin ahlâksızlığının
homoseksüellik denen cinsel sapıklık olduğu bilinmektedir. Demek ki bu anlamda
cinsel sapıklık da fuhuş kavramının kapsamına girmektedir.
Nisa sûresinin 22. âyeti fuhuş kavramının anlamına başka bir davranışı
da ilâve etmektedir: "Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği
kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir fuhuştur, iğrenç bir şeydir ve kötü bir
yoldur."
Bir erkek üvey annesiyle Câhiliye döneminde evlenebiliyordu. Kuran bu evliliği ortadan kaldırırken değerlendirmesini fuhuş kavramıyla yapmaktadır. Normal nikâhla evlense bile, bu davranış ortada cinsel ilişki olmadığı halde fuhuş olarak nitelendirilmektedir.
Ahzâb sûresinin 30. âyetinde fuhuş kavramına "hayâsız davranışta
bulunmak" anlamı verilmektedir: "Ey peygamber hanımları! Sizden kim
bir hayâsızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah'a göre kolaydır."
Âyette geçen fuhuş kelimesinin zina anlamına gelmesi mümkün değildir.
Peygamberin hanımlarının "zina etmesi" ihtimali yoktur. Bu sebeple
fuhuş kelimesine "hayâsız davranış" anlamını vermek en doğrusu
olacaktır. Demek ki yüz kızartıcı hayâsız davranışların bütününe fuhuş
denmektedir. Ama zinanın da fuhuş olduğu İsrâ sûresinin 32. âyetinde açıklanmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki fuhuş kelimesinin hangi anlama geldiğini
âyetin devamından çıkartabiliriz,
2.
Aranızdan dört şahit
getiriniz. "Fuhuş yapanlara karşı dört şahit getiriniz" emri, bize bu
âyetteki fuhuş kelimesinin zina anlamına geldiğini açıklamaktadır. Çünkü bütün
mahkemelik işlerde, antlaşmalarda iki şahit istenirken sadece zina fiilinde
dört şahit istenmektedir. Nûr sûresinin 4. âyeti buna delil olmaktadır:
"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere
seksener sopa vurun." "Şu kadın zina yaptı" diyen kişi bu
iddiasını dört şahitle ispat etmesi lâzımdır. Görüldüğü gibi madem ki dört
şahit istenen suçun zina olması şart koşulmaktadır, bu durumda yorumunu
yapmakta olduğumuz âyetteki fuhuş kelimesini zina olarak mânalandırmamız zorunludur.
3. Eğer şahitlik ederlerse, o
kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar
evlerde hapsediniz. Bu cezalandırma şekline bakılırsa fuhşun zina olmadığı
hükmüne varılabilir. Çünkü Nûr sûresinin 2. Âyetine göre zina eden erkek ve
kadına yüz değnek vurulmalıdır. Buradaki ceza ile oradaki cezanın farklılığı
davranışın zina olmadığı anlayışına bizi görüre-bilir mi? Bu farklı
cezalandırma şekli bazı müfessirleri iki âyet arasında nâsih ve mensuh ilişkisi
bulunabileceği fikrine götürmüş, Nisa sûresinin 15. âyetindeki hükmün Nûr
sûresinin 2. âyetiyle ortadan kaldırıldığı iddiasına ulaştırmıştır.
Aslında bi iki âyet arasında bir çelişki olmadığından, Nûr sûresinin 2.
âyetinin Nisa sûresinin 15. âyetinin hükmünü yürürlükten kaldırdığını söylemek
mümkün değildir. Peki, her iki âyetin bağımsız olarak tatbik edilebileceğini
nasıl açıklayabiliriz? Eğer Nisa sûresinin 16. âyetinde geçen fuhuş kelimesine
zina mânası verirsek hapsetme cezasının, yüz değnek vurma cezasına ters
düşmediğini şu açıklama ile ispat edebiliriz: Bir fiile değişken cezalar
uygulanabilir. Nisa sûresinin 16. âyetinde hapis cezası Nisa sûresinin 2.
âyetinde yüz değnek vurma cezası uygulanmaktadır. Kadının bekâr, evli veya dul
olması bu cezaların uygulanmasına zemin teşkil edebilir. Meselâ Nisa sûresinin
16. âyetinde dört şahit bulunur ve bu şahitler tanıklık ederlerse hapis cezası
uygulanır. Ama dört şahit bulunmayıp, bu fiili işleyenlerden biri suçunu
itiraf ederse Nûr sûresinin 2. âyetindeki yüz değnek vurma cezası
uygulanabilir. Çünkü kimse başkalarının bulunduğu bir yerde zina fiilini
işlemez.
Hâkim bu ceza şekillerinden birini seçerken, kişinin toplumdaki
statüsünü ve bu statü gereği cezanın etkisini ve caydırıcı yönünü göz önünde
bulundurabilir. Hangi cezanın etkili olacağını toplumun örfüne göre tesbit
edebilir. Onun için her iki âyeti birbirine zıt gösterip nâsih ve mensuh
metodunu uygulamanın hiçbir anlamı yoktur.
"Ölüm onları alıp götürünceye kadar" ifadesi müebbet hapis cezasına
işaret etmektedir. "Yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar..." Dikkat
edilirse burada da ikili bir uygulama söz konusudur. Allah onlara bir çıkış
yolu verebileceğine dair açık bir kapı bırakmaktadır. Bu suçu işleyen kadın
tövbe edecek kadar pişman olursa umulmadık bir yolla Allah onu sosyal hayata
döndürebilir ve ona tekrar evlilik hayatı nasip edebilir.
Aile başka memlekete göç edebilir ve kadın orada evlenme fırsatını
yakalayabilir. Dolayısıyla ölünceye kadar hapiste tutmanın dışında kadının
lehinde olacak bir uygulama da devreye sokulabilir. Bunun anlamı bir kere zina
etmiş bir kadına, fahişe damgasının vurulmaması, medenî hayata katılabilmesi
için ona bir açık kapı bırakılmasıdır.
Nitekim Nûr sûresinin 3. âyetinde zina eden kadının zina eden erkekle evlenebileceği ve nikâhlarının geçerli olacağı hükme bağlanmaktadır. Zinayı yol edinmiş kadını zinayı yol edinmiş erkekle evlendirerek medenî hayata katılmaları temin edilebilir. Bu da bir çıkış yoludur. Demek ki farklı ceza uygulamalarının, zinayı ahlâk edinip edinmemekle ilgili olduğunu da söyleyebiliriz. Bütün bunlardan sonra özellikle sizden dört şahit getirin demesi, müslüman olmayanların, müslüman kadın için zina konusunda şahit olamayacağına işaret etmektedir. [29]
16. İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet ediniz; eğer tövbe
eder uslanırlarsa, artık onlar(a eziyet)ten vazgeçiniz. Çünkü Allah tövbeleri
kabüi edendir; çok esirgeyendir.
Livata (homoseksüellik) fiilini işleyen erkeklerin durumunu ele alan bu
âyet, farklı şekillerde yorumlanmasına rağmen bize göre livata fiilini gündeme
getirmektedir.
1.
"İçinizden iki erkek
fuhuş yaparsa" Âyetin bu kısmı livatayı fuhuş kelimesinin anlamına dahil
etmektedir. Âyetteki "siz-den" ifadesi müslümanları kastetmektedir.
2. "Onlara eziyet
ediniz." Eziyetin ne anlama geldiği konusunda çeşitli açıklamalar
yapılmıştır. Sözle hakaretten tutun, hafifçe dövmeye kadar uzanan bir cezanın
uygulanacağını savunanlar vardır.
Âyette geçen "onlara eziyet ediniz" hükmü, livatamn başlangıcında alınacak bir tedbirdir. Yoksa livatayı alışkanlık haline getiren insanlara veya yaygınlaşan bu kötü fiile karşı alınacak bir önlem değildir. Yaygın ve önlenemez hale gelen livata fiilinin cezası A'râf sûresinin 84. âyetinde şöyle belirlenmektedir: "Ve üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu." "Onlara vaad olunan (helak) zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" (Hûd 11/81).
Allah önü alınamayan ve yaygın olan livata fiilini, yok etme cezasıyla
cezalandırmaktadır. Ama önemli olan bu fiile önlenebilir safhasında medahale
edip yaygınlaşmasına engel olmaktır. İşte âyette, "onlara eziyet
ediniz" hükmü, onlara sosyal baskı uygulayarak bu fiilden
vazgeçirilmelerini amaçlamaktadır. Âyetin devamının, ıslahı, yani tedaviyi
içermekte olduğu göz önüne alınırsa bu amaç görülecektir.
3. "Eğer tövbe eder
gidişatlarını düzeltirlerse, artık onlara eziyet etmekten vazgeçin; çünkü
Allah tövbeleri kabul eden merhamet sahibidir."
Demek ki eziyetle verilecek olan ceza caydırıcı bir özelliğe sahip
olmalıdır. Buradaki tövbe etme livata fiilinden vazgeçmede verilen karar
safhasını ve o yoldan dönüşü ifade etmektedir. Tövbenin ardından "durumlarını
düzeltmek" eylemi yer almaktadır. Günahının, yani kötü fiilinin bilincine
varmak tövbe, bunu eyleme dökmek de düzeltmek olmaktadır.
Böyle bir değişimi gösterdiklerinde onlara "eziyet etme"
cezasının kaldırılması da âyette emredilmektedir. Çünkü Allah özürlerin kabul
edilmesi ve merhametin çalıştırılmasını devreye sokmaktadır. Âyetin sonunda Allah'ın
tövbeleri kabul ediciliğine ve merhamet sahibi oluşuna dikkat çekilmektedir.
Her iki âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:
a) Nisa sûresinin 15 ile Nûr
sûresinin 2. âyeti arasında nâsih-men-suhluk yoktur. Her iki âyet işlenen aynı
fiile, şartlara göre takdir edilecek cezanın farklı olabileceğini gündeme
getirmektedirler. Hukukta ceza hükümleri düzenlenirken kişinin şartları göz
önünde bulundurulup alternatif ceza uygulamalarına gidilebilir. Nisa sûresinin
İS. âyetinde fuhşa hapis cezası; Nûr sûresinin 2. âyetinde sopa vurma cezası
uygun görülmektedir. Hangi cezanın uygun olacağını hâkim tayin edecektir.
b) Ceza verirken hedef suçtan
caydırıp yaygınlaşmasını önlemek olmalıdır. Kötüden iyiye olan dönüşüm cezanın
kaldırılmasına sebep teşkil etmektedir. Özellikle livata fiiline uygulanan
"sosyal baskı" tövbe ve düzelmeden sonra kaldırılmalıdır.
c)
Bütün bu cezalar cinsel ahlâkın ayakta
kalmasını temin etmek için konmaktadır. Toplumların ahlâkını tehdit ettiği,
nesli bozduğu ve çeşitli hastalıklara yol açtığı için Kur'an, fuhuş ve kötü
bir yol olarak nitelendirilen zina ve livataya karşı toplumun mücadele
etmesini istemektedir. Özellikle livata fiili önlenemez hale geldiğinde bu
fiili işleyen toplumların nasıl battığını Allah tarihten örneklerle anlatmaktadır.
d) Zina ve livata sadece
ahlâkî alanı tehdit etmemektedir; aynı zamanda insanın biyolojik yapısını da
tehdit etmektedir. Çeşitli virüs ve mikropların üremesine sebep olan bu fiil,
çeşitli hastalıklara kaynaklık etmekte, insan ve toplum sağlığının bozulmasına
sebep olmaktadır.
e) Evlilik hayatını
kolaylaştırarak, aile hayatını kuvvetlendirerek ve bu konuda zenginlerin
infakını seferber ederek, cinsel ahlâksızlığın azalması temin edilebilir. Bu
açıdan bakınca Kur'an'ın cezadan çok insanların cinsel ahlâk bakımında İslah
olmalarını hedef aldığı anlaşılmış olacaktır.
[30]
17. Allah'ın kabul edeceği tövbe, ancak câhaletle kötik elden tövbe
edenlerin tövbesidir; işte Allah bunken» tövbesini kabul eder; Allah her şeyi
bilendir, hikmet sahibidir.
18. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölürti gelip
çahnea 'Ben şimdi tövbe ettini1 diyenlerle, kâfir olarak ötenler için (kabtil
edilecek) tövbe yoktur. Onlar1 içirt acı bir azap hazırlanmıştır.
Bu âyetler tövbenin kabulünün bir zamanı olduğu ve geciken tövbenin
kabul edilmeyeceği hükmünü öğretmektedir. Daha önce Bakara sûresinin 37.
âyetinde tövbe konusu geniş bir şekilde açıklandı. Burada "tövbe"
ile "cehalet" kavramlarının ilişkisini açıklayacağız:
[31]
Genelde cehalet kelimesi "bilmezlik" olarak takdim
edilmektedir. Cehaletle bir kötülük işlemek, bilmeden kötü davranışta bulunmak
anlamına gelmemektedir. "Cehl, en ufak bir kızgınlık anında iradesini
kaybedip parlayan, kontrolsuz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden
hemen her şeye körü körüne atılan bir delikanlının; ateşli, sabırsız bir
kişinin sorumsuz davranışıdır. Bu davranışın sahibi, duygularına, hırslarına
hâkim olamayan aşın bir insandır. Bu insan, doğruyu yanlışı düşünme ölçüsünü
kaybedip kendisini öfkenin peşine kaptırmıştır."
Izutsu'nun anlattığı bu durum, ilim yoksulluğunu değil hilmin yoksulluğunu
ifade etmektedir. Demek ki cehl hilim karşıtı olan bir kavramdır. Cehl nefsin,
yani dürtülerin, şehvetin, insan aklının faaliyetini engellemesidir.
Saldırganlık içgüdüsünün etkisi altında kalarak hareket edip, yıkıcı ve zararlı
davranışlarda bulunmaktır. Ürettiği davranışların sonucunun nereye varacağını
kestiremeyen, bağımsız aklın yolunu takip etmeyen ve Allah'a âsi olan insan
cahildir.
Onun için âyetteki bicehâletin ifadesini "bilmeyerek kötülük
işleyen" şeklinde tercüme etmek yerine "kontrolsüz kötüyü
işleyen" tarzında mânalandırmak daha doğrudur. Yûsuf peygamber. O
kadınlara meylederim ve cahillerden olurum derken, "bilmeyenlerden
olurum" (Yûsuf 12/33) demek istememiştir. Âyetin baş kısmı cehaletin
mânasını vermektedir. Bir delikanlının, cinsel içgüdüsünün kontrolsüz olarak
kadınlara meyletmesi cahil olmak için yeterli olmaktadır. Demek ki kontrolsüz
kalan ve aklı devreden çıkaran istekler cehaleti meydana getirmektedir.
"(Yûsuf) dedi: Sizler cahil iken Yûsuf a ve kardeşlerine
yaptığınızın kötülüğün)ü bildiniz mi?" (Yûsuf 12/89). "Cahil
iken" ifadesi "duygularınıza, nefsinize mağlûp olduğunuz, kontrolden
çıktığınız zaman" mânasına alınmalıdır. Cehalet akıl dışı, kontrolsüz,
mantıksız, düşüncesizce hareketin adı olmaktadır.
İnsanlara yanlış haber vererek onlarla alay etmek de cehalet kavramının
içine girer: "Musa kavmine: Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti
de: Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. O da "Cahillerden olmaktan
Allah'a sığınırım demişti" (Bakara/67). Burada Hz. Musa insanlarla alay
etmenin akıl dışı bir hareket olduğunu vurgulayarak, bu işi yapanların
cahillerden olacağına dikkat çekmektedir.
Yaptığı görevde sabır gösterememe, görevinin sınırlarını aşma ve bu
sınırlan bilememe; Allah'ın gücünü iyi tesbit edememe de cehalet kavramının
kapsamına girmektedir. En'âm sûresinin 33-35. âyetleri bu mânayı vermektedir.
Biz bu âyetlerin sonuncusunu burada zikredebiliriz: "Eğer onların yüz
çevirmesi sana ağır geldiyse, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel
ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah
dileseydi elbette onlara hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi. O halde
sakın, cahillerden olma." (En'âm 6/35).
Hz. Nûh oğlunun kurtulması için dua ettiğinde Allah ona şöyle cevap
verdi: "O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana
cahillerden olmamanı tavsiye ederim" (Hûd 11/46). Bundan da anlıyoruz ki
iyi niyetle de olsa hakkında bilgi olmayan bir meselede istekte bulunmak
cehalettir. Bu durumda yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki cehaleti, akıl
dışı kontrolsüz arzuların meydana getirdiği davranış olarak nitelendirmek en doğrusu
olacaktır.
[32]
Âyetin ikinci bölümünde "tezelden tövbe edenlerin tövbesinin"
kabul edileceğine işaret edilmektedir. Böylece Allah tövbenin kabulüne etki
edecek önemli bir özelliği gündeme getirmekte ve onun günahtan sonra
yapılmasını öngörmektedir.
İşlenen günahtan hemen sonra tövbe edilmediği takdirde, günahlar
ardarda gelecek ve ilk defa işlenen günahtan sonra duyulan pişmanlık yerini
kanıksamaya bırakacaktır. Şöyle açıklayabiliriz: Sigara dumanlarıyla dolu olan
bir yere girince oradaki hava insanı rahatsız eder. Uzun süre oturunca bu pis
havayı hissetmez oluruz. Ardarda işlenen günahlardan sonra da pişmanlık
eksilerek duyulmaz hale gelir. Çünkü günahlar kalbi karart-mıştir: 'Hayır!
Bilâkis onların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir. (Mutaffifîn
83/14).
Kalbin kirlenmemesi için günahtan hemen sonra tövbe edilmesi şarttır.
Kirlenen kalp pişmanlığı katletmekte ve insana tövbeyi geciktirt-mektedir.
"ileride nasıl olsa tövbe ederim" diyerek, günah işlemeye devam eden
insan, tövbesinin kabulünü güçleştirmekte, kendisinin tövbe etmesini de zora
sokmaktadır.
Allah tövbe esnasında kulunun niyetini, samimiyetini, pişmanlığını
bilmektedir. Bir iş bilgiyle yapılırsa, o işte hikmet ortaya çıkacaktır. Bir
konu her yönü ile bilinirse, onu gerçekleştirmek de yerli yerinde olacak ve
hikmetli iş üretilebilecektir. Allah'ın alîm ve hakîm sıfatlarının burada yer
alması tövbenin ciddi, samimi ve sağlam bir niyetle yapılmasını motive
etmektedir.
[33]
Allah 17. âyette kimin tövbesini kabul edeceğini, 18. âyette de kimlerin
tövbesinin kabul edilmeyeceğini bidirmektedir: "Kötülükleri yapıp yapıp da
içlerinden birine ölüm gelip çatınca, Tîen şimdi tövbe ettim1 diyenlerle kâfir
olarak ölenler için tövbe yoktur."
Hayatı boyunca işlediği günahlardan sonra hiç pişmanlık duymayan
insanın ölüm anında duyacağı pişmanlığın getireceği tövbenin kabul edilmeyeceğine
işaret eden bu âyet, devamlı olarak işlenen günahın insanı Allah katında ne
kötü hale getirdiğine dikkat çekmektedir.
Hayata dönüş imkânı olmayan, bir daha gerçek hayat şartlan altında o
günahı işleyip işlemeyeceği konusunda denenme fırsatı olmayan kişinin
pişmanlığı fayda vermeyeceği için tövbesi de kabul edilmeyecektir. Ölüm anında
yapılan tövbe, gösterilen mazeret; kıyamet günü gösterilecek mazeretin aynısı
olduğu için kabul olmaz. Artık o gün, zulmedenlerin mazeretleri fayda
vermeyeceği gibi, onların kendilerini düzeltmelerine de izin verilmeyecektir
(Rûm 30/57). Demek ki ölüm anına kadar işlenen günahlar, kişi ile Allah'ı
arasındaki bağlan koparmaktadır.
Diğer taraftan, kâfir olarak ölüm anına kadar yaşayan insanın da
tövbesi kabul edilmeyecektir. Kâfirle devamlı günah işleyip ölüm anına kadar
tövbe etmeyen kişi aynı muameleye tâbi tutularak tövbelerinin kabul edilmemesi
konusunda müşterek özelliğe sahip olmaktadırlar.
Ölürken tövbesi kabul edilmeyen kişiye en güzel örnek Firavun'dur:
"Biz İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek
ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince,
(Firavun) 'gerçekten, İsrâiloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı
olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım' dedi." "Şimdi
mi (iman ettin)? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun"
(Yûnus 10/90-91).
Ölüm anında tövbe ederek iman etmek isteyen ve bunu itiraf eden
Firavun'un tövbesi kabul edilmemiş ve ona zamanın geçtiği söylenmişti. Son anda
pişmanlık fayda vermediği gibi iman da fayda vermemektedir.
[34]
Ölüm anına kadar günah işleyip tövbe etmeyen ve kâfir olarak ölenlerin
sadece tövbelerinin kabul edilmemesi yeterli olmayacak; "onlar için acıklı
bir azap da hazırlanmıştır." Tövbesi kabul edilmeyince varılacak yer
acıklı azaptır.
Bu iki âyeti bir önceki âyetlere bağlayarak açıklamak da mümkündür.
Bir önceki iki âyette zina ve livata ele alınmış oradaki hukukî cezanın ne
olacağı belirtilerek tövbe etmenin işlevi üzerinde durulmuştu. Çünkü o günahlar
hem dünyayı hem âhireti, hem insanı hem de Allah'ı ilgilendirdiği için suç ve
günah kapsamına girmektedirler. 16. âyette geçen tövbe hem dünyevî hukuk için
pişmanlığı hem de âhiret için tövbeyi ilgilendirmektedir.
Bir suç işleyip pişmanlık duyan ve o kötü davranıştan dönen insanla,
devamlı suç işleyen insanın özrü, kabul edilmek bakımından aynı değildir.
Hatta 17 ve 18. âyet bu farkı ortaya koymaktadır. Her günahın ve her inancm bir
tövbesi, yani bir dönüşü vardır, önemli olan vaktinde pişmanlığı duymak ve
dönüşü gerçekleştirmektir.
Bu âyetlerle zina ve livatanın tövbesinin kabul edilebileceği; ama
dünyevî hukuk bakımından cezanın verilmesinin zorunlu olduğu vurgulanmaktadır.
Bu fiillerin Allah ile ilgili olan boyutunun atfedilebileceği ama, dünyevî
hukuk bakımından affetmenin mümkün olmadığı gündeme getirilmektedir.
[35]
I 9. Ey imâh edenler! Kadınlara zorla vâris otmanızsi ze helâl
değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça onlara verdiğinizin bir'kısımnı ele
geçirmertiz için de kadınları sıkıstırmayınız. Onlarla iyi geçininiz. Eğer
onlardan hoşlanmazsanız da biliniz ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir
hayra vesile kılmış olabilir.
İbn Abbas âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Araplar arasında biri öldüğü
zaman velilerinin, adamın malı üzerinde hakları olduğu gibi karısı üzerinde de
hakları vardı. İçlerinden biri dilerse ölenin karısıyla evlenir veya kadını
başkasıyla evlendirip mehir alır ya da hiç evlendirmez, evde alıkoyardı.
Mirasçıların, bu kadın üzerinde, kadının kendi ailesinden daha çok hakkı
olurdu. İşte 19. âyet bu uygulamayı ortadan kaldırmak için gelmiştir.
Bu âyette kadın hakları dikkate alınarak karı-koca haklarının çiğnenmesi
yasaklanmakta, öncelikle nasıl davranılmaması; sonra da nasıl davranılması
gerektiğine ışık tutularak bir hükme bağlanmaktadır.
[36]
Allah miras konusunda zorlamayı yasaklamıştır. Âyetin bu kısmı Câhiliye
döneminde ölen yakın akrabaların hanımlarına mirasçı olma âdetini ortadan
kaldırmak için gelmiştir. Zemahşerî bu âyeti Nisa sûresinin 12. âyetine
bağlayarak açıklamaktadır: 12. âyetin ilk cümlesinde belirtilen hükümler
çerçevesinde malına mirasçı olmak ümidiyle bir erkeğin sevmediği bir kadını
zorla tutmasına ve dolayısıyla başka bir erkekle evlenmesine mani olmasına
işaret etmektedir.
Câhiliye döneminde kocası ölen kadını ailenin diğer fertleri, ölünün
mirası olarak kabul ederler, onun velisi olmaya çalışırlardı. Bu âyet dul
kadının serbest iradesiyle iddet müddetini bekledikten sonra istediği erkekle
nikâh kıyabileceğim hükme bağlamaktadır. Bu hüküm kadını eşya olmaktan ve onu
ölen kocasının mirası olma âdetinden kurtarıyor. Onun kendi iradesiyle karar
verebilen ve geleceğini tayin edebilen bir kimliğe sahip olduğu gerçeğini
gündeme getiriyor.
Üzerine atılan bir elbise ile kadının akraba erkeklerinden birinin malı
olması âdetini ortadan kaldıran Kur'an, kadın haklarında önemli bir konuyu
ortaya çıkarmaktadır. Allah, "Size helâl değildir" hükmü ile, konuyu
hem hukuk alanında hem de günah çerçevesinde değerlendirip hükme
bağlamaktadır.
[37]
Âyetin ikinci bölümü şöyledir: "Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça,
onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayınız."
"Apaçık bir edepsizlik" ifadesi 15. âyette açıklanmıştı. Bu fiili işleyen
kadını boşamak için dört şahit şart koşulmuştu. Suç ispat edildikten sonra,
koca evlilik anında verdiği mehri geri isteme hakkına sahiptir. Evlilik anında
mehri vermeyip ama ileride vereceğine dair şahitlerin huzurunda söz veren
kocanın, bu boşanma ile mehri verme yükümlülüğü düşmektedir. Yüz kızartıcı
fiilin dışında kadına verilen mehrin geri alınması için kadına zorlama
yapılmayacağım hükme bağlayan bu âyet; karı koca arasındaki haksızlığın
kaldırılmasının önemini vurgulamaktadır.
Câhiliye döneminde hanımından hoşlanmayan kimse, hanımından ayrılmak
isterken mehrini fidye olarak bırakıp canını kurtarsın diye ona ağır baskı
uyguluyordu. Hanımı mehri bıraksın diye işkence edercesine tacizde bulunan
insanın bu davranışını engelleyen âyet, mehir için kadının zorlanamayacağı
ilkesini getirmektedir.
Câhiliye döneminde koca hanımını boşuyor ve hanımım eşya gibi satıp
ondan bir şeyler kazanmak için başkasıyla evlenmesine mani oluyordu. "Şu
kadar maddî menfaat bana temin edersen senin kocaya varmana müsaade
ederim" uygulamasını bu âyet ortadan kaldırmış, kadının eşya gibi
satılamayacağım, sırtından para kazanılamayacağını hükme bağlamıştır.
[38]
îki olumsuz emirden, yani yasaktan sonra bir olumlu emir getirmekle
Allah, nelerin yapılmamasından sonra, nelerin yapılmasını da hükme
bağlamaktadır. İbn Abbas "İyi geçinme"nin "sahip çıkma";
Zemahşerî, Gazî, Hâzin ve Nesefî de "davranışlarda insaflı, sözde tatlı
davranma" anlamı ifade ettiğini söylemektedirler.
Câhiliye dönemi olarak isimlendirilen ve objektif hukuku bulunmayan
bir toplumda "kadınlarla iyi geçininiz" emrinin verilmesi, ileri derecede
bir değişimin başlatıldığının işareti olmaktadır. "Ey insanlar! Sizin
kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır; onların da sizin üzerinizde hakları
vardır" derken Hz. Peygamber, hakların erkekten yana tek taraflı olmadığını,
kadının da erkek üzerinde hakkı olduğunu ilân etmiştir. Bu haklardan birinin de
bu âyette geçen "kadınlarla iyi geçinmek" için verilen hüküm olduğu
söylenebilir.
İnsanın psikolojisinde yanılgı payı çok olduğundan, Bakara sûresinin
216. âyetinde açıklandığı gibi, sevdiğinde şer, sevmediğinde hayır olabilir.
İnsanın beğenisi her zaman isabetli olmayabilir. Bu isabetsizlik evlilikte ve
aile hayatında da görülebilir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 19. âyetinde "Eğer
onlardan hoşlanmazsanız, Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden
de hoşlanmamış olabilirsiniz" denilerek, ilk planda hoşlanmamanın
değerlendirilip ona göre davranmanın yanlışlığına dikkat çekilerek, hoşlanılmayan
kadında hayrın olabileceği vurgulanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Hoşlanmamak
ayrılık sebebi olmamalı, çünkü hoşlanılmayan kadında Allah hayırlar yaratmış
olabilir. Kadına sadece şehvet boyutuyla değil, insanca yaklaşarak, sabırla
hoşlanma anını beklemenin önemi gündeme getirilmektedir.
[39]
20. Eğer bir kadını bırakıp başka birini almak isterseniz, birincisine
yüklerle mehir vermiş olsanız bile hiçbir şeyi geri almayınız. Siz iftira
ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız?
21. Vaktiyle birbirînizle haşır
neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam teminat almış olduğu halde onu nasıl
geri alırsınız?
Bu âyetlerin iniş sebebi şudur: Câhiliye döneminde bir erkek başka bir
kadınla evlenmeyi istediğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirasında
bulunurdu. Başka kadınla evlenebilmek için gerekli olan mehri eski karısının
mehriyle ödemek isterdi. İftira ederek mehrini geri ödemesi için zorlardı.
"Eğer bir kadını bırakıp başka birini almak isterseniz, birincisine yüklerle
vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi almayınız" emriyle, boşanmakta
olan kadının mehrinin geri alınamayacağı hükmü konmaktadır.
Bunun anlamı şudur: Mehrini geri alma hakkını kaybedince, belki de
eşini boşamayacak ve böylece kadın hem boşanma hem de mehrini kaybetme
haksızlığına uğramamış olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki menfaat boşamayı
hızlandırmaktadır. Çoğu zaman ikinci eş alma gibi keyfîliği ekonomik
yeterlilik oluşturmaktadır. Muhtaç kişi ikinci eş alma cesaretini gösteremez.
Birincinin mehrini geri alamayınca da, birinciyi boşayıp ikin-cisiyi alma
fırsatını yakalayamaz.
Câhiliye döneminde mehir, başlık parası olarak alınırdı; evlenenin
kendine değil velisine verilirdi. Kur'an bunu mehir şekline dönüştürerek
evlenen hanıma verilmesini hükme bağladı. Ama başlık parasının fazlalığı mehrin
fazlalığına yansıdı. Mehrin fazlalığı evlenmeleri zorlaştırdı. Evliliklerin
gecikmesi cinsel ahlâkın bozulmasına sebep oluyordu. Onun içindir ki Hz. Ömer
kadınların mehirlerinin yüksek tutulmasını uygun bulmamıştır.
Âyette geçen "yüklerle vermiş olsanız bile" ifadesi, mehrin
fazlalığını ifade etmektedir. Bu ifadeden mehrin her zaman ve herkes için yüksek
olacağı anlamını çıkarmak doğru değildir. Âyetin eksen konusu, mehrifl geri
alınmamasıdır. Mehrin alınıp evlenilecek ikinci eşe verilmesiyle birinci eşin
uğrayacağı haksızlık Allah'ın kabul edeceği bir haksızlık olmadığından bu hüküm
verilmiştir. Kadına verilen mehir, kadının öz malıdır ve bu hakkı ona Allah
tanımıştır. O mehrin kadına fuhuş iftirasında bulunularak alınmasını ise Allah
şiddetle kınamaktadır.
21. âyet mehrin neden geri alınamayacağını iki önemli sebebe
bağlamaktadır: a) "Onu nasıl
alırsınınız ki, birbirinize sarılıp katıldınız." Eşlerin daha önce cinsel
ilişkide bulunmaları, birbirlerine sevgi ve iştahla sarılıp kan koca olmaları
mehrin geri verilmesini engellemektedir. Çünkü Bakara sûresinin 237. âyetinde,
"Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, cinsel ilişkide
bulunmadan boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yansı onların hakkıdır"
hükmü konmuştur. Demek ki cinsel ilişkide bulunmadan gerçekleşen boşanmada
mehrin yansı kadına kalınca; cinsel ilişkide bulununca mehrin tamamı
kalmaktadır, b) "Onlar sizden
sağlam bir teminat almış oldukları halde..." Âyetin bu kısmındaki misak
kavramı "teminat, anlaşma" anlamına gelmektedir. Galîz da
"sağlam" demektir. Günümüzde bunun anlamı, mehrin nikâh akdinde
geçmesinin, yazılı olarak kaydedilmesinin önemidir. Mehrin nikâhın şartları
arasında yer almasıdır. Bu iki olgudan dolayı iftira ve günahlarla mehrin geri
alınmasının imkânsızlığı ortaya çıkmaktadır. Karı koca arasındaki cinsel
ilişki ve mehrin hukukî boyutu bu haksızlığı önlemektedir.
[40]
22. Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyiniz, çünkü bu bir fuhuştur, çirkin bir şeydir ve kötü bir yoldur.
Kur'an mesajı gelmeden önce Arap toplumunda, baba ölünce üvey anne ile
evlenme geleneği vardı. Ebû Hanîfe'ye göre, değil babasının meşru olarak evli
olduğu üvey anne ile evlenmek, babasının zina ettiği kadınla evlenmek bile
haramdır.
Nikâh cinsel ilişkinin serbestliğini, meşruluğunu sağlamaktadır. Bu
sebeple insan babasının cinsel ilişkide bulunduğu kadınla nikâhlanmaktan
menedilmiştir. Kur'an üvey anne ile evlenme âdetini temelden kaldırmıştır.
Üvey anne veya babanın meşru olmayan cinsel bir ilişkide bulunduğu
kadınla evlenmek neden yasaklanmaktadır? Çünkü âyetin başındaki emir ya da
hüküm bir sonuçtur. Her sonucun bir sebebi olmalıdır. Âyet bu hükmün sebelini
şöyle açıklamaktadır: a) "O bir
fuhuştur." Böyle bir evliliği Allah hayâsızlık, yüz kızartıcı bir fiil
olarak nitelemektedir. Demek ki böyle bir ilişki hayâsızlıktır. Hayâsızlık
veya fuhuş kavramıyla nitelendirilmesinin ardında yatan başka bir sebep de
toplumsal yönüdür. Kadınla babanın; baba ile evlâdın ilişkileri böyle bir
nikâhın hayâsızlık olarak değerlendirilmesine sebep olmaktadır, b) "İğrenç bir şeydir." Allah
"fahişe", yani "fuhuş" değerlendirmesiyle yetinmeyip makt
yani "iğrenç" tabirini de kullanmaktadır. Makt Allah'ın hışmına
uğratan bir eylem anlamına gelir. Allah'ın nefret ettiği, buğzettiği bir
iştir.
Demek ki fuhuş toplumsal ahlâk bakımından yapılan bir değerlendirme
olduğu halde; makt, Allah tarafından takınılan tavrın ifadesi olmaktadır. Bu
fiil, kul ile Allah arasındaki ilişkileri bozmakta, nefret ve buğza sebep
olmaktadır, c) "Kötü bir
yoldur." Kur'an, babanın ilişki kurduğu kadınla evlenme âdetini
temelinden kaldırıp yeni bir gelenek oluşturmaktadır. Buradaki sebil, yani
"yol" kavramına "âdet", "örf mânası vermek mümkündür.
"Ve o ne kötü bir yoldur" derken, "ve o ne kötü bir âdettir"
anlamı verilebilir. Fuhuş, yani hayâsızlık değerlendirmesi akıl; makt, yani
Allah'ın buğzuna sebep olmaktadır değerlendirmesi din; "kötü bir yol"
değerlendirmesi de örf açısından bakış açılarını vermektedir. Demek ki böyle
bir eylem hem akıl, hem din, hem de örf bakımından sakıncalı olduğu için
yasaklanmıştır.
Bir eylemin doğruluğu, yanlışlığı; iyiliği, kötülüğü aklen tesbit edilebilir.
Onun için hukukun temelinde akıl olmalıdır. Bir eyleme sadece akılla değil dinî
açıdan bakılarak, ilâhî değerlendirmenin ne olduğu da tesbit edilmelidir. Bu
eylemin Allah katında nasıl bir değere sahip olacağının düşünülmesi gerekir.
Ayrıca eylemlerin örf açısından da değerlendirilmesinde yarar vardır.
"O davranış, insanlık için nasıl bir yol oluşturuyor, nasıl bir gelenek
veya örf meydana getiriyor, onunla insan nerelere varacaktır" sorulan
değerlendirilmelidir.
Problemlere akıl, din ve örf açısından bakarak hukuk üretmek, evrensel
hukukla, millî hukuku kaynaştıracak ve aralannda zıtlaşma olmayacağını da
gösterecektir. Akıl ve din hukukun objektifliğini, yani tarafsızlığını ve
evrenselliğini temin ederken; örf de onun millîliğini sağlar.
[41]
23. Size şunları nikahlamak haram kılındı: Analarınız, kızlarınız,
kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları,
sîzi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle
birleştiğiniz eklerinizden olup evlerinizde buhitian üvey kışlarınız. Eğer onlarla
(nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur
yoktur. K«ndi sulbünüzden olan oğullarını» zin eşleri ve iki kızkardeşi birden
almak da size haram kılındı. Ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve
esirgeyicidir.
Bu âyet bize şunu hatırlatmaktadır: Demek ki insanın on dört çeşit
kadınla evlenme ihtimali vardır. Olmayan ve olma ihtimali olmayan bir fiil
burada anılmazdı. Geçmişte insanlar anneleriyle ve kızlarıyla evlenmişlerdir,
âyet hükmünü bu yanlışı düzeltmeye bina etmektedir.
1.
Analarınız size haram
kılındı. Buradaki "kılındı" ifadesi meçhul kalıbında getirilmiştir.
Aslında "Allah haram kıldı" demektir. Hükmü veren Allah olduğu için
bu kalıpta getirilmiş olabilir. Bir önceki âyette babaların hanımlarıyla evliliği
yasaklanırrken de, hükmü veren O olmasına rağmen "Allah" ismi orada
yer almamıştı. Hükümleri Allah verdiği için tekrar edilmemektedir.
Âyette yer alan "anne" kavramının kapsamına doğuran kadın mı yoksa nineler de girmekte midir? Anneleri nikahlamamak, onlarla cinsel ilişkide bulunmamak ilk insandan bu yana devam eden doğa kanunu gibi sosyal bir kanundur. Âyetteki meçhul siganın varlığı geçmişteki kanunun tescil edilmesi ve onun geleceğe uzatılması anlamını da ifade etmektedir. Sadece doğuran anne değil, anne babayı doğuran anneler de bu âyette haram kılınmaktadır. Ancak anne kavramının kapsamına, Ahzâb süresindeki anne kavramı girmekte midir? "Peygamberin hanımları onların analarıdır" derken, bu yasağa dahil midirler? Bu soruların cevabını verecek olursak, peygamberin eşleri, sahabenin dinî saygınlık bakımından anneleri olarak tayin edilmektedirler. Sahabenin onlarla evliliğini yasaklamaktadır. Ama onların kızlarıyla olacak evliliği yasaklamamaktadır. Çünkü Hz. Ali ve Hz. Osman onların kızlarıyla evlenmişlerdir. Doğuran ananın kızıyla evle-nilmezken, Peygamber'in sahabeye anne olan eşlerinin kızlarıyla evlenil-mektedir. Demek ki Peygamber'in eşlerinin anne olma özelliği kendilerine has bir durumdadır.
2.
Kızlarınız. Meşru yani
hukukî nikâhla evli olan karı kocadan doğan kız çocuğunun babaya haram
olduğunu söyleyen bu âyetteki kızın kapsamına kız torunlar da girmektedir. Her
ne kadar kendinden doğ-masa da, kendinden doğandan doğmuştur. Bu sebeple kendi
kızı sayılmaktadır. Ancak zina yoluyla doğan kızı, kendi kızı olarak kabul
edilebilir mi? Bu sorunun cevabını Şafiî ve İmâm-ı Âzam'ın farklı şekilde
verdikleri nakledilmektedir. Güya Şafiî zinadan doğan kızın, kızı olmayacağı,
bu sebeple onun haram olmadığı, İmâm-ı Âzam ise zinadan doğanın kendi kızı olduğu
için haram olacağını söylemiştir. Şafiî'nin böyle bir hüküm verdiği nereden
tesbit edilmiştir? Onun otoritesinin arkasına sığınılarak verilen sahte bir
ictihad olmasın?
Râzî, bu fetvaları naklederken sorgulamamaktadır. Fakat biz burada
sorguluyor ve hatta onların bu fetvaları vermiş olabileceğini düşünmüyoruz.
Zina neticesinde doğsa bile o babanın kızı olduğunu ve âyetteki
"Kızlarınız size haramdır" hükmüne dahil olduğunu söylemeyi uygun
buluyoruz. Zinadan doğan bir kızla, babasının evlenebileceğini söylemek mümkün
değildir. Câhiliye döneminde meşru olmayan evlilikler neticesinde doğan
çocuklar îslâm geldikten sonra babalarına nisbet edilmedi mi? Câhiliye
döneminde bir kadınla pek çok kişi birlikte olurdu, kadın hamile kalınca
çocuğun kimden olduğunu söyler ve onunla nikâhlanırdı. Bu çocuklar, o babanın
çocuğu olarak neseplenmemiş miydi?
Zinadan doğan kız babanın kızı olmayınca; doğan erkek çocuk da onun
çocuğu olmayacağına göre, onlar kardeş olmayacaklar mıdır? "Çocuk doğduğu
yatağa aittir. Zina edenin ise hiçbir hakkı yoktur" hadisini delil
getirenler, babanın nesep iddiasında bulunamayacağını ileri sürmektedirler.
Biz burada bu hadisin doğru olup olmadığını sorgulamak zorundayız. Zina
yoluyla doğuran ana, o çocuğu sahiplenemeyecek midir? Karı koca arasındaki
nikâh çocuğun meşruluğunu verir ama, babanın onunla evlenmesine müsaade
verebilir mi? Kendi kızı olduğunu tayin eden nikâh mıdır, yoksa erlik suyunun
getirdiği genler midir? Biyolojik bir oluşumu, hukukî bir oluşumla ortadan
kaldırmak mümkün müdür? Nikâh, biyolojik oluşuma ne katmaktadır? Bize göre
biyolojik oluşum hukukun temelini teşkil etmektedir. Tıpkı doğuran annenin
doğurması gibi biyolojik bir doğa kanunu üzerine hüküm bina edilmesi
gerekmektedir.
Bir önceki âyette kullanılan ölçüler açısından bu olguya bakarsak akıl,
din ve örf buna ne diyecektir? Akıl böyle biyolojik bir bağın olduğu yerde,
evlâtlığın reddedilmesine müsaade eder mi? Din ve örf böyle bir oluşuma
"kızı değildir" der mi?
3.
Kız kardeşleriniz. Anne baba
bir; anne bir baba ayrı; baba bir anne ayrı şeklinde meydana gelen kardeşlik
müessesesinin içinde evliliği yasaklamaktadır. Burada "Meşru olmayan
ilişkilerden doğan kardeşler birbirleriyle evlenebilirler mi" sorusuyla
karşılaşmak mümkündür.
Aynı erkek ve aynı kadından zina fiili neticesinde doğan bir kız ve
erkek birbirinin kardeşi midir, değil midir? Bunlar aynı adamın sperminden ve
aynı kadının yumurtasından doğmuşlardır. Hukukî bağ olan nikâhın olmaması,
onların biyolojik kardeşliğini ortadan kaldırır mı?
Bir adamın meşru olmayan kızını meşru olan erkek çocuğu alabilir mi?
Bunlar babadan bir, anadan ayrı olmaları durumuna girmezler mi? Soruyu şu
şekilde sorabiliriz: Bir kişi bir kadınla zina etmiş, ondan bir erkek çocuk
dünyaya gelmiştir, daha sonra aynı kadınla nikâh kıymıştır ve bir kız çocuğu
dünyaya gelmiştir; bu kızla bu erkek çocuk evlenebilir mi? Bunlar biyolojik
olarak kardeş değiller midir?
Hukukî bağ biyolojik bağdan daha kuvvetli midir? Bu soruya olumlu
cevap verenlere şunu delil olarak getirebiliriz. Zeyd b.Hârise'yi Hz. Peygamber
evlâtlık edindi. Hukuken ve örfen onun evlâtlığı idi. Evlâtlığının boşadığı
kadınla Hz. Peygamber evlendi; ama evlâtlığı değil de biyolojik mânada evlâdı
olsaydı onun hanımıyla evlenebilir miydi? Demek ki biyolojik bağ, hukukî bağdan
önce gelmekte, daha güçlü olmakta ve hukukun temelini teşkil etmektedir.
4.
Halalar ve teyzeler. Annenin
kız kardeşi teyze, babanın kız kardeşi haladır. Ama annenin babasının kız
kardeşi hala; babanın annesinin kız kardeşi de teyze kavramına dahil edilmelidir.
Demek ki hala sadece baba tarafından, teyze de sadece anne tarafından olmaz,
çaprazlama hala ve teyze de olabilir. Hala ve teyze ile nikâh haram
kılınmaktadır.
5. Yeğenler. Erkek kardeşin
kızı ile kız kardeşin kızı, öz kız gibi kabul edilmektedir.
Bu beş grup kadın nesep bakımından ebediyen haramdır.
Daha sonra ârizî sebeplerden dolayı haram olanlar ele alınmaktadır:
a) Sütanne ve sütkızkardeş. Âyetin bu kısmında
"Sizi emziren (sütanneleriniz ve sütkız kardeşleriniz" size haram
kılındı hükmünü vermektedir. Demek ki sütten kaynaklanan "anne" de
vardır. Bunun anlamı şudur: Sütün çocuğun karakteri üzerinde etkisi büyüktür.
Doğurmadığı çocuğu emzirince onun anası olmaktadır. Doğal olarak hem doğuran,
hem de emziren anne ile sadece emzirenin anneliği farklı olduğu için, ona
sütanne ismi verilmektedir. Görüldüğü gibi süt ilişkisi denen biyolojik bağ
üzerine hukuk konmakta, sütanne ile nikâh yapılamaz hükmü biyolojik kanunlara
dayanmaktadır. Kadının kızı, emzirdiği erkek çocuğun sütkardeşi olmaktadır. Böylece
emenin emzirene nefsi haram; emzirenin emene nesli haram olmaktadır. Hz.
Peygamber bunu şu şekilde ifade etmektedir. "Nesep bakımından haram
olanlar, süt yönünden de haram olurlar."
b) Kayınvalide. Âyette kadınlarınızın
anneleri şeklinde ifade edilen "kayınvalide", hanımın öz anneleri
yanında, annesi ve babası yönünden olan bütün büyük anneleri kapsamına
almaktadır. Hz. Peygamber'den nakledilen bir hadis şöyledir: "Bir kişi bir
kadınla evlendiğinde, o kişinin, evlendiği kadının annesini, kızıyla gerdeğe
girsin veya girmesin, nikahlaması helâl olmaz. Ama bir adam bir kadının
annesiyle evlenir de, gerdeğe girmeden onu boşarsa, bu kişi isterse o kadının
kızıyla evlenebilir."
c) Üvey kızlar. Âyetin bu kısmında
"kendileriyle gerdeğe girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan
üvey kızlarınız size haram kılındı" hükmü de yer almaktadır. Bir kadını
nikahlayan erkek, eğer o kadının başka bir erkekten kızı varsa, sonraki
kocasına o kız haram olur. Âyetin devamında bir istisna vardır: "Eğer onlarla
(nikâhlandığınız kadınlarla) henüz cinsel ilişkide bulunmamışsanız, kızlarını
almanızda size hiçbir sakınca yoktur." Kişi yanında kızı olan bir hanımla
evlenir de, o kadınla cinsel ilişkide bulunmadan boşanma hadisesi olursa,
boşanmadan sonra o kadının kızını alabilir. Yukarıda naklettiğimiz hadise de
uygun düşmektedir.
d) Gelinler. Bir kişinin öz oğlunun
hanımıyla evlenmesi yasaklanmıştır: "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın
eşleri" size haramdır denirken, evlâtlığının hanımını dışarıda
bırakmaktadır. Çünkü evlâtlığı hanımını boşayınca, kişi onun hanımıyla
evlenebileceğini Ahzâb sûresinin 37. âyetinde Allah Hz. Peygamber'e tatbik
ettirmiştir. Demek ki öz oğlu ölse veya hanımını boşasa bile kayınpeder onunla
evlenemez. Kur'an evlâtlığı öz oğul gibi kabul etmez: "Evlâtlıklarınızı da
(öz) oğullarınız (gibi) tanımadı." Görüldüğü gibi Allah hükümlerini
biyolojik ilişkiler üzerine kurmaktadır.
e) Baldız. Allah iki kız kardeşin bir
anda nikâh altında bulundurulmasını yasaklayan hükmünü şöyle vermektedir:
"İki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı." Demek ki kız
kardeşlerden birini boşayınca ya da ölünce, onun kız kardeşiyle evlenmek
mümkündür.
Yukarıda görüldüğü gibi ilk beş grup, nesep cihetinden evlenilmesi
haram olan, son beş grup da nesep yönü dışında evlenilmesi haram olan kadınları
açıklamaktadır. Anne, kız, kız kardeş, hala-teyze ve yeğenler nesep yönünden
haram kılınırken; süt anne-sütkız kardeş, kayınvalide, gerdeğe girilen
kadından üvey kız, öz oğlunun hanımı ve iki kız kardeşin aynı anda bir nikah
altında bulundurulması ilişki yönünden yasaklanmaktadır.
Âyetin son kısmında yer alan, "Ancak, daha önce geçen
geçmiştir" ifadesinden ne kastedilmektedir? Âyetin başında geçen anne,
kız, kız kardeş, hala-teyze ve yeğenlerle daha önce evlilik hadisesi olmuş
mudur? Yoksa âyetin başka bölümlerine mi hitap etmektedir? Bunların cevabını Nisa
sûresinin 22. âyetiyle verebiliriz: "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla
evlenmeyiniz. Ancak daha önce geçen geçmiştir." Daha önce üvey annelerle
evlilik hadisesi olduğu için âyet bunu yasaklamaktadır. Geçmişte olan bu
evliliklerden dolayı sorgulama olmayacağına işaret etmektedir.
Diğer taraftan 23. âyette geçen, "Ancak geçen geçmiştir"
ifadesini hemen bir önceki oluşuma bağlayıp sorulara cevap verebiliriz. Geçmişte
iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulunduranlar olmuş olabilir. Allah bu
durumu yasaklayınca geçmişteki bu olayları sorgulamayacağını ifade etmiş
olabilir. "Ancak geçen geçmiştir" ifadesinin ardından, "Allah
bağışlayıcı ve merhamet edicidir" beyanının gelmesi, geçmişte yapılan
hataların bağışlanacağını ifade etmektedir.
Bu âyetten çıkarılacak önemli ilkeler şunlardır:
1.
Kur'an medenî hukukta önemli
bir yer işgal eden, nikâhın kıyılacağı ve kıyılamayacağı, yani evlenilebilecek
ve evlenilemeyecek kadınları açıklamaktadır. Nesep bağı olanları doğrudan
yasaklamakta, nesep bağı olmayıp da dolaylı bir şekilde yakınlığı olanları da
haram kılmaktadır.
2. "Ancak geçen
geçmiştir" ifadesiyle de kanunun geçmişe yönelik olamayacağı ilkesini
getirmektedir. "Kanunlar hal ve geleceğe yönelik olurlar, geçmişe doğru
işletilemezler" şeklindeki usulü Kur'an hukuka kazandırmıştır. Kanun
konmadan önce işlenen suçlan kapsamına alamaz ve kanun geçmiş suçlar için
işletilemez esasını bu ve bir önceki âyetten çıkarmaktayız.
3.
Allah geçen suç veya günahları merhameti
gereği nasıl affediyorsa, devleti idare edenlerin de kanun yaparken halka aynı
şekilde davranmalan gerekir. Halk, kanun olmadığı dönemde işledikleriyle
sorumlu tutulmamalı, o davranışlar affm kapsamına girmelidir. Böylece siyasetle
hukuk paralel çalışmış olacaktır.
4.
Allah Nisa sûresinin
başından beri hukuk eğitimi yapmaktadır. Akraba ve yetim hakları, miras hukuku,
çeşitli alanlarda karı-koca ilişkileri; boşanma hukuku ve nihayet evlilik
hukuku, evlenilmesi yasak olan hanımların belirlenmesiyle
neticelendirilmektedir. Bütün bu hükümlerde kadının durumu "eksen"
alınmaktadır. Evlilik hukukunda biyolojik bağların önemli rol oynamasının
yanında, sosyal ilişkiler de dikkate alınmaktadır.
[42]
24. Meşru şekilde (nikâhla) sahip oldukların» dışında bütün evli
kadınlar (size haramdır). Bu, üzerinize farz olan Allah'ın buyruğudur. Bunların
dışında kalan bütün (kadınlar), kendilerine mal varlığmıadan <bir kısminı)
Vermeniz ve meşru olmayan bir ilişki ile.değil de evlitibitağı yoluyla meşru
bir şekilde olmak kaydıyla size helâldir.; Kendileriyle evlenmek
istediğiniz.kadınlara.hak ettikleri mehirlerini veriniz; ama bu meşru
yükümlülükten sonra bir şey üzerinde serbestçe anlaşmanızda sizin için bir
sakınca yoktur. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
1.
"Evli olan kadınlarla
evlenmeniz size haram kılındı." 23. âyetin başında geçen hurrimet
"haram kılındı" mânasındaki hüküm, 24. âyet için de geçerlidir.
Âyetin bu bölümünde yer alan muhsenât kavramı, ihsan veya hısn kökünden
türemiştir. Hasene kalıbından alınınca "muhafaza etmek", hasüneden
"sağlamlaştırılmış olmak; kadının iffetli olması"; ahsene kalıbından
"evlenmek, kadının iffetini koruması" mânalarına gelmektedir. Muhsene
"evli iffetli kadın" demektir. Haşin "muhkem, sarp, sağlam"
anlamını ifade etmektedir. Hasene, hastalıkla beraber kullanılınca
"iyileşmek, bağışıklık kazanmak" anlamına gelmektedir.
"Muhafaza etmek, korumak, engel olmak" mânalarına da gelen ihsan,
Kur'an'da çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır,
1) Hürriyet ve iffet. Nûr sûresinin 4. âyetinde bu anlamda kullanılır:
Hür ve iffetli kadınlara iftira atanlar. Râzî, bu âyette geçen muhsenât
kelimesine "hür ve namuslu", hürriyetine ve iffetine sahip çıkan
kadın anlamı vermektedir. Nisa sûresinin 25. âyetinde de aynı anlama gelir.
Aynı âyetin devamında cariyelerin karşıtı olarak hür kadınlar ifade
edildiğinde yine muhsenât kelimesine yer verilmektedir. Burada tamamen
"hür kadınlar" anlamını ifade etmektedir,
2) İffetlilik. Yine Nisa sûresinin 25.
âyetinde şu ifade yer almaktadır: Fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar tutmayan
iffetli kadınlar olmak üzere. İfade kendi kendini mânalandırmaktadır.
3) Evlenmek. Nisa sûresinin 25. âyetinde
Onlar evlendiklerinde derken bu anlama gelmektedir. İffet manasıyla evlilik
arasında bir ilişki olduğundan her iki mânaya da gelmektedir, çünkü evlilik
iffeti korumaktadır. Râzî âyette geçen bu fiile, "müslüman olmak"
anlamını da vermektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 24.
âyetinde muhsenât kelimesi "evli kadınlar" anlamına gelmektedir,
4)Korumak. Enbiyâ sûresinin 91 ile
Tahrim sûresinin 12. âyetleri bu anlamı ifade etmektedir. Bu âyetlerde iffet,
cinsel organlannı korumak fiili ile ifade edilmiştir. Cinsel organını iffetle
korumuş olanı (da an). Buradaki fere kelimesi cinsel organ, yani ırz anlamına
gelmektedir. Ahlâkî anlamda korumayı ifade ettiği gibi, maddî anlamda da
korumayı ifade etmektedir. Ona, savaş sıkıntılarından sizi koruması için zırh
yapmayı öğrettik. (Enbiyâ 21/80). Zırhın savaşta insanı yaralanmaktan
"koruması" anlamına gelmektedir,
5) Saklamak. Gelecek için biriktirilen,
saklanan yiyecek eşyalarını ifade ederken Allah bu kavramı kullanmaktadır: Sonra
bunun ar-dından, saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç, o yıllar için
biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir,
6) Kale. Haşr sûresinin 2. âyetinde
"kaleler" anlamına gelen husûn kalıbı yer almaktadır: Onlar da
kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı.
Hısn kökünden türeyen bu kelime maddî anlamda "korumak, saklamak"
mânasına geldiği gibi, ahlâkî anlamda "iffetini korumak, saklamak,
muhafaza etmek"; siyasî anlamda "hürriyetini korumak" mânasını
ifade etmektedir. Demek ki âyetin başındaki muhsenât kavramı "evli,
iffetli ve hür kadınlar" anlamına gelmektedir. Ancak ana mâna
"evliliktir." Bir kadının bir erkekle evli olması onu başka
erkeklere haram kılmakta ve 23. âyetteki haram olan kadınlar sınıfına koymaktadır.
Cinsel ahlâkı düzenleyen temel kanunlardan birini teşkil eden bu kavram,
kadın-erkek ilişkilerinde önemli bir yasağı gündeme getirmektedir.
2. Meşru şekilde (nikâhla)
sahip olduklarınız dışında... Aslında mâna "sağ ellerinizin sahip
oldukları" şeklindedir. Bunun anlamı "meşru şekilde sahip
olduklarınız" demektir. Genelde bu kavram "Allah yolunda yapılan
savaşlarda esir alman kadınlar" olarak anlaşılmaktadır. Râzî "sağ
ellerinizin sahip olduğu" ifadesini, yani "milk-i yemûV'i iki mânada
almakta ve şöyle demektedir: Milk-i yemînlik "hem nikâhla evlenilen
kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar" anlamına gelmektedir.
Şartlara göre âyetin bu kısmına mâna vermek en doğru yol olacaktır.
siya girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse, esir almak bir
peygambere yakışmaz. Demek ki istisna savaşlarda kadınlar esir olarak
alınabilir. Bu durumda Râzî'nin ikinci mânası geçerli olacaktır, yani
"esir alman kadınlar" anlamı verilecektir. Ama âyetin esas mânası,
"nikâh yoluyla meşru mânada sahip olunan kadınlar" olacaktır.
O zaman ikinci mânadan hareket edersek nikâhınız altında olanların
dışında, başkalarıyla evli olan kadınlar size haram kılınmıştır. Çünkü muhsenât
kelimesini "evli kadınlar" mânasına alınca milk-i yemini, "meşru
olarak sahip olduklarınız" anlamını vermek gerekiyor. Ama muhsenât kelimesine
"hür kadınlar" anlamı verilince, milk-i yemîne, "esir"
anlamı verilebilir. Milk-i yemini, "savaşta esir alınan kadınlar"
mânasına alınca akla şu gelmektedir: Esir alınmadan önce evli olan kadın,
müslümanlar tara-ından esir alınınca nikâhı ne olacak? Yani bu "Evli olan
kadınlar size haramdır" ama, "evli olup da müslümanlarca esir alınan
kadın, nikâhı düştüğü için size helâldir" anlamına gelir mi? O zaman şu
sorulabilir: Esir düşmekle veya satmakla boşanma olur mu?
Bilginler bunlara farklı cevaplar vermektedirler: Hz. Ali, Hz. Ömer ve
Abdurrahman b. Avfa göre, evli olan bir câriye satıldığı zaman boşanmış olmaz.
Übey b. Kâ'b, Ibn Mes'ûd, İbn Abbas, Câbir ve Enes ise nikâhlı cariyenin boş
olacağı görüşündedirler. Bunlar görüşlerini Hz. Pey-gamber'e atfedilen şu söze
dayandırmaktadırlar: "Cariyenin satılması, onun boş olmasıdır."
Mevdûdî bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır: Savaşta esir alınan ve
"dârülharp"te kâfir kocaları bulunan kadın veya cariyeler haram değildirler.
Zira, dârülharpten, "dârülislâm"a geldikten sonra onların nikâhları
kendiliğinden fesholunmuştur. Bu gibi kadınlarla hem nikâhlanılabilir hem de
bunlar himayeleri altında bulunan kişiler tarafından "temettü"ye tâbi
tutulabilirler. Ancak fakihler karı-kocanın aynı zamanda esir alınmaları
durumundaki hükümle ilgili olarak anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Ebû Hanîfe ve ona
bağlı olan bazı fakihler karı-kocanın nikâhının geçerli olacağı
kanaatindedirler. İman Mâlik ile tmam Şafiî ise bu nikâhın geçerli olmadığı
görüşündedirler.
Cariyelerle temettü konusundaki bazı ihtilafların daha iyi anlaşılabilmesi
için meselenin bazı yönlerini burada ele alalım:
a)
Savaşta esir alınan her kadınla her asker,
cinsel ilişki kurma hakkına sahip değildir. Aksine İslâm yasalarına göre bu
çeşit esir kadınlar veya kızlar devletin nezaretine verilmelidirler. Devlet ve
hükümet isterse bunları serbest bırakabilir isterse onlardan fidye alabilir,
başka müslüman savaş esirleriyle mübadele edebilir veya müslüman askerler
arasına dağıtabilir. Bir asker ancak bir câriye ile devletin izniyle temettü
edebilir.
b) Birini himayesine verilmiş
olan bu tür bir câriye ile, aybaşı hali (âdet) gelinceye ve hamile olmadığı
anlaşılıncaya kadar, hamile ise, doğum yapıncaya kadar cinsel ilişki kurulması
haram sayılacaktır.
c)
Bir erkek ancak kendi payına düşen câriye ile
temettü edebilir başkası ona dokunamaz. Bu kadından doğan çocuk, ancak
himayesine verilmiş olan erkeğin caiz ve meşru evlâdı sayılacaktır. Bu evlâdın
medenî ve meşru hakları, sulbünden doğan evlâdın tamamıyla aynı olacaktır. Çocuk
doğurduktan sonra söz konusu câriye başkasına verilemez ve kocasının ölümünden
sonra kendiliğinden serbest sayılır.
d) Savaşta esir alınan kadın
veya kız\ann temettüsü için Eh\-i kitap1 -tan olmaları şartı getirilmemiştir.
Bu kadın veya kızların inançları veya düşünceleri göz önüne alınmaksızın
müslüman askerler arasında taksim olunması esastır. Böylece payına düştükleri
erkekler tarafından temettü edilebilirler.
e)
Kendi payına düşen bir
cariyeyi başka bir erkeğin tasarrufuna (nikâh) veren bir şahıs o cariyeden
bazı hizmetler bekleyebilir, ama onunla bir daha cinsel ilişki kuramaz. İslâm
zevce sayısını dörtle sınırlandırmıştır, ama cariyelerin sayısını
belirlememiştir. Böyle bir sınırlamanın getirilmemesinin amacı, zengin ve
varlıklı kişilerin istedikleri kadar câriye toplayarak ev ve köşklerini birer
fuhuş yuvası haline getirmesine izin vermek değildir. Bu belirsizlik
Arabistan'da o zamanki savaş durumundan ileri gelmiştir. Savaşların sayısı,
süresi ve bunlarda alınan cariyelerin sayısı belli olmadığı için bu konu yoruma
açık bırakıldı.
f) Mülkiyet kanunuyla ilgili
diğer hükümler gibi, bir kişinin savaş durumunda bir esirle ilgili sahip olduğu
bütün hakları ve yetkileri de başkalarına devredebilmesi mümkündür. Hükümet
tarafından mülkiyet hakkının tayini, tıpkı nikâh gibi meşru ve medenî bir
fiildir. Bu bakımdan nikâhla ilgili olarak herhangi bir sakınca görmeyen,
tiksinti duymayan bir kişinin cariyelerle temettüyü hor görmesi veya kötü
olarak kabul etmesi düşünülemez.
g) Devlet veya hükümet, savaş
esiri olan bir cariyeyi bir kişinin mülkiyetine verdikten sonra onu geri alma
hakkına sahip değildir. Eğer bir kumandan askerlerinin, sadece cinsel
arzularım geçici olarak esir kadınlarla giderme izni verirse onun bu fiili
İslâm'a göre tamamıyla gayri meşrudur. Bunun zinadan bir farkı yoktur ve
bilindiği gibi zina İslâm hukukuna göre ağır bir suçtur
3. Bu, üzerinize farz olan
Allah'ın buyruğudur. Müfessirler bu ifadeyi 23. âyette geçen Sizc naram kl»n'
di hükmüne bağlamaktadırlar. Evlenilmesi haram kılınan kadınlar "Allah'ın
size farz kıldığı, yani yazdığı buyruğudur" anlamına gelmektedir. Allah'ın
yazdığı şey nikâhı haram olan kadınlar olduğuna göre, 23. âyetin ilk kısmıyla
24. âyetin bu bölümü arasındaki bağlantı doğrudur. "Haram kılmakla
"yazmak" hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Haramla yazmak bir
araya gelince emir ya da hüküm güçlenmektedir. Haram kılmak yasaklamak, yazmak
ise farz kılmak anlamına gelmektedir. Bir konuda hem yasak hem de farz kılmak
hükümleri yer alınca, ne kadar önemli bir konu üzerinde olunduğu ortaya çıkar.
Demek ki kan hısımlığı ve sıhrî hısımlığın evlilik konusundaki engelini Allah
belirleyip günümüz modern hukukuna^ sunmuştur.
4. Bunların dışında kalan
bütün (kadınlar), namuslu olmak ve zina etmemek üzere mallarınızla
(mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. 22 ve 23. âyetle 24. âyetin
başında, kan bağı ve sıhrî hısımlıktan olduğu için nikâhı haram olan kadınlar
sayılarak, nikâhı caiz olanlar ortaya çıkarılmıştır. Bu durum hukukta kanun
yapmanın bir metodudur. Allah bazı konularda yasak olanları sayarak veya
belirleyerek yasak olmayanları ortaya koymaktadır. Modem hukukta da uygulanan
bu metodun çok önceden Allah tarafından ortaya konduğuna bu âyetlerde şahit
oluyoruz. Âyetin bu kısmı iki önemli konuya dikkat çekmektedir.
a)
Mehirlerini vermek. Mehir
nikâhın önemli şartlarından birini teşkil etmektedir. Daha önce belirtildiği
gibi İslâm öncesi Arap toplumunda başlık parası ödenirdi. Kur'an bunu mehre
çevirdi. Başlık parası veliye, mehir ise evlenen kadına verilmektedir. Kur'an
yaptığı bu değişimle kadının statüsünü yükseltmiştir. Günümüzde hâlâ başlık
parasının alınması, eski geleneklerin sürdüğünü ve İslâmî uygulamanın dikkate
alınmadığını göstermektedir. Kur'an'm yaptığı bu radikal değişimi Türk toplumu
hâlâ özümleyebilmiş değildir. "Mehrin verileceğine dair bir taahhüt
geçerli midir" sorusuna, bu kısmıyla olumlu cevap vermemiz gerekiyor.
Çünkü Kuran, mehri hukuka sokmuş, cinsel ilişkide bulunmadan meydana gelecek
olan boşanmada mehrin yansının alınabileceğini (Bakara 2/237) söylemekle
konunun üzerinde titizlikle durduğunu göstermiştir.
b) iffetli olarak; zina etmeyerek, yani "gizli dost tutmayarak yukarıda sayılan kadınların dışında kalan kadınlarıyla, iffetli bir şekilde evlenilebilir. Sefeha kelimesi "dökmek" mânasına gelmektedir. Araplar göz yaşı dökmeyi ifade ederken bu kelimeyi de kullanırlar. En'âm sûresinin 145. âyetinde "kan dökmek" anlamına gelmektedir. Zina olayında "meniyi dökmek"ten başka bir maksat olmadığından, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette "zina" anlamını ifade etmektedir. gayra müsâfihîn "zina yapmaksızın" demektir. Demek ki mehir vererek ve iffetli kalarak yukarıda sayılanların dışındaki kadınlarla evlenilebilir. Âyetin devamında "Kendileriyle evlenmek istediğiniz kadınlara kararlaştırılmış olan mehirlerini veriniz. Mehrin belirlenmesinden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı antlaşmanızda size günah yoktur." denmektedir.
Bir erkeğin evleneceği hanıma vereceği mehri, kadın karşılık beklemeksizin,
kendi rızasıyla ve isteyerek almalıdır. Nisa sûresinin 4. âyetinde buna onun
için "nıhle" denmektedir. Mehrin miktarının hukuken belirlenmemiş
olması da ilginç bir durumdur. Mehir tamamen iki tarafın antlaşmasına bağlıdır
ve herhangi maddî veya manevî bir şey olabilir. Meselâ bir kadınla evlenecek
olan bir sahâbînin mehir verecek hiçbir şeyi yoktu. Hz. Peygamber ona,
"Kur'an'dan bir şeyler biliyor musun? Demesi üzerine adam, bir sûre
bildiğini söyledi. Hz. Peygamber, "O kadını, Kur'an'dan bildiğin o sûreye
karşılık seninle evlendirdim" dedi. Onun içindir ki âyetin sonunda mehrin
miktarı konusunda serbestçe antlaşma yapılacağı söylenmektedir. Kadının
istediği mehir erkeğe fazla geliyorsa, indirim için girişimde bulunabilir ve
aralarında belli bir miktarda anlaşabilirler.
5. Şüphesiz Allah ilim ve
hikmet sahibidir. Âyetin sonunda Allah'ın "alîm" ve "hakîm"
sıfatlarının yer alması, onun âyette verdiği hükümlerin bilgi ve hikmete
dayandığını ifade etmektedir. Hükümlerini bilerek ve yerli yerinde verdiğini
göstermektedir.
Bundan hareket ederek diyebiliriz ki kanun koyucu hem bilgi sahibi hem
de hikmet sahibi olmalıdırlar. Bunlar kanun yapmanın olmazsa olmazını teşkil
etmektedirler. Hukuk bilgiye ve hikmete dayanmalıdır. Bu özelliklere sahip
olanlar kanun yapabilme salâhiyetini elde etmelidirler. Madem ki siyaset
hukuka göre yapılacak, madem ki siyasetçi hukuk yapacaktır, her iki meslek
için bu özellikler alt yapıyı oluşturmalıdır.
[43]
25. İçinizden, inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse,
elleriniz altında bulunan inanmış genç kızlarınız (cariyelerinizden alsın.
Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz aynı
kökten gelmektesiniz). Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli
dost tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle onlarla evleniniz, ücretlerini
(mehirlerini) de güzelce yeriniz. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa
onlara, hür kadınlara verilen cezanın yansı uygulanır. Bu (cariye ile evlenme),
içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için
daha iyidir. Allah bağışlayan, merhamet edendir.
Âyetin analizinden önemli genellemelere ulaşmak mümkündür:
[44]
Kur'an evlenme meselesine gerçekçi bir tavırla yaklaşmakta, ekonomik
güçle evliliğin ilişkisini ele almaktadır. "Aranızdan, inanmış hür
kalıcılarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse." Âyetin bu kısmında geçen
Aranızdan güç yetiremeyen-ler ifadesinde yer alan tavl kelimesinin anlamını hem
ekonomik hem de statü bakımından yorumlamakta yarar vardır. Tavl kelimesi
"fazlalık, bolluk, zenginlik, nimet, iyilik" mânalarına gelmektedir.
"İyilik ve faziletli" anlamına gelen tetavvul kelimesi de böyledir.
Tetâvele kalıbından alınınca "bir şeyi elde etmek" mânasını ifade
eder. Aslında tavl "uzun" mânasına gelen tülden türemiştir. Uzun olan
şey, kısaya nazaran daha mükemmel olduğundan onda bir fazlalık vardır. Zengine
de tavl denmektedir.
Uzun boylu insan, fakirin uzanamayacağı yerlere uzanıp oradaki
nesneleri alabileceği gibi, zengin insan da fakirin alamayacağı şeyleri ekonomik
imkânıyla elde edebilir. Ama tavl kelimesine sadece "ekomomik imkân"
mânası değil de, "sosyal statü" anlamını verirsek, toplumda bazı insanlar
bulundukları toplumsal seviyeleri bakımından, statüsü üstün olan hanımlarla
evlenmeleri denk düşmez. Meselâ hiç tahsili olmayan veya ilkokul mezunu bir
delikanlının üniversite mezunu bir kızla evlenmesi hemen hemen imkânsızdır.
Böyle bir durumda evlilik ilişkilerinin olumsuz olacağı tabiidir. O zaman o
erkeğin evlenmede bir şeylere güç yetiremediği ortaya çıkmaktadır. Demek ki
inanmış hür kadınlarla evlenmeye güç yeti-rememenin içinde sadece ekonomik
imkânsızlık değil aynı zamanda tahsil örneği gibi statü yetersizliği de vardır.
Bazı insanlar ekonomik imkân, tahsil ve statü bakımından bazı kadınlarla
evlenme fırsatına sahip olmayabilirler. Allah bu şartlar altında erkeklerin
neler yapacağına açıklık getirmektedir. Evlenme imkânı bulamama meselesi Nûr
sûresinin 32-33. âyetlerinde de ele alınmaktadır. Nûr sûresinin 32. âyetinde
doğrudan doğruya "fakir" kavramına yer verilmektedir. Yoksul iseler
denirken, 33. âyette evlenme imkânı bulamayanlar cümlesiyle ifade
edilmektedir. "Yoksul olmakla", "evlenme imkânı" bulamamak
aynı anlama gelmekle beraber, fakirlik tamamen ekonomik imkânla alâkalı olduğu
halde, "evlenme imkânı bulamama" yukarıda sıralanan diğer
imkânsızlıkları da kapsamına almaktadır. "Ekonomik imkânsızlık, statü
düşüklüğü ya da tahsil bakımından evlenemeyenler için çare ne olabilir"
sorusuna Kur'an çeşitli şekillerde cevap vermektedir.
Allah çeşitli sebeplerle evlenme imkânı bulamayanlara çıkış yollan
göstermektedir:
a)
Nûr sûresinin 32. âyetinde
birinci çıkış yolu şöyle belirlenmektedir: "Ve içinizden bekâr olanları,
kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendiriniz. Eğer
bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfuyla onları zenginleştirir. Allah (lutfu)
geniş olan ve bilendir." Demek ki fakir olan gençlerin evlendirilmesini
üçüncü şahıslara yüklemektedir. "Evlendiriniz" emri, toplumdaki diğer
insanları muhatap almaktadır. Gençlerin evlendi-rilmesiyle toplumun diğer
fertleri sorumludur.
Allah, gençlerin evlenmesinin sorumluluğunu sadece diğer insanlara
yüklememekte, kendisinin de onlara yardımcı olacağım belirtmektedir.
"Allah kendi lutfuyla onları zenginleştirir." Allah'ın yardım etmeyi
üzerine aldığı üç kişiden birinin, namuslu kalmak için evlenen kişi olduğunu
Hz. Peygamber söylemektedir. Ekonomik imkânsızlıktan dolayı evlenemeyenlere
toplumdaki diğer fertler rehberlik yapıp evlendirecek, Allah da onlara lutfuyla
yardım edecektir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Allah'ın bekâra takdir
ettiği nzıkla, evli olana takdir ettiği rızık farklıdır.
b) Nûr sûresinin 33. âyetinde evlenme imkânı bulamayan gençlere başka bir yol gösterilerek şöyle denmektedir: "Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah kendilerini lutfundan zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar." Bu âyet, ilâhî lutfu devreye sokmakla beraber, lutfun gelişine kadar gencin iradesine sahip çıkmasını emretmektedir. "İffetlerini korusunlar" emri gençleri muhatap almaktadır. Gençler cinsel içgüdülerinin baskısından kurtulmaları için spor yapıp oruç tutmalıdırlar. "Evlenme imkânı bulamıyorum" ifadesi zina için mazeret teşkil etmemektedir. Evlenme imkânını bulamayanlara Hz. Peygamber'in oruç tutma metodunu teklif ettiğini biliyoruz.
c) Allah Nûr sûresinin 33.
âyetinde gençlerin evlenmesine zenginlerin yardım etmesini emretmektedir.
Zenginleri devreye sokarak ekonomik sebeplerle evlenemeyenlerin
evlendirilmesini temin etmek istemektedir: "Allah'ın size verdiği maldan
onlara da veriniz." Bilindiği gibi ekonomik sebeplerden dolayı pek çok
genç evlenememektedir. Allah bunların evlendirilme sorumluluğunun bir kısmını
zenginlere yüklediğine göre, zenginlerin infaklannı bu yöne kaydırmaları
gerekir. Nafile hac yerine bu görevleri yerine getirmelidirler. Çünkü bir fakir
genci evlendirmek, nafile hacca gitmekten daha üstündür. Nûr sûresinin 32 ve
33. âyetlerini artık ailenin kurulması için bir müessese haline getirilmeli ve
orada emredilenleri planlı bir şekilde yerine getirmenin yolları aranmalıdır.
Çünkü cinsel içgüdünün meşru olmayan yollarla tatmin edilmesi ahlâkı ve toplum
hayatını kirletmektedir.
d) Nisa sûresinin 25. âyetinde
Allah, "Ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan)
cariyelerinizden alsın." diyerek, savaş sırasında esir düşmüş cariyelerle
evlenme fırsatı varsa, büyük ekonomik külfet getirmeyeceğinden bu yolun
denenmesini teklif etmektedir. İmanlı hür kadınla evlenememenin sebebi sadece
ekonomik şartlar değil, tahsil ve statü yani asalet farkı da olabilir. O zaman
câriye müessesi varsa, o devreye sokulmaktadır. Ama cariyenin mümin olması şart
koşulmaktadır.
[45]
Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz. Hür
imanlı bir kadınla, imanlı bir cariyenin, yani esirin ortak tarafı iman etmiş
olmalarıdır. İman ortaklığının yanı sıra, köken itibariyle insanların müşterek
olduğu da vurgulanmaktadır. "Allah imanınızla ilgili her şeyi bilir"
ifadesinin anlamı, Allah sizin imanınızı değerlendirir, hür ve köle olmanızı
değil demektir. Hucurât sûresinin 13. âyetine göre Allah katında değerli olan,
şu milletten veya kavimden olmak değil takva da ileri olmaktır.
Âyetin bu kısmında insanların kökeninin aynı olduğu, aynı ana babadan
geldikleri, onun için aralarındaki statü farklılığının sonradan oluştuğu,
önemli olan şeyin ve Allah'ın değerlendirmeye tâbi tutacağı özelliğin iman
olduğu vurgulanmaktadır. "Hür, köle, câriye" ifadeleri, dünya
hayatının getirdiği izâfı şeylerdir; insanların müşterek olan yönleri insan
olmaları ve iman etmiş olmalarıdır. Her insan insanlık ailesinin birer üyesidir.
Bunların doğuştan eşit oldukları, ancak bilme ve imanın güçlü oluşuyla
birbirinden farklı olacakları gündeme getirilmektedir.
Âl-i İmrân sûresinin 195. âyetinde bütün insanların aynı soydan
geldikleri belirtilmektedir. Aynı kökten gelmenin vurgulanması, aslında
insanların eşit olduğunu gündeme taşımak içindir. Bu noktadan hareket
edince, câriye ile evlenmenin küçümsenemeyeceği ilkesine varabiliriz.
Böylece Allah, kökendeki birlik ve iman özelliğinin öne çıkarılmasını
öğütlemekte ve hatta hükme bağlamaktadır.
[46]
Allah cariyelerde bazı özellikler aramaktadır, ama aslında bu özellikler
bütün kadınlarda aranmalıdır:
a) İffetli yaşamaları. Namuslu erkek, iffetli
câriye ya da kadınla evlenmelidir.
b) Zina etmemeleri. Nûr sûresinin 3. âyetine
göre zina eden kadını ancak zina eden erkek nikâhlar. Zina eden kadını namuslu
erkeğe vermek, onun için bir cehennem olur.
c) Gizli dost tutmamaları. Zina eden kadın cinsel
ilişki bakımından her erkeğe açıktır. Ama bazıları da meşru olmayan bir ilişki
ile sadece bir erkekle dost hayatı yaşar. Onun için Allah zina edenle, gizli
dost tutanı birbirinden ayırmıştır,
d) Efendilerinin izni ile. İffetli olan, zina etmeyen
ve gizli dost tutmayan cariyelerle evlenebilmek için onların geçimini üzerine
alan efendilerinin iznini almak şarttır,
e) Mehirleri verilecek.
Allah bunlara da mehir
verileceğini hükme bağlamaktadır: Mehirlerini uygun şekilde kendilerine
veriniz. Mehirlerinin normal miktarda verilmesini hükme bağlanması, onların
statüsünü yükseltmekle alâkalıdır. Demek ki şartların ya da özelliklerin ilk
üçü cinsel ahlâkla ilgilidir. Diğer iki şart da hukukî boyutu teşkil
etmektedir.
[47]
Allah âyetin devamında:
Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara verilen
cezanın yarısı (uygulanır) buyurmaktadır. Nûr sûresinin 2. âyetinde zina eden
hür kadın ve erkeğe yüz değnek vurulacağı söylendiği gibi, Âl-i İmrân sûresinin
15. âyetinde de hapsedilmeleri uygun görülmüştü. Evliliğinden sonra zina eden
cariyeye bu cezaların yansı uygulanacağı esasa bağlanmaktadır. Buradaki
"yansı" kavramından hareket ederek recm, yani "taşlayarak
öldürme" cezasının olmadığı hükmüne varabiliriz. Eğer evli kadın ve
erkeğin zina cezasına recm uygulansaydı; evli olan cariyeye bu cezanın yansı
nasıl uygulanacaktı? Recmin yansı yoktur ki! Ama Nûr sûresinin 2. âyetinde yer
alan yüz değnek cezasının yansı elli değnektir.
[48]
Allah, Buicâ-riyelerle evlenme izni) içinizden günaha düşmekten
korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha iyidir. Allah çok bağışlayıcı ve
merhamet sahibidir, buyuruyor.
Cinsel içgüdüsüne mağlûp olup zina işleme ihtimali olanlara bu müsaade
verilmektedir. Bu evlilik zinadan koruyucu olduğundan Kur'an'da yer almaktadır.
Ama Allah sabrederek, iradesine sahip olmayı daha değerli bulmaktadır. Böylece
Allah şartlara ve insanın iradesine göre hüküm verdiğine, önemli olanın cinsel
ahlâkı korumak olduğuna işaret etmektedir. Namus denen değerin sabırdan
beslenmesini daha değerli bulan Allah, insanın hata yapma ihtimalini
bildiğinden âyetin sonunda af ve merhamet sıfatlarını getirmiştir.
Nisa sûresinin 25. âyetinden şu ilkeleri çıkartabiliriz:
a)
İlâhî hükümlerin alt yapısını kulun gücü
belirlemektedir. Onun içindir ki âyetin başında, "İçinizden, imanlı hür
kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse" ifadesine yer verilmektedir.
Demek ki böyle kadınlarla evlenecek ekonomik, tahsil ve statü gücüne sahip
olanlar olduğu gibi, olmayanlar da olacaktır. Yüce Allah hükmünü verirken
kullarının durumunu, şartlarını ve güçlerini değerlendirmektedir. Kulunun gücü,
şartları ve durumu ne olursa olsun diyerek hüküm vermemektedir. Bu durum
Kur'an'ın gerçekçi olduğunu, ferdin sosyal hayat içindeki durumuna göre farklı
uygulamalar teklif ettiğini göstermektedir.
b)
Allah insanların aynı kökten
geldiklerini söyleyerek, doğuştan eşit olduklarını, statü farklarının sonradan
meydana geldiğini açıklayarak, insanları aşağılamanın yanlış olacağına dikkat
çekmektedir. Savaş şartlarının getirdiği esir müessesesinin hükümlerde önemli
rol oynadığını belirterek, o şartlara bazı düzenlemeler getirmektedir. Bu
düzenlemelerle Kur'an sonradan meydana gelen ayrılık ve farklılaşmaları, daha
ileri gitmeden ve daha da derinleşmeden insanların aynı kökenden gelmenin
doğurduğu eşit olma ilkesine yaklaştırma yollarını sunmaktadır.
c) Cinsel içgüdünün erkeğe
vereceği rahatsızlığı, sıkıntıyı ortadan kaldırmak için hüküm koyduğuna işaret
eden Allah, kulunun içindeki fırtınaları önemsediğini açıklamaktadır. Ayrıca
güç ve sıkıntıdan dolayı hükmünü değiştirirken, değişen hükmü de bazı şartlara
bağlamaktadır. Onun içindir ki câriye ile evliliğe varan bu değişimde,
cariyenin sahip olması gereken özelliklerle, sahip olmaması gereken özellikleri
gündeme getirmektedir.
[49]
26. Allah sizetbilnicdiklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden önceki
iySriri yollanha iletthek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah
hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.
27. Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister, şehvetleri-
ne uyanlar 49e büsbütün yoktan çılunanızı isterler. ,
28. Allah, sizden <yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü İnsan zayıf
yaratılnustır.
Buradaki üç âyeti beraber ele almamızın sebebi, üçünde de Allah'ın
"isteme" fiilinin bulunması ve bu fiilin insanlar için
gerçekleşmesidir. Âyet-lerdeki formül, insanın tabiatına uygun olan şeylerin
Allah tarafından istenmesidir. Allah'ın istediği her şeyin ihsan için olduğu
anlaşılmaktadır. Şimdi sırayla Allah'ın koyduğu hükümlerin ne amaçla konduğunu
bu âyetlere göre ele alabiliriz.
26. âyete göre Allah mesajına inanan kullan için şunları istemektedir:
1. Açıklamak istiyor.
"Açıklamak" bir öğretim faaliyetidir. İnsandan bir eylem
bekleyebilmek, onu bir davranışa sevkedebilmek veya ona bir emre göre davranış
kazandırabilmek için, o davranış ve hüküm hakkında açıklamada bulunmak gerekir.
Bilmeden bir davranışı sergilemek içgüdüsel bir hareketten öteye gidemez.
Nisa sûresinin 1. âyetinden itibaren Allah pek çok konuda hüküm koymuş,
yetim hakları, çok evlilik, miras hukuku, haram lokma yeme, zina suçu, tövbe,
evlenilmesi yasak olan hanımlar; evlenme imkânı bulamayanların iffetli
kalabilmeleri için alternatif uygulamalar ele alınmış ve bu konularda hükümler
konmuştur. Bütün bunlar, insan hayatının ferdî ve sosyal bakımdan daha düzenli,
daha rahat ve daha mutlu olabilmesi için konmuş ve açıklamaları yapılmıştır.
Allah, insanlara mutluluğa giden davranışları "açıkça bildirmeyi"
istemiştir. Allah'ın muradı kullarına doğruyu, güzeli, iyiyi, hakkı açıklayıp
öğretmektir. İyi ile kötünün sınırlarını açıklamak, nereden başlayıp nerede
bittiklerini öğretmektir.
2.
Eskilerin yoluna götürmek istiyor.
"Eskilerin yollarına iletmek" eylemi birkaç anlama gelmektedir.
Eskilerin sünnetleri, yani yolları ifadesinden öyle anlıyoruz ki, insan, insan
olma yönüyle her devirde benzer davranışlar sergilemiş ve benzer değerler
peşine düşmüştür. Beyin, gönül ve nefis itibariyle nefsi benzer davranışlar
üretmiştir. Bu benzer davranışlardan dolayı da, Allah'ın koyduğu hükümler
arasında da benzerlikler olmuştur.
Geçmişte iyi insanların, daha doğrusu peygamberlerin oluşturdukları
sünnetler, yani hayatın güzel yollarının devam eden süreçler olması sebebiyle
Allah, yaşanmış olan o yollara insanları iletmektedir. Yaşanmış hayattan çıkan
tecrübeyi 4insanlara kazandırmak Allah'ın muradıdır. Eğitimde buna rehberlik
denmektedir.
Âyette yer alan sünen yani "yollar" ifadesinin daha önce
Fatiha sûresinin 7. âyetinde "yol" olarak geçtiğini biliyoruz.
Oradaki "Kendilerini nimetlendirdiğin insanların yoluna" iletilmek
için dua ediyoruz. İşte Nisa sûresinin 26. âyetinde de Allah bizi o yollara
iletmeyi istediğini beyan etmektedir. Nisa sûresinin 69. âyetine göre bizden
öncekilerin yollarının kimlerin yolu olduğu belirtiliyor: Bu yol,
Peygamberlerin, sıddîklann, şehid-lerin, iyi insanların yoludur. O yola
girebilmek ve Allah'ın bizi oraya ulaştırmasını sağlamak için, bazı hükümleri
bilip yerine getirmek gerekiyor.
Yüce Allah'ın yaşamakta olan kullarını iletecek kadar önemli olan
geçmişteki nimetlendirdiği kullarının yolu Bakara sûresinin 143. âyetinde de
açıklanmaktadır: "Orta, ya da itidalde olan milletin yolu". Çünkü geçmiş
peygamberler ve iyi insanların yollarının "orta yol" olduğu bir gerçektir.
Hz. Muhammed'in ümmeti de Allah'ın, aynı yoldan yürümesi için yetiştirdiği
"orta bir topluluk"tur. Onu bütün aşırılıklardan, yani ifrat ve
tefritten uzak kalan, fiziksel ve ruhsal istekleri arasında dengeyi sağlayan,
uyumu gerçekleştiren bir topluluk olarak yetiştirmeyi murat etmektedir.
Geçmişteki vahyin oluşturmak istediği yol da budur. İnsanın ihtiyaçlarını ve
isteklerini bastırmayıp meşru yollardan tatmin eden, dünyaya âhiret için
sırtını dönmeyen, ama âhireti de asla ihmal etmeyen dengeli insanı yetiştirmeyi
murat etmektedir.
İnsanın maddî yapısıyla manevî yapısının arasında bir çatışmanın, bir
zıtlığın olmadığını tam tersine ikisinin de tevhide uzanan bir birlik ve
beraberliğin oluşmasını amaçladıklarını ve bu sebeple Allah'ın bütün öğretilerinin
bu amaca yönelik olduğunu gösteren dengeli bir hayat. İşte geçmişin yolları
derken anlaşılan, Allah'ın maddî ve manevî nimetlerine uzanan yollarıdır.
"Geçmiştekilerin yollan" ifadesiyle Allah, yaşanılan hayata yarar
sağlamak için geçmişin kültürünün alınmasını öngörmektedir. Bunun anlamı
şudur: Yaşayan insanlığı geçmişe götürmek değil geçmişi günümüze getirmektir.
Allah koyduğu hükümlerle ve yaptığı açıklamalarla geçmişi hale bağlamaktadır.
Geçmiştekilerin hayat tecrübesinde, geleceği aydınlatacak ışıkların
bulunabileceğine işaret etmektedir.
Mutluluğa her zaman aynı değerlerle, aynı ruh olgunluğu, aynı samimiyet
ve aynı davranışlarla gidileceğini de vurgulamaktadır. Teknoloji bakımından
insan hayatı bazı yönleriyle kolaylaşmıştır ama, akıl, iman ve buna benzer
mutlak değerler hep aynı kalmakta ve zaman onları eskite-memektedir. İşte bu
değerlerin oluşturduğu geçmişin yollarına ulaştırmayı murat etmektedir.
3. Tövbeleri kabul etmek
ister. "Tövbeleri kabul etmenin" anlamı, Allah'ın kullarına
bağışlayıcılığı ile yaklaşmış olmasıdır. Tövbe "yönelmek" anlamına
geldiğine göre, Allah kullarına bağışlayıcı sıfatıyla yönelmeyi murat ettiğini
açıklamaktadır. Allah'ın isteği, kullarına azabıyla yönelmek değil, tam tersine
affediciliği ile yönelmektir. Açıklama ve rehberlik etmek bir eğitim faaliyeti
olduğu kadar, tövbeleri kabul etmek yani bağışlayıcı tavır takınmak da bir
eğitim faaliyetidir.
4. "Allah alîm ve
hakîmdir." Yüce Allah'ın insanlara açıklama yapması, yani onları
bilgilendirmesi, onları doğru yola iletmesi ve bunun için de onlara
affediciliği ile yaklaşması, işini iyi bilme ve yerli yerinde yapma sıfatlarına
dayanmaktadır. Başka bir ifadeyle, bunları, bilme ve hikmet sahibi olma
sıfatlarıyla gerçekleştirmektedir.
5. Yine Allah tövbeleri kabul
etmek isterken başkalan sapmayı ister. Allah, 27. âyette yine tövbeleri kabul
etmeyi murat ettiğini gündeme getirmektedir. 26. âyetteki tövbe kelimesine
"yaklaşmak"; 27. âyettekine de tövbeyi kabul edip bağışlamak mânasını
vermek daha doğru olacaktır. Buradaki tövbenin başka bir anlamı da, kulun
gittiği yanlış yoldan doğru yola dönmesi ve bunun Allah tarafından kabul
edilmesidir. Eksen mâna doğru yola meyledip gelmektir.
Başka bir mâna ise Allah'ın kullan için daima iyiyi murat etmesidir. Bu
mânayı âyetin devamından anlıyoruz. Çünkü âyetin devamı şöyledir:
"Şehvetlerine tâbi olanlar ise, büsbütün yoldan çıkmanızı isterler."
Şehvetlerine uyanların anlamı, akıllarına uymayan nefsin arzularına, ihtiraslarının
ardına düşenler demektir. Bu insanlar diğerlerinin hadsız-hesapsız bir sapma
ile sapmalarını isterler. Böylece Allah, kötü insanların ihtiraslarının,
şehvetlerinin olduğu yerde durmayıp sosyal hayata yansıyarak başkalarını da
etkilediğini hatırlatmaktadır. Allah'ın muradı ile şehvetlerine •tâbi olanların
isteği ters yönlüdür. Allah daima kulları için iyiyi murat ederken, bazı
insanların kötüyü istediğine dikkat çeker. Kısaca insanın insanı kötü mânada
etkilemesinin altında ihtirasın yattığını gündeme getirerek, psikolojinin
sosyal neticeleri nasıl doğurduğuna işaret etmektedir diyebiliriz.
6.
"Allah yüklerinizi
hafifletmek ister." Allah'ın muradı, kullarına altından kalkamayacakları
yükü yüklemek değil, tam tersine onların yükünü hafifletmektir. 28. âyetin
sonunda yer alan Zira, insan zayıf yaratılmıştır sözü insanın zayıf tabiatlı
olduğunu ifade etmektedir. Allah insana nasıl bir güç verdiğini biliyor, çünkü
onu kendisi yaratmıştır. İnsanın zayıf yaratılıştaki tabiatını dikkate alarak
da, yükünü hafifletmek muradında olduğunu söylemektedir. Daha önce 25. âyette
açıklandığı gibi, alternatif hüküm vermesinin altında insanın gücü bulunmaktadır.
Bu âyetle Allah hem siyasete hem hukuka hem de eğitime eskimeyen kurallar
getirmekte ve bize öğretmektedir.
Toplumları idare edenlerin, halkın güçsüz olduğunu dikkate alarak
idarî, ekonomik ve hukukî yaptırımları ayarlamaları gerekir. İdareciler halkın
yükünü hafifletmekten yana tavır koymalıdırlar. İdarecilerin isteği,
yükümlülükleri tayin eden ölçüt olmamalıdır; insanın gücü ölçüt olarak
alınmalıdır. Yüce Allah daha önce yarattığı insanın doğasını ölçüt olarak
almakta ve muradını onun üzerinde temellendirmektedir.
Nisa sûresinin 26-27. âyetlerinden şu sonuçları çıkartabiliriz:
a)
Bu üç âyetten Allah'ın
muradının, yani isteğinin insandan yana daima olumlu olduğu anlaşılmaktadır.
Açıklamak, geçmişin doğru yollarına iletmek, affıyla kullarına yönelmek,
tövbelerini kabul etmek ve yüklerini hafifletmek gibi olumlu eylemlerini
istemesi, insanlık için değişmeyen bir kanun koyarak insanlığın sorunlarını
çözmesi gereken, idareciler, hukukçular ve eğitimcilerin daima iyiden yana
istekte bulunmalarını temel ilke haline getirmektedir. Anne babalar ve
eğitimciler çocuklarının ve öğrencilerinin kapasitelerini iyi teşhis ederek
zorlayıcı tedbirler yerine, kolaylaştırıcı yollar izlemelidirler.
b)
Hz. Peygamber
"Kolaylaştırmız, zorlaştırmayınız" derken, bu âyetin tefsirini
yapmıştır. İşi, yükü kolaylaştırmak, zorlaştırmamak hem Allah'ın sünneti hem de
Hz. Peygamber'in ahlâkı olmaktadır. Demek ki Kur'an'ın hükümleri insan
doğasını, yani kapasitesini zorlamamakta, tam tersine hafifletmeden yana bir
yaklaşım sergilemeketedir.
c) Tövbenin iki farklı mânasını bu âyetlerden öğrenmekteyiz. 26. âyetteki tövbe, Allah'ın kuluna yönelip yaklaşmasını; 27. âyetteki tövbe de kulun af dilerken Allah'a yönelişini kabul etmesini ifade etmektedir.
d)
Şehvetlerinin, yani
ihtiraslarının peşinden koşan insanların bilincini veren 27. âyet, iyi ile
kötünün kaynağının nerede olduğunu öğretmektedir. Kötünün kaynağında beşerin
iradesi; iyinin kaynağında ise ilâhî iradenin bulunduğuna dikkat çekmektedir.
e)
İnsan zayıf yaratılışta olduğundan ona
verilecek sorumluluklar hafifletici mahiyette olmalıdır. Çünkü Allah'ın muradı,
insanın fıtratım dikkate alarak yükleri hafifletmekten yanadır.
[50]
29. Ey iman edenler? Birbirinizin mallarını haksız yollarla *karş»hfch rızâya dayanan ticaret yoluyla da olsa- heba etmeyiniz ve birbirinizi öldürmeyiniz; zira Allah size merhamet etmektedir.
30. Bunu düşmanca bir niyetle ve zulüm için yapana , gelince; o«u ateşe koyacağız; bu ise Allah
için kolaydır.
29. âyetin açıklamasını yapmadan önce, yukarıdaki mealin bir kısmını
Muhammed Esed'den aldığımızı söylemeliyiz. Çünkü "karşılıklı rızâya
dayanan ticaret yoluyla da olsa" ifadesine sadece o yer vermekte ve isabet
etmektedir. Müfessirlerin ortak meali şudur: "Ey iman edenler! Mallarınızı
aranızda meşru olmayan yollarla yemeyiniz! Karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret
başka. Birbirinizi öldürmeyiniz. Allah size karşı bağışlayıcıdır."
"Karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret müstesnadır" şeklindeki
meal şu soruya sebep olmaktadır: Rızâ ile yapıldığı halde aldatma varsa ne
olacaktır? Muhammed Esed'in meali bu soruyu sordurmamaktadır: "Karşılıklı
rızâya dayanan ticaret yoluyla da olsa, birbirinizin mallarını haksız yollarla
heba etmeyiniz" derken karşılıklı rızânın içinde aldatma ihtimaline de
dikkat çekmektedir.
Şimdi âyeti bölümler halinde açıklayabiliriz:
a)
Müslüman haram lokma
yememelidir. Âyetin birinci bölümünü Nisa sûresinin yetim malı yemek ve miras
hukukuna ait âyetleriyle bağlantılı olarak açıklarsak gasp, çalma ve hıyanet
şeklindeki bir müdahale ile yetimin malından veya mirastan alınmamasını hükme
bağladığını söy-leyebiriz. Yetim veya vâris küçük olabilir. Kandırıldığının
farkında olamayacağından nzâ gösterebilir. Onun kendi zararına rızâ göstermesinden
istifade edip malı elde etmek de haramdır. Böyle içinde haksızlık bulunan rızâ
ile elde edilen malda gasp, çalma ve hıyanet olduğundan bâtıl yolla elde
edilmiş ve bu sebeple haram olmuştur.
b) Âyetin bu kısmını Nisa
sûresinin 24-25. âyetlerle alâkalı olarak ele alabiliriz. O zaman da evlenirken
kadına verilen mehirde rızânın aranacağım, ama bu rızânın içinde aldatma
olmayacağına dikkat çekildiğini söyleyebiliriz.
c)
"Karşılıklı rızâya
dayanan yollarla bile olsa, birbirinizin mallarını haksız yollarla heba
etmeyiniz" hükmünü, faiz ve rüşvetle ilgi kurarak da açıklayabiliriz. Bu
açıdan baktığımızda, Bakara sûresinin 175-179. âyetlerine gitmek doğru olur.
Çünkü faiz alıp vermede karşılıklı rızâ oluşmaktadır ama, böyle bir alışveriş
bâtıl oduğundan haramdır. Diğer taraftan Bakara sûresinin 188. âyetinde
hâkimlere rüşvet yedirerek başkalarının mallarını haksız yere elde etmenin
haram olduğu da hükme bağlanmaktadır: "Birbirinizin mallarını haksız
şekilde yiyip tüketmeyiniz. Kendiniz bilip dururken insanlann mallarından bir
kısmını haram yollardan yemeniz için o mallan hâkimlere vermeyiniz."
Rüşvet yoluyla insanların mallarını ele geçirmek, olmayan rızâyı zorla
oluşturmaktan başka bir şey olmadığından bu durumun haram lokma yemek olduğu
burada hükme bağlanmaktadır.
d) Âyeti normal bir ticarî
ilişki içinde de ele almak mümkündür. O zaman âyetin bu kısmını bazı hadislerle
açıklayabiliriz: Hz. Peygamber pazarda yiyeceklerin yanından geçerken elini
yiyeceklerin altına daldırdı ve ıslak olduğunu anladı. Malın sahibine neden
böyle olduğunu sorunca, kişi yağmurun isabet ettiğini söyledi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber, "Herkesin görebilmesi için, niçin yaş kısmını üstüne
koymadın? Aldatan kimse bizden değildir" dedi. O kişiden gelip mal alacak
olan kendi rızâsıyla alacaktır ama satan kişi ıslak malı vereceğinden ağır
gelecektir. Alıcının rızâsına rağmen satan hile yaptığından, ticaretini bâtıl,
yani haksız yolla yapmış olacaktır. Buradan anlıyoruz ki satan kişi malının
kusurunu gizlememeli ve malını olduğu gibi göstermeli veya tanıtmalıdır. Uz.
Peygamber, "başkasının satışına engel olarak" yapılan ticaretin haram
olduğunu da vurgulamaktadır.
Burada verdiğimiz alternatif yani değişik yorumların hepsi doğru
olabilir. Ama âyetin devamını dikkate alırsak bu yorumlardan "faiz ve
rüşvef'le ilgili olanının biraz öne çıktığı görülecektir.
Biribirinizi öldürmeyiniz. Âyetin bu kısmına üç şekilde
yorumlayabiliriz:
a)
Bakara sûresinin 179.
âyetine göre faiz yemek, Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmaktır. Allah'a ve
Peygamberi'ne savaş açan kişiler savaş halinde olduklarından birbirlerini
öldüreceklerdir. İşte o zaman, karşılıklı rızâ olsa bile mallarınızı bâtıl
yere yemeyiniz derken, faizi kastetmiş olduğunu söyleme cesareti
bulabiliyoruz. Çünkü faiz de bir savaş durumu olduğundan, öldürme de
olacaktır. Faiz kendiliğinden bir mafya oluşturacak, faizin ağır yükü altmda
ezilip ödeyemeyenin hayatını tehlikeye sokacaktır. Ölümüne kadar uzanan böyle
bir ticareti Allah yasaklamaktadır.
b) Haram lokma, insanın
asaletini öldürmektedir. Haram lokma yiyen kişi veya kişiler kendi ruhlarını
öldürmektedirler. Çünkü haram lokma haya duygusuna kıymaktadır. A'râf sûresinin
20. âyetine göre, şeytan Âdem'le Havva'ya ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için vesvese verdi. 22. âyette de haram meyveden yiyince de avret yerleri
kendilerine açıldı. Demek ki haram lokma "hayâ"yı öldürmektedir.
Haram lokma yiyen insanlar aslında asaletlerini, maneviyatlarını
katletmektedirler. Bir haram lokma ruha sıkılan bir mermiden başka bir şey
değildir. Haram lokma ferde ve topluma ölüm getirmekte ve maneviyatı yok
etmektedir. Bir sonraki âyette görüleceği gibi, insanın âhiretteki hayatını da
cehenneme çevirmektedir. Dünyada ölümü âhirette ateşi getiren haram lokma yasaklanmaktadır.
c)
Haram lokma yiyen insanları,
bazan Allah iflâs ettirmekle cezalandırır. Dünyada nice insanlar, iflâs
ettiklerinde intiharı seçmektedirler. İşte âyette yer alan "Nefislerinizi
öldürmeyiniz" ifadesini intihar etmek
şeklinde de yorumlayabiliriz. İflâs aile geçimsizliğini, aile geçimsizliği bunalımı, bunalım da intihan getirebilir. Haram lokma kimsenin kursağında kalmayacağına göre tıkanan kursak yani manevî yapı ölüme sebep olacaktır. Böylece kişi kendi kendini öldürmüş olacaktır.
Allah sizi esirgeyecektir. Yüce Allah'ın burada "merhamef'ini
gündeme getirmesi, âyette koyduğu yasakları merhameti gereği koyduğunu ifade
etmektedir. Bir insanı veya toplumu çok ciddi bir tehlikeden uzaklaştırmak,
merhametin çalıştırılması anlamına gelmektedir. Haram lokma yiyip ruhunu
öldürmeyi yasaklamakla Allah, inananlara merhamet etmiş olmaktadır. Madem ki
haram lokma fert ve toplum için tehlikelidir, bu tehlikeden onları korumak da
merhamet kavramının anlamı içine girmektedir.
Kim bunu düşmanlık ve zulümle yaparsa onu, cehenneme sokarız; bu ise Allah için kolaydır. Mealden de anlaşıldığı gibi 30. âyet 29. âyetle ilgilidir. 29. âyette malların bâtıl yere yenmesini yasaklarken, 30. âyet haksız yere yemenin düşmanlık ve zulüm yapmak için yapıldığı ihtimalini gündeme getirerek sonucun ateş olacağını bildirmektedir. Ama buradaki düşmanlık ve zulüm kelimelerini "Birbirinizi öldürmeyiniz" emri ile bağlantılı olarak düşünürsek, haram lokmanın düşmanlığı ve zulmü getireceğini ve bu sebeple insanların birbirlerini öldürecekleri açıklanarak insanların bilgilendirildiğini söyleyebiliriz.
Bu düşmanlık ve zulmü, mal yeme işine de bağlayabiliriz. İnananların
birbirlerinin mallanın düşmanlık ve zulümle yemeleri halinde onların cehenneme
gideceği vurgulanarak caydırma metodu kullanılmaktadır.
Âyetin sonunda düşmanlık duygusu ve zulüm isteği ile harekette bulunan
ve ekonomik ilişkileri kirleten bu müslümanların cehenneme sokulmasının kolay
olduğu da hatırlatılmaktadır. Bu eylemi gerçekleştirenlerin cehenneme
gireceklerine inanamamaları, âdeta böyle şey olmaz düşüncesine kapılmaları
ihtimaline karşı Allah rjunun "kendisi için zor olmadığını belirterek bu
âyetle söz konusu ihtimali ortadan kaldırmaktadır.
Nisa sûresinin 29-30. âyetlerden şu neticeleri çıkartabiliriz:
a)
Aralarındaki rızâya rağmen
müslümanların birbirlerinin malını haram yolla yeme ihtimali olmasaydı bu âyet
iman edenlere hitap etmezdi.
"Bu insan müslümandır" diye aşın bir şekilde ekonomik
ilişkilerde teslim olmanın sakıncalı olacağını, ticarî ilişkileri hukuki
belgelere bağlamanın önemi burada gündeme getirilmektedir.
b)
Ekonomik menfaatler o kadar
etkili hale gelebilir ki, bu ilişkilerin kirlenmesi ölüme kadar götürebilir.
Onun içindir ki Allah konuyu vahyin içine alıp hükme bağlayarak ekonomik
menfaatlerin tanrılaşmasını önleme yolunu tutmuştur. Ölüme götüren haksız
kazançlar, sömürü haline gelen başkasının hakkını haksız yere tüketen
oluşumlardır. Bu âyetleri bilen müslüman, ekonomik değerin insan hayatına
kıyacak kadar önemli olmadığının bilincini kazanacak ve davranışlarını ona
göre ayarlayacaktır.
c)
Ekonomik ilişkilere
düşmanlık duygusunu veya zulmü sokmak hem bu dünya hem de âhiret hayatını
cehenneme çevirecektir. Nisa sûresinin 10. âyetinde işaret edildiği gibi
yetimin malını zulümle yiyen insan midesine ateş indirmektedir. Bu âyette de
âhirette ateşe sokulacağına işaret edilmektedir. Düşmanlık ve zulmün girdiği
ekonomik ilişkiler, dünyayı ve âhireti ateşe vermektedir. Elinden çıkan
ekonomik menfaatin meydana getirdiği psikolojik çöküntünün neticesinde nice
intihar olayları olmuş ve olmaktadır. Haksız yere kazanılan servetin israf
içinde harcanmasının meydana getirdiği kıskançlığın, hasedin ve düşmanlığın
vurgunlara sebep olduğu bilinmektedir. Toplumdaki ekonomik müessese insanın
midesini andırır. Midenin rahatsızlığı insanı nasıl kıvrandım ve vücudu
rahatsız ederse, ekonomik ilişkiler de toplumu sosyal sancıdan kıvrandım ve bütün
müesseseleri rahatsız eder.
d)
Ekonomik ilişkilerin sadece
maddî temeller üzerine oturması doğru olmadığı için, Allah din eğitimini
devreye sokarak bu âyetlerle onların manevî temelini oluşturmaktadır ve bunun
zorunlu olduğuna işaret etmektedir.
e) Âyette "Başkalarının
malını bâtıl yere yemeyiniz" yerine, "mallarınızı" denmesiyle
kastedilen şeyin "millî servet" olduğu fikrine varabiliriz. Burada
fertlerin kendilerine ait mallardan ziyade kamuya ait mallara işaret edildiiği
anlaşılmalıdır. "Mallarınızı" deme yerine "başkalarının
malları" denmeliydi çünkü müslüman, müslüman olmayanın malını da haksız
yere yiyemez. O zaman "Birbirinizi öldürmeyiniz" hükmü, fertlerin
birbirini öldürmesi değil toplumdaki sınıfların arasında meydana gelen sosyal
patlamalara, ihtilâllere işaret etmiş olmaktadır. Kamunun malını, millî
serveti, borçlu doğan yetimin hakkını yemenin ne kadar kötü olduğunu vurgulayan
bu âyetler, insanlara kamu mallarının, millî servetin ve ekonomik hakların
önemini öğretmekte, kendi mallarından daha çok onlara titizlikle davranmasının
din adına değerlendirmeye tâbi tutulacağını hatırlatmaktadır.
[51]
31. Uzak durmanız emredilen büyük günahlardan kaçırtırsanız, küçük
günahlarınızı Örteriz ve sizi şerefli bir yere yerleştiriniz. -
a) Bu âyeti Nisa sûresinin 30.
âyetine kadar zikredilen büyük günahlarla birlikte ele alıp
yorumlayabileceğimiz gibi, Kur'an'da yasaklanan bütün büyük günahlarla da ele
alarak yorumlayabiliriz. Bu düşünceden hareketle Nisa sûresinin 30. âyetine
kadar yasaklanan davranışların neler olduğuna bir bakalım: "Yetim malı
yemek, Allah'a ve Peygamberi'ne isyan etmek, zina yapmak, namuslu kadına
iftirada bulunmak, evlenilmesi yasak olan kadınlarla evlenmek, başkalarının
mallarını karşılıklı rızâ ile bile olsa haksız yere yemek ve öldürmek."
Nisa sûresinin 31. âyetinin yer aldığı muhtevanın içinde bu fiiller
büyük günah olarak nitelendirilmektedirler. Ama biz bu âyette zikredilen
"büyük günah" kavramını Kur'an'ın bütününü gözönünde bulundurarak
analiz etmek zorundayız. Çünkü bu büyük günahların içine şirki, inkârı, anne
babaya isyanı, yalan yere şahitlik yapmayı, ahdinde durmamayı, aklını kullanmamayı,
alkol almayı, intihan, faiz yemeyi, savaştan kaçmayı da koymak gerekir. Nisa
sûresinin 30. âyetine kadar yer alan büyük günahlan da bunlara ilâve
edebiliriz.
Hz. Peygamber farklı durumlarda büyük günahların neler olduğuna açıklık getirmiştir: Allah'a ortak koşmanın, anne babaya âsi olmanın, yalan söylemenin büyük günah olduğuna işaret etmiştir. Başka bir hadisinde Allah'a şirk koşmak, büyü yapmak, haksız yere cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli kadınlara zina iftirasında bulunmanın helak edici eylemler olduğuna dikkat çekmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi büyük günahlar bunlardan ibaret değildir.
Hz. Peygember toplumda cereyan eden ve toplumu çürüten eylemlere de farklı
şartlar altında büyük günah niteliğini vermiştir. Önemli olan büyük günahların
sayısı değil, önemli olan toplumun hangi eylemden daha çok etkilenip yara
aldığı ve ferdin Allah katında değerim düşürdüğüdür. Bize göre büyük günahlar
hem dünyevî hukuk bakımından suç hem de iman bakımdan suç olupi sonuçları
âhirete intikal eden eylemler olmaktadır. Demek ki büyük günahlar insanın hem
dünyasını hem de âhiretini tahrip etmekte ve cehenneme çevirmektedir.
b) Büyük günah, beraberinde
küçük günah kavramını getirmektedir. Necm sûresinin 32. âyetinde Allah:
"Büyük günahlardan ve yüz kızartıcı fiillerden kaçınanlara gelince, onlar
arada bir küçük günah işleseler bile (bilsinler ki) rabbin bağışlamada
cömerttir." buyurmaktadır. Bu âyette geçen lemem "küçük günah,
hata" mânasına gelmektedir. Kişinin niyetlenip de yapamadığı kötü bir
fiildir diyenler olduğu gibi, iman eden insanın, etkisi küçük olan kötü bir
davranışı yapıp da hemen pişman olduğu şeydir, diyenler de vardır.
c) Nisa sûresinin 31. âyetinde
büyük günahlardan sakınanların küçük günahlarının örtüleceği vaad
edilmektedir. Onun için âyetteki seyyiât kavramına küçük günah mânası
verilmektedir. Bunun anlamı şudur: Büyük günahtan uzak durmanın ürünü hemen bu
dünyada görülmekte ve küçük günahların örtülmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Büyük günahlardan çekinmek, uzak durmak da Allah'ın emrettiği bir şeyi yerine
getirmek olduğu için, bir ibadettir ve bir eylemdir. İyi eylemler kötülükleri,
yani küçük günahları giderici olduğundan (Hûd 11114) Allah burada küçük günahları
örteceğinden bahsetmektedir.
Nisa sûresinin 31. âyetinde yer alan nükeffir "örtmek" anlamına gelir. Örtmek suçun cezasının tamamen silindiğini ifade etmez. Bir bakıma suçun üstü örtülmekte, ama suçun cezası orada durmaktadır. Büyük günahlardan uzak durulduğu müddetçe, o küçük suçun cezası ortaya çıkmayacak ama büyük günah işlenince ortaya çıkarılacaktır. Günümüz modern hukukunda küçük bir suçtan ilk defa ceza alan insanın cezası ertelenir. Eğer bir daha o suçu işlerse ertelenen ceza da ona ilâve edilerek cezalandırılır, îşte Kur'an asırlarca önce cezanın ertelenmesini "örtme" kararıyla gündeme getirmiş ve böylece hukuka önemli bir ilke kazandırmıştır.
d) "Sizi şerefli bir yere
yerleştiririz." Büyük günahlardan sakınmanın, ikinci getirişi
"şereftir. Bu şerefli makam, mesken veya yer hem bu dünyada hem de
âhirette olabilir. Büyük günah işleyenler Allah katında şereflerini ve şerefli
bir mekânı kaybetme talihsizliğini yaşayabilirler. Ferde ve topluma şeref
getiren iman, iyi amel ve büyük günahlardan uzak durma bahtiyarlığıdır. 31.
âyeti 29 ve 30. âyetlerle irtibatlandırırsak, haram lokma, insan öldürmek,
düşmanlık duygusu ve zulüm, ferdin ve toplumun şerefini alıp götürmektedir.
Allah Kur'an eğitimiyle insanlara, şerefin, affın nerede olduğunu ve bunları
ortadan kaldıran eylemlerin neler olduğunu anlatarak insanı bilinçlendirmekte
ve bu bilinçle eylemde bulunmanın önemini vurgulamaktadır.
[52]
32. Allah'ın sİri birbirinizden Üstün kıldığı şeyleri hasrette arzil
eyiniz. Erkeklerin de kazatidiktarindan bir paylan var, kadınların da
kazandıklarından bir paylan var. Allah'ın kttfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah her
şeyi bilmektedir. ;
Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar nakledilmektedir:
a) Mücâhid'in naklettiğine
göre Ummü Seleme, "Yâ Rasûlallah! Erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz
ise savaşmıyoruz. Onların mirastaki paylan bizimkinin iki katı. Keşke biz de
erkek olsaydık!" deyince bu âyet nazil oldu.
b) Süddî şöyle demektedir:
Mirasla ilgili âyetler nazil olunca, erkekler: Yüce Allah miras hususunda bizi
üstün kıldığı gibi, ahirette de bizi kadınlardan üstün kılmasını umuyoruz;
kadınlar ise: Biz de miras hususunda olduğu gibi, bizim günahımızın erkeklerin
günahının yarısı kadar olmasını arzularız" deyince, bu âyet nazil oldu.
c) Allah, erkeklerin mirastaki
payını, kadının iki katı yapınca, kadınlar, "Biz daha muhtacız, çünkü biz
zayıf bünyeli varlıklarız. Erkekler ise geçimlerini elde etmede daha güçlüdürler"
deyince bu âyet indirilmiştir,
d) Bir kadın Hz. Peygamber'e
gelerek, "Erkeklerin ve kadınların Allah'ı birdir. Sen hem bize hem de
onlara gönderilmiş bir peygambersin. Babamız Âdem anamız Havva'dır. O halde
Allah'ın erkeklerden bahsedip bizden bahsetmemesinin sebebi nedir?" demesi
üzerine indirilmiştir.
Görüldüğü gibi, miras ve savaşa katılma konusunu, Hz. Peygamber
döneminde kadınlar sorgulamaya başladılar. Eğer söz konusu nüzul sebepleri
doğru ise, İslâm peygamberinin kadınlara sorgulama özgürlüğünü tanıdığını ve bu
sorgulamanın Allah tarafından cevaplandırıldığına şahit oluyoruz. Allah
tarafından daha önce verilen hükümlerin, hikmetini aramak için yapılan bu
sorgulama bizzat peygamberle yapılmaktadır. Sorgulama, hikmeti bulma niyetiyle
yapıldığı için Allah tarafından değerlendirilip cevaplandırılmaktadır.
[53]
Yüce Allah bazı sorgulamaların altında yer alan psikolojik sebeplere
inmektedir. Bunları harekete geçiren insanlar arasındaki farklılıkların
olduğuna da dikkat çekmektedir: "Allah'ın sizi, birbirinizden üstün
kıldığı şeyleri (başkalarında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyiniz."
Âyetin bu kısmında geçen \££_SVj temenni etmeyiniz kavramını müfessirler şöyle
açıklamaktadırlar: Olmayacağı bilinen veya olacak diye zannedilen bir şeyi
istemek.
Toplumsal hayatın insanın içindeki duyguları dışan vurduğunu ifade eden bu âyet, bazı insanlann kendilerinde olmayan bazı meziyetlerin, ekonomik nimetlerin başkalarında olduğunu görünce içinden bir üzüntü, keder ve eksiklik duyar. Aslında o insan toplumsal hayatın içinde olmasaydı bu duygulara kapılmayacaktı. Çünkü tek başına bir yerde yaşayan insan başkalarıyla kendini mukayese etme imkânı bulamayacaktı. Psikolojik oluşumları ortaya çıkaran toplumsal hayattır. Şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: Yüce Allah'ın insanları birbirlerinden üstün kıldığı şeyler nelerdir? Bu soruya çeşitli açılardan cevap vermek mümkündür: İnsanlar doğuştan getirdikleri özellikleriyle birbirlerinden farklıdırlar. Sonradan kazan-dıklanyla da birbirlerinden farklılık gösterebilirler.
a) İnsanlar psikolojik
yetenekleri, kabiliyetleri ve zekâları bakımından farklı yaratılmaktadırlar.
Herkesin zekâ seviyesi bir değildir. Diğer taraftan herkesin kabiliyet
alanları da farklıdır. Kimi resime, kimi müziğe, kimi spora, kimi diğer sanat
dallarına yatkındır. Bu zekâ kabiliyet ve yetenek farklılıklarının tohumu
Allah tarafından içimize yerleştirilmektedir. Daha sonra eğitim bunlan
geliştirir ya da eğitilmediği için körelir. Bu kabiliyet ve yetenekler
yeşerecek eğitim ortamanı bulunca aynı ortamı bula-mayanlannkinden daha fazla
gelişecek, serpilecek ve çok göz alıcı ürünler verecektir. İşte o zaman bu
imkânı bulamayanlar tarafından kıskanılacak ve daha ileri gidilerek haset
edilecektir. Âyette "Hasretle temenni etmeyiniz" dediği psikolojik
duygu, gıptayı aşan, ve kıskançlığa dönüşen bir olumsuz duygu seviyesidir.
Allah'ın, yaratılıştan insanları zekâ kabiliyet ve yetenek bakımından
niçin farklı yarattığı sorulabilir. Bu sorunun cevabım Zuhruf sûresinin 32.
âyetiyle vermek mümkündür: "Birbirlerini istihdam edebilmeleri için kimini
ötekine derecelerle üstün kıldık" derken farklılıkların, dünya işlerindeki
farklılıklara göre verildiğine dikkat çekmektedir. Bazı insanların idare eden,
bazılarının idare edilen olabilmesi ve toplumda bir iş bölümüne
yerleşebilmeleri için zekâ kabiliyet ve yeteneklerde farklılık olmasının
zorunluluğuna da işaret etmektedir.
Bu farklılıklar olmasaydı da bütün insanlar aptal seviyesinde olsaydı
dünya yürümezdi ve gelişmezdi. Psikolojik yetenekler bakımından herkes orta
seviyede olsaydı dünya ihya edilemez, ilmî keşifler yapılamaz, medeniyette ilerleme
olamazdı. Üstün zekâlı ve dahi sevyisindeki insanlar, insanlığı
zenginleştiriyor, medeniyeti ileri götürüyor ve dünya hayatını
kolaylaştırıyorlar. Emanetin ehline verildiği dönemlerde de dünyayı idare
ediyorlar. Bütün bu işleri yaparken orta seviyede ve düşük kabiliyette
olanları da istihdam etmektedirler. Bu istihdam olmasaydı, onların üretimi
olmayacak ve yeteneklerini dışa vuramayacaklardı.
Allah zekâ kabiliyet ve yetenek bakımından insanları neden birbirinden
farklı yarattığını cevaplamış, ama yaratılıştan gelen bu ferdî farklar
psikolojisinin kullanılmamasını istemiştin". Ferdî farklar psikolojisi
ilâhî kaderde yer alan bir yaratılış olduğundan, zekâ kabiliyet ve yetenek bakımından
aşağı seviyede olanların üstün olanları kıskanması, ilâhî kaderi beğenmemek
anlamına geldiği gibi toplumsal düzeni de bozmaktadır. Farklılıklar olacak ama
bu farklılıklar hiçbir zaman kıskançlığı veya hasedi ya da gururlanmayı
doğurmayacak, tam tersine tevhidi oluşturacaktır. Fizikte artı elektron eksi
elektronu çektiği gibi sosyal hayatta da üstünlükler, eksiklikleri kendilerine
çekmeli ve ihtiyaçları giderici olmalıdır.
b) İnsanlar sonradan
kazandıkları ve çalışma neticesinde elde ettikleriyle de farklı olabilirler.
Sarfedilen emeğe göre Allah insanları nimet-lendirmektedir. Kimi zaman lâyık
oldukları, kimi zaman da imtihan edildikleri için farklı nimetler verir.
Zuhruf sûresinin 32. âyetine göre nimetleri Allah taksim etmektedir. Aynı
âyetin bir benzeri Nahl sûresinin 71. âyetidir: Rızık konusunda, kiminize kiminizden
fazfa veren Allah'tır. Tabii ki Allah, sahte kazançlar hariç çalışmaya ve
sarfedilen emeğe göre ekonomik nimetini vermektedir. Bazan insan sarfettiği
emeğin çok üstünde ekonomik bir nimete sahip olabilir; O zaman onun imtihan
içinde olduğunu bilmesinde yarar vardır. (Fecr 89/15), bazan da insan,
sarfettiği emeğin altında bir ekonomik nimete sahip olabilir; o da imtihanda
olduğunu veya daha önce yaptığı yanlışlardan dolayı cezalandırıldığını
düşünmelidir (Fecr 89/16-20).
Aklını kullanmak, emek sarfetmek ve ilâhî lütuf bir araya gelince doğal
olarak insanlar ekonomik nimet bakımından birbirlerinden farklılaşacaklardır.
Psikolojik kabiliyetler insanları ekonomik hayatta iş bölümünde yer almalarına
sebep olurken, iş bölümü de farklı ekonomik nimetler getirecektir. Farklı
ekonomik nimetler, olmayanlara karşı gurura, onları hor görmeye, küçümsemeye,
sömürmeye götürmemeli ve şu sözü söy-letmemelidir: Allah'ın dilediği takdirde
doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? (Yâsîn 33/47). Bir taraftan nimetin
fazlasına sahip olan insanlar bu tavırda olmayacak, diğer taraftan da fakir
olanlar, onların sahip oldukları nimetlere kıskançlık veya haset
duymayacaklardır. Nisa sûresinin 32. âyetinde bu sonuncu kısım ele alınmakta ve
kıskançlık yasaklanmaktadır.
c) Yine doğuştan gelen
cinsiyet farkı da kıskançlık yaratmamalıdır. Yukarıda âyetin iniş sebebi olarak
nakledilen olaylardan anlaşılıyor ki, kadınlar erkekleri kıskanmakta ileri
gittiklerinden dolayı bu âyet indirilmiş, kadının erkek olmayı istemesi ve
bunu tutku haline getirmesi yasaklanmıştır. Çünkü kadının cinsiyetinin
getirdiği farklılıklar vardır. Bu iki cins birbirinin rakibi değil birbirinin
tamamlayıcısıdır.Yüce Allah hükümlerinin bazılarını cinsiyet farkına göre
verip kadına çeşitli meselelerde öncelik tanımış ve öne çıkarmıştır. Bu öne
çıkarma erkek tarafından kıskançlık vesilesi yapılamayacağı gibi kadınlar da
erkeklere karşı kıskançlık duymamalıdırlar.
Doğuştan getirilen farklılıklarla, Allah'ın sonradan lütfettikleri, kıskançlık,
haset ve düşmanlık duygularına sebep olmamalıdır. Genel anlamda eğitim
insanlara tabiat bilimlerini öğretmeden önce, farklılıkları gurura ve aşağılık
duygusuna götürmeden, kıskançlık, haset ve düşmanlığa vardırmadan, kendi
özelliklerini geliştirip, daha çok çalışarak ve Allah'a şükrederek temiz bir
gönül ve başarılı bir hayat elde etmenin yollarını anlatmalı ve öğretmelidir.
[54]
"Erkeklere kendi kazançlarından bir pay, kadınlara da kendi kazançlarından
bir pay vardır." Herkes kendi emeğine göre hakkını alacaktır. Böylece
miras hukukunda eksen değerin "emek" olduğu ortaya çıkmaktadır. Kız
çocuk ailenin servetine servet katan bir çalışma içinde olmuşsa, ona da erkek
kadar verilecektir. Ama kız evlât, evlenip emeğini orada harcadığından, babasının
servetine erkek kardeşinin daha çok emek verdiği düşünülürse, kardeşinin fazla
almasını doğal görmelidir.
Kur'an bu âyetle ailede kız olarak, ailede hanım olarak kadının çalışmasının
karşılığını eşit vermektedir. Unutulmamalıdır ki çocuğun gebelik, sütle
büyütülmesi ve yetiştirilmesinde annenin emeği büyük olduğundan Kur'an onu
başköşeye oturtmakta, çocukların daha büyük ihtimamına mazhar olmasını
sağlamaktadır.
Âyetin bu kısmında bahsedilen nasip yani "pay",
"ekonomik pay" olduğu kadar, ibadetlerden elde edilen
"sevap" da olabilir. Önemli olan haram kazançların dışında elde
edilen ekonomik değerin arkasındaki ilâhî lutfu görebilme, psikolojik, yani
manevî yapısını ona göre disipline edebilme şuurunu kazanmaktır.
[55]
İnsanları kıskanmak, onlara haset etmek yerine Allah'ın lutfunu dilemek
en doğru yoldur. Allah'ın lutfundan istemek iki yolla olur: Birisi çalışmak,
ikincisi de dua etmektir. Çalışmadan nimete kavuşacağını düşünmek Kur'an'a
ters düşmektedir, ama emek sarfettikten sonra, Allah'ın lutfundan istemek en
isabetli metottur. "Bu istemenin duası nasıl yapılacaktır" sorusuna
Bakara sûresinin 201. âyetiyle cevap verebiliriz: "Ey rabbimiz! Bize
dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." Bu sorunun başka bir
cevabı da tevekkül etmektir. Bütün imkânları üstün bir gayretle tedarik eden
insan: "Rabbimiz! Ancak sana dayandık" (Mümtehine 60/4) diyerek,
ilâhî lutfu beklemek en isabetli metot olmaktadır.
Başkasına haset etme yerine Allah'ın lutfundan istemek, rızkın kaynağında
Alah'ın olduğunu bilme olgunluğunu gösterdiği gibi, insanların birbirlerine
karşı olan psikolojik gerilimini de önler.
[56]
Bütün ekonomik nimetlerin taksimi ve doğuştan getirilen psikolojik
farklılıkların belirlenmesinin altında ilâhî bilgi yatmaktadır. Bunlara karşı
gelmek, haset etmek Allah'a ve kedere isyan etmektir. Allah'ın her şeyi iyi
bildiğinin ve güzel yaptığının bilincinde olmak hem ferdin hem de toplumun
rahatlamasını temin eder.
Âyetten çıkarılabilecek sonuç şudur: İnsanlar birbirlerinin doğuştan ve
sonradan elde ettikleri farklılıklarını kıskanma sebebi yapmamalıdırlar. İlâhî
hükümlerin ferdî farklılıklara göre verildiğine, bu hükümlerin bilgiye
dayandığına, herkese emeğine göre nimet takdir edildiğine inanmak ve bu bilinçte
olmak Allah'ın istediği bir kazanımdır. Eğitim bu bilinci ve inancı insanlara
kazandırmalıdır. Bu kazanımlar eğitimin başansını belirleyecektir. İlâhî
lütfün, çalışana, ihlâsla isteyene verileceğinin bilinmesi ve bunun hayata
geçirilmesi insan olmanın onurudur.
Bu konuda Hz. Peygamber'in şu hadisi âyetin yorumunu yapmaktadır:
"Allah'ın lutfundan isteyiniz. Allah kendisinden istenmesini sever.
İbadetlerin en üstünü, genişliğe çıkmayı gözetlemektir." Gözetlemenin anlamı
ümit içinde olup dua etmektir. Bu dua yani Allah'tan istemek, ibadet
sayılmaktadır.
[57]
33. Erkek ve kadından) hier biri için anne baba ve akrabanın kaçak)
vârisler kıldık. in bağladığı kimselere d» pazarını veriniz. Çünkü Allah her
şeyi görmektedir.
a) Bu âyetin birinci bölümünde
mevâlî kelimesine yer verilmiştir. Bu kavram "azat eden, azat edilen
köle; anlaşmalı; amcaoğlu; velî ve asabe"; mevlâ; Muhammed sûresinin 11.
âyetinde "velî" mânasına gelmektedir: "Şüphesiz ki Allah
inananların velîsidir. Kâfirlerin ise velîsi yoktur." Velî
"yardımcı" anlamına da gelirken, mevâlî kalıbından alınınca
"yakın akraba" demektedir: "Doğrusu ben, arkamdan iş başına
geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum." Hz. Zekeriyyâ bu âyette
"ya-kımn"ı, mevâlî olarak ifade etmektedir. Mevâlî kelimesi
"vâris olan en yakın kadın ve erkek" demek olup asabe denen
akrabalığı ifade eder. 32. âyetin nüzul sebebinde, kadınların -kendilerine
göre- verasette erkeklerle olan dengesizliğe itirazı üzerine, kadın ve erkeğin
kazandıklarından bir paylan olduğu söylendikten sonra, 33. ayette de anne baba
ve kadınların vâris olarak tayin edildiği ifade edilmektedir. Yüce Allah'ın
burada vurguladığı şey, erkek ve kadının sadece anne babasından değil,
derecelerine göre yakınlarından da miras payı alacağıdır. Bir kere daha kadını
mirastan mahrum etmediğini, tam tersine onu erkekle beraber vâris tayin
ettiğini vurgulamaktadır.
Âyetin bu kısmındaki ceale fiili daha önce Bakara sûresinin 30.
âyetinde geniş bir şekilde açıklanmıştı. "Yapmak, yaratmak, icat etmek, halden
hale intikal ettirmek, hüküm vermek, vermek, tayin etmek, göndermek, ifade
etmek" mânalarına gelen bu kelime, burada "tayin etmek ve
yaratmak" mânasına gelmektedir. Anne babalara veya akrabalara Allah kadın
ve erkek vârisler tayin etmiştir.
b) "Yeminlerinizin
bağladığı kimselere de paylarını veriniz." Âyetin bu kısmının Enfâl
sûresinin 75 ve Nisa sûresinin 11. âyetleriyle neshedil-diğini îbn Abbas,
Hâzin, Gazi gibi müfessirler söylemektedir. Râzî bunların iddialarını
özetleyip neshedilmediğini söyleyenlerin delillerini vermektedir. Bu konuda
Ebû Müslim İsfahânî'nin yorumunu benimsediğimizi söylemekte yarar görüyoruz.
Ona göre, "yeminlerinizin bağladığı kimseler" cümlesinden maksat
eşlerdir. Isfahânî bunu ispat etmek için Bakara sûresinin 235. âyetindeki şu
bölümü delil olarak getirmektedir: "Farz olan bekleme süresi dolmadan
nikâh bağını bağlamayınız." Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen
"akd" kelimesi, bu âyette de geçmektedir.
Nisa sûresinin 33. âyetinde geçen akd "bağlamak, güçlendirmek, sağlamlaştırmak" anlamına gelmektedir. Eymân ise "yemin" kelimesinden türemiştir. Yemin "sağ el" mânasına gelir. Akid yaparken insanlar sağ elleriyle tokalaşırlar. Bu anlamdan hareket edersek "sağ ellerinizin bağladığı kimseler" mânası verilebilir. Günümüzde buna ellerinizle imza atarak bağladığınız, yani nikahladığınız anlamı verilebilir.
Tokalaşma ile akid, yani antlaşma yapılamayacağı için, sağ elinizin
attığı imza ile yapılan akid demek daha doğru olacaktır. Eymânın
"yemin" anlamı taşıdığı çeşitli âyetlerden bilinmektedir.
"Pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayınız" (Nahl 16/91);
"Yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanızdan dolayı sizi
cezalandırır" (Mâide 5/89). Bu âyetlerdeki eymân kelimesi
"yeminler" anlamına gelmektedir.
Ebû Müslim İsfahânî'nin isabetli yorumundan hareket edersek Nisa
sûresinin 33. âyetindeki akadet eymânüküm ifadesini imza atıp nikâh akdi ile
bağlandığınız kimselere de hisselerini veriniz diye yorumlamamız gerekir.
Bunun anlamı eşlerin(birbirine vâris olması demektir. Âyetin bu kısmında yer
alan, Onlara hisselerini veriniz
emri üçüncü sahsa, yani hukukî sorumluluğu elinde bulundurana hitap etmektedir.
Miras taksimi, vârislerin keyfine bırakılmaksızın, hukuk devreye girmeli,
tartışma çıkmadan neticelendirilmelidir.
c) "Zira Allah her şeye
şahittir." Yüce Allah miras konusunu hukuka bağlayıp ardından kendisinin
şahit olduğunu da ilân etmiştir. Miras konusunda hak kavramı devreye
girdiğinden önem kazanmaktadır. Kul hakkını Allah hukuk ve kendi şehâdetiyle
koruma altına almaktadır. Bunun anlamı şudur: insanlar bazan hukuku
yanıltabilirler, ama onlar "Allah bizi gözetliyor, bize şahitlik
ediyor" diye inanıyorlarsa, daha dikkatli davranmalarına sebep olabilir.
Miras haklan taksim edelirken, vârisler ve hukukçular Allah'ı yanlarında
hissederlerse kendilerini hatadan koruyabilirler. Çünkü Allah, "Aralarında
gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü Allah'tır ve her beş kişinin
altıncısı, yine Allah'tır. İster daha az isterse daha çok olsunlar ve nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde
onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir"
(Mücâdele 58/7) buyurmaktadır.
Yüce Allah vârislerin haklarını hem hukuk hem de kendi gözeti-miyle
garanti altına alırken, dünyevî ve uhrevî boyutlarına da işaret etmektedir.
Âyetin bu kısmından çıkaracağımız başka bir sonuç da şudur: Allah miras
konusunda verdiği hükümlerin takipçisi olmaktadır. Şahitlik kelimesini
"hükümlerin tatbik edilip edilmediğini takip etmek" mânasına da
alabiliriz. Allah her şeyin takipçisidir. Bu genellemeden hareketle Allah,
insanları idare edenlere, koydukları kanunların tatbikatını takip etmelerini
önermektedir diyebiliriz. İdareciler icranın doğru yürümesi için ciddi takipte
olmalıdır. Kanunların tatbik edilmesinde gevşeklik gösterilirse siyasetin
değeri azalır; devletin duvarlarından taşlar sökülmeye başlar, haklar çiğnenir,
devlet hukuk devleti olmaktan çıkar. Allah âyetin bu kısmıyla, koyduğu
hükümlerin yakın takipçisi olduğunu vurgulamaktadır.
[58]
34. Erkekler kadınlar», Allah'ın kendilerine onlardan ilaha fazla
bağışladığı nimetler ve sahip olduklar» servetten yapabilecekleri harcamalarla
koruyup gözetirler» Dürüst ve erdemli kadınlar, gerçekten Allah' in korunmasın*
buyurdu- : ğu mahremiyeti koruyan, sadık ve itaatkâr kadınlardır.
Ser-kestiklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince, onlara önce-nasihat
ediniz, sonra-yattıkları yatakta yalnız bırakınız, yine de itaat etmezlerse
onları dövünüz. Bundan sonra itaat ederlerse onları incitmekten kaçınınız.
Allah gerçekten yücedir, büyüktür.
KurWm erkeğe kadım dövme yetkisi vererek onu ikinci sınıf bir varlık
olarak değerlendirdiği şeklinde yorumlara sebep olan bu âyet üzerinde,
geçmişte ve günümüzde çok şey söylenmiştir. Bunların temelinde bilgisizliğin
yattığına şahit oluyoruz.
Bu çeşit hataların âyette yer alan kavramlar yeterince araştırılıp mânaları
derinlemesine ortaya çıkarılmadığı için yapıldığını söyleyebiliriz. Âyetin iyi
anlaşılabilmesi için önce kavramların açıklanmasına ihtiyaç vardır:
1. Erkekler kadınları koruyup
gözetirler. Âyetin bu kısmındaki eksen kavram kavvâmdır. Bu kelime "ayak
üzerinde durmak" mânasına gelen karne fiilinden türemiştir. Kelime, iş ile
kullanılınca "düzeltmek"; hak ile beraber kullanılınca "hak
zahir olmak"; aile ile kullanılınca "ailesinin işlerini görüp
nafakasını temin etmek"; namazla kullanılınca "başlamak"; su ile
kullanılınca "donmak"; kuşla ilgili olarak kullanılınca
"ayrılmak"; vaad ile "sözünü tutmak"; kayyim kalıbından
"reis, başkan, idareci" mânalarına gelmektedir. Kavm kalıbı da
"topluluk" demektir. Kayyıme de "tam, doğru" anlamını ifade
etmektedir.
Nisa sûresinin 34. âyetinde de "işi tam anlamıyla yapan, kadın işlerini
hakkıyla yerine getiren; onu korumada itina gösteren" anlamına
gelmektedir. Buradaki kavvâm kalıbına kayyım, yani "idareci, başkan, reis"
mânasını da vermek mümkündür. Bu mânayı şöyle ispat edebiliriz: Hz. Peygamber,
"Üç kişi yola çıktığı zaman birini lider yapsınlar" buyurmuştur.
Yolculuk yapan iki kişiden biri lider alacağına göre, hayat yolculuğuna çıkan
eşlerden biri doğal olarak lider olmalıdır. Yüce Allah bu liderin seçimle
değil atama ile olacağını söyleyerek erkeği ailenin ya da evlilik yolculuğunun
lideri olarak tayin etmiştir.
Bu reislik erkeği kadına baskı yapmak, onu ezmek, ona zulmetmek hakkını
tanımaz; çünkü reis kavminin hizmetçisidir. Reis kadının problemlerini
çözecek, ailenin işlerini görecek ve bu konularda sorumluluk yüklenecektir.
Bakara sûresinin 228. âyetinde boşanma hukukunda erkekle kadının haklarının
eşit olduğu beyan edilirken Ancak erkekler kadınlar üzerinde öncelik
sahibidirler ifadesine yer verilmektedir. Reis olma sebebiyle bir önceliğinin
olması doğaldır. Haklar eşit olmasına rağmen kadın öncelikle erkeğin haklarını
yerine getirecek, ardından erkek de kadının haklarını yerine getirecektir.
2. Erkek neden ailenin
reisidir? Bu sorunun cevabını âyetin devamından alıp verebiliriz. Yüce Allah
erkeğin reisliğini iki sebebe dayandırmaktadır:
a) "Allah onların bir
kısmım diğerlerinden üstün kılması sebebiyle..." Bilindiği gibi Allah
bazı erkekleri, diğer erkeklerden hem biyolojik hem de psikolojik kabiliyet ve
yetenek bakımından üstün kılmıştır. Aynı şekilde bazı erkekleri bazı
kadınlardan biyolojik ve bazı psikolojik güçler bakımından üstün kılmıştır. Bu
durum yaratılış kanunu olduğundan erkeğin reis olmasında bir öncelik temin
etmektedir.
Sonradan elde edilen özelliklerden dolayı kadın erkekten üstün ise,
kadının reis olmasında bir sakınca yoktur. Meselâ üniversite mezunu bir kız
ilkokul mezunu bir erkekle evlendirilmemelidir. Çünkü tahsil bakımından denk
değillerdir. Böyle bir evliliğin var olduğunu düşünelim, ailenin reisinin
kadın olması doğaldır. Aslında böyle bir evlilik olamaz, ama olduğunda beyin
gücü bakımından kadının üstünlüğü lider olmasını sağlayacaktır. İşte
erkeklerin beden gücü ve bazı psikolojik özellikler yönünden kadından üstün
olması, onun reis olmasını temin eden önemli bir sebep olmaktadır.
b) "Ve mallarından
harcama yaptıklarından dolayı..." Bu defa da Allah reisliğin sebebini
ekonomik temel üzerine dayandırmaktadır. Ailenin geçimini, yani kadının
geçimini temin eden erkek olunca reislik ona verilmektedir. Ekonomisi güçlü
olan devletler diğer devletlere üstünlük arze-derler, onların ekonomisini,
siyasetini ve diğer önemli meselelerini etkilerler ve onların reisi durumuna
geçerler. Ailenin geçimini Allah erkeğe verdiğine, o da bunu yerine getirdiğine
göre reislik onda olacaktır.
Sosyal hayatın gerçeklerinden hareket edersek, ailenin geçimini temin edecek ekonomik değere sahip olmayan bir erkek, çok zengin bir hanımla evlenirse, ister istemez o kadının reisliğini kabul edecektir. Bunu kabullenmemesi aile hayatının yürümemesi anlamına gelir. Bu ve benzeri noktalardan hareketle diyebiliriz ki, ailenin geçimini temin eden, reis olur. Ekonomik güç kimde ise reislik denen siyasî güç de ondadır. Bu da bir doğa kanunudur.
Netice olarak biyolojik, psikolojik ve ekonomik güç ve üstünlük sebebiyle
Allah hayat yolculuğuna çıkan eşlerden erkeği reis olarak tayin etmektedir.
Yuvayı dişi kuş yapar, yani aileyi kadın ayakta tutar, ama korunması ve
beslenmesini erkek temin edeceği için reislik ona verilmektedir. Çünkü kadın,
çocuk doğurmak ve onu büyütmek gibi dünyanın en kutsal görevini yerine
getirecektir. Bunları yaparken ailenin siyasî ve ticarî yönüyle ilgilenmesi
zordur.
Erkek, peygamber de olsa bir kadın tarafından dünyaya getirilir.
Annelerin ayağının altına cenneti koyan bir din kadınla erkek arasına kast
sistemi gibi bir üstünlük asla düşünmez.
3.
Allah kadınları iki kısma
ayırmaktadır:
a) Erdemli Kadınlar. Toplum hayatında kadınların
aynı derecede erdeme sahip olmadıklarını, karakter ve yetişmişlik yönünden
aile hayatında farklı davranacaklarını dikkate alan Allah, onların erdemli
olanlarının özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Salih kadınlar. Salih
"erdemli, iyi" anlamına gelir. İyi kadının birinci vasfı itaatkâr
olmasıdır. İtaatin iki anlamı vardır, birisi Allah'a, ikincisi de kocasına
itaat etmesidir. Kanitat kelimesi kunuttan gelmektedir. "Devamlı şekilde
itaat etmek" anlamına gelen bu kelime, erdemli olmanın ilk basamağını
teşkil etmektedir.
"Kadın ilk önce kime itaat edecektir" sorusunun cevabını
Ahzâb sûresinin 31. Âyeti ile verebiliriz Sizden kim Allah ve Resulü'ne itaat
ederse... Demek ki kadın öncelikle Allah'a ve Peygambe-ri'ne itaat edecektir.
İtaat kelimesini değil de, kanitat kelimesinin kullanılması, itaatin
devamlılığım ve içtenlikle yapılmasını işaret etmektedir. İtaatin ikinci
sırasında devlet (Nisa 4/59); dördüncü sırasında da koca gelmektedir (Nisa
4/34). İçtenlikle Allah'a, Peygamber'e, devlete ve kocasına itaat eden kadın,
dünyalara bedel erdemli bir kadındır. 2. Allah'ın kendilerini korumasına
karşılık gizliyi koruyandırlar. Bunun anlamı kocaları olmadığında, namuslarını
korumalarıdır. Çünkü Allah iffetin korunmasını istemektedir. Erdemli kadın
sadece kocası yanında olduğu zamanlarda değil, kocası olmadığı anlarda da
namusunu koruyan kadındır.
Kadın, kocası olmadığı zamanlarda sadece namusunu değil malını da
koruyacaktır. Hz. Peygamber bu iki özelliği şu hadisiyle açıklamaktadır:
"Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığında seni mesrur eden, emrettiğinde
sana itaat eden, yanında bulunmadığın zaman, malını ve namusunu
koruyandır."
Namusunu korumayı, Allah emretti diye korumak ve bu konuda kocasının
yanında olmasıyla olmamasının farketmemesi, erdemi doruk noktasına
çıkarmaktadır. Bu açıdan bakınca namuslu kalmak, kadın ve erkeğin hayatına
denk bir önem taşımaktadır diyebiliriz. 3. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette
geçmeyen, fakat başka âyetlerde yer alan özellikler de şunlardır:
"Müslüman, inanan, itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç
tutan..." (Tahrîm 66/5).
b) Serkeş Kadınlar. Yüce Allah, âyetin üçüncü
bölümünde: Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince ifadesine yer
vermektedir. Buradaki nüşûz kelimesi "düşmanlık, husumet, kin, çatışma,
tabiat zıtlığı, nefret, ahenksizlik, ihtilâf, kavga, cinsel görevlerini yerine
getirmeme, karşı gelme, serkeşlik etme, kocanın hanımına merhametsizce
davranması" mânalanna gelmektedir. Korkmak kelimesi de "bilmek,
zannetmek" anlamına alınmalıdır. Aslında bu kavram iyiden kötüye dönüşü
ifade etmektedir. İlk önceleri kocasıyla geçinen, onun bir dediğini iki
etmeyen, saygılı davranan, güler yüzlü olan kadının zamanla bunların tersini
yapmaya başlamasına nüşûz denmektedir. İşte bu durumlarda, kadının baş
kaldırdığından endişe ediliyorsa ne yapılacağına âyetin devamı ışık
tutmaktadır.
1. Onlara öğüt veriniz. Bu
âyete göre serkeşlik etmesinden endişe edilen kadına uygulanacak ilk metot onu
öğütle doğru yola getirmeye çalışmaktır. Anlayışlı olan kadın, bu öğütle
kendisine çekidüzen verir, davranışlarını gözden geçirip otokritik yapabilir.
2. Sözle yapılan uyarı ve
verilen öğüt yeterli olmadığı zamanlarda denenecek ikinci metot kadını
yatağında yalnız bırıkmaktır. Erkeğin hanımını yatağında yalnız bırakması çok
ağır bir davranış veya ceza şeklidir. Kocasını seven kadına bu davranış çok
ağır ve güç gelmelidir. Kadının serkeşliği, kocasından soğuması veya ona kin
beslemesinden kaynaklanıyorsa, yatağında yalnız bırakılmayı fırsat bilerek işi
daha da ileri götürecektir. Kadın serkeşliğinde devam eder ve daha da ileri
götürürse, o zaman başka bir metot denenecektir.
3. Onları kovunuz. Âyette
geçen emir, vadnbûhünnedir. Bunun "onları dövünüz" şeklinde tercüme
edilmesi durumunda, "Kur'an'-da kadının dövülmesi emrediliyor"
denilerek İslâm'a karşı saldıranlar olmuş ve olmaktadır. Bu emrin dövmek
mânasına gelip gelmediğini anlayabilmek için darabe fiilinin ne mânaya
geldiğine bakmak gerekir: "Vurmak, çarpmak, atmak, ateşe vermek, buğdayı
başağından ayırmak, bombardıman etmek, müzik aleti çalmak, müzik yapmak,
yazmak, akrebin sokması, incitip harekete geçirmek, ayırmak, ayrılmak, zorla
kabul ettirmek, kovmak, defetmek, bırakmak, terketmek, vazgeçmek, iptal etmek,
kaçınmak, hareket etmek, sefere çıkmak" mânalarına gelmektedir.
Öğütten, yatağında yalnız bırakılmaktan anlamayan kadınlara uygulanacak
son metot acaba dövmek midir? Bu kelimenin "kovmak, terketmek"
mânaları uygulanamaz mı? "Onları kovunuz" şeklindeki mâna psikolojik
olarak daha etkili değil midir? Dikkat edilirse Hz. Peygamber kadınların
dövülmesini tasvip etmemiştir. 4. "Ve bundan sonra itaat ederlerse onları
incitmekten kaçınınız. Allah gerçekten yücedir, büyüktür."
Âyetin bu kısmında yer alan "itaat ederlerse" ifadesinden,
nüşûzün, itaatsizlik olduğunu çıkarabiliriz. Çeşitli yollarla kadının itaati
temin edildiğinde başka yol aramanın, onları incitmenin yasaklanması, nüşûz
yapmayan kadınların incitilmemesine işarettir. Kocasına itaat eden kadın
in-citilmemelidir. Bu hüküm Allah tarafından konmuştur. Kadınlarına kibar
davranan, onları incitmeyen erkeklerle, erdemli itaatkâr ve namuslu kadınlar
yücelirler, toplumu da yüceltirler. Yücelik ve büyüklük ahlâkî erdemlerde ve bunları
ailede yaşamaktadır. Reisliği hizmete dönüştüren ve bu erdemli davranışı
gösterip görevim yerine getiren eşler yüce ruhlu insanlardır.
Müslüman olsun olmasın iyi terbiye almış erkekle kızın birlikte kuracakları
ailede baskının, zulmün, baş kaldırmanın, itaatsizliğin, dövmenin yeri yoktur.
Nisa sûresinin 34. âyetinde çarpık aile ilişkilerinin çareleri ele
alınmaktadır. Ne yazık ki işi bu seviyeye getiren pek çok kültürsüz,
mâneviyatsız ve gönülsüz aileler vardır. Yüce Allah, aile ilişkilerinde en ince
ilişkilere kadar girmekte, her ihtimali göz önüne almakta ve muhtemel
bozuşmaların çarelerini bildirmektedir. Unutulmamalıdır ki Allah ailenin
yıkılmamasını ana amaç olarak belirlemektedir.
[59]
35. Eger karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsamz, erkeğin
ailesinden bir hakem ve kadinfa ailesinden
bir hakem gönderiniz. Bunlar barışmak isterlerse, Allah aralarını
bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen; her şeyden haberdar olandır.
Bu âyeti bir önceki âyetin devamı olarak ele almak gerekiyor. Serkeşliği
zannedilen veya bilinen bir kadına uygulanacak metotlar sayılmıştı: "Öğüt
vermek, yatağında yalnız bırakmak ve kovmak". Bunların herhangi birini
uygulamakla kadın itaat çizgisine gelirse, ona başka bir yol aramanın
lüzumsuzluğu hükme bağlanmıştı. Bu âyette itaat etmeyen kadının işi ayrılığa
götürebileceği meselesinin ne olacağı ele alınmaktadır.
a) Ayette yer alan ve in
hıftüm ifadesinde yer alan, "kor-karsamz" kelimesine
"bilirseniz" anlamını Râzî vermektedir. Râzî'nin nakline göre, Zeccâc
da "anlarsanız" mânasını vermektedir. İbn Abbas ve Hâzin de
"bilirseniz" anlamına geldiğini söylemektedirler. "Bilirseniz,
anlarsanız, endişe ederseniz" hitabı kimedir? Hitap çoğul olduğuna göre
topluma yani eşlerin sosyal çevrelerinedir.
Serkeşlik yaptığı anlaşılan kadına kocasının uygulayacağı metotlardan
anladık ki, sorunun aile içinde çözülmesini Allah öngörmektedir. Metotlardan
"öğüt ve yatağında yalnız bırakma" gibi yaptırımlar işe yaramayınca
koca onu kovacaktır. Kovma olayı, problemi sosyal çevreye, yani topluma
sıçratmış olacaktır. "Çık bu evden, babanın evine git" deyip de kadın
yakınlarının evine gidince, aile meselesi topluma mal olacaktır. Buradan
anlıyoruz ki 34. âyetteki darabe fiili "dövmek"ten ziyade
"kovmak" mânasına alınmalıdır. İşte o zaman, sosyal çevre karı-koca
arasındaki problemi bilmiş olacağından Allah, er bilirseniz ifadesiyle, onların
sosyal çevresine hitap etmiş olmaktadır.
"Karı-kocanını aralarının açılmasını bilirseniz", yani
anlarsanız, farkına varırsanız nelerin yapılacağını âyetin devamı
göstermektedir: "Erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir
hakem gönderiniz." Allah topluma sıçrayan bu meseleyi, yine toplumun
çözmesini istemektedir. Bu bir bakıma vücuttaki yaranın kendi kendini
dağlamasını andırmaktadır. Âyetteki l^sffeb'asû emri "oluşturunuz,
gönderiniz, çıkarınız" mânalarına gelmektedir. Toplum, karı-kocanın aile
çevrelerinden birer hakem seçip eşlere gönderecektir.
Âyetin devamına göre bu faaliyetin ana amacı, eşler arasında meydana
gelen çatlamayı barışla neticelendirmektir. İşi boşanmaya vardırmadan barışla
çözmektir. Onun içindir ki âyetin devamı şöyle gelmektedir:
"Bunlar banşmak isterlerse, Allah onların aralarını bulur."
Âyette barışmak isteğinin karı-koca tarafından ortaya konması istenmektedir.
Eğer ka-rı-koca barıştan yana ise devreye yüce Allah girerek aralarını
bulacağına garanti vermektedir. Demek ki barış isteyen eşlerin gönüllerini
Allah kaynaştırmakta ve onların bir araya gelmesini temin etmektedir. İki
hakem eşlerin arasını dışarıdan bulmaya çalışırken, Allah müdahalesini gönülden
yapmaktadır. Yalnız bu müdahalesini yaparken eşlerin iradesinin barıştan yana
olmasını şart koşmaktadır.
Yüce Allah eşlerin barıştan yana iradelerini değerlendirip aralarını
bulacağına göre, kendi iradesinin de onların bir araya gelmeleri yönünde
olduğunu da beyan etmektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Allah'ın
tavrı ailenin yıkılmasından yana değil devamından yanadır. Çünkü Allah eşlerin
arasında cereyan eden olayı başından beri takip etmekteydi. Eşlerin gönlünde
barış kıvılcımları belirince yardımını devreye sokarak onların arasını
kaynaştıracaktır.
b) Âyet modern hukuk açısından
ele alındığında, boşanma hukuku alanında mahkemenin nasıl cereyan edeceği
usulünün ortaya konmakta olduğu anlaşılacaktır. Ayete bu noktadan yaklaşınca
eğer bilirseniz, yani "anlarsanız, farkına varırsanız" ifadesinin
hâkimlere ait olduğu ortaya çıkar. O zaman hitabın topluma değil, objektif
hukukun uygulayıcıları olan hâkimlere olduğu kaçınılmaz olur. Demek ki koca
serkeşlik yapan hanımına kovmaya kadar varan metotların işe yaramadığını anlayınca,
mahkemeye müracaat edecektir. Çünkü eşini şart ederek boşama imkânına sahip
değildir.
Ailede çıkan bu geçimsizliğin eşlerin ayrılış noktasına vardığını anlayan
hâkim, boşamaya karar vermeden önce erkek tarafından bir heyet; kadın
tarafından da bir heyet oluşturacaktır. Bu sefer bir hakem değil bir heyet
teşkil ettirerek, bu heyetlerin kan-kocanın arasını bulmalarını isteyecektir.
Heyetler görevlerini yaparken, Allah eşlerin gönüllerinde teşekkül edecek olan
iradenin yönüne bakarak kendi müdahalesini gerçekleştirecektir. Ama ilâhî
müdahale barış isteğinden yana olacağından aralarını kaynaştıracaktır. Demek ki
Allah'ın lutfu barıştan yanadır. Ailenin yıkılması başarı değildir, başarı
barışı gerçekleştirmektir. Eğer koca, "üçten dokuza şartım olsun"
deyip karısını boşayabilseydi, Allah buradaki mahkemeyi kurar mıydı? Demek ki
şart ederek kadını boşamanın Kur'ânî kaynağı yoktur.
Aile hayatında ve ailenin yıkılmasında, boşanma hukukunda hâkim ve
heyetlerin yanlış bir iş yapmasını önlemek için Allah, bütün olanları bildiği
ve onlardan haberdar olduğunu gündeme getirmektedir. Alîm ve habîr sıfatları
hem aile içinde hem de mahkemede iyiye giden oluşumlarla, hem de kötüye giden
oluşumlarla alâkalı olarak âyetin sonunda yer almaktadır.
Kocanın hanımını serkeşlikten uzaklaştırmak için metotları uygularken,
mahkemede hâkim ve heyetlerin boşanma olayını takip ederken, yani boşanma
hukukunu uygularken Allah'ın bu sıfatlarını akıllarından çıkarmamalarını
öngördüğü burada yer almaktadır. İnanan kişiler, hanımlarına karşı
davranışlarında, hâkim ve heyetler davalarında Allah'ın müda-hil olduğunun
bilincinde ve inancında olmalıdırlar.
Nisa sûresinin 34 ve 35. âyetlerini bir arada ele alırsak şu genellemeye
varmak mümkündür: Yüce Allah 34. âyette aile yönetimini ele alırken beyin,
biyolojik değer üretme gibi önemli kriterleri gündeme taşımaktadır. Kadın için
iyi, itaatkâr ve iffetli olma değerlerini öngörerek onun erdemli olmasına
dikkat çekmektedir.
Salih olma, itaatkârlık ve iffetlilik aile hayatının alt yapısını
teşkil ederken, erkeğin reisliği de üst yapıyı oluşturmaktadır. Demek ki
iyilik, saygınlık ve iffet aile hayatının olmazsa olmazını teşkil eder.
Reislik, iyilik saygınlık ve iffet değerleri birbirinden ayrılmaya, çözülmeye,
ihmal edilmeye başlayınca ailenin içine bomba düşmüş veya büyük bir deprem
çıkmış gibi olduğundan Allah şakka "yarıldı" fiiline yer vermektedir.
İşte kadının nüşûzü yani serkeşliği, âdeta aile hayatında yaşanan depremin öncü
sarsıntısını teşkil etmektedir. Kadının erdeminde meydana gelen erozyon
hukukun müdahalesini çağırmaktadır. Demek ki insanın olduğu yerde böyle
oluşumların meydana gelmesi normaldir. Önemli olan hukukun müdahalesi ve bu
müdahalesinde objektif davranmasıdır.
Müdahale sadece hukuk tarafından olmuyor, aynı zamanda Allah da
müdahale etmektedir. Hukuk olayın zahiriyle ilgilenirken, Allah işin gönül
yani içsel boyutunu ele almakta ve barıştan yana tavrını koymaktadır.
Hukuk delille konuşurken onun üzerinde hüküm verirken; Allah kulun
iradesinin tecellisine göre lutfunu vermektedir. Böylece Allah boşanma olayını
mahkemeye havale ederken, kocaya boşanma davası açma yetkisi tanıyarak objektif
hukuku devreye sokmakta, o günün Arabistan toplumunun ilkel bir anlayıştan
hukuk toplumu anlayışına geçmesine zemin hazırlamaktadır.
Bir boşanma mahkemesinde hâkimin, heyetlerin ve tarafların yer aldığını
bu âyetlerden öğreniyoruz. Çünkü mahkemenin seyri ailenin yıkılmasına doğru
cereyan ederse müdahil olarak Allah devreye girecektir. Zira olayı en iyi bilen
ve ondan en iyi haberdar olan O'dur. Hukuk dışarıdan, Allah içeriden
müdahalesini yaparak ailenin devamına taze kan katmaktadırlar. Öyle anlıyoruz
ki her şey gönülde başlıyor ve yine gönülde bitiyor.
[60]
36. Allah'a, ibadet ediniz ve Q'na.hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana
babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın
arkadaşa.'yoltfakalmışa, ellerinizin aftıtida bulunanlara -iyilik yapınız.
Doğrusu Allah böbürlenerek küstahça davrananları sevmez.
Yüce Allah burada iki emir vermekte ve bunlarla iki çeşit görev istemektedir:
1. Allah'a kulluk etmek ve
o'na şirk koşmamak.
a) Allah'a kulluk etmenin ne
anlama geldiği Bakara sûresinin 21. âyetinde açıklanmıştı. "Boyun eğmek,
itaat etmek, bilmek ve tanımak" mânalarına gelen abede kelimesi beyin,
gönül ve organların birlikte faaliyetini içine almaktadır. Âyetin bu bölümünde
birinci emir olumludur. Buradaki ana mânası "Allah'ı birlemektir."
Çünkü, hemen ardında şirk koşmama emri yer almaktadır. Bu sebeple abede
kavramına "Allah'ı birleyiniz, O'na hiçbir şeyi eş koşmayınız"
mânasını vermek daha doğru olacaktır. Şirkin kirliliğini ortadan kaldırmak
için, tevhid ağacını dikmek gerekiyor. Gönlünde tevhid inancı olmayana,
Allah'a şirk koşmama konusunda emir vererek netice alınamayacağına dikkat
çekiliyor. Çünkü Allah'ı birlemek, beyni, gönlü ve bütün davranışları O'na
yönlendirmek demektir.
b) Birinci kısmın ikinci emri
olumsuzdur, O'na hiçbir şeyi eş koşmayınız. Aslında buradaki şey'en
kelimesme"Muhammed Esed gibi, "asla" mânasını vermek gerekiyor.
O zaman mâna, "O'na asla eş koşmayınız" şeklini alacaktır. Bu emrin
âyette yer almasından hareket ederek diyebiliriz ki, tevhid inancına sahip olan
insanların da şirke düşme ihtimali vardır. Bu ihtimal olmasaydı tevhid
emrinden sonra şirk yasağı gelmezdi.
Bir taraftan Allah'ın birliğine inanıp O'na kulluk eden insanlar farkında olmadan başka tanrılara tapınabilirler. Gizli şirk diyebileceğimiz bu tapınma şekli, o insanın tevhid inancının yanında bir mantar gibi hayatını devam ettirebilir. Meselâ yardımın sadece Allah'tan beklenmesi, O'na dua edilmesi esasına rağmen insanlar ölü türbelerine giderek onlardan yardım beklemekte, onları araya koyarak dua etmektedirler. Aslında bu durumdaki insanlar tevhid inancına sahip olduklarını iddia etmektedirler ama şirke saptıklarının farkında değillerdir. Âyette Allah'ın birliği ifade edildikten sonra, O'na şirk koşulmamasmın emredilmesinin sebebi bundan kaynaklanmaktadır. Tevhid inancım tamamlayan, şirk koşmama olayıdır. Bu iki emir, birbirinin tersi hükümleri içermektedir. Biri varsa diğeri yok demektir.
2. İyilik yapılacak kişiler. Âyetin ikinci bölümünde
Yüce Allah ih-san dediği iyiliğin toplumda kimlere yapılacağını açıklamaktadır.
a) Ana baba. iyiliğin yapılması
gerekenlerin başında ana babalar gelmektedir. Ana babaya nasıl iyilik
yapılacağı Bakara sûresinin 83. âyetinde detaylı bir şekilde açıklanmıştı.
4 /Nisa sûresi 131
b) Akraba. Akrabaya iyilik ve yardım
konusu da Bakara sûresinin 83 ve 177. âyetlerinde ele alınmıştı. Akrabalara
yardım etmek onların hakkıdır. (İsrâ 17/26). Akrabalara yardım etmek akrabalık
bağlarını kuvvetlendirecektir (Muhammed/47/22). Nisa sûresinin 1. âyetinde
akrabalık haklarına riayetsizlik etmekten sakınılması emredildiğine göre,
buradaki emri oraya bağlamak mümkündür.
c) Yetimler. Akrabadan sonra
"Yetimlere iyilik ediniz" emrini veren Allah'ın bu hükmü Tevrat'ta da
verdiğine şahit oluyoruz. Yetimlere iyiliğin ekonomik açıdan, yetiştirilme
bakımından ve adalet yönünden yapılacağını muhtelif âyetler vurgulamaktadır.
Bu âyetler için Bakara sûresinin 83. âyetinin tefsirine bakılabilir.
d) Yoksullar. Âyette yer alan miskin
kelimesi, fakirliğin kendisinde yerleştiği, bir daha ekonomik durumunu
düzeltmesi mümkün olmayan, Beled sûresinin 16. âyetinin tanımladığı
"toprakta sürünen yoksul" anlamına gelmektedir. Bunun açıklaması da
yine Bakara sûresinin 83. âyetinde yapılmıştı.
e) Yakın ve uzak komşu. Âyetteki bu emir,
"komşu hakkı" kavramını gündeme getirmektedir. Yakın ve uzak komşuya
iyilik çeşitli şekillerde yapılabilir. Ekonomik yardım alabileceği gibi, iyi ve
kötü günlerinde destek vermek; mutluluklarını ve acılarını paylaşmak, sıla-i
rahim yapmak gibi eylemler de iyilik kavramının içine girmektedir. "Yakın
ve uzak komşu" kavramına, "milletlerarası" mâna yüklediğimizde,
komşu devletlere de çeşitli açılardan iyilik yapılabilir. Deprem, sel gibi
felâketlerde, salgın hastalıklarda, kıtlık anlannda komşu ülkelere yardımda
bulunmak bu kavramın kapsamına girebilir. Siyasî açıdan, dost olan yakın ve
uzak komşu devletlere destek çıkmak, milletlerarası ilişkilerde onları yalnız
bırakmamak, herkese ihtiyacına göre yardım etmek de yine bu kelimenin anlamı
içinde yer almaktadır.
f) Yolcu. "Yolda kalmış" ifadesi Bakara sûresinin
177. âyetinde açıklanmıştı. Yolda kalan insan olabileceği gibi, yarım kalmış
bir proje de olabilir. Yolda kalana, yolcuya ekonomik yardımda bulunulabilir,
misafir de edilebilir. Yarım kalmış bir sağlık, eğitim ve bilimsel araştırma
projesine yardım da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu tip projelerin, sadece
aynı toplum içinde olması da şart değildir; dünyanın neresinde olursa olsun
insanlığın hayrına olacak bu tür faaliyetleri desteklemek, insanlığa iyilik
etmektir.
g) Ellerinizin altında
bulunanlar.
Daha önceki âlimler bulunduktan sosyal şartlara göre, buna köle ve cariyeler
mânasını vermişlerdir. Elinin altında olana, köle ve câriye mânası vermek doğru
ama yeterli değildir. Bugün artık köle ve cariye uygulaması olmamasına
karşılık, meselâ işçiler işverenin elinin altında bulunmaktadır. Dolayısıyla
işverenin, işçilerinin dertleriyle ilgilenmesi bu kavramın kapsamına
girmektedir.
Savaşlarda kaybedenler, galip gelenlerin elinin altında olma statüsünde sayılır. Mağlûbiyet onları büyük ihtiyacın içine soktuğundan onlara da iyilik etmek gerekiyor. Ferdi mânada köle sahibi olan insanların onlara ak. Köktvm geçimim temm etmekten ziyade ona Bunu milletlerarası ilişkilerde savaş durumunda uygularsak, mağlûp tarafın esirlerini serbest bırakmak, yenilen devletleri ekonomik ve siyasî bakımdan ezip sömürmemek, bağımsızlığını elde etmelerinde onlara fırsat tanımak, en büyük iyilikler arasında yer alacaktır.
Yüce Allah, müslümamn tevhid inancı ve şirkten uzak kalmasından sonra,
kimlere iyilik yapacağını sıralamakla onun ufkunu açmakta, başkalarının
dertleriyle dertlenmesine ve fedakârlık yapmasına fırsat tanımaktadır. Erdemli
müslüman, kendisinin dışındeki insanların problemlerini, ihtiyaçlarını
görebilen insandır. Ana babasından başlayarak uzak yakın herkesin derdini dert
edinecek geniş gönüle sahip insandır.
3- Allah kendini beğenen ve
daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.
Yüce Allah âyetin son kısmı ile, insanın gönlünü
daraltıp başkalarının problemlerini, ihtiyaçlarını ve dertlerini görmekten
alıkoyan ve ona fedakârlık yaptırmayan psikolojik sebebi muhtâl kavramıyla
ifade etmektedir.
İbn Abbas muhtal kelimesinin "hiç kimsenin hakkını vermeyen ve kendisini
beğenen" mânasına geldiğini söylemektedir. Zeccâc'a göre muhtal,
"fakir olan yakın akrabalarına burun bükerek onlara kötü davranmayı,
yoksul olan komşularına tenezzül etmeyip onlara iyi davranmamayı" ifade
etmektedir. Aslında muhtal kelimesi ihtiyalden türemiştir. Hayl kelimesi
"at" mânasına gelmektedir. Atın yürüyüşünde âdeta bir gurur ve kibir
olduğundan bu ismi almıştır. İnsanın "gururlu ve kibirli gezme"sine
de ih-tiyal denmektedir. Hayal ve tahayyül de bir şeyin zihinde gezip dolaşmasından
dolayı bu ismi almaktadır. Bu kelime Tâhâ sûresinin 66. ayetinde fiil kalıbında
"gibi görünmek", "hayal ettirmek" mânasında yer almıştır.
Kendisinin yüksek yerlerde olduğunu hayal edip büyük gibi gören ve bu
sebeple etrafındaki insanların dertleriyle ilgilenmeyen, ana babasına iyilik
yapmayan at gibi geçip giden insanın durumunu, yani psikolojisinin meydana
getirdiği davranışı ifade etmektedir. Bu psikoloji onun iyilik yapmasını
engellemektedir. Böylece Allah, davranıştan sebebe gitmek suretiyle sebep-sonuç
ilişkisini kurmaktadır.
Âyetteki fahr kelimesi Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı
"başkalarına karşı övünen" anlamına gelir. Kibir ve böbürlenme Allah'ın
sevgisini kaybeden iki duygu ve davranıştır. Bunların olduğu yerde Allah
sevgisi olmadığı gibi insanların sevgisi de olmaz.
Kibir ve böbürlenme sevginin en azılı düşmanlarıdır. İnanç ve iyilik
yapma bakımından insanda problem yaratmaktadır. Allah'a kulluğu engelleyen,
şirk koşmaya sebep olan, yardıma, fedakârlığa mani olan bu duygular, Allah'la
kul, insanla insan arasında da ciddi sorunlar meydana getirir.
[61]
37. Bunlar, cimrilik eden ve insanlara cimriliği emreden, Allah'ın
kendilerine Iutfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, kâfirler için
alçaltıcı bir azap hazırladık.
Yüce Allah muhtâl ve fehûr kavramlarıyla ifade ettiği kibirli insanların
bir taraftan tanımlarım vermekte, diğer taraftan da davranışlarını
anlatmaktadır. Allah'ın sevmediği, kibirli insanların kimler olduğunu âyet
şöyle açıklamaktadır:
a) Onlar cimrilik ederler. Cimrilik insanın doğuştan
gelen bir eğilimdir. BÛ özelliğin tezahürü, yani ortaya çıkması mal yığmaktır.
"De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır
korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek cimridir" (İsrâ 17/100);
"Bir de mal biriktirip, yığanı" (Meâric 70/18); "Bir de altını
ve gümüşü biriktirerek saklayıp Allah yolunda harcamayan kimseler" (Tevbe
9/34). Buhl kelimesi "iyi davranmamak, yapması gereken şeyi yapmamak"
anlamına gelmektedir. Cimri insanlar, bu özelliklerini eylem haline
getirdiklerinde, harcaması gerekenlere harcama yapmaz, kimsenin elinden tutmaz,
çevresine faydalı olmazlar. Çünkü bunlar insan sevgisinden yoksundurlar. Bu
sebeple de Allah onları sevmemektedir.
b) İnsanlara cimriliği
emrederler.
Bu insanların cimriliği kendilerinde kalmamakta, onu başkalarına da
bulaştırmak istemektedirler. Ana babasına ve çevresindeki diğer insanlara
yardım etmekten kaçman bu insanlar, manevî bir hastalık olan cimriliği diğer
insanlara da bulaştırma gayreti içinde olurlar.
c) Allah'ın kendi
hazinesinden onlara verdiklerini gizlerler. Meâric sûresinin 18. âyetinde geçen,
"Bir de mal biriktirip yığanı" ifadesi bu insanların durumunu ne
güzel anlatmaktadır. Mallarını biriktirip yığarken kimsenin görmemesi için de
gizlerler. Allah'ın verdiğini gizleyen bu insanlar cimriliği nankörlük
seviyesine taşımaktadırlar. Zaten nankörlüğün anlamı yapılan iyiliği
örtmektir. Allah'ın verdiği nimeti örtmekle eş anlamlıdır.
Allah'tan gelen nimeti ya da Allah'ın verdiği nimeti kullardan gizlemek
nimete nankörlük etmektir. Cimrilik etmek, cimriliği insanlara bulaştırmak ve
Allah'ın kendi hazinesinden verdiğini gizlemek kibirlenen insanların eylemleri
arasında yer alır. Bu eylemler onların ayrılmaz özellikleridir. Daha önceki
âyette Allah onlardan sevgisini esirgediğini belirtmişti. Ama onlar kibir ve
böbürlenme duygularını eyleme dönüştürünce, bu sefer "Onlar için alçaltıcı
bir azap hazırladığını bildirmektedir.
Tevbe sûresinin 34. âyetinde altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar anlatılırken nasıl cezalandırılacakları da 35. âyette anlatılır: "(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınlan, yanlan ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri tadınız." İşte alçaltıcı azabın ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği bu âyetle anlatılmaktadır. İnsanlığın uğruna harcanmayan, insanlığın istifadesine sunulmayan fazlalık ekonomik değer, zamanla azaba dönüşmekte, ateş olup insanı dağlamaktadır. Malıyla gururlanmak, böbürlenmek ve cimrilik edip Allah'ın nimetini gizlemek mahşerde azaba dönüşecektir.
Nisa sûresinin 36-37. ayetleri İslâm'ın sosyal bir din olduğunu, tevhid
inancından sonra, yakın sosyal çevreden uzak çevreye uzanan ve çeşitli
şekillerde ihtiyaç içine düşen insanlan iyilikle kucaklamanın erdemini öne
çıkanp bütün insanlığa öğretmektedir. Ana babanın, akrabanın, yetimin,
yoksulun, yakın ve uzak komşunun, yolda kalmışın ve eli altındakilerin
iniltisini duymak, onların yardımına koşmak, ellerinden tutup kaldırmak, asil
bir ibadet olmaktadır. Bu ameller, toplum ortamını cehennem olmaktan
kurtaracak erdemli hareketlerdir.
[62]
38. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mal-. , lannı insanlara gösteriş için infak edenler
de (âhirette azaba duçar olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa ne kötü
bir arkadaştır o!
ellezîne ism-i mevsûlünün bir önceki âyette ge-çen j'A\ ellezîneye
bağlanabileceği gibi, 37. âyetin sonunda geçen kâfirlere de atfedilebileceğini
söylemektedir. Aslında 37. âyetin sonundaki kâfirler de, aynı âyetin başında
geçen ve 36. âyetin sonundaki kibirlenen ve böbürlenenlere uzanmaktadır. Demek
ki Allah, sevmediği ve alçaltıcı azabı hazırladığı insanlann başka bir özelliğini
de bu âyette açıklamaktadır. Âyetten anladığımıza göre gösteriş infakçılarımn
özellikleri şunlardır :
a) Mallarını insanlara gösteriş için harcarlar. "Gösterişfl münafığın
en önemli özelliklerinden biridir. İnfak ile gösteriş bir araya gelince iyiliğin
sevabını ortadan kaldırır. "Ey iman edenler! Allah'a ve âhiret gününe
inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve
incitmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayınız. Böylesinin
durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağnak bir yağmur
isabet etmiş de onu cascavlak hale getirmiştir..." (Bakara 2/264). Demek
ki gösteriş için infak eden, infak edip de onu başa kakan ve infak ettiği
kişiye eziyet eden adamın durumu budur.
b) Allah'a ve âhirete inanmazlar. Yüce Allah 36. âyette
"Allah'a kulluk ediniz, O'na şirk koşmayınız ve sayılan yerlere iyilikte
bulununuz" emrinden sonra, bunları yerine getirmeyenlerin durumunu,
öncelikle cimriliklerini ele almış, şimdi de onların inanç yapılarını açıklamaktadır.
Allah'a ve âhirete inanmış olsalardı, mallarını insanlara gösteriş olsun diye
değil tam tersine Allah için harcamış olacaklardı. Böylece yüce Â\\ah, ameVin
amacmı imanın taym edeceği, kuralını koymaktadır. İn-faktan maksat
"insanlar görsün, insanlar desin veya insanlar beğensin" ise, bu
ibadet olmaktan çıkar ve yapanına zarar veren bir hareket halini alır.
Allah'a ve âhirete inanmak ise, infakın Allah adına yapılmasını, O'nun
rızâsını kazanmaya yönelik olmasını temin ediyor. Böylece imanın amele yön
verdiğini, hedefini tayin ettiğini, insanı Allah'a yaklaştırdığını
söyleyebiliriz. Kişinin amelinden istifade edebilmesi, amelin Allah katında
değerlendirmeye tâbi tutulup ödüllendirilmesi imana bağlıdır.
c) Şeytan bir kimseye
arkadaş olursa... Cimrilik, cimriliği insanlara emretmek, yani bulaştırmaya çalışmak,
Alllah'ın nimetini gizlemek, nankörlük etmek, insanlara gösteriş olsun diye
infak etmek, Allah'a ve âhirete inanmamak insanı Allah'ından uzaklaştırmakta ve
şeytana arkadaş etmektedir.
Bu noktadan hareket ederek şu genellemeye varabiliriz: Arkadaşlık inançla ve eylemle olur. Kimin dediğini yapıyorsanız, onun dostu, onun arkadaşı, onun yârânı olmuşsunuz demektir. Allah'ın dediğini yerine getirmemek O'na sırtını dönmektir. Allah'a sırtını dönenin varacağı yer de şeytanın yanıdır: "Kim rahmanı anmaktan yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat ederiz, o zaman o, şeytanın arkadaşı olur." (Zuhruf 43/36). Isrâ sûresinin 27. âyetinde Allah israf edenlerin şeytanın kardeşi olduğunu da söylemektedir. Şeytanın arkadaşlığı insana iki türlü kötülük getirmektedir: Yanlış ameller insanı şeytana arkadaş ederken, şeytanın arkadaşlığı tekrar o kişiye başka günahlar işletir (Zuhruf 43/37). [63]
39. Allah'a ve âhiret gününe imân edip de Allah'ın kendilerine
verdiğinden (O'nun yolunda) infak etselerdi ne olurda sanki? Allah onların
durumunu hakkı ile bilmektedir.
Muhtevasından anlaşılacağı gibi, bu âyet 38. âyetle ilgilidir ve onun
konusunu devam ettirmektedir. Z_^(iC5 Onlara ne zararı olacaktı ki? Bunu şöyle
açıklayabiliriz: 38. âyette bazı insanlann Allah'a ve âhirete inanmadıkları
için infaklannı insanlara gösteriş olsun diye yaptıkları anlatılmıştı. Eğer
Allah ve âhiret varsa, onlar bunlara inanmamakla çok şey kaybetmişler, onlara
çok şeyler olacak demektir. Ama Allah ve âhiret olmadığı halde, inansalardı
onlara ne zararı olurdu. Olana inanmamakla çok şey kaybedecekler, ama olmayanı
kabul etmekle hiç zararları olmayacaktı.
Âyetin devamına göre kendilerine verilen rızıktan Allah'a ve âhiret gününe
inanarak infak etselerdi onlar için bir endişe olmayacaktı. Böylece 38. âyette
Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak yapılan infakla, 39. âyette Allah'a ve
âhirete inanarak yapılan infakın farkı ortaya konmaktadır. Allah bu farklılığı
ortaya koymakla, insanlara inanarak bir eylemi gerçekleştirmenin geçerliliğini
anlatmakta, iman ile amel arasındaki ilişkinin kaçınılmaz olduğuna dikkat
çekmekte, bu şekilde amel yapmayanlara acıdığını beyan etmektedir. Çünkü daha
önce Âl-i İmrân sûresinin 22. âyetinde inkâr edenlerin amellerinin dünya ve
âhirette boşa çıkacağını, yani değerlendirilmeye tâbi tutulmayacağını
açıklamıştı. Demek ki iman, amelin faydasını hem bu dünyada hem de âhirette
temin edip Allah tarafından değerlendirilmesini sağlayacaktır.
"Allah onlar hakkında her şeyi bilir." Yüce Allah, insanın
içini, yani kalbinde, beyninde ve nefsinde cereyan eden her şeyi, dışını yani
bütün davranışlarını tanı anlamıyla bilmektedir. Niyetleri, amaç ve
davranışları bilen Allah, onları değerlendirecek ve bunun neticesinde de
ödüllendirecektir.
[64]
40. Şüphesiz Allah, kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer hayırlı
bir iş varsa onu kat kat artırır ve rahmetinden büyük bir ödül bahşeder.
a) Yüce Allah'ın Kur'an'da
koyduğu en önemli kurallardan biri, günahı cezalandırırken denk bir ceza ile
cezalandırır, iyiyi ödüllendirirken fazladan ödül verir. Suça veya günaha
hakettiğinden fazla ceza vermenin zulüm olacağını belirleyen Allah, diğer
taraftan cezayı kulun amelinin çağırdığına işaret etmektedir. Ama iyi bir
amele, gerektiğinden fazla veya büyük bir ödül vermek de ilâhî uygulamada yer
almaktadır. Suça veya günaha denk bir ceza verme ilkesini ilk ortaya koyan
Allah'tır. Bugün modern ceza hukukunun ana ilkelerinden biri, suça eşit ceza
ilkesidir. Ceza verirken aşırı gidilmemesi, ceza miktarının önceden objektif
kurallara göre tesbit edilmesi zorunludur.
Cezanın eyleme göre belirlenmesi, eyleme denk düşmesi için derin bir
hukuk bilgisine ihtiyaç vardır. Onun içindir ki yüce Allah 39. âyetin sonunda
"Allah onların durumunu hakkı ile bilmektedir" ifadesine yer
vermiştir. Kulunun amellerini tam anlamıyla bilen Allah, cezalandırırken asla
zulmetmez. Hangi niyetle, hangi inançla, hangi amaçla ve hangi şartlar altında
eylemin gerçekleştirildiğini bilen Allah, cezalandırmasında asla sübjektif
davranmayacaktır. Ceza hukukunda bilginin eksik olması, hükümleri zulüm
derecesine taşıyabilir. Hangi eyleme ne kadar ceza verileceğini tesbit eden
hukukçular, zulme kaymamak için, bu tesbitlerini derin bir bilgiye
dayandırmadırlar.
Diğer taraftan amelinin geçtiği her yerde Allah cezalandırmada zulüm yapmadığını da zikreder. Meselâ Fussılet sûresinin 46. âyeti şöyledir: Kim bir iyilik yaparsa bu kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Kötü ameller cezalandırılırken eyleme denk ceza verildiği, zulme sapılmadığı başka âyetlerde de ele alınmaktadır: "Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir" (Yûnus 10/27); "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" (Şûra 42/40).
b) Yüce Allah iyiliği arttırır
ve daha büyük ödül verir. Âyetin ikinci bölümünde, insanın yaptığı iş, eğer iyi
ise Allah onu arttırdığını bildirmektedir. Kötülük kendi halinde kaldığı ve
etkinliğini kendi ağırlığınca gösterdiği halde, iyi hem çoğalmakta hem de
etkinliğini arttırmaktadır. İşte iyinin kat kat artışında ilâhî irade vardır.
Kötünün arkasında böyle bir ilâhî müdahale yoktur.
Diğer taraftan Allah, kendi katından iyiye büyük bir ödül vermektedir.
Çünkü iyiye kendi ağırlığından fazla ödül vermek caiz iken, kötüye kendi
ağırlığınca ceza vermek adalettir. Ödülde fazlalığı koyan yine Allah'tır:
"Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır."
(Yûnus 10/26). Bunun anlamı şudur: İyiliği üreten kişi, hak ettiğinden fazlasıyla
ödüllendirilecektir. "Kim (Allah'ın huzuruna) iyi bir işle ve davranışla
çıkarsa bu yaptığının on katını kazanacaktır; ama kim de kötü bir fiille
çıkarsa onun aynısıyla cezalandırılacaktır; ve kimseye haksızlık yapılmayacaktır"
(En'âm 6/160); "Kim ki (Allah'ın huzuruna) iyi bir eylemle gelirse, buna
karşılık daha iyisini elde edecektir..." (Nemi 27/89); Daha önce Bakara
sûresinin 21. âyetinde açıklandığı gibi, iyi amele yedi yüz kat veya sonsuz
karşılık verilmektedir.
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, Allah insanların iyiyi üretmeleri için onları teşvik, yani motive etmektedir. Fazlalık olanda teşvik vardır. Bu uygulamayı yeryüzüne indirip ekonomi, eğitim ve siyaset alanlarında kullanmak ilâhî bir ahlâk olacaktır. Aile terbiyesinde çocuğa işi yapmadan ödül vermek rüşvet mahiyetinde olur. Ama işi yaptıktan sonra, ürettiğinin fazlasını ödül olarak vermek ise teşviktir.
Amelin ödülünü bire birden, bire ona, bire yedi yüze ve sonsuza taşıyan,
ameldeki ihlâs ve temin ettiği faydadır. Nisa sûresinin 38. âyetinde
belirtildiği gibi, amelde riya yoksa, katıksız bir niyetle Allah'ın rızâsı amaç
edinilmişse ve şartlara uygun olarak üstün bir fayda temin ediyorsa ona farklı
ödüller verilecektir. 40. âyette Allah büyük ödülünü kendi katından vereceğini
ifade etmektedir. Demek ki iyi amel kendi ağırlığınca ödüle lâyık olmaktadır
ama fazlasını Allah kendi katından verecektir. Üretilen iyi işler fazlasıyla
ödüllendirildiğihde, daha büyük başarıların elde edilmesine sebep olacaktır.
Ödüller artınca iyiden yana yarış başlayacaktır. (Tevbe 9/100). İyinin uğruna
yapılacak yarış, insanlığı geliştirecek, dünya ve âhiret hayatını
kolaylaştıracak, insanlığa mutluluk getirecektir. Her iyi amel, kendi içinde
arının bal taşıması gibi bir parça mutluluk taşır.
[65]
41. Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak
tutacağımız zaman halleri nice olacaktır.
42. İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar o gün yerin dibine
batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler.
Bu âyetleri bölümlere ayırarak açıklamak anlaşılmasını kolaylaştıracaktır:
a)
Mahşerde, vahye dayanan
dinlerin mensupları peygamberleriyle geleceklerdir. Bu noktadan hareket ederek
diyebiliriz ki âyetteki şehid kavramı peygamber mânasına gelmektedir.
Peygamberlerin tebliğ ettiği vahiyle kendi amelleri, ümmetlerinin amelleriyle
karşılaştırılacaktır. Allah'ın istediği ile peygamberin uygulamaları,
ümmetlerinin davranışlarına, uygulamalarına ne derece yansıdığı tesbit
edilirken peygamberler orada tanıklık edecektir.
b)
Şahid kelimesinin problemi
çözmek mânası da vardır. Her ümmetin imanı olmasına rağmen, günahlarından
dolayı sorunları olacaktır. Şahit yani peygamberler, orada Allah'ın vereceği
izinle şefaat etmekle bazı sorunları çözeceği için bu sıfatı almaktadır.
c)
Halleri nice olur ifadesinde
bir uyan da sözkonusudur. O zaman bu âyeti 36. âyet ve sonrakilere bağlayarak
açıklamakta yarar vardır. Yüce Allah'ın emrettiği tevhid inancını, ana baba ve
diğerlerine iyiliği göz ardı edip cimrilik yapanların, insanlara cimriliği
bulaştıranların, Allah'ın hazinesinden verdiğini gizleyenlerin, Allah'a ve
âhirete inanmadığı halde gösteriş için infak edenlerin durumu orada
peygamberlerin huzurunda ortaya çıkınca, onların hali kimbilir nasıl olacaktır?
d)
Böyle davrananlar Hz.
Muhammed'in ümmetinden ise, onların Hz. Muhammed'in tanıklığı önünde, ilâhî
huzura böylesine kötü bir durumda gelmemeleri için Allah bu âyeti
göndermiştir. 36. âyette sevgisini esirgeyeceğini, 37. âyette onlara alçaltıcı
bir azap hazırladığını beyan ettikten sonra bu âyette de peygamberlerinin
huzurunda mahcup olacaklarını hatırlatıyor.
e)
Bu âyetten öyle anlıyoruz
ki, her ümmet mahşere kendi peygamberi ile gelecektir. Bunun anlamı
peygamberlerin getirdiği dinler arasında farklılık yoktur. İşlenen iyi ve kötü
ameller arasında da benzerlikler vardır. Kul hakkı, zina, yalan, insan
öldürme, ahde vefasızlık gibi konular ve bunlar hakkındaki hükümler her
peygamberin dininde yer almaktadır. Sorgulamaların ve cezaların arasında da
benzerlik olacaktır. İnkâr ve peygambere âsi olmak gibi olumsuz inanç ve
davranışlarda da bu benzerlikler vardır. 42. âyette bu amelleri işleyenlerin
benzer bir istekte bulunacakları da beyan edilmektedir: "Yerin dibine
batırılmayı temenni ederler." Hangi peygamberin ümmeti olursa olsun bu
temennide bulunacaktır. Demek ki bu dünyada benzer olan ameller mahşer şartlan
altında aynı pişmanlığı doğuracaktır. Bir bakıma burada bir determinizm
vardır. Madem ki bu dünyada aynı olaylar aynı şartlar altında aynı neticeleri
doğuruyor; mahşerde de bu dünyadaki benzer ameller benzer neticeler
doğuracaktır. İnkâr ve peygambere isyan, yerin dibine batırılma isteğini
doğuracaktır.
f) Allah'tan hiçbir haberi
gizleyemeyeceklerdir
ifadesiyle 39. âyetin sonunda yer alan, "Onların durumunu Allah,
hakkıyla bilmektedir" ifadesini birbirine bağlarsak, söylediklerini ve
yaptıklarım Allah bildiğinden, gizlemeleri mümkün değildir. "Nerede
olursanız. O sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4); "O, onlarla
beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarını haber verecektir"
(Mücâdele 58/7); "Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine
fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf
50/16). Kuluna bu kadar yakın olan olan Allah'tan mahşerde bir şeyi gizlemek
mümkün müdür? İnsanlar bu dünyada Allah'ın verdiği nimetleri, kitaplarında
müjdelediği peygamberleri ve doğru haberleri gizliyorlar ama mahşerde bunu
beceremeyeceklerdir.
[66]
43. Ey hnatı edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bi-linceye kadar
namaza yaklaşmayın». Güntip iken, yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar
namaz krtmaynnz. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız ya da biriniz
abdest bozmaktan gelince veya cinsel ilişkide bulunup, su da bulamazsanız o
zaman tertemiz toprakla teyemmüm ediniz. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize
sürünüz. Şüphesiz ki Allah günahtan temizleyendir, çok affedicidir!:
a) Alkol ve namaz. Bakara sûresinin 219.
âyetinde alkolün zararları ve faydası ele alınmıştı. Alkol yasağına doğru giden
basamağın ilkini teşkil eden Bakara sûresinin 219. âyetinden sonra ikinci
basamağını da Nisa sûresinin 43. âyeti teşkil etmektedir. Kötü alışkanlıkların
bazılarını hemen bırakmak mümkün olmayabilir. Tedricî metotla kaldırılması
denenmelidir. Alkol konusunda Allah tedrîcîlik metodunu kullanmıştır. Alkolün
yasaklanmasının ikinci basamağı "namaz ibadeti"ne bağlanmıştır.
Sarhoşluğun vakit namazlan arasında geçmesinin imkânsızlığı düşünülürse, alkolün
en aza indirilmesinin hedeflendiği anlaşılmış olacaktır.
Bu âyet indikten sonra, Hz. Peygamber'in namaz davetcisi şu şekilde
seslenirdi: "Sarhoş olan namaza yaklaşmasın." Sarhoşluk âyette şöyle
tanımlanmaktadır: "Söylediğinizi bilinceye kadar." Bu ifade, namaza
başlanmadan önce kişi kendi söylediği ile başkasının söylediğini ayırdedip
edemediğini deneyecek ve ondan sonra namaz kılacak demektir. Ne söylediğini
bilmeyenin, namazda Kur'an okuması mümkün olmadığı gibi, ibadete yoğunlaşması
da mümkün değildir. Kendini veremeyen, hazzını duyamayan bir kimsenin namaz
kılmasının bir anlamı yoktur.
Böylece yüce Allah, müslümanın önüne âdeta "Namazla alkol'
arasında bir tercih ortaya koymaktadır. Bakara sûresinin 219. âyetindeki fayda
kavramı, burada da namaz ibadetiyle ilişkisi açısından ele alınıp artık
alkolün haramiyetine doğru bir adım daha atılmaktadır. Bakara sûresinin 219
ile Nisa sûresinin 43. âyetleri arasında nâsih-mensuh uygulamak mümkün
değildir. Bunlar içki yasağına giden metodun olmazsa olmaz parçalarını
oluşturmaktadır. Bu metot müslüman olmayan ülke insanlarına uygulanacağı gibi,
alkol alışkanlığı olan müslümanlara da uygulanabilir.
b) Cünüplük ve namaz. "Cünüp iken de
yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayınız; yalnız yolcu olan müstesna!"
Âyetin bu kısmı, namaza yaklaşmamanın başka bir sebebini vermektedir. Sarhoş
yaklaşmayacak, cünüp de yaklaşmayacak. Âyetin bu kısmında şu kavramların
açıklanması gerekiyor: Cünüp. Bu kelime "uzaklaştırdı" anlamına gelen
cenebe fiilinden türemiştir. Kişinin namazdan uzaklaşmasını ifade etmektedir.
"Menisi boşalan" anlamına da gelmektedir. Herhangi bir şekilde menisi
boşalan bir kişi namaza yaklaşmamalıdır. İşte cünüplük dolayısıyla insanın
namaz kılamayacağını hükme bağlayan bu âyettir.
sebîl "yolda gidenler, yolcu halinde bulunanlar" demektir.
Yolcu olan insanı istisna etmektedir. Ama yolcu olmayan kişi mutlaka
yıkandıktan, yani gusül aldıktan sonra namazı kılacaktır. Gusül ağza, burna su
verdikten sonra bedenin tamamen yıkanmasıdır. Ubûr "karşıdan karşıya
geçmek" anlamına gelmektedir. Bu da kısa süren yolculuğu veya yolculuğun
hemen bitmesi anlamına gelmektedir.
Ebû Davud'un "Taharet" bahsinde, Hz. Peygamber'in İslâm'ın başından itibaren, menisi boşalan insanlara yıkanmalarını tavsiye ettiği, daha sonra bu âyetle guslün farziyetinin ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Cünüp kelimesi Nisa sûresinin 36. âyetinde olduğu gibi "yan ve yakınında olmak" anlamına da gelmektedir.
c) Hastalık, seferîlik,
tuvalete çıkmak, kadınlara dokunmak ve namaz. Yüce Allah namaz konusunu açıklarken
insanlık hallerini dikkate almaktadır. Âyetin bu kısmında dört önemli durumu
ele almakta ve bu durumlarda su bulamayan insanın ne yapacağına açıklık
getirmektedir. Bu dört durumun biriyle karşı karşıya bulunan ve su bulamayan
kişinin de teyemmüm etmesini hükme bağlamaktadır.
Su bulamayan insanın namazını kazaya bırakma ihtimali olsaydı bırakabilirdi.
Susuzluk namazın terkedilmesi için bir mazeret teşkil etmemektedir. Hastalık,
seferîlik ve cünüplük hallerinde su bulamayınca bile namaz terkedilemez. O
zaman namazın nasıl kılınacağını açıklayan Allah teyemmümü emretmektedir.
Âyette teyemmüm etmek, emir kalıbında yer almaktadır. Teyemmüm ediniz
ifadesinin asıl mânası "kastetmek, aramak"tır. Büyük veya küçük
abdestini yapan kişi, su bulamadığında toprakla temizlenmelidir. Teyemmüm etmek
isteyen kişi, avucunun içiyle toprağa veya onun yerini tutacak bir yere vurup
silkeler, sonra yüzüne sürer. Tekrar toprağa vurur, elini silkeledikten sonra
kollarına, dirseklerine kadar sürer.
Âyette geçen saîd kavramı "üste çıkan" demektir. Yerin üstünde
bulunan yer cinsinden her şeyle teyemmmüm edilir. Teyemmüm edilecek şeyin
sadece toprak olması gerekli değildir. Taş ve tuğla üzerinde de yapılabilir.
Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozmaktadır. Suya kavuşan kimsenin teyemmümü
bozulmaktadır. Niyet olmadan teyemmüm yapılamaz. Âyette geçen .küle ğâit
"siper, çukur" mânasına gelmektedir. Tuvaletini yapacak olan kişi,
insanlann görmemesi için, bir çukurun, bir siperin arkasına girip gizlenerek
bu işi yaptığından bu harekete ğâit denmektedir. Mülâmese "cinsel
ilişki" anlamına gelir. Bazı İslâm âlimleri mü-lâmese kelimesine mücerret
temas anlamı verdiklerinden, kadının herhangi bir yerine çıplak olarak
dokununca abdest bozulur diye fetva verilmiştir.
Hz. Peygamberin abdestli iken hanımını öptükten sonra abdest almadan
namazını kıldığı rivayet edilmektedir. Çünkü âyette geçen mülâmese sadece
dokunmayı değil cinsel ilişkiyi ifade etmektedir. İmam Şâfi kadının eline veya
herhangi bir yerine dokunulduğunda abdestin bozulacağı İmam Mâlik ise
bozulmayacağı görüşündedir.
Farklı görüşlerin sebebinin, fetvayı verenlerin durumundan kaynaklandığını
söylemekte yarar vardır. Bazı erkeklerin kadına sadece dokunmakla menisi
gelebilirken, bazılarının sevişmekle de gelmeyebilir. Bu durum onlann
psikolojisine bağlıdır. Hassas bünyeye sahip olanlar, İmam Şâfî'nin fetvasını,
olmayanlar da İmam Mâlik'in görüşünü alıp uygulayabilirler. Hangi görüşü alıp
tatbik edeceğini kişinin durumu belirleyecektir.
Mülâmese kelimesini cinsel ilişki olarak alınca, insanın cünüp olma
durumuna açıklık getirmek zorundayız. Hz. Peygamber'in "Su, ancak su ile
gereklidir" demesi, gusülün ancak meninin gelmesiyle zorunlu olduğunu
ifade etmektedir. Bunun anlamını şu hadisle çözebiliriz: "Karısıyla cinsel
ilişkide bulunup boşalmayan adamın durumu Hz. Peygamber'e sorulduğunda,
"Kadına değen yerini yıkar, sonra abdest alıp namazını kılar"
buyurdu." Demek ki cünüplükte esas olan, ilişkinin gerçekleşmesi değil
meninin gelmesidir. Bu noktadan hareket ederek diyebili-riz ki hanımıyla
sevişirken boşalan kişi cünüp olur, cinsel ilişki olmasa bile. Hz. Âişe'den
nakledilen rivayete göre cinsel ilişki başlayıp boşalma olmasa bile cünüplük
meydana gelir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki penisin ferce girmesi,
cünüplük için yeterlidir.
Su bulamadığınız takdirde ifadesinden anlıyoruz ki, suyu kullanamaz
halde olan kimse de bu ifadenin kapsamına girmektedir. Su kuyusunu bulup, su
çekecek alet bulamayan veya çok soğuk olması sebebiyle sağlığa zararlı
olacağından suyu kullanamaması da bu anlam içinde ele alınmalıdır.
d) Şüphesiz Allah çok
affeden, çok bağışlayandır. Kulunun içinde bulunduğu şartları dikkate alıp
hükümlerini ona göre koymaktadır. Diğer taraftan insanın hastalığı, seferîliği,
cinsel ilişkisi ve tuvalet durumu ve benzeri halleri dikkate alacak kadar
ayrıntılara girildiği de görülmektedir. Demek ki Kur'an insanın yatağına,
tuvaletine, banyosuna, abdestine kadar inmekte, ferdin ve toplumsal hayatın
bütün yönlerine ışık tutmakta ve çözüm getirmektedir. Öyle görülüyor ki bu tip
konularda insanın durumu merkezî bir yere sahiptir.
"Su bulamama", namazın terkedilmesi için yeterli bir sebep değildir.
Su bulamayan kişi bu durumunu namazı terketmek için mazeret olarak beyan
edemez. Yüce Allah ona teyemmüm uygulamasıyla namazı terketmemesini
emretmektedir. Burada eksen değer, namazın kılınmasıdır. Bu durumlarda insanlar
hata yapabilirler. O takdirde Allah affetme ve bağışlama sıfatlarını devreye
sokmaktadır. Kulun namazı terketmemesi önemlidir. Onu yerine getirmesi için
yaptığı hataları Allah büyütmemektedir. Küçük eksikliklerle büyük görev yerine
getiriliyorsa o küçük hatalar doğal olarak affedilecektir.
Bakara sûresinin 184-185. âyetlerinde oruç tutan insanın sefere çıkması veya hastalanmasıyla orucunu kaza edebileceği anlatılırken; Nisa sûresinin 43. âyetinde hasta veya seferde olan kişinin namazını kaza edebileceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bundan anlıyoruz ki namaz terkedilip kazaya bırakılamaz. Bu durum o kadar önemlidir ki, Bakara sûresinin 239. âyetinde herhangi bir şeyden korkan müslümanın namazını yürüyerek ya da atına binmiş olarak kılacağı hükmü yer almaktadır. Ayrıca Nisa sûresinin 103. âyetinden savaşın bile namazı kazaya bırakmak için bir mazeret teşkil etmediğini öğrenmekteyiz.
Hastalık, yolculuk, ayak yolundan gelmek cünüplük halinde su bulup
yıkanamama durumlarında teyemmümü devreye sokması, Allah'ın kullan için
kolaylık istemesinden, zorluk istememesinden kaynaklanmaktadır. Zaten bu
isteğini Bakara sûresinin 185. âyetinde söylemişti. O her zaman şartlara göre
kullarına farklı davranma ruhsatı tanıyarak kolaylaştırma yolunu seçmektedir.
[67]
44. Kendilerine kitaptan nasip verilenlere baksana! Sapıklığısatın
alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı isti-yorlar.
45. Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilin Dost olarak Allah yeter,
yardımcı olarak da Aİlah yeter.
1. Kitaptan bir nasip
verilenler kimlerdir? Bu sorunun cevabını Nisa sûresinin 46. âyeti yahudiler
olarak vermektedir. Yahudilerden öyleleri vardır ki" ifadesi, 44 ve 45.
âyette kimlerin ele alındığına açıklık getirmektedir. Hz. Âdem'le Hz. Muhammed
arasında gelen bütün peygamberlere verilen vahiyden Tevrat bir parçayı teşkil
etmektedir. Kitaptan bir pay verilenlerden kasıt kendilerine Tevrat
verilenlerdir.
2.
Sapıklığı nasıl satın alıyorlar? Yahudilerin
yaptıkları bazı şeyleri Allah, doğruyu bırakıp sapıklığı satın alma şeklinde
nitelendirmektedir: Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satıyorlardı (Bakara
2/41); bilerek hakkı bâtılla karıştırıyorlardı ve hakkı gizliyorlardı (Bakara
2/42); Hz. Musa'ya Allah'ı görmeden inanmayacaklarını söylemeleri (Bakara
2/55); kendilerine söylenenleri, başka sözlerle değiştirmeleri (Bakara 2/59);
Allah'a verdikleri söze rağmen Allah'ın verdiklerine sarılmaktan yüz
çevirmeleri (Bakara 2/ 63-64); cumartesi günü azgınlık edip avlanmaları (Bakara
2/65); Allah'ın kelâmını dinleyip anladıktan sonra, onu tahrif etmeleri
(Bakara 2/75); kitabı elleriyle yazıp, onun Allah katından olduğunu söylemeleri
(Bakara 2/79); birbirlerini öldürmeleri ve yurtlarından çıkarmaları. (Bakara
2/84-85); âhi-rete karşılık dünya hayatını satın almaları (Bakara 2/86);
kendilerine gelen peygamberlere karşı kibirlenerek bir kısmım yalanlayıp bir
kısmını öldürmeleri (Bakara 2/87); Hz. Peygamber'e vahiy indirdiğinden dolayı
Cebrail'e düşman kesilmeleri (Bakara 2/97); işittik, karşı geldik diyerek dine
saldırmaları (Nisa 4/46); putlara ve bâtıla iman etmeleri, kâfirleri
müslümanlar-dan üstün tutmaları (Nisa 4/51); Hz. Meryem'e iftira etmeleri (Nisa
4/156); Tevrat'ın bir bölümünü unutmaları (Mâide 5/13); Hz. Musa'ya, "Sen
ve rab-bin gidin savaşın" demeleri (Mâide 5/24); namaza çağrılmayı alay ve
eğlenceye almaları (Mâide 5/58); müslümanlardan intikam almaları (Mâide 5/59);
Allah'ı fakir, kendilerini zengin ilân etmeleri ve dünyada da savaş ateşi
yakmaları (Mâide 5/64); Hz. Üzeyir'e Allah'ın oğlu demeleri (Tevbe 9/30).
Bu ve benzeri inanç ve eylemleriyle yahudiler, sapıklığı satın almışlardır.
Yüce Allah manevî değerleri, ekonomik değere benzeterek, onlara sırtını
dönmeyi, sahte olanı satın almak olarak nitelendirmektedir. İnsanların manevî
değerlerle olan ilişkisini alışveriş ilişkisi olarak takdim ederken, oradaki
kaybın ekonomik iflâs gibi olacağına işaret etmektedir.
Sapıkhğı satın alıyorlar ifadesi, satın alma eylemini onların yaptığına
dikkat çekmektedir. Çünkü Allah kulunu etkileyip, sapıklığı satın almasına
sabep olmaz. Eyleminin faili yahudilerdir. Bu yüzden mahşerde sapıklığı
kendilerine Allah'ın satın aldırdığım söyleyemeyeceklerdir.
3. Sapıklığı satın almanın
varacağı nokta neresidir? Allah, sapıklığı satın alan yahudilerin içinde bir
istek uyandığına dikkat çekerek bu isteğin müslümanların yoldan çıkması
yönünde olduğunu söylemekte, Sizin yoldan çıkmanızı istiyorlar ifadesiyle
müslümanları, uyarmaktadır. Âyete dikkatle bakılırsa bunun "istek"
safhasında kaldığı anlaşılacaktır. Ama bu istek yanan bir ateş gibidir. Her
çağda bu ateşe benzin atılmakta ve dünyanın her tarafına yayılması için gayret
sarfedilmektedir.
Yahudilerin sapıklığı satın almalarıyla müslümanların yoldan çıkmalarını
istemeleri arasında şu bağı kurabiliriz: Sapıklığı satın alanlar bunu
başkalarına satmak, yani bulaştırmak isterler. Nasıl ki tüccar satın aldığı
malı hemen elinden çıkarmak isterse, bâtılı, sapıklığı satın alanlar da onu
başkasına satmak ve bulaştırmak isterler. İşte Allah, isteklerinin sapıklığı
müslümanlara ihraç etmek olduğunu söyleyip uyarıda bulunuyor.
Sapık yolda olanlar, onu tercih edenler, doğru yolda olanlara tahammül
edemez ve onlardan rahatsız olurlar. Onların bu rahatsızlığı, onları aktif hale
getirip sapıklıkta buluşmak için gayret sarfetmelerine sebep olur. Bu durum bir
bakıma kültür etkileşimini açıklamaktadır. Her grup, sahip olduğu inançların ve
değerlerin doğru olduğunu kabul eder, onların başkalanna aşılanması uğrunda
umulmayan gayreti gösterir.
Âyetin bu kısmından şu gerçeği yakalamak mümkün: yoldan çıkmanızı
ifadesindeki, çıkma eyleminin faili müslümanlardır. Demek ki yahudilerin
etkisiyle doğru yoldan çıkan müslümanlar kabahati yahudilere atamazlar; işte
âyet bu gerçeğe dikkat çekmekte, suçun yoldan çıkana ait olduğunu belirlemektedir.
Mahşerde şunu diyemeyeceklerdir: "Ey rabbimiz! Biz reislerimize ve
büyüklerimize uyduk da onunla bizi yoldan çıkardılar derler. Rabbimiz! Onlara
iki kat azap ver ve onları büyük bir ihanetle rahmetinden kov!" (Ahzâb
33/67-68). Zaten kötülerin etkisi altında kalmak da bir suç teşkil etmektedir.
4.
Yahudilerin bu isteği
nereden kaynaklanmaktadır? Yüce Allah Nisa sûresinin 45. âyetinde, sapıklığı
satın alan yahudilerin bu isteklerinin, müs-lümanlara olan düşmanlıklarından
kaynaklandığım açıklamaktadır. Onun içindir ki, Allah düşmanlarınızı sizden
daha iyi bilir ifadesine yer vermektedir. Buradaki "düşman" kavramı,
müslümanların yoldan çıkmasını isteyen yahudileri ifâde etmektedir.
"Allah daha iyi bilir" ifadesinden de, müslümanların
düşmanlarım bilmekte hata edeceklerini, gerçek düşmanlarını bilemeyeceklerini
çıkartmamız mümkündür. Yüce Allah, düşmanı tanıyamama veya tam anlamıyla
bilememenin faturasının büyük olacağına da işaret etmektedir. Onun içindir ki
eğitim topluma dost ve düşmanını tanıtmakla yükümlüdür. Düşmanın en kötüsü
sapık olup da sapıklığım sana ihraç etmek için, seni etki altına almaya
çalışandır. Bir bakıma buna kültür düşmanlığı da diyebiliriz.
Aslan avını karnım doyurmak için avlar. Ama yılan insanı yemek için
değil zehirlemek için ısırır. İkisinin düşmanlığı farklıdır. Toplumların bir
düşmanı vardır, ekonomik sebeplerle düşmanlığını eyleme dönüştürerek savaşır.
Ama toplumların kültürel düşmanlıkları, yılanın ve akrebin ısırıp
zehirlemelerine benzer. Bir toplumu manevî kültür değerleri açısından
etkileyip yoldan çıkarmak düşmanlığın en büyüğüdür.
Nisa sûresinin 44 ve 45. âyetlerinin bir araya getirilmesiyle bu tür
düşmanlığın anlaşılması mümkündür. Elindeki ekmeği alanın düşmanlığından çok,
beynindeki ve gönlündeki değerleri alanın düşmanlığı önemli ve tehlikelidir. Gençliğin beynini ve gönlünü
zehirleyen insanların düşmanlığını Allah'tan daha iyi bilenin olamayacağına
işaret eden 45. âyet, eğitimcilerin kültür düşmanlannı tanıtmakla sorumlu
olduklarını vurgulamaktadır. Mâide sûresinin 82. âyetinde inananların en azılı
düşmanlarının kâfirler ve yahudiler olduğu söylenmektedir. Bu düşmanlığın
kültürel bir düşmanlık olduğuna da dikkat çekilmektedir.
5. Müslümanların düşmanlarını
dost edinmemeleri ve onlardan yardım beklememeleri için Allah, kendisinin dost
ve yardım edici olarak yeterli olduğunu söyleyerek, müslümanların bu konudaki
ihtiyaçlarını karşılayacağına garanti veriyor. İnsana dost ve yardımcı ararken
düşmanının tuzağına düşmemesini de öğretiyor. Dostunu, düşmanını tanımak bir
kültür ve yetişmişlik meselesidir. İman etmiş olmak bunun için yeterli değildir.
Allah müslümanlan yollarından çıkartanların düşman, kendisinin dost olduğunu
anlatmakla bu bilinç ve kültürü de bize kazandırmak istiyor.
[68]
46. Yahudi itikadına mensup olanların bir kısmı, kelimeleri yerlerinden'degiştlrirler; eğerek, bükerek ve dine saldırarak (peyfeâmbfete kâr$i) işittik ve karşı geldik, dinle, dinlemez olasti "raihâ" derler. Eğer onlar İşittik, "itaat ettik, dinle ve bizi göaet"-deselerdi, şüphesi?, kendileri için daha hayırlı ve daha doğm of ocaktı, fakat inkârları, sebebiyle Allah onları lânetlemjstir, Artık pek az inanırlar.
Yüce Allah, lanete kadar uzanan davranışları şöyle sıralamaktadır:
1.
Sözlerin anlamını
çarpıtırlar. Yahudilerin bir kısmı, Allah'ın vahyinde yer alan ilâhî hükümleri
çarpıtarak değiştirmişlerdir. Kur'an muhtelif âyetlerinde buna "tahrif
demektedir. Bu tip yahudiler toplumda bir sınıf teşkil etmektedirler.
Mâide sûresinin 13. âyetinde bu konu şu şekilde ele alınmaktadır:
"Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini
katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen
ahkâmın önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan
daima bir hainlik görürsün." Demek ki yahudilerin Kur'an'da öne çıkarılan
özelliklerinden biri kendi kitaplarını, yani Allah'ın kelâmını tahrif
etmeleri. Kendi isteklerine, yaşam tarzlarına uymayan hükümleri
değiştirmeleriyle öne çıkan bu insanlar, doğal olarak müslümanlan da yoldan
çıkarabilirler.
Gerçeği tahrif ederek insanları yoldan çıkarma eylemi, ilâhî laneti
üzerine almaya doğru giden yolun ilk basamaklarından birini teşkil eder.
Böylesi bir tahrifatın boyutları, bulundukları çağa göre bir grup insanı yoldan
çıkaracağı gibi, kültürünü, beynini ve gönlünü kötü anlamda etkileyerek bütün
insanlığı hedef alabilir.
2.
Dine saldırırlar. Dillerini
eğerek, bükerek dine saldırırlar. Onlar sadece, kelimelerin, ilâhî hükümlerin,
doğru bilgilerin yerini değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda sözleriyle dine
saldırırlar. Dünyada konuşulan, doğru bilgileri asıl bağlamlarından kopararak
dini küçümsemek için saldırırlar. İnsanlara "İşittik ama karşı çıkıyoruz
ve dinleyiniz ama kulak asmayınız" diyerek dine karşı olan tavırlarını
sergilerler. "Asıl sen bizim sözümüze kulak ver (ey Muhammed)"
derler. Onların doğru sandıklan doğrudur; başkaları katıksız bilgi sunsa bile
hiçbir değeri yoktur. Dilleriyle oyun oynarken sağlam ve asıl itikat olan dine
saldırırlar.
Bu davranışların aynısı Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde açıklanmıştı.
"Okuduklarım kitaptan sanasımz diye kitabı okurken dillerini eğip
bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından
olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah'a iftira
ediyorlar."
Allah'ın söylemediğini "Allah söyledi" diye insanları kandırmaları, kendi düşüncelerini din gibi göstermeleri dine yapılan en büyük saldın, ihanet ve zulümdür. Peygamberin getirdiği vahyi dinlermiş gibi görünmek, sonra ona kulak vermemek, yani değer vermemek, üstelik "asıl sen bize kulak ver" diyerek saldırıda bulunmak, lanete giden yolun ikinci basamağını teşkil etmektedir.
Âyetin bu bölümünde geçen ta'n "dine temel bir eksiklik izafe etmek"
anlamına gelmektedir. Günümüzde oryantalist adı altında İslâm'ı araştırıp,
dinin açık noktaları varmış gibi onları bulmaya çalışan sahte İslâ-mologlar
vardır. Demek ki yahudilerin bu tavırları, tarihte olmuş bitmiş bir olgu değil
devam etmekte olan bir süreçtir. Onlar kendi dinlerindeki hükümleri tahrif
ederken, diğer kutsal kitaplarda eksiklik aramakla ömürlerini
geçirmektedirler. "Sen bize kulak ver" sözleriyle de, Hz.
Muham-med'in din olacak bir vahyi getiremeyeceğini, din konusunda onlara başvurmasını
istemektedirler. Çünkü onlar kendileri için şu değerlendirmeyi yapıyorlar:
"Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur" (Bakara 2/88). Kalplerinin
bilgiyle dolu olduğunu zannedenler, başka bilgilerin araya girmesine olumsuz
tavır takınacak ve ağır tepki göstereceklerdir.
c)
Onlar için hayırlı olan
söylev nedir? Yüce Allah onların nasıl konuşmaları gerektiğini anlatarak,
müslümanlara peygambere karşı nasıl konuşacaklarını öğretmektedir:
"(Halbuki) onlar, sadece 'İşittik ve itaat ediyoruz' ve (bizi dinle, bize
katlan deselerdi) onların gerçekten yararına ve daha dürüstçe bir davranış
olurdu."
Âyetin bu kısmında Allah onların peygambere karşı nasıl davranacaklarını ve nasıl konuşacaklarının açılımını vermektedir. Bir önceki bölümde tenkit ettiği davranış ve konuşmalarını, bu sefer de düzeltme yolunu takip etmektedir. "Dinledik, itaat ettik, bizi de dinle ve bizim çilemize katlan" demeleri onlar için hem daha iyi hem de daha doğru olacaktı. Bize bak ifadesini, "Bize katlan" şeklinde mânalandırmamız mümkündür. Diğer taraftan bu kelimenin mânası "Bize mühlet ver"dir. Mühlet vermek aslında yapılana katlanmak anlamına gelmektedir. Böylece önce öğrenci dinleyecek, itaat edecek, sonra öğretmen öğrencilerini dinleyecek ve onların problemlerine katlanacaktır. Dinledikten sonra itaat etmekte bir bilinç vardır. Dinlemeden itaat etmek doğru değildir. Çünkü bu tip itaatte kulluk olur, sorgulama olmaz.
Bu şekilde itaat edenler sorgulayamazlar, içlerindekini söyleme cesaretini
bulamazlar ve başkalarının fikirlerine boyun eğerler, kendileri de fikir
üretemezler. Onun için müslüman önce dinler, itaat eder, sonra kendisini
dinletir ve gelişmesi için mühlet ister, yanlışlarına katlanılmasını ister. Bu
âyet kölelik zihniyetinden öteye geçemeyen uygulamaları yıkmakta, sürüleşen
bir nesil yetiştirilmesini yasaklamakta; dinleyen bilinçli itaat eden ve
sorgulayan nesillerin yetişmesini öngörmektedir. Daha önce bu konu Bakara
sûresinin 104. âyetinde ele alınmıştı. Üçüncü bölüm lanete giden yolun önünü
kesmek için konmuş önemli kuralı teşkil eder.
4.
Küfür laneti getirir.
Yahudilerin hükümleri tahrif etmeleri, peygambere karşı olumsuz tavır
takınmaları, dine karşı saldırıları onların inkâr psikolojisi içinde
boğulduklarını ifade etmektedir. Onların bu inkârı, yani yukarıdaki tutumları
buharlaşarak Allah'ın lanetini alıp getirmektedir: "Fakat Allah hakikati
reddettikleri için onları lanetledi. Artık onlar pek az inanırlar."
Allah durup dururken kimseye lanet etmez. İnkâr depremi lanetin
gelişini zorunlu kılmaktadır. Onun içindir ki Allah "inkârları
sebebiyle" ifadesine yer vermektedir. Lanetin gelmesi, onların çok az şeye
inanacaklarını da ifade etmektedir. Bunun anlamı, imanın gerekli kıldığı şeylere
inanma ihtimali olsaydı, Allah lanetini onlara indirmeyecekti. Bu tip insanlar
lânetli bir nesil olarak tarihe geçtikleri için, gelecek nesillere de kara bir
tablo bırakmaktadırlar. İyinin, doğrunun, güzelin ve gerçek imanın bulunmadığı
kara bir tablo, insanlığı da karartmaktadır.
[69]
47. Ey kitap ehli! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına
çevirmeden, yahut onları Cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size
gelenleri doğrulamak üzere indrdiğimize iman ediniz; Allahın emri mutlaka
yerine gelecektir.
44. âyetten itibaren çeşitli özellikleri dile getirilen kitap ehlinin,
yanlış inanç ve tavırları açıklandıktan sonra ne yapmaları gerektiği anlatılmaktadır.
1. Yüce Allah kitap ehlini
Kur'an'a inandırmak için, onun Tevrat'la olan ilişkisine dikkat çekmektedir,
tik olarak "indirdiğimize" kaydıyla Kur-an'ın Hz. Muhammed tarafından
yazılmayıp Allah tarafından indirildiği ifade edilmektedir. İkinci olarak da
kitap ehlinin ellerinde olanı tasdik etmelerini istemektedir. Bunun anlamı
şudur: İnsanların yazdıklarına iman edilmez, Allah'ın indirdiğine iman edilir.
Filozoflar arasında düşünce çatışmaları olur, ama peygamberler ve onların
getirdiği vahiyler arasında çatışma söz konusu değildir. Kur'an'ın Allah'ın
vahyi olduğunu ispat eden özelliği de önceki kitapları tasdik etmesidir.
Allah kitap ehlinden Kur'an'a iman etmelerini istemektedir. Çünkü
imanın olmadığı yerde sapıklığı satın alma vardır (Nisa 4/44); iman edenlere
düşmanlık beslemeye başlanır (Nisa 4/45); iman edilmeyi sağlayacak olan kendi
kitaplarındaki delillerin tahrif edilmesine yolaçar ve hak olan peygamberle
çatışmaya götürür (Nisa 4/46). Bu âyetlerde imansızlık yüzünden kitap ehlinin
başkalarıyla olan ilişkilerinin bozulacağı ifade edilmektedir.
2.
Âyetin devamında Kur'an'a inanmadıkları
takdirde nelerin olacağı açıklanmaktadır.
a)
"Birtakım yüzleri silip
dümdüz ederek, arkalarına çevirmeden önce..." Âyetin bu bölümünde
"silmek, götürmek, izini imha etmek" anlamına gelen tams kelimesi
yer almaktadır. Râzî'nin verdiği mânaya göre Araplar yolda bir iz ve işaret
kalmadığını ifade etmek için bu kelimeyi kullanmaktadırlar. Allah'ın yok edip
silip götürmesi, rüzgârın izi silmesi; kitabın yazılarının silinmesi ifade
edilirken bu kelime kullanılmaktadır.
"Yüzleri silip dümdüz edip arkalarına çevirme"nin ne anlama
geldiğini açıklamak gerekiyor. Râzî'nin verdiği mânadan hareket ederek diyebiliriz
ki, yüz kavramı burada "şan, şeref ve ikbal"i ifade etmektedir.
Silmek kelimesiyle bir araya getirilince bir toplumun veya grubun sahip olduğu
şan ve şerefin elinden alınması anlamına gelir. "Arkalarına döndürmenin"
anlamı da onları zillete duçar etmek olabilir. Râzî'den alarak yorumladığımız
bu mânayı biraz daha ileri götürürsek, Allah'ın indirdiği vahye ve O'nun
görevlendirdiği Peygamber'e karşı gelip iman etmemek, insanlar arasında sahip
olunan şan ve şöhretin, yani siyasî erkin elden gitmesine sebep olacaktır.
"Allah inanmayanların üstüne murdarlık atar" (En'âm 6/125).
Buradaki yüzün silinip geri döndürmenin anlamı murdarlık vererek aşağılara indirmek
olmalıdır. Râzî'nin nakline göre Abdurrahman b. Zeyd, âyeti tarihî boyutuyla
yorumlamaktadır. Kureyza ve Nadîr kabilelerinin Şam'a sürül-meleriyle, onların
gönülleri geriye takılı kaldığından yüzleri arkaya döndürülmüş oldu.
Âyetin bu tarihî olgu ile yorumlanması doğru olabilir ama yeterli
değildir. Evrensel boyutuyla düşünüp bu yorumdan hareket edersek "yüzlerin
silinip geri çevrilmesi" yurtlarından çıkartılıp, gönüllerinin vatan hasretiyle
tutuşması yorumunu yapmakta yarar vardır. Silinip giden geçmiş nesillerin sahip
olduğu mirası kaybeden toplumlar bu hasreti çekerler. Kaybedilen toprak, sosyal
seviye ve kültür daima o toplumun insanlarında derin bir hasret uyandırır.
Geriye dönmenin anlamı da budur.
Muhammed Esed "Ümitlerinizi boşa çıkarmayalım ve onları sona
erdirmeydim" mânasını vermiştir. Âyette geçen yüz kelimesine
"ümit"; edbar kelimesine de "son" mânası verilince daha
geniş yorum yapmak mümkündür. İman, insanların ileriye yönelik ümitlerine
kavuşmasını temin eden bir güçtür. Allah, indirdiğine inanmayanların yüzünü
silmekle, onların ümidini boşa çıkarmaktadır. Geri çevirmekle de sonlarını
perişan etmesini hedef almaktadır. Bir toplum veya grubun ümitlerinin son bulması,
uğruna çaba sarfedecekleri bir hedeflerinin olmaması çok büyük bir azaptır.
Ümit içinde çalışmak, belli bir sona ulaşma gayretinde olmak insanlar için çok
önemli bir motivasyondur. Ümidini kaybeden ve amacı bulunmayan topluluk için
hayat hiçbir mâna ifade etmemektedir. Geleceğine güven içinde bakmak,
ümitlerine kavuşmak için ilâhî takdiri yanına almanın önemi büyüktür. Bu
takdirin yanma alınması da âyete göre imana bağlıdır.
Âyetin bu kısmını Mâide sûresinin 58-60. âyetleriyle açıklamak da
mümkündür. Nisa sûresinin 44. âyetine göre, yahudiler müslümanları yoldan
çıkarmak istemişlerdir. 45. âyete göre müslümanlann azılı düşmanlarıydılar.
46. âyete göre de kitabı tahrif edip kitaba, peygambere hakaret edecek kadar da
peygambere düşman oldular. Onların bu durumu namusla alay etmelerine (Mâide
5/58); iman ettiklerinden dolayı da müslümanlardan intikam almalarına (Mâide
5/59) sebep olmuştur. Onların bu tutum ve davranışları domuz, maymun ve
şeytanın kulları olmalarına sebep olmuştur (Mâide 5/60). Domuz, maymun ve
şeytanın kulu olmak sapıklığın en büyüğüdür. Tabii ki onlar bedenen domuz ve
maymun olmuş değillerdir, ama manen Allah onları domuz, maymun ve şeytanın kulu
olarak değerlendirmiştir. Yüzleri silip geri çevirmenin anlamı bu olabilir.
b) "Yahut cumartesi
adamlarını lanetlediği gibi lanetlemeden önce..." Ashâb-ı sebt denen
cumartesi adamlarının durumu Bakara sûresinin 65-66. âyetlerinde açıklanmıştı.
Burada sadece maymun seviyesine indirilerek lanetlendiklerini söylemekle
yetineceğiz. Ayrıca bu konuda A'râf sûresinin 163 ve 166. âyetlerine
bakılabilir.
3.
Allah'ın emri mutlaka yerine
gelecektir. Allah bu âyette kitap ehline ellerindeki kitabı tasdik etmelerini
ve indirdiği kitaba iman etmelerini emretti. Bunun bazı cezalar uygulanmadan
önce yapılmasını istedi. O'nun isteği yerine gelmeyince cezanın uygulanacağına
âyetin bu kısmı işaret etmektedir. Aslmda âyetteki cezalar ve sonunda yer olan
tehdit, yanlış yapmaktan insanları caydırıcı bir özelliğe sahiptir. Eğer cezalar
caydırıcılık görevini yapamazsa o zaman mutlaka uygulanmalıdır.
[70]
48. Allah, kendişineçtfak koşubundan başkasını (günahları) dilediği
kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah {iiey iftira
etmiş olur.
Bu âyet öncekilerle birlike ele ahnanacaktır:
1.
Burada yahudilerin şirk
koşanları kastedilmektedir. "Yahudiler kitap ehli oldukları halde
içlerinde şirk koşan var mıdır, yahut olmuş mudur" diye sorulabilir.
Soruyu cevaplayabilmek için bazı âyetlere gitmek gerekir:
Yahudiler Üzeyir Allah'ın oğludur dediler (Tev-be 9/30);
"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (hıristiyanlar)
da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Halbuki onlara ancak tek
ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur" (Tevbe 9/31).
Bu âyetlere göre yahudiler hem kâfir hem de müşrik durumuna düşmektedir.
Yahudilerin bu durumundan hareketle diyebiliriz ki, Allah onlara şirkin ne
olduğunu anlatmakta, insanla Allah arasında kapatılması mümkün olmayan bir
ayrılık açtığına dikkat çekmektedir. Yahudilerin kendi kitaplarıyla
oynamaları, onu tahrif etmeleri, Kur'an'ı tanımamaları, peygambere hakaret
etmeleri birlikte değerlendirildiğinde sapıklığı satın aldıkları ortaya
çıkmaktadır. Nisa sûresinin 44. âyetinde geçen "sapıklık" ne anlama
gelmektedir? Bu soruya cevap olarak aynı sûrenin 48. âyetini verebiliriz. Nisa
sûresinin 116. âyetinde şirkin sapıklık olduğuna dikkat çekilmektedir. Demek
ki sapıklığı satın almak, tevhid inancını bırakıp şirke sapmak demektir.
2. Nisa sûresinin 48. âyeti
ilk peygamberden son peygambere kadar gelen ilâhî vahyin birinci amacı ve
gayreti, şirki ortadan kaldırıp tevhid inancını yaymaktır. Nisa sûresinin 36.
âyetinde "Allah'a kulluk ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız"; Yine En'âm sûresinin 151. âyetinde, O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız; Lokman sûresinin 13. âyetinde "Lokman oğluna öğüt vererek:
'Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür'
demişti"; En'âm sûresinin 163. âyetinde, "O'nun ortağı yoktur. Bana
sadece bu emrolundu ve ben müslümanlann ilkiyim." Bu ifadeler bize şirkin
insanlığın en eski inanç problemlerinden biri olduğunu göstermektedir.
Yüce Allah Nisa sûresinin 48. âyetinde şirke "büyük iftira";
Nisa sûresinin 116. âyetinde "büyük sapıklık"; Lokman sûresinin 13.
âyetinde "büyük zulüm" diyerek insanın manevî alanını ne kadar tahrip
ettiğine dikkat çekmekte ve ondan caydırmaya çalışmaktadır. Nisa sûresinin 48
ile 116. âyetlerinde sadece şirk günahının affedilmeyeceğini vurgulamakta,
Allah'ın barışık olamayacağı insanları gündeme getirmektedir. Çünkü şirk
insanın psikolojik, yani manevî çevresini kirletmekte ve gönlünü karartmaktadır.
Nefsin manevî çevreyi kirletici atıklarının en kötüsü şirktir. Şirkin bir gece
olarak kararttığı insan psikolojisine iman güneşinin doğması için, din eğitimi
şirkle olanca gücüyle mücadele etmeli ve bu mücadelesinde bütün bilimsel
bilginin metotlarını kullanmalıdır.
3. Şirkin dışındaki günahların
affedileceğini söyleyen Allah, merhametinin ne kadar kapsayıcı olduğunu ifade
etmiştir. Ebû Zer'den rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber, "Lâ
ilahe illallah diyerek bu ikrarla ölen insanlar mutlaka cennete
girecektir" dediğinde, Ebû Zer ona üç kere "Zina ve hırsızlık yapan
da mı" diye sormuş, Hz. Peygamber üç cevabında da "evet"
demiştir[71].
Hz. Peygamber adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi günahların affedileceğini
söylerken hangi delile dayanmaktaydı? Bize göre Hz. Peygamber burada şu
âyetleri dikkate almıştır: Hırsızlık günahının affolaca-ğını Mâide sûresinin
38-39. âyetlerinin ilişkisinden anlıyoruz. Tövbe etmek şartıyla, zina ve adam
öldürmenin affolacağını da Furkan sûresinin 68-70. âyetleri anlatmakta ve bu
affı tövbe, iman ve iyi amele bağlamaktadır. Hatta bu âyetler şirk koşmuş ama
sonra tövbe edip iyi amel işleyenlerin günahlarının bile atfedilebileceğine
işaret ediyorlar.
Âyetin bu bölümüne dikkat edilirse, şirkten başka günahların Allah
dilerse affedileceği de vurgulanmaktadır. Şirkin dışındaki günahların affedilmesinde,
ilâhî dilemenin yer almasının anlamı, şirkin affedilmesinde ilâhî dilemenin
olmayacağıdır. Çünkü âyetin sonunda şirkin büyük bir iftira olduğuna dikkat
çekilmektedir. Şirkle mücadele veren din eğitimi aynı zamanda büyük iftira,
sapıklık ve zulme karşı mücadele vermektedir.
[72]
49. Kendilerini temize çıkaranların farkında değil misin? Hayır,
aksine Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl kadar haksızlık yapılmaz.
Bu âyeti iki açıdan yorumlamak mümkündür. Birincisi özel anlamda
yahudilerle ilgili, diğeri de genel anlamda açıklanabilir. Muhteva ile ilgili
olarak ele alındığında kendilerini tezkiye edenlerin yahudiler olduğu ortaya
çıkmaktadır.
1. Yahudilerin kendilerini
tezkiye ediş biçimlerine birkaç açıdan bakılabilir. Nisa sûresinin 48.
âyetinde Allah'ın şirki affetmeyeceği, Allah'a şirk koşmanın, büyük bir günah
olduğu söylenince yahudiler şirk koşmadıklarını söyleyerek kendilerini temize
çıkarmaya çalıştılar. Eğer bu âyet yahudilerle alâkalı değil idiyse, neden
böyle tezkiyede bulunsunlar?
Hz. Musa îsrâiloğulları'na apaçık delillerle geldikten sonra, buzağıya
taparak şirk koşmaları (Bakara 2/92); işittik ve isyan ettik, deyip inkâr
etmelerinin ardında, buzağı sevgisinin kalplerine doldurulması (Bakara 2/ 93);
âhiret yurdunun sadece kendilerine has olduğunu söylemeleri (Bakara 2/94);
cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün dokunacağını söylemekle,
işledikleri şirki hafife almaları (Bakara 2/80) bu tezkiyenin bir boyutunu
teşkil etmektedir. Diğer taraftan yahudi ve hıristiyanların, kendilerini
Allah'ın oğullan ve O'nun sevgilileri olarak görmeleri (Mâide 5/18) tezkiyenin
diğer boyutudur. Yahudi ve hıristiyanlardan başkalarının asla cennete
giremeyeceğini söylemeleri (Bakara 2/111) diğer bir tezkiye şeklidir. Bu
yaptıklarından dolayı Hz. Peygamber'e yüce Allah, "Kendilerini temize
çıkaranların farkında değil misin?" hitabında bulunmaktadır.
2.
Yahudilerin kendilerini temize çıkarmalarının
yanlış olduğunu yüce Allah, hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ifadesiyle
anlatmaktadır1. Âyet tezkiyeyi Allah'ın yapacağını söylemektedir. İnsan
kendini tezkiye etmemeli, çünkü tezkiye etme makamında değildir; tezkiye makamı
Allah'tır. Onun için Allah Necm sûresinin 32. âyetinde "O, sizi daha
topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karnında bulunduğunuz sırada
sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayınız. Çünkü O,
kötülükten sakınanları daha iyi bilir." buyurmaktadır İnsan kendi iç âlemi
üzerine düşünebilir ama takvasını tezkiye edemez ve etmemelidir. Buradaki
"Kendinizi tezkiye etmeyiniz" emri, bütün inananlaradır. Bir şeyi en
iyi temize çıkaracak olan, onu en iyi bilen, yani yaratandır.
3. Allah tezkiyeyi kendi
dileğine göre yaparken kimse saç teli kadar zulme uğramaz. Âyetin son bölümünde
yer alan fetil kelimesi "hurma çekirdeğinin ince ipliği" anlamına
gelmektedir. İnsanların parmakları arasmda bükebildiği zayıf ipliğe de fetil
denmektedir. Yahudilerin kendilerini temize çıkarmaları, ruhsal temizliğin
kendilerine ait olduğunu iddia etmeleri demektir. Halbuki Allah'ın rahmeti
bütün insanlara açık olduğundan ruhsal temizliğe herkes ulaşabilir. Çünkü
birilerine ruhsal temizliği nasip edip diğerlerine etmemek bir zulümdür. Onun
içindir ki Alah "kimseye kıl kadar zulmedilmeyeceği"ni söylemektedir.
Ruhsal temizliğin elde edilmesinde bütün insanlara fırsat eşitliği
vermektedir.
Genel anlamıyla bu âyeti Nisa sûresinin 28. âyetine bağlamak gerekiyor.
Çünkü bu âyette "İnsanın zayıf yaratıldığı" beyan edilmektedir. Necm
sûresinin 32. âyetinin ilk bölümü dikkate alındığında da şu sentez ortaya
çıkar: İnsan zayıf yaratıldığından günah işleme, görevlerini yerine getirememe
ihtimali vardır. Bu ihtimal içinde olan insanın doğası temize çıkartılamaz. Her
an hata yapma ihtimaliyle karşı karşıya bulunan bir varlık olarak insana
Allah, kendi kendini temize çıkarma hakkını vermemektedir. Âyetin asıl amacı
müslümanlara, Necm sûresinin 32. âyetinde olduğu gibi yahudilerin "diğer
inanç gruplarından daha çok ruh temizliğine sahibiz" dememelerini
öğretmektir. Ruh temizliği gruplara göre değil takvaya göredir. Onun için Necm
sûresinin 32. âyeti takva ile bitmektedir.
[73]
50. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apa- . çık bir
günah olarak bu (onlara) yeter!
"Allah'ın üzerinde yalan uyduruyorlar" ifadesinin yine
yahudilere ait olduğunu söylemeliyiz. Yahudilerin Allah'a nasıl iftira
ettikleri sorusunun cevabı, öncelikle Nisa sûresinin 48. âyetinde geçen şirktir.
Çünkü bu âyette Allah'a ortak koşma büyük bir iftira olarak nitelenmektedir.
Sahte tanrı uydurmak Allah'a iftiradır. Diğer taraftan Bakara sûresinin 111.
âyetine göre onların, "Yahudi ve hıristiyanlardan başkası cennete
giremeyecektir" demeleri de, Mâide sûresinin 18. âyetinde yahudilerin
Allah'ın oğlu ve sevgilileri olduğunu iddia etmeleri de Allah'a iftiradır.
Diğer taraftan elleriyle yazdıklarını kitapta, Allah'ın katından olmayan
fetvalarını Allah katındandır demeleri de Allah'a bir iftiradır (Âl-i İmrân
3/78). Allah'a bu şekilde iftira etmek, apaçık bir günah olarak yeterlidir.
Nisa sûresinin 44 ile 50. âyetleri arasında, şirki ve inkârı satın alanların,
inananlara karşı azılı düşman olacaklarını söylemesi, din eğitimi açısından
çok önemli ilkeler ortay koymaktadır. Bu tür insanlann dost edinilmesinin
tehlikeli olacağına dikkat çekilirken, Allah'ın dost ve yardımcı olarak
yeterli olacağı bildirilmektedir.
İlâhî hükümleri değiştirmek, dinleyip isyan etmek, peygambere hakaret
edip dine saldırmak küfür olduğundan, bunu yapanlara Allah'ın laneti her zaman
gelmiş, geliyor ve gelecektir. Şirkin Allah'a iftira niteliği taşıyan büyük bir
günah olduğu, kendini diğer din mensuplarından farklı görerek tezkiye etmenin
yanlışlığı İslâm'ın kutsal kitabında anlatılarak, geçmişte yaşanan bir olgunun
ışığından istifade etmek suretiyle müslümanların bilinçlenmeleri ve aynı hataya
düşmemeleri istenmektedir.
[74]
51. Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve
bâtıla iman ediyorlar, sonra da kâfirler içinbı: "Bunlar AHalfa îrtıan
eâenfetckm daha diyörter.
52. Bunlar; Allah'ın lanetlediği ttmseterdir, Âllan lanetlediği kimseye
ğterçek bir yanfanct butatnassıniz:
Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerden kasıt yahudilerdir. Bunlar
Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler olduğundan, inanç ve davranışları Hz.
Peygamber'in peygamberliğinden sonra ortaya çıkmıştır. 51. âyetin nüzul
sebebini Râzî şöyle anlatmaktadır: Bir grup yahudi, Hz. Peygamber'e karşı
savaşmak için Kureyş'le anlaşmak üzere Mekke'ye geldiler. Kureyş'in ileri
gelenleri onlara, kitap ehli oldukları için kendilerini Hz. Muhammed'e daha
yakın gördüklerini, bu sebeple hilelerinden emin olamayacaklarını söylediler.
Tatmin olmaları için yahudilerden putlarına tapmalarını istediler. Yahudiler bu
isteği yerine getirdiler. İşte âyette geçen cibt ve tağuta iman bunu ifade
etmektedir. Daha sonra Ebû Süfyân kimin doğru yolda olduğunu yahudilere
sorunca, onlar putperestlerin müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını
söylediler. Âyetin sonu bu söylevi de gündeme getirmektedir[75].
1. Âyette geçen cibt ve tâğut
kavramlarını açıkladıktan sonra yorumunu yapabiliriz. Cibt kelimesi Râzî'nin
Kaffâl'den naklettiğine göre cibs kelimesinden türemiştir. Kelimenin sonundaki
"s" harfi, "t" harfine dönüşmüştür. "Âdi, değersiz ve
pis olan şey"e cibs denirmiş. Demek ki cibt âdi, değersiz ve pis olan şey
anlamına gelmektedir. Zemahşerî cibti "putlara tapınma" olarak
almıştır[76]. îbn
Abbas'ın cibti "kâhin" mânasına aldığını Râzî nakletmektedir. Cibt ve
tâğutun Araplar'ın putlarının ismi olduğunu söyleyenler de vardır.
Lisdnü'J-Arctb'da cibt kelimesinin Arapça kökenli olmadığı ifade edilmektedir.
Nisa sûresinin 44. âyeti ile 51. âyeti arasındaki muhtevaya bakıldığında
Muhammed Esed'in "asılsız muammalar" mânasına hak vermek gerekiyor.
"Hiçbir değeri ve faydası olmayan şey"e cibt denmektedir. Ebû
Davud'un naklettiği hadise göre hurafeye bulaşmış her türlü kutsamaya ve
falcılığa işaret etmektedir.
Cibtin bu anlamlarından hareket ederek diyebiliriz ki uğrunda canlar
feda edilen ideolojiler, felsefeler, sahte fikirler, insanlann kafasını karıştıran
fantaziler, kuruntular, vehimler ve hurafeler cibttir. İnanılmaması gereken
inanılacak hiçbir değeri olmayan beşeri kaynaklı hurafelerin hepsine cibt denmektedir.
Bu mânalar cibt kavramını evrenselleştirmektedir.
Tâğut kelimesi daha önce Bakara sûresinin 256. âyetinde açıklandı.
Zemahşerî "İblîs", İbn Abbas "sihirbazlar", bazıları da
Araplar'ın putlarından birinin adı olduğunu ifade etmektedir. Kısaca cibt
"asılsız, hayırsız ve sahte olan şeyler"e dendiği halde, tâğut
"insanı azdıran şey" mânasına gelmektedir[77].
Nisa sûresinin 51. âyetinde Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla bütün insanlığa
"görmüyor musun?" denmesi, cibt ve tâğuta inanmanın ne kadar kötü ve
gizli bir şirk olduğundandır. Yanlış fikirlerin, hurafelerin, kuruntuların ve
vehimlerin insanların tanrısı haline gelebileceğini, bu sebeple eğitimcilerin,
anne babaların dikkat etmesi gerektiğini öne çıkarmaktadır. Tâğut kelimesi
"azmak"tan türediğine göre, nefsin insanı azdırarak tanrısı haline
geleceği gerçeğini, yani Câsiye sûresinin 23. âyetini de akıldan çıkartmamak
gerekir.
İnsanın manevî yapısını kirleten cibt ve tâğut, inkâr edilmedikçe
insanın gerçekten iman edemeyeceğine de Bakara sûresinin 256. âyeti işaret
etmektedir. Cibt dışarıdan, tâğut da içeriden insanın manevî yapısını
kemirmektedir. Dışarıdan gelen sahte fikirlerle, içeriden şeytan ve nefis
insanları çıkmaza sokmaktadır. İnsanlığın erdemini alıp götüren cibt ile
tâğutun neler yaptığının ve onlann nasıl kulu olunduğunun iyi analiz edilmesini
istemektedir. Yukarıda mânaları verilen cibt ve tâğutun, bulaşıcı bir hastalık
gibi dünyayı sarmasından önce tedbirinizi alın dercesine âyet "görmedin
mi" sorusuyla başlamaktadır.
2. Âyetin ikinci bölümünde
cibt ve tâğuta inananlar kâfir olarak ilân edilmektedir. Bunların
değerlendirmeleri de burada gündeme getirilmektedir. Cibt ve tâğuta inanan
kâfir yahudiler "müşriklerin müslümanlardan daha doğru yolda olduğunu
söylerler." Kendilerini tezkiye eden yahudiler, müşriklerle müminleri
karşılaştırıp üstünlüklerini ortaya koymaktadırlar. Müşrikleri müminlerden
üstün görme olgusu bugün de devam etmektedir. Birileri hatta müslümanların
içinden bazıları çıkıp müşriği müslümana tercih etmekte ve onları daha doğru
yolda görmektedir.
3.
52. âyette onlar
değerlendirilerek: Allah'ın lanetledikleri işte bunlardır buyurulmaktadır.
Buradaki lanetin ne olduğunu âyetin devamı cevaplamaktadır: "Allah'ın
lanetlediği kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsınız!" Demek ki lanet
Allah'ın yardımını kestiğine kimsenin yardım edememesidir. Rahmetinden
kovması, yardımım kesmesi Allah'ın laneti olmaktadır. Lanetin karşıtı Nisa
sûresinin 45. âyetinde dostluk ve yardım olarak belirlenmişti.
Yüce Allah yahudilerle ilgili bu laneti müslümanlara niçin anlatıyor?
Bu soruya 51. âyetten hareket ederek cevap verebiliriz. Cibt ve tâğu-ta
inanmanın ne anlama geldiğini, böyle bir inancın kendi halinde kalmayıp
inançlararası ilişkileri nasıl kötü yönde etkilediğini ve bu ilişkileri nasıl
kirlettiğini anlatarak, Allah müslümanlan uyarmakta ve bu yönde eğitmektedir.
Dostluğun ve düşmanlığın sınırlarını belirleyen en önemli olgulardan birinin
iman olduğuna dikkat çekerek, dost ve düşmanlarımızı iyi tanımamızı
istemektedir. Kâfir yahudilerin müşrikleri müslümanlara tercih ettiğinin ve
edeceğinin bilgisini veren Allah, müminlerin ilişkilerinde hata yapmamalarını
istediği için bu âyeti göndermiştir.
Yahudiler birinci laneti sapıklığı satın almaları, müslümanları yoldan
çıkarmak için düşmanlıklarını hayata dökmeleri, Allah'ın hükümlerini tahrif
etmeleri, Hz. Peygamber'e hakaret etmeleri, dine saldırmaları neticesinde
almışlardır (Nisa 4/44-46). İkinci lanet de Tevrat'ı tasdik eden Kur-an'a
inanmamalarından dolayı başlarına gelmiştir (Nisa 4/47). Üçüncü lanet Allah'a
şirk koşmaları, kendilerini temize çıkarmaları, Allah'a yalan yere iftira
etmeleri, cibt ve tâğuta inanıp kâfirleri müslümanlara tercih etmelerinden
dolayıdır.
Böylece Alah, laneti insanlara getiren davranışların neler olduğuna
açıklık getirerek insanlığı bilinçlendirmektedir, Allah katında insanların
erdemlerini, hangi amellerin ve inanış biçimlerinin kaybettirdiğine dikkat
çekilerek insanlığın geleceğini kurtarmanın yollan, metotları öğretilmektedir.
Kendi kitaplarını beğenmemek, başkalarına inanmamak, Allah'a iftirada
bulanarak şirk koşmak insanlığın erdemini alıp götürmekte, insanı Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırmaktadır. Toplumlar bu rahmetten kovulma şeklini
yaşarlar da sebebinin ve geliş kaynağının farkında olmazlar. Sebepleri başka
yerlerde aradıklarından çözüm de üretemezler. Belânın neden ve nereden
geldiğini teşhis etmek; lanetin farkına varmak ve onu sebep-sonuç ilişkisi
içinde açıklamak ciddi mânada hem ilahiyat hem de sosyoloji mühendisliği ister.
Böylece Allah, "Kendilerine kitaptan bir pay verilenler"
konusunu 44. âyetten itibaren ele alıp 52. âyete kadar açıklamıştır.
[78]
53. Yoksa onlânri mülktea (hüküittranfaktân) bir oa-sipMri mi var?
İnsanlara çekirdek, filizi (kadar bir şey bile) vermemelerdi.
54. Yoksa onlar, Allah'ın lutfundan verdiği şeyler için : insanlara haset mi ediyorlar? Oysa
jbrâhim soyuna kitabı ye hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık
bahşettik.
44 ile 52. âyetler arasında yahudilerin inanç, tutum ve davranışlarının
analizi yapıldıktan sonra, onların en önemli psikolojik oluşumlarından
ikisinin cimrilik ve haset olduğuna, bu özelliklerin onların davranışlarını
yönettiğine dikkat çekilmektedir.
1. Yüce Allah 53. âyette
siyasetle ekonomi, zenginlikle cimrilik arasında bir ilişki kurmaktadır.
Âyetteki mülk kavramını siyasî iktidar mânasına alabiliriz. Kendilerini Allah
katında imtiyazlı gören yahudiler, insanların idarecisi gibi davranıyorlardı.
Allah burada "Onlar için siyasî iktidardan hiçbir pay yoktur"
anlamında ^f em kelimesini âyetin başına getirmiştir. "Ama (eğer onlar
iktidara sahip olsalardı) başkalarına bir hurma çekirdeğini dolduracak kadar
bile bir şey vermezlerdi." Bunun anlamı şudur: Yahudilere siyasî iktidar
vermemesinin sebebi cimri olmalarındandır. Halkı ekonomik menfaatlerden
istifade ettirmeyecek insanlara siyasî güç verilemez. Ekonomik hayatı
daraltan, insanları sefalet içinde bırakanların siyasî erki elinde
bulundurmaları doğru değildir.
Böylece Allah siyasî erki eline geçirecek olan insanlarda "cömertlik" gibi çok önemli bir özellik aramaktadır. Ekonomik bilgisi olan, insanlann her konudaki dertleriyle dertlenen ve onların nimetler içinde olmalarından haz duyanların iktidara gelmeleri en doğru yoldur. Mülk kavramını ekonomik değer olarak da alabiliriz. İnsanların taşınır ve taşınmaz mallan anlamına da gelir. O zaman ekonomik imkânla cimrilik arasında bir ilişkinin kurulduğunu söyleyebiliriz.
Yahudilerin ekonomik nimetlerden bir paylan olsaydı, çekirdek üzerinde
bulunan noktacık, yani küçücük bir çukur kadar insanlara yardımda bulunmazlardı
demekle Allah, onlann çok cimri davrandıklanna işaret etmektedir. O zaman bu
âyetin tefsirini şu âyetle yapabiliriz: "De ki: Rabbi-min rahmet
hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız.
İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!" (İsrâ 17/100). Allah'ın hazinelerine sahip
olmak cömert olmak anlamına gelmemektedir. İnsanın yaratılıştan getirdiği
cimrilik özelliği onun insanlara yardım etmesini engeller.
53. âyetin sonunda geçen nakr kelimesi "çekirdeğin üstünde bulunan
minik bir nokta" ya da "yank" anlamına gelmektedir. Hurma filizi
yarıktan çıkmaktadır. İçinde oyuk bulunan oduna da nakr denmektedir. Kuşun
besinini yardığı gagasına da minkar adı verilmiştir. Taşa vurulup iz bırakan
alete de minkar denmektedir. Bu mânalardan hareket edersek Allah, Fakat öyle
olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi
demek istediğini anlayabiliriz.
Allah'ın yahudileri bir model olarak kullandığı, ama âyette yapılan
açıklamanın evrensel olduğu akıldan çıkanlmamalıdır. Allah evrensel mânada
siyasetle cimrilik arasında bir bağlantı kurarken, aynı anlamda siyasetle
cömertlik arasında da bir ilişki kurmaktadır. Önemli olan grupların şu veya bu
şekilde davranmasının analizi değil bütün insanlığın aynı şeyleri
yapabileceğine dikkat çekmektir.
Mülk kavramını siyasî erk olarak alırsak başka bir yorumu da âyetin
sonuna getirebiliriz. Yahudiler siyasî erki ellerinde bulundursalardı, onu
zerre kadar başkalarıyla paylaşmazlardı anlamına gelebilir. Yani âyetteki
cimrilik maldan vermek, ekonomik cimrilik değil, siyasî gücün verilmesi, halka
dağıtılması, yani demokratik anlayış kıtlığı olarak düşünülebilir.
Hâkimiyeti milletle, halkla paylaşmak için hiç teşebbüste bulunmazlar,
otokratik bir uygulamaya geçerler, zerre miktan siyasî güçlerinin
paylaşılmasını istemezler. Bu mânadan hareket edersek diyebiliriz ki Allah
siyasî iktidarın halkla paylaşılmasını istemektedir. Çünkü Hz. Mu-hammed'e Âl-i
İmrân sûresinin 159. âyetinde dünya işlerinde halkla istişare etmesini
emretmiştir. Halka rağmen halkı idare etmek değil, halka danışarak onların da
fikri alınarak siyasî erki paylaşmak erdemli siyasettir. Demek ki bir ekonomik
cimrilik bir de siyasî cimrilik vardır. İkisi de zulme götürmektedir.
Siyasî paylaşımda cimri davrananların niyeti zulümdür, en azından zulme
götürecektir. Çünkü bu tür davranış siyasetten şefkat ve merhametin el
çekmesine sebep olur. Siyasette şefkat ve merhametin yer alması, siyasî gücün
paylaşımıyla yani demokratik davranışla temin edilebilir.
2. Yüce Allah 54. âyette şu
soruyu soruyor: Yoksa onlar, Allah'ın lutfundan verdiği şeyler için insanlara
haset mi ediyorlar? Bu âyetteki "Allah'ın fazlı" kavramını üç mânaya
alabiliriz. Biri ekonomik değer ikincisi de siyasî erktir. Burada yahudilerin
zengin olmak için cimrilik ettikleri ortaya çıkmaktadır. Diğer mânada alırsak
53. âyetteki çekirdeğin üstündeki nokta kadar vermezler ifadesini siyasî erki
paylaşmazlar anlamında yorumlamak mümkündür. O zaman Allah'ın fazlından
insanlara verdiği şeyin siyasî iktidar olduğu ortaya çıkmaktadır. Üçüncü mânası
da Hz. Muhammed'e peygamberliğin verilmesi olabilir. O zaman 54. âyetin bu
anlamını Nisa sûresinin 46. âyetine bağlayabiliriz.
İster zenginlik ister siyasî erk veya peygamberlik olarak alınsın,
bunlara başkalarının sahip olmasına haset ettikleri ortaya çıkmaktadır.
Allah'ın 54. âyetin başında kınadığı şey, Allah'ın kendi hazinesinden insanlara
verdiğine hasetleridir. Nisa sûresinin 54. âyetinin son kısmına bakıldığında oradaki
fazl kelimesinin siyasî iktidar, Cum'a sûresinin 2-4. âyetlerine bakınca da
peygamberlik müessesesi olduğu görülecektir.
3.
Oysa biz ibrahim ailesine
vahiy ve hikmet bahşetmiş "ve onlara güçlü bir hükümranlık vermiştik.
Âyetin bu kısmı iki önemli müesseseyi gündeme getirmektedir: Birisi kitap ve
hikmetin oluşturduğu peygamberlik diğeri de mülk denen siyasî erktir. O zaman
54. âyette yer alan fazl kelimesine, peygamberlik ve hükümranlık mânalarını
vermek gerekir. Çünkü Hz. İbrahim'in soyundan gelen öyle şahsiyetler olmuştur
ki hem peygamber hem de hükümdardı.
Ama yahudiler onlara verilen bu görevlere haset etmediler, fakat Hz.
Muhammed'e verilen peygamberliğe haset ettiler.
Bu vasıfların kendilerinden başkasına verilmesine tahammül edememeleri
yüzünden, Allah'ın Hz. Peygamber'e ihsan ettiği peygamberliği kıskanarak haset
ediyorlardı. Bunun anlamı ilâhî takdire karşı gelmektir. Allah'ın peygamber
olarak görevlendirdiği kişiyi kabullenmemek O'nun planını beğenmemektir. Âyetin
bu kısmında geçen kitap kavramı "vahiy" demektir. Kitap ilâhî
hükümlerin yer aldığı bir bütünün adıdır.
Hikmet ise hakikatin sırlarına vâkıf olmaktır. Daha önce Bakara sûresinin 269. âyetinde bu kavramın mânasını açıkladık. Katıksız bilgiye hikmet denmektedir. İlâhî bilginin sırlarına vâkıf olmaktır. Hikmet peygamber olmayana da verilir ama vahiy yani kitap sadece peygambere verilir. Peygamber kitap ve hikmete sahip olduğundan anlayış ve bilginin doruk noktasına ulaşmaktadır.
Hz. İbrahim'in hanedanından gelip vahiy ve hikmete sahip olan
peygamberlerin bazıları siyasî erke de sahip olmuşlardır. Onun için âyetin
sonunda Onlara büyük bir mülk de bahşettik ifadesi yer almaktadır. Buradaki
mülk kavramı "siyasî erki elinde bulundurmak" yani hükümranlık
mânasına gelmektedir. Bir taraftan kitap ve hikmet diğer taraftan siyasî güç
bir araya gelince dünyevî ve uhrevî âlemi birleştiren bir olgunluk meydana
gelmektedir. Yüce Allah bu âyette yahudilere şunu söylüyor: İbrahim hanedanına
bu özellikleri veren Allah başkalarına da verebilir. Buna neden haset
ediyorsunuz?
Yahudilerin gösterdiği, bu peygamberlik müessesesi ve hükümranlık
bencilliği günümüzde geri kalmış toplumlarda devam etmektedir. Bazı büyük aile
ve aşiretlerin, kendileri dışında kimse ilerleyemez, siyasî iktidara ortak
olamaz, ilim adamı yetiştiremez, mahallî kamu görevlerinde yer alamaz,
belediye başkanı olamaz, milletvekili seçilemez şeklindeki zihniyeti, cahiliyet
tutumu maalesef günümüzde de devam etmektedir. Bu durum milletlerarası
ilişkilere de yansımakta, kültürel ve dinî konularda bile sürüp gitmektedir.
Nisa sûresinin 53-54. âyetleri sadece tarihî değil evrensel boyutlarıyla ele
alınmalıdır. Günümüzde yahudilerin Hz. İsa'yı, yahudi ve hıristiyanların da
beraberce Hz. Muhammed'i tanımamaları asırlar önceki tutumun hâlâ devam
ettiğini göstermektedir. Halifeliğin Kureyş'ten olması gerektiği uydurma
hadisini öne sürerek müslümanlar arasında da aynı zihniyetin takipçileri olduğu
ne yazık ki görülmüştür.
[79]
55. Onlardan bir kısmı İbrahim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi;
(onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter.
Âyette yer alan "ona" zamiri kime gitmektedir? 54. âyetle
birlikte mânalandırırsak Hz. İbrahim demek mümkündür. Ama yine 54. âyette
Allah'ın fazlını verdiği şahsiyet olarak düşünürsek Hz. Muhammed demek de
mümkündür. Nisa sûresinin 46-47. âyetine dönersek eksen konunun Hz. Muhammed
olduğu görülür. O zaman, "ona" zamiriyle, misal olarak verilen Hz.
İbrahim değil ana meseleyi teşkil eden Hz. Muhammed'e işaret edilmektedir.
Demek ki yahudilerin bir kısmı Hz. Muhammed'e inandı, bir kısmı da
inkâr etti. İster Hz. İbrahim isterse Hz. Muhammed olsun görülen odur ki,
yahudiler bunlara inanmak konusunda ikiye bölündüler. Bu bölünmede yüz
çevirenler tarafına katılanlara alevli cehennemin yeteceği ifade edilmektedir.
Böylece inkârın kavurucu ateşe dönüştüğüne dikkat çekilmekte ve bu ateşin
insanın gönlündeki inkâr psikolojisinden yakıtını aldığına işaret edilmektedir.
Bu âyetten çıkarılabilecek sonuç şudur: Sosyal bölünmelerin
dinamiklerinden biri inkâr ile iman olmaktadır. Fertlerin gönlündeki inanç
psikolojisi, yerine göre toplumun ya da grubun içine bir bomba gibi düşmekte
ve onu daha küçük gruplara ayırmaktadır. Bir kısmının inanması bir kısmının yüz
çevirmesi, bütünü parçalara bölmektedir. Birleşme inkârda değil imanda
olmalıdır. Çünkü inkârın meydana getireceği birleşmeye Allah katılmazken,
imanın meydana getireceği bütünlüğe Allah katılmaktadır, yani inkânn
birleştiriciliğine ilâhî onay olmadığı halde, imanın bütünleştirmesine vardır.
Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde tefrikanın ateşten bir çukur olduğu
söylenmişti. Burada da inkârın kavurucu ateş olduğuna dikkat çekilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki tevhid inancı sosyal bütünleşmeye götürürken selâmete
erdirmektedir. Tevhid inancından sapmalar da hem toplumsal cehenneme hem de
âhiretteki cehenneme götürmektedir. İnkâr psikolojisi toplumun hâkim
psikolojisi durumuna geldiği zaman insanlığı ateşe vermekte, bütün manevî
erdemlerini yakıp kül etmektedir. Bu ateş dünyada yanmaya başlayıp âhirette de
devam eder. Çünkü toplumu saran inkâr psikolojisi, inananlara zulüm halini alır
ve zulüm de çöküşü getirir.
[80]
56. Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe
sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka
derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hâkimdir?
55. âyette yahudilerin bir grubunun iman etmesi, bir grubunun da inkâr etmesi ele alındığı halde, 56. âyette genel anlamda Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin durumu açıklanmaktadır. Tabii ki 56. âyet yahudileri de kapsamaktadır.
1.
Şüphesiz âyetlerimizi inkâr
edenler ifadesi sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan yahudi, hıristiyan,
müşrik ve kâfirleri kapsamına almamakta, her nesilde var olan inkarcılara
işaret etmektedir. Onun için ellezîne kelimesi ile sıla cümlesine yer verilmiştir.
2.
İkinci bölümde Allah'ın
âyetlerini inkâr edenlerin nasıl cezalandırılacağı açıklanmaktadır. Âyetin bu
kısmında Allah gelecekle ilgili bir oluşumu gösteren sevfe kelimesine yer
vermektedir. Kur'an'da bazı âyetlerde sin harfi de bu amaçlarda
kullanılmaktadır. Bu kelime veya harf gelecekle ilgili ya tehdit mahiyetindeki
bir uyanyı veya bir ödül için müjdeyi vermektedir. Uyarıdaki tehdidini belli
şekillerde yapmaktadır. Bu kelimenin Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda
kullanıldığım görüyoruz
a)
Yapılan davranışın ne
olduğunu tehdit mahiyetinde haber vermekte: "Biz hıristiyanız diyenlerden
de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli
bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralannda düşmanlık ve kin
saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir" (Mâide5/14).
Demek ki yapılan bir şey unutulup, zararının farkına vanlmayabilir. O zaman
Allah yapılanın unutulmamasını gösterecek haberi verecektir. Sadece yapılan
şeyin değil aynı zamanda "Alay edilen şeyin haberleri de
verilecektir" (En'âm 6/5).
b) Gelecekle ilgili bir şeyi
bilme meselesinde kullanılmaktadır. "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman
vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz" (En'âm 6/67). Bu bilme
konusunda da bir tehdit vardır.
c) İleriye yönelik
nzıklandırmak için: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun
için bu yıllardan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan
korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lutrun-dan zengin edecektir..."
(Tevbe 9/28); "Rabbin sana bol lütuf verecek sen de hoşnut olacaksın"
(Duhâ 93/5).
d) Gelecekte birisi için
Allah'tan af dilemekte: "(Yâkub) 'Sizin için rabbimden af dileyeceğim.
Çünkü O çok bağışlayan, pek merhamet edendir' dedi." Demek ki Hz. Yâkub
başkaları için Allah'tan af dilemenin belli bir zamanını kollamış ve o anda dua
etmiştir. Ama gerçek olan şey gelecekte yapması için bu kelimeyi kullanmış
olmasıdır.
e)
Gelecekle ilgili bir oluşumu inkâr ederken bu
kelime kullanılmaktadır: "İnsan der ki: Öldüğüm zaman, sahi diri olarak
çıkarılacak mıyım?" (Meryem 19/66).
f)
İleride olacak olanı görmek
konusunda da kullanılmaktadır: "Onların halini gör. Onlar da
görecekler" (Sâffât 37/175).
g)
Yapılan bir amelin
ödüllendirilmesinde de müjde için kullanılmaktadır: "Onların
fısıldaşmalannın birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik ya
da insanların arasını düzeltmeyi isteyen(in fi-sıldaşması) müstesna! Kim
Allah'ın rızâsını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir
mükâfat vereceğiz" (Nisa 4/114).
h) Mahşerdeki cezalandırma
konusunu ifade ederken bazı âyetlerde bu kelimeye yer verilmektedir: Meselâ
yorumu yapılan âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek Gün ge\cce a\eşe
katılamıyoruz. Buradaki ateşin cehennem ateşi olduğu bir gerçektir. Yüce Allah
âyetlerini inkâr edenlerin azabı tam anlamıyla tadabilmeleri için, ateşte yanıp
dökülen derilerinin yerine yeni deriler getirecektir. Bunun anlamını Râzî,
azabın sürekli olması olarak vermektedir[81].
İnkâr insanın kalbinde teşekkül eden psikolojik bir durumdur. İnsanın
iç alemindeki bu oluşumun etkisi, sinir sistemine intikal ederek Allah'ın âyetlerine
bir tepki mahiyetinde davranışlara yansımaktadır. Âyetin sonunda Allah'ın azîz
ve hakîm olduğu gündeme getirilmektedir. Azîz sıfatı "gücü yeten, galip
gelen" mânasına gelmektedir, yani insanlar Allah'n âyetlerini inkâr ederek
O'nu mağlûp edemezler. O'nun kudreti her şeye yetecek durumda olduğundan O'nu
asla mağlûp edemezler, O mülkünde her zaman galiptir.
O'nun azîz sıfatı sadece doğruyu yapan anlamına gelen hakîm sıfatıyla
beraberdir. Yüce Allah bir işi yapınca onu yerli yerinde yapmakta ve asla yanlış
yapmamaktadır. Bu durum O'nun hakîm sıfatı gereği olmaktadır. 56. âyetten
çıkarılabilecek sonuç şudur: Allah inkârdan insanları vazgeçirmek için azabı
caydırıcı bir motif olarak kullanmaktadır. Yoksa kullarını cezalandırmayı, amaç
edinmemektedir.
Diğer taraftan inkârın insanın iç âleminde bir ateşi yaktığını, bunun
âhirette de devam ettiğine dikkat çekmekte, böylece cehennem ateşini kulun
kendisinin yaktığına işaret etmektedir. Bu durum sadece âhirette ateşi
oluşturmamakta, bu dünyada da ateşler, fırtına ve tufanlar meydana getirmektedir.
Hz. Nuh'un toplumu inkâr edince tufan bastı (Kamer 54/9-13); Âd kavmi inkâr
edince dondurucu soğuk onların kökünü kazıdı (Kamer 54/18-21); Semûd kavminin
inkâr etmesine de korkunç bir sesle mukabele edilmiştir (Kamer 54/23-31); Lût
kavminin yalanlaması da deprem ve pişirilmiş taşlarla cezalandırıldı (Hûd
11/77-83).
Verilen bu misaller bize çeşitli kavimlerin eğitilmesinden, iman
etmelerinden ümit kesilince nasıl muamele ile karşılaştıklarını ve bu tür
azapla kendi yanlış inançlarının sonucu karşılaştıklarını öğretmektedir.
Toplumdaki fertlerin hâkim inanış biçimleri inkâr olunca bu olumsuz inanç
toplumu ve tabiatı sarsmaktadır. Zaten Mü'minûn sûresinin 71. âyeti, hakkın
insanın nevasına tâbi olmasıyla göklerle yerin düzeninin bozulacağına işaret
etmektedir. Demek ki insan nefsi ve gönlü hem toplumu hem de tabiatı sarsacak
şekilde bir güç taşımaktadır. O güç sadece bu dünyayı değil âhiretteki hayatı
da ihya edecek veya sarsacak kuvvete sahiptir.
[82]
57- Buna mukabil inanıp iyi .işler, yapanları da, içte: rinden
jurmaifclar akan cennetlere koyacağız, orada sonsuza, kadar kalacaklar ve orada
tertemiz eşlere sahip olacaklar ve gölgeye koyarız.
Bu âyetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:
1. Bakara sûresinin 23 ve 24.
âyetlerinde kâfirlerin durumu anlatıldıktan sonra hemen iman ve iyi amel
işleyenler ele alınmaktadır. Nisa sûresinin 57. âyetinden önce inkarcıların
durumu ve cezaları açıklandıktan sonra, yine iman ve iyi işler işleyenlerin hal
ve ödülleri gündeme getirilmektedir. Kur'an'ın geneline bakıldığında bunun bir
metot olduğu görülecektir.
İnsanın psikolojisini geren inkarcıların durumu, iman ve iyi işler işleyenlerin hallerinin açıklanmasıyla da rahata kavuşmaktadır. Bu bir bakıma ritim psikolojisinin işlemesini temin eden metottur. Kâfirlerin durumu ve cezaları insanı kötümser bir psikolojiye soktuğunda, hemen iyilerin ödül müjdesi devreye girerek bu psikolojik gerginlik önlenmektedir.
2.
İman ve iyi amel kuldan,
ödül Allah'tandır. Dikkat edilirse imanla iyi amelin yapımcısı olarak kulun
kendisidir. Gönülde gerçek iman, davranışlarda iyi ürün olunca bunlar ilâhî
ödülü çağırmaktadır. Çünkü Fâtır sûresinin 10. âyetine göre imanla amel Allah'a
yücelip ödülü, yani şerefi alıp gelmektedir. İnkâr psikolojisinin dünyayı,
ilâhî âlemi ve âhireti sarsmasının aksine, iman ve iyi işler dünyayı, âhireti
ihya etmekte ve ilâhî âlemi harekete geçirerek ödülü alıp gelmektedir.
3. Tövbe ve istiğfar edilmemiş
hiçbir kötü amel cezasız kalmayacağı gibi, iman ve iyi işler de ödülsüz
kalmayacaktır. Çünkü zerre miktarı iyi iş yapan onu mutlaka göreceği gibi,
zerre miktarı kötülük yapan da kesinlikle onu görecektir (Zilzâl 99/7-8). İyi
veya kötü olsun kulun en küçük bir ameli değerlendirmeye tâbi tutulur ve bu
konuda zerre kadar zulme uğramaz (Nisa 4/49).
4.
Yorumunu yapmakta olduğumuz
âyetle iman ve iyi işin karşılığında üç çeşit ödülün verildiğine şahit
oluyoruz:
a)
Ebedî olarak kalınacak ve
içinden ırmaklar akan cennetler. Aslında bu cennet insanın gönlünde iman
sayesinde oluşmakta, o gönülden ve davranışlardan akan ırmaklarla, âhiretteki
cennete kadar uzanıp orada ebedîleşmektedir. İnsan kalbinden çıkan inkârın
kirli ırmağı ile imanın nurlu ırmağı âhirete kadar uzanır; birisi cehenneme
diğeri de cennete akar. Birisi cehennem ateşinin yakıtı, diğeri de cennetin
gıdası olur.
b)
Tertemiz eşler onlar
içindir. Bu dünyada namusunu koruyan, eşini ezmeyen, aldatmayan, sadakatini
gösterenlere orada tertemiz eşler vardır.
c) Onlar koyu gölgenin altında
olacaklar. Âyetteki zıllen za-lîlen ifadesi "en koyu olan gölgenin
gölgesi" anlamına gelmektedir. Arapça'da zil kelimesi "örtü"
veya "sığınak" manasınadır. Sığınak anlamından hareket edersek Râgıb
el-İsfahânî'nin "koruma" mânasını vermek mümkündür.
Cennette aşırı ısı veren bir şey olmadığına göre gölgeye ihtiyaç duyulacak
mıdır? Cennette her şey dengeli olduğuna göre gölgeye girmek neden bir ödül
olsun? Bize göre bu soruların cevabı için zıllen zalîlen kavramını
"sonsuz mutluluk" olarak anlamak gerekir. Muhammed Esed haklı olarak
bu anlama dikkat çekmektedir. Demek ki iman ile iyi işlerin ırmağı sonsuz
mutluluğun denizine dökülmekte ve oradan ebedî ödülleri getirmektedir. Bu âyet
de insanları iyiye motive eden bir metodun ve ödülün eğitimdeki önemini
vurgulamaktadır.
[83]
58. AJtah size,Mitttaka emanetleri ehli Olanlara vermenizi ve insanlar
arasoıda JtiUunettiğiniz zaman adaletle hült-r. AHah«i?e ne Kadar güzel öğütler
veriye!
Şüphesiz Allah her şeyi işttici, her şeyi görücüdür..
Âyeti üç kısma ayırıp açıklamakta yarar vardır:
1.
Emaneti ehline vermek.
Emanetin ehline verilmesi meselesiyle ilgili, Râzî ve ondan alıntı yapan
Elmalılı Hamdi nüzul sebebi nakletmektedirler: Mekke'nin fethinde Osman b.
Talha, Hz. Peygamber'in Kabe'ye girmesini engellemek için anahtarı vermek
istememişti. Hz. Ali anahtarı zorla alınca Hz. Peygamber içeri girdi ve iki
rekât namaz kıldı. Daha sonra bu âyet indi. Hz. Peygamber Hz. Ali'ye anahtarı
vererek, gidip Osman b. Talha'dan özür dileyip anahtarı teslim etmesini istedi.
Hz. Ali onun hakkında âyet indiğini söyleyip anahtarı verince Talha'nın oğlu
Osman müslüman oldu.
Nakledilen bu nüzul sebebi âyetin muhtevasına uygun düştüğü için,
tarihî bir olgu olarak alınması uygun, ama âyetin sadece ona tahsis edilmesi
doğru değildir.
Emanet kelimesinin lügat mânası verilip geniş anlamda yorumlamasına
geçilecektir: Emânât kelimesi "emanet edilen şeyler" mânasında bir
mastardır. Maddî ve manevî herhangi bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuzca
teslim edilebilir, istendiği zaman eksiksiz olarak alınabilir durumda olması;
bu şekilde Allah veya insanlar tarafından bırakılan, teslim edilen şeydir[84].
"Güvenilen, itimat edilen" anlamındaki emin kelimesi de aynı
kelimenin başka bir kalıbıdır.
Emanet kelimesi Bakara sûresinin 125. âyetinde emnâ kalıbında
geçmektedir. O âyette "güven ve emniyet yeri" anlamına gelmektedir.
Bakara sûresinin 126. âyetinde âminen kalıbında yer almaktadır. Hz. ibrahim
"Rabbim! Bu beldeyi emniyetli kıl!" diye dua ederken bu kalıpta
kullanmıştır ve ülkenin güvenlik içinde olmasını ifade etmektedir. Emin kalıbı
pek çok âyette peygamberler ve Cebrail hakkında kullanılmaktadır: "Bakın,
ben size (gönderilmiş) güvenilir bir elçiyim." Âl-i İmrân sûresinin 154.
âyetindeki emeneten kalıbı ise "emniyet duygusu" anlamına gelmektedir.
Meâric sûresinin 28. âyetinde me'mûn kalıbında "emin olunulur"
mânasını ifade etmektedir: "Rablerinin azabı(na karşı) emin olunamaz"
denmektedir. "İnanmak" anlamına gelen iman kelimesi de bu kelimenin
başka bir kalıbıdır. Demek ki inanmakla güven arasında derin ve sıkı bir bağ
olduğundan aynı kelimeden çıkmışlardır. Zira iman eden kişi güvenilen insandır.
Şimdi âyette geçen emanet kavramının ne anlama geldiğini açıklayabiliriz.
a) Yüce Allah'ın insana teslim
ettiği emanet olarak verdiği şey, akıl ve onun getirdiği sorumluluktur. Aslında
bu anlamın içinde bütün psikolojik kabiliyet ve yetenekler de vardır. Ancak
insana teslim edilen ruhî ve bedenî özelliklerin başındaki emanet hiç şüphesiz
akıldır. Bu yüzden akıl, iyi ile kötüyü ayırt etmesi, birden fazla eylem
arasında tercih yapması yönünden en büyük emanettir. Bu mânadan hareket edersek
gönül ve nefsin de bu kavramın içine girdiğini söyleyebiliriz.
Ahzâb sûresinin 72. âyetinde emanet kelimesi tekil olarak geçmektedir.
"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zalim, çok
cahildir." Bu âyette geçen emanet Allah'ın teklif ettiği ve insanın
yüklendiği şeyi ifade etmektedir. Râgıb el-İsfahânî burada emanetin
"keli-me-i tevhid, adalet, akıl" olduğunun söylediğini
nakletmektedir. William Edward Lane de şu mânayı vermektedir: "Muhakeme
yahut akıl ve irade, yani iki veya daha fazla hareket tarzı veya eylem biçimi
arasında, dolayısıyla iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneğidir[85].
Kısaca diyebiliriz ki insanda everensel mânada var olan ve en önemli özellik
olma vasfını kendinde toplayan hâkim psikolojik özellik akıllılıktır.
b) Emanet insanlann
birbirlerine teslim ettikleri ve korunmasını bekledikleri şey anlamına da
gelmektedir. Bakara sûresinin 263. âyetinde bu anlamda geçmektedir: "Eğer
seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış taahhütlerle
yetinelebilir. Ancak eğer birbirinize güveniyorsanız, kendine emanet edilen
kişi emaneti sahibine teslim etsin." Bu âyette tamamen maddî bir değerin
birine saklayıp koruması ve zamanı gelince sahibine teslim etmesi için
bırakılması anlamı vardır. Bu taşınabilir bir eşya veya taşınamaz olan bir mal
olabilir. İçinde gizli mesaj olan bir mektup veya yazı da olabilir. Çok önemli
ve gizli olan bir sır da bu kavramın içine girmektedir.
c) Nisa sûresinin 58.
âyetindeki emanet kavramından hemen sonra gelen ehl kelimesi, dikkate
alındığında daha farklı mânalar vermek mümkündür. Meselâ toplumun siyasî erki
bir emanettir. Bütün kamu görevleri bir emanettir. Dolayısıyla bu âyetin siyasî
ve idarî bakımdan yine bir ilki insanlığa empoze ettiğini söylemek mümkündür.
Çünkü kamu görevlerinin ehline verilmesi, toplumların aşiret toplumu olmaktan
kurtarılarak medenîleşmelerini temin eden önemli bir değişim sağlamıştır. Çünkü
önceki aşiret toplumlarında görevler asalet unvanına göre dağıtılırdı.
Mekke'de kamu görevi yapacak olanlar Kureyş kabilesinden olmak zorundaydı.
Kamu görevi yapmak için bir toplumda asalet unvanına önem verilmesi o toplumun
ilkel, aşiret toplumu özelliği taşıdığını gösterr.
Yüce Allah emanetin ehline verilmesini emretmekle, asalet unvanı
ölçüsünü kaldırmış yerine ehil olma ölçüsünü koymuştur. Bu emriyle Allah bilgi
ve beceriyi öne çıkartmış ve buna uyulmasını hükme bağlamıştır. Hz. Peygamber
bu uygulamayı Zeyd b. Hârise'yi Mûte Savaşı'na ordu kumandanı atamakla tatbik
etmiştir. Bilindiği gibi Zeyd kölelikten azat olmuş bir insandı. Onun bu
durumu ordu kumandam olarak atanmasına engel olmamıştır.
Yüce Allah peygamberlik unvanını ehil olana vermek için seçim yaptığını
söylemektedir (Âl-i İmrân 3/33). Demek ki emaneti ehline vermek hem Allah'ın
sünneti hem de insanlara olan emridir. Modern toplum olabilmek için hangi
çağda yaşandığı önemli değildir, önemli olan görevlerin hangi ölçüye göre
dağıtıldığıdır. Kamu görevlerinde akrabacılık, particilik, tarikatçılık,
mezhepçilik gibi ölçüler veya anlayışlar rol oynuyorsa, o toplum ilkellikten
kurtulamamış demektir.
Artık çağımızda ileri toplum olmanın özellikleri arasında, bir emanet
olan siyasî, idarî ve ekonomideki görevlerin, bilgi ve becerilere göre
sahiplerine verilmesi gerektiği bilinmelidir. Bilgi, beceri ve kabiliyetin
dışında bu görevler için ölçü koymak, toplumu geri götürmek, ileri gitmesini
engellemek anlamına gelir. "Emaneti ehline vermek" bilene, becerene
ve yetenekli olana işi yaptırmak anlamına geldiğinden hareketle diyebiliriz
ki, bir görev için ehil olanı arayan, bulan ve bu konuda başka ölçü
kullanmayanlar, Allah'ın emrini yerine getirdiği için O'na ibadet etmiş
olmaktadırlar.
Öğretim eğitim faaliyetleri bu kabil görevlere ehil olanları yetiştirmek
içindir. Bunu yerine getirdiğinde eğitim toplumsal görevinin bir bölümünü yapmış
olur. Eğitimin sosyal görevlerinden biri de "eleme" görevidir.
Kabiliyetli, yetenekli ve çalışanı tesbit edip eğitmek, toplumdaki görevler
için hazırlamak eğitimin en önemli sosyal görevleri arasında yer almaktadır.
Ehil olanı eğitimsiz ve imtihansız tesbit etmek mümkün değildir. Çünkü ehil
olmanın bir kabiliyet ve yetenek boyutu, bir de bilgi boyutu vardır.
Yüce Allah'ın insanları murâkebe ettiği en önemli yönlerden biri,
yarattığı üstün zekâlı ve dâhi beyinleri nasıl değerlendirdikleri ve işlerini
ehil olana teslim edip etmedikleridir. Allah'ın yarattığı dehâyı görmezden
gelip ihmal etmek, onu haset ederek devre dışı bırakmak, emanet olan toplum
işlerini ehil olmayanlara vermek, Allah'ın emanetine ihanetten başka bir şey
değildir.
İnsana zekâ bir emanettir, bu emaneti ihmal eden toplumların geleceğini Allah karartır. Bu konudaki ihmal ve çekememezlikler toplumların geleceğini yok etmekte, karartmakta ve böylece büyük bir ihanete sebep olmaktadır.
d) Nisa sûresinin 58.
âyetindeki emanet kavramını ferdî ve sosyal haklar mânasına da almak mümkündür.
Bu haklar kavramını bütün insanlık için düşünebileceğimiz her çeşit hakka
yaymamıza bir engel yoktur. Meselâ çocuklar hem anne babalara hem de devlete
emanettir. Bu emanetin iyi yetiştirilmesi onun hakkıdır. Bu hak yerine
getirildiğinde emanete riayet edilmiş demektir. Yaşlanmış anne babalar
çocuklara ve topluma emanettirler, onların bakımı yapıldığında emanet yerine
getirilmiş olur. Yine yetimler yakınlarına ve topluma emanettirler, onların
hakları yerine geldiğinde emanet yerini bulmuş olur.
Devletin siyaseti, eğitimin düzeni, ferdî ve toplumsal hakların saygınlığı
gibi emanetlerin ehline teslim edilmesi şeklinde nizama bağlanması, dünyevî ve
manevî problemlerin en aza inmesini temin edecektir. Akıl denen emanetin hakkı
onu çalıştırmak, gidebileceği ufuklara kadar serbest bırakmaktır. Aklını
çalıştırmayanı, Allah Ahzâb sûresinin 72. âyetinde zalim ve cahil ilân
ederken; Yûnus sûresinin 100. âyetinde murdar olduğunu söylemektedir. Sadece
akıl denen emaneti çalıştırarak insanlıktan zulmü, cehaleti ve murdarlığı
kaldıracağımıza göre, diğer emanetlere riayet etmekle insanlığın ne kadar
olgunlaşacağım kestirmek çok zor olmayacaktır.
Âyet siyasîleri, eğitimcileri, aileleri, işverenleri muhatap almaktadır.
Emanete sahip olan bütün insanlar, yani aklı başında olan herkes de bu emrin
kapsamına girmektedir. Yüce Allah toplumsal mutluluğu ve âhirette firdevs
cennetini getiren eylemler arasında emanetleri yerine getirmeyi de saymaktadır:
Yinc onlar ki, emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler (Mü'minûn 23/8).
Demek ki mutluluğa ve cennete giden yolun önemli kilometre taşlanndan biri de
emaneti yerine getirmektik.
Enfâl sûresinin 27. âyetinde Allah'a ve Peygamberi'ne ihanetle, emanete
ihanet yan yana zikredilmektedir: "Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e
ihanet etmeyiniz; bile bile kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursunuz."
Bu âyete göre ilâhî vahiy ve Hz. Peygamber'in uygulamaları bize emanettir.
Bunlara karşı gelmek veya gereği gibi uygulamamak bile bile kendi
emanetlerimize ihanet etmektir.
2.
İnsanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Emanet
"başkasının hakkını ödemek veya vermek" olduğu halde,
"adaletle hükmetmek, birinin diğeri üzerinde olan hakkım sahibine
vermek"ten ibarettir. Yüce Allah önce emaneti, sonra da adaletle
hükmetmeyi emretmiştir. İnsan haklarını yerine getirme konusunda öncelik
kişinin kendine aittir. Başkasının hakkı ödendikten sonra, başkalarının hakkı
konusunda hükmetme yetkisine sahip olunabilir. Kişinin kendinden başlayarak
topluma uzanması, kendine tatbik ettikten sonra başkasına emretmesi esas
alınmaktadır. Bu durum Bakara sûresinin 44. âyetinde açıklanmıştır. Demek ki
Nisa sûresinin 58. âyetinde hem kitaba uygun hem de akla uygun bir hüküm sırası
yer almaktadır.
Yüce Allah adaletle emretmenin önemini diğer âyetlerde de ele almıştır.
Nahl sûresinin 90. âyetinde "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya
yardım etmeyi emreder." buyurmaktadır. Sâd sûresinin 26. âyetinde de
Dâvûd peygambere: "Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde
insanlar arasında adaletle hükmet!" buyurmaktadır. Nisa sûresinin 135.
âyetinde, "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz!" emrini
vermektedir.
Adaletle hükmetmek geniş bir hukuk kültürü, ahlâk ve objektiflik isteyen zor bir iş olduğu kadar, önemli bir ibadettir de. Yukarıdaki âyetlerde emri veren Allah olduğuna göre O'nun emrini yerine getirmenin bir ibadet olduğunda şüphe yoktur. Hakkı haklı olana teslim etmek toplumlar için de yüce bir erdemdir.
3.
Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor.
"İnsanlar arasında adaletle hükmediniz" emrini, Allah âyetin bu
kısmında güzel bir öğüt olarak nitelendirmektedir. Nahl sûresinin 90. âyetinin
sonu da, "O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" ifadesiyle
bitmektedir.
4. Allah her şeyi işitici, her
şeyi görücüdür âyetinin son kısmı da, emanetin ehline verilip verilmediğinin,
insanlar arasında adaletle hükmedilip edilmediğinin kontrolünü gündeme
getirmektedir. İşitme ve görme eylemleri, âyetin birinci ve ikinci bölümlerde
yer alan emirlerle alâkalı sıfatlardır.
Netice olarak diyebiliriz ki Allah toplumları ve özellikle devleti
ayakta tutan iki önemli direğin neler olduğunu bu âyette gündeme taşımaktadır.
Emanet denen kamu görevlerinin ehline verilmesi, insanlar arasında adaletle
hükmedilmesi, insanlığı ayakta tutan erdemlerdir.
[86]
59. Ey imân edenler! AlIah'a, Peygamber'e ve aranızdan siyasî erkin
etttciitet editdiğî kimsekre itaat ediniz ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düşerseniz, onu Allah'a ve Pevgambere götürünüz, eğer Allah’a ve peygambere
götürünüz, eğer Allan’a ve ahiret günüe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.
1.
Kur'an'da pek çok âyette
itaat emri Allah'a ve Peygamber'e olmasına rağmen burada üçüncü bir müessese
eklenmektedir. Aranızdan siyasî erkin emanet edildiği kimselere ya da
"sizden olan emir sahiplerine." Âyette otoritenin yukarıdan aşağıya
doğru indiğine şahit oluyoruz. Allah ve Peygamber'e itaat hem siyasî hem de dinî
boyutları içine aldığı halde, emir sahiplerine itaat sadece siyasî otoriyetiyi
ifade etmektedir.
minküm ifadesini "sizden" mi yoksa "aranızdan" mı
şeklinde mânalandıracağız? "Aranızdan" mânasını verirsek, 58.
âyetteki emaneti ehline vermeye bağlamak mümkün olacaktır. Aranızdan siyasî
erkin emanet edildiği kimseye demektir. Çünkü devleti idare edecek olan kişiye
teslim edilen bu emanete halkın, yani iman edenlerin itaat edip o emaneti korumaları,
ona saygı göstermeleri gerekir.
"Sizden" ifadesinin içine müslüman olma şartı girmektedir.
Zaten âyetin başındaki hitabın müslümanlara olduğu bellidir. Müslümanlar siyasî
erki yürütebilecek, bu emaneti alma ehliyetinde olacak insanları yetiştirmek
zorundadırlar. Bu düzeyde insanı yetiştiremeyenler, başkalarının liderliğine
boyun eğmek mecburiyetinde kalırlar.
"Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacip kılınmamıştır.
Bu hususta itaat değil varsa bir anlaşmaya riayet etmek söz konusu olur. Fakat
itaat etmenin vacip olmamasından mutlaka isyan etmenin gerekli olduğu
anlaşılmaz. İtaatin vacip olmaması isyan etmenin vacip olmasını
gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde
bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine
başkadır"[87].
Elmalılı Muhammed Hamdi bu açıklamasıyla iki hususa ışık tutmaktadır:
Birincisi itaat kavramının karşıtı isyan olmaması, ikincisi idarecileri
müslüman olmayan ülkelerde yaşayan müminlerin nasıl davranacakları meselesi.
Çünkü müslüman olmayan ülkedeki devlet başkanı ya da idareciler zalim
olmayabilirler; bunun tam aksine müslüman ülkesindeki idareciler zalim
olabilirler. Meseleye açıklık getirebilmek için idarede kime itaat
edilmeyeceği sorusuna cevap bulmak gerekir.
Şuarâ sûresinin 151-152. âyetleri bu soruna açıklık getirmektedir:
"Ölçüyü aşanların emrine uymayınız. Ölçüyü aşanlar ki, yeryüzünde düzen
ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yaparlar." Bu âyet kimlere itaat
edilmeyeceğini belirlemektedir. Bunların arasına "mümin" olma şartı
konmamıştır. Özelliklerin ekseni "ölçüyü aşmak, israfa gitmek"
anlamına gelen müsriftir. Müsrif kelimesi "israfa giden" demektir.
İlk bakışta israf ekonomik bir kavram olarak görülecektir. Ancak bu kavramın
açıklamasını 152. âyet vermektedir: "Yeryüzünde bozgunculuk yapan", "dirlik
düzenlik vermeyeiTlerdir. Aslında 152. âyetin başında yeryüzünde fesat
çıkaranlar şeklindeki sıfat belirleyici ya da açıklayıcı kelime, fesat ile
dirlik düzenlik vermemeyi müsrifin bir açıklaması haline getirmektedir.
Toplumda aşın gitmenin, bozgunculuk yapmanın ve dirlik düzenlik bırakmamanın
mümini kâfiri olmaz.
Bir devlet başkanı ve onun etrafındakiler mümindir diye fesat çıkarmayacak,
toplumun dirlik düzenliğini bozmayacak ve böylece aşın gitmeyecek diye bir
kural yoktur. Tabii ki bu kötü özelliklere, mümin bir devlet başkanı sahip
olmamalıdır. Öte yandan mümin olmayan ama bu kötülükleri siyasete bulaştırmayan
yabancı bir ülkenin başkanına itaat etmenin de kötü bir yanı yoktur. Sadece
mümindir diye, toplumun altını üstüne getiren bir devlet başkanına karşı sessiz
kalmanın ve zulmü kabullenmenin iyi bir yanı yoktur?
İsrafı, yani siyasî uygulamalarda aşın gitmeyi tanımlarken âyette fesat
çıkarma, yani bozgunculuk yapma kavramı geçmiştir. Fesat çıkarmanın siyasî
anlamı nedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Kasas sû büyüklük duygusuna
kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki) onlardan bir
kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını
öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Gerçekten o, bozgunculuk
yapanlardandı.
Bu âyetin sonundaki müfsid kelimesi "fesat çıkaran" anlamına
gelmektedir. Âyetin öncesi de fesat, yani bozgunculuk yapmanın eylemlerini
açıklamaktadır. Toplumdaki halkı ya da ülke halkını parçalara, gruplara
ayırarak yüksek sınıf ve aşağı sınıf uygulamalarını getirmek; yukan sınıf
halkını tutup, aşağıdakileri ezmek fesattır. Bu bir nevi ülke halkını kastlara
bölmektir. Çünkü kast sisteminde aşağıda olanlara hiçbir ferdî ve sosyal hak
tanınmamaktadır. Ülke halkım parçalara bölerek kastlar yaratma olgusu bununla
kalmamaktadır. Kastın alt kısmında olanlar hor görülmektedir.
Bu tür siyasî bir uygulamayı gerçekleştirenlere itaat edilmez ve
edilmemelidir. Ülkede aşın gitmeyen, büyüklük taslamayan, halkı gruplara ayınp
birini tutup diğerini ezmeyen ve ülkede banş rüzgân estiren bir devlet
başkanına değil, onun siyasetine itaat etmenin farziyetini âyet verinektedir.
Zaten "siyasî erk sahipleri" kavramı kişiyi değil uygulanan siyasetin,
yani rejimin kendisi olmaktadır. Çünkü idareciler geçicidir, baki kalan devlet
olduğuna göre isyan devlete değil idarecilere olacaktır. Bir ülkenin vatanı,
bayrağı, bağımsızlığı onun devlet oluşunu belirler; ama siyaseti elinde
bulunduranlar yukarıda belirlenen hataları yaparlarsa, Kuran müminlere itaati
şart koşmamakta, idarecileri doğru bir çizgiye getirmenin yolunu aramayı
zorunlu kılmaktadır. Çünkü Nisa sûresinin 148. âyetine göre zulme uğrayanlar
seslerini duyuracaklardır. Bu onların tabii hakkıdır. Zulüm isyan getirir,
bunun dışındakileri itaat edilmeye mecbur kılar.
Nisa sûresinin 83. âyetine göre, aralarından emir sahiplerine ifadesi
sadece "devleti idare eden, yani siyasî erki ellerinde bulunduranlar"
anlamının yanı sıra "aralarından çıkan yetki sahipleri" mânasına da
gelmektedir. Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemde, işin mütehassısı, o işte
yetkili olan anlamını ifade etmektedir. Bu mânayı Nisa sûresinin 59. âyetine
taşırsak "Allah'a, Peygamber'e ve mütehassıs olanlara itaat ediniz",
yani "tâbi olunuz" mânasını vermek gerekir. Ama oradaki esas mâna
"siyasî erki elinde bulunduranlar"dır.
2. Tartışılan konu Allah'a ve
Resulü'ne götürülmelidir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin ikinci bölümünde,
olayların yorumlanması ve hükme bağlanmasında tartışmaların çıkabileceği ve bu
tartışmada çözümün nerede aranacağı da gündeme getirilmekte ve yol
gösterilmektedir.
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten
inanıyorsanız, onu Allah'a ve Resulü'ne götürünüz. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından daha güzeldir.
Âyetin bu kısmında Allah'a ve âhiret gününe inanmanın önemli bir
denemesi yapılmaktadır. Müslümanlar bir konuda tartışıp anlaşmazlığa
düştüklerinde başvurdukları makam Allah ve âhiret inançlarını ispat edecektir.
Doğru bilgiye ulaşmak, problemi kaynağından çözmek ve neticede tartışmayı sona
erdirmek iman kadar önemli bir meseledir.
Demek ki çözüme ulaşmamış, üzerinde derin tartışmalar yapılan konulan
Kitap ve Sünnet'e götürmek iman kadar ciddidir. Tartışmada insan aklına
rehberlik yapacak olan iki kaynak, Allah'ın kitabı ve peygamberin sünnetidir.
Onun içindir ki sosyal olgular anlatılırken Haşr sûresinin 2. âyetinde Ey akıl
sahipleri, ibret alınız! denmektedir. Sosyal olgulardan çözümler çıkarmak,
benzer olayların yorumunu yaparak neticeye bağlamak anlamına gelmektedir.
Nisa sûresinin 83. âyetinde tartışılan konunun bir de uzmanlarına
sorulması istenmektedir. Çünkü konunun uzmanları, bilgileri, tecrübeleri,
basiretleri ve iyi niyetleriyle çıkarımlar yaparak hüküm verebilirler. Böylece
her iki âyeti birleştirirsek tartışmayı Kitap ve Sünnet'e, uzman kişilere
götürüp çözüm elde etme zorunluluğu ortaya çıkar. Allah'a ve âhiret gününe
imanmanın eşit olarak görüldüğü bu davranış biçimi nedir? Sorunun cevabını
âyetin son kısmı vermektedir: Daha iyi ve sonuç itibariyle daha güzeldir. Yüce
Allah burada "daha iyi" ve "daha güzel" değer yargılarını
kullanmaktadır. İyi ve güzel ifadeleri seviyeli bir iş için kullanılmıştır. Allah'a
ve âhirete iman eden kişiler, derinlemesine tartıştıkları bir konuyu Allah'ın
kitabına ve Peygamber'in sünnetine başvurarak neticeye bağlarlarsa seviyeli
bir iş yapmış olurlar. Çünkü Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünneti tarafsız
bilgi içerdiğinden, çözümü de tarafsızdır.
İyi ifadesi davranışlarla ilgili bir değer yargısı olduğu halde; güzel,
sanatsal bir değer yargısıdır. Tartışma anında Allah'a ve Peygamberi'ne gitmek
ahlâkî bir değer taşıdığından "iyi"; neticeye ulaşınca da sanatsal
bir değer olan "güzel" ortaya çıkmaktadır. Böylece Allah ahlâkî
değerle sanatsal değeri bir araya getirerek bunu gerçekleştirenleri
yüceltmekte, Kur'an da sosyal olayların yorumunda, onlar üzerinde hüküm
yürütürken "daha iyi" ile "güzel"i aramakta olduğunu ortaya
koymaktadır.
[88]
60. Sana indirilene ve senden önce inderilenlere inandıklarını ileri sürenleri
görmedin mi? Tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde. Tâğutun
önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Haîuuki şeytan uiıian büsbütün saptırmak
istiyor.
Müfessirler, özellikle de Râzî, eksen konusu münafık olan iniş sebeplerine
yer vermektedirler. Ancak Allah'ın Hz. Muhammed'e ve ondan önceki kitaplara
inandıklarını iddia edenlerin, şeytanî fikirlerin kaynağı olan tâğutun önünde
tartışmaları, onun hükmüne müracaat etmeleri bu âyetin iniş sebebi olduğu
âyetin kendisinden belli olmaktadır. Demek ki âyet kendi kendine iniş sebebini
açıklamaktadır.
Âyetin analizine geçmeden önce bir önceki âyetle olan ilişkisini görmek
gerekir. 59. âyet Allah'a ve âhiret gününe inanan insanların tartışmalarında
başvuracaktan nihaî bilgi kaynağına ve hakeme işaret etmiş, daha iyi ve daha
güzel neticenin ve davranışın nerede olduğuna dikkat çekmişti. Ondan önce de
itaat silsilesini açıklamıştı. 60. âyette ise bunun muhtemel ters davranışını
gündeme taşımaktadır. Bunlardan sonra âyetin açıklamasına geçebiliriz:
1. Sana ve senden ön-ce
indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Hz. Peygamber
döneminde müslüman olan ama gönüllerinden mümin olmayan, yani imanın
kalplerine inmediği bazı insanlar vardı. Genelikle bunların müslüman olan
yahudilerden bir kısmı olduğu ifade edilse de, bize göre burada bu kişilerin
iman etmedikleri halde iman ettiklerini zannetmiş olmaları ön plandadır. Çünkü
âyet bu çizgiye çekildiğinde evrensel boyutu ortaya çıkmış olacaktır. Tarihî
bir başlangıç noktasını kabul etmekle beraber, her çağda böyle insanların
geleceği gerçeğinden hareketle âyete bakmanın zorunluluğu vardır. Âyetin bu
kısmında yez'umûne kelimesi geçmektedir.
"İddia etmek, söylemek, cüret etmek, ilân etmek, inanmak,
addetmek, saymak, reis olarak işe başlamak, lider olmak, bir grup askere
kumanda etmek"; zâim kalıbından alınınca "lider, reis, elebaşı,
fesatbaşı, albay, general, kefil" mânalarına gelmektedir.
1) Tehdit etmek. "Yahut, tehdit edip
durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve
melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe" (Isrâ 17/92) buyururken Allah'ın,
"iddia etmek" anlamında kullandığı bu kelimeye, Muhammed Esed
"tehdit etmek" mânası vermiştir ki,, âyetin muhtevasına bu mânayı
vermek daha uygun düşmektedir.
2) Sanmak. "Andolsun ki, sizi ilk
defa yarattığımız gibi, teker teker bize geleceksiniz ve size (dünyada)
verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklanınız
sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız
açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir" (En'âm
6/94). Âyette Allah'a eş koşan insanlann zihin eylemini ifade etmek için
"sanmak" kelimesi kullanılmaktadır ki, Kehf sûresinin 48. âyetinde
olduğu gibi "zannetmek" anlamına gelmektedir. Aslı olmayan, yalan,
uydurma ve yalan olan bir inanç biçimini gösteren bir fiildir.
3) Hayal etmek. "De ki, Allah'ı
bırakıp da hayal ettiğiniz (tanrılara) yalvannız. Ne var ki onlar, sizin
sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler, ne de değiştirebilirler" (İsrâ 17/56).
İnsanlann bazılan hayalî tannlar uydururlar; uydurdukları o hayalî tanrılarına
taparlar. Allah hayalî tannlanna yalvarmalarını söylemektedir.
4) İleri sürmek. "Bir gün onlann
hepsini derleyip toplayacak, sonra müşrik olanlara: Hani sizin ileri sürdüğünüz
ortaklannız diyeceğiz." (Enam 6/22). Buradaki "ileri sürme"
tanrılık atfetmek mânasını ifade etmekte-dir.
5) Kefil. Zeame kelimesinin zâim
kalıbı "kefil" anlamına gelmektedir: "Kralın kupasını kaybettik
diye karşılık verdiler. Onu kim bulursa (ödül olarak) kendisine bir deve yükü
(zahire) verilecek! Buna ben kefilim diye ekledi."
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette za'm kelimesi "yalan söz"ü
ifade etmektedir. Yüce Allah münafıklann Hz. Peygamber'e ve ondan önceki
peygamberlere indirilenlere inandıklarının yalan olduğunu burada ortaya
koymaktadır. Münafıklann yalan olarak ileri sürdükleri vahye ait inançları,
aslında evrensel bir iman olmaktadır. Bu iman Bakara sûresinin 2-4. âyetlerinde
müttakilerin imanı olarak takdim edilmektedir. Onların bu şekildeki imanlannm
sahte olduğu nereden anlaşılacaktır? Eğer onlar Hz. Peygamber'e indirilenle
daha önce indirilenlere gerçekten inansalardı, tartışmalarını Allah'a ve
Resulü'ne sunmalan gerekirdi; yani Kitap ve Sünnet1 e giderlerdi. İmanlannm
neden sahte olduğunu âyetin devamı vermektedir.
2. Tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Buradaki tâğut "şeytanî güçler" anlamına gelir. Ama bu şeytanî güç hem cinlerden hem de insanlardan meydana gelmektedir. İnsana vesvese veren, doğrudan uzaklaştıran ne varsa bunu tâğut yapmaktadır. Halbuki Bakara sûresinin 256. âyetinde tâğutu inkâr etmeden gerçek iman edilemeyeceğine işaret edilmişti. Nahl sûresinin 36. âyetinde, "Andolsun ki biz, Allah'a kulluk ediniz ve tâğuttan sakınınız diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik..." buyurulurken, geçmiş nesillere bir uyarıda bulunulduğunu işaret edilmektedir.
Münafıkların Allah'a, Peygamber'e ve meselenin uzmanına teslim olma
yerine (Nisa 4/59); şeytanî güçlerin oluşturduğu tâğuta teslim olma isteğinde
bulunmaları, onların sahte imana sahip olduklarının delili sayılmaktadır.
Tâğutun önünde muhâkemeleşmek şeytanî fikirleri insanlara aşılamaya çalışan
insanın önünde fikirlerinin doğru veya yanlışını aramak anlamına gelmektedir.
3. Halbuki şeytan onları
büsbütün saptırmak istiyor. Âyetin bu kısmında geçen "şeytan" ile
ikinci bölümde geçen "tâğut" aslında aynı şeyi ifade etmektedir.
Hakkı tanımayan, sapan, saptıran her insan veya güce tâğut dendiğinden, şeytan
da aynı işi yaptığından bu ismi almaktadır. Başka bir ifade ile, aynı görevi
yapmaları sebebiyle tâğuta şeytan, şeytana tâğut denmektedir.
Şeytanın muradı insanları uzak bir sapıklığa, yani bir daha doğru yola
gelme imkânı olmayacak şekilde yoldan çıkarmaya yönelik olduğu halde bunu
yapmış olmaları ne denli ikili oynadıklarını göstermektedir. "Bu âyete
neden yer verilmiştir" sorusunun cevabını vermek zorundayız. 59. âyette
müslümanın fikir tartışmalarında hakem olarak kime başvuracakları hükme
bağlanırken; burada da bunun aksini yapanlar açıklanmaktadır.
İyi ve güzelin nerede olduğunun ifade edilmesinin yanısıra, daha sapık
olan şeylerin nasıl üretildiği ve insanların nasıl yoldan çıktıkları da anlatılarak
bir bilinç oluşuturmaya çalışılmaktadır. Çünkü eğitim sadece iyiyi, güzeli,
olması gerekeni değil, kötüyü, çirkini, olmaması gerekenleri de konu edinir.
Sözle davranıştan birbirini tutmayan ve bu sebeple şeytanı hakem tayin
edenlerin durumuyla en iyiye ve güzele koşanların farkı ortaya konmaktadır.
Madem ki her şey zıddıyla anlaşılacak, anlatılacak ve bilinecektir; öyleyse
zıtlann ortaya konması gerekirdi. Diğer taraftan her inanan veya inanıyorum
diyen insanlara güvenilemeyeceğine de işaret edilmektedir. İmanın doğruluğu eylemle
ortaya çıkar. "Hz. Peygamber'e indirilene ondan önce indirilenlere
inanıyorum" dediği halde, tâğuta fikir danışan kimselere güvenilebilir
mi?
[89]
61. Onlara, Allah'ın indirdiğine ve resulüne geliniz denildiği zaman,
münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.
Aralarında ilmî veya hukukî mânada tartışan insanlar Allah'ın indirdiği
kitaba ve peygamberine davet edildiklerinde, yüz çeviriyorlarsa onların imanı
sahte demektir. Bazan insanlar ilmî mânada doğruya, ahlâkî bakımdan iyiye ve
hukuk bakımından hakka gitmekte zorlanırlar. Doğru, iyi ve hak olandan kendi
arzularını ayırt etmekte güçlük çekerler. Bu güçlüğün üstesinden
gelemediklerinde şeytanî güçlere, yani tâğutun isteklerine boyun eğerler. Çünkü
nefsî arzuların kolaylığından doğrunun, iyinin ve hakkın yolunun çileli ve zor
olmasından bu güçlere boyun eğerler. Tâğutun yolu ve çağırışının onlara,
Kur'an'ın ve Peygamber'in yolundan ve çağrısından daha kolay gelmesi
nefislerinin arzularından kaynaklanmaktadır.
Âyetin birinci bölümündeki "çağrı" ve bu çağrıya karşı
takınılacak tavır onların imanlarının derecesini belirleyecektir. Nisa
sûresinin 65. âyeti buna işaret etmektedir: "Hayır! Rabbine andolsun ki
aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sanra da verdiğin
hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kubullenmedikçe iman
etmiş olmazlar." Böyle bir çağrıya karşı, kaçışla olumsuz tepki
gösterenlerin münafık olduğu ortaya çıkmaktadır. Münafıklık psikolojisi Kur'an
ve Peygamber'den kaçış şeklinde davranışlara yansımaktadır. Kendi arzularıyla
ilâhî öğretilerin çatıştığı durumlarda, bu öğretilerden uzak dururlar. Bu uzak
duruş peygamberden kaçış şeklinde tezahür etmektedir. Tabiiki bu tür davranış
sadece Hz. Peygamber dönemindeki münafıkları içine almamaktadır. Kıyamete
kadar gelecek olan insanların arasında bu tepkiyi verenler hep olacaktır.
[90]
Yalan Yere Yemin Etmek:
62. Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen,
"Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulma istedik" diye yemin ederek
sana nasıl gelirler!
1. Tâğuta danışmaları,
Allah'ın indirdiğine ve peygambere çağrıldıklarında uzaklaşmaları, işledikleri
önemli günahlar arasında yer almaktadır. Bu günahları onların başına bazı
belâlar getirmiştir. Bu musibetler nelerdir? Sorunun cevabını Tevbe sûresinin
83. âyetiyle verebiliriz: "Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına
döndürür de (başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için, senden izin
isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız, asla savaşmayacaksınız..."
Sorulan sorunun diğer bir cevabı da Ahzâb sûresinin 60-61. âyetleridir: "Andolsun ki, ikiyüzlüler (münafıklar), kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında az bir zaman kalabilirler. Hepsi de lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." Hz. Peygamber'in onlan kovması, onlarla savaşa çıkmaması, lanetlenmeleri ve öldürülmeleri onlann başına gelen önemli musibetlerdir. Bu musibetlerin yanında başkalarının olduğu da bir gerçektir. Tâğuta danışmaları, Kur'an'a ve Peygamber'e gelmemeleri, onların yanlış yapmalarına sebep olmuş ve bu yanlışları onlara musibet olarak dönmüş de olabilir. Âyeti bu bağlamda ele alınca söz konusu neticeye ulaşmak uzak bir ihtimal değildir. Âyetin bu kısmından bir genelleme yapabiliriz: İnsanların veya toplumların başına gelen belâlar kendi yaptıklarının neticesi ve karşılığıdır. Musibetler Allah'a atfedilemez; çünkü O, daima kullan için iyiliği murat etmektedir.
2.
Hemen 'Biz, yalnızca iyilik
etmek ve arayı bulmak istedik1 diye yemin ederek sana gelirler. Başlarından
kötü tecrübe geçince ikili oyunlarına başvurarak, daha önce çağırıp da
gelmedikleri Hz. Peygamber'e koşarlar. Tâğuta başvurmalarının sebebini, sadece
iyilik istediklerine ve arayı bulmak için yaptıklarına bağlarlar. Tabii ki
iyilik ve arayı bulmak için yemin etmeleri yalandan öteye gidememektedir. Demek
ki münafıklar bile iyinin ve kaynaşma gibi değerlerin farkındadırlar ama bu
değerler onların arzularıyla çatıştığı için onlardan daima kaçmaktadırlar. Bu
bilgi akıldan gönüle ve oradan davranışlara yansımadıkça insanlar şahsiyet
parçalamasından kurtulamayacaklardır.
[91]
63. Ama Allah onların kalplerindeki her şeyi bilir; o halde onları kendi hallerinde bırak; kendilerine öğüt ver ve onlara kendileri hakkında etkili söz söyle!
Hz. Peygamber'i terkederek çeşitli olaylar konusunda tâğutla iletişim
kurmaları ve bu iletişimin sahte amacının "iyilik" ve "uzlaşma"
olduğu konusunda yemin etmeleri karşısında Hz. Peygamber'in tutumunun ne
olması gerektiği 63. âyette belirlenmektedir.
1. Allah'ı kandıramazlar. Yüce
Allah münafıkların kalplerindekini, yani amaçlarını bildiğini söyleyerek,
onlarla kurulacak ilişkiyi ve iletişimi kendisinin belirleyeceğini gündeme
getirmektedir. Kalplerdekini sadece Allah'ın bilebileceği konusunda vurgulama
vardır. Münafıkların sözleriyle gönülleri birbirini tutmadığından, sözlerine
ve davranışlarına bakarak kalplerindeki niyet ve amacı bilmek mümkün değildir.
Âyette, Onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir ifadesine yer
verilmesinin amacı bu açıklamayı yapmaktır.
2. Onlarla ilişki nasıl
olacaktır? Kalpleri en iyi bilen Allah olduğu için, gizlenen amaçlara göre
nasıl ilişki kurulacağını da O tesbit etmektedir.
a)
Yalan söyleyen ve alan yere
yemin eden münafıklara aldırış etmemek gerekiyor. Onları kendi hallerine bırak!
Yüce Allah onlarla çatışma sürecini başlatmak istemiyor ve yalan yere yemin
edenleri, kalpleriyle davranışları farklı olanları, bu durumlarıyla başbaşa
bırakmanın en doğru yol olacağına işaret ediyor. "Onları kendi hallerinde
bırak!" emrinin bir anlamı, yemin edip iyilik yapmayı ve arayı bulmayı
istemeleri konusundaki özürlerini kabul etme demektir. Onların getirdikleri bu
sahte açıklamayı kabullenmek, aldanmak anlamına gelecektir. Diğer anlamı da onların
bu sahtekârlıklarını yüzlerine vurma ve kalplerindekini deşifre etme, çünkü bu
onların düşmanlıklarını artırabilir.
b)
Onlara öğüt ver! Yalanlarına
aldırış etmeyip kendi hallerine bırakmanın amacı, onları verilecek öğüde
hazırlamaktır. Çatışma sürecini başlatmış olsaydı, öğüdünü dinletme imkânını
bulamazdı. "Bana niye gelmediniz?" "Niye tâğuta gittiniz?"
"Niçin yalan yere yemin edip esas niyetinizi gizliyorsunuz?" gibi
sorularla müdahale etseydi öğüt verme fırsatını bulamazdı. Böylece
yanlışlarını ve münafıklıklarını yüzlerine vurmadan iyiyi ve güzeli onlara
anlatmanın daha doğru bir yol olacağı vurgulanmaktadır.
c) Onlara kendileri hakkında
tesirli söz söyle! Münafıklarla iletişimin ilk basamağını öğüt teşkil ederken,
ikinci basamağını da gönüle işleyecek nitelikte etkili söz oluşturmaktadır.
Sözlü iletişimle Allah onlara karşı etkili olunmasını, vicdanlanna inilmesini
ve ruhlarından yakalanmalarını emretmektedir. Böylece münafıklarla ilişki
kurulurken, hangi iletişim şeklinin deneneceğine de açıklık getirilmektedir.
Gönüle kadar işleyecek sözlü bir iletişimin kullanılması öngörülmektedir ki
öğüdün sağladığı manevî ilâç gönülden hasta olan münafığın kalbine
ulaşabilsin. Âyette yer alan : kendileri hakkında ifadesi, "iç âlemleri
hakkında" tarzında mânalandınlabilir. Çünkü münafıkların zoru
gönüllerinden olduğu için, oraya nüfuz edecek kadar etkili konuşma yapmanın
önemi ortaya konmaktadır.
Âyetteki "kendileri hakkında" ifadesine, "onlarla baş
başa konuş" mânasını da verebiliriz. "Münafıklarla milletin
huzurunda, başkalarının yanında değil de baş başa konuş" demektir.
Kalbinden hasta olana hastalığım başkalarının yanında değil de yalnızken
söylemek, eğitim metodu açısından da uygun bir davranıştır.
Zemahşerî'ye göre "beliğ söz" kalplerine etkili olacak olan
sözdür. İnançsız olan insanı dine döndürmek, ona tevhid inancını kabul
ettirmek, münafığı yola getirmekten daha kolaydır. Onun içindir ki, Allah
onların kalplerine işleyecek ve derinden etkileyecek söz söylemenin zorunlu olduğuna
işaret etmektedir. Münafığın psikolojisinde, kulaklarıyla gönülleri arasında
dağlar gibi manevî engeller vardır. Bu taştan meydana gelen engelleri delip
kalplerine ulaşmak için çok etkili, taşlan eritecek nitelikte sözlerin olması
zorunludur.
[92]
64. Zira biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine tâbi olunsun diye göndermişizdir. Eğer onlar, kendi kendilerine zulmettikten sonra, sana gelip Allah'tan bağışlanma dtteselerdi; peygamber de onların bağışlanması için dua etseydi; Allah'ın tövbeleri kabul edici ve merhamet edici olduğunu tereddütsüz görürlerdi.
a) Bu âyetin ilk bölümünün
Nisa sûresinin 59. âyetiyle bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Orada
peygambere itaati farz kılan Allah, burada peygamberleri itaat edilsin diye
gönderdiğini ifade etmektedir. 59. âyetteki emirle, 64. âyetteki istisna
kalıbındaki cümle aynı öneme sahiptirler. 59. âyette bütün peygamberlerin itaat
için gönderildiğine de dikkat çekilmektedir. Peygamberlere itaatin Allah'ın
izniyle olacağını hatırlatan âyetle, itaate başka bir boyut
kazandırılmaktadır. Râzî'nin açıklaması şöyledir: "Biz her peygamberi,
ancak bizim yardım ve başarılı kılmamızla kendisine itaat olunsun diye
gönderdik." Râzî izin ifadesini "yardım ve başarılı kılma"
mânasına almıştır.
Nisa sûresinin 61. âyetinde Hz. Peygamber'den uzaklaşmalarının yanlış
olduğu anlatılırken, peygamberlere karşı esas görevin itaat olduğu-lesi gerçeği
ortaya çıkmaktadır. Peygamber'den uzaklaşmak ita-jlüşmektedir. Diğer taraftan
60. âyette, tâğuta başvurup manın peygambere itaate uymadığı görülmektedir.
Pey-münakaşa anında ona indirilene
başvurmak, sırtını dönmemek, ona karşı ikili oynamamakla gerçekleştirilebilir.
b) Başkası için istiğfar
edilebilir. Yorumu yapılan âyetin ikinci bölümünde, hatadan sonra hemen
istiğfar etme ve başkasının adına af dileme konulan ele alınmaktadır:
"Eğer onlar kendi kendilerine zulmettikten sonra, sana gelip Allah'tan
bağışlanmalarını dileselerdi, Peygamber de onların bağışlanması için dua
etseydi" ifadesinden anlıyoruz ki, bir müslüman başkası için Allah'tan af
dileyebilir. "Kendi kendilerine zulmetme ifadesini ilk kullanan Hz. Âdem
(A'râf 7/23), Hz. Musa (Kasas 28/16) ve Belkıs (Nemi 27/44) olmuştu. Kur'an'm
pek çok âyetinde, işlenen bazı günahlar, insanlann kendi kendilerine
zulmettikleri şeklinde nitelendirilmektedir.
İnsan için âdil olan, iyiyi, güzeli ve doğruyu eyleme dönüştürmektir; ama insan günah işleyince kendine yakışmayan şeyi yaptığından zulmetmiş olur. Adalet "bir şeyi yerli yerine koymak" olduğuna göre; zulüm de "bir şeyi yerli yerine koymamak"tır. İnsan için adalet kendine yakışanı yapmaktır. Bu, iyiyi, doğruyu, güzeli üretmek ve hayata geçirmekle olur. İnsan bunlan yerli yerine koymayınca, kendi doğasının hakkını çiğnemiş demektir. Bu da âyette insanın kendine zulmü olarak açıklanmaktadır. Münafıklar 60-63. âyetlerde yaptıkları eylemlerle kendilerine zulmetmektedirler. Zulüm kavramının içine şu eylemler girmektedir; Hz. Mu-hammed'e ve ondan önce indirilenlere iman ettikleri iddia ettikten sonra tâğutun önünde hüküm aramaları, şeytanın etkisi altında kalmaları, Hz. Muhammed'e indirilene çağrıldıklarında Peygamber'den uzaklaşmaları; yaptıklarından dolayı başlarına gelen belânın ardından ikili oynayarak yemin edip iyilik ve uyum istediklerini söylemeleri. Bu eylemlerin bir araya gelmesi zulmü meydana getirmektedir.
Münafıkların bu davranışlarından hemen sonra Hz. Peygamber'e gidip af
dilemeleri gerekiyordu. Âyette "Sana gelip Allah'tan af dileselerdi, yani
istiğfar etselerdi, Peygamber de onlar adına Allah'tan af dileseydi"
ifadesine bu sebeple yer verilmektedir. Burada münafıkların günahlarından
sonra Allah'a istiğfar etmeleri anlaşılıyor, ancak Hz. Peygamber'in onlar için
Allah'a istiğfar etmesinin açıklanması gerekir. Çünkü bir insan başkası için
Allah'a istiğfar edip af dileyebilir mi? Bu sorunun cevabını başka âyetlerden
de verebiliriz. Öncelikle âyet bunun olabileceğini söylemektedir.
Muhammed sûresinin 19. âyeti şöyledir: Bil ki: Allah'tan başka tanrı
yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının
bağışlanmasını dile. Şuarâ sûresinin 86. hayetinde Hz. İbrahim müşrik olan
babası için şöyle yalvardı: jfy& Babamı da bağışla'. Gafir sûresinin 7.
âyetinde meleklerin inananlar için istiğfar ettiğini görüyoruz. Hz. İbrahim,
İbrahim sûresinin 41. âyetinde şöyle dua etmektedir: "Ey rabbimiz! Hesap
günü beni ana babamı ve müminleri bağışla!
Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, bir mümin başka biri için Allah'a
istiğfar edip af dileyebilir. Bu ilkeden hareket edildiğinde Hz. Muham-med'in
münafıkların Allah'tan af dilemelerinden sonra, onlar adına Allah'tan af
dileyebileceği beyan edilmektedir.
c) Allah affedici ve merhamet
sahibidir. Münafıklar âyetin ikinci bölümünde belirtildiği şekilde, kendilerine
zulmettikten hemen sonra Allah'a istiğfar edip af dileselerdi elbette Allah'ın
tövbeleri kabul edici, merhamet sahibi olduğunu anlayacak ve bu sıfatlarını
harekete geçireceğini göreceklerdi.[93]
65. Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda-sehi hakem kılıp sonra da yerdiğin hükümden içlerinde hiçbir' sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabul-lenmedikçe iman eimlş olmazlar.
Bu âyet de 59. âyetten başlayan konuyu ele almakta ve peygamberlik
müessesesinin yerini belirlemektedir.
a) Din konusunda peygambere
danışılır. 59. âyette tartışma halinde çözümsüz kalan konuların Allah'a ve
Peygamberi'ne götürülmesi hükme bağlanmıştı. 60. âyette bu hükme ters
düşenlerin hareketinin çok tehlikeli olduğu ve bunun münafıklık olacağı
belirtilmişti. Konu 65. âyete kadar tartışıldı, çeşitli açılardan bakılarak
analizler yapıldı. 65. âyette ise imanla ilişkilendirilmektedir.
b) Allah kendi şanı üzerine
yemin ederek, tartışmada peygambere başvurmanın önemini vurgulamaktadır:
"Onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça..." Âyetin
bu kısmında şecere kelimesi yer almaktadır. Şecere "vâki olmak, meydana
gelmek; savaş çıkması, başlaması; kavga etmek, tartışmak, mücadele etmek"
mânalarına geldiği gibi "ağaç, çalı" anlamına da gelmektedir. Neseple
beraber kulllanılınca "soy ağacı" anlamı da taşır.
Ağacın dallan ya da çalılıkların iç içe girip karışmasından hareketle,
insanlann bir konuda birbirine girip tartışmaları, kavga etmelerine intikal
eden bir mânası vardır. Kur'an'da sadece bu âyette "tartışma" anlamında
ve fiil kalıbında geçmiştir. Diğer pek çok âyette çeşitli isimlerle
"ağaç" mânasında kullanılmaktadır.
Ağaç insanlık için çok önemli bir motiftir. "Biz: 'Ey Âdem! Sen ve
eşin beraberce cennete yerleşiniz; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde
cennet nimetlerinden yiyiniz; sadece şu ağaca yaklaşmayınız. Eğer bu ağaçtan
yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz' dedik."
İşte meyvesi yenen bu ağaç Allah ile Hz. Âdem ve eşi arasında olumsuzluklar
meydana getirdi. "Bir kısmınız, diğerine düşman olarak ininiz"
hitabına sebep olmuştur. Şeytan ağaç motifini kullanarak aralarına düşmanlığı
soktu ve Allah ile ilişkilerini dinamitledi. Onun için şecere kelimesinde
"münakaşa, kavga ve savaş çıkarma" yer almıştır. Demek ki Allah
dallan birbirine girmiş ağacın "meyvesinden yemeyiniz, o ağaca
yaklaşmayınız" derken "kavgaya yaklaşmayınız" emrini vermişti
diyebiliriz. Ağaçtan yiyince yerinden yurdundan oldukları gibi, savaş çıkaran
insanlar da birbirlerini yerinden yurdundan etmektedirler.
Yüce Allah insanların arasında bazı meselelerin, ağaç dalları gibi
birbirine girmiş, içinden çıkılmaz hale gelebileceğine işaretle, bu gibi durumlarda
çözüm için Hz. Peygamber'e başvurmaları gerektiğini söylemektedir. Bu bir
tercih değil ilâhî bir emirdir. Allah bu âyette zorunluluğu imana bağlamıştır,
fakat Nûr sûresinin 63. âyetinde "belâ" ve "azab"a bağlanmaktadır.
"Peygamber'in size yaptığı çağrıyı birbirinize yaptığınız çağrılarla bir
tutmaktan sakınınız, gerçek şu ki, Allah hissettirmeden aranızdan ayrılmak
isteyenleri biliyor; öyleyse Allah'ın elçisinin emrine aykırı davrananlar,
kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın isabet
etmesinden sakınsınlar."
Hz. Peygamber'in görüşleri, emirleri, hükümleri, insanlann birbirleriyle
tartıştıkları hüküm veya görüşler gibi alınmamalıdır. Çünkü Peygamber dinin
hayata tatbik edilmesiyle uğraşan ve ilâhî kontrol altında olan bir kişidir.
Hz. Peygamser din hakkında konuştuğunda ya da fetva verdiğinde kendi görüşünü
değil Allah'ın emrini gündeme getirir. Çünkü kendi görüşünde yanılma ihtimalini
kendisi koymaktadır: "Ben de insanım, size dininiz hakkında bir şey
emredersem onu alınız. Ama kendi görüşümle size bir şey söylersem, ben de bir
insanım"[94].
"Ben de bir insanım; insan düşüncesinde hata da edebilir, doğru da
olabilir. Ben size 'Allah böyle diyor' demedim ki! Ben asla Allah'ın üstüne
yalan atmam"[95].
"Kim kasten uydurduğu yalanı bana atarsa o, ateşteki yerine
hazırlansın"[96].
Bu hadislerin ilk ikisinden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber din hakkında kişisel
görüşlerini değil ilâhî vahiyle kendisine bildirilenleri söylemekteydi. Kendi
görüşünde yanılma ihtimalinin olacağım itiraf etmektedir. Sahâbîler bu durumu
bildiklerinden, bunun kendi görüşü olup olmadığını sorarlardı. Kendi görüşü
olduğunu söylediği takdirde, eğer kendileri başka türlü düşünüyorlarsa
düşüncelerini açıkça ifade ederlerdi[97].
Bu hadislerden eğitimin şu ilkesini çıkartabiliriz: Din bilginleri fetva
verirken onlara bu fetvanın kendi görüşleri olup olmadığı sorulmalıdır. Eğer
onlar bunun kendi düşünceleri değil de Kur'an kaynaklı olduğunu söyler ve
ilgili âyeti okurlarsa o zaman doğruluğuna inanılacaktır. Aksi takdirde onların
düşüncelerinin hatalı olma ihtimalini her an göz önünde bulundurmak zorunludur.
Fetvasının kendi düşüncesi olduğunda, bunu söylemezse hatasını dine mal etmiş
olacaktır.
Böyle bir davranış da Peygamber'in sünnetine ters düşecektir. Hz.
Peygamber Allah'a yalan iftira etmediği gibi, üçüncü hadiste kendisine
atfedilerek yalan fetva uydurulmasını da uygun görmemektedir. Böyle bir
iftirayı cehennemde yer hazırlamaya denk bulmaktadır.
Hz. Peygamber'in onların aralanndaki tartışma hususunda hüküm vermesi
yeterli değildir, verdiği hükme karşı içlerinde sıkıntı da duymaları
gerekiyor. Âyetin bu bölümünde geçen £^r harecen kelimesi "öfke ve kinden
dişlerini gıcırdatmak", harice kalıbı da, "göğsün daralması"
anlamına gelmektedir. Gözle beraber kullanılınca "gözün fersizleşmesi, kamaşması";
ahrece kalıbı da "günah işlemek, dara sokmak, yeminini yerine
getirmemek"; harrece kalıbı da "yasaklamak, haram kılmak";
teharrece de "günahtan sakınmak" mânalanna gelmektedir.
1) Zorluk, güçlük. Mâide sûresinin 6. âyetinde
harec kalıbında geçmekte ve "zorluk" anlamına gelmektedir. Allah
size herhangi bir zorluk çıkarmak istemez. Yüce Allah bu kelimeyi insanlara
yüklediği ibadet görevlerini kullarının yerine getirmelerinde karşılaşacaktan
olumsuz şartlarda, onlara farklı davranma imkânı tanıyıp, isteğinin zorluk
çıkarmak olmadığını beyan ederken kullanmaktadır. Hac sûresinin 78, Nûr
sûresinin 61. âyetinde de aynı anlamı ifade etmektedir.
2) Şüphe. (Bu)' kcndisiV-le insanları
uyarman, insanlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitaptır. Artık bu
hususta kalbinde bir şüphe olmasın! (A'râf 7/2). Bu âyette de harec kalıbında
yer almakta ve müfessirler ona "şüphe" mânâsım vermektedir.
3) Günah. Kur'an'da "günah ve vebal" anlamında pek
çok âyette geçmektedir. Meselâ "Allah ve Resulü için (insanlara) öğüt
verdikleri takdirde zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey
bulamayanlara günah yoktur" (Tevbe 9/91) derken Allah günah yerine harec
kelimesini kullanmaktadır.
4) Suç. Dünyevî bir eylem için
kullanılınca "suç" mânası verilmektedir. Allah'ın peygamberine helâl
kıldığı şeyde ona herhangi bir suç yoktur. (Ahzâb 33/38). Bunun anlamı Allah'ın
helâl kıldığını kulların suç olarak değerlendirmeleri mümkün değildir.
5) Sıkışıklık. En'âm sûresinin 125.
âyetinde yoldan çıkan insanların kalbine Allah'ın verdiği hali ifade ederken
kullanılmaktadır.
6) Burukluk. Nisa sûresinin 65. âyetinde
Hz. Peygamber'in verdiği hükme karşı münafıkların kalben duyduğu burukluğu
ifade etmektedir. Kendi vicdanlarında ya da gönüllerinde bir burukluk
hissetmedikleri takdirde iman etmiş olacaklardır. Bu da yeterli değildir. Tam
bir teslimiyetle teslim olmadıkça da iman etmiş olmayacaklardır.
Yüce Allah münafıkların kesin bir imana sahip olabilmeleri için üç boyutlu şartlar silsilesini gündeme getirmektedir. Bunlardan birincisi hukukî boyut: Tartıştıkları bir konuyu Hz. Peygamber'e getirmek, ona danışmak ve onun hükmünü beklemektir. İkincisi kalbî boyuttur ki, Peygamber'in verdiği hükme karşı vicdanında hiç burukluk duymamaktır. Üçüncüsü de davranışlarıyla tam bir teslimiyet göstermektir. Hukukî, psikolojik ve davranış boyutlarıyla münafıklar, Allah'ın istediklerini yerine getirmedikçe iman etmiş olmayacaklardır. Aslında buradaki anlatım sadece tarihî bir içerik değil aynı zamanda evrensel bir açılımı ihtiva etmektedir.
Hz. Peygamber'in sünnetine müracaat etmeyen, onun hükümlerini kabul
etmeyen ve tam bir teslimiyet göstermeyenler gerçek iman etmiş olamazlar.
Eğitim insanları hem gönülden hem de davranışlar itibariyle hazırlamalı,
şekillendirmen ve geliştirmelidir. İnsanı içeriden ve dışarıdan yakalayıp
şekillendirirken gereken değişimi de yapmalıdır.
Bunu gerçekleştirebilmek için Hz. Peygamber'in Allah'tan aldığı vahyi
yaşanılır hale getirip hayata geçirebilmek üzere verdiği hükümlere tam bir
teslimiyet ortamı hazırlamalıdır. "Sünnet" dediğimiz bu hayatta,
yaşanılır hale getirme metodu veya yolu, kesinlik taşıdığı durumlarda tam bir
bağlayıcılık niteliğine sahip olduğundan kalben ve davranış açısından tam bir
teslimiyet gerektirmektedir. Çünkü bu konuda tam bir teslimiyetle Peygamber'e
itaat eden Allah'a itaat etmiş olacaktır (Nisa 4/80). Bu âyette de aklın boyun
eğmesi gündeme getirilmektedir. Nisa sûresinin 65. âyeti hukukî, kalbî ve
davranış boyutlarını, Nisa sûresinin 80. âyeti de aklın boyutunu ele alarak
dört boyutlu bir oluşumla insanı kavramaktadır.
[98]
66. Fakat biz onlara "hayatlarınızı feda ediniz" yahut
"yurtlarınızı terkediniz" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu
yapardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların
yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı. .
67. Bu durumda biz onlara rahmetimizden büyük bir mükâfat verirdik.
68. Ve onları dosdoğru bir yola yöneltirdik.
Bu âyetler öncekilerle alâkalıdır. "Onlara yazmış olsaydık"
ifade-sindeki "onlar" zamiri 60-65. âyetler arasında özellikleri,
düşünüş ve davranış biçimleri ele alınan münafıklara gitmektedir. Allah onlara
yapabileceği ama yapmadığı iki konuyu gündeme getirmektedir.
1. Kendini feda etme ya da
yurdunu terketmek. Ayetteki uktülû enfüseküm ifadesini çoğunlukla
"Kendinizi öldürünüz" anlamına almışlardır. Ama Muhammed Esed bu emri
"Hayatlarınızı feda ediniz" şeklinde tercüme etmiş ve bu tercüme
bizim için daha doğrudur. Esed'in verdiği mânanın doğruluğuna âyetin devamı
delil olmaktadır. Çünkü âyetin devamında "Yurtlarınızdan çıkınız"
emri yer almaktadır. Bir toplum ya hayatını feda ederek ülkesini kurtarır ya da
her şeyi düşmana bırakıp ülkesini terkeder. Düşmanıyla hayatı pahasına savaşan
insanla ülkesini terke-den insan aynı düzeyde değildir.
Yüce Allah hayatını feda etme veya yurdunu terketme emirleriyle onlan
imtihan etmediğini, ettiği takdirde başarılı olamayacaklarını açıklamaktadır.
Allah onları bir konu etrafında tartıştıklarında imtihan ettiğini daha önceki
âyetlerden öğreniyoruz. Münafıklar inkâr etmeleri istenen tâ-ğuta sorunlarını
götürdikleri halde Hz. Peygamber'e iletmemişlerdir.
2. Çok azı bunu yapardı. "Hayatını feda etmek", yahut "ülkesini terketmek" gibi ağır emirlerle karşılaşan münafıkların, çok azının bu yükümlülük altına gireceğini Allah beyan etmektedir. Çok azının bu yükümlülüğün altına girmesi onların fikir, cesaret ve inanç bakımından birliktelikleri olmadığına işaret ettiği gibi, ikiyüzlü olduklarına da delil teşkil etmektedir. Çünkü onlar daha önce "Allah'ın Peygamber'e indirdiğine geliniz dendiğinde, nefretle yüz çevirdiler" (Nisa 4/61). "Ama kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir belâ gelince, iyilik ve uzlaşı istediklerini söylerler" (Nisa 4/62). Buradaki ikiyüzlülükleri gibi, "Hayatınızı feda ediniz" ya da "Ülkenizi terkediniz" emriyle de kalplerindeki ikili duygu ikili davranışa dönüşerek tepkilerini gösterecektiler. Âyetin ikinci kısmıyla birinci kısmını bir araya getirince şu genellemeyi yapabiliriz: Allah kullarına üstesinden gelemeyecekleri yükü yüklememektedir. Daha önce Bakara sûresinin 86. âyetinde AIIah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez ilkesinin burada da işlevselleşti-rildiğine şahit oluyoruz.
3. Oysa tavsiye edilen şeyi
yapsalardı kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.
Tavsiye edilenden kasıt, Nisa sûresinin 63. âyetindeki "O halde onlan
kendi hallerine bırak, onlara öğüt ver ve onlara vicdanlarına işleyecek söz
söyle!" dediği öğüttür. O öğüdün içeriğinde, 64. âyetteki peygamberlere
itaat edilmesi, bağışlama dilemeleri, anlaşmazlıklarında Peygamber'e başvurmaları,
Peygamber'in hükümlerine burukluk duymadan teslim olmaları ve Hz. Peygamber'e indirilene
çağrıldıklarında emre uymaları vardı.
4. Bu şekilde yapsalardı, yani
içeriği yukarıda verilen öğüdü tutsalar ve gereğini yerine getirselerdi,
"Allah onlara rahmetinden büyük bir mükâfat verecekti." Büyük bir
ödül yeterli değil 68. âyette onların dosdoğru bir yola iletilecekleri de vaad
edilmektedir.
Bu üç âyeti birden göz önünde tutunca şu neticeye varabiliriz: Allah'ın
içeriğini yukarıda belirlediğimiz öğüdü Peygamber'e emredip onlara vermesiyle
elde edilecek dört önemli ödül olduğunu anlıyoruz.
a) Daha iyiye ulaşmak. 59. âyette medenî bir
seviyenin yakalanması müslümanlara anlatılmış, tartışmada Allah'ın kitabına ve
Peygamber'ine başvurmanın, doğru ve objektif bilgiye ulaştıracağı, bu şekilde
hareket edenlerin daha iyiyi, daha güzeli yakalayacaktan bildirilmişti. Demek
ki Allah'ın Peygamber'e öğrettiği şeyleri insanlara öğüt olarak sunmak güzelliği
hayata geçirmek ve daha iyiye ulaşmak demektir.
b) Daha güçlü olmak. Daha iyiyi yakalamak demek
daha güçlü olmak demektir. Doğru bilgiyi öğretenin öğüdünü tutmak, insana ve
topluma güç kazandırır. Doğrunun hayata geçirilmesi hem ferdin ruhuna hem de
toplumun işlerliğine güç katar. İyi ile güç bir araya gelince, kendiliğinden
ilâhî büyük ödülü beraberinde getirir. Bu ödül Allah katından gelen bir ödüldür.
Amelin getirdiği "daha iyi" ve "manevî büyük güç"
beraberinde ilâhî âleme yücelmekte ve oradan büyük ödülü alıp gelmektedir.
Daha iyi, daha büyük güç ve ledünnî ödül doğru bir yolu inşa etmektedir.
Onun içindir ki yüce Allah 68. âyette Elbette biz onları dosdoğru bir yola
iletirdik ifadesine yer vererek '"sırât-ı müstakim" dediği doğru
yolu nelerin oluşturduğunu göstermiş, kendisinin hangi insanları bu yola
sokacağını da açıklamıştır. Bu yolun kilometre taşlanın, tâğutu inkâr, Allah'a
Peygamber'e itaat, yani sorunları tağuta götürmemek, münafıklık etmemek,
Peygamber'den uzaklaşmamak, Allah'tan af dilemek, ve tam bir teslimiyetle
Peygamber'in öğütlerini dinlemek oluşturmaktadır.
[99]
69. Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler, Allah'ın kendilerine
lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidİer ve sâlih kimselerle
beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır. 70. Bu lütuf Allah'tandır. Bilen
olarak Allah yeter.
Nisa sûresinin 69. âyetini anlayabilmek için 59. âyete gitmek gerekir.
59. âyette Allah'a, Peygamber'e, aralarından siyasî erkin emanet edildiği
kimselere itaat edilmesi; tartıştıkları zaman konunun çözümü için Allah'a ve
Peygamberi'ne gitmeleri emrolunmuştu. 60. âyetten 68. âyete kadar bunu
yapmayanların durumu açıklandı. 69. âyette de 59. âyette verilen emri yerine
getirenlerin durumu açıklanmaktadır. Yüce Allah, kendisine ve Peygamberi'ne
itaat edenleri, peygamberlere, sıddîklara, şehidlere ve sâlih insanlara arkadaş
yapmaktadır.
Müfessirler âyetin nüzulüne sebep olarak bazı olaylar naklederler.
Bunları nakletmeksizin diyoruz ki, âyet kimlerin yukarıda sayılan insanlarla
beraber olup olamayacaklarını cevaplandırdığı gibi, bu konudaki evrensel
kuralı koyarken teşvik edici bir özellik de taşımaktadır.
1. Allah'a ve Peygamber'e
itaat etmek. Âyetin bu kısmında yer alan itaat kavramının içini doldurmak
gerekiyor, ttaat kelimesinin içini doldurmak için âyetin arka planına gitmek
en doğru metot olacaktır.
a) Çözümü Allah ve
peygamberinde aramak. Münakaşa edildiğinde Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an
ve Sünnet'e giderek çözüm aramak gerekiyor. Buradaki tartışma, elbette dinî
konularla ilgilidir. Böyle hareket edildiğinde Allah'a ve âhiret gününe
inanıldığı ispatlanmış olmaktadır. Nisa sûresinin 59. âyeti itaat kelimesinin
içine bu esası koymaktadır.
b) Allah ve Resulü'nün önüne
geçmemek. "Ey iman edenler! Allah ve Resulü'nün önüne geçmeyiniz.
Allah'tan sakınınız. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir" (Hucurât 49/1).
Allah müslümanlarla yolda yürüyor mu ki önüne geçmeyiniz deniyor? Buradaki
anlamı fizikî olarak düşünemeyiz; ama müslümanlar kendi görüşlerini,
düşüncelerini, fetvalarını Allah ve Resulü'nün fetvasının önüne geçirebilirler.
Âyetin devamında, bu davranışın takvaya ters düştüğüne de işaret vardır. Çünkü
âyetin devamında takvanın sakınma boyutu gündeme getirilmektedir. İtaat takva
demektir, yani Allah'tan sakınarak yanlış iş yapmamaktır.
c) Çekişmemek. Enfâl sûresinin 46. âyetine göre Allah ve Resulü'ne
itaat, insanların birbirleriyle çekişip dağılmalarını önlemektedir. Allah insanların
dirlik düzenlik içinde olmalarını, tefrikaya düşmemelerini ister. Bu emri
yerine getirdiklerinde itaati gerçekleştirmiş olacaklardır.
d) Dinî konulan tâğuta danışmamak. Allah tâğutun inkâr edilmesini emretmektedir (Nisa 4/60). Bu emri yerine getirmek Allah'a itaattir. Tâğutun inkâr edilmesi, insanın fikrî ve amelî alanına şeytanı sokmaması anlamına gelir. İnşam olumsuzluklara iten bütün yanlış fikirler tâğut denen tanrıyı oluşturmaktadır. Bunlardan uzak durmak Allah'a itaat etmektir.
e)
Allah'ın verdiği öğüdü
yerine getirmek. İnsanın yapması için verilen emirleri yerine getirmek itaattir
(Nisa 4/66). İnsanı olgunlaştıran, inşam Allah'a yaklaştıran, insanı insana
dost yapan bütün eylemler itaat kapsamına girer. Kısaca günahlardan sakınıp,
iyilikleri yerine getiren insanlar Allah'a itaat etmiş olmaktadırlar. Yüce
Allah bunu gerçekleştirmeleri için insanlara peygamberlerin, sıddîklann, şehid
ve iyilerin beraberliğini vaad etmektedir. Onların arkadaşlığını sunmaktadır.
Çünkü sayılan bu dört grup insan ilâhî ihsana mazhar olmuşlardır. Yüce Allah
burada müslümanlan münafıklar gibi, ikiyüzlülük yapıp sosyal yapıyı ve manevî
alanı kirletmemeleri için bu amaca yöneltmekte ve önlerine bir hedef koymaktadır.
Hedef cennette sayılan dört grup insanlarla beraber olmak ve onlarla
arkadaşlıkta bulunmaktır.
Sıddîklar kimlerdir? Bu sorunun cevabı bazı âyetlerde verilmektedir: "Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır" (Zümer 39/33). "Allah'a ve Peygamberi'ne inananlar, işte onlar sıddîklardır" (Hadîd 57/19). Doğruyu getiren, onu tasdik eden, takva sahibi, Allah'a ve Peygamberi'ne inananlar sıddîk sıfatını kazanmaktadırlar. İinançlanna asla şüphe karıştırmazlar.
Şehidler ve iyi insanlar da onların ardınca gelmektedirler. Allah uğrunda
hayatlarını feda edenler, bilgide ve davranışta insanların problemlerini
çözecek kadar olgun insanlar da şehid kapsamına girmektedirler. Allah'a ve
Peygamberi'ne itaat edenler bu grubun beşincisi olmaktadır. Bu dünyada Tevbe
sûresinin emrini yerine getirenler, öteki dünyada da aynı şeyi bulacaklardır.
Ey iman edenler! Allah'tan sakınınız ve sâdıklarla beraber olunuz!
(Tevbe 9/119). Yüce Allah bu âyetinde grup psikolojisinin önemini
vurgulamaktadır. Çünkü grup, üyelerinin iradesini kullanır, kişinin
bağımsızlığını elinden alır, sel gibi önüne katıp götürür. Sıddîklarla beraber
olan, onların grubunda bulunan insanlar kötülüklerden korunmuş olurlar. Onlar
ne iyi arkadaştırlar. "Yumuşak huyluluk, lutufkâr davranış" mânasına
gelen nfktan türeyen refik "birbirlerine yumuşak davranan, birbirine
destek olan, birbirinden istifade eden ve birbirine şefkat gösteren
arkadaş" anlamına gelmektedir.
Demek âhiretteki birliktelik dünyada itaat eylemiyle kazanılmaktadır.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, refik denen arkadaşlık, eylemle olur
sözle değil. Peygamberle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyilerle arkadaş olmanın,
insanı teşvik edici bir ödül olduğu ortadadır. Bu dünyada Allah'ın emirlerini
yerine getirerek O'na itaat, Peygamber'in sünnetine uyarak Peygamber'e itaatin
neticesinde nelerin elde edileceğinin bilincini veren bu âyet, iman, amel ve
itaatin arkadaşlığa nasıl dönüşeceğine açıklık getirmektedir. 70. âyette,
yukarıda sayılan kişilerle beraberliğin ve arkadaşlığın ne olduğu ifade
edilirken, Allah'ın bir lutfu olduğu gündeme getirilmektedir. "Bu lütuf
Allah'tandır" denmekle, aslında başka bir ilkeye de işaret edilmektedir.
Fatiha sûresinin 7. âyetindeki "kendilerini nimetlendirdiğin kimselerin
yoluna" ifadesini açıklarken, bu âyete intikal etmiştik. Peygamberlik,
sıddîklık, şehidlik ve iyi olma aslında Allah'tan bir lutuftur. Bir insanın
bunlarla arkadaş olması da, başka bir ifade ile bu arkadaşlık için gerekli
olan amelleri üretmesi de bir lutuftur.
Bunun gizlice işaret ettiği şey, insanların âhirette kazanacakları bu
ödülü sadece kendi güçleriyle yaptıkları amellere mal etmemeleri, bir ilâhî
lütuf olduğuna da inanmalarıdır. Çünkü "Bilen olarak Allah yeterlidir"
denirken, bütün işlerin ilâhî bilgi altında gerçekleştiğine işaret edilmektedir.
Bir insan âhirette peygamberler, sıddîklar, şehidler ve iyilerle beraber
olabilecek amelleri üretecek de Allah'ın ondan bilgisi olmayacak ve bu
bilgisini lutfa dönüştürmeyecek, bu mümkün müdür? Demek ki 70. âyetle
insanların büyük bir hataya düşmesi önlenmektedir. Cuma sûresinin 4. âyetinde
de, insanlara peygamber gönderip eğitmesinin de bir lütuf olduğu
buyurulmaktadır. İnsanların bu dünyadaki gerçek imanları, yapıp ettikleri, bir
lütuf olduğu gibi, âhirette de lutfa dönüşecektir.
Bilen olarak Allah yeter buyruğunun başka bir açıdan açıklaması
yapılabilir. Yapılan amellerin bir lutfa dönüşüp cennette belirlenen
insanlarla arkadaşlık şekline dönüşmesi için, amellerin gösteriş maksadıyla
yapılmaması gerekmektedir. Çünkü müslüman inanır ki, yapılan her şeyi Allah
tam anlamıyla bilmektedir ve onun bilmesi kendisi için yeterlidir, başkalarının
bilmesine ihtiyaç yoktur. Bu niyet ve bu samimiyetle yapılan eylem ilâhî lutfu
alıp getirmekte ve insanı o gruptaki insanlara arkadaş yapmaktadır.
Buradan anlıyoruz ki ilâhî eğitim bu samimiyeti, niyeti ve bu tarz
eylemi insana kazandırmaktadır. Öyleyse eğitimciler, din görevlileri
müs-lümanlara bu bilinci aşılamak zorundadırlar. Amellerin bereketini, faydasını
hem bu dünyada hem de âhirette görebilmemiz için bu samimiyetteki amelle yapma
mecburiyeti vardır. "Başkası da bilsin" düşüncesi amelin ihlâs
derecesini düşürmektedir.
[100]
71. Siz ey iman edenler! İster küçük gruplar halinde ister toplu
1ıâtde, savaşa giderken tehlikelere karşı hazırlıklı olun.
72. Aranızda mutlaka geride kalanlar olacak ve o zaman başınıza bir
felâket geldiğinde, "Onlarla birlikte bulunmamamız Allab/tarçbize bk
lutuftur" diyecekler.
73. Ama Allah'tan size bir zafer ihsan edildiğinde, hu kimseler
kuşkusuz sizinle kendileri arasında bir sevgi, yani bağlılık sorunu olmamış
gibi, "keşke onlarla birlikte olsaydık da o büyük başarıdan
kapsaydtk" diyeceklerdir.
Kur'an'ın asıl amacı insanlar arasında barışı tesis etmektir. Diğer taraftan
hayatın bir gerçeği de banşı bozanların mutlaka ortaya çıkacağıdır. İnsanlığın
bu durumu insanın biyolojik yapısını andırmaktadır. Vücutta as-lolan sıhhattir,
ama vücutta mikrobun olması da bir doğa kanunudur. Mikroplar sıhhatin
düşmanıdır. Onun işi bedenin herhangi bir hücresinde faaliyet gösterip bedenin
dirlik düzenini bozmaktır.
İslâm kendi mânası gereği insanlar arasında banş denen sosyal sıhhati
tesis edip korumayı amaçlamaktadır. Ama kötüler, insanlığı bir yerinden
kemirmeye başlayarak barışı bozmaya çalışırlar. Böyle bir durumda Allah tedbir
alınmasını, tedbirin yeterli olmadığı durumlarda savaşı uygun bulur. Vücutta
ameliyat ne ise sosyal yapıda da savaş odur.
Bakara sûresinin 208. âyetinde açıklandığı gibi, bütün müslüman-lann
barışı amaçlaması dinin emridir. Bu banşı tehdit eden unsurların çıkabileceği
de bir gerçektir. Bakara sûresinin 217. âyetinde anlatıldığı gibi, saldırmazlık
örfü insanlığın gerçekleştirdiği bir kültürdür, ama bunun tehdide açık olduğu
da bilinen bir gerçektir. Dünyada banşı ve saldırmazlık örfünü tesis edip
yaşatmak sadece insana mahsus bir özelliktir.
1. Âyetin analizine girersek
ilk emrin banşı veya saldırmazlık örfünü bozacak olanlara karşı tedbir
alınmasıyla başladığı görülür, Ey iman edenler! Koruma tedbirinizi alınız
âyetinin bü kısmındaki j j, hizr "koruma tedbiri" anlamına
gelmektedir. Düşman ne ile hazırlanıyor ve saldırma planı düzenliyorsa, o
alanda silâhlanma tedbirinin alınması demektedir. Düşman savaş teknolojisi
üretiyorsa savaş teknolojisi, kültür savaşı yapıyorsa kültürünü koruma
silâhlan ne ise onlarla tedbirini almak gerekiyor. Düşman ekonomik savaş için
hazırlanıyorsa ekonomiyi güçlü tutmanın tedbirleri alınmalıdır.
Günümüzde hem savaşlar hem de savaş taktik ve silâhlan değişip
çeşitlendi. Ekonomik, kültürel ve din savaşları eskiye nisbetle derinlik kazanmış,
kitle haberleşme araçları bunları hızlandırıp daha etkili hale getirmiştir.
Sosyal hayatın bu mücadelelerinden yara almadan çıkabilmek için tedbir
alınmasını emreden Allah, zaferin iyilerden yana olmasını istemektedir.
2. Bölük bölük, yahut topyekün
savaşınız. Âyetin bu kısmî savaşın sadece meydan muharebesi olmayıp diğer
savaş çeşitlerini de kastetmektedir. Bir milletin içinden bazı gruplar kültür
mücadelesini, bazı gruplar siyasî mücadeleyi, bazı gruplar da ekonomik mücadeleyi
vereceğinden âyette "bölük" kavramı yer almaktadır. Bölük, sadece
ordudaki bölüğü değil meslek gruplarını da ifade etmektedir. Ama bütün bir
millet kendi bayrağını, vatanını, bağımsızlığını, kültürünü ve manevî
değerlerini korumak için tedbirin alınmasına yardımcı olmalıdır.
Topyekün savaşa çıkınız ifadesinden bunu anlamak gerekiyor. Kadın,
erkek, genç, ihtiyar bütün bir millet, millet olmanın şuurunu yaşatma, koruma
ve gelecek nesillere bırakma savaşı vermelidir. Millî değerlerin düşmanı
çoktur. Bu düşmanlara karşı tedbirli olmak bir seçenek değil tam tersine ilâhî
bir emirdir. İyiliği, güzelliği, doğruluğu ve hakkı korumak, yaşatmak ve
geliştirmek için verilen bir savaş da bu âyetin kapsamına girmektedir.
3.
72. Ayette böyle bir
mücadelede alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: 'Allah bana lütfetti de
onlarla beraber bulunmadım' der. Yüce Allah yukarıda sayılan savaşlara karşı
gönülsüz olduğu için işi ağırdan alanların ruh hallerini açıklamaktadır. 73.
âyette başka şartlar altında başka türlü konuştuğunu da gündeme getirmektedir.
"Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse, sanki sizinle onun arasında bir
dostluk yokmuş gibi 'Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir basan
kazansaydım' der."
Münafık insanlar şahsiyet itibariyle ikili oynadıkları gibi, olaylara
da aynı gözle bakarlar. İstikrarlı bir ruh haletine sahip değillerdir. Korkak
olduklarından savaştan kaçarlar, ağırdan alırlar, ama arkadaşlarının yani aynı
milletin kaderini paylaştıkları vatandaşlarının zaferini görünce de onlara
katılmanın hasretini çekerler. Bu münafıklık, onların maneviyatlarını derinden
yaralamakta, yıpratmakta ve Allah katında değerlerini düşürmektedir.
Bu üç âyetten çıkarılabilecek başka bir genelleme de şudur: Yüce Allah gerçekçi bir şekilde emirlerini verip istisnaları gündeme getirmektedir. Bölük bölük veya toplu halde savaşa çıkılmasını emrettiği halde, buna ters düşen insanların da olabileceğini göz ardı etmemektedir. Milletin ya da ordunun başına gelecek olan belâlara ortak olmak istemeyen, ama başarıları paylaşmak isteyen dönek ruhlu insanların olacağı ihtimali unutulmamalıdır. Bunun anlamı şudur, dışarıdaki düşmanın başarısını, içerideki insanların mücadeledeki yavaş davranmaları artırmaktadır.
Bu durumlarda eğitimin vereceği bilinç, iman, gönül ve akıl kültürü,
münafıkların azalmasını temin edecektir. Bir millet düşmanları için tedbir
alırken, içerideki düşmanlarını görmez, ihmal eder ve küçümserse;
içeridekilerin yarasının daha büyük olacağını, hatta ihanete varabileceğini bu
âyetler vurgulamaktadır.
[101]
74. O halde, dünya hayatını verip âhireti alanlar, Allah yolunda
savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona
yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.
Bu âyetin öncekilerle yakın ilişkisi vardır: Kur'an'ın genelinde yüce
Allah, insanların inkâra sapmalarını, yanlış davranışta bulunmalarını çeşitli
sebeplere bağlamaktadır. Bunlardan biri de dünya ve âhiret arasındaki
tercihtir. İnsanların dünya ve âhirete karşı tutumları, onların iman ve davranışlarını
etkileyip hata yapmalarına sebep olmaktadır. Meselâ İsrâ sûresinin 18-19.
âyetleri dünya ve âhiret tercihini ele almaktadır. "Her kim, bu çarçabuk
geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını
dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği
cehenneme sokarız." "Kim de âhireti ister ve bir mümin olarak ona
yaraşır bir şekilde çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür."
Âhireti isteyenin, bu isteğini çalışmasıyla, emek vermesiyle ispat
etmesi istenmektedir. Bu çaba ve emek nedir denirse, sorunun bir cevabı Nisa
sûresinin 74. âyetinde verilmektedir. Âhireti isteyen insan dünyevî değerlerden
ötürü değil Allah yolunda, yani uhrevî değerler adına savaşmaktan çekinmez.
Nisa sûresinin 74. âyetinde yer alan "Allah yolunda" kavramı,
dünyevî meseleleri dışanda bırakmaktadır. "Allah uğruna" kavramının
kapsamında Bakara sûresinin 251 ve Hac sûresinin 40. âyetlerine göre iyinin ve
manevî değerlerin yaşatılması vardır. Nisa sûresinin 148 ve Hac sûresinin 39.
âyetine göre de zulüm, yani hakların çiğnenmesi vardır. İnsan hakları ve
evrensel değerler Allah yolunu oluşturmaktadır. Bunlar için savaşılır. Namus,
hürriyet, vatan uğruna verilen mücadele de Allah yolunda verilmektedir. Çünkü
Bakara sûresinin 84. âyetinde insanların öldürülmemesi, yurtlarından
çıkarılmaması yapılan antlaşmanın maddeleri arasına konmuştur. Bu maddelere
muhalefet edenlere savaş açmak, Allah yolunda savaşmak anlamına gelmektedir. Bu
savaşı dünya hayatını verip âhireti alanlar yapacaktır. Bu kutsal savaştan
galip gelen gazilerle şehidler ilâhî ödüle lâyık görülmüştür. Böylece 72.
âyette geçen savaşa karşı ağırdan alanların neden böyle davrandıklarının
cevabını 74. âyet vermektedir. Onlar dünyayı alıp âhireti bırakanlardır. Çünkü
âhireti alıp dünyayı bırakanlar, Allah uğrunda savaşır ve bilirler ki sağ
kalsalar da, ölseler de Allah onları ödüllendirecektir.
Bu durum bize şunu anlatıyor: Âhirete inanan insanla, âhirete inanmayan
insanın savaşması çok farklıdır. Öldüğünde şehid olacağını, ilâhî ödüle
kavuşacağına inanan insan manen çok büyük bir güce sahiptir. Bu imana sahip
olmayanın savaşması mümkün değildir, doğal olarak da savaşa çıkmak istemeyecek
ve ağır davranacaktır. Kur'an eğitimi insanların Allah yolunda mücadele
vermelerini evrensel hakların ve değerlerin yaşaması uğruna savaşmalarını
emrederken, onlann şehid olmasını yüksek bir makamla ödüllendirmektedir.
[102]
75. Nasıl olur da Allah yolunda, savaşmayı ve "Ey rabbimiz! Bizi
halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp özgürüğe kavuştur ve rahmetinle bizim
için bir koruyucu ve destek olarak bir yardımcı gönder" diye yalvaran
çaresiz erkekler, kadınlar ve çocukla* için savaşmayı reddedersiniz?
76. İman edenler, Allâfi ybluhdasavaşırlar, inanmayanlar ise tâğut
yolunda'savaşırlar. O halde şeytanin dostlarına karşı savaşın, şüphe yok ki
şeytanın kurduğu düzen zayıftır.
Bu âyetin analizini yaparken tarihî ve evrensel boyutunu gündeme
getirmek en iyi metot olacaktır. 75. âyetle 76. âyet arasında sebep-sonuç
ilişkisi vardır. 75. âyette sorulan sorunun cevabını 76. âyette bulmak mümkündür.
1. Müslüman zulmü kaldırmak ve
insanlara hürriyet hakkını temin etmek için savaşır. Hz. Peygamber'le beraber
Medine'ye hicret edemeyen müslümanlar, Mekke'de büyük baskı içindeydiler.
Tevhid inancına sahip olmaları sebebiyle, müşrikler tarafından baskı yapılıyor
ve zulme uğru-yorlardı. Bunun üzerine erkek, kadın ve çocuklar feryat ederek
dualarıyla Allah'tan yardım dilediler. Bu dua arş-ı âlâya çıktı ve bu âyetin
gelmesine sebep oldu. Unutulmamalıdır ki bu, insanlann hürriyetlerini,
haklarını kısıtlayıp ağır baskı yapmanın ne ilkiydi ne de sonuncusu! Yüce
Allah vahyin geldiği dönemdeki bir olguyu seçerek, onun tahlilini yapmakta ve
hükmünü koymaktadır.
Günümüz dünyasında inançlarından dolayı ağır baskı altında olan, özgürlükleri ellerinden alınan, sosyal haklardan istifade ettirilmeyen, sadece tevhid inancına sahip olmaktan başka farklı bir özelliği olmayan insanlann ahları, ilâhî âleme yükselenleri yok mudur? Bu açıdan bakılınca âyetin bugün indiğini söyleyemez miyiz? Allah zulme uğrayanların, ellerinden özgürlükleri alınanların uğruna savaşmayı kendi uğruna savaşma olarak kabul etmekte ve böylece Allah uğruna savaşmanın ne anlama geldiğini de açıklamaktadır. Zulmü ortadan kaldırmak ve hürriyeti getirmek Allah'ın yolu anlamına gelmektedir. Bu uğurda yapılacak mücadelenin hem fikren hem de bedenen olacağı bilinmelidir.
2.
Erkek, kadın ve çocuklardan kendi haklarını
savunamayan, sosyal baskıdan bir çıkış kapısı bulamayanlar, ora halkım zalim
olarak nitelendirmektedirler. "Halkı zalim olan bu ülkeden"
ifadesinden anlıyoruz ki, zulmü sadece toplumun ileri gelenleri yapmıyor,
halkın tamamı bu zulme katılıyor, çaresiz, korumasız, yardımsız kalan, arkalan
olmayan ve farklı inançlan olanlara nefes aldırmayacak şekilde baskı
yapıyorlar. Güçlülerin güçsüzleri inançlarından çevirmek için başlattıklan bu
ağır sosyal baskı, günümüz insanlığında farklı biçimlerde farklı yerlerde devam
etmektedir. "Benim gibi inanmaz, benim gibi düşünmez ve benim gibi
yaşamazsan sana hayat hakkı yoktur" şeklindeki zulüm hâlâ sürüp
gitmektedir. Bunun anlamı şudur: İnsanlık hâlâ inanç farklılığına karşı bir
tolerans kültürünü geliştirememiş; dinî alanı düşmanlık alam olmaktan
kurtaramamıştır.
3.
Güçsüz insanlaı nefes alamayacak kadar zalim
halkın baskısına mâruz kalınca, çıkış yolu olarak Allah'a yalvarma şekilleri de
âyette konu edilmektedir. Rabbimiz! Bize tarafından bir sahip ve destek olacak
bir yardımcı gönder! Bu dua levh-i mahfuzdan, yani "korunmuş
levha"dan bu âyeti alıp gelmiştir. Böylece Allah iyilerin, zulme
uğrayanların uğruna savaşıp onlara sahip çıkmalarını, onlara yardım etmelerini
istemektedir ve onlar adına neden savaşmadıklarını da sorgulamaktadır. Demek ki
insanın insanı korumasını, elinden tutup kaldırmasını şart koşmuştur.
4.
Allah müslümanları zayıfların uğruna
savaşmaya teşvik edebilmek için 76. âyette bir açıklama yapmaktadır: İman edenler Allah yolunda savaşırlar,
inkarcılar ise tâğut yolunda savaşırlar. Âyetin bu kısmı inananla inanmayanın
zulme karşı tavır farkını göstermektedir. İnsanların neyin uğruna savaştıkları,
onların hangi inanca sahip olduklarını gösteren bir ölçüt olmaktadır. İnanan yani
tevhid inancına sahip olanlar, beşerî istekler uğruna savaşmazlar, tam tersine
ilâhî âlemi rencide edecek olan meseleler karşısında, yani Allah uğruna
savaşırlar. İnkarcılar bâtıl düşüncelerin, davalann, felsefelerin, rejimlerin
ve şeytanın uğruna savaşırlar. Komünist felsefesinin uğruna dünyada ölen
insanların oranına bakınca, geçmişteki tâğut uğruna meydana gelen ölümlere
rahmet okutmakta olduğu görülecektir.
Tâğut insanı insana kul eden, sömürten, zulmettiren, insanın onurunu
ayaklar altına aldıran, hürriyetini elinden alan, insan ilişkilerini kirletecek
kadar bozan Allah'ın gazabını yeryüzüne indirecek fikir ve davranışların
tamamıdır. İnanan insanlar bunun uğruna savaşamaz, bunun uğruna ancak
inkarcılar savaşırlar. İman ile inkârın sosyal hayata yansıyan en belirgin
farklarından biri budur.
Peygamberler tarihi ile genel tarih, Allah uğruna savaşıp insanın
onurunu, özgürlüğünü, haklarını koruyan insanlarla, bunların tam tersi için
mücadele verenlerin savaşlarıyla doludur. Tarihin örgüsünü bu tip savaşlar
meydana getirmiş ve getirmektedir. Tâğutun başka bir anlamı da zulme uğrayan,
özgürlüğü elinden alınan insanların âhını duymamak, onlar uğruna mücadele
vermemektir. Çünkü şeytan denen tâğut, bu figânlara karşı insanların
kulaklarını tıkatır.
5.
O halde şeytanın dostlarına
karşı savaşınız. Şüphesiz şeytanın kurduğu düzen zayıftır. Şeytanın dostu
kimdir? Bu sorunun cevabını âyetin bu kısmı, 75. âyetle bağlantılı olarak
vermektedir. Zayıf erkek, kadın ve çocuklara zulmeden, onlara inançlarından
dolayı ya da ana babalarının inançlarından dolayı baskı yapıp dünyayı dar
edenlerdir. 76. âyete göre de tâğutun uğruna savaşanlardır. Peygamber'e tâbi
olmayıp şeytana tapan insan şeytanın dostudur (Meryem 19/43-45); inanmayanlar
şeytanın dostudur (A'râf 7/27); yoldan çıkıp kendini doğru yolda zanneden
kâfirler (A'râf 7/29-30); neye inanacağını bilemeyen zalimler (Kehf 18/50);
savaştan korkanlar (Âl-i İmrân 3/173-175); müs-lümanlarla mücadele edenler,
besmelesiz et yiyenler (En'âm 6/121).
Yukanda verilen âyette şeytanın dostlanndan kastın, zayıf insanlara
inançlarından dolayı zulmedenlerdir. Yüce Allah, bu insanların davranışları
sözle önlenemediğinden, savaşla terbiye edilmelerini istemektedir. Tâğut denen
şeytanın etkisiyle insanlara zulmedenler savaşın çıkmasına sebep olurlar. Bu
açıdan bakınca, tâğutun uğruna savaşanların savaş çıkarttıkları fikrine varmak
mümkündür.
6.
Şüphesiz şeytanın kurduğu
düzen zayıftır. Âyetteki keyd "tuzalc, hile, düzenbazlık, işi bozmaya
çalışmak" anlamına gelmektedir. Bir kimse entrika yaparak birini zarara
uğratırsa yapılan bu eylem keydle ifade edilir. Şimdi Kur'an'ın geneline
bakarak bu üç kaynaklı hile ve tuzağı açıklayabiliriz.
a) Bu kavram Allah açısından
ele alındığında "ceza" mânasına da gelir: "Âyetlerimizi yalanlayanları
hiç beklemeyecekleri yerden, yavaş yavaş helake götüreceğiz. Onlara mühlet
veririm, benim cezam çetindir" (A'râf 7/182-183). Buradaki keyd
"tertip, ceza" mânasına gelmektedir. Aynı kavram Allah'a isnat
edildiğinde "boşa çıkarmak, başkasının kurduğu planı veya tuzağı yok
etmek" anlamına gelmektedir: "Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir
tuzak kurarım" (Târik 86/15-16). Kur'an'ı kabule yanaşmayan insanlar ona
karşı bazı tuzaklar kurarken, yani düzmece kanıt ararlar. Bu kanıtlarıyla
Kur'an'ı çürütmeye çalışırlar. Yüce Allah da onların bu planlarını,
entrikalarını boşa çıkaracağını söylemektedir. Demek ki ilâhî mânada keyd,
azap ve şeytan ile insanın kurduğu tuzakları yıkmak anlamına gelmektedir.
b) Yukarıda belirtildiği gibi
Târik sûresinin 15. âyetinde bir kutsal kitabı çürütebilmek için, düzmece kanıt
aramak şeklinde tecelli eden tuzağa verilen isim olmaktadır. Birbirini
kıskanan ve haset eden insanların birbirine kurduğu tuzak ve kötü planı ifade
etmektedir. Yûsuf sûresinin 5. âyetinde Hz. Yâkub oğlu Yûsuf a konuşurken bu
kelimeyi kullanmaktadır: "Yâkub, yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın
kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık
bir düşmandır." Babanın kardeşlerden birini daha fazla sevmesi, ötekilerin
kıskançlığına sebep olmakta, hasetliğe varan bu kıskançlık o çocuğun ölümüne
kadar giden bir eyleme kadar uzanmaktadır. Kıskançlığın doğurduğu bu kötü
eylemin adına tuzak denmektedir.
Bir kimsenin iyiliklerine rağmen, onun namusuna göz dikmek ihanettir.
Bu ihaneti gerçekleştirmeye çalışan insanın eylemine keyd adı verilmektedir:
"(Yûsuf dedi ki): Maksadım kralın yokluğunda ona ihanet etmediğimi ve
hainlerin hazırladığı tuzakları Allah'ın asla başarıya ulaştırmadığını
bilmesini sağlamaktı" (Yûsuf 12/52). Kâfirlerin İslâm'a ve Hz. Peygamber'e
gösterdikleri tepkiyi Allah Tûr sûresinde 29-43. âyetleri arasında
sorgulamaktadır. Bu sorgulamanın yapıldığı 42. âyette tuzaktan bahsedilmektedir:
"Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, inkâr
edenlerdir" buyurulurken keyd kavramına yer verilmektedir.
c) Nisa sûresinin 76. âyetinde
şeytanın tuzağından, planından, entri-kasından bahsedilmektedir. Şüphesiz
şeytanın kurduğu tuzak zayıftır ifadesindeki şeytan kavramı "tâğufu
mânalandırmaktadır. Şeytana tâğut, tâğuta şeytan mânası verince, o zaman
cinlerden oluşan şeytanı değil, insanlardan oluşan şeytanın alanında olduğumuzu
söyleyebiliriz. "Öyleyse o şeytanın dostlarıyla dövüşünüz" ifadesi
de bunu ispat etmektedir. Yüce Allah burada kimlere savaş ilân edileceğini de
açıklamaktadır. Tâğutun uğruna savaşanlar şeytanın dostudurlar. Hz. Peygamber'e
tuzak kurmak isteyenlerle vuruşmak hak olmaktadır. Diğer taraftan 76. âyeti 75.
âyetle bağlantılandırdığımızda insanlara baskı yapan, onurlarını rencide eden,
özgürlüklerini ve haklarını elinden alanlar tâğutun kendisi olduğu gibi,
bunlara insanî şeytanlar da denmektedir.
[103]
7 7. Kendilerine, ellerinizi çekiniz» namazı kılınız ve zekâtı veriniz
denilen, kimseleri görmediniz mi? Sonra onlara . savaş farz kılınınca,
içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla
insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimtz! Savaşı bize niçin farz
kıldın! Bizi yakm bir süreye kadar ertelesen olmaz ıraydı?" dediler.
Onlara de ınehraali Önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret dana hayrlıAr
ve size lal pay» kadar haksızlık edilmez.
"Kimseleri görmediniz mi" sorusuyla kastedilen kimlerdir?
Bazıları müslümanlar bazılan da münafıklar olduğunu söylemektedirler. Mekke'de
iken kendilerine yapılan baskı ve zulüm sebebiyle sahâbîlerden bir kısmı Hz.
Peygamber'den savaşmak için izin istemişti. Hz. Peygamber onlara, "Henüz
savaşmak için izin almadım" diyerek sabretmelerini önermişti. Hz.
Peygamber ve yanındakiler Medine'ye hicret ettikten sonra savaşın farz
kılınması müslümanlara ağır geldi ve çekingenlik gösterdiler. Başka rivayetlere
göre korkaklık gösterenler müslümanlar değil münafıklardır[104].
Bir önceki ve sonraki âyete bakıldığında bu âyetin müslümanlarla
alâkalı olduğu ihtimali öne çıkmaktadır. Çünkü bir önceki, yani 76. Âyette
müslümanlara kimin kimin uğruna savaşacağı bilinci aşılanmaktadır. İman
edenlerin Allah uğruna, inkâr edenlerin tâğut uğruna savaştıklarını söylerken
muhatap olarak müslümanları almaktadır. Zira kâfirlerin o âyeti okuması mümkün
değildir. Savaşanların niyet farkını ortaya koymakla Allah'ın hedef aldığı
kitle müslümanlardır.
Bir sonraki âyetin içeriğine bakıldığında da müslümanlann hedef kitle
olduğu ortaya çıkacaktır. Muhammed sûresinin 20. âyeti de hedef kitlenin
müslümanlar olduğuna netlik kazandırmaktadır: "İman edenler, (cihad
hakkında) bir süre indirilmeliydi derler. Ama şimdi savaştan bahseden açık ve
kesin hükümlü bir sûre indirildiğinde kalpleri hastalıklı olanların, sana ölüm
korkusundan bayılmaktaymış gibi baktıklarını görürsün! Korktukları başlarına
gelsin!" Diğer taraftan Nisa sûresinin yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin
devamında "Namazı kılınız", "Zekâtı veriniz" emirleri
müslümanlar içindir. Bu da âyetin müslümanlann durumunu açıkladığının başka
bir delili olmaktadır.
Tevbe sûresinin 38. âyetine bakıldığında bu hitabın müslümanlara
olduğunu anlamak zor olmaz. "Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah
yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını
âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında
çok azdır." Bu âyetten anlaşıldığına göre, savaşa çıkın denildiğinde
savaştan kaçıp olduğu yerde çakılıp kalanlar müslümanlann bir kısmı olduğuna
göre Nisa sûresinin 77. âyetinin içeriğine münafıklar değil müslümanlar
girmektedir. Burada şu soruyu sormak gerekir: Yüce Allah burada kimi muhatap
aldığını neden bilinmez olarak bırakmıştır? Bize göre kimi muhatap aldığını
kesin olarak belirtmiş olsaydı, âyetin tarihî boyutu öne geçecek, bir tarihî
anlatım olarak kalacak ve gelecek nesilleri ilgilendirmediği düşünülecekti.
Bu açıklamadan sonra âyetin tahliline geçebiliriz:
1.
Kendilerine ellerinizi çekiniz,
namazı kılınız ve zekâtı veriniz denilen kimseleri görmediniz mi?
Âyetin bu kısmında üç emir yer almaktadır: Ellerinizi çekiniz, namazı kılınız, zekâtı veriniz. "Savaştan ellerinizi çekiniz", "Savaşa sebep olmayınız" anlamına gelir. Ağır baskılar altında kaldıklarında savaş için izin istemelerine Hz. Peygamber'in, "Henüz savaşmak için emir almadım" demesi buna işaret etmiş olabilir. Demek ki müslümanlar savaş çıkaran taraf olmamalıdır. Müslümanlar için savaş bir nefis müdafaasından ibarettir. Vatanına, namusuna ve bağımsızlığına tecavüz edilme kastıyla karşı karşıya kalınca savaşılır. Diğer taraftan zulme uğrayan bir toplum kendilerinden yardım dilerse, zulmü ortadan kaldırmak için savaşa izin alabilir.
Savaşa sebep olmayacak müslümanlara Allah iki ibadet sunmaktadır:
Namaz ve zekât. "Savaştan elinizi çekiniz" ifadesinin psikolojik boyutundan
hareket ederek açıklaması yapılabilir. İnsanda doğuştan var olan saldırganlık
içgüdüsü, küçük sebeplerden dolayı haksız yere şiddete başvurma eylemine
dönüşebilir. Savaştan elin çekilmesi, haksız yere şiddete başvurulmamasını
amaçlamaktadır.
Haksız yere şiddete başvumak suretiyle çıkan savaş tâğutun uğruna
yapılan savaştır. Bir önceki 76. âyet kâfirlerin böyle haksız yere şiddete
başvurup tâğut uğruna savaşacaklarına dikkat çekmektedir. Haksız yere şiddete
başvurup savaş çıkartma müslümanlara yasaklandığına göre, onlara düşen ahlâkın
düzelmesini temsil eden namaz, sosyal faaliyet olan zekâtla meşgul olarak
sosyal savaş vermektir. Savaştan el çekmekle, namaz ve zakâtm ne alâkası
vardır? Namazdaki rükû ve secdenin insanın gururunu kırdığı; zekâtın da
cimriliği engelleyen bir fedakârlık olduğunu düşünürsek nefisle mücadele, yani
cihad yapıldığı rahatlıkla anlaşılmış olacaktır.
Böylece Allah haksız yere insanlara şiddet kullanıp savaşmadan önce,
kendi nefsiyle cihad etmesini istemektedir. Çünkü nefsin insanın erdemlerini
alıp götüren iki büyük gücü vardır. Bunlar cimrilik ve gururdur. Cimriliğin
karşıtı cömertliktir. Cömertlik de zekât ibadeti gibi bir fedakârlıkla
gerçekleşeceğinden, cimrilikle savaş ancak zekâtla olur. Gururu kıran en büyük
ibadet de insanın rükû ve secdeye gitmesidir. Nefisle cihadın iki önemli boyutu
ortaya çıkmaktadır. Kendi içindeki düşmanını yenemeyen ve o cihadı
tamamlayamayan ve orada zaferini ilân edemeyen müslümanlara Allah savaş
çıkartmamalarını emretmektedir. Savaştan elinizi çekiniz ile namaz ve zekâtın
alâkası budur.
2.
Sonra onlara savaş farz
kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla
bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar ve 'Rabbimiz! Savaşı bize niçin
yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı? dediler. Önceleri
ağır baskı altında kalan müslü-manlar savaşmak için izin isterlerken sonra
onlara savaş emredilince tavır değiştirmeye başladılar. Bunun sebebini Allah
korkuya dayandırmaktadır.
Korku psikolojisi onların bütün benliğini sardığından, Allah'tan korkar
gibi ya da ondan daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar. Yüce
Allah âyetin bu kısmında, onların korkularının boyutunu bir benzetmeyle
açıklamaktadır. Allah'tan korkar gibi, hatta Allah korkusundan daha fazla olan
bir korku. Bakara sûresinin 155. âyetinde Allah müslümanlan korku ile imtihan
ettiğini söylemektedir.
Korku psikolojisi onların ağızından şu kelimelerin çıkmasına sebep
olmuştur: "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar
ertelesen olmaz mıydı?" Korku ile söylevleri arasındaki ilişkiye bakınca,
insanların sözlerini ve davranışlarını onların psikolojilerinin yönettiğini
görmek mümkün olacaktır. Ağızlarından çıkan bu duanın şeklini, içeriğini belirleyen
bu korku psikolojisi olmuştur. Göğüslerindeki şiddetli korkunun baskısı,
ağızlarından bu kelimeleri döktürmüş, savaşın emredil-mesini uygun görmemiş ve
kendilerinin belli bir süreye kadar bırakılmalarını istemişlerdir.
Korkunun meydana getirdiği savaştan kaçma ölüme çare değildir. Korku
psikolojisi bir toplumu düşmana karşı zayıflatan en etkin bir silâhtır.
İnsanlığın medeniyet minderinde, düşmanından Allah'tan korkar gibi korkanların
yeri yoktur. Çünkü o toplum içeriden çürümüştür. Korku, içeriden çürümenin
verdiği kokudan başka bir şey değildir.
Bu korkunun bir benzerim Hz. Musa dönemindeki İsrâiloğulları yaşamıştır:
"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa giriniz ve arkanıza
dönmeyiniz, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz" (Mâide 5/21); "Onlar
şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan
çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen
gireriz" (Mâide 5/22); "Korkanların içinden Allah'ın kendilerine
lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan giriniz, oraya
bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz sadece
Allah'a güveniniz" (Mâide 5/23); Bu konuşmanın üzerine isrâiloğullan şu
cevabı verdi: "Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla
girmeyiz; şu halde sen ve rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız,
dediler" (Mâide 5/24).
Korku, İsrâiloğullan'nın bu tarz konuşmalarına sebep olmuştu. Aynı
korkuyu müslümanlann içinde bir grup da yaşamış ama İsrâiloğulları kadar ağır
konuşmadan dua şeklinde savaş emrine bir tepki göstermişlerdi. Aslında
müslümanlardan bir grubun savaş emrine böyle bir tavır takınmaları, onlarda
bir eksikliğin varlığını ortaya koymaktadır. Eksik bilgi, eksik inanç düşmanı
güçlü gösterir ve yersiz korkuya sebep olur.
3. De ki: Dünya menfaati
önemsizdir. Allah'tan korkanlar için âhiret aaha hayırlıdır ve size kıl payı
kadar hasızlık edilmez. Âyetin bu kısmı müslümanlarda eksik olan bilgi ve
inancı açıklamaktadır. Dünya menfaatinin değersizliğii, âhiretin üstünlüğü ve
âhi-rette hakkın teslim edileceği. Eğer dünya hayatının değerinin âhirete
nazaran düşük olduğunu bilseler ve inansalardı korkmalarına gerek kalmayacaktı.
Dünya menfaatiyle âhiret menfaati arasındaki farkın öğretilmesiyle,
korkunun ortadan kalkacağı vurgulanmaktadır. Âhiret yurdunun ya da âhiret
hayatının getireceği faydanın takva sahipleri için daha üstün bir değer ifade
ettiğinin bilinmesi korku duygusunu dengeleyecektir. Savaşma-makla elde
edilecek dünya menfaatiyle; savaşarak ölen insanın elde edeceği âhiret
menfaatinin bilinci verilmelidir. Âhirete yönelik faydanın verilmesinde, kıl
kadar zarara uğramayacağını bilen ve buna inanan insanın gözünü kırpmadan
savaşa gireceği gerçeği de öğretilmektedir. Savaştan kaçmanın başka bir
psikolojik sebebi Bakara sûresinin 216. âyetinde anlatılmıştır. İnsanların
kendi iyiliğine olanı kötü, kötülüğüne olanı iyi görme hatasına düşmeleri
mümkündür. Demek ki olaylar veya ilâhî emirler hakkındaki değerlendirmelerde
yanılma payı büyüktür.
Tevbe sûresinin 38. âyetinde savaşa çıkmayan müslümanlann ruh hali
anlatılırken, dünya hayatına razı olma ve ona büyük bir değer atfetme bir sebep
olarak gösterilmekte ve orada dünya hayatının getirişi konusunda bir
değerlendirilmesi yapılmaktadır. Yüce Allah'ın bütün bu değerlendirmeleri,
savaş psikolojisinin tiksindirici boyutunu ortadan kaldırmak, âhiret
menfaatinin üstünlüğünü ortaya koymak ve korkunun yersizliğini göstermekten
ibarettir.
76. âyette belirtildiği gibi, kâfirler tâğut uğruna savaşırken,
müslü-manların Allah yolunda savaşmalan gerekmektedir. İman farkı savaş korkusunu
gidermelidir. İnandığı şeyin uğruna mücadele vermeyen insan, âhiret menfaatini
nasıl kazanabilir? Hürriyet ve zulme uğrayan insanlar uğruna gerektiğinde
savaşa girmek, müslümanın bir görevi ve Allah katında onu yükselten bir eylemi
olmaktadır.
[105]
78. Nerede olursanız olunuz ölüm size ulaşın sarp ve sağlam kalelerde
olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "bu Allah'tan" derler;
başlarına bir kötülük gelince de "bu senden" derler. "Hepsi
Allah'tandır" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.
Bu âyetin nüzul sebebi bir önceki âyettir. Âyetin içeriği tamamen Nisa
sûresinin 77. âyetini açıklamakta ve ona bağlantılı olarak işlerlik kazanmaktadır.
Savaş Allah tarafından emredilince Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli
bir şekilde neden verildiğini sorarak tavır takınanlara bir uyarı niteliğinde
bilgilendirme vardır.
1.
Nerede olursanız olun ölüm
size ulaşır ifadesinden anlıyoruz ki, müslümanların bir kısmında ölüm korkusu
olduğundan savaşa tepki gösterdiler. Ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın çok
yanlış olduğu, kuvvetlendirilmiş burçlarda bile ölüm insana gelecektir ifadesiyle
ispat edilmektedir. Ölüm insana geldiğine göre insanın bulunduğu yer önemli değildir.
Savaşta, sağlam kalelerde olmanın hiçbir farkı yoktur. Ahzâb sûresinin 16.
âyetinde ölümden veya savaşta öldürülmekten kork-
manın asla size faydası olmaz! O takdirde de yaşatılacağınız süre çok
değildir.
Bu âyetlere Bakara sûresinin 154. âyetini katarsak, ölüm korkusunu
hastalık haline getirenleri tedavi ettiği anlaşılır. Allah yolunda ölen insanın
ölü olmadığı, insanların idrakinin alamayacağı bir hayatı yaşadığını bildiren
bu âyet, korkuyu asgari seviyeye indirmektedir. Allah'ın şehidle-re bahşettiği
bu ödül, tedavi edici ve teşvik edici bir nitelik taşımaktadır.
2.
Ölümden korkan ve savaşa
gitme konusunda ağır davrananların iyi ve kötü konusundaki tutarsız fikirleri
âyetin bu bölümünde açıklanmaktadır: Onlara bir iyilik dokunsa 'bu Allah'tandır'
derler. Bunun anlamı savaşa gidip zafer elde edip ganimetlere ulaşırlarsa,
bunun Allah tarafından geldiğini söylerler. Aslında "iyiliğin Allah'tan
olduğu" konusundaki fikir veya inanışları genel mânada iyiliği kapsamına
almaktadır. Bu konudaki görüşleri tutarlıdır. Yani, iyiliğin O'ndan geldiğine
inanmaları doğrudur. Ama musibet, yani kötülüğün kaynağı konusundaki
inanışları veya düşünceleri yanlıştır. Savaşta kaybettiklerinde suçu Hz.
Peygamber'e atmaları ve kötünün kaynağında onu görmeleri yanlıştır. Başlarına
bir kötülük gelince de 'bu sendendir' derler.
3. Yüce Allah bir soru ile 78.
âyeti bitirmektedir: Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar? Nisa
sûresinin 71. âyetinden itibaren iyilik, kötülük, savaş, zulüm gibi durumlar
arasında bağlantılar kurularak pek çok açıklama yapılmaktadır. Diğer taraftan
kâfirle müslümanın savaşa karşı tavırları anlatılmakta ve müslümamn nasıl bir
tutum içinde olması gerektiğine de ışık tutulmaktadır. Bütün bu açıklamalar,
müslümanlann içindeki bir grubun anlayış kanallarının açılmasını hedef almaktadır.
Biz buradan şu genellemeye varabiliriz: "Ölüm korkusu"
sebebiyle bazılarının düşmandan Allah'tan korkar gibi korkması ve bu korkuyu
daha da ileri götürmesi, anlayışı köreltmektedir. Savaş korkusu, daha doğrusu
korku psikolojsi, anlamayı engellemekte ve söyleneni anlaşılamaz hale
getirmektedir. Demek ki korku, insanın psikolojik yapısındaki hâkim duygu
haline gelmekte diğer duyguların ve melekelerin saf dışı kalmasına sebep
olmaktadır.
Hatalan, eksikleri ve güzellik beğenisini saf dışı bırakan kara sevda
gibi, savaşta ölüm korkusu da söyleneni anlama melekesinin çalışmasını
engellemektedir. Çünkü yukarıda belirtilen korku hastalık halini almıştır,
hasta olan insan söyleneni kolay kolay anlamaz. O zaman eğitim öğretimle
insanların duygu alanını diğer kabiliyetleriyle dengede tutmak gerekiyor.
Şahsiyet bütünlüğü ancak bu yolla kurulabilir ve bütün melekelerin ve
duyguların bir bütün halinde işlerliği temin edilebilir.
Ölüm korkusundan kaçan insanlara, o esnada söz dinletmek zordur ve
hatta mümkün değildir. Sağlam kaleler içinde kendini hapseden insana ancak ölüm
ulaşır, sözü ulaştırmak mümkün olmaz. Nefsiyle cihad yapan insan, nefsinin
entrikalarından korkarsa bütün anlayış kanallarım kapatmış olur.
[106]
79- Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük de
nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
Bu âyet 78. âyetin bir açılımıdır. Orada iyilikle kötülüğün kaynağı
tartışılıp bu âyette sonuca bağlanmıştır. 78. âyette bazı kimseler iyiliğin
Allah'tan, kötülüğü de Hz. Peygamber'den kaynaklandığını iddia etmişler, Allah
bu düşüncenin yanlış olduğunu açıklamıştı. İyilik Allah'tandır, bu doğru, ama
insanın başına gelen bir uğursuzluğu başkasına değil kendine bağlaması gerekir.
Kötülüğü kulun yapıp etttikleri davet eder, Allah da yaratır denilerek konuya
açıklık getirilmiştir. Demek ki iyiyi Allah ister, Allah yaratır; ama kötüyü
insan ister, Allah yaratır. 79. âyette ahlâkın ve sosyal hayatın üzerine oturduğu değerler
sisteminin kaynağı verilmektedir.
1.
Sana gelen iyilik
Allah'tandır. Âyetin bu kısmında geçen ijjS- hasene "güzel, hoş, zarif,
latif, süslü, mükemmel ve iyi olmak; münasip, muvafık, uygun ve lâyık olmak;
saadete nail etmek, süslemek, geliştirmek, daha iyi bir duruma koymak,
şefkatle muamele etmek, doğru yapmak" mânalarına gelmektedir. Hüsn fizikî
güzellik olacağı gibi, ahlâkî güzellik de olabilir. Demek ki ahlâkî davranış
bir sanatsal güzelliğe sahiptir. İhsan kalıbı da "lütfetmek" mânasına
gelmektedir, " Doğrusu rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindandan
çıkardı (Yûsuf 12/100). "Allah'ı görür gibi ibadet etmek de ihsandır"[107].
Muhsin kalıbından alındığında "takva sahibi, sabreden, infak eden, işi
vaktinde yapan, az uyku uyuyan, kin tutmayan, affeden, Allah'a bütün benliği
ile teslim olan insan"ın sıfatı olmaktadır. Bu insan Allah'ın sevgisini
kazanmış, O'nun beraberliğini elde etmiş, hikmet sahibi ve cennete hak
kazanmıştır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kubh ve sû1 yani "kötü" kelimesinin
zıt anlamlısı olan "iyi" mânasına gelmektedir. Âyette iyiliğin insan
ve Allah ile olan ilişkisi içinde ele alındığını görüyoruz. İyilik insanın
olduğu yerde ortaya çıkan ahlâkî bir durumdur. Çünkü iyi denen değer pek çok
eylemi kapsamaktadır. Bakara sûresinin 177. âyetinde geniş bir şekilde bu
amellerin ne olduğu açıklanmıştı. Ama âyette insanı mutlu eden, insanı
geliştiren, kendine uygun düşen ve hoş gelen her şey "hesene" denen
iyinin kapsamı içine girmektedir. Demek ki insanı içeriden saran mutluluk
duygusuyla dışarıdan saran maddî ve sosyal nimetler iyilik kavramında yer
almaktadır. Bu açıdan bakılınca iyiliğin merkezinde insanın, kaynağında da
Allah'ın olduğu görülecektir. Hüsnâ Allah'ın sıfatlarından biri olduğuna göre,
O güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır. İşte bu sıfat insanda tecelli edince
insan iyiliklere, güzelliklere, mutluluğa ulaşmış olmaktadır.
İnanç ve ahlâk sisteminin temel kavramlarından biri olan
"iyi" Allah'tan gelmekte, insanın gönül ve eylemleriyle sosyal
hayata inip hayatın bir parçası olmaktadır. Mâna olarak ilâhî irade ve kaderin
ortaya çıkardığı iyi, insanların inançlarıyla ve amelleriyle hayat bulmakta,
büyümekte ve yayılmaktadır.
2. Başına gelen kötülük de
kendindendir. Kötülük yaratîkTarın yapıp ettiklerinden kaynaklanmaktadır, ama
yaratıcısı Allah'tır. Kötülüğün kaynağında ve merkezinde insan, yaratma
boyutunda da Allah vardır. Onun için yüce Allah, insanın başına gelen her
belânın kaynağında kendisinin olduğunu söylemektedir. Felâk sûresinin 2. âyetinde,
O'nun yaratıklarının şerrinden derken, şerrin yaratıklardan geldiğini net bir
şekilde beyan etmektedir.
Âyetteki "kötülük" kavramı seyyie kelimesiyle ifade edilmektedir.
Bu kelime "kötü, fena, iğrenç, tehlikeli olmak; daha kötü olmak; başarısız
olmak; kötü durumda olmak; ıstırap vermek ve çekmek; kederlenmek, keyfini
kaçırmak; belâya düşürmek ve düşmek; rencide etmek; canını sıkmak; azap etmek;
üzüntü vermek; kabahat işlemek; zarar vermek; kötü günlerden geçmek"
anlamına gelen sâe kelimesinden türemiştir. Kelimenin sû1 kalıbı ise
"kötü, fenalık, günah, haksızlık, adaletsizlik, zarar, ziyan, suç, cürüm,
belâ, musibet, bedbahtlık" mânasını ifade etmektedir.
Kelimeyi musibet anlamında alınca, Şûra sûresinin 30. âyetinde bir
eşinin olduğunu söyleyebiliriz: "Başınıza gelen herhangi bir musibet,
kendi yaptıklarınızın yüzündendir. Allah çoğunu affeder." İnsanın isteği,
çabası, eksik işleri ve yanlışlıkları bir araya gelince bunlar bir kötülük
halinde başına gelmektedir. İstekler zinciriyle kusurlar zinciri sebep-sonuç
ilişkisi içinde akıp giderken bir yerde toplanmakta, toplandıkları yerde şer,
musibet ve sû' denen oluşumları meydana getirmekte, insanı içine alıp çaresiz
hale getirmekte; mutsuz ve bedbaht bir oluşumun içine sokmaktadır.
İşlenen günahların bu dünyadaki cezaları musibet şeklini almakta ve
insanın başına gelmektedir, İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri
sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Geri dönerler diye
yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır (Rûm 30/41). Demek ki Allah
insanların yapıp ettiklerini onların önüne koyarak tattırmakta dolayısıyla bu
ameller onlar için musibet olmaktadır. Âyetlere dikkat edilirse kötülükler
daima cümlede özne halinde gelmektedir. Meselâ İnsanların başına bir sıkıntı
gelince (Rûm 30/33) ibaresinde sıkıntı özne durumundadır.
İnsan bir günah veya kötülük işleyince kötüye can verip onu semirtir.
Semiren kötülük, insan bu eylemine devam ettikçe ejderha haline gelir ve
insanın başına sarılır; onun hayatını ve mutluluğunu yer bitirir. Fakat o
ejderhanın kendi istek ve kötü eylemlerinden çıktığını göremeyip Allah'tan
geldiğini söyler; çünkü ejderha onu içten ve dıştan öyle yakalamıştır ki,
doğruyu görebilme şansını kaybetmiştir.
Hz. Peygamber kötünün, musibetin beşerî kaynaklı olduğunu şu şekilde
açıklamaktadır: "Kula erişen bir musibet, büyük küçük bir felâket hep
kendi günahı yüzündendir. Allah'ın affettikleri daha çoktur"[108].
Kısaca diyebiliriz ki iyinin kaynağında Allah, kötünün kaynağında insan
vardır. Çünkü kötü mutlak değil izafîdir, ama mutlak iyi vardır.
3. Seni insanlara elçi
gönderdik. Şahit olarak Allah yeter. Hz. Peygamber ilâhî âlemin insanlar
alemindeki el-çisidir. Beşerî âlemin meselelerini çözümlemek için gönderilen
bir elçidir. Günümüzdeki elçilik müessesesinin ilk kurucusu Allah'tır. Bir
devlet diğer bir devlete elçi gönderir, bu elçi o devletin kültürel, siyasî,
askerî, çalışma gibi sorunlarını çözmek için oraya gider. Yüce Allah
insanlığın başlangıcından beri insanların içinden seçtiklerini kendilerine
elçi olarak tayin etmiştir. Bunlardan biri de Hz. Peygamber'dir. Bu noktadan
itibaren şöyle bir soru aklımıza gelebilir : Asırlardır neden ilâhî âlemin
elçisi gelmiyor? Bunun cevabını çeşitli açılardan verebiliriz.
Bunlardan biri, artık insanoğlunun akıl faaliyeti öyle ince noktalara
girip çözüm üretmektedir ki, Kur'an'a bakarak, son elçinin çözümlerinden
hareket ederek yolunu tayin edecek duruma gelmiştir. Doğruya, güzele, iyiye
götüren bir kitaptan hareketle sorunların çözecek seviyeye ulaşmış durumdadır.
Artık insanın gelişmişliği elçinin gelmesine lüzum bırakmamaktadır. Çünkü
insanlığın elinde beşer fikri karışmamış oijinal bir kitap vardır.
Âyetin bu bölümünde "insanlığa" kelimesi yer almaktadır.
Bunun anlamı Hz. Peygamber'in bütün insanlığa elçi olarak gönderilmesidir. Hz.
Peygamber'in peygamberliği, mahallî veya millî bir yapıda değil evrenseldir.
Hz. Muhammed'in elçi olduğuna dair bir tanık aranıyorsa Allah'ın tanıklığı
yeterlidir. Âyetin son kısmı, Allah'ın Hz. Peygamber'in elçiliğine dair
şahitliğini ortaya koyarak kesinlik kazandırmaktadır.
[109]
80. Kilin peygambere İtaat ederse Allah'a itaat etmiş ölür; yüz
çevirenlere sefihte: seni onlara 'beltçitik yapmak danayrıhnca oçteedan jbir
isenln dediğinden, başkasını
gizUce kurar. Allah da onlafin . azar. Sen araaldirma ve Allah'a dayan,
şana vekil oİaralt Allah yeter.
1.
Peygamber'e itaat eden
Allah'a itaat etmiş olur. Bu ifadenin birinci amacı Peygamber'e uymanın, ona
itaat etmenin önemini vurgulamaktır. Tıpkı Âdem'e secde etmenin Allah'a secde
olması gibi (Bakara 2/34), çünkü beşere secde olmaz. Âdem'e secde ondaki
bilgiden dolayı olmuş, ama bilgi de Allah'tan gelmişti. Dolaylı olarak secde
Allah'a yapılmıştır. Olgu olarak itaat kavramında da aynı metot geçerlidir.
Peygamber'e olan itaat aslında Allah'a itaatir, çünkü Peygamber'in zatına değil
onun getirdiği, tebliğ ettiği ve hayata geçirdiği ilâhî mesaja itaat
edilmektedir.
"Uymak" mânasına gelen itaat kelimesi dinin önemli bir
kuralını teşkil eder. Nisa sûresinin 59. âyetinde üçlü bir itaat zinciri ortaya
konmuştur. Fakat diğer âyetlerde sadece Allah'a ve Peygamber'e itaat gündeme
getirilmektedir. Nisa sûresinin 59. âyetinde itaat eyleminin, münakaşa anında
hükmüne başvurma şeklinde tezahür edeceği belirlenmektedir. İtaatin en önemli
ürünü toplumda birlik beraberliğin oluşması, tefrikanın ortadın kalk maşıdır.
Enfâl sûresinin 46. âyeti itaatin meydana getireceği birlik beraberliğe ve
sosyal güce dikkat çekmektedir. İtaatin farz olduğu hükmünden hareket edersek
yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin yapısından anlıyoruz ki itaatte zorlama
yoktur.
2. Yüz çevirene gelince, seni
onların başına bekçi göndermedik. Demek ki Peygamber'e itaat etmenin Allah'a
itaat etmek olduğu açıklamasını dikkate almayacak insanlar olabileceği için,
bundan yüz çevirenlerin varlığından bahsedilmektedir. Allah itaatten yüz
çevirme seçeneğini insana vermektedir. "Yüz çevirme" eyleminin faili
insan olduğuna göre böyle bir eylemi gerçekleştirmekte serbest olduğu ortaya
çıkmaktadır. "Yüz çeviren"i zorla itaat ettiremeyeceğinin delili de
Peygamber'in onlara bekçi olmadığı esasıdır.
Şûra sûresinin 48. âyetine göre Hz. Peygamber'e düşen görev dini, yani
Allah'ın mesajını tebliğ etmektir. Onların yüz çevirmelerinden dolayı onlara
bekçilik etmek değildir. Peygamber'e itaat, Peygamber'e tâbi olmak anlamına
gelmektedir. Peygamber'e tâbi olmak insanın Allah'ı sevdiğinin
olmak Allah'ın Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da
sizi sevsin (Âl-i İmrân 3/31). Bu âyetin açıklamasını daha önce yapıldı.
Âyette geçen tevellâ "yüz çevirme" eyleminin hem gönülden hem
de davranışlarla olabileceği bir gerçektir. Gönülden olan dönüşlere hükmetmek
mümkün olmayacağı için, âyetin sonunda Peygamber'in onların bekçisi olmadığına
dikkat çekilmektedir. Dönüşler gönülden olunca itaatin de gönülden olması,
oradan başlamasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Eğitim, faaliyetini insan
aklı ve gönlü üzerine yoğunlaştırmalıdır.
3. İtaat sözle olmaz. Nisa
sûresi 81. âyette, Onlar, biz sana itaat ediyoruz derler ifadesi itaati sözle
yaptıklarına dikkat çekmektedir.
4.
Senden ayrılınca onlardan
bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Ayetin bu kısmında geçen
«S£ beyyete fiili bâteden türemiştir. Kelimenin asıl mânası "geceyi
geçirdi"dir. Beyyete ise "gece boyunca bir şeyi düşünerek
geçirmek" anlamına gelir. Bu manasıyla kelime "geceleri birtakım
entrikalar kurma, gizli ve yeraltı faaliyetlerinin planlarını yapma"yı
ifade eder. Nisa sûresinin 108. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir:
"Gecenin karanlığında Allah'ın tasvip etmediği düşünce ve inançtan her ne
zaman tasarlasalar..."
Gecenin olumlu veya olumsuz mânada düşünceye dalmanın en müsait vakit
olduğu unutulmamalıdır. Düşünce ve plan kurma ile geceyi Allah
aynîleştirmektedir. Bütün entrikalar gece vakti olur. Zira gecenin karanlığı
kötülükleri örter. Şeytanın ve nefsin insanı en çok etkilediği anlar gecedir.
Münafıklar gündüz vakti sözle itaat etiklerini bildirirken, gece vakti
Pey-gamber'in dediğinin tersi olan düşünceleri ve inançları kurmaya çalışırlar.
5. Allah, onların gizlice
kurduklarını yazıyor. Buradaki yazma eylemi tesbit ediyor anlamına
gelmektedir. Allah her şeyi bildiği halde yazmasının anlamı, mahşerde insanın
reddedemeyeceği objektif bir delilin bulunması; kulların "Rabbim bana
zulmediyor, ben bunları yapmadım" düşüncesine kapılmamasıdır. Tesbit etme
eylemi İnfitâr sûresinin 11-12. âyetlerinde şöyle açıklanmaktadır:
"Değerli kaydediciler, yaptığınız her şeyi bilirler." Kaydedici
ifadesi âyette kâtip, yani yazıcı olarak geçmektedir.
"Allah, onların
gizlice planladıklarım yazıyor" ifadesi, müslüman-lara derunî bir şuur ve
anlayış vererek, yapılan bütün davranışların Allah tarafından görevlendirilen
melekler tarafından kaydedildiği ve insan vücudunun ve vicdanının da onları
tesbit ettiği esasını hatırlatmaktadır. Eğitimin ahlâkî bakımdan insana
kazandırması gereken meziyet bu bilince ulaştırmasıdır. Andolsun insanı yaratan
biziz ve onun nefsinin (iç benliğinin) ona ne fısıldadığını biz biliriz; çünkü
biz ona şah damarından daha yakınız.
Yüce Allah insanı içeriden ve dışarıdan kuşatmış vaziyettedir. Düşünce
ve eylem planında neler yaptığını bilir ve tesbit eder. Münafıkların geceleyin
Hz. Peygamber'in söylediklerini çürütmek için kurdukları sahte düşüncelerle ve
inançlarla entrikalarını bilmekte ve tesbit etmektedir.
6.
Onlardan yüz çevir ve
Allah'a dayan, sana vekil' olarak Allah yeter! Şahsiyet parçalanmasına uğrayan
münafıkların, gündüz Peygamber'in söylediklerine itaat ettik deyip, geceleri
entrika kurmaya çalışmaları onlara itibar etmemeyi gündeme getirmektedir.
Yüce Alah, Hz. Peygamber'e emerederek "Onlardan yüz çevirmesini
istemektedir. Hz. Peygamber'in aldırış etmemesi en iyi metot olacaktır. Çünkü
bunlar eğitilmesi mümkün olmayan insanlardandır. Yüce Allah'ın "onlara
aldırma", yani "Onlardan yüz çevir" demesi manidar bir emirdir.
Çünkü Peygamber insanlarla diyalog kurmak, iletişimi sağlamak ve bu yolla ilâhî
mesajı tebliğ etmekle mükelleftir. Ama Allah şahsiyet parçalanmasına uğrayan
münafıkların eğitilmesinin imkânsızlığı sebebiyle bu emri vermektedir. Râzi
"Onlardan yüz çevir" emrini, onların durumunu yüzlerine vurma,
isimlerini ifşa etme ve gizli planlarının perdesini yırtma anlamında
yorumlamıştır[110]. Bu
durumda "emir" eğitim manasıyla değil siyasî boyutuyla yorumlanması
gerekir. Yaptıklarını yüzlerine vurmak ve isimlerini ifşa etmekle, müslümanlara
daha fazla düşmanlık besler hale gelebilirlerdi.
"Ve sen Allah'a dayan" emri, güvenilecek en büyük sığmağın
Allah olduğunu anlatır. Allah'a tevekkül etmek, bütün emeğin sarfedilme^inden
sonra olmalıdır. Nisa sûresinin 78. âyetinde olduğu gibi uğursuzluğu, yani
musibeti Hz.Peygamber'den bilmeleri, "itaat ettik" deyip itaat
etmemeleri göstermiştir ki, münafıkların şerrinden kurtulmanın yolu Allah'a
dayanmaktan geçmektedir. Zaten Allah vekil olarak yeterli olduğunu âyetin sonunda
söylemektedir.
Kısaca verilen emri "yerine getirmek, kabul etmek, boyun eğmek,
emre uyup muhalefet etmemek, uyum sağlamak" mânalanna gelen itaat kavramı
tav1 kökünden türemiştir. "Meyvelerin olgunlaşarak devşirelecek hale
gelmesi, otlağın hayvanların otlayacak hale gelmesi" anlamıyla bu kavram
"olgunlaşmayı, yetişmiş olmayı, başkalarının istifade edecek hale
gelme"yi ifade eder. Bu anlamlarıyla itaatin siyasî ve eğitim içerikli
mâna taşımış olduğu ortaya çıkmaktadır. "Tavım buldu" yani olgunlaştı
anlamıyla bu kelime belli bir seviyeyi yakaladı mânasını ifade etmektedir.
[111]
82. Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o,
Allah'tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı onda birçok çelişki
bulurlardı.
Bu âyetin önceki iki âyetle olan ilgisine bakınca çıkarılabilecek önemli
genellemeler olacaktır.
1. Kur'an üzerinde düşünüp Hz.
Muhammed'in peygamber olduğunu anlamak. Bir önceki âyette, Peygamber'e gündüz
vakti itaat ettik dedikleri halde, bir grup insan geceleyin Peygamber'in
dediğinden başkasını kuruyorlardı. İşte bu âyet onlara, Kur'an üzerinde gereği
gibi düşünmediklerini soru olarak yöneltmektedir. Âyetin birinci bölümünde
yetedebbera kelimesi yer almaktadır. Bu kelimenin farklı kalıplan farklı
mânaya gelmektedir.
1) Yönetmek. Yûnus sûresinin 3. âyetinde
debbere kalıbından gelmiş "yönetmek, idare etmek" mânasını ifade
etmektedir. "Varlığı, işi yöneten Allah'tır." Yûnus sûresinin 31.
âyetinde de hemen hemen aynı mânaya gelmektedir. "Kimdir var olan her şeyi
çekip çeviren?"
2) Anlamak. "Peki, onlar (Allah'ın
bu) sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı?" buyururken düşünmeden önceki
anlama safhasını gündeme getirmektedir.
3) Sırtını dönmek. Meâric sûresinin 17.
âyetinde edbere kalıbından gelmektedir. "O, (iyiye ve doğruya) sırtını
dönenleri ve (hakikatten) uzaklaşanları kendine çeker."
4) Çekip gitmek. Yüce Allah geçip gitmekte
olan gece için bu kelimeyi kullanmaktadır: "Geçip gitmekte olan geceyi
düşün" (Müddesir 74/ 33). Tûr sûresinin 49. âyetinde teşbih etme anı
belirlenirken yine aynı an için bu kelimeye yer verilmektedir: "Gece ve
bütün yıldızların çekildiği an O'nun şanını yücelt!" Günün doğmasıyla
yıldızların kaybolmasını ifade etmektedir.
5) Yerine getirmek. Nâziât sûresinin 5.
âyetinde müdebbirât kalıbında yer almaktadır. "Böylece (yaratanın)
buyruğunu yerine getiren" derken Allah bu kavramı kullanmaktadır.
Kelimenin aslı debberedir.
6) Kalıntı. En'âm sûresinin 45.
âyetinde dâbir kalıbında "kalıntı" anlamınadır: "Ve (sonunda)
zulüm işlemeye şartlanmış olan o toplumların son kalıntıları da yok olup
gitti."
7) Kök. Enfâl sûresinin 7. âyetinde
yine dâbir kalıbında yer almakla beraber âyetin içeriğine göre "kök"
anlamına gelmektedir. Oysa Allah sözleriyle hakkı gerçekleşiir
Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleşiir-mek ve kâfirlerin kökünü
(ardını) kesmek istiyordu.
8) Arka.
Yûsuf sûresinin 25. âyetinde
dübur kalıbında gelmektedir. "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun
gömleğini arkadan yırttı."
9) Düşünmek. Sâd sûresinin 29 ve
yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 82. âyetinde, tedebbere kalıbında
fiil olarak gelmektedir. "Düşünmek, mütaala etmek, dikkat etmek, hürmet
etmek" mânalarına gelmektedir.
Sâd sûresinin 29. âyetinde Allah âyetlerini "düşünmek" için
indirdiğini söylemekte ve düşünmeyi tedebbere kelimesiyle ifade etmektedir.
"Yönetmek, anlamak, sırtını dönmek, çekip gitmek, yerine getirmek,
kalıntı, kök, arka" mânalarının düşünmekle alâkası vardır. "İşlerin
neticesini, arka planını, özünü ortaya çıkarmak için yapılan eylemi
düşünmek" anlamına tedebbür denmektedir. Bir işin başını, sonunu,
köklerini, arkasını tesbit etmek için sarfedilen akıl faaliyetine düşünme
mânası verilir. "Onlar Kur'an üzerinde düşünmüyorlar mı?" derken
Kur'an, hakkında iki şeyi ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bunun birisi Nisa
sûresinin 82. âyetinin devamında, diğeri de Sâd sûresi 29. âyetin devamındadır.
2. Eğer Kuran, Allah'tan
başkası tarafından gönderilmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı. Demek
ki Kur'an üzerinde düşünen ve onu iyice tetkik eden insanın anlaması ve varması
gereken netice onun Allah tarafından indirildiğidir. Eğer onu bir beşer yazmış
olsaydı onda tutarsızlıklar, ihtilâflar, çatışmalar, zıtlaşmalar bulacaklardı.
Çünkü bir önceki âyette, Hz.Peygamber'in tebliğ ettiğinin dışında başka
şeyleri geceleyin uydurmaları, onlardaki tatminsizliği ortaya koymaktadır.
Onların tatminsizliği, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği ilâhî vahyin, yani
Kur'an'm üzerinde düşünmemeleri, onun doğasını, mahiyetini, amacını ve
kurgusunu tesbit edememelerinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Kur'an'a karşı
takınılan tavırların arkasında da Kur'an üzerinde yeterince düşünmeme vardır.
Kur'an üzerinde düşünülünce varılacak en önemli sonuç şudur: Onu beşer
yazsaydı, bazı tutarsızlıkları olurdu. Olmadığına göre Allah tarafından
indirilmiştir. İnsanların yazdıklarında zamanla tutarsızlıkların olduğu ortaya
çıkar. Hatta o kitabın yazarı yazdığının eksikliğini veya yanlışlığını zamanla
kendisi tesbit eder. Felsefe tarihi filozofların çatışmalarıyla doludur. Demek
felsefede ihtilaf olur ama vahiyde olmaz. Kur'an'da ihtilâfın olmadığının
tesbiti, onun Allah tarafından gönderildiğini ispat etmektedir.
Sâd sûresinin 29. âyetinde Kur'an âyetleri üzerinde düşünmekten, akıl sahiplerinin, öğüt alması amaçlanmaktadır. Demek ki Kur'an üzerinde düşünen, onu araştıran, insan, zihnindeki soruya cevap bulacaktır. Hangi şeyi araştırıyorsa onu tesbit edecektir. Kurgusunda, ele aldığı konularda, açıklama tarzında ihtilâf olmayan Kur'an'ın üzerinde düşünmenin varacağı nokta onu Allah'ın indirdiğidir. Bunun tesbiti de arka planda Hz. Pey-gamber'in gerçek peygamber olduğunun ortaya çıkması ve ispatlanma-sıdır. Mülk sûresi 3. âyetinde dendiği gibi, "O rahmanın yaratışında hiçbir kusur bulamazsınız." Allah'ın sözlerinde de hiçbir tutarsızlık bulunamaz.
Fizik âlemdeki kusursuzlukla Kur'an'daki kusursuzluk aynı mânaya
gelmektedir. Çünkü ikisinin de kaynağı ilâhî irade ve bilgidir. Kâinattaki
düzen, ahenk ve kusursuzluk, aynen Kur'an'da da vardır. Kur'an'ı araştıran,
onun üzerine derinlemesine düşünen insanlar ondaki edebî ahengi, kusursuzluğu,
hükümlerindeki uyumu tesbit edecek, ilâhî bilginin eseri olduğunu
anlayacaklardır. Burada önemli olan Kur'an hakkında araştırmadan fikir beyan
etmemektir. Kur'an hakkındaki çarpık düşünceler, ona karşı olan tavır ve
saldırılar, onunla ilgili bilgi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
"İnsan bilmediğinin düşmanıdır" düşüncesi burada da işlemektedir.
Eğitimciler insanları bilgilendirdikçe Kur'an'a karşı gönüllerinin yeşereceğini
bilmelidirler. Hurafeden arınmış bilgilerin, Kur'an'ın büyük bir uzmanlık
örneği ile halka sunulması ona karşı muhabbeti arttıracaktır.
[112]
83. Onlara, güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar.
Halbuki onu Peygamber'e ve aralarında otorite sahiplerine götürselerdi,
içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne okluğunu bilirlerdi.
Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı içinizden pek azı müstesna
şeytana uyardınız. ,
Âyetin analizinden bazı genellemelere varmak mümkündür:
1. Yüce Allah münafıklık yapan
insanların topluma haber yayma konularını ele almaktadır. "Güven veya
korkuya dair" ifadesinden anlaşılan savaş ve barıştır. Güven bansın, korku
da savaşın karşılığıdır. Savaş ve barışla ilgili haberleri topluma yaymakla
toplumda bir tedirginlik yaratmaktadırlar.
Savaş ve barış haberlerini, yani güvenlik ve korkuyu topluma yaymanın
ne kötülüğü olurdu? Münafıklar bu tip haberleri Peygamber'e isnat ederek
yayıyorlardı. Haberin kaynağında Peygamber'in olduğunu söylüyorlardı. Bu
asılsız haberler müminlerin gönlünda tedirginlik ve karışıklık doğuruyordu.
Haberin Peygamber'e dayandırılması, buna başka bir yoğunluk kazandırıyordu.
Yüce Allah Hucurât sûresinin 6. âyetinde böyle haber taşıyanları
"fâsık" olarak ilân etmektedir. Toplumu karıştıran, toplumda gerilim
yaratan ve toplumun çalışma gücünü kıran bu tip asılsız haberleri yaymak
fâsıklık damgasını yemeye sebep olmaktadır.
Günümüzde asılsız haber yayan basının aynı durumda olduğunu
söyleyebiliriz: Artık kitle haberleşme vasıtaları kapalı bir toplum içinde
kalmıyor, haberi bütün dünyaya yayıyor. Asılsız haberlerin yarattığı tedirginlik
dar bir sosyal çevreyi değil, bütün dünyayı etkiler hale geliyor. Yüce Allah
âyetin devamında bu tip haberlerin yayılmadan önce nelerin yapılması
gerektiğine ışık tutmaktadır.
2. Halbuki onu Peygamber'e
veya aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi onların içinden işin iç
yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Haberi topluma yaymadan önce,
onun doğruluğunun araştırılması basının önemli bir ilkesi olmalıdır. Doğruluğu
araştırılmayan bir haberin topluma yayılmasının yanlış olacağını söyleyen âyet,
günümüz ve geleceğin medyasına çok önemli ahlâkî ve siyasî bir kanun
bırakmaktadır. Peygamber'e ve otorite sahiplerine sormak ve haberin doğruluğunu
kaynağından öğrenmek basın ahlâkının temelini oluşturmaktadır. Elbette o
dönemdeki basın ağızdan ağza, kulaktan kulağa intikal eden haberlerden
ibaretti. Güvenlik ve korku, savaş ve barış toplumların en önde gelen
haberlerini teşkil etmektedir. Bu konularda toplumda asılsız haberleri yaymak,
topluma büyük bir haksızlık olacağından zulüm kavramının kapsamına girmektedir.
Yüce Allah bu konuyu önemsediğinden Hucurât sûresinin 6. âyetinde ne
yapılması gerektiğine ışık tutmaktadır: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık
size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bilmeden bir
topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursu-
nuz."
Fâsıkların işi asılsız haberler yaymaktır; müminin işi ise onun doğruluğunu
araştırmadan karşısındakine bu haberi yaymamasıdır. Başka bir ifade ile, pişman
olacağı bir girişimde bulunmamasıdır. Toplumu ilgilendiren bir haberi, o işin
uzmanına danışmak hem siyasî ahlâkın hem de sosyal ahlâkın esasını teşkil
etmektedir. Âyetin ikinci bölümünden anlaşılması gereken ilke budur.
3. Bu durumlarda şeytan rol
oynar. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna, şeytana
uyup giderdiniz. Çok az insan aklını kullanarak yalan haberlere kendini
kaptırmaz ve etki altında kalmaz. Yüce Allah lütuf ve rahme-tiyle, müslümanları
korumuş ve şeytana tâbi olmalarını engellemiştir.
Peygamber'e ve uzmana danışmak, şeytanın etkisine karşı koruyucu bir
tedbir olmaktadır. Uzmanlık bilgi ve tecrübeyi kapsamaktadır. Meselenin iç
yüzüne inen, bağlantılarını kuran, sonucunu kestiren uzmanlara başvurmak,
onlara danışmak bu âyetle zorunlu hale getirilmekte ve yayılan haberlere hemen
kapılmanın yanlışlığının eğitimi verilmektedir. Uzmana danışmayan insanın,
şeytana tâbi olmasını engelleyecek tek şey ilâhî lütuf ve rahmettir. Hz. Âişe
yapılan iftira haberinden, ancak vahiy yoluyla ko-runulabilmiştir. Çünkü yalan
haberler geometrik olarak yayılır, yayıldıkça da etkisi artar.
[113]
84.O halde sen.Allahyolunda sayaş, çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden
sorumlusun ve müminleri teşvik eti Allah kâfirlerin gücünü kırmaya muktedirdir
Çünkü Allah'ın gücü daha çetin ve cezası .
Âyetin analizinden İslâm'ın temel ilkeleri çıkmaktadır:
1. Allah yolunda savaşmak
gerekiyorsa ve insan tek başına bile kalmışsa bu görevi yerine getirecektir.
Âyetin bu kısmında savaşa muhatap olan Hz. Peygamber'dir. Bu emri tarihî
boyutuna hapsetmek doğru değildir, çünkü mümini muhatap almaktadır.
"Sen" zamiri, Allah yolunda savaşma şartlarıyla karşı karşıya kalan
Hz. Peygamber olduğu kadar, mümini de muhatap almaktadır. Öyleyse Allah
yolunda savaşınız
emri, o anda devam eden savaşı kastetmektedir. Yoksa tek yönlü düşmana
savaş aç anlamına gelmemektedir. Başka bir ifadeyle savaşa tahrik etmeyi
kastetmemekte, sürmekte olan savaşa devam etmeyi amaçlamaktadır.
2. Sen, yalnızca kendinden
sorumlusun hükmüyle Allah, ilkel hukuk anlayışını yıkıp modern hukukun
temellerini atmıştır. Bilindiği gibi ilkel toplumlarda suçu işleyen kişinin
toplumu ya da ailesi o suçtan sorumlu tutulurdu. "Hiç bir suçlu
(günahkâr), başkasının suçunu üstlenemez" (İsâ 17/15). Bunun anlamı
şudur: Yapılan kötü davranış dünyevî bakımdan kötü bir netice veriyorsa suç, uhrevî
bakımdan kötü bir netice veriyorsa günah olur. Suç ve günah ferdîdir. Bu
dünyada herkes kendi suçundan, öteki dünyada da herkes kendi günahından
sorumlu tutulacaktır.
3.
Yüce Allah âyetin üçüncü
bölümünde müminleri savaşa teşvik etmeyi emretmektedir. Âyetin bu
kısmında harrada kelimesinin emir kalıbı
yer almaktadır. "Teşvik etmek, dürtmek, tahrik etmek, sevketmek, mahmuz
vurarak hareket ettirmek, kışkırtmak, gayrete geçirmek, uyandırmak, saklandığı
yerden kovup açığa çıkarmak, öfkelendirmek, söz veya fiille cesaretlendirmek,
karıştırmak, çalkalamak, kandırıp yaptırmak" mânalarına gelen herede
fiili, Muhammed Esed'in Kamus'tan naklettiğine göre, "zihin veya bedenin
ifsadı" veya "bir kimsenin davranışlanndaki yozlaşma ve aynı zamanda
zihnin sürekli rahatsızlığı" anlamına gelmektedir. Râgıb el-İsfahânî'ye
göre herredehû kalıbı, "Onu her türlü karışıklıktan korudu" mânasını
ifade etmektedir. Bu kelime Kur'an'da üç yerde geçmektedir. Nisa sûresinin 84
ve Enfâl sûresinin 65. âyetlerinde "teşvik etmek, müminleri her türlü
akıl rahatsızlığından uzak kılmak", ya da "her türlü ölüm korkusundan
uzaklaştırıp bu korkuyu üzerlerinden atmak"tır. Sözlük mânasından hareket
edersek "müminleri harekete geçir, onlan canlandır, teşvik et" anlamına
gelmektedir.
Yûsuf sûresinin 85. âyetinde, sjv harada kalıbından gelmekte ve
"hastalık" mânasını taşımaktadır. Nisa sûresinin 75. âyetine dönersek
ve oradaki mâna ile buradaki kavrama anlam verirsek şöyle bir yorum yapmak
mümkündür: "Size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz" sorusunu
soran Allah, müminlerin hareket kabiliyetini ortadan kaldırmıştı. Onlar manevî
hastalık diyebileceğimiz cesaret kaybına uğratmıştı. 84. âyetteki Müminleri
harekete geçir, yani onları bu cesareti kıran korku hastalığından kurtar
mânasına gelmektedir. Böylece hastalıktan kurtarmak anlamıyla teşvik etmek
mânası bir araya gelmiş olmaktadır. Zulme uğrayan, hicret edemeyen Mekke'deki
kadın, çocuk ve güçsüz erkeklerin kurtarılması için Allah uğrunda savaşmak
(Nisa 4/7S) bir ihtiyaçtı. Bu ihtiyacı yerine getirmek için müminleri harekete
geçirip teşvik etmek, onları motive etmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamberin
bizzat tek başına savaşa çıkması, ardından müminleri teşvik etmesi ve böylece
top-yekün savaşa çıkmalarının bir ödülü de olacaktı.
3.
Allah kâfirlerin gücünü
kırmaya muktedirdir. Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.
Âyetin bu kısmında geçen asâ kelimesi, insan için kullanılınca
"ihtimal"i yani umudu ifade ettiği halde, Allah için kullanılınca
kesinliği ifade etmektedir. Keffe kelimesi de "engellemek, menetmek,
kırmak, önlemek" mânalarına gelmektedir. Allah'ın engellemesinde ihtimal
olmaz, kesinlik olur. Be's kelimesi "kötü olan şey" anlamına gelmektedir.
Allah'tan insana doğru olan bir eylemin tanımlayıcısı olunca "azap"
anlamına geldiğ gibi, bazan da azabın sıfatı olmaktadır. Meselâ A'râf sûresinin
165. âyetinde azabın sıfatı durumundadır: "Zulmedenleri de yapmakta
oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azapla yakalatır"
buyu-rulmaktadır. Azabın sıfatı olunca j-Jf beis kalıbında gelmektedir. O zaman
"şiddetli, hoş olmayan, kötü" anlamına gelir. Fakat bu kelime bazı
âyetlerde doğrudan doğruya azap anlamını da ifade etmektedir. Meselâ
"Allah'ın azabına karşı bize kim yardım eder?" (Mü'min 40/29);
"Onlar bizim azabımızı hissettikleri zaman" (Enbiyâ 21/12);
"Onlar bizim azabımızı gördükleri zaman" (Mü'min 40/84). Bu âyetlerde
"azap" olarak tercüme ettiğimiz kelime be's kavramıdır.
Yüce Allah Uhud Savaşı'ndan sonra şu âyeti gönderdi: "Onlara bazı
kimseler, insanlar size karşı bir araya geldiler, demişlerdi" (Âl-i İmrân
3/ 173) buyurulduğunda, Hz. Peygamber Uhud Savaşı'ndan sonra Ebû Süf-yân'a
karşı Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı
geldiğinde insanları davet etti, fakat onlardan bazısı çekindi. Bunun üzerine
bu âyet indi ve Hz. Peygamber "Ben yalnız kalsam yine giderim" dedi.
Müminleri teşvik ederek yetmiş atlı ile Küçük Bedir'e gelmekten onları
caydırmış oldu. Böylece âyetteki "Allah kâfirlerin gücünü kırmaya
muktedirdir" şeklindeki vaadi gerçekleşmiş oldu.
Yüce Allah'ın bunu yaptığına ve yapacağına dair en önemli delil âyetin
sonunda gündeme getirilmektedir: Allah'ın gücü daha şiddetli ve azabı daha
çetindir buyururken, bu yardımı yaparak kâfirlerin zararını ve güçlerini kıracak
durumda olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı Allah'a karşı kimsenin
duramayacağı, O'nun yolunda mücadele verenlere yardım edeceğidir. Âyetin son
kelimesi yg£: tenkîlâdır. nekele "cezalandırmak" anlamına
gelmektedir. Bu amacına ulaşan bir cezalandırmadır. Bir kimse işlediği kötü
davranıştan dolayı cezalandırılıp ondan vazgeçip bir daha işlemiyorsa, o cezaya
nekâl denir. Bakara sûresinin 66. âyetinde bu kelime "ceza" anlamında
yer almaktadır: "Biz bunu hem öndekilere hem arkadakilere ibret verici bir
ceza kıldık." Mâide sûresinin 38. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir:
"Allah'tan ibret verici bir ceza almak üzere" yemin etmekten
çekinmeyi ifade etmek için de bu kelime kullanılmaktadır.
[114]
85. Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur.
kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyi
gözetleyicidir.
1. Bu âyetin bir öncekiyle
bağlantısı olduğunu müfessirler kabul etmektedirler. Bir önceki âyetle
bağlantılı olarak açıklandığında "cihad" eylemiyle sınırlı kılmak
zorunlu olacaktır. "İyi bir işe aracılık etme"nin anlamı Hz.
Peygamber'in müminleri cihada teşvik etmesi ve onların cihada çıkmalarıyla
işledikleri iyi amelden dolayı teşvik edenin bir pay alacağıdır. Çünkü cihad ibadetlerin
büyükleri arasında yer almaktadır. Âyetin birinci kısmında şef
"çift" anlamına gelmektedir. Fecr sûresinin 3. âyetinde "çifte
ve teke yemin olsun" buyururken yüce Allah, bu kelimeyi "çift"
anlamında kullanmaktadır. İhtiyaç sahibi olan insan tek kalmış, onun yardımına
koşanla onu çiftleştirmiştir. Âdeta onun bir parçası haline gelmiş demektir.
Cihada teşvik etmek bir bakıma yalnız kalan ilâhî davayı çiftleştirmek, ona
yardım etmek, o yolu açmak mânasını ifade etmektedir. 84. âyetle bağlantılı olarak
düşünürsek iyi bir yol açan insana o yoldan bir pay olacağı ilkesini
getirmektedir diyebiliriz. Ama âyeti genig, olarak ele aldığımızda tü şefaat
kelimesine "bir dava" diyebiliriz.^*^» yeşfa' fiiline de o
"dava uğruna gösterilen çaba" mânasını verebiliriz. "Kim bir dava
uğruna çaba gösterirse, o davanın elde edeceği iyiden ona pay vardır"
şeklinde mânalandırmak mümkündür.
Diğer taraftan şefaat kelimesini "yol, sistem, çözüm, çığır
açma" şeklinde yorumlayabiliriz. "Kim, dünyada iyi bir yol
açarsa" iyi bir müessese kurarsa, insanların hayatını kolaylaştıran,
dünya sorunlarına çözümünü getiren bir sistem getirirse ondan kendisine bir
pay vardır. Bu "pay" hem bu dünyada hem de öteki dünyada
verilecektir. Şefaat kelimesine "çığır" mânasını da verebiliriz.
Teknolojik buluşlar insan hayatına yeni bir yaşam tarzı getirmekte; tıpta
bulunan ilâçlar, âletler ve tedavi usulleri hep bir şefaat, yani çığır
olmaktadır. Açılan bu çığırlardan dolayı, onu gerçekleştirenlere bu dünyada
nimet olacağı gibi âhirette de sevap olacaktır.
Zemahşeri güzel şefaati "müslümanın hakkına riayet etmek, ondan
bir kötülüğü savmak, ona iyiliği getiren sırf Allah rızâsı için yapılan bir
iş" olarak tanımlamaktadır[115].
Hz. Peygamber, "Şefaatçi olun sevap kazanın"[116].
derken, "İhtiyaç sahibinin ihtiyacını giderip sorununu çözünüz"
demektedir. Bu çözüm ferde ait bir çözüm olacağı gibi, kamuya ait bir çözüm de
olabilir. Çözüm ekonomik olacağı gibi fikrî ve siyasî de olabilir. Önemli olan
o ihtiyacı güzel bir şekilde giderip problemi çözmektir. Vatanını ve halkın
namusunu düşmandan koruyan ordu da aynı mânada bir ihtiyacı iyi bir yolla
gidermiş olmaktadır.
2.
Kim kötü bir (işe) destek
olursa, onun da o işten bir payı olur. Âyetin bu kısmındaki kifl kelimesi
"birine bakmak, kefil olmak, beslemek, orucu peşisıra tutmak, garanti
etmek, katıksız ekmek yemek, birbirine yardım etmek üzere ahidleşmiş"
mânasına gelen kefele kelimesinden türemiştir.
1) Hami olmak. Kur'an'ı Hz. Muhammed'in
yazmadığına delil olan en önemli olgulardan biri, Hz. Meryem'in hâmiliği
meselesidir: "Sana (şimdi) vahyettiğimiz şey, senin idrakini aşan bir
hususla ilgilidir, zira hangisinin Meryem'in hâmisi olacağını kura ile
belirlediklerinde, sen onlarla birlikte değildin" (Âl-i İmrân 3/44). Aynı
anlamda Âl-i İmrân sûresinin 37. âyetinde Zekeriyyâ'nın himayesine verdi
şeklinde yer almaktadır. Bir çocuğu veya muhtaç birini himayesine alma işini
Allah bu kelime ile ifade etmektedir.
2) Bakmak. "Himayesine
almak" ifadesiyle aynı anlama gelmesine rağmen, farklı mânada almayı uygun
buluyoruz:
Kız kardeşin (Firavun'un
ailesine) gidip de onlara: Ona bakabilecek birini size göstereyim mi? dediği
zaman (Tâhâ 20/40). Aynı mânada Kasas sûresinin 12. âyetinde geçmektedir. Hz.
Musa'yı himayesine almak başka, bakımıyla ilgilenmek başkadır. Firavun onu
himayesine almış ama bakımıyla ilgilenecek birini arıyordu. O yüzden himaye ile
bakma mânalarını ayırdık.
3) Vermek. Aslında bu mânada
"himayesine, bakımına vermek anlamı bulunmasına rağmen nüans ayrılıkları
vardır. Bu benim kardeşim: Onun doksan doEuz koyunu var; benimse (sadece) bir
koyunum: Buna rağmen, 'onu bana ver' dedi...
(Sâd 38/23).
4) Kendini Allah'a bağlamak. Enbiyâ sûresinin 85.
âyetinde "Ve İsmail ile İdrîs, (onlar gibi) kendisini andla (Allah'a)
bağlayan herkes; onların hepsi darlığa göğüs geren kimselerdi"
buyurulmaktadır. Âyette Zelkifl şeklinde geçen isim, aslında zülkifl
kalıbındadır. "Sorumlu olan" ya da "andla bağlanan"
demektir. Bu kelime aslında bir peygamberin adıdır.
5) Pay. Hadîd sûresinin 28.
âyetinde kifleyn kalıbında geçmektedir: "Allah size rahmetinden iki kat
versin" derken, iki kat yani "iki misli" anlamında kifleyn
kalıbına yer vermektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de aynı anlama
gelmektedir.
6) Tanık tutmak. "Ve yeminlerinize
Allah'ı tanık tutarak" (Nahl 16/91) buyururken "kefil" kalıbında
kullanmaktadır. Kötü bir çığır açan insana da ondan bir pay vardır. Bu pay
"nasip"ten farklıdır, çünkü kifl insana azap getiren bir pay olmaktadır.
Yüce Allah, âyetin birinci bölümünde iyi bir çığır açan, insanlara fayda
getiren bir yol bulan, insanlığın sorunlarını çözen bir sistem getirenleri ele
alırken, ikinci bölümünde kötü bir çığır açıp insanlara zarar verenlerin durumu
gündeme getirmektedir. İyi çığır açana bir pay, kötü çığır açana da bir pay
vardır.
Böylece Allah, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini, insanlara
faydalı olanla, zararlı olanın ayrılacağını ilke haline getirmektedir. Meselâ
insanlığa barışı getirecek bir hizmet sunmak, insanlara ekmek kapısı açmak,
sağlık işlerinde bir tedavi usulü geliştirmek faydalı bir çığır açmaktır.
Hz. Peygamber aynı konuyu şu ifadelerle gündeme taşımaktadır: "İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye bunu sevabı (ecri) vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da çığın açana verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa onun günahı (vizr) onundur. O çığırda yürüyenlerin günahından da çığın açana verilir. Fakat onlann günahından hiçbir şey noksanlaşmaz"[117]. Âyette geçen "şefâaten heseneten" ifadesinin yerine Hz. Peygamber sünnet-i hesene ifadesini kullanmıştır. Âyette geçen nasip kelimesi yerine ecr, kifl kelimesi yerine de vizr kelimesini kullanmış, böylece Hz. Peygamber bu kelimlerin ne anlama geldiğini de açıklamıştır.
3. Allah her şeyin
gözlemcisidir. Âyetin son kelimesi mukîtâ-dır. "Allah her şeye
mukittir" demek, "Her şeye kadirdir" anlamına geldiği gibi
"Her şeyi gözleyendir" mânasına da gelmektedir. Râzî'nin ifadesine
göre bu kelimenin iki mânası vardır: Birisi "her şeye kadir olmak";
ikincisi de "azık" anlamına gelen küt kelimesinden türeyen
"ihtiyacı kadar veren, gözeten, bekçi" demektir. Kaffâl her iki
mânayı da uygun bulmuştur. Allah her şeyin koruyucusu olup onlann şahidi ve
gözcüsüdür. Hiçbir halimiz O'na gizli kalmaz. Çığır açanın iyi veya kötü olması
durumunda karşılığım tam verir[118].
Demek ki Allah, insanlar âlemini idare ederken, en çok önem verdiği konulardan
biri insanların açtığı çığırlardır. Bu çığırların iyi veya kötü oluşunun
ölçüsü de insanlara sağladığı fayda ve Allah uğruna yapılan bir eylem olup
olmadığıdır.
[119]
86. Bir selâmla selâmlandığınızda, daha güzel bir selâmla kargılık
verini/, yahut aynıyla karşılık veriniz. Şüphesiz Allafı her şeyin hesabını tutmaktadır.
Âyeti öncekilerle bağlantı kurarak açıklamaya çalışan Râzî, buradaki
selâmlamanın banş anlamında alınabileceğini söylemiştir. Düşman barış yapma
isteğinde bulununca hemen barışa girilmesi gerektiğini söylerken, Enfal
sûresinin 61. âyetini delil olarak getirmektedir: "Eğer onlar barışa
yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et! Çünkü O, işitendir,
bilendir" (Râzî, a.g.e., VIII, s. 202). Râzî bu açıklamada yani selâma
"barış" mânası vermekte haklı mıdır? Âyetteki selâm mânası verdiğimiz
kelimeye dikkat edersek haklı olduğunu anlayabiliriz.
Huyyîtüm selâmlandığınızda, tahiyye de "selâm" anlamına
gelmektedir. Tahiyyenin mânası "birine hayat dilemek"tir. Hayyekellah
"Allah sana ömür versin" demektir. Bu mânadan hareket edersek savaşta
ölüm, barışta ise hayat vardır. O zaman Râzî'nin yorumuna hak vererek barış
teklifinde bulunana, daha güzeliyle cevap veriniz, en azından eşit derecede
olanıyla karşılık veriniz yorumunu yapmak doğru olur.
Râzî âyete ikinci bir yorum getirmektedir, ama bu yorumunu birinci
yorumdaki gibi delillendirmemektedir. Savaş alanında ya da savaş alanına yakın
bir yerde, bir müslümana rastlayan biri ona selâm verirdi. Müslüman onu kâfir
bildiği için selâmına iltifat etmeyip onu öldürürdü, ya da müslüman selâm
verirdi, selâmını almayanı öldürürdü. Çoğu zaman o insanların müslüman olduğu
ortaya çıkardı. Bu âyetle Allah duruma müda-hele edip düzenlemesini yapmıştır.
Aslında Râzî Nisa sûresinin 94. âyetini
delil getirebilirdi: Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız
zaman iyi anlayıp dinleyiniz. Size selâm verene, dünya hayatının geçici
menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyiniz.
"Allah sana ömür versin" şeklindeki selâm, Kur'an'da bazı değişime uğrayarak sadece "selâm"la yapılmaya başlanmıştır. Tahiyye kavramının kökü hay "diri, canlı" mânasına gelen kelimedir. Hay, Allah'ın isimlerinden biri olduğu gibi, selâm da Allah'ın isimlerinden biridir. Tahiyye ile lâm kelimesi Yûnus sûresinin 10. âyetinde bir arada geçmektedir: Orada birbirleriyle karşılaştıklarında söyledikleri ise selâm'dır.
Selâm kelimesi "esenlik, huzur, banş, kurtuluş ve rahmet"
anlamına gelmektedir. Selâmünaleyküm dendiğinde "esenlik, huzur, barış,
kurtuluş ve rahmet üzerine olsun" anlamı kastedilmektedir. Selâm vermenin
ilâhî uygulama olduğu Kur'an'da görülmektedir:
1.
Yüce Allah'ın isimlerinden
biri kurtuluşun tek kaynağı anlamına gelen selâmdır. Allah, Haşr sûresinin 23.
âyetinde kullarına selâm ismiyle selâm vermektedir. Mâide sûresinin 16.
âyetinde de selâma "kurtuluş" mânası verilmektedir. Sübülesselâm
"kurtuluşun yolları" anlamına gelmektedir. Yüce Allah Hz. Nuh'a
selâm vermiştir: "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan
ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle (gemiden) in." (Hûd 11/48).
Buradaki selâm "rahmet, barış, esenlik" anlamına gelmektedir. Diğer
taraftan yüce Allah Hz. Musa'nun diliyle hidayete, yani doğru yola tâbi
olanlara selâm vermektedir: "Kurtuluş, hidayete uyanlarındır" (Tâhâ
20/ 47). Buradaki selâm kelimesi "kurtuluş" anlamına gelmektedir.
Ayrıca Allah Hz. Muhammed'in diliyle seçkin kullarına selâm göndermektedir:
"De ki: Hamdolsun Allah'a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına!"
(Nemi 27/59).
Ölen insan uğurlu, yani amel defteri sağdan verilecek insanlardan ise
yatağında selâmlanacaktır: Ey uğurlu insan, sana selâm olsun! (Vakıa 56/91).
Bu sefam doğrudan doğruya Allah tarafından verilecektir, ama müfessirler bunun
Azrail vasıtasıyla verileceğini söylemektedir. Yâsîn sûresinin 58. âyetinde
cennete girenlere Allah'ın selâm vereceği belirtilmektedir: "Onlara
merhametli rabbinin söylediği selâm vardır."
2.
Rabbine karşı gelmekten
sakınanlar ise bölük bölük
cennete sevkedilir, oraya varıp da kapılar açılınca bekçileri onlara:
'Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya' derler
(Zümer 39/73);. Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun (Ra'd 13/23-24).
3. Selâm vermek ihtiyarî bir
eylem değildir. Hz. Peygamber'e Allah selâm vermesi için emretmiştir: Âyetlerimize
inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! (En'âm 6/54). Hz.
Peygamber, yüce Allah'tan bu emri aldıktan sonra insanlara şöyle seslendi:
"Selâmı aranızda yayinız, yemek yediliniz, akraba ziyaretinde bulununuz,
insanlar uyurken siz geceleyin namaz kılınız. (Eğer bunları yaparsanız)
esenlikle (selâm) cennete girersiniz"[120].
Hz. Peygamber selâm vermenin, yemek yedirmenin, akraba ziyareti yapmanın
önemini öğretmekte, ayrıca sevgi ile selâm arasında bağlantı kurarak şöyle
demektedir: "Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim
mi size? Birbirinize selâm vermeyi yaygın hale getiriniz"[121].
ve gece namazı kılmanın âhiretteki ecrine dikkat çekerken selâmı öne
çıkarmaktadır.
Hz. Peygamber selâm vermenin ne kadar önemli bir ibadet olduğunu
belirtmek için, hangi amelin daha üstün olduğunu soran sahabeye şöyle cevap
vermiştir: "Yemek yedirmen; tanıdığına ve tanımadığına selâm
vermendir"[122].
Hz. Peygamber, Enes'e şöyle dedi: "Oğlum evine gittiğin zaman selâm ver,
sana ve ev halkına bereket olur"[123].
Buraya almadığımız selâmla ilgili başka hadisler de vardır. İnsanın
insana esenlik, rahmet, bereket, banş dilemesi önde gelen ibadetlerden biridir.
Eve girerken selâm vermenin haneye bereket getireceğini söyleyen Hz. Peygamber,
bereketle selâm arasında da bir bağlantı kurmuştur.
4.
Yüce Allah ve melekler, Hz.
Peygamber'i kutsadıklan gibi bizim de kutsamamızı ve selâm vermemizi
istemektedir: Allah ve melekler şüphesiz pey-gamberi kutsarlar: (O halde) ey
iman edenler! Sizde onu kutsayınız ve tam teslimiyetle selâm veriniz (Ahzâb
33/56). Onun içindir ki Hz. Peygamberin isminin anıldığı anlarda ona salâtü
selâm getirilir. Bunu getirmek ihtiyarî değildir, zorunludur.
Hz. Yahya ile Hz. İsa'ya verilen selâmlar da şöyledir: "Bunun içindir
ki doğduğu gün de, öldüğü gün de (Allah'ın) selâmı onun üzerindeydi, ve diri olarak
kaldırılacağı gün de (yine onun) üzerinde olacaktır" (Meryem 19/15);
"Bunun için doğduğum gün selâm benim üzerimdeydi, öleceğim gün ve hayata
döndürüleceğim gün (yine benim üzerimde olacaktır" (Meryem 19/33). Demek
ki ilâhî rahmet, esenlik, bereket insanın üç önemli anında gerekli olmaktadır:
Doğumda, ölümde ve öldükten sonra dirilmede. İnsan denen varlığın hayatındaki
bu üç dönüm noktası, çok büyük önem kazanmakta ve bunlarda da selâma büyük
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu âyetler selâmın önemini vurgulamakta, onun evrensel
bir ibadet olduğuna da dikkat çekkmektedir.
Yukarıda belirlenen üç önemli zaman insan hayatı için büyük değişim anlarını göstermektedir. Değişimlerin esenliğe, rahmete, berekete ve barışa ihtiyaçları vardır. Onun içindir ki ölen insan cennetlik, yani uğurlu insan ise Allah onu erdemli insanlann selâmlanyla karşılayacak ve canını öyle alacaktır (Vakıa 56/92). Böylece Allah, ölüm ânı gibi çok ciddi bir değişimde selâmı hatırlatmakta ve selâmın ne kadar öne çıkan bir ibadet olduğuna işaret etmektedir. Selâm kelimesinin özünde güven telkin etmek vardır. Yüce Allah, "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, sakinlerinden izin almadan, onlara selâm vermeden girmeyiniz. Eğer dikkate alacak olursanız bu, sizin kendi iyiliğiniz içindir" (Nûr 24/27).
Dışarıdan gelen birinin düşman olup olmadığını anlamanın yolu vereceği
selâmdan anlaşılır. Evdekilerin gelenin "selâm" demesiyle güven
duyacaklan bir gerçektir. Demek ki selâm güven telkin ettiği için önemli bir
parola olmaktadır. Bu güven için Hz. Peygamber, "Müslüman, elinden ve
dilinden, müslümanlarm güvende olduğu kimsedir"[124].
buyurmuştur. Bu hadiste Hz. Peygamber selâm kelimesinin yüklem hali olan selime
kelimesini kullanmış ve ona güven mânasını vermiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki rahmet, barış, esenlik, bereket, güven ve
kurtuluş manasıyla selâm, insan hayatı için çok önemli bir işleve sahiptir.
Dünya ve âhiret hayatı için her an ihtiyaç duyulan bir değer ve eylemdir. Nisa
sûresinin 86. âyetine, Râzî'nin verdiği "barış" mânasından hareket
edersek düşman savaştan vazgeçerse saldırı ortadan kalkacaktır. (Bakara 2/
193). Onlar barışı isterlerse barışla karşılık vermek, hatta barışa uçurak
koşmak zorunludur (Enfâl 8/61). Demek ki Nisa sûresinin 86. âyeti sadece ağızla
verilen selâm mânasını değil, eylemle banşı, saldırmazlık paktını
gerçekleştirmektir. Düşman savaştan vazgeçer ve barış isterse, müslüman ona
daha iyisiyle nasıl mukabelede bulunacaktır? Bu soruya şu şekilde cevap
verebiliriz: Barış teklif eden düşmana, bu banşı resmîleştirerek antlaşmaya
bağlayarak kayıt altına alma ile cevap verilebilir. Hatta bir saldırmazlık
paktı yaparak teklife daha iyisiyle mukabele edilmiş olacaktır. Bunun anlamı
şudur: Banşı, hukukî boyuta taşıyarak, kalıcı bir saldırmazlık paktına
çevirmektir. Farklı inançların, düşmanlığa değil tolere edilmeye ihtiyacı
olduğunun kültüre dönüştürülmesine çalışılır.
Verilen selâmı daha iyisiyle almak vaya aynısıyla karşılık vermek ya da
teklif edilen banşa mukabelede bulunmak emrini yerine getirmek veya
getirmemenin sonucu ne olacaktır? Bu sorunun cevabı âyetin son kısmında
mevcuttur. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabim arayandır. Buradaki hesap
kelimesini "değerlendirmek" mânasına alabiliriz. Allah her şeyi
değerlendirmektedir. Selâm vermeye nasıl bir karşılık verildiğini ya da teklif
edilen barışa nasıl bir mukabelede bulunulduğunu Allah mutlaka
değerlendirecektir. Demek ki emrin yerine getirilip getirilmediğinin mutlaka
değerlendirileceğini söylemekle Allah, eylemin ne kadar önemli olduğuna dikkat
çekmektedir.
Müslümanın bahanesi savaşı sürdürmek değil teklif edilen barışa kanat
açmaktır. Başka bir açıdan bakınca selâm vermek ilâhî sünnettir. Bu sünnetin
uygulanıp uygulanmadığı mutlaka değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır.
[125]
87. Allah -ki ondan başka hiçbir tanrı yoktur- elbette sizi kıyamet
günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha
doğru olabilir?
Bu âyet 86. âyetin bir devamını teşkil etmektedir. Bir müslüman kendine
selâm veren veya barış teklifinde bulunan insana kötü muamelede bulunmayıp,
daha güzeliyle veya dengiyle karşılık vermelidir. "Sen selâm veriyorsun
ama müslüman değilsin" diyerek kötü muamelede bulunması veya öldürmesi
doğru değildir. Nisa sûresinin 94. âyeti buna açıklık getirmektedir.
Peki selâm veren kişi bir münafık ise ne olacak? O zaman Allah her
şeyin hesabını soracağım 86. âyette söylemişti. 87. âyette de sorunun diğer bir
cevabını vermektedir: tnsanları kıyamette toplayıp bu ikili oynamanın hesabını
soracağını garanti etmektedir. İkili oynamak isteyenler veya oynayanların
durumu bu dünyada değerlendirilmeye tâbi tutulmasza, öteki toplantı gününde
elbette ele alınıp değerlendirilecektir. Böylece bu dünyada uğranan
haksızlığın, öteki dünyada adaletin gerçekleşmesiyle yerini bulmasında şüphe
edilmemesini Allah istemektedir. Bu adaleti kim gerçekleştirecektir? Bu sorunun
cevabı ile 87. âyetin açıklamasına girebiliriz.
1.
Yüce Allah 86. âyetin
sonunda her şeyi değerlendirecek güçte olduğunu, 87. âyette de tek olduğunu
gündeme getirerek haksızlıkların giderilmesinde, hakların alınmasında
muhalefet edecek gücün olmadığına işaret etmektedir.
2. Allah hem toplantı fiilinin
başına kuvvetlendirici lâm harfini hem de "Onda şüphe yoktur"
ibaresini koymuştur. Allah şüphe edilmesi mümkün olmayan kıyamet günü bütün
insanlan mahşerde bir araya getirecetir. Bunun anlamı Râzî'nin dediği gibi
"adalef'tir. Allah bütün insanları mahşerde bir araya getirip adaleti
gerçekleştirecektir. Böylece tevhid inancı ile adalet arasında bir bağlantı
kurulmaktadır.
Akıl ve bilgiden sonra gelen değerlerden biri de adalettir. Adaletin bu
dünyada nihaî olarak gerçekleşmesi imkânsızdır. Onun için mutlak adalet
âhirette gerçekleşecek ve bu sebeple tek olan Allah bizi orada toplayacaktır.
Mutlak ya da nihaî adaleti ancak Allah gerçekleştireceğinden, 87. âyette tevhid
inancından bahsedilmektedir.
3. 87. âyetin sonunda şu soru
sorulmaktadır: Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir? Bu sefer de
Allah "en doğru" denen değeri gündeme getirmektedir, ama bu değerler
Allah'tan kaynaklanmaktadır. Adalet ve doğruluk tevhid inancına bağlanmakta, ondan
beslenmekte ve ondan hayat bulmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 18. âyetinde
adaletle tevhid arasında bir bağlantının kurulduğu görülür. Bu dünyada
insanların peşinden koştukları şeylere âhirette kavuşmaları da adaletin başka
bir boyutunu teşkil etmektedir:
Çünkü zamanını gizli tutmuş
olsam da herkese, (hayatta ikenf peşinden koştuğu şeylere göre, hak ettiği
karşılık verilebilsin diye, son saat gelecektir. (Tâhâ 20/15). İnsan bu dünyada
peşinden koşup gerçekleştirdiği eylemlerle, öteki dünyada hak ettiği şeyleri
elde edecektir. Bunun gerçekleşebilmesi için kıyamet mutlaka kopacaktır.
Nisa sûresinin 87. âyetinin sonunda yer alan "Kimin sözü Allah'ın
sözünden daha doğrudur?" ifadesinin bir benzeri Âl-i jmrân sûresinin 9.
âyetinde geçmektedir: 'Rabbimiz! Gelmeşinde şüphe edilmeyen bir günde,
insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez. Bu âyette
hem kıyamette toplanma meselesi hem de Allah doğru söylediği için sözünden
dönmeyeceği gündeme getirilmektedir.
Allah kıyamette insanları adaletin gerçekleştirilmesi için bir araya
toplayacağından, o güne "duruşma günü" adını vermiştir: "Onlar
düşünmezler mi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle
bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin rabbinin huzurunda divan duracaklardır"
(Mutaffifin 83/5-6).
Fatiha sûresinin 4. âyetinde kıyamet gününün tanıtımı için "ceza
günü" ismi verilmektedir. Ceza ve ödülün verilip adaletin gerçekleştirileceği
gün analamına gelmektedir. Burada da bu gün ile mutlak hükümranlık arasında
bir bağlantı kurulduğu için bir arada zikredilmektedirler. Enam sûresinin 12.
âyetinde rahmetle gerçekleşmesinden şüphe edilmeyen toplantı günü denen kıyamet
arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Çünkü adaletin bir boyutu da merhamete
uzanmakta, oradan beslenmekte ve oradan kuvvet bulmaktadır.
[126]
88 Size ne oldu kî münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa
yaptıkları işlerden dolayı Allah onitari baş yolâ iletmek mi istiyorsuMu?
AHah-birîni sapttmsa artık onun için blrçıktş yom
89. Shm dekendaen sibi inkâr etmenizi istedtfer ki nbuçdan hiçbirini.
dq$jt edgimeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse ontan yakalayınız, bulduğunu yerde
öldürünüz ve hiç birini dost ve yardımcı edinmeyiniz.
1. Bu âyetin iniş sebebi
olarak üç olay nakledilmektedir. Bunları en iyi şekilde izah eden Râzî'dir:
a) Hz. Peygamber'e bir
müslüman topluluk geldi. Bir müddet Medine'de kaldılar, sonra gitmek için Hz.
Peygamber'den izin istediler. Hz. Peygamber de onlara izin verdi. Yolda
müşriklere yetiştiler. Müslümanlar arkalarından konuşmaya başladı; bir kısmı
onların müslüman olmadığını, diğerleri de müslüman olduklarını söylüyordu.
Müslüman olmadıklarını söyleyenler, ölçü olarak onlarla beraber kalmalarını
ileri sürüyordu. Bu görüşte olmayanlar da, durumları ortaya çıkıncaya kadar
onlar hakkında kâfir diyemeyeceklerini söylüyorlardı. Bu tartışma sürüp
giderken, Allah Teâlâ bu âyeti göndererek onların münafık olduğunu söyledi ve
tartışmayı sona erdirdi.
b) Mekke'de müslüman
olduklarını ileri süren ama müslümanların aleyhine müşriklere yardım eden bir
grup hakkında inmiştir. Müslümanlar bunlar hakkında tartışmaya girişti ve bu
tartışmaya âyet son vermiştir. Bu görüş İbn Abbas ve Katâde'nindir.
c) Uhud günü, Hz.
Peygamber'den geri kalan, ayrılan ve "Eğer biz savaşı bilseydik seninle
beraber gelirdik" diyenler hakkında inmiştir, bu şekilde davrananlar
hakkında ashap "kâfirdir", "kâfir değildir" diyerek iki
kısma ayrıldı. Çözümü 88. âyet getirmiştir. Bu görüş de Zeyd b. Sâbit'indir[127].
Bu görüşlerin ortak noktası bir grup insanın davranışları sebebiyle
müslümanların onları değerlendirme konusundaki ayrılıklarıdır. Ayrıldıklan
noktalardan biri mekândır. Birinci görüşte Medine yer alırken, ikinci görüşte
Mekke yer almaktadır. Üçüncü görüş Uhud Savaşı'nı andığına göre, o da Medine
döneminde geçtiğini ileri sürmektedir. "Görüşlerden hangisi
doğrudur" sorusunu cevaplandırabilmek için 89. âyete bakmak gerekir.
"Allah yolunda göç edinceye kadar onların hiçbirini dost edinmeyiniz"
ifadesinden olayın Mekke'de geçtiği anlaşılmaktadır. Çünkü hicret Mekke'den
Medine'ye oldu. Âl-i İmrân sûresinin 167. âyetinde "Savaşmayı bilseydik
elbette sizin peşinizden gelirdik" diyen grup da Medine'de bulunuyordu.
Buradaki tercihi Nisa sûresinin 89. âyetiyle Bakara sûresinin 167. âyeti
belirlemektedir. Savaşa izin Medine döneminde verildiğine göre, İbn Abbas ve
Katâde'nin görüşü elenmiş olmaktadır. Demek ki üçüncü nüzul sebebi, yani Zeyd
b. Sâbit'in açıklaması doğrudur.
Şimdi nakledilen bu tarihî olayları dikkate almakta yarar vardır, ama
âyeti o sınırlar içerisine hapsetmek de doğru değildir. Günümüzde ve gelecekte
âyetin işlerliğini temin edecek şekilde yorumlamak zorundayız. Âyetin başındaki
Size ne oluyor? ifadesindeki "siz" zamiri âyeti okuyan herkese hitap
etmektedir. Siz ifadesi ölüler için kullanılmayıp yaşayan ve Kur'an âyetini
okuyan müslümanı muhatap aldığına göre, âyeti inanç hareketlerine göre
yorumlamak durumundayız. O devrin müslüman-lan da münafıkları da ölmüştür.
Artık onunla, yaşayan nesiller amel edecektir. Âyeti günümüze uyarlayacak
şekilde genellemeler çıkararak nasıl yorumlarız?
2. Müslümanlar münafıkları
değerlendirirken ortak bir ölçüt bulmalıdırlar. Günümüzün ve geleceğin
müslümanı ashaptan bir kısmının düştüğü gibi hataya düşmemelidir. Günümüzde
birtakım gruplar, devletler ve siyasî erki ellerinde bulunduranlar, sahip
oldukları imkânlar konusunda münafıklık yapmaktadırlar. Bunlar devletlerarası
ilişkilerde, siyasî uygulamalarda, politikada farklı inanca mensup
topluluklara karşı ikiyüzlülüklerini sürdürmektedir. Hatta halkı müslüman olan
devletler birbirlerini değerlendirirken daha büyük hatalara düşmektedirler.
Müslümanlar iman konusunda değil de mezhep konusunda birbirlerine münafıklıkla
suçlamaktadırlar. Şiî, Vehhâbî, Ehl-i sünnet gibi gruplara ayrılarak kapanması
mümkün olmayan, sosyal ve siyasî yaralar açmaktadırlar. Siyaseti mezheplere
göre yönlendirenler sahabeden daha büyük hataya düşmektedirler. Âyetin birinci
bölümü olan "Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?
Halbuki Allah kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir" ifadesinden bu
genellemeyi çıkarabiliriz.
3. İnsanın başına gelen kendi
yaptıklarıdır. Yüce Allah âyetin ikinci bölümünde Allah onları, kendi ettikleri
yüzünden baş aşağı etmiştir ifadesine yer vermiştir. Bu kısımdaki reks kelimesi
"bir şeyin altını üstüne çevirme" anlamına gelmektedir. Tırnaklı
hayvanların pisliğine de reks denmektedir. Bu kelimeyi iki şekilde yorumlamak
mümkündür. Bunlardın birisi psikolojik diğeri de sosyolojiktir. Psikolojik
açıdan münafıkların altüst olması, beyin, gönül ve nefis bakımından şahsiyet
parçalanmasına uğramalarıdır. "İşledikleri yüzünden" ifadesi ikili
oynamaları anlamına gelmektedir. Allah'ın onları altüst etmesinin altındaki
sebep onların ikili oynamaları yani amelleridir. Allah kullarına zulmetmediği,
tam tersine kendi yaptıklarını önlerine koyduğu gerçeğini hükme bağlamaktadır.
Diğer taraftan, münafıkların imandan dönmüş olmaları sebebiyle Allah onları
hor ve hakir bir duruma düşürmüştür. Demek ki Allah burada şu ilkeyi
koymaktadır: İnsanlara psikolojik ve sosyolojik bunalımı Allah verir ama insan
onu kendi yaptıklarıyla ister, davet eder ve oluşturur. Dünyada oluşan kötülük
için Allah suçlanamaz.
4. Her kötü şarttan bir çıkış
yolu vardır. Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. (İnşirah 94/5-6); bazı
şartlar altında her şeyden bir çıkış kapısı vardır (Talâk 65/2). Allah, kendi
yaptıkları sebebiyle münafıkları altüst edince, bu insanların eğitilmesi, doğru
yola getirilmesi içjn bir çıkış kapısı olamayacağını da gündeme getirmektedir:
Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı
kimse için çıkış yolu bulamazsınız. Allah kulunu saptırmaz, onun kötülüğünü
asla istemez. Daha önce bir örnekle belirttiğimiz gibi hiçbir anne çocuğu ne
kadar kötü olursa olsun, ona bir kötülüğün gelmesini istemez. Müslümanların
bir kısmının münafıklara kötü dememesinin sebebini Allah, onların yola
gelebileceği ümidini beslemelerine bağlamaktadır. Müslümanların bir grubu,
hâlâ münafıkların doğru yola gelebileceği ümidini beslediklerinden,
"Allah'ın lutfunu kestiği kimseleri siz doğru yola mı getireceksiniz"
sorusuyla karşılaşmaktadırlar.
"Ona bir yol bulamazsınız" âyetini şu şekilde yorumlayabiliriz:
O insanı eğitmek için beynine, gönlüne ulaşacak bir yol bulmak mümkün değildir.
Münafık ya da Allah'ın uzaklaştırdığı, lutfunu kestiği kimse kendi psikolojik,
yani manevî alanının etrafına kalın bir duvar örmektedir. Allah'ın kendisinden
uzaklaştırdığı, lutfunu kestiği kimsenin gideceği doğru bir yol bulması
imkânsızdır. Münafıklar yoldan çıkmıştır, bunları doğru yola getirmek için
hiçbir eğitim metodu geçerli değildir. Münafıkları Allah terkettiği için
karanlıkta kalmışlardır. "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr
24/35) ilkesine göre, Allah'ın nurunu esirgediği, nurundan uzak tuttuğu kimse
karanlıkta kalmıştır. Onu oradan çıkaracak bir yolun bula-namayacağına âyetin
sonunda işaret edilmektedir.
5. 88. âyette "Allah'ın
lutfundan uzaklaştırdığı kimseyi siz doğru yola getirmek mi istiyorsunuz"
sorusunu sorarken, müslümanlann onlara karşı isteğini dile getirmişti.
Münafıkların esas inanç yapıları inkârdır. Yeri geldiğinde kâfir, yeri
geldiğinde mümin gibi davranırlar. Bununla beraber inkâr psikolojisine
sahiptirler. Kendileri iman etmeyeceklerinden dolayı, müminlerin inkâr etmesini
ister ve o inkâr psikolojisinde buluşmalarına can atarlar. Bilindiğ gibi
komünist felsefe yoklukta eşitlik aradığı gibi münafıklar da iman yokluğunda,
yani inkârda eşitlik ararlar. Âyette geçeni i) veddû "isterler,
severler" kelimesinin özünde tutku derecesinde isteme mânası vardır. Bu
anlamdan hareket edersek 88. âyette müslümanlann hidayette buluşması, yani
tevhid inancında ortaklığı, münafıkların da inkârda eşitliği tutku derecesinde
istediklerini söyleyebiliriz. 88. Âyetteki istiyorsunuz kelimesiyle 89.
âyetteki tutku derecesinde istediler kelimesi
arasındaki fark budur. Müminin inkâra sapmasını kara sevda derecesinde isteyen
münafıklara karşı müminin tavrının ne olması gerektiğini âyetin devamı
cevaplandırmaktadır.
6.
Daha önce 86. âyette geçen selâm kavramı
"barış" mânasında yorumlanmıştı. Barış teklifinde bulunana daha iyisi
ya da en azından aynı derecede olan bir davranışla cevap vermenin önemi
açıklanmıştı. Kendi inkâr psikolojisini müminlere bulaştırmak için bu barışı
bozan ve dini, ya da inanç alanını savaş alanına çeviren insanların dost
edenilemeyeceğini vurgulayan 89. âyetin ikinci kısmı, onlarla mücadele
edilmesini de emretmektedir. Allah yolunda göç edinceye kadar onların
hiçbirini dost edinmeyiniz. Bilindiği gibi hicret baskı ve zulüm altında kalan
müslümanlann Mekke'den Medine'ye hicret etmeleri şeklinde tarihte yerini
almıştır.
Hicreti sadece tarihî bir olgu olarak almak onun mânasını daraltır. Hicrete genel ve evrensel bir eylem mânası vermek gerekiyor. İnsanın kötülükleri, yani yanlış düşünce, yanlış davranış ve yanlış yoldan tevhide dönmesi de bir bakıma hicrettir. İnsan yanlış düşünce, davranış ve inançla kendi kendine zulmetmektedir. Bu zulüm diyarından hicret etmesi gerekir. Meselâ nefs-i emmâre, yani kötüyü emreden nefis ortamından, akıl ve gönül ortamına hicret etmek hicretin en büyüğüdür. Nefs-i emmâre ortamında bulunan kişi, Mekke döneminde zulüm gören müminlerden daha kötü durumda değil midir? Diğer taraftan cehaletin karanlık ülkesinde bulunan kişinin bilginin aydınlık yurduna intikal etmesi de bir hicrettir. Savaş ortamından banş ortamına geçiş de bir hicrettir.
Âyetteki "Allah yolunda hicret etmedikçe" ifadesine bu
mânaların hepsini verebiliriz. Bu mânalann hangisinin uygun olduğunu, münafık
grubun içinde bulunduğu şartlar belirleyecektir. Demek ki grup veya toplumların
içinde bulunduğu şartlar, hicret kavramına ve eylemine mâna verecek, hicretin
ne demek olduğunu belirleyecektir. Meselâ fakirliğin altında kemikleri
kırılırcasına ezilen toplumlar için çalışmak, gayret sarfet-mek, alınteri
dökmek, emek harcamak ve böylece ekonomik imkânlara kavuşmak da bir hicrettir.
Böylece biz hicreti sadece bir mekândan başka bir mekâna geçiş anlamında
yorumlarsak onun anlamını daraltmış oluruz.
89. âyetteki hicreti, münafıklığı bırakıp tevhide intikal etmek anlamında
alabilir, onu çağlara hitap edecek hale getirebiliriz. Allah yolunda hicret
etmekten yüz çeviren münafıkların yakalanıp bulundukları yerde öldürülmeleri
emredilmektedir. Savaşı bırakıp banş yurduna hicret etmeyenler öldürülmeyi hak
etmişlerdir. Çünkü Allah müminlere 86. âyette banş teklif edildiğinde derhal
kabul etmelerini emretmişti. Müminlerin banş teklifini reddetmesi, münafıkların
savaşa devam etmek istemeleri anlamına gelmektedir. Banşa yanaşmayanlar,
yakalanıp öldürülmeyi hak ettiklerini bilmelidirler. Âyeti bu şekilde
yorumlarsak, bansın Allah'a giden yol olduğunu, onun uğruna insanın
öldürülebileceğini, onun buna değer olduğunu söyleyebiliriz. Onun içindir ki
Allah, "Eğer yüz çevirirlerse onlan yakalayınız, bulduğunuz yerde
öldürünüz" demektedir. Bundan günümüz için şu genellemeyi çıkartabiliriz:
Dünya barışını öldürenler öldürülmeyi hak etmişlerdir.
Barışı öldüren, insanların inkâr psikolojisinde buluşmaları için tanrıtanımazlığı
savaşacak kadar önemseyip yaymaya çalışanlar "Dost ve yardımcı
edinilemezler." Nisa sûresinin 88-89. âyetlerinde, Allah devletlerarası
ilişkilerde önemli kurallar getirmektedir. Devletler inançları istismar
ederek, birbirleriyle savaş bahanesi aramamalıdır. İnsanlığın ana gayesi bir
barış kültürü geliştirmek, insanlararası ilişkileri inanç adına kirletmemektir.
Çünkü İlâhî çağrı barış yurdunadır (Yûnus 10/25). Barışta esenlik, güvenlik,
mutluluk ve kurtuluş vardır. Yûnus sûresinin 25. âyetindeki çağrıya uyan,
Allah'ın yoluna girmiş olacaktır.
[128]
90. Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar
yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşma (istemeyenlerden yürekleri
ürküntü İçinde size gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza belâ
ederdi ve sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de
sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durumda Allah size
onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.
Yüce Allah bu âyette Nisa sûresinin 84. âyetinden 89. âyetine kadar
açıkladığı konuların istisnalarının neler olduğunu ve bu istisnaların devletlerarası
ilişkiler çerçevesinde nasıl uygulanacağının izahını yapmaktadır.
1. İltica öldürülmeyi ortadan
kaldırır. Allah üçüncü toplumu devreye sokarak meseleyi ele almaktadır. Ancak
kendileriyle aranızda antlaşma olan bir topluma sığınırlarsa. 89. âyette
Allah, müminlerin inkârda buluşmasını
isteyen ve Allah yolunda hicret etmeyen, yani savaşı bırakıp barışa yanaşmayan
münafıkların, müs-lümanlann barış paktı yaptığı başka bir topluma sığınmaları,
iltica etmeleri halinde, müslüman toplumların onları öldürmekten vazgeçmeleri
gerektiğini anlatmaktadır. Barış o kadar önemlidir ki, müslüman toplumla başka
bir toplum arasında bir antlaşma varsa, bu antlaşma iltica eden insanların ölümü
haketmiş bile olsalar öldürülmesinden vazgeçmeyi gerektirmektedir. Çünkü o
toplumun rahasız olma ihtimali vardır. 90. âyette geçen ya-sılûne kavramı
"bitişen, katılan, iltica eden, sığınan" mânalarını ifade etmektedir.
Buradaki anlamı tamamen devletlerarası savaş politikasıyla ilgilidir. Bir
topluma sığman insanlar ölümden kurtulurlar; onları öldürmek için takip etmek
doğru değildir.
2. 90. âyette öldürülmeleri
istisna edilenlerin ikinci durumu ele alınmaktadır. Yahut ne sizinle ne de kendi
toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri kısılarak size gelenler.
Âyetin bu kısmındayer alan Hıasıra fiili kalpteki oluşumu anlatır, psikolojik
anlamlıdır. Tasa, keder sebebiyle "dili tutuk olmak", göğüsle
kullanılınca "göğsü daralmak"; sırla birlikte "sırrı saklamak;
"devenin meme deliklerinin dar olması; kabız olmak" mânalarına gelir.
Kur'an'daki anlamları Bakara sûresinin 273. âyetinde açıklanmıştır. Bu âyette
göğsün daralması, "yüreklerin sıkılması, kalbin ürpermesi" anlamına
gelir. Âyet kalpleri ürperdi ifadesiyle psikolojik oluşumun öldürülmeyi
engelleyeceğine işaret etmektedir.
3.
Yüce Allah, âyetin ilk iki
bölümünde yapmış olduğu istisnanın dikkate alınmaması durumunu gündeme
getirerek, kendi dileğinin her şeyi değiştirdiğine dikkat çekmektedir: şeydi
onları başınıza belâ ederdi ve sizinle savaşırdı. Allan Daşka topluma sığınan
vaya kalben korkan insana saldırılmaması, onunla savaşılmaması ve ona yaşama
fırsatının tanınması emrini verirken, bu oluşuma hem iradesini hem de emrini
koyduğuna işaret etmektedir. Bu toleransı göstermeyen müminlere gözdağı vererek
"Dilesem onları sizin başınıza belâ ederim ve sizinle savaştırırım"
tehdidinde bulunmaktadır. "Saldırmazlık paktı yaptığınız devlete sığınan
kişiye, saldırmazlık paktı uğruna saldırmayın, kalbi savaş korkusundan titreyen
insana dokunmayın, aksi takdirde başınıza belâ açarım" diyerek,
milletlerarası ilişkilerde barışın önemini öne çıkarmayı amaçlamaktadır.
4. Âyetin son bölümünde, bir
kenara çekilip barış isteyen, barış teklifinde bulunan münafıklara, zarar
verilmesine müsaade edilmemektedir. "Allah, size onların aleyhine bir yol
vermemiştir" ifadesiyle yüce Allah savaşmak isteğinde olmayan ve barış
teklifinde bulunanlara karşı yapılacak saldın yolunu tıkadığını beyan
etmektedir. Barışa kanat açana saldırmak, erdeme mermi atmaktan başka bir şey
olmadığından yolu bizzat Allah kapatmaktadır. Barışı isteyene karşı savaşa yol
yok derken, bir taraftan 86. âyetteki esasın gerçekleştirilmesini istemekte,
diğer taraftan Enfâl sûresinin 61. âyetinin de yürürlüğe konmasına işaret
etmektedir:
Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ...
86-90. âyetlerde, devletlerarası hukukun ve ilişkilerin üzerine oturacağı,
besleneceği temel değer olarak barış alınmaktadır. İnanç âleminin savaş için
istismar edilip kirletilmemesine özen gösterilmesi vurgulanarak, inanç
kapısının düşmamik kapısı olmadığına dikkat çekitaüştii. Münafıkların psikolojisinin
tahlili yapılarak, ikili oynayanlara dikkat edilmesi ve onların
eğitilemeyeceğinin de bilinmesi hükme bağlanmmıştır.
[129]
91. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen
başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona bas
aşağı dalarlar. Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini
çekmezlerse onları yakalayınız, rastladığınız yerde öldürünüz: İşte onlar
üzerine sizin için apaçık yetki verdik.
Müfessirler ve Muhammed Esed, âyetin Katafan kabilesinden Medine'ye geldiklerinde müslüman olup antlaşma yaparak müslümanlardan emin olmak isteyen, kendi kabilelerine döndüklerinde ise, inkâra saparak ahidlerini bozan bir grup hakkında indiğini söylemektedirler. Râzî'nin naklettiği bu nüzul sebebine denecek hiçbir şey yoktur. Ancak âyeti bu nüzul sebebinin sınırlan içine hapsetme hakkımız da yoktur.
1. Âyetin birinci bölümünde
bir topluluğun, iki topluluk arasında nasıl ikili oynadığını ve bunun altında
yatan sebebi açıklamaktadır. İkili oynamanın ana sebebi "güven"dir.
Yukarıda belirtilen kabilelerden bir grup insan, müslümanlardan güvende
olmaları için müslüman olduklarını söylüyorlar, kendi kabilelerine
döndüklerinde ise müslüman olduklarını söylediklerinde dışlanacaklarını bildikleri
için eski inançlanna dönüyorlardı.
Bu durumun, yani ikili oynamanın ana sebebi olarak âyette yer alan
"güvende olma isteği"dir. Günümüzde ve gelecekte bu tip devletlerin
olacağı bir gerçektir. Bir müslüman toplum, farklı inanca ve kültüre mensup başka
bir devletin saldırısından emin olmak için onlarla saldırmazlık paktı yaparken,
gelip müslümanlara biz sizinle beraberiz demiyorlar mı? Bir müslüman devletin
aleyhinde onunla antlaşma yapmıyor mu? Diğer taraftan farklı inanca mensup
müslüman olmayan bir milleti idare edenler, müslümanlarla antlaşma yaparak,
sonra ortak kültüre sahip oldukları başka bir devletin yöneticileriyle bir
araya geldiklerinde müslümanlarla iş olsun diye antlaşma yaptıklarını
söylemiyorlar mı?
Tarihte ve günümüzde hem müslümanlar hem de müslüman olmayan
topluluklar arasında güven uğruna ikili oynayan topluluklar vardır. Bu tür
davranışlar Mâide sûresinin 52. âyetinde "kalp hastalığı" olarak
nitelenmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felâketin
gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına daldıklarını görürsünüz."
Bir grup müslümanın, müslüman olmayanlarla her şeyini teslim edercesine
antlaşma yaparken, dönüp müslümanlara onlardan bize bir belâ gelmemesi ümidiyle
böyle yaptık diyenlerin olacağını ispatlamaktadır.
Güvende olma isteği veya başkalarından korkma psikolojisi müs-lümanları
ikili oynamaya şevketine ihtimalini gündeme getiren bu âyetle, Nisa sûresinin
91. âyeti örtüşmektedir. Her inanca mensup ikili oynayanlar her devirde vardı,
istikbalde de var olacaktır.
2.
İkili oynama psikolojisine sahip olanlar
korkak olduklarından, güçlü gördükleri toplumların, grupların hemen etkisi
altına girerler. Her sesten, konuşmadan, davranıştan mâna çıkarmaya, endişe
etmeye yatkındırlar. Allah onların bu zayıf durumunu anlatmaktadır: "
Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar'
(daldırılırlar). Meselâ müslümanlarla saldırmazlık paktı yapmalarına rağmen,
başka bir topluluk onları müslümanlara karşı kışkırtır ve onlar da onları
müslümanlardan güçlü görürlerse hemen onların fitnesine kucak açarlar. Etkiye
tepki veremeyen, etkinin altında ezilen bu insanların ikili oynama
sebeplerinden biri daha ortaya çıkmaktadır. Münâfıkun sûresinin 4. âyetinde
münafıkların bu psikolojisi analiz edilmektedir: "Onları gördüğünüz zaman
kalıplan hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara
dayanmış kütükler gibidir. Her konuştuğu kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman
onlardır. Onlardan sakınınız. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale
geliyorlar?"
Münafıklar bir konuşmayı, makaleyi, kitabı duysalar, okusalar, hemen
ondan etkilenerek kendi aleyhlerinde olduğu vehmine kapılıp düşmanlık
damarları kabarır. Sen onun dostu bile olsan, hemen seni düşman ilân eder; ama
doğrudan sana karşı çıkamadığından senin düşmanınla beraber olarak sana karşı
entrikalar düzenler. Bunu kendisi yapacağı gibi, onun bu kolayca etkilenen
durumundan istifade etmek isteyen senin düşmanın da yapabilir. Düşmanın
doğrudan sana karşı çıkamıyorsa, böyle münafık grupları kullanarak seni
zayıflatmaya ve tesir altına almaya çalışır.
3.
Âyetin son kısmında bir
topluma hangi şartlar altında savaş açılacağı açıklanmaktadır: Eğer sizden
uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayınız,
rastladığınız yerde öldürünüz, işte onlar üzerinde sizin için apaçık yetki
verdik.
a) İkili oynama psikolojisine
sahip olan gruplar, toplumlar başkasının etkisi altında kalmaya çok yatkın
olduklarından müslümanlara karşı fitne içine daldınlabilirler. Âyetin ikinci bölümü
buna işaret etmişti. Bu insanlar müslümanlardan uzak durmaz, düşmanlıklarını
eyleme dönüştürür-lerse, kendileriyle savaşmanın ortamını hazırlamada ilk adımı
atmış olurlar.
b)
Bu insanlar saldırmazlık
paktı yaparlar ama başka toplumların etkisinde kalarak müslümanlara karşı bu
saldırmazlık paktını bozarlar. Bu anda onlar sizden uzaklaşmaz ve size barış
teklifinde bulunmazlarsa ikinci adımı atmış olurlar.
c) Münafıklar, güçsüz
gördükleri grup veya toplulukları ezmek, sömürmek, baskı altında tutmak, dinî
hayatlarını serbestçe yaşamalarına müsaade etmemek gibi, insan hak ve
özgürlüklerine aykırı olan davranışlarda bulunurlar. İkili oynadıklarından,
saldırılarının yönünü tesbit etmek imkânsız hale gelir. Ama onlar, bir kere
zayıf buldular mı, ellerini asla geri çekmek istemezler. Yüce Allah bu durumu
Mümtehine sûresinin 2. âyetinde şöyle açıklamaktadır: "Şayet onlar sizi
ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler; size ellerini, dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler."
Dilleriyle yani yazılarıyla, konuşmalarıyla ve başkalarıyla yapacakları
antlaşmalarla müslümanlara kötülük kusarlar. Bu yetmiyormuş gibi
düşmanlıklarını eylem haline dönüştürürler. Nisa sûresinin 91. âyetin-deki el
ile Mümtehine sûresinin 2. âyetindeki el kelimeleri kötülüğü eylem haline
dönüştürmeyi ifade etmektedir.
"Ellerini çekmezlerse" ifadesini, Bakara sûresinin 190.
âyetiyle açıklarsak: "Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de
savaşınız" mânasını verebiliriz. Böylece Allah uzak durmamayı, barış
teklif etmemeyi ve devamlı savaş tehdidinde bulunmayı savaş ilânı için
sebepler olarak sıralamıştır. Âyetin sonunda, yukarıdaki şartların oluştuğu
ortamda, onlarla savaşmak için müslümanlara yetki verilmektedir. Bu yetkinin,
savunma amacına bağlı olduğu bilinmelidir. Kötülüğü savunanlar, iyiliği
savunanlara rahatsızlık verirlerse başka bir ifade ile saldırırlarsa, savunma
amaçlı savaşmak müs-lümanlar için meşru hale gelir. Müslüman, Bakara sûresinin
190. âyetine göre saldırganlık amacıyla değil müdafaa amacıyla savaşacaktır.
Bunun açıklaması Hac sûresinin 39. âyetinde yapılmıştır: "Kendilerine
haksız yere saldırılan kimselere (savaşma) izni verilmiştir; ve şüphesiz Allah
onlara yardım ulaştıracak güçtedir." Âyetteki haksız yere saldırma, zulme
uğrama demektir. "İşte onlara karşı size apaçık bir otorite verdim"
ifadesinden maksat "Savaş izni verdim" demektir. "Ellerini
çekmezlerse" ifadesi Bakara sûresinin 190. âyetinde "savaş
açmak"; Hac sûresinin 39. âyetinde "zulüm yapmak"; Mümtehine
sûresinin 9. âyetinde "din uğruna savaşmak ve yurtlarınızdan
çıkarmak" mânalanyla açıklanmaktadır.
Bütün bu açıklamalardan öyle anlıyoruz ki, müslüman saldırma amaçlı
savaşa asla girişemez. Müslüman İslâm adlı barış dinine mensup olması
sebebiyle, barışı yaralayacak hiçbir davranışta bulunamaz; ama müslüman barışı
korumakla yükümlü olduğundan onu bozanlarla savaşmakla da görevlidir.
Müslüman, münafıkların psikolojisini iyi bilmeli ve saldırmazlık paktını
bozanlara karşı ilişkilerini sağlam zemine oturtmalıdır. Bu bakımdan dünya
devletlerini ve aralarındaki ilişkileri iyi tanımalı ve kendi ilişkilerini
bilinçli bir şekilde yapmalıdır.
[130]
92. Yanlışlık dışında bîr mümin bir mümini öldüremez. Yanlışlıkla bir
mümini öldürenin, mümin bir köle azat etmesi ve (ölenin) ailesine de bir diyet
vermesi gerekir. Eğer (ölenin ailesi), bağışlar (diyetten vazgeçerlerse başka!
(Öldürülen) mümin, düşmanınız olan bir topluluktan ise mümin bir köle azat
etmek gerekir. Ve eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir
topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mümin bir köle azat etmek
gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için
iki ay ardardına oruç tutması gerekir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Mümin birinin bir müslümanı kasten öldürmesi mümkün değildir. Böyle
bir öldürme ancak hata ile olabilir esasını getiren Allah, hata ile öldürmenin
hükümlerini koymaktadır. Yüce Allah daha önce Tevrat'ta ve sonra da Kur'an'da
insanın insanı öldürmesini şiddetle yasaklamıştır. Mâide sûresinin 32.
âyetinde "bir cana kıymayı, bütün insanlığı öldürmeye denk tutarak"
eylemin ne kadar kötü olduğuna işaret etmektedir. Onun için birisi kalkıp da,
Nisa sûresinin 92. âyetinde Allah müminin mümini öldürmesi meselesini hükme
bağlıyor da, diğer insanların durumuyla ilgilenmiyor diyemez. Çünkü Furkan
sûresinin 68. âyetinde rahmanın kullarının yapamayacağı üç davranıştan birinin
"Haksız yere bir cana kıyamayacağıdır." Oradaki can meselesi bütün
insanları ifade ettiği gibi hayvanları ve tabiatı da kapsamına almaktadır.
1. Râzî, bu âyetin iniş sebebi
olarak üç rivayet nakletmektedir. Süleyman Ateş bu rivayetleri tenkit edip
elemiştir ve bir tanesine karar kılmıştır. Süleyman Ateş'in Râzî'nin rivayet
ettiklerini elerken kullandığı ölçü doğrudur. Fakat kendisinin kabul ettiği
husus ele alındığında karşımıza başka bir görüntü çıkmaktadır: Müslümanlar
Uhud'da Huzeyfe b. Ye-mân'ın babası Yemân'ı müşrik sanarak yakalayıp
öldürmüşler, bu âyet onun hakkında inmiştir[131].
Râzî bu rivayeti daha geniş olarak ele almakta, Hu-zeyfe'nin bu olaya karşı
tavrını da anlatmaktadır. Râzî'nin naklettiği her üç rivayetten anlaşılıyor ki,
müslümanlar tuttuklarım öldürüyor ve bunu şuursuzca yapıyorlardı. Böyle bir
görüntüyü âyetin iniş sebebi olarak sunmak çok ağır görünmektedir. Biz bu
rivayetlerden Süleymen Ateş'in kabullendiğini ihtimal dahilinde tutarak, âyetin
evrensel oluşumlara genel bir hüküm koyduğundan hareket etmek istiyoruz.
2. "Bir mümin bir mümini
kasten öldüremez de, hataen öldürürse ne olur" sorusu çeşitli şartlar
altında değerlendirilip cezası verilmektedir. Öldürülen kimse, müslüman bir
topluluktan ise, yanlışlıkla öldüren kimse ceza olarak bir köleyi hürriyetine
kavuşturur, öldürdüğü kimsenin ailesine de diyet öder. Fakat, öldürülenin
ailesine diyetten vazgeçme seçeneği tanınmaktadır. Aile affetme yetkisini
kullanırsa diyet düşer.
3. Öldürülen mümin,
müslümanlara düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köleyi hürriyetine
kavuşturmak ceza için yeterlidir. Böylece âyet, düşmana diyet ödenmeyeceği
hükmünü devreye sokmaktadır. Zaten bir mümin düşman toplumda yaşayan bir mümini
yanlışlıkla öldürünce, düşman toplum bundan zevfc alacaktır ve bundan dolayı da
diyet istemeyecektir. Buradan şu sonuca varabiliriz: Düşmanlık psikolojisi ve
tutumu diyetin kaldırılması hükmünü etkilemekte ve onun bir nevi ölçüsü olmaktadır.
4.
Öldürülen mümin müslümanlarla aralarında
saldırmazlık paktı olan bir toplumdansa, öldüren kişi hem köle azat edecek hem
de diyet ödeyecektir. Çünkü o toplum müslüman olmayan bir toplum olsa bile, saldırmazlık
paktına bağlı olduğundan mümini korumak zorundadır. Kendi mümin halkından
birini yanlışlıkla öldürene Allah bu cezayı yüklemektedir.
5. Yüce Allah bazı insanların
köle azat edip diyet ödeyecek kadar imkânı olamaması durumunu da ele
almaktadır. Bunlar iki ay peşpeşe, ara vermeksizin oruç tutarak tövbe etmiş
olur. îki ay oruç kefaretini tutması tövbesinin kabul olması içindir. Yüce
Allah alîm ve hakîm sıfatlarını âyetin sonuna koyarak, hükmün dayandığı sıfatları
gündeme getirmiş olmaktadır. Demek ki ceza hukukunda kanun koymak için bilgi
ve hikmet sahibi olmak gerekiyor. Diyet için aile seçeneğine başvurmakla modern
hukukun temelleri atılmıştır. "Köle azat etmek" cezasıyla, hürriyet
için çalışmaya ne kadar önem verildiği, köleliğin kaldırılması uğruna çalışıp
kamu görevi yapması hükme bağlanmıştır. Diyet ödeme de karşı tarafın kan davası
gütmesini önleyici bir tedbir olarak konmuştur.
Bu cezalan yerine getirecek kadar ekonomik güce sahip olmayan kişi, oruç
ibadetiyle tövbesinin kabulünü temine çalışacaktır. Âyette dikkati çeken en
önemli esaslardan biri cezanın ibadetlerle karşılanmasıdır. Köle azat etmek bir
ibadettir, ama infakla ilgili bir ibadettir. Diyet de zorunlu olarak
fedakârlığa dayanan bir infaktır. Bunları yapamayanın tövbe etmesi ve oruç
tutması da ibadettir. Bu da cezanın eğitici yönünü ortaya koymaktadır.
6. Yüce Allah diyetin miktarım
tesbit etmemiş bunu beşerî hukukun belirlemesine bırakmıştır. Bu konuda Hz.
Peygamber'den rivayet edilen hadislerin farklı olmasından şunu anlıyoruz: Diyet
zamanın şartlarına göre değerlendirilebilir. Hz. Peygamber Yemen'e yazdığı
mektupta deveden verilecek diyetin yüz deve; altından verilirse bin dinar
olarak tesbit etmiştir[132].
Elbise ticareti yapanlara da iki yüz elbise vermelerin[133].
Daha sonraları müctehidlerin, diyetin fiyatlara göre azalıp çoğalacağı şeklinde
ictihad ettiklerini görüyoruz. Tabii ki aynı toplumda yanlışlıkla bir müminin
diğerini öldürmesinin diyetiyle uluslararası böyle bir yanlışlığın giderilmesi
için ödenecek diyetin farklı olacağı bir gerçektir. Demek ki diyeti zamanın
hukukçuları belirleyecektir.
[134]
93. Her kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde.sürekli
kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir
azap hazırlamıştır.
Âyet kasten bir mümini öldürmenin manevî ve âhiretteki cezasını
açıklamaktadır.
1.
Bakara sûresinin 178.
âyetinde genel olarak bir insanın kasten öldürülmesinin cezası kısas olarak
belirlenmiştir. Aynı âyette diyet cezasını da gündeme getirilmektedir.
2. Nisa sûresinin 93. âyetinde
ise mümin mümini kasten öldürürse, Bakara sûresinin 178. âyetinin uygulanması,
dünyevî ceza için yeterli olacaktır. Dünyada cezayı çekmiş olmak âhiretteki
cezayı ortadan kaldırır mı? Kasten insan öldürmenin dünyevî boyutuna
"suç"; uhrevî boyutuna da "günah" diyoruz. Kısas veya
diyetle dünyevî suçun cezası yerine geliyor ama, günahın cezası âhirete
kalıyor. Nisa sûresinin 93. âyetinde de günahın cezasının âhirette nasıl verileceği
açıklanmaktadır.
a)
Mümin, mümini öldürürse Allah onu ebedî
olarak cehenneme koymaktadır. Ama mümin bir günah işlerse onun cezasını
âhirette çekip cennete girmeyecek mi? Bu soruya "evet" cevabını
veriyoruz ama Allah kasten bir mümini öldürmeyi neredeyse şirke denk bir günah
olarak takdim etmektedir.
b)
Gazabın anlamlan arasında
"kesmek" de vardır. Kesmek anlamından hareket edersek Allah'ın o
insandan alâkasını, lutfunu ve ihsanım kesmekle meydana gelecek olan durumu
ifade etmektedir.
c)
Mareü "kovmak, uzaklaştırmak, beddua
etmek, eziyet etmek" mânasına gelmektedir.
d)
Ona büyük bir azap hazırladı. Bu insan ceza içinde
ceza çekecektir.
Bize öyle geliyorki ikinci ve üçüncü cezaların bu dünyayı da ilgilendiren
tarafları vardır. Burada sıralanan cezalarla Bakara sûresinin 178. âyetindeki
kısası bir araya getirince insan öldürmenin ne kadar büyük suç ve günah olduğu
açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu cezalann bir amacı da caydırıcı olmaktır.
Allah, ceza hukukunda adam öldürmenin hem dünyevî hem de âhiretteki
cezasını tesbit etmiştir. Bir insanı kasten öldüren, öleni belki bir kere
öldürmüştür, ama kendisi bin kere ölmektedir. Kur'an insan öldürmeye salt
hukuk açısından bakmamış, ona manevî bir boyut kazandırarak, Allah ile olan
ilişkilerini bozduğunu belirtmiş ve böylece cezanın caydırıcı özelliğini ve
etkinliğini artırmıştır.
[135]
94. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp
dinleyiniz. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek
"Sen mümin değilsin" demeyiniz. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız
ganimetler vardır. Önceden siz de böyleyken Allah size lütfetti; o halde iyi
anlayıp dinleyiniz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu âyette müslümanın müslümanı öldürmesi konusundaki hatanın dayanağı
açıklanmaktadır. Günümüzde olduğu gibi çeşitli mezheplere, gruplara ayrılan
müslümanlar, her bir grup kendini doğru yolda, diğerlerini yanlış yolda
görürler ve birbirlerini dinsizlikle suçlayarak tavır takınırlar. Bu kadar ileri
giden gruplar, savaş anında karşılaşsalar "selâm" demelerini yeterli
görmeyip birbirlerini öldürürler. Bunu bilerek yapanlar 93. âyetteki cezaya
çaptırılırlar; ama yanlışlıkla yapana ise 92. âyetteki ceza uygulanır.
Grupçuluk bazı müslümanlann tanrısı haline gelmekte, diğerlerini yani kendi
grubundan olmayanları inkârla itham edecek seviyeye ulaşmaktadır. Bir grubun
içinde olmak kötü değildir ama bir müslümanla diğerinin arasına giren, ona
karşı sevgisini azaltan veya çoğaltan bir hal alıyorsa bu tehlikelidir. Çünkü
müslüman Allah için sever, Allah için nefret eder.
Başka bir açıdan bakınca, savaş anında düşman olarak görülen kişi
"selâm" derse, ona "Sen müslüman değilsin" demeyi Allah
yasaklamaktadır. Buradaki selâmı "rahmet, barış, güven" mânalarına
alabiliriz. Selâma "barış" mânası verilirse mümin kelimesine
"emniyet" mânasını verebiliriz. Çünkü Zemahşerî âyetteki mümin
kelimesini, mü'men şeklinde okuyarak "eman vermek" anlamına
geldiğini söylemektedir. "Sana eman vermiyoruz" mânasını vermektedir[136].
Selâm kelimesini "teslim olmak" mânasına alırsak, yani "Ben
iman ettim, müslüman oldum" veya "müslümanım" diyen kişiye
"Sen iman etmedin", "Sen müslüman değilsin" denemeyeceğini
Allah hükme bağlamaktadır.
Her iki yorumdan şu genellemeye varabiliriz: Müslüman olduğunu ilân
eden kişiye, "Sen mümin değilsin" demek, onu düşman ilân etmek;
savaşa girmeyeni savaşa itmek anlamına gelmektedir. "Müslümanı bu konuda
hata yapmaktan alıkoyacak güç ne olabilir? Müslüman neyi düşünecek veya ona ne
öğretilecek ki, dünya menfaati uğruna insan öldürmesin?" Âyetin devamı bu
soruların cevabını vermektedir.
a) Allah katında sayısız
ganimetler vardır. Ganimet insanı öldürerek elde edilmemeli, ganimet çalışarak
Allah katından elde edilmelidir. Haksız yere öldürülen insanların bıraktığı
ganimetler, müslümanın geçim kaynağı olmamalı, tam tersine alınteri sarfederek
kazanılan mal müslümanın helâl geçimi olmalıdır. Bu bilgi ve eğitim müslümana
verilmelidir. Dikkat edilirse Allah da bunu yapmaktadır.
b)
Müslüman geçmişini aklından
çıkartmamalıdır. Bu durum Allah'ın ona nasıl lütfettiğinin kıymetini bilmeye
götürecektir. Bunun anlamı şudur; düşmanın güçlü olduğu, müminlerin sayısal
bakımdan güçsüz olduğu dönemlerde düşmandan eman isterdiniz. Düşmanınızdan
kendinize nasıl davranılmasını istiyorsanız, siz de düşmanınıza öyle
davranınız. Böylece Allah yaşanan tecrübenin, davranışlara yön vermesini
istemektedir. Allah, insanı geçmişindeki hayat tecrübesine çevirmekte, o
tecrübeye sırtını dönmemesini istemektedir.
c)
Âyette 'fetebeyyenû
"anlayınız" yani "muhakemenizi kullanınız" emri
verilmektedir. Demek ki müslüman olduğunu söyleyen kişiye "Sen mümin
değilsin" diyerek onu öldürme hatasından kurtaracak olan, insanın
muhakemesi, aklı ve gönlü olacaktır. Fakat fetebeyyenû emrine başka bir anlam
vermek de mümkündür. Razı bu mânanın "araştırmak" olduğunu
söylemektedir. Diğer müfessirler buna acele ederek öldürmemek mânasını
vermişlerdir. Buradaki fetebeyyenû emrinin "araştırınız" mânasına
geldiğini nasıl ispat ederiz? Hucurât sûresinin 6. âyetinde aynı kelime aynı
şekilde emir kalıbında geçmektedir: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size
bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bilmeden bir topluluğa
kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olur-
sunuz."
Demek ki müslüman araştırmadan bir kimseye karşı tavır alıp herhangi
bir muamelede bulunmamalıdır. Bir bakıma sonunda pişmanlık duyacağı
davranıştan sakınmalıdır.
Buhârî'de Nisa sûresinin tefsirinde nakledilen bir haber ve hadise
göre, savaş için yola çıkan bir grup müslüman, yanında birçok eşyası, ya da
koyunları olan bir adama rastladılar. Adam bunlara selâm verdi, fakat
müslümanlar onun gerçekte müslüman olmayıp can korkusuyla selâm verdiğini
sanarak onu öldürdüler.
Olayı duyan Hz. Peygamber, "Adamın kalbini yarıp baktınız mı? diyerek
bunu yapanları azarladı. Diyet ödenmesini, alınan ganimetin geri verilmesini ve
bir köle azat edilmesini emretti. Âyetin iniş sebebi olan bu olaydan şunu
anlıyoruz: Araştırmadan, muhakeme etmeden, geçmişini düşünmeden ve dünya
nimetinin değerini vermeden hareket etmek müslü-manlara yasaktır.
d)
Yukarıda sorduğumuz sorunun
diğer bir cevabı, ya da cevabın dördüncü ayağı da, insanın eylemlerinin Allah
tarafından eksiksiz bilindiğinin akıldan çıkanlmamasıdır. Savaşa giderken eman
isteyen veya müslüman olduğunu ilân eden insanı yanlışlıkla öldürmeyi
önleyecek olan dört basamaklı bu eğitim din ve insanlık adına her çağda
eğitimin bir parçası olarak verilmelidir.
[137]
95. İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla, mallarıyla,
canlarıyla, Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah mallarıyla, canlarıyla
cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah
hepsine de güzellik vaad etmiştir ama mücahidlerin ödülünü, oturan» larınkinden
üstün kılmıştır.
96. Kendi katından yüksek dereceler, bağış ve rahmet! Allah
bağışlayandır, merhamet edendir.
Âyetin iniş sebebi içeriğinden anlaşılmaktadır. Özürsüz savaşa katılmayan
korkakların durumu hakkında sorulan sorunun cevabı olarak indirilmiştir. Âyeti
kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:
1. Müminlerin Farkı. Âyetin
amacı inanan insanlar arasındaki farkı belirleyen eylemi ortaya koymaktır.
Zümer sûresinin 9. âyetinde "bilenle bilmeyenin bir olmayacağı"
ifadesiyle bilmeyenin fark oluşturduğuna dikkat çekilmişti. Yûnus sûresinin
100. âyetinde aklım kullananla kullanmayanın; En'âm sûresinin 125. âyetinde
inananla inanmayanın farkı belirlendiği gibi, Nisa sûresinin 95. âyetinde de
Allah uğrunda malı ve canıyla cihad edenle özürsüz evde oturanın farkı tesbit
edilmektedir.
Kur'an'ın "furkan" ismi açıklanırken iyi ile kötüyü, doğru
ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini birbirinden ayıran bir kitap
olduğu ifade edilmişti. Kur'an sadece bu farkları tesbit etmekle kalmıyor aynı
zamanda bilenle bilmeyenin, aklını kullananla kullanmayanın, inananla
inanmayanın, cihad edenle etmeyenin, emek sarfedenle sarfetmeyenin, ibadet
edenle etmeyenin birbirinden ayırıp farklarını ortaya koyuyor. Diyebiliriz ki
Kur'an'ın gönderiliş sebebi bu farkları ortaya çıkarmaktır.
Nisa sûresinin 95. âyeti, müminlerin cihad eylemiyle olan ilişkileri
açısından farklarım tesbit etmekte, atanını, bağımsızlığım, genel anlamda
dinini savunan ve bu uğurda mal ve canından fedakârlık yapan müminlerle evinde
oturan müminlerin bir olamayacağım vurgulamaktadır.
"İnsanlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla, mallarıyla
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah mal ve canlarıyla
cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır"
bölümündeki bazı kavramların açıklanması gerekiyor. "Ğayru
uli'd-daran" ifadesi zarar sahibi, yani özürlü olandan başka anlamına
gelmektedir.
Bunun mânası şudur: Allah kullarının durumuna göre hüküm koymakta,
hükmünün uygulanmasında istisnaların olabileceğine de işaret etmektedir. Bir
ibadetin yerine getirilmesinde mazeretin, yani özrün rol oynayacağı dikkate
alınmış ve bunun beşerî uygulamalarda da yer alması ön görülmüştür. Meselâ
hasta ve seferi olmak oruç ibadeti için bir mazeret sayılmıştır. Se-ferîliği ve
bazı şartları namaz ibadetinin yerine getirilmesinde kısmen bir özür olarak
belirlemiştir. Bu mazeretler geçicidir. Ama bazı ibadetler ve cihad için
devamlı olanları da vardır. Kör, topal, hasta, zayıf, harcayacak bir şey
bulamayan kimseler sorumluluk yüklenmezken "onlar için güçlük yoktur"
(Feth 48/15-17; Tevbe 9/91) hükmünü getirmektedir.
Yukarıda sıralanan özür sahiplerinin cihadla ilgili olduklarının
bilinmesi gerekir. Nisa sûresinin 95. âyetinde "özürsüz olarak"
nitelenen kişiler bunların dışında kalanlardır. Demek ki özür gruplarından
birine girmeyen kişilerin cihada çıkmamasını Allah kınamakta, bu insanların
durumunu değerlendirerek cihad yapanlarla aralarındaki farkı ortaya
koymaktadır.
Savaşa katılmak isteyip de mazereti dolayısıyla katılamayanının durumu,
Buhârî'nin, Nisa sûresinin tefsirinde Zeyd b. Sâbit'ten rivayet ettiği bir
hadisle açıklanırken, onların cihada katılanlarla eşit sevap alacağı
belitilmektedir. Demek ki mazeretsiz ile mazeretlinin farkını hadis
belirlemekte-Malı ve canıyla Allah yolunda cihad etmek sadece savaşmak anlamına
da alınmamalıdır. Meselâ köleliği kaldırmak, hürriyet sağlamak için malî imkânlarıyla
fedakârlık yapıp müesseseler kurmak, basında bu hizmeti görecek işlere girişmek
ve yayın faaliyetlerinde bulunmak da bir nevi cihaddır.
2. Yüce Allah
"inanan" herkese dünya ve âhirette güzellik vereceğini vaad
etmektedir. Gerçi Allah hepsine de güzellik vaad etmiştir ama mücahid-lerin
ödülünü oturanlardan daha üstün kılmıştır. Cihad gibi çok önemli bir ibadeti
yerine getirenle evinde oturanın ödülü aynı olamaz. Malı ve canıyla savaşa
katılan elbette daha büyük ödül alacaktır. Demek ki ilâhî ödül eyleme göre
ayarlanmaktadır. Emeğin sarfedildiği ve çeşitli fedakârlıkların yapıldığı yerde
ödülün büyüğü vardır.
a) Bu derecelerin neler
olduğuyla ilgili Hz. Peygamber bir açıklama yapmıştır. Mücahidlere Allah'ın
tahsis ettiği yüz derece vardır.[138]
Buradaki dereceler diğer müslümanlarla mücahid-lerin elde ettikleri farkların
âhirete yansımasını ifade etmektedir. Meselâ Hadîd sûresinin 10. âyetinde savaş
anında infak eden, yani servetini harcayanla savaştan sonra harcayanların
derecelerinin farklı olduğu bildirilmektedir. En'âm sûresinin 132. âyetinde,
yapılanlara göre derece kazanılacağı hükme bağlanmaktadır. Allah'ın yaptığı manevî
imtihanları kazananların siyasî bakımdan derecelendirildiği de En'âm sûresinin
165. âyetinde belirtilmektedir.
Takva sahibi, aralarında barış ilân eden, peygambere itaat eden, Allah
anıldığında yürekleri titreyen, âyetleri okunduğunda imanları artan, sadece
Allah'a dayanan, namazlarını dosdoğru kılan, infak eden gerçek müminler için
dereceler vardır (Tâhâ 20/75). İnananlar, ilim verilenler ve ahlâklı olanlar
için dereceler vardır (Mücâdele 58/11). Ahkaf sûresinin 19. âyetinde de
belirtildiği gibi dereceler amellere göredir. Şartlara göre bazan amellerin
başında Allah yolunda savaş gelmektedir.
b) Af. Büyük ödül ve dereceler
yeterli görülmemekte, onların yanında bir de "af yer almaktadır. Bunun
anlamı şudur; Allah uğruna savaşan insanların hataları, günahları olabilir,
savaşırken gösterilen samimiyet günahları temizlemektedir.
c) Rahmet. Günahlar
temizlenince devreye rahmet girmektedir. Buradaki rahmet Allah'ın lutfu,
ihsanı ve rızâsıdır. Bunun miktarını belirlemek mümkün değildir. Dikkat
edilmesi gereken şey, bu ödüllerin hem bu dünyada hem de âhirette
gerçekleşeceğidir. Savaşta ölen insan bu ödüllerin tamamım öteki dünyada
görecektir ama, geriye bıraktığı miras da onun rahmeti anlamına gelecektir.
Sağ kalanlar ödüllerinin bir kısmını dünyada görecektir. Allah o insanlara hem
dünyada hem âhirette dereceler verecek ve lutfedecektir.
Bütün bu ödüller müminleri Allah uğrunda savaşmaya teşvik etmek
içindir. Bir toplumun kendini düşman topluma karşı savunması anlamıyla savaş
siyaset, ekonomi, eğitim, kültür ve bireysel anlamda psikolojik alanlarda da
söz konusudur. Bu alanlarda hareketi kaybeden, tembellik gösteren, emek
sarfetmeyen fertler ve toplumlar, savaşı kaybetmekle yüz yüze gelecek ve ilâhî
ödülü de kaybedeceklerdir. Gelecek nesiller şimdiki nesillerin siyasî,
kültürel, ekonomik ve eğitim alanlarında yordukları beyin ve akıttıkları terle
beslenecek ve büyücektir. Onun için Allah eylemi öne çıkartarak bu alanlarda
gayret sarfedenlere büyük ödüller vermektedir. Dünyanın geleceği beyin yoran,
emek verenlerin elinde olacak ve kaderini onlar belirleyeceklerdir.
[139]
97. Melekler, kendilerine zulmedenlere, canlarını aür-ken, "Sizin
neyiniz yardı" diye soracaklar. Onlar, "Biz yeryüzünde çok
güçsüzdük" şeklinde cevap verecekler. Melekler, "Allah'ın yeri sizin
kötülük diyarını terketmenize yetecek' kadar geniş değil miydi?"
diyecekler. İşte onların barınağı cehennemdir, orası ne kötü bir gidiş yeridir.
98 Erkekler, kadınlar ve çocuklardan âciz olup hiçbir çareye, gücü
yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar, müstesnadır.
99. işte bunları,umulur kî Allah affeder; Allah çok affedicidir,
bağışlayıcıdır.
Bu âyetteki "kendilerine zulmedenler" ifadesini 95. âyetle
irtibatlandır-mak gerekiyor. İnsan için adalet, bir iş üretmek, eylem halinde
olmak, emek sarfetmektir. Bir şeyi yerli yerine koymak anlamına gelen adalet,
insan için yerli yerinde olmak, eylem halinde olmak, faydalı iş üretmektir.
Bunu yapmayan kendine zulmetmektedir. Demek ki tembellik, eylemsizlik, aklını
kullanıp düşünce üretmemek bir zulümdür. İnsan için âdil olan vatanını,
namusunu, bağımsızlığını, kültürünü savunmaktır; bunu yapmaması kendine
zulmetmesi anlamına gelmektedir.
Zulüm kelimesinin bir diğer anlamı da karanlıktır. Aklını kullanmayan,
emek sarfetmeyen insanlar hem kendilerini hem de toplumlarını karanlığa
itmektedirler. Câhiliye karanlığı bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Çaresizlik
mazeret değildir, çünkü yeryüzü geniştir; çaresizlik sebebiyle hicret etmemeyi
melekler kınayacaktır. Söz konusu hicret sadece maddî anlamda Mekke'den
Medine'ye hicret değildir. Kötülüklerden iyiliklere, nefisten akla hicreti de
kapsamaktadır. Ahlâkî anlamdaki hicret, cehaletten bilginin aydınlık yurduna
manevî hicreti de içermektedir.
Genel mânada "Ne işte idiniz" sorusu, eylemi ifade etmektedir.
Melekler bu soruyu ve kınamayı, tembellik ederek kendilerine zulmeden
insanlara ölüm anında soracaklardır. Bunların varacağı yer cehennemdir. Demek
ki tembellik ve eylemsizlik, vatanı, imanı, bağımsızlığı, namusu uğruna savaşmamak
cehennemi oluşturmaktadır. Bu cehennem insanı içine alıp yutmaktadır. 98.
âyette âciz durumda olan erkekler, kadın ve çocuklar istisna edilmektedir.
Hiçbir gücü olmayan ve doğru yolu bulamayanlar sorumlu değillerdir.
Âyetteki hile kelimesi "çare" mânasına gelmektedir; yani bir şeyi
değiştirecek çare demektir.
Bu insanların, kâfirlerin baskısından kurtulmaya güçleri yetmiyor ve
bir çıkış yolu bulamıyorlar ya da o yola iletilmiyorlar. 99. âyette bu şartlar
altında olanların bağışlanma imkânı doğmuştur. Çıkış yolu bulamama, affın
şartlarını oluşturmaktadır. Bu âyetle önceki iki âyeti irtibatlandınrsak şu hukukî
gerçeği yakalamış oluruz: Allah af ilân ederken, affın kapsamına girecek
suçlarla girmeyecek suçların neler olduğunu göstermektedir. Hicret edebileceği
halde etmeyen ve zillet içinde yaşamayı kendine reva gören, çalışmayan, beynini
yormayanların suçu af kapsamına girmiyor.
Allah çaresiz olan ve bir çıkış yolu bulamayan veya o yola
götürülme-yenleri af kapsamına almaktadır. Böylece siyasî ve hukukî alanda af
çıkarmak isteyenlere siyasî ve hukukî bakımdan ders vermektedir. Diğer taraftan
Allah "af ilânını, affedici ve bağışlayıcı sıfatıyla gerçekleştirmektedir.
98. âyette acizlikten dolayı Allah'ın beklediği davranışı gerçekleştiren
insanların, 99. âyette affedilebilecekleri ifade edilirken, Allah'ın affedici
ve bağışlayıcı sıfatlan hatırlatılmaktadır.
[140]
100. Allah yolunda hicret eden, kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel
yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğurunda hicret ederek evinden
çıkar da, sonra kendine Ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer.
Allah da çok affedici ve merhamet sahibidir.
Âyetin açıklamasına farklı açılardan bakmayı uygun buluyoruz:
1.
Kişiyi hicretten engelleyen
sebepler. Birinci bölümde Allah uğruna hicret edenin bulacağı dünyevî nimetler
açıklanmaktadır. Bunların veriliş sebebi nedir, niçin veriliyor? Vatanında
rahat içinde, malının ve çocuklarının başında bulunması hicret ettiği yerde bu
güzelliklere sahip olamama endişesi hicret etmesini engelleyecektir. Endişenin
hicrete engel olmasını ortadan kaldırmak için, "Allah uğrunda hicret
eden"in bunları bulabileceğine işaret edilmektedir.
Yerleşik hayatın nimetlerinden istifade eden insanı, onlardan koparıp
endişeler içinde karanlık bir geleceğe hareket ettirmek çok zordur. Onun için
Allah, aynı güzelliklerin ve imkânların hicret edilen yerde de bulunacağı
garantisini vermekle bu engeli ortadan kaldırmaktadır.
Diğer bir engel de "ölüm korkusu"dur. Hicret sırasında yol
emniyeti yoksa ya da ülkesine geri dönme fırsatı bulamadan ölürse vb. endişeler
hicreti engellemektedir. Bunları ortadan kaldırmak için, ölenin ödülünün
Allah'a düştüğü söylenmektedir. Buradan anlıyoruz ki söz konusu engeller
olmasaydı, "Şunu bulacaksın, şöyle olursa ödülü benim katımdadır"
demesine lüzum kalmayacaktı. Demek ki âyetin yapısı, müslümanın gönlüne göre
şekillenmiş, oradaki korku veya endişe dikkate alınmıştır. Âyetin içeriği insan
gönlünü ortaya koyarken, oradaki olumsuz engelleyici oluşumlara çare
aramaktadır.
2. Âyetin birinci bölümünde
yer alanmürâğam kelimesi "toz, toprak" anlamına gelen râğam
kelimesinden türemiştir. "Burnu toprağa yapıştırıldı, yani aşağılandı ve
istemediği şeyi yapmaya zorlandı" anlamına gelen râğime enfühû ifadesiyle
bağlantılıdır. Bu mânadan hareket edince, mürâğam kişiyi kendi toplumundan,
ülkesinden toplumun arzusu dışında uzaklaştıran yolu ifade ettiğini
söyleyebiliriz[141].
Verilen bu mânayı Râzî hicretle ilgili ayrılışın, varılan ülkede
muhacirin başarılı olup pek çok nimete kavuşması, maddî ve manevî imkânlar elde
etmesi, onu zulmederek toplumdan, ülkesinden koparanları mahcubiyete sürükler;
bir nevi onların burnunu toprağa sürdürüp aşağılık duygusuna çarptırır.
Mürâğama "güzellik" mânası verilmesinin sebebi budur.
Kötülükler ülkesinden çıkıp başka bir yerde güzelliklere kavuşmak, terkettiği
ülkedeki düşmanları için bir kahır halini alır. Onun için hicret eden kimsenin
gideceği yerde barınak, bol nzık ve imkân bulacağının söylenmesi hicretin
engellerini ortadan kaldırmaktadır.
3. Hicreti bir yerden bir yere maddî anlamda göç etmek mânasının dışına çekersek ve onu toplumsal ve ahlâkî boyutuyla ele alırsak aslında bir değişim olgusunun karşısında olduğumuzu rahatlıkla anlanz.
Kötülüğe boğulmuş kişiler, söz konusu durumlarıyla toplumda yüksek bir statüde bulunuyorlarsa, o statülerini bırakıp, iyiler âlemine göç etmeleri imkânsız denecek kadar zordur. Hicret edeceği iyilikler grubunda ona o statüyü verebilseler hicret karan daha kolay alınacaktır, yani değişim daha rahat bir şekilde gerçekleşecektir. Statüyü bulamama endişesi bu değişimi engeller. Onun içindir ki yeni bir fikre intibak edip onun istediği değişimi gerçekleştirmek çok zordur. İslâm'ın getirdiği tevhid inancı ve ahlâk anlayışına Câhiliye inanç ve ahlâkını bırakıp hicret etmek, gerekli olan değişimi gerçekleştirmek büyük uğraşı gerektirmiş ve gerektirmektedir.
İnsanın beyninden eskiyi çıkarıp atması, yeninin ufuklarına doğru mesafe
alması bir hicrettir. Geçmişin, geçersiz, işe yaramayan, insanlığa bir şey
getirmeyen, yozlaşmış fikirlerinin bağından kurtulup, sevdalanmışçasına aklın
yeniye koşması, ona hicret etmesi kolay mıdır? Allah bu uğurda hicret eden
akla, gittiği ufuklarda daha güzel şeyler ve imkânlar bulacağını garanti etmektedir.
Fayda vermeyen, insanın gelişmesine mani olan anlayışların, Hz.
Peygam-ber'in hicret etmesine sebep olan Ebû Cehil, Ebû Leheb ve benzerlerinden
ne farkı vardır? Bunlar bizim zihnimizde Ebû Cehil, Ebû Leheb şeklinde geri
götüren düşünceler olarak yaşamaktadır. Onlardan hicret etmek esas kurtuluştur.
Başka bir ifade ile kötülükler ülkesi olan nefisten, akıl ülkesine ve ilâhî
vahiy ülkesine hicret etmek gerekir. Âyette geçen ölüm, maddî anlamda hicret
ederken meydana gelecek ölümü ifade etmektedir. Ama bu ölüm, kötülükler
grubundaki statüsünü terkedip iyilikler ülkesine hicret ederken, öldürülen
"benlik" olarak da alınabilir. "Ölmeden evvel ölünüz"
sözüyle ifade edilen de bu ölümdür. Bu ölümün büyük ödülü vardır.
Zaten, Allah af ve merhametiyle bu hicreti takip etmektedir. Mekke'nin
fethinden sonra bir hadise dayanarak hicretin kalktığım iddia edenler olmuştur[142].
Hz. Peygamberin böyle bir şey söylemesinin mümkün olup olmadığının
araştırılması ve sorgulanması gerekir. Çünkü Nisa sûresinin ve Kur'an'da
hicretle ilgili âyetlerin sadece belli bit zamana ait olduğunu iddia etmek,
onların evrensel boyutu olmadığını söylemek olacaktır ki, bu da Kur'an'a ters
düşer.
Dünya hayatının önemli sosyolojik gerçeklerinden biri de muhacerettir.
Her devirde ağır baskı altında kalan insanlar olabilir ve insanlar zulüm,
kötülük ve korku diyarından emniyet ve iyilikler diyarına hicret etmek zorunda
kalabilirler. O zaman bu âyetlerin işlerliği gündeme gelecek ve hicretin ne
anlama geldiği ve dindeki önemi bilinecektir.
"Düşmanla çarpışildığı sürece hicret devam eder"[143]
hadisi evrensel boyutu ortaya koymaktadır. Burada bir soru sormakta yarar
vardır, "hicretle göç etmek arasındaki fark nedir?" Hicret göçün
ibadet olan şekline denmektedir. Bir davranışın ibadet olabilmesi için
niyetinin Allah adına olması gerekir. Bu niyet göç hareketini hicrete yani
ibadete çevirmektedir. Bu açıklama Kur'an ve hadis kaynaklıdır. Meselâ Nisa
sûresinin 100. âyetinde "Allah uğruna" ifadesi yer almaktadır. Bunun
anlamı maddî anlamda bir yerden bir yere göç ederken niyet "Allah
adına" ise o harekete hicret denir ve o bir ibadete dönüşür.
Hz. Peygamber de âyetteki bu ifadeyi şöyle açıklamaktadır:
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Kim Allah ve Resulü için hicret
ederse o, Allah ve Resulü için hicret etmiş sevabı alır. Kim de elde etmek
istediği dünya malı ya da evleneceği kadın için hicret ederse, onun hicretinin
karşılığı da hicret ettiği şeydir."[144]
101. Yeryüzünde sefere çıktıma zankan irierin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanız da size bir günah yoktur. Şüphesiz siz apaçık düşmanınizdır.
1.
Bakara sûresinin 184-185.
âyetlerinde, orucun kazaya bırakılmasıyla ilgili şartlardan biri olarak sefer
belirlenmiştir. Orada sefer için doğrudan sefer kelimesi kullanılmıştır.
Namazla ilgili seferîlikte, sefer kelimesi değil de yeryüzünde sefere
çıktığınız vakit" ifadesi kullanılmıştır. Darabe "vurmak
ayrılmak" mânasına gelir. Kişinin kendi evinden ayrılıp başka bir mekâna
gitmesi darabe fiili ile ifade edilmektedir. İnsanın gezerken ayaklarını yere
vurmasından gelen bir ifade tarzıdır.
Bakara sûresinin 283. âyetinde de ticaret hukukunda antlaşma yapma
meselesinde de seferde olma konusu gündeme getirilmektedir. Antlaşmayı yazacak
kâtibin bulunmaması durumunda neler yapılacağı ele alınmaktadır.
Maide sûresinin 6. âyetinde namazdan önce alınacak abdest konusunda da
seferîlik durumu gündeme getirilirken, yine sefer kelimesine yer verilmektedir.
Aynı şekilde yolculuğun meşakkatli bir iş olduğu Tevbe sûresinin 42. âyetinde
anlatılırken, yine sefer kelimesi kullanılmaktadır.
Bu âyetlerden anlaşılan şudur: Bazı ibadetlerin yerine getirilmesinde
yolculuk önemli bir şart ortamı hazırlamaktadır. İbadette bu şartlar altında
bazı değişimlerin meydana gelmesine müsaade verilmektedir. Orucun
terke-dilmesinde, namazın kısaltılmasında, abdestin alınış biçiminde,
antlaşmanın düzenlenmesinde ibadetin yapısına göre değişim meydana gelmektedir.
Demek ki Allah hükmünü, kulunun şartlarına göre belirlemektedir. Bu
bize şartlara göre hukukta esneklik olabilecek şekilde kanun düzenlenmesini
öğretmektedir. Allah yolculuk şartlarında çeşitli ibadetleri yerine getirme
hususunda, esneklik göstererek farklı uygulama şekilleri sunduğu gibi; beşeri
hukukta da şartlara göre, onları dikkate alarak farklı uygulamalar için esneklik
bulunmalıdır.
Allah bir taraftan kullarına karşı "Mutlaka böyle hareket etmen
gerekir, senin şartlarını dikkate almıyorum" gibi bir zorlamaya girmeyip
kolaylık sağlıyor; diğer taraftan da insanlara da kanun yaparken şartları
dikkate alarak esnek davranmanın gereğini öğretiyor. Hangi şartlar altında
hangi suç işlenirse hangi ceza uygulanır konusu, hukukta önemli bir yeri işgal
eder.
2. Namazı kısaltmanızda size
bir günah yoktur. Ayetin bu kısmında namazda yapılacak kısaltmaya bir ruhsat verilmektedir.
Herhangi bir emir söz konusu değildir. Önemli olan konu, namazda yapılacak
kısaltmadır. Bilginler kısaltmanın ne anlama geldiği konusunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları rekâtların azaltılması, diğerleri de keyfiyetle, yani
rükû ve secdenin yapılmaması anlamında yorumlamışlardır. Biz bu tartışmalara
girmeyi faydalı bulmuyoruz, çünkü çözümü ortadan kaldırmaktadır[145].
Meseleyi çözebilmek için, namazların kaç rekât farz kılındığı sorusunun
cevaplandırılması gerekir: "Namaz ikişer rekât olarak farz kılındı."[146]
Bunun anlamı, Allah Cebrail'i gönderip namazın nasıl kılınacağını Hz.
Peygamber'e öğretirken bütün namazlar ikişer rekât olarak farz kılındı. Allah
"Kısaltmada size bir günah yoktur" derken, dört rekâtlı farzları mı
yoksa iki rekâtlı farzları mı kastetmektedir? Bu sorunun tek bir cevabı vardır,
o da iki rekâtlı namazı kastettiğidir. Çünkü farzlan dört rekâta çıkaran Hz.
Peygamber'dir. Kendi ilâve ettiklerine Fatiha sûresinden sonra zamm-ı sûre
okumamıştır. Böylece kendi ilâve ettiği ile Allah'ın farz kıldığı rahatlıkla
ayırt edilmiş oluyordu.
İki rekâtı eksiltme mümkün olamayacağına göre, yani namazı tek rekâta
düşürme gündeme getirilemez. Gerçi Râzî'nin naklettiği ictihadlar arasında tek
rekâta düşürülecek de vardır. Bu ictihadlann doğruluğunu düşünmek mümkün
değildir. O zaman namazı kısaltmanın anlamı, iki rekât kılarak namazları
cemetmek, yani birleştirmektir diyebiliriz. Öğle namazını ikindi, akşamı yatsı
ile birleştirmek namazı kısaltmak mânasına gelebilir.
Bu durumda şöyle bir itiraz yapılabilir: Bir vakit kılınmıyor ama öteki
vakitte namaz çoğalıyor. Öğleyi ikindi ile birlikte kılınca ikindide bir artış
oluyor. O zaman kısaltmanın bir mânası kalmıyor. O takdirde namazın kısaltılmasından
başka bir şey mi kastediliyor? Kastedilen rekât azalması değil, namazın
rükünlerinde ki azalmadır: tehlikede iseniz, yürürken veya binek üzerinde
namazınızı kılınız (Bakara 2/239).
Nisa sûresinin 101 ve Bakara sûresinin 239. âyetleri tehlikeli bir
sefer sırasında namazın nasıl kılınacağına ışık tutmaktadır. Yürürken veya
binek halinde rükû ve secde yapılamaz. Bunun dışında tekbir ve Kur'an okunup
teşbih yapılabilir, kıbleye yönelme şartı da ortadan kalkmaktadır. Bu durumda
Allah farzın kısaltılmasına ruhsat veriyor, kısaltma rekâtın sayısında değil
rükû ve secdesinde olacaktır. Çünkü farzı iki rekât kılınca kısaltılmış olmamaktadır.
Âyetin devamında namazın niçin böyle kılınacağı açıklanmaktadır.
3.
Kâfirlerin size kötülük
etmesinden korkarsınız. Namazın kısaltılmasının şartı "hayat
tehlikesidir. Bakara sûresinin 239. âyetinde aynı korku gündeme getirildiğinden,
yürürken ve binek halinde göz işareti ve beynin yoğunlaşmasıyla namazın
kılınmasına müsaade verilmektedir. Demek ki seferîlikte namazın kısaltılmasına
verilen ruhsat mesafeye, zamana göre değil hayat tehlikesine göredir. Çünkü
öyle tehlikeli şartlar olur ki, evinin dışına çıkmakla bile seferi namazı
kılarsın. Orada mesafe ve zamanın geçerliliği yoktur. Diğer taraftan mesafe
kullanılan araca bağlı olarak uzayıp kısalabilir. Yaya 90 kilometreyi, kara
taşıtı iki saatte, uçak ise çok kısa bir zaman diliminde ulaşabilir.
O zaman her asrın getirdiği taşıta göre mesafenin ayarlanması gerekiyor.
Demek ki seferîlikte meşakkat yani hayat tehlikesi esas ölçüt olmaktadır.
Hayat tehlikesine rağmen "namazı kısaltacaksın" diye bir emir yoktur,
sadece ruhsat vardır. Âyetteki ruhsatın tatbikatında Râzî'nin naklettiğine
göre, Medine'den Mekke'ye yolculuk eden Hz. Peygamberle hanımı Hz. Âişe farklı
seferîlik uyguladılar. Hz. Peygamber namazı seferi olarak kıldı ve oruç
tutmadı. Ama Hz. Âişe oruç tuttu ve namazı tam kıldı. Hz. Peygamber Hz.
Âişe'yi kusurlu bulmadı. O dönemde Medine'den Mekke'ye yolculuk etmekte hayat
tehlikesi vardı.
Netice olarak diyebiliriz ki hiç hayat tehlikesi olmayan bir ortamda
yolculuk yapan kişi seferîlik namazı kılamaz. Çünkü âyet seferîliğin ruhsatını
hayatî tehlike şartına bağlamıştır. "Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık
düşmanı-nızdır" ifadesiyle, düşmanlık ortamında seferîliğin olacağına
işaret etmektedir.
Yolculukta meydana gelen meşakkatin, oruç ibadetine olan etkisiyle
abdest ve namaza olan etkisi farklıdır. Onun içindir ki orucu kazaya bırakma
imkânım tanıdığı halde, namazı kazaya bırakma müsaadesini vermemektedir. Çünkü
namazı yürürken ve binek halindeyken, teyemmümle kılma imkânı vardır, ama oruç
büyük güç kaybına uğrattığı için meşakkati fazladır. Hayat tehlikesinin olduğu
bir yolculuk ortamında, namazı kısaltmada sadece ruhsatın geçerli olması, ama
hayat tehlikesinin olmadığı bir yolculukta seferîlik yaparak namazın mutlaka
kısaltılacağını söylemek isabetli değildir.[147]
102- Sen de pnlaruı içlerinde bulunup namaz kıldırdığıntan, onjafdası bir kısmı soninte beraber.namaza dur-,, şunlar, sUâhlanni (yan|anna) alsmlar, bpyiece (namaz kılıp), secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda odunlar. Sonra henüz namazım kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber na-mazlanra kıtsıtdar da ihtiyat tedbirteriaft ve silâhlart-m abmlar. ve eşyanızdan gafillaştnıı üstünüze, birden baskın yapsalac. Eğer size yağmurdan bir eziyet okar, yahut hasta iseniz, silâhlarını bırakmanızda size gpinah yoktur. Yine de tedbirinizi ahmz. Şüphesiz Allah kârlrler için ajçalttcı bir azap hazırlamıştır.
1.
Ayetin ilk kelimeleri olan
Sen de onların içinde bulunduğun zaman ifadesindeki "sen" zamiri,
âyetin indiği zamanda Hz. Peygamber'i kastetmektedir. Hz. Peygamberin
vefatından sonra böyle bir savaş durumunda ise ordunun kumandanını ifade
etmektedir. Fakat kumandan namaz kıldıracak durumda değilse, orduda namaz
kıldıracak nitelikte olan kimseye işaret etmektedir.
2.
Savaş durumunda, yani
düşmanın saldırıda bulunmadığı anlarda kılınacak olan bu namaz (korku namazı)
şeklinden şu esası çıkartabiliriz: Böyle tehlikeli anlarda bile, namazı kazaya
bırakma imkânı yoktur. Çünkü namaz kazaya kalmamalıdır. Bakara sûresinin 222.
âyetinde anlatıldığı gibi, aybaşı olan kadın namazını kılmaz, orucunu tutmaz,
sonra orucunu kaza eder ama namazını kaza etmez. Demek ki savaş aybaşı kadar
önemli bir mazeret teşkil etmemektedir.
3. Düşman tehlikesi olduğu
anlarda namazın kılmışında da bir değişimin olması bize gösteriyor ki sosyal,
fizikî ve psikolojik şartlara göre esnek dav-ranılması dinde bir ilkeyi teşkil
etmektedir.
4. Âyette kastedilen savaş,
süngü ve kılıçla yapılan savaş şekli gibi görünmektedir. Artık savaş uçak,
tank, bomba, makineli tüfeklerle yapılmaktadır. Daha doğrusu kara, hava ve
deniz kuvvetleriyle yapılan savaşın silâhlan çok değişmiştir. Namaz kıldıracak
kumandanın bütün askerlere imamlık yapması mümkün değildir. Cephenin çok geniş
olduğu yerlerde bu namazı oradaki namaz kıldıracak olanlar yerine getireceklerdir.
Dağın başında, topu kullanan bir erin, toplu namaza katılma imkânı yoktur. O
zaman âyette vurgulanan ana konu savaşta bile namazın kılınacağıdır. Bakara
sûresinin 239. âyetinde olduğu gibi yaya ve binek halinde rükû ve secde
etmeksizin kılınacaktır.
5. Âyette geçen matar kelimesi
"yağmur" anlamına gelmektedir. Ancak Kur'an'da "tehlike"
mânasına da gelmektedir. Bazı âyetlerde fiil kalıbında "yağmak"
anlamını ifade etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette yağmur gibi
müsait olmayan fizikî şartlar kastedilmektedir. Söz gelimi hava şartlarının çok
ağır olduğu durumlarda füzelerin kullanılmaması; denizin çok dalgalı olduğu
anlarda denize gemilerin açılamaması; büyük kayaların bulunduğu bir arazide
tankların hareket edememesi gibi. Demek ki matar, yağmur şartlarım ifade
ettiği gibi diğer olumsuzluğu da ifade etmektedir. Arabistan gibi yerde
yağmur, başka ülkelerde kar yağması ve yüksek arazideki savaşlarda karın
etkisini de düşünmek gerekir. Demek ki matar olumsuz şartların hepsini ifade eder.
6. Allah bu âyette düşman,
kâfir, silâh, namaz ve savaş gibi kavramların ilişkisini açıklamaktadır. Ancak
buradan yola çıkarak, farklı inanca mensup insanlar arasındaki ilişkinin savaşa
kadar varabileceğini ve inkarcıların oluşturduğu bu düşmanlık ortamındaki
olumsuzluklarda müminlerin ibadetlerini nasıl yerine getireceklerini de
anlayabiliriz. Aslında bu âyet din ve inanç hürriyetiyle ibadet hürriyetini
işlemektedir. Namaz, ibadet hürriyetine bir örnek olarak verilmekte, müminlerin
ağır olumsuz şartlan bahane ederek ibadetlerini terketmemeleri istenmektedir.
Bir inanç savaşı olan bu durumda Allah kâfirlere alçaltıcı bir azabı
hazırladığını beyan ederken, inanç ve ibadet özgürlüğünü ortadan kaldırmanın
veya kaldırmaya çalışmanın ne kadar kötü olduğunu da vurgulamış olmaktadır.[148]
103. Namaz bitirime fefeyakte, görürken ve yaranız üzerine dosdoğru
kimşe, çirokü namaz müminler melerine vakitleri belli bir faradv.
Bu âyette iki namaz şeklinden bahsedilmektedir. Birincisi düşman korkusundan
dolayı rükû ve secdesi yapılmaksızın zikir şeklinde kılınan namaz; bir de
normal şartlar altında bütün eylemleri yerine getirilerek kılınan namazdır.
Bakara sûresinin 239 ile Nisa sûresinin 102. âyetleri düşman korkusuyla
kılınacak namazı belirlemektedir. Yürürken, binek halinde, savaştaki duruma
göre, öndekiler düşmana karşı durur arkadakiler kılar; sonra onlar öne geçerek
öndekiler namazlarını kılarlar.
Rükû ve secdesi olmayan bu korku namazında, önemli olan her pozisyonda
Allah'ı düşünmek, anmak ve hatırlamaktır. Allah'ı anmanın belli bir durumu söz
konusu değildir. Ayakta, otururken ve yatarken bu anma ibadeti yapılabilir ve
âyete göre yapılmalıdır.
Bakara sûresinin 239. âyetinde güvene kavuştuğunuz zaman derken, Nisa
sûresinin 103. âyetinde huzura kavuştuğunuz zaman denmektedir. Eminlikle
itminan aynı anlama gelmektedir. Huzur ve güvene ulaşma durumunu ifade
etmektedirler. Savaş tehlikesinin ve korkusunun geçmesi demektir. Güvene
kavuşunca Bakara sûresinin 239. âyetinde zikir yapılması; huzura kavuşunca Nisa
sûresinin 103. âyetinde "tam namaz"ın kılınması emredilmektedir.
Her iki âyette korku namazından sonra zikir yapılması emredilmesi,
zikirle namazın aynîleştirilmesi anlamına gelir. Tâhâ sûresinin 14. âyetinde
Allah'ı zikretmek için namaz kılınması Hz. Musa'ya emredilirken namazın zikir
olduğu tanımı yapılmıştır. Bakara sûresinin 239 ile Nisa sûresinin 103.
âyetinde de namazın zikir, zikrin namaz olduğuna işaret edilmektedir.
Rükû ve secdesiz namaz teşbih ederek kılınan namazdır. Cenaze namazı
tam bir namaz değil bir duadır. Aynı şekilde yürürken ve binek halinde kılınan
namaz da bir zikirdir. Çünkü namazın canı zikir, kalıbı da rükû ve secdedir.
Tehlikeli anlarda namazın ruhu olan zikri ima ile yaparak namaz kılınabilir.
Rükû ve secdeyi insanın gönlü yaparak tamamlamış olur. Beyin ve gönül huşu
halinde kendini Allah'ın huzurunda hissetmesi, niyetin yapılması, teyemmümün
alınması Fâtiha'nın okunması namaz için yeterlidir.
Bu konuda şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın savaş anında bile namazın
ertelenmesini istememesi, işaretle kılınmasını emretmesi ve güvene ulaşınca
tam olarak kılınmasını hükme bağlamasının sebebi nedir? Bu soru 103. âyetin
sonunda cevaplanmaktadır: "Şüphesiz namaz müminlere vakitli olarak
yazılmıştır." Âyetin bu kısmındaki "yazılma" kelimesi farz
kılınması, gelişigüzel değil tam tersine vakti belirlenmiş bir görev olarak
tesbit edilmesi demektir. Bu görev müminlere özgüdür. İnanmayan insanlar namaz
kılmakla mükellef değillerdir.
Namazın vakitleri Kur'an'da acaba nasıl tesbit edilmiştir?
Bakara sûresinin 238. âyetinde "namazlar" ifadesiyle
kılınacak olan namazın birden fazla olduğuna işaret edilmektedir. Ayrıca aynı
âyette "orta namaz" kavramı da gündeme getirilmektedir. Namazlar ve
orta namaz ifadeleri ikiden fazla vakitte kılınacağına delil teşkil
etmektedir. Hud sûresinin 114. âyetinde üç namazın vakti belirlenmektedir:
(gündüzün başında ve sonunda, bir de gecenin erken saatlerinde namaz
kılınız... Bunlar, sabah, akşam ve yatsı namazlarıdır.
Yine namazın vakitlerini konu edinen İsrâ sûresinin 78. âyeti vardır:
ğu aşmasından, gecenin kararilığrbastırıncaya kadar (belli vakitlerde)
namaz kılınız; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir."
Âyet sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kapsamaktadır.
Tâhâ sûresinin 130. âyetinde namaz teşbih ibadetiyle aynîleştirilmekte,
lediklerine sabret, güneşin doğmasından önce; batmasından önce de
rabbini övgüyle teşbih et, gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün iki ucunda
da teşbih et ki sen, Allah'tan hoşnut olasın. Doğmasından önce sabah namazı,
batmasından önce ikindi namazı, gecenin bir kısmı saatlerinden kasıt da akşam
ve yatsı namazlarıdır.
Öyle ise akşama girerken ve sabaha girerise akşama girerken ve sabaha
girerken Allah'ı teşbih etmeniz gerekir. Göklerde ve yerde, günün sonunda da
öğleye erdiğiniz zamanda hamd O'na mahsustur (Rûm 30/17-18).
Yukarıdaki âyetlerde beş vakit namaz belirlenmektedir. Allah
"namaz kıl", "teşbih et" emirleriyle bu vakitleri
belirlemektedir. Kur'an vakit olarak belirlerken saat olarak tesbit
etmemektedir. Âyetlerde fecr sabah, zuhur öğle, asr ikindi, mağrub akşam, işâ
yatsı namazlarıdır. Bazan güneşin doruk noktasından sonra derken öğle namazını,
orta namazı derken ikindiyi, gündüzün iki ucu derken sabah ve akşamı
kastetmektedir.
Âyetlerin hepsini bir araya getirince beş vakit namaz ortaya çıkmaktadır.
Dendiği gibi Kur'an'da üç vakit diğer iki vakit de hadisle belirlenmiş
değildir. Ama burada bir soru akla gelmektedir: Acaba neden beş vakit namaz
tek bir âyette sıralanmadı? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 238. âyetinin
açıklamasında verilmişti. Demiştik ki namaza ilk başlayan insana beş vakit
namaz kılması zor gelebilir. Bu insana ilk önce bir vakit namaz kılmayı
öğütleriz ki bu da sabah namazı olmalıdır. Zamanla bu bir vakit namaz
diğerlerini de çağıracaktır. Bir vakti süreli kılan kişi, bir zaman sonra iki
vakte, daha sonra da beş vakte çıkaracaktır. İşte ayrı ayrı âyetlerde olmasının
ana sebebi eğitim açısından, insanı yavaş yavaş namaza alıştırmaktır.
Beş vakit namaz bir âyette olsaydı, bu sistemi tatbik etme imkânı olmayacaktı.
Kişinin durumuna göre farklı âyetleri tatbik imkânını bize tanımaktadır. Beş
vakit namazı ilk başlayan adama dayatmanın eğitim açısından sakıncası vardır.
Yavaş ve ısındırarak, önce bir sonra iki ve sonra beş olacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'an'da "Namazı kılınız" emri
yanında, "Namaz müminlere belli vakitlerde farz kılınmıştır" ifadesi
de onun farz bir ibadet olduğunun delilleri olmaktadır. Bakara sûresinin 3.
âyetinde açıklandığı gibi namaz ahlâkî değerlerin korunmasını temin eden,
ahlâksızlığı önleyen (Meryem 19/59; Ankebut 29/45); insanı Allah'a yaklaştıran
(Alak 96/19); ibadet olduğundan, şifa veren bir ilâcın belli saatlerde alınması
gibi, günün belli vakitlerinde yerine getirilmesi gerekmektedir. Günde bir
vakitte değil de beş vakitte kılınmasının sebebi manevî etkinliğinin
artırılmasını temin etmek içindir. Günün yirmi dört saatinde namazın belli
vakitlerde yerine getirilmesi, insanın manevî hayatı için önem taşımaktadır.
Pek çok eğitim metodunu kullanılarak temin edilemeyen başarı, namaz ibadeti
gereği gibi yerine getirildiğinde temin edilecektir. Onun bu etkinliği
dolayısıyladır ki, terkedilmesinde savaş bile mazeret değildir (Nisa 4/103).
[149]
104. O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik gös-termeyiniz. Eğer
siz acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler.
Üstelik siz, Allah'tan onların ümit etmediklerini ümit ediyorsunuz. Ve Allah
her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
1. Gevşeklik. Savaş durumunda olan iki
toplumdan mümin olanlara Allah, gevşememe emrini vermektedir. Gevşeklik
korkaklığın işaretidir. Ama gevşeme acı çekmenin, elemin neticesi de olabilir.
Mümin topluluk başkalarına durup dururken savaş açmaz, ama kendine açılan savaştan geri durmaz ve asla gevşeklik göstermez. Düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterip göstermemesinde seçeneği olmadığını, bunun bir ilâhî emir olduğunu bilir ve bilmesi gerekir. Düşmanı takip etmekte gevşememenin başka bir anlamı da, İslâm'a felsefeleriyle düşmanlık edenleri felsefe üreterek takip edip çürütmektir. Yani gevşeklik sadece savaş anını değil kültürel mücadelenin doğurduğu savaşı da gündeme getirmektedir. Âyetteki gevşeme kelimesine bu mânayı verebilmek için Bakara sûresinin 205. âyetine gitmek gerekir. O dönüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, kültürü ve nesilleri tahrip etmek için çalışırlar. İşte bu tahribatta düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermenin yanlış olacağını da Nisa sûresinin 104. âyeti söylemektedir. Kültüre ve neslin asaletine giren düşman mikrobunu takip ederek asla gevşeklik göstermeden kültürün ve nesillerin çürümesini önlemek ve zinde kalmasını temin etmek zorunludur.
2. Elem. Yüce Allah savaşın elem
verici bir eylem olduğuna işaret etmektedir. Bu elem hem inanan hem de kâfir
tarafına aittir. Savaşın verdiği ıstırap düşman tarafının savaşmasını
engellemiyorsa müslüman tarafını niçin engellesin? Demek ki düşmana karşı
gevşek davranmanın sebebini Allah eleme bağlamaktadır. Elem psikolojik bir
durum olduğundan Allah düşmanı takip etmekteki gevşekliğin sebebini psikolojik
sebebe bağlamaktadır.
Allah savaştaki yanlışların analizini yaparak müslümanlara kendi
duydukları elemi düşmanın duyduğunu söyleyerek cesaretlerinin kırılmamasmı
temin etmek istemektedir. Savaşta ölünce şehid olup cenneti elde edeceğine
inanan insanla, öldükten sonra dirilmeye inanmayan insanların savaşma psikolojisi
aynı değildir ve olmamalıdır. Demek ki savaş gönülde kaybedilmektedir. İnanan
insan savaşın verdiği elemin üstesinden gelebilecek sabn gösterebilir. İman
farkı, sabır farkını oluşturacağından, gevşeklik göstermeme konusunda da
etkili olacaktır.
Bu savaş kültür, siyasî ve ekonomik de olabilir. Dünyada kültür emperyalizmini
kurmaya çalışan insanlar, bu işte büyük yatırımlar yapmakta ve bu mücadelelerinden
elem duymaktadırlar. Bu yol onların faaliyetini engellememektedir, onları
gevşetmemektedir. İktidarı ele aldıklarında akrabalık bağlarını kesmekten
kaçınmamaktadırlar (Muhammed 47/22). Kültürel sömürgeciliğin kültürleri
ısırması ve zehrini akıtması, o kültüre mensup insanlara ıstırap verir. Bu
ıstırap kültürün korunmasını ve düşmanın ne yaptığının takip edilmesini
engellememelidir. Düşman ısırıp elem verirken kendisi de elem duymaktadır.
3. Ümit etmek. Âyetin Allah'tan, onların
ümit etmedikleri şeyleri ümit ediyorsunuz şeklindeki bölümü kâfir ya da
müşriklerin tapındıkları putlardan bir yardım alma ümitlerinin olmadığım, ama
müminlerin Allah'tan yardım bekleme ümitlerinin olduğunu vurgulamaktadır.
Allah'ın yardımım ümit edenlerle, böyle bir ümidi olmayanların savaştaki
cesaret ve sabırlarının aynı olmamasına işaret etmektedir.
Allah yolunda savaşanlara, Allah'ın yardım edeceğine inanan insanın
düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermesi mümkün değildir. Çünkü Saf sûresi
tedir. ber! Sana ve sana uyan müminlere AİÎâh yeter (Enfal S/64) buyurmaktadır.
Allah'ın yardımı, düşmanı takip etmekte gevşeklik gösteren gönüle
gelmez. Mümin Allah'ın yeterliliğine inandığı için savaşın verdiği elem onun
metanetini, sabrını ve eylemini asla engellemez ve kıramaz. İlâhî yardım
lük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, rabbine
hamdederek O'nu teşbih et ve ondan af dile... (Nasr 110/1-3).
Müslüman Allah'tan kâfirlerin büyük bir değişimle Müslümanlığa girecekleri ümidini de beslemelidir. Kültür savaşında müslüman, düşmanın kazanılmasını Allah'tan ümit eder ve ister. Mümin kâfirin durumundan elem duyarken; zaten kâfir inkânyla bir elem içerisinde olduğunu bilir. Mümin onun elemine çare bulamadığı için elem duyarken, kâfirin inkârı kendine zaten elem olmaktadır.
Mümin kâfirin iman açısından değişeceğini ümit edebilir, ama kâfirin
böyle bir ümidi, yani müminin küfre dönme beklentisi onda olamaz. Müminin
inkâra dönmesinden ümit kesmiş olması ona elem vermektedir. Müminle kâfirin
arasındaki temel farklardan biri ve en önemlisi "ümit etme"
eylemidir. Mümin savaşırken ümidi Allah'ın yardımıyla zafere ulaşmak, âhirette
cenneti elde etmektir. Ama kâfirin böyle bir ümidi yoktur. Şehid veya gazi olup
Allah rızâsını kazanma ümidinin önünde ne düşman ne de elem durabilir.
İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Yüce Allah neden namaz konusundan
hemen sonra böyle bir âyeti gündeme getirmiştir? Allah savaş anında namazın
kısaltılabileceğini gündeme getirmekle, düşmanın takibinde namaz ibadetinin tam
olarak yerine getirilmesi yüzünden bir gevşeme olmamasını sağlamak istemiştir.
Allah uğruna savaşmak bir ibadet olduğuna göre, bu ibadette eksiklik
yapılamaz ve bu ibadete başka bir ibadetin mani olması doğru değildir. Namaz
savaşta gevşemeye sebep olmamalıdır. Gerekirse namazı kısaltılır, ama düşmanı
takip etmekte eksiklik yapılamaz. Nisa sûresinin 102-103 ve 104. âyetlei
namaz-savaş ilişkisini ele alıp çözüm getirmektedir. Bu âyetlerden anlıyoruz ki
namaz savaş anında bile terkedilemez, ama savaşta herhangi bir ihmale,
eksikliğe de sebep olamaz. Her iki ibadetin çatışma ortamına itilmeden bahane
olmasını engelleyerek nasıl yerine getirileceğine açıklık getirilmektedir.
4. Allah bilgi ve işleri
yerli yerinde yapmasıyla bu işi çözümlemektedir. Kim gevşeklik gösterirse
Allah onu bilmekte ve hikmetiyle değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. Gevşeklik
göstermeyene de aynı şekilde muamelede bulunmaktadır. Gevşeklik, acı çekme ve
ümit etmek gibi savaş anının meydana getirdiği duygulardan ve eylemlerden
sıyrılmak ve ümidi elden bırakmamak dinin en önde gelen erdemlerindendir. İnsan
zor gördüğü İşte gevşeklik gösterir, acı çeker, ama o daima bir ümit adamı olma
erdemini de gösterebilir. Allah ilâhî yardım ümidinin, gevşemeyi ve acı duymayı
bir tarafa itip eyleme dönüşmesinin eğitimini bu âyetinde vermektedir.
Korku psikolojisi gevşeklik verir ve acı çektirir, ama ümit ilâhî
yardımı çağınp zaferi getirir. Bu oluşumlar gönülden çıkıp hayata geçince,
düşmanla ilişkiler farklılaştığı gibi ilâhî lutfiı da harekete geçirmektedir.
Gönüldeki korku ve acı düşmanla müminler arasında yıkıcı bir depreme sebep
olurken, oradaki ümit de ilâhî âlemi olumlu mânada sarsarak yardım
getirmektedir.
[150]
105. Allah sAna gösterdiği şekilde insanlar arasında bükmedesin diye
sana kitabı hak ile indirdik; o halde ihanet edenlerle tartışmaya girme. . .
106. Ve Allah'tan af çünkü Allah
çok bağışlayıcıdır; merhamet edicidir.
107. Kendilerine ihanet edenleri
savunma! Çünkü Allah Kendilerine ihanet edenleri ve günahkarları sevmez.
1.
Âyetin nüzul sebebi. Nisa
sûresinin 10S. âyetinin iniş sebebinde ittifak edilen olay, bir zırh çalıp
sonra kendisinden bu zırh istendiğinde onu bir yahudinin çaldığını söyleyen
Tu'me olayıdır. Tu'me'nin bu iftirası neticesinde yahudi ailesi ile münafık
Tu'me'nin ailesi arasında büyük tartışma çıktı. Tu'me'nin ailesi Hz.
Peygamber'e gelerek yardım etmesini ve yahudinin hırsızlık yaptığına
hükmetmesini istediler. Hz. Peygamber onların sözüne güvenerek yahudinin hırsızlığına
hükmedince bu âyet inmiştir.
Bu tarihi olayın doğru olduğunu kabul etsek bile, âyetin içeriğini
evrensel boyuta taşımamız gerekiyor. Tu'me gibi nice insanlar yaptıkları
şeyleri başkalarının üzerine atmaktadırlar. Nice insanlar bir olayı çıkarıp bunu
başkasının yaptığını söyleyerek münafıkça davranmaktadırlar. Yine nice insan
başkasının becerdiği bir işi kendisinin yaptığını göstererek onur alma peşinde
koşmaktadır.
Tu'me, burada belli hareket noktasını teşkil eden bir model olabilir.
Ama âyet bütün insanlığa ait ve bütün zamanların nesillerini kapsamaktadır.
Kimse kalkıp da, bu âyet Tu'me ile ilgili inmiştir, bizimle alâkası yoktur
diyemez. Nice Tu'me gibi münafıklar gelip geçecektir ama âyet hep onlara hitap
eder gibi tazeliğini koruyacaktır.
2. Âyetteki kitap kelimesini
"ilâhî kelâm" olarak mayalandırmak mümkündür. İlâhî kelâmın hakikati
ortaya koyduğunu gündeme getirmektedir. "Hak ile indirdik" ifadesi,
hakikati ortaya koyan ilâhî kelâmı indirdik mânasına gelmektedir. Bunun anlamı
Kur'an'ın hakikati konuştuğudur. Kitabın hakikati konuştuğu kavramını Mü'minûn
sûresinin 62. âyetinden öğrenmekteyiz.
Biz sana hakikati ortaya koyan bu kitabı indirdik
derken, Kur'an'ın önemli bir görevini de açıklamaktadır. Kur'an
hakikati konuşan bir kitaptır ve bu onun görevidir. Zaten Kur'an, okumak
mânasına geldiğine göre hakikati okumakta ve okutmaktadır.
3. Hak doğru hüküm vermeyi
getirir. Allah hakikati konuşan ve ortaya koyan bu kitabı niçin indirdiğini de
cevaplandırmaktadır. "Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında
hükmedesin diye." Buradaki gösterme fiiline Zemahşerî, Gazi, Nesefî
"bildirmek", İbn Abbas ve Hâzin "öğretmek" mânasını
vermektedirler.
"Sana indirdik", "hükmetmen için" ve "sana
Allah'ın bildirdiği" ifadeleri birinci muhatap zamiriyle gelmektedir. Bu
durumda göstermek, bildirmek ve öğretmek eylemi, Hz. Peygamber'e olmaktadır.
Tarihi açıdan bu doğru olmakla beraber, Hz. Peygamber vefat ettiğine göre,
günümüzde âyet hükümsüz mü kalacaktır? Böyle bir bakış açısı ve açıklama
sadece âyetin mânasını daraltır ve günümüzde işe yaramayan, günümüze hitap
etmeyen bir âyetle karşı karşıya kalmış oluruz. Acaba âyetteki "sen"
zamirini 109. âyetteki gibi, Kur'an'm rehberliğini kabul eden bütün müminleri
kapsamına alamaz mı?
"Allah'ın bildirdiği, yani öğrettiği şekilde insanlar arasında hükmedesin" ifadesi, sosyal olayları hukukî açıdan çözümlemenin yollarını, onlarla ilgili kanun koyma ve onları değerlendirme konularında nelerin yapılacağını, yani Kur'an'ın bir hukuk yapma metodolojisini öğrettiğini de göstermektedir.
Böylece âyetin birinci bölümündeki hüküm, kitap, hak ile ikinci bölümündeki
hüküm verme ve öğretmek kavramları bir örgü kurmaktadır. Kitap ile hak yazılı
hukuku ifade etmektedir. Bunun anlamı örf ve âdetlerin hukuk yerine geçtiği
topluma Kur'an, yazılı hukuku getirmiştir. Kitap yazılı olanı, hak da hukuku
ifade etmektedir. Yazılı hukukla hükmetmek, verilecek hükümleri gündeme
getirmektedir. Öğretildiği şekilde hüküm vermenin anlamı, bir hukuk öğretiminin
var olduğudur.
Hüküm veren kişi vereceği hükmü kendi arzularına göre değil yazılı
hukuka göre verecektir. Bu hukuk ahlâkına peygamber de dahildir. Diğer taraftan
hukuk öğretimi almayan kişinin hüküm veremeyeceği de vurgulanmaktadır.
"Allah'ın sana öğrettiği şekilde" ifadesi bunu göstermektedir.
Kur'an, üm-mü'1-kitâb yani kitapların anası, anayasa kavramım gündeme getirip
modern hukukun temellerini atarken, yazılı hukuk kavramıyla da objektif hukuk
kavramına işaret etmiş ölüyor. Bir yerde yazılı hukuk varsa orada hukuk
öğretimi de var demektir.
Diğer taraftan bu âyetin ikinci bölümünde nâs kelimesi geçmektedir.
"İnsanlar" anlamına gelen bu kelime bize gösteriyor ki hukuk
evrenseldir. Toplumda bir grup için hukuk olmaz, bütün insanlık için olur.
Yazılı ve evrensel hukuk insanlar arasında tarafsız hüküm vermeyi de şart
koşar.
4. ihanet edenlerin tarafı
tutulmaz. Allah, ihanetin ne olduğunu burada tanımlamaktadır. Bir önceki âyetle
irtibat kurulursa ihanet, düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermektir.
Vatanım, bağımsızlığım, dinim ve değerlerini, yani kültürünü müdafaa etmekte
düşmana karşı gevşeklik göstermek ihanettir. Âyetin sonundaki "ihanet
edenleri savunma" emri de, bu tip insanların savunulamayacağının hükmünü
vermektedir.
Âyetin son kısmına şu mânayı verebiliriz: İhanet edenlerle tartışmaya girme! Âyetin bu kısmındaki hasım kelimesi "bir şeyin ucu, köşesi, tarafı" anlamını ifade etmektedir. Açının bir tarafına, uçlardan birine hasım denmektedir. Mahkemede dava edenle dava edilene hasım denir. Çünkü bunlar davanın iki ucunu teşkil etmektedirler. Demek ki Allah ihanet eden tarafın savunulamayacağını hükme bağlamaktadır.
Başka bir açıdan bakarsak, işlediği suçu başkasına atan ve bunu mahkemede
savunan kişi hukuku yanıltmakta olduğu için ihanet fiilini işlemektedir. Bir
taraftan iftira ediyor diğer taraftan hukuku yanıltıyor. Bu iki kötü eylemi
gerçekleştiren insanları Allah hain ilân ediyor ve onlarla tartışılamayacağını,
onların müdafaa edilemeyeceğini âyetin sonunda hükme bağlıyor. Bu durum
günümüzde iftira eden ve hukuku yanıltan kimseyi hâkimin asla müdafaa etmemesi
gerektiğini de anlatıyor.
"İhanet edenlerle tartışma" mânasını verince, bu âyeti Nisa
sûresinin 81. Âyetiyle irtibatlandırmak mümkündür. "Biz sana itaat
ediyoruz" deyip yanından ayrıldıklarında, peygamberin dediklerinden başkasını
kuranlar ihanet edenlerdir. Allah bunlarla tartışılmayacağına işaret
etmektedir.
O zaman ihanet verdiği sözü yerine getirmeyen ve tam tersini yapan
insanın eylemi olmaktadır. Demek ki ihanet kavramının içi, düşmanı takip
etmekte gevşeklik göstermek, yaptığım başkasının üstüne atarak iftirada bulunup
hukuku yanıltmak ve tâbi olacağını söylediği halde tam tersini yapmak gibi
fiillerle doldurulmaktadır.
Bu emir birinci elden peygambere verildiğine göre, peygamber bu konuda
hata mı yapmıştır? Bize göre münafıklar bu fiili işlerken, yani iftira edip
hukuku yanıltmaya çalışırken bu emir gelmiştir. Ya da düşmanı takip etmekte
gevşeklik gösteren müslümanlann fiillerine karşı bir uyan olarak gelmiştir.
Başka bir ifade ile peygamberin hata yaptığını aramanın bir mânası yoktur. Hz.
Peygamber'in yanıltılması anında emrin gelmiş olması en doğal olanıdır.
Hâkimlerin hukukî kararlan anlatılan olayın görüntüsüne aittir, onlar
işin vicdanî yönünü, iç boyutunu bilemezler. Peygamberler de gaybı bilmediklerinden,
olaylann görüntüsüne göre hüküm verirler, bu sebeple hata yapma ihtimalleri
vardır. Ancak bu hatalan dinle ilgili ise, yukandaki âyette olduğu gibi Allah
tarafından düzeltilir, hata olarak bırakılmaz. Yanılma ihtimaline iki âyetle
bir hadisi delil olarak getirebiliriz: EyDâvâd! Bizseni yeryüzünde halife
yaptık. O halefe insanlar asında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu
seni Allah'ın yolundan saptırır (Sâd 38/26). Eğer Hz. Davud'un nefsinin
isteklerine kapılarak doğru hüküm verememe ihtimali Allah'ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de
söyleyemezler (En'âm 6/116). Allah, insanların hâkimi yanıltacağım, bu
yanıltmaya Hz. Peygamber'in de dahil olduğunu ifade eden bu âyetle, zan ve
yalana tâbi olanların bunu becerebileceklerini vurgulamaktadır.
"İki kişi miras meselesinde Allah'ın elçisine geldiler. Her
ikisinin de delilleri yoktu. Allah'ın elçisi buyurdu ki: 'Siz bana davanızı
getiriyorsunuz. Ben de insanım. Olur ki biriniz, delilini ötekinden daha güzel
anlatır. Ben de duyduğuma göre aranızda hüküm veririm. Her kime kardeşine ait
bir hakkı hükmedersem, onu almasın. Çünkü ona ateşten bir parça biçmişimdir. O
hak, kıyamet gününde o kimsenin boynunda ateşte kızarmış bir demir parçası
olur.' Adamların ikisi de ağladı. Her biri 'Hakkım kardeşimindir' dedi.
Allah'ın elçisi, 'Madem ki böyle diyorsunuz, öyleyse onu aranızda kardeş payı
bölüştürünüz. Kura çekiniz ve her biriniz diğerine helâl etsin' buyurdu."[151]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber bizzat, anlatılan delillere göre hüküm verdiğinde
yanılma payının olacağını itiraf etmektedir. Burada delilin getirdiği yanılma
payının hâkime değil, hukuku yanıltana ait olduğuna da dikkat çekilmektedir.
Zaten Nisa sûresinin 105. âyetinin sonunda, yalan delil getirerek hukuku
yanılttığı ortaya çıkanın müdafaa edilemeyeceği de açıkça belirtilmektedir.
Âyette Allah Hz. Peygamber'in yanılmasını önlüyor; ama hâkimin
yanılmasını kim önleyecek? Bu sorunun cevabını Hucurât sûresinin 6. âye-tiyle
verirsek, hâkimin "araştırma yaptırması"nın yanlış hüküm vermesini
önlemiş olacağını söyleyebiliriz.
Nisa sûresinin 105. âyeti sadece hâkimin değil, savunma işini yapan
avukatların mesleği ile ilgili temel ilkeleri de ortaya koymaktadır.
Avukatlık mesleğini icra edenler, iftira edip hukuku yanıltan insanları
müdafaa etmemelidirler. Çünkü hak Allah'ın yoludur. Hakkın gasbedilmesi, bu
yoldan dönüş olacaktır. İhaneti savunmak da hukuku yanıltmaktır. Peki böyle bir
yanılgıya düşen hâkim ne yapmalıdır? Cevabı 106. âyet vermektedir.
5. Af dilemek. Ve Allah'tan af
dile, çünkü Allah çok bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir. 105. âyeti tarihî
boyutuyla ele aldığımızda, 106. âyetteki emrin Hz. Peygamber'e ait olduğunu
söylemek gerekir. O zaman, Hz. Peygamber'e, yaptığı hatayı başkasının üstüne
atan iftiracının ve hukuku yanıltanın lehine hüküm vermesi sebebiyle Allah'tan
af dilemesi emredilmektedir.
Muhammed Esed âyetteki "af dile" emrini başka türlü
mânalandırarak "Allah'a (onları) bağışlaması için dua et!"
demektedir. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber kendisi için af dilemeyecek,
ihanet edenlerin affı için dua edeceğinin emri verilmektedir. Bu tarihî yorumu
ve mânayı dikkate alırsak 105. âyetin sonunda yer alan "ihanet
edenler", ifadesini 104. âyetteki "düşmanı takip etmekte gevşeklik
gösterenler" olarak yorumlamak gerekiyor. Çünkü Hz. Peygamber'e Allah,
münafıklar için af dilemesini istemez, ama düşmanı takip etmekte gevşeklik
gösteren müslümanlar için af dilemesini emreder.
Muhammed Esed'in bu mânasını haklı çıkaracak delil var ıhıdır? Muhammed
sûresinin 19. âyeti şöyledir: Bil ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin
hem de mümin erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Demek ki Hz.
Peygamber müminlerin günahı için af dileyebilmektedir. Ama âyeti tarihî
boyutuyla beraber, evrensel yönüyle de ele aldığımızda, bilmeyerek ihanet
edenleri savunanlar hukukî suç işledikleri gibi, Allah'a karşı günah da
işlemişlerdir. Bunu yapanlardan Allah af dilemesini istemektedir. Elbette ki
Allah bu af dilemeye bağışlayıcı ve merhamet edici sıfatlarıyla mukabelede bulunacaktır.
Âyetlerin bir araya getirilmesinden şu genellemeye varıyoruz: Hukuku
yanıltan insanları savunmanın hem dünyevî suçu hem de manevî bakımdan günahı
vardır. Günahın affolunması için çıkış kapısı, dua etmektir. Kur'an'ın, yani
yazılı hukukun öğrettiği temel ilke ihanet edenlerin savunulamaya-cağıdır. Bunu
yapanlar günah işlemiş olurlar. Hâkimler veya avukatlar, hüküm verirken ve
savunma yaparken haksızı haklı göstermenin yoluna asla girmemelidirler. Bu bir
anlamda evrensel hukuktan sapmaktır.
6. Muhammed Esed kısmını
"O halde ihanet edenlerle tartışmaya girme!" şeklinde
mayalandırmaktadır. 105. âyet, 107. âyetle örtüşmektedir. Çünkü 107. âyet
ihanet edenlerin kime ihanet ettiklerini açıklamakta ve onlarla mücadele
edilmemesini gündeme getirmektedir. "Kendi kendilerine ihanet edenleri
savunma!" Bu ifadeyi iki anlamda düşünmek gerekir. Birinci mâna 103.
âyette geçen düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenler, kendi vatanlarına
ihanet etmiş oluyorlar. Kendi vatanına, milletine ve dinine ihanet eden kendi
kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bu anlam âyetin sosyolojik mânası olmaktadır.
Diğer taraftan âyetin "kendi kendine ihanet" bölümüne psikolojik mâna
verebiliriz. Kişi günah işlediği zaman, o günahın veya suçun karşılığı
kendisine dönmektedir. Böylece kendine ihanet etmiş olmaktadır.
İnsana emanet edilen bir görev veya maddî bir şeye ihanet etmesi
savunulacak bir şey değildir. Düşmana karşı vatanım, namusunu, bağımsızlığını
ve inancını savunma işi bir emanettir. Bunda gevşeklik gösteren ihanet ettiği için
savunulacak bir tarafı yoktur. Aslında emanete ihanet eden kişi, kendine ihanet
etmektedir. Çünkü emanete ihanet eden kendini Allah'ın ihsanından
uzaklaştırmış, azabına atmış olmaktadır. Kendini azaba atan da kendine ihanet
etmiş olmaktadır. Bakara sûresinin 187. âyetinde ihanet "kendini
sıkıntıya" sokmak anlamını ifade etmektedir. Oruç ayında geceleri cinsel
ilişki helâl olduğu halde, bundan uzak durmanın meydana getirdiği
"sıkıntı" anlamına gelmektedir. Emanete ihanet eden hem kendini hem
de emanetin sahibini sıkıntıya sokmaktadır.
Allah kendine ihanet edenleri ve günahkârlıkta inat edenleri sevmez.
Demek ki ihanetle günahta ısrarı sevmemektedir. Allah'ın sevgisini esirgemesi,
onlar için çok daha büyük ceza olmaktadır. Emanete ihanet ilâhî sevgi ortamının
dışına itilmektedir.
Âyetin son kısmı eğitimde ceza uygulamasına önemli bir ilke getirmektedir.
Yanlış yapan çocuğa anne babalar veya öğretmenler sevgilerini esirgeme yoluyla
ceza verebilirler. Sevgiden mahrum bırakmak eğitim metotlarından biridir.
Sevgiden mahrum bırakmak, yanlış davranıştan caydırmak bakımından etkili bir
yoldur. Çocuklar sevgisizliğe dayanamazlar. Sevgiden mahrum bırakmanın izi
kolay kolay silinemez. Onun bu etkinliği, caydırıcı olmasını
kuvvetlendirecektir.
[152]
108. İnsanlardan gizlerler de, Allah'tan, gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadiği.sözü düzüp dururken Allah onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.
1. insanlardan gizlerler ama
Allah'tan gizlemezler. Âyetin bu bölümünden şu genellemeye varıyoruz: Toplumda
fertlerin üzerinde sosyal kontrolün etkisi büyüktür. Sosyal baskı insanı alenî
bazı davranışları yapmaktan alıkoymaktadır. Bu kontrol veya baskı neticesinde,
insanlar yani fertler, bazı davranışlarını toplumdan gizleme yolunu tutarlar.
Bu sosyal kontrolün getirdiği baskı fertlerin ikili oynamalarına sebep
olur ve davranışlarının ahlâkî boyutunun süreliliği ortadan kalkar. Eğer bu
kontrolün getirdiği baskı ilâhî kontrolün önüne geçerse şirk derecesine varır.
İnsan toplumdan çekindiğinden daha çok Allah'tan çekinmelidir. Toplumdan
gizlediğinden daha çok Allah'tan gizlemelidir.
Bunun neden böyle olması gerektiği âyetin devamında anlatılmaktadır.
Ancak âyetin birinci bölümünü şu şekilde mânalandırmak da mümkündür:
"Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebilirler ama Allah'tan
gizleyemezler." O zaman âyet, sosyal kontrolün acizliğini, ama ilâhî
kontrolün gücünü göstermiş olur. Toplumun kontrolünden saklanmak mümkündür.
Ama ilâhî kontrolden gizlenmek mümkün değildir.
Demek ki âyetin birinci bölümüne iki türlü mâna verebiliriz:
"insanlardan gizliyorlar ama Allah'tan gizlemiyorlar." "Onlar
yaptıklarını insanlardan gizleyebilirler ama Allah'tan gizleyemezler."
Âyetin bu bölümü bize şunu öğretiyor: İnsanların gizledikleri bazı eylemler,
düşünceler ve planlar vardır.
2. Allah daima insanlarla
beraberdir. Allah'tan niçin gizlenemez? Bu sorunun cevabı âyetin ikinci bölümü,
O onlarla beraberdir ifadesiyle cevaplandırılmaktadır. Toplumun kontrolü her
zaman fertlerle beraber olmayabilir, ama Allah her zaman insanla beraber olduğu
için, onun kontrolünün dışında kalması mümkün değildir.
rattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah
damarından daha yakınız (Kaf 50/16) âyeti Allah'ın nefsi ile arasındaki
ilişkiyi bilecek kadar kişiye yakın olduğunu ifade etmektedir. "O, gökleri
ve yeri altı devirde yaratan, sonra arşın üzerini kaplayandır. Yere gireni ve
ondan çıkanı gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olursanız, O sizinle
beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür" (Hadîd 57/4). Evrendeki bütün
oluşumları meydana getirmekte, bilmekte; insanların her şeyini bilip görme
özelliğine sahiptir. Allah mekândan münezzeh yani her yerde bulunduğuna göre
insanla yakın bir beraberliği söz konusudur.
"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç
kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli
konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve
nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir" (Mücâdele
58/7). "Hele can boğaza dayandığı zaman, o vakit siz bakar durursunuz. Biz
ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz" (Vakıa 56/83-85). Mücâdele
sûresinin 7. âyetinde insanlar arasındaki ilişkileri tam anlamıyla bilebilecek
bir beraberliğe sahip olduğunu, Vakıa sûresinin 85. âyetinde de ölen insanın
yanında olanlardan ona daha yakın olduğuna dikkat çekmektedir.
Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir'le hicret ederken sığındıkları mağarada Ebû
Bekir'in üzüntüsünü gören Hz. Peygamber şöyle dedi: Üzülme, çünkü Allah bizimle
beraberdir (Tevbe 9/40). Bilinçli bir müslü-manın her an Allah'ın beraberliğini
hissetmesi, bilmesi, inanması ve ona göre davranışlarını ayarlaması gerekir.
Firavun ve askerleri İsrâiloğullan'nı tam yakalamak üzere iken Hz. Musa
şöyle dedi: Şüphesiz rabbim benimle beraberdir ve bana yol gösterecektir (Şuarâ
26/62). Tevbe sûresinin 40 ile Şuarâ sûresinin 62. âyetlerinde aynı olgunun
farklı zaman ve mekâna bir tekrarı gibidir. Ama ifade aynıdır, Allah daima
iyilerle beraberdir. Bu âyetlerle Allah, insan ile yaratanı arasındaki
beraberliğin eğitimini yapmakta, kötüleri yanlış düşünce, plan ve
entrikalardan caydırmayı, iyilere de destek olmayı amaçlamaktadır.
3.
O'nun beraberliğine
aldırmadan plan kuruyorlar. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü
düzüp kurarken! Bunun anlamı şudur: "Münafıklar planlarım kalplerinde
taşıyor, zihinlerde kuruyor ve aralarında gizlice nasıl uygulayacaklarını
tartışıyorlardı. Buradaki "geceleyin" kelimesi, kalplerdeki gizliliği
ifade edeceği gibi, bilenen gece vaktini de ifade edebilir.
Nüzul sebebinde anlatıldığı gibi Tu'me'nin yaptığı iftirayı doğru
göstermek için geceleyin Hz. Peygamberle nasıl konuşacaklarım düzenliyorlardı.
Aslında gece, karanlık işlerin düzenlenmesini ifade etmektedir. Hukuku yanıltma
gibi kara işlerin yapıldığı ânı göstermektedir. Yaptıkları kara planı değerlendirirken
Allah ölçüt olarak "kendi nzâsı"nı ortaya koymaktadır. "Allah'ın
razı olmayacağı" ifadesiyle, insanın yapıp ettiklerinde ilâhî nzâyı göz
önünde bulundurmanın önemi vurgulanmaktadır.
Buradaki kara plan Tu'me'nin durumu değil de, 81. âyette belirlenen
münafıkların tavrı olabilir: "İtaat ediyoruz, derler; ama yanından
ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar."
Münafıkların toplumun kontrolünden kaçırdıkları ama Allah'ın kontrolünden
gizleyemedik-leri planlandır. Bütün bu eylemler İslâm'a karşı takınılan
tavırları yansıtmaktadır.
Durum sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan Tu'me gibi münafıklara bağlı kalmamalıdır. Günümüzde ve gelecekte nice kara ses bulutları müminlerin üzerinde dolaşacaktır. Ama müminlerin gönlündeki samimiyet, akıl ve imanın gereği Allah onlara Hz. Musa'nın dediği gibi bir çıkış yolu bulacak ve lutfedecektir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir gibi mağaraya sığınsalar bile Allah'ın beraberliği onlara yetecektir.
4. Allah her şeyi kuşatır.
Allah her şeyi kuşatıcı olduğundan, O'ndan hiçbir şey gizlenemez. Âyetin sonu,
Allah beraberliğinin bir açıklamasını da vermektedir. Allah insanlara yakındır,
onlarla beraberdir; çünkü ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi kuşatan,
elbette her şeye yakın ve her şeyle beraber olmaktadır. Yüce Allah bu âyette
sosyal oluşumlarla, metafizik oluşumları bir araya getirmektedir. Fizik ötesi
oluşumlarla sosyal ilişkileri düzenlemekte ve bu sosyal oluşumların
yanlışlığını manevî oluşumlarla göstermektedir.
Allah yakınlığı, beraberliği ve kuşatıcılığı ile, polisin ve toplumun
kontrol edemediği şeylerin kontrolünü ve caydırıcılığım temin etmektedir.
İnsanda bir iç disiplini oluşturarak, toplumsal baskı altında değil de insanın
iradesine dayanan bir ahlâkî yapı oluşturmayı amaçlamaktadır.
[153]
109. Şistler belki bu dünya hayatında onları savunabilirsiniz, ya
kıyamet günü kim onlan Allah'a karşı savunacak, kim ferm koraguensu olacaktır?
Allah 105. âyetin sonunda o halde ihanet edenleri savunma!; 107. âyette
de "Kendi kendilerine ihanet edenleri savunma, yani onlar için mücadele
verme!" buyrulmuştu. Her iki âyetten çıkaracağımız genelleme şudur:
Düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenlerin veya münafıkların savunulacak
taraftan yoktur. Ama savunulsa ne olur? İşte 109. âyet bu sorunun cevabını
vermektedir.
Dünya hayatında bu insanlar savunulabilir ama âhirette Allah'a karşı
onlan kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır? Bunun anlamı şudur:
Dünyada bazan insanlar haksız olanlan savunur hukuku yanıltarak onların suçsuz
olduklannı ispat edebilirler. Hukuk zahire göre hüküm vereceğinden, haksız
olanı savunanlar davayı kazanabilirler. Dünyada münafıkları savunursunuz ama
büyük mahkemede Allah'a karşı onlan kim savunacak veya onlara kim vekillik
edecek? Demek ki Allah haksız olanın savunulmasını istememektedir.
Dünya savunması dünyada, dünya vekâleti, avukatlığı dünyada kalacak ama
âhirette büyük mahkemede artık haksızın savunucusu veya avukatı olmayacaktır.
Dünya hayatında haksızın haklı gösterileceği savunmayı yapanlar olacaktır, ama
bunun ilâhî hukukta geçerliliği olmaz. Diğer taraftan Allah bu dünyada hakkını
savunmayıp, haksız gösterilenleri de teselli etmektedir. Kimsenin kimseyi
savunmayacağı, kimsenin kimseye vekil olamayacağı günde bütün bu haksızlıklar
ortaya çıkacak ve hak sahipleri hakkını alacaktır.
Tu'me'nin akrabaları, Tu'me'yi haksız yere Hz. Peygamber'in huzurunda
savundular. Onun suçunu başkasına attılar. Bu savunma şeklinin her devirde
olduğu ve olacağı da bir gerçektir. Güçlü aileler, kendi adamları haksız bile
olsa, onu haklı çıkarmak için mücadele verirler, bu mücadelede her çareye
başvururlar. Kendi adamlan uğruna hem hukuku yanıltırlar hem de insan
haklarını çiğnerler. Böylelerine Allah âyetteki soruyu yöneltmektedir: Bu dünya
hayatında haksızı savundunuz ama âhirette Allah'a karşı onlan kim savunacak ya
da onlara kim vekâlet edecek?
Mücâdele sûresinin 22. âyetinde Allah'a ve Resulü'ne karşı gelen insanların,
bir toplumun veya grubun babaları, çocukları, kardeşleri ve akrabaları bile
olsalar sevilemeyecekleri ifade edilmektedir. Başka bir deyişle haksız olan
baba, çocuk, kardeş ve akraba olsa bile savunulamaz. Nisa sûresinin 135.
âyetine göre zengin de fakir de olsa doğruyu söylemek ve hukuku yanıltmamak,
müslümanın en önemli vasıflanndandır.
Bundan şu neticeyi çıkarabiliriz: Allah bir insanı dünyada savunurken
âhiretteki büyük mahkemede nasıl olacağını göz önünde bulundurmanın önemini
vurgulamaktadır. Âhirette ortaya çıkacak olan bir hatanın bu dünyada
işlenmemesini istemektedir. Böylece hukuka hem âhiret inancını hem de ahlâkı
sokmaktadır. Bu dünya mahkemesinde haksızı savunan insanlar, imanlarını bir
kere daha sorgulamalıdırlar.[154]
110. Kim bir kötülük yapar veya kencline. zulmeder de sonra Allah'tan
af dilerse, Allah'ı,'çok bâğışİayicı ve merhamet editî bulacaktır.
Âyette iki türlü günah yer almaktadır. Bunlardan biri sû'dur.
"Kötülük" anlamına gelen bu kelime, kişinin başkasına zararı
dokunması ve onu derinden üzmesidir. İnsanın yaptığı bir amel, başkasına zarar
veriyor ve onu üzüyorsa, bu durum âyette geçen "kötülük" kelimesiyle
anlatılır. Meselâ bir insan yaptığı yanlış bir işi, başkasının üzerine atarsa o
kişiye zarar verdiğinden bu da bir "kötü iş işlemek"tir. Bir de
insanın "kendine zulmetmesi" vardır. Kişinin yaptığı yanlış başkasına
değil de kendisine dokunuyorsa bu, kendine zulmetme eylemi olmaktadır. Meselâ
A'râf sûresinin 23. âyetinde Hz. Âdem Allah'tan af dilerken, kendine
zulmettiğini itiraf etmektedir. Yasaklanan ağaçtan yemesinin kimseye zararı
dokunmadı ama Allah'a karşı bir günahın zararı kendine dokunmuştur. Nisa
sûresinin 104. âyetinde düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenlerin 105 ve
107. âyetlerde kendi kendilerine ihanet ettikleri ilân edilmektedir. Demek ki
yapılan eylemin zararı başkasına dokunuyorsa "kötülük", kendisine
dokunuyorsa "kendine zulüm" olmaktadır.
Bir eylem hem "kötü" hem de insanın kendisine zulüm olabilir.
Meselâ yalan yere yemin eden kişinin birinci derecede zararı kendisinedir. Ama
bu yeminiyle hukuku yanılttığı ve haklıyı haksız, haksızı haklı göstermekle de
başkasına zararı dokunduğu için kötülük yapmış olmaktadır.
Başkasına zarar veren bir eylemi gerçekleştiren veya kendine karşı bir
hata işleyen kişinin çıkış yolu veya kurtuluş yok mudur? Âyetin devamı bu çıkış
yolunu "af dileme" olarak belirlemektedir. "Affetmesi için
Allah'a yalvarmak" Allah'ın affedici ve merhamet sıfatlarının hareket
geçirilmesi anlamına gelmektedir. Âyetin sonuna Allah, gafur ve rahîm, yani
bağışlayıcı ve merhamet edici sıfatlarını yerleştirmiştir. Genel anlamda
Kur'an'da şu esası görüyoruz, günahın işlendiği yerde ya cezalandırma ya da
affetme gündeme getirilmektedir. Âyetten şu sonuç çıkarılabilir: İşlenen bütün
günahlar için af dileme fırsatı vardır ve bu çıkış yolu mutlaka denenmelidir.
Zaten Nisa sûresinin 116. âyetinde şirkin dışında kalan bütün günahların
atfedilebileceği vurgulanmaktadır.
Buradaki "af dileme" ile ilgili emir günah işleyen
insanların, yani sosyolojik mânada başkasına zarar veren, ya da psikolojik
anlamda kendine zarar veren insanın, bu kötü çemberden çıkamayacağı
kötümserliğine kapıl-mamasını sağlamaktır. Allah af dileme konusunda çok önemli
bir garanti vererek, kulunun kendini affedici ve merhamet edici olarak
bulacağına işaret etmektedir.[155]
İli. Çünkü günah işleyen kimse kendine zarar bilyük hikmet sahibidir.
110. âyette "kötülük" kavramı işlenirken, burada ism, yani
"günah" kavramı ele alınmaktadır. Kesb ile ism, yani
"kazanmak"la "günah" bir araya gelmektedir.
Kesb fiili hem olumlu hem de olumsuz mânada kullanılmaktadır. Bir
faydayı elde etmek, kazanmak için de kullanılıyor, bir zararı gidermek için de.
Zaran gidermekle faydayı elde etmek aynı anlamdadır. Ama aynı kavram, maddî ve
manevî alana zarar vermek için de kullanılmaktadır. Rûm sûresinin 40. âyetinde
"kara ve denizde fesat çıkarma" eylemine kesb denmektedir.
İşlenen eylem, kazanılan günah insanın kendi aleyhinedir. Bu âyeti bir
önceki âyetlerle bağlantı kurarak açıklarsak Tu'me'nin yapmış olduğu iftira,
yani kendi yaptığını başkasına atmasıyla kazandığı günah kendi aleyhine
olmuştur. Bu âyet Kur'an'ın getirdiği şu temel prensibin bir organını teşkil
etmektedir: Herkes kazandıklarına bir rehindir (Tûr 52/ 21). Bir iyilik yaptı
ise İtendi lehine, bir kötülük yaptı ise kendi aleyhinedir.
Bunun başka bir açıklama şekli de Fussılet sûresinin 46. âyetindedir: "Kim iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir: Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir"; "Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz" (İsrâ 17/7).
Daha önce hukukta cezanın ferdîleşmesinin ilk örneğini Kur'an'ın
verdiğini söylemiştik. Şimdi de günahın ferdîleşmesi ilkesiyle karşı karşıya bulunmaktayız.
Suç ve günah işleyene aittir. Bir taraftan suçun veya günahın karşılığı başkasına yüklenemeyeceği gündeme
getirilirken, diğer taraftan da yaptıklarıyla Allah'a zarar veremeyeceklerine
işaret edilmektedir.
İnsan eyleminde hür olduğunu ve olması gerektiğini kim kazanırsa
ifadesinden anlıyoruz. Kendi hür iradesiyle gerçekleştirdiği eyleminden de
sorumludur. Âyet başkalarının zorlamasını konunun dışında tutmaktadır.[156]
112. Kim bir hata yapar ve günah işler de' sonra onu suçsuz bir
kimsenin üstüne atarsa, büyük bir iftira ve iğrenç bir günah yüklenmiş olur.
110. âyette sû1 "kötülük" ve "kendine zulmetme";
111. âyette ism "günah"; 112. âyette de hata ve günah kavramları ele
alınmaktaydı.
110. âyette kötülüğü işleyene ve kendine zulmedene bir af kapısı
açılmakta;
111. âyette günahın işleyene ait olduğu bildirilmekte, 112. âyette de
günahı başkasına atmanın nasıl bir davranış olduğunun değerlendirilmesi
yapılmaktadır.
Hata veya günahı işleyip, suçsuz birine atanın, bir iftira ile iğrenç
bir günah yüklendiğine işaret edilmektedir. Bu işi yapan insan ikili bir günah
işlemektedir. Birincisi hata ve günah işlemesi, ikincisi de bu yaptığını
suçsuz birine atmasıdır. Bunda da iftira ve iğrenç bir günah yüklenmiş
olmaktadır.
110. âyetteki "kötülük"ten başka ele alınan günahların
kişinin kendisine ait olduğu beyan edilmişti. Kendisine zulmetmek ve işlediği
günahın kendisine ait olması gibi. Ama 112. âyette, kişi işlediği günahı
başkasına atarak toplumsal hayatı kirletmekte, ve onun kirini başkalarına
bulaştırmaktadır. Böylece
112. âyette Allah, günahın
toplumsal boyutunu ele almakta ve onun nasıl katlandığına dikkat çekmektedir.
İşlenen kötülükler oldukları yerde durmuyorlar; onlar biyolojik bir mikrop
gibi sosyal mikrop haline gelmektedirler.
Kimi kötülükler topluma ve ferdin kendi yapısına zarar verirler ama
bulaşıcı değillerdir.
Bazı günah ve hataların mikropları bulaşıcıdır. Toplumda, yani sosyal
hayatta geometrik olarak çoğalır, toplumun manevî direncini, yani bağışıklık sistemini
kırarlar ve zamanla yok ederler. Allah 112. âyette buna iftira ve iğrenç günah
adını vermektedir.
Muhammed Esed'in tercümesini doğru bularak âyetin sonundaki mü-bîn
kelimesine "iğrenç" mânasını vermeyi yeğledik. Çünkü apaçık olan
günah, açıkta duran günah anlamına geldiğine göre, açıkta duran pislik de kokar
ve iğrenç bir hal alır. Buradaki "apaçıklık", iğrençliği, rahatsız
ediciliği ve bulaşı-cılığı ifade etmektedir.
İşlediği hatayı veya günahı başkasına atan insan hem kendi şahsiyetini,
erdemini çürütmekte, hem de toplumun asaletini yozlaştırmaktadır. Demek ki Nûr
sûresinin 11. âyetinde geçen ifk kavramıyla Nisa sûresinin 112. âyetinde geçen
bühtan kavramları iftira anlamına gelmelerine rağmen aralarında derin bir fark
vardır.
İfk denen iftira genelde başkasına işlemediği bir suçu işlemiş gibi göstermek
iken, bühtan kendi işlediğini başkasına atmaktır. Sonuçta ikisi de iftiradır
ama bühtan daha kötü bir iftira durumunun adı olmaktadır. İkisinin müşterek
tarafı "atma" fiilidir. Gerek Nisa sûresinin 112. âyetinde gerekse
Nûr sûresinin 4. âyetinde bu fiil geçmektedir. İfk de olmayan bir fiili,
bühtanda ise olan bir fiili başkasının üstüne atmak vardır. Meselâ birini
öldürüp de suçu başkasına atmak bühtandır ifk değildir. Fakat işlemediği bir
zina fiilini başkası için o işlemiştir demek ifktir, bühtan değildir. Ama bazı
âyetlerde bühtan ifk anlamında da kullanılmıştır (Nisa 4/156).
Açıklanan son üç âyetten şu neticeye varabiliriz: Allah insan ruhunu
karartan, erdemini alıp götüren, şahsiyetini çürüten ve toplum hayatmı kirleten
ve asaletim yaralayan eylemleri açıklayarak ahlâk dersi vermektedir.
112. âyette geçen hatîeh kelimesi "kasıtsız olarak yapılan küçük
günah"; ism ise "kasıtlı, bile bile yapılan günah"tır. Bu tür
günahları insanlardan saklamak mümkün ama Allah'tan saklamak mümkün değildir.
Son üç âyeti 108. âyete bağlamak gerekiyor. Sosyal kontrol her yere özellikle
insanın iç dünyasına ulaşamaz, ama Allah hem görüneni hem de insanın iç
dünyasını bilir. İnsanlardan kaçırılan planlar ve niyetler, Allah'tan
gizlenemez.[157]
113. Allah'ın sana lutfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir güruh seni
saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir
zaman zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana
bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lutfu sana gerçekten büyük olmuştur.
Âyeti kısımlara ayınp açıklamayı daha uygun buluyoruz:
1.
Allah'ın sana lutfu ve
rahmeti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Âyetin bu
kısmını 107. âyetle ilişkilendirip tarihî boyutuyla ele aldığımızda, burada
kendi kendine ihanet eden Tu'me ve ailesi kastedilmektedir. Hırsızlığı yapan
Tu'me, suçu bir yahudinin üzerine atarken, Hz. Peygamber'in huzuruna gelip
yalan yere yemin ederken, Hz. Peygamber'i hüküm verirken saptırma düşüncesi
taşıyordu. Âyette geçen güruh, Tu'me'nin kabilesidir. Saptırmadan kasıt da,
sorgularken vereceği kararda hata etmesidir.
Onların bu saptırma niyet ve eylemlerini Hz. Peygamber'den uzaklaştıran "Allah'ın fazlı", yani lütuf ve rahmeti olmuştur. Hz. Peygamber gaybı bilmediğjjçin, böyle kötü etkilerin etkisinden kendisini koruması mümkün değildi. Eğer ben gaybı bilseydim elbette hayrı çoğattirdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı (A'râf 7/188).
Bu âyette Hz. Peygamber'e Allah gaybı bilmediğini insanlara ilân etmesini
istemektedir. Gaybı bilmek demek her zaman iyiyi işlemek ve çoğaltma imkânına
sahip olmak, kötülüğün geleceği yönü ve ânı bilmek demektir. Bunu bilmek de
ondan korunmayı temin edecektir. Gaybı bilmeyen Hz. Peygam-ber'in Tu'me ve
ailesinin hukuku yanıltma gayretlerini kendiliğinden tesbit edemeyeceğini Nisa
sûresinin 113. âyeti belirlemektedir. Demek ki peygamberler bile kötü etkilere
açıktırlar ve bu etkilerin tesiri altında kalabilirler, ama Allah kendi
müdahalesiyle bunu engellemektedir. Onun için bu âyette, Allah'ın lutfu ve
rahmetinin devreye girdiği hatırlatılmaktadır.
Yûsuf sûresinin 24. âyetinde bu müdahaleye "rabbinin burhanı"
denmektedir. Buradaki burhan "işaret ve ikaz şeklinde olan müdahale"
anlamına gelmektedir. Demdeki fazl ile burhan hemen hemen aynı anlama
gelmektedir. Allah'ın fazl ve burhanı gereği müdahale edip, peygamberini
kötülerin etkisinden kurtarması, onların bu etkilerden kendi irade ve
güçleriyle kurtulmalarının çok zor olduğunu ifade etmektedir.
Bu noktadan hareket edersek, Felâk süresiyle Nâs sûresinin kötülerin
etkisinden kurtulmak için indirildiği sonucuna ulaşabiliriz.
Nisa sûresinin 113. âyetindeki dalle fiilini "saptırmak"
anlamına değil de "tereddüde düşürmek, kararında yanlış yaptırmak"
mânasına almak daha doğru olacaktır. Bu mânaya alırsak âyetin başında geçen
fazl kelimesini "hidayet" anlamına alabiliriz. O zaman Duhâ
sûresinin 7. âyetine gitmek gerekir: sasirmis bulup da yol göstermedi mi?
Herhangi bir şeyde şaşırıp çıkış kapısını buldurması fazl veya hidayet anlamına
gelmektedir.
2. Onlar sadccc kendilerini
saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah'ın lutfu ve rahmeti gelmekle
nasıl bir değişim oldu? Bunun cevabını âyetin yukarıdaki kısmı vermektedir.
Tu'me ve kabilesinin yalan yere yemin ederek, Hz. Peygamber'i kararında
yanıltmalarının etkisini kendilerine çevirtmekle Hz. Peygamber'e lutfunu,
zararlarından korumakla da rahmetini icra etmiştir.
Âyetin bu kısmıyla Allah önemli bir ilkeyi gündeme getirmektedir: Yüce
Allah kötülerin etkilerini yine kendilerine çevirmektedir. Sapık insanlar
sadece kendilerini sapıttırırlar. Bunu biraz daha ileri götürürsek, toplumda
birine ya da grupların gruplara zarar vermesi aslında o zararın kendilerine
verilmesi anlamına gelmektedir.
Hukuku yanıltan insanlar, aslında kendilerine zarar vermektedirler.
Çünkü bu konudaki günah zararı verene dönmektedir. Hukuku yanıltmak, toplumun
temellerine dinamit koymaktır ki, çöken toplumun enkazı altında kalacak olan da
o zararı verenler olacaktır.
Âyetin birinci ve ikinci bölümünü Tu'me olayından çıkarıp evrensel
çizgiye taşıyacak olursak, âyetin muhatabının, bütün asırlarda yaşayan nesiller
olduğunu kabullenirsek o zaman çok daha geniş bir alan üzerinde olduğumuz
anlaşılır. Allah burada kültürler arası etkileşimi ele almaktadır. İyilerin
kötüler tarafından nasıl etkileneceğini işlemektedir. Aynı toplumun içinde bazı
grupların hukuku etkileyip yanıltacaklarını, hukukun boşluğundan istifade
ederek insanların haklarını gasbedeceklerini gündeme taşımaktadır. Gelişmiş
toplum, suçlu kendi ailesinden olsa bile onu savunamayacak olan kültürü ve
hukuku geliştiren toplumdur.
3. Allah sana kitabı, hikmeti
indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Bakara sûresinin 2. âyetinde kitabın
ne olduğu anlatıldı. Hikmet de Bakara sûresinin 269. âyetinde açıklandı. Ancak
burada kitaba iki mâna, yani iki görev yüklemiş olacağız. Birincisi
"kitap" Allah'ın gönderdiği yazılı hukuku ifade etmektedir. Bu durum
Arap toplumunda bir ilktir. Örf ve âdetlerle idare edilen aşiret toplumu yazılı
hukukla gelişmişliğin birinci basamağına yükseltilmiştir. Yazılı hukuk
kendiliğinden objektif, yani tarafsız bir hukuk kavramım getirmektedir.
Diğer taraftan kitap, insanı yanıltmaktan alıkoyan Allah'ın bir
lutfudur. Nisa sûresinin 113. âyetine göre, âyetin başındaki fazl, yani lütuf
ve rahmetin ne ifade ettiğini de açıklamaktadır. Hz. Peygamber'i yanıltacaktan
an, bu âyetler gönderilerek ona rehberlik edilmiş ve uyarılmıştır.
Kitap hukukun yazılı olan kısmını, hikmet de onun hayatın meselelerine
uygulama yeteneği, kültürü ve dehasıdır. Hangi olayın, hangi kanunlarla çözümleneceğini
bilmek ve hukuku yerli yerinde kullanmak hikmeti gerektirir.
Diğer taraftan Hz. Peygambere "Sana bilmediğini öğretmiştir"
demesi, lutfun ve rahmetin hikmetle beraber diğer parçalarını teşkil
etmektedir. Âyetin "Sana bilmediğini öğretmiştir" kısmını, Alak
sûresinin 5. âyetine bağlayabiliriz: "insana bilmediklerini
öğretti." Genel mânada Allah'ın uygulaması insanlara bilmediklerini
öğretmektir. Diğer taraftan âyetin bu kısmını Şûra sûresinin 52. âyetiyle de
irtibatlandırabiliriz: "Sen kitap nedir; iman nedir bilmezdin." Demek
ki kitabı ve hikmeti Hz. Peygamber'e göndermekle ona bilmediklerini
öğretmiştir.
4. Allah'ın sana olan lutfu
gerçekten büyüktür. Âyetin sonundaki fazl ile başındaki fazl aynı anlama
gelmektedir. Demek ki lütuf kitabın ve hikmetin verilmesi, bilmediğinin
öğretilmesidir.
Âyetin bu bölümünden şu neticeleri çıkartabiliriz: Kötülerin etkisinden
korunabilmek için kitabı ve hikmeti bilmek gerekiyor. Kitap ve hikmeti bilmek,
kötülüklere karşı bağışıklık sistemini güçlendirmektir. Gençleri kötü etkilerin
dışında tutabilmek için onlara Kur'an'ı ve akıllarını kullanmasını öğretmek
gerekiyor. Aklını kullanmayı hikmetin yerine koyarsak, kitap ile akıl insanları
kötü etkilerden koruyacaktır diyebiliriz.
Bilinmeyen alanları araştırarak bilinir hale getirmek manevî bağışıklık
sistemini canlı tutar. Çalışıp kanunlar üzerinde kafa yoran insanlara Allah
ilham ederek bilmediklerini öğretir. Bilinmeyen üzerine zihnini yoğunlaştırarak
araştırma yapan insanlara Allah lütfederek bilinmeyeni bilinir hale getirir. Bu
da insanlığın gelişmesine, yenilenmesine ve canlı kalmasına yardım eder.
Bilinmeyeni öğretmek bilimin ahlâkı olmalıdır. Bilinenleri tekrar etmek
öğretim faaliyetinin çürümesine, geri gitmesine sebep olmaktadır. Bilinmeyeni
öğretmek, ilâhî uygulamayı yeryüzüne indirmek ve Allah'ın lutfuna mazhar
olmaktır. Bilinmeyenleri öğretenler anne gibi insanlığa hayat verip devamını
sağlamaktadırlar. Diğer taraftan bilinmeyenleri öğrenenler de büyük bir lutfa
mazhar olmaktadırlar.[158]
114. Onların fıstldaşmalannın birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir
sadaka, "bir iyflik, ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyeri(İn
fisıldaşması)'hiiistesnadir. Kim Allah'ın zâsîrtt elde etmek için bunu yaparsa,
W* ona yalanda bâyük bir mükâfat vereceğiz.
Bu âyeti Nisa sûresinin 108. âyetine bağlı olarak açıklamak gerekir:
"insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin,
Allah'ın razı olmayacağı sözü düzüp dururken, O, onlarla beraber idi. Allah
yaptıklarını kuşatıcıdır." Nisa sûresinin 114. âyetindeki s£ necvâ
kelimesi "iki kişi arasındaki sır" mânasına gelir. Mücâdele
sûresinin 7. âyetinde, "iki veya daha çok kişinin kendi aralarında
fısıldaşmalan" demektir. İsrâ sûresinin 47. âyetinde de
"fısıldaşmak" anlamına gelmektedir. Fısıldaşmak için bir araya
gelmelerinin anlamı "toplantı" yapmalarıdır.
1. "Onların
toplantılarının çoğunda hayır yoktur." Âyette geçen necvâ kelimesini 108.
âyette geçen Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmayacağı sözü düzüp kurarken
ifadesiyle eşleştirmek gerekiyor. Münafıklar Hz. Peygamber'e zarar vermek için
geceleyin toplanıyor ve aralarında çeşitli uygulamalar için fikir
tartışmasında bulunuyorlar. Buna 114. âyette fısıldaşma toplantısı adı
verilmektedir. Toplantının gece yapılmasından dolayı 108. âyette gece ifadesi
yer almaktadır. Necvâ ile geceyi bir araya getirirsek "gece
toplantısı" anlamını ifade edecektir.
Her iki âyeti evrensel boyuta taşırsak, günümüzde hakikati boğmak,
Allah'ın yolunu tıkamak için yapılan toplantılar, kurulan paktlar yapılan konuşmalar,
hazırlanan planlar ve fısıldaşmalann aynı amacı taşıdığı anlaşılır.
Münafıkların yapacakları saldırmazlık paktlarında bir hayır yoktur;
çünkü onların menfaati uğruna kurulduğundan başkalarının faydasını düşünmezler.
Kendi zararları ortadan kalkınca paktı dağıtmaya çalışırlar. Kurdukları
birliklerin amacı iyiyi barışı dünyaya yaymak değil tam tersine kendi
kültürlerini ihraç etmek, ekonomik bakımdan başka toplulukları sömürmek ve
kendi güvenliklerini garanti altına almaktır.
Âyetteki necvâ kelimesini yazılı, sözlü ve görüntülü basın olarak da
düşünebiliriz. Münafık insanların yazdıkları kitap, makale ve yaptıkları programlarda
içerik olmadığından hiçbir fayda yoktur. Maksatları insanlara bir şey vermek
değil insanları oyalayıp kendi reklamlarını yapmaktır.
Günümüz dünyasında İslâm'a, yani Kur'an'a karşı takınılan tavrın ar-
diklerini, kendi aralarında fısıldaşırken de o zalimlerin: 'Siz
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini çok iyi biliriz
(İsrâ 17/47).
Münafıklar paktlar ve birlikler kurarlar. İslâm'a gönül veren müminleri
oraya çağırıp konuştururlar. Onları dinlerken maksatları kötü olduğundan,
konuşmalarından birtakım neticeler çıkartıp onları mahkûm etmenin veya
kötülemenin yolunu seçerler. Müminleri dinledikten sonra kendi aralarında
fısıldaşarak ayrı toplantılar yaparak müminlerin konuşmalarını değerlendirirler,
onların en büyük değerlerine hakaret etmekten de geri durmazlar. O değerlere
saldırıda bulunan kitap, makale yazarlar; film çevirirler.
Dikkat edilirse âyette "birçoğunda" ifadesi yer almaktadır.
Bunun anlamı şudur: Birçoğunda fayda yoktur ama çok azında fayda vardır, yani
toplumlar arası barışı gerçekleştirecek, topluma fayda verecek bazı toplantı
ve fı-sıldaşmalan olabilir. Ama En'âm sûresinin 112. âyetinde bu hakikati
boğmaya çalışan ve bu tip toplantıları düzenleyenleri düşman olarak ilân
etmektedir:
Böylece biz peygamberlere, insan ve" cifTşeytanTarını düşman
kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar."
Geceleyin Allah'ın razı olmayacağı sözleri düzüp kuranlar, birbirlerine
yaldızlı sözler öğreterek, fısıldayarak düşmanlık yapanlar, dinledikleri halde
müminlerin peygamberlerine hakaret edenler insanlığa iyilik getirmeyen toplantılar
peşinde koşanlardır. Yüce Allah Nisa sûresinin 114. âyetinde mümin-
2. Hangi toplantılar iyidir?
Bir kuruluşun, birliğin, paktın, kongrenin ve eylemin hayırlı olup olmadığı
âyetin devamında verilmektedir.
a) Âyette sadakayı isteyen ya
da "sadakayı emreden" ifadesi yer almaktadır. Sadakayı isteyen bir
toplantı denince, toplumlar arası ekonomik ilişkileri düzenleyen, fakir
insanlara veya ülkelere yardımı esas alan toplantılar kastedilmektedir.
Fakir fert veya milletlere ekonomik yardımı esas alan toplantıları
Allah hayırlı toplantılar olarak nitelendirmektedir. Necvâ kelimesini medyadaki
yazılar, makale ve paneller olarak düşünürsek insanlan ekonomik yardımlaşmaya
teşvik eden bütün yazılar, konuşmaların hayır getireceğini söyleyebiliriz.
Fakirlikle mücadele veren her toplantı iyidir. Çünkü Tevbe sûresinin 103.
âyetine göre yardımlaşma hem ferdin ruhunu hem de toplumu kıskançlığın
kirlenmesinden temizler.
b) Âyette geçen ma'rûf kelimesi
"iyilik" anlamına gelmektedir. Mâruf olanı emreden bir toplantının
anlamı, eğitim faaliyeti için yapılan programları, kongreleri ve bütün
eylemleri kapsamına almaktadır. İyi ve yararlı iş üreten ve üretmeye teşvik
eden bütün kitap, makale, sempozyum ve diğer toplantıları ifade etmektedir.
İyiyi beslemek, geliştirmek ve yaymak için yapılan konuşmaları, toplantıları
yüce Allah iyi olarak değerlendirmektedir. Âyetteki "iyiyi emreden"
ifadesi, iyiyi dünyaya yayan ve kötüye geçit vermeyen faaliyeti ifade etmektedir.
Dikkat edilirse önce ekonomik yardımlaşma sonra iyiyi emretmek gündeme
getirilmektedir. Bunun anlamı ekonomisi düzgün olmayan toplumlarda iyinin
ağacına su dökmenin ve onu büyütmenin zor olduğudur. Fakirlik azaldıkça iyiyi
yaşatmak ve yaymak kolaylaşır. Fakirlikten inleyen toplumlar iyinin
öğretilerini duymaz.
Açlık kulakları tıkar, gözleri görmez hale getirir. Açlık iyinin
yayılması için yapılacak faaliyetin gücünü, dermanını keser. İyinin yayılması
için ekonomi bir güçtür, bir dermandır ve bir enerjidir. Ekonomik gücün
ulaştığı yere kadar iyinin ırmağı ulaşır. Elektrik enerjisini uzaklara taşıyan
teller olduğu gibi iyiyi de uzaklara taşıyan ekonominin gücüdür.
c) İnsanların arasını
düzeltmeyi öngören... Âyetteki ıslah kelimesi "düzeltmek" mânasına
alınacağı gibi "barış" anlamına da alınabilir. Bozulan sosyal
ilişkileri düzeltmek, bozulan milletlerarası ilişkileri düzeltmek, bozulan
barışı yeniden tesis etmek bu âyetin kapsamına girmektedir. Saldırmazlık paktı
veya barışı temin eden kuruluşlar da âyetin içeriğinde yer almaktadır. Ailede,
toplumda ve milletler arasında banşı sağlamak için yapılan toplantıların
hepsine dikkat çekilmektedir.
Görüldüğü gibi ekonomi, eğitim ve siyaset alanlarını içine alan bu âyet
sosyal hayatın tamamını kapsamaktadır. Ama bunların âyetteki sıralanış biçimi
çok manidardır. Ekonomiden eğitime, oradan siyasete giden bir yol izlen-
inektedir. Ekonominin güçlü olması eğitimin güçlü olmasına, ekonomi ve
eğitimin güçlü olması da güçlü siyasete bağlıdır. Ekonomisi zayıf olan toplumun
eğitimi güçlü olamaz, ekonomisi ve eğitimi zayıf olan toplumun da siyaseti
güçlü olamaz. Fakiri olmayan, yardımlaşma kanallarını iyi işleten toplumlar
ekonomik açıdan güçlü demektir. Âyetin bu bölümü ekonomiyi bir bakıma alt yapı
olarak görmektedir.
3. Niyet Allah'ın rızâsı
olmalıdır. Ve bütün bu güzel eylemleri Allah'ın rızâsını kazanmak için yapana
zamanı geldiğinde büyük bir mükâfat vereceğiz. İşte ekonomi denen alt yapının
alt yapışım da "Allah'ın rızâsını kazanma" niyeti oluşturmaktadır.
İyiyi ve barışı emreden, yardımlaşmayı öngören, isteyen toplantı veya yazılarda
hayır vardır. Bütün bu toplantı, organizasyon konuşma ve yazışmalar Allah'ın
nzâsı uğruna yapılınca büyük ödül kazanılmaktadır.
Ekonomik teşkilâtlanmalar, eğitimin daha verimli ve kaliteli olması
için yapılan faaliyetler ve insanlığın barış içinde yaşaması için yapılan
saldırmazlık politikalarından amaç Allah'ın rızâsı ise bunlar birer ibadettir.
İbadet de beraberinde ödül getirmektedir. Yüce A\\aihburada,büyük ödülün ne
olduğunu belirlememektedir. Ödülün ne olacağını kendisine bırakmaktadır. Allah
bu âyetle faydalı konuşma, yazma ve toplanmanın ölçüsünü vermektedir. Fakat
münafıkların faydalı faaliyette bulunmasının çok zor olduğuna da dikkati
çekmektedir.
Bu âyette geçen mâruf kelimesini iyi olarak alınca, ahlâk alanında olduğumuzu
söyleyebiliriz. O zaman ekonomi, ahlâk ve siyaset üçlüsünü sıralamak gerekir.
Mâruf kelimesi "örf"ten türediğine, örf de hukukî bir kaynak olduğuna
göre örf yerine hukuk diyebiliriz. O zaman da ekonomi, hukuk ve siyaset
üçlüsünden bahsedebiliriz. Islah kelimesine siyaset dememizin asıl sebebi,
barışın ve düzeltmeyi yapacak olan eylemin adına siyaset denmesin-dendir.
Bu üç kavram hayatın bütününü kapsamakta ve diğer müesseseleri içine
almaktadır. Bunları ekonomi, eğitim, hukuk, ahlâk, barış, ıslahat ve siyaset
şeklinde sıralayabiliriz. Bunların hepsi toplumun üzerine oturduğu temel
taşlardır. Konuşmalar, yazılar, toplantılar, düşünceler ve eylemler bunlar üzerine
cereyan etmeli onların sorunlarını çözmeye yönelik olmalıdır. Çözümlerde daima
Allah'ın rızâsı aranmalıdır.[159]
115. Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı
çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu oyönde bırakırız ve cehenneme
sokarız, o ne kötü bir yerdir.
Bu âyeti tarihî boyutuyla ele alırsak, hatırlanacağı gibi önceki
âyetlerin iniş sebeplerinden biri, Tu'me'nin yaptığı hırsızlığı, bir yahudinin
üzerine atmasıydı. Bu sebepten hareket edersek şu noktaya varabiliriz: Âyet,
Tu'me'nin ailesiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzurunda yalan söyleyerek onu
yanıltmasını önledi, Hz. Peygamber'i yanlış karar vermekten korudu ve Tu'me'nin
iftirasını ortaya çıkardı. Bu olay Tu'me'nin Hz. Peygamber'le olan bağlarını
koparmaya sebep olmuştur. 115. âyet bu bağların kopmasını ele almakta ve işi
sonuna kadar götürmektedir.
Âyette geçen şikak kelimesi şu mânalara gelmektedir: "Bir şeyi yarmak,
nehrin mecrasını kazmak"; toprakla beraber kullanınca "yeri
sürmek"; sabahla kullanılınca "sabahın belirmesi; azı dişinin
çıkması; bitkinin ilk olarak belirmesi; karşı gelmek, isyan etmek; cemaatten
ayrılmak; işin güç gelmesi; şimşeğin uzun zaman çakması."
1) Göz göz yarmak. Kur'an'da çeşitli âyetlerde
farklı şeylerin yarılması mânasında geçmektedir. Meselâ taşın yarılması (Bakara
2/74), ayın yarılması (Kamer 54/1) ve bitkiyi çıkarması için toprağın yarılması
(Abese 80/26). İçinden su akması için taşın yarılması; kıyametin kopması anında
gök gezegenlerinde olacak olan değişimin ayda yarılma şeklinde tecelli etmesi,
bitkinin dışarıya çıkması için yerin göz göz yarılmasını ifade etmektedir.
2) Yük yüklemek. Bu anlamda Şuayb
peygamberle Hz. Musa'nın konuşmasında yer almıştır: "Sana fazladan yük
yüklemek istemem." Bunun anlamı insanın altmdan kalkamayacağı yükü
yüklenip meşakkat altına girmesidir.
3) Çekişmek. Sonra kıyamet gününde
(Allah) onları rezil eder ve der ki: Kendileri hakkında (müminlerle)
çekiştiğiniz ortaklarım nerede? (Nahl 16/27). Bu âyette "tü-şâkkun"
kalıbıyla kullanılan kelime, "ayrı düştüğünüz, düşman kesildiğiniz,
çekiştiğiniz" mânalarına gelmektedir. Biz bunlardan çekişmeyi uygun
bulduk.
4) Parçalanmak. "Yarılmak"
mânasına çok yakın düşmekle beraber küçük bir fark bulunmaktadır. O gün ki, gök
bulutlarla birlikte bütün yüküyle parçafanacak ve birbiri ardından melekler
indirilecektir (Furkan 25/25). Gök parça parça varıldığı ve (yanık) yağ gibi
kizıllaştığı zaman (Rahman 55/37). Kıyamet gününde göğün değişimi anındaki
durumunu anlatırken Allah bu kelimeyi "parçalanma" anlamında
kullanmaktadır.
5) Büyük sıkıntı. Nahl sûresinin 7. âyetinde
psikolojik anlamında yer almaktadır: Kendinizi büyük sıkıntılara sokmadan
varamayacağınız nice yerlere yükünüzü onlar taşır. Büyük sıkıntı "can
zahmeti" anlamına gelmektedir. Âyette nefis kelimesiyle şıkk kalıbında
birlikte kullanılmaktadır. "Canı çatlatan sıkıntı" demektir.
6) Meşakkat. Eğer yakın bir dünya malı
ve kolay bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat
meşakkatli yol onlara uzak geldi (Tevbe 9/42). Vatanı korumak üzere, sınır
boylarında askerlik yapmak için çıkılan yolculuğun zorluğunu ifade etmektedir.
Böyle bir görev insana meşakkatli gelir.
7) Çetin, şiddetli. Yüce Allah Ra'd sûresinin
34. âyetinde dünya azabı ile âhiretteki azabı mukayese ederken bu kelimeyi
kullanmaktadır: Böyleleri için dünya hayatında zaten bir azap vardır, âhirette
ki azap ise daha da çetin olacak.
8) Çıkmaz. Çaresjzliği, anlaşmazlığı,
çıkış yolu bulamamayı ifade etmek-
tedır: Eğer onlar da sizin inandığınız gibi 'inanırlarsa doğru' yolu
Bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka çıkmaza sapmış olurlar... (Bakara2/137).
Yüce Allah inançsızlığın bir çıkmaz yol olduğunu ifade ederken bu kelimeyi
kullanmaktadır. Buradaki şikak kelimesi "anlaşmazlık, ayrılık"
anlamına da gelmektedir.
9) Aranın açılması.
Nisa sûresinin 34. âyetinde
şikak kalıbında "eşlerin arasının açılması" anlamına gelmektedir. Bu
aynen Kamer sûresinin 1. âyetinde geçen "ayın yarılması" anlamım
taşımaktadır. Ayın yarılması kıyametin kopmasının işareti olduğu gibi, ailede
eşlerin arasının açılması da aile içi kıyametin kopmasıdır.
bir deneme (vesilesi) yapar. Zalimler gerçekten derin bir yanılgı
içindedirler. Buradaki şikak kelimesine "ayrılık" mânası da
verilebilir. Yanılgı doğrudan insanı ayırdığı için, yanılgı mânasını vermeyi
daha uygun bulduk.
10) Tefrika. Sâd sûresinin 1-2. âyetleri
şöyledir: "Sâd. Öğüt veren Kur1-an'a yemin ederim ki, küfredenler, (iddia
ettiklerinin) aksine, bir gurur ve tefrika içindedirler." 2. âyetteki
şikak kelimesine sosyal mâna yüklendiğinde sosyal parçalanmayı, yarılmayı ve
bölünmeyi ifade etmektedir. Psikolojik mânada gurur içinde olanların, sosyal
yapılarında çatlamalar meydana gelecektir. Yüce Allah bu sosyal çatlamaları,
yani tefrikayı şikak kelimesiyle ifade etmektedir. Bu tefrika da yanlış yollara
sapmaktan başka bir şey değildir.
11) Düşmanlık. Hûd sûresinin 89. âyetinde
Şuayb peygamberin kavmine konuşurken kullandığı bir kelime olarak karşımıza
çıkmaktadır, Ey kavmim! Sakın bana karşı olan düşmanlığınız, Nûh veya Hûd
kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler gibi size de bir musibet
getirmesin! Ayette şikak kalıbında gelen kavram "ayrı yol tutarak düşmanca
tavır sergileme"yi ifade etmektedir.
12) Koparmak. Enfâl sûresinin 13 ve Nisa
sûresinin 115. âyetinde "koparmak" anlamım ifade etmektedir. Kopan
ilişki bağlandır.
Onların kendilerini Allah'tan ve O'nun elçisinden koparmış olmaları
yüzündendir (Enfâl 8/13). Nisa sûresi 115. âyetinde "peygamber ile bağını
koparan" mânasını verirken peygambere karşı gelmeyi ifade etmiş oluyoruz.
Toprağın, taşın ve ayın yarılması ve kıyamet günü göğün parçalanması
ile fizikî; çekişmek, meşakkat, çetin çıkmaz, aranın açılması, yanılgı, düşmanlık
ve bağlan koparmak, yük yüklemek ve tefrika mânalanyla psikolojik ve sosyolojik
alam ilgilendirmektedir. Şikak kelimesinin mânasının açıklanmasından sonra
âyetin analizine geçebiliriz.
1.
Doğru yolun bilinmesinden
sonra peygamberden kopmak: Kendisine hidayet bahşedildikten sonra ifadesinde
önemli bir eğitim faaliyeti yer almaktadır. Tebeyyene kelimesi "belli
olduktan, bahşedildikten, öğretildikten, açıklandıktan (sonra)"
mânalarına gelmektedir. Hüdâ kavramı da burada "doğru yol" anlamını
ifade etmektedir. Doğru yol kendisine öğretildikten sonra peygamberden bağları
koparmak, ona düşmanlık beslemek, ona karşı gelmek Allah tarafından kınanmakta
ve cezaya lâyık görülmektedir.
Doğru yolun açıklanması, öğretilmesi bir din eğitimi faaliyetine işaret
etmektedir. Bu da din eğitiminin amacının doğru yolu öğretmek olduğunu
gösterir. Zaten Kur'an'ın gelişinin ana sebeplerinden biri doğru yolu insanlara
öğretmek, o yolun nelerden teşekkül ettiğini açıklamaktır.
Doğru yolun ne olduğu bilgisi kendisine ulaşan insanın, buna rağmen
peygamberden bağlarını koparması durumunda hükmünün ne olacağı bu âyette
anlatılmaktadır. Bunun anlamı şudur: "Doğruyu öğrenen, o bilgiye sahip
olan insan, o bilgiye ihanet edemez ve etmemelidir. Bunu yapan insan iki çeşit
günah işlemektedir: Bir taraftan sahip olduğu bilgiye ihanet ediyor, diğer taraftan
da peygamberle olan bağlarını koparıyor. Bu durum bir bakıma Âl-i İmrân
sûresinin 86-91. âyetlerinde açıklanan mürted, yani imandan sonra inkâra
dönenin halini gündeme getirmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 86. âyetinde
"Kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkarcılığa sapan bir
topluluğu" derken, burada "kendisine doğru yol açıklandıktan sonra
peygamberle bağlarını koparan" ifadesine yer verilmektedir. Aslmda çok
küçük farklılıklarla aynı konu üzerine yoğunlaşmaktadır.
Başka bir açıdan bakınca şu neticeye varmak mümkündür: Doğru yolun
bilgisi peygamberle olan bağlan kurmakta ve kuvvetlendirmekte olan bilgidir.
Öyleyse doğru yol denen din, insanlar arasındaki psikolojik ve sosyal bağlan
kuran değerlerinin bütününü teşkil etmektedir diyebiliriz. Sevgi, saygı,
hoşgörü, merhamet, sadakat, yardımlaşma, değer verme ve hukuk bağlamım
kurulması, çalıştınlması ve kuvvetlendirilmesi bu doğru yol bilgisine bağlıdır
ve onunla hayata geçirilecektir.
Diğer taraftan âyetteki şikak kelimesine bağlann kopmasınm ötesinde
düşmanlık mânasını verirsek şöyle bir genelleme yapabiliriz: Doğru yolun
bilgisi, düşmanlık duygusunu ve onun hayata yansımasını ortadan kaldırmanın
bilgisidir. Hidayet yolunda düşmanlığa, kopmaya ve tefrikaya yer yoktur.
Böylece Allah doğru bilginin düşmanlığı nasıl erittiğini, sevgi bağlarını nasıl
kuvvetlendirdiğini gündeme getirmiştir.
Doğru yolun bilgisinin bu güçlü etkinliğine rağmen, onun tersini yapan
insan aslında ayın parçalanması kadar büyük bir iş yapmaktadır. Ayın parçalanması,
göğün yarılması kıyametin işaretidir: Doğruluk bilgisine ters düşmek de insanı,
insanlararası bağların kopmasına götüreceğinden sosyal kıyametin meydana
gelmesine sebep olacaktır. Sosyal parçalanma ve tefrikaya işaret etmek için
Allah burada şikak kelimesine yer vermiştir.
2. Peygamberden bağım koparan
kişi, müminlerin yolundan çıkarak başka bir yola girecektir. Böylece Allah aynı
değerler etrafında toplanan insanların davalarından ve ideallerinden
kopmalarına dikkat çekmektedir. Doğru yolun bilgisinin oluşturduğu iman ve o
imanın meydana getirdiği grup psikolojisinden sapmak ve başka bir yola girmek
şahsiyet parçalanmasının işaretidir. "Sürüden ayrılanı kurt kapar"
anlayışının ifade ettiği gibi, yolundan ayrılan müminleri cehennem kapar demek
uygun düşmektedir.
3. Onu o yönde bırakırız. Yüce
Allah insanın isteğine değer vermekte olduğuna işaret etmektedir. Kulun
seçeneği, doğru yoldan çıkmak ise Allah buna müsaade etmekte ve asla onu
zorlamamaktadır. Bilgisine rağmen peygamberlerle bağlarını koparan ve müminlerin
yolunun dışındaki bir yola sapan kişinin bu tercihine karşı çıkmayan Allah
"Onu o yönde bırakırız" fermanını vermektedir.
4. Varılan yer cehennemdir.
İnsanın iradesi tecelli edip tercihini yapınca bu eylemine göre Allah onu
değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. İnsanın iradesi ve eylemi, ilâhî
değerlendirmenin şeklini ve yönünü belirlemektedir. İnsanın tercih ve eylemi
cehennemden yana ise Allah onu vermektedir. Doğru yolu öğretip insanın gönlünü
tevhid inancıyla ilişki kurdurarak gerekli olan bağlan sağladıktan sonra,
insanın iradesi bu yoldan çıkmak ve bu bağları koparmaktan yana tecelli
ediyorsa, Allah da buna müsaade etmektedir. Müminlerin yolunun dışındaki yol
cehenneme çıkıyorsa, o da cehenneme varacaktır.
Bilginin ve hidayetin çare etmediği yerde cehennem ateşi alevlenir. Doğrudan ayrılmak, peygamberle olan bağlan koparıp düşmanlık yapmak bu cehennem ateşini şiddetlendirir ve insanlığın bütün erdemlerini yakıp kül eder. Âyetteki çok kötü yer olan cehennemi dünyevî ve uhrevî olarak ele almak ve anlamak gerekiyor. Çünkü bağlan koparıp tefrika yaratma Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde cehennem çukuru olarak nitelendirilmektedir.[160]
116. Allah kendisine şirk koşülniasıriı asla bağışlamaz; şirkten başka
günahlarr dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şîrk koşarsa büsbütün
sapttmıştır.
Bu âyet sanki Nisa sûresinin 48. âyetinin bir tekrarı olmaktadır.
Kur'-an'da tekrar gibi görünen âyetleri kimyadaki formüller tarzında ele almak
gerekiyor. Meselâ suyun birleşimindeki hidrojen ve oksijen, aynı zamanda
sülfirik asidin birleşiminde, oksijenli suyun birleşiminde de vardır. Ama bu
birleşimler suyun aynısı değillerdir. Aynı şekilde yüce Allah benzer âyetleri
farklı muhteva içinde kullanmakta, ama orada farklı bir oluşum meydana
getirmektedir.
Nisa sûresinin 48. âyeti yahudilerin, daha sonra kitap ehlinin İslâm'a
karşı olan hatalarının, bundan döndükleri takdirde affolacağını beyan etmekte
ve bu yolla onları teşvik etmektedir. Bu teşvikinde genel af ilân ederken sadece
şirk koşanlann af kapsamının dışında kalacaklarını beyan etmektedir.
Nisa sûresinin 116. âyetinde ise peygamberden bağlarını koparan müminlerin
gittiği yoldan başka yola sapanların affolma ihtimalini gündeme getirerek
genel af ilân etmektedir. Bu genel aftan müşriklerin istifade edemeyip af
kapsamının dışında kalacaklarını ilân etmektedir. Burada dönüşe bir teşvik
olduğu gibi, şirke sapmamaya da bir uyan vardır. Teşvikle uyan aynı âyetin
içinde yer almaktadır.
Nisa sûresinin 48 ile 116. âyetlerinden şu genellemeyi yapmak mümkündür:
Kalbinde gerçek iman olup şirk koşmayan insan eninde sonunda affolup cennete
gidecektir. Demek ki şirkin bulunmadığı gönül, insanı umumi affın kapsamına
aldıracak ve bir zaman mutlaka cennete götürecektir. îşte şirkin karışmadığı
imanın önemi buradan kaynaklanmaktadır.
Âyette geçen »tli^, dilediği kimse için ifadesi, affın ilâhî dilemeye
bağlı olarak yürürlüğe gireceğine işaret etmektedir. Bu ifadede yer alan ye-şâe
fiilinin faili insan olamaz mı? Eğer onun faili insan olursa mâna şöyle olur:
"Dileyen kimse için affeder", ama bu tip mânaya müfessirler
yanaş-mamaktadır. Kul af dileyecek Allah da onu affetmeyi dileyecektir. Bu iki
dilek bir araya gelip çakışınca af olayı gerçekleşecektir.
Varılabilecek diğer bir genelleme de şudur: Müşrik, şirk günahı için
şirki terketmediği sürece Allah'tan af dileyemez. Şirkin dışında her günah için
af dilenirken, şirkin affı için af dileme imkânını ortadan kaldırmaktadır.
Çünkü şirk bir taraftan Allah'a büyük bir günah (ile) iftira etmektir (Nisa 4/
48); çünkü şirk büyük bir zulümdür (Lokman 31/13). Buradaki zulüm Allah'a
hakkını vermemektir. Allah'ı birlemek O'nun hakkıdır. Şirk koşan bu hakkı
gasbettiği için zulüm işlemektedir.
Âyetin son bölümünde Allah şirk koşanın çok uzak ve şiddetli bir sapıklığa
düştüğüne dikkat çekmektedir. Böylece şirkin tanımını vermektedir: Şirk büyük
bir zulümdür (Lokman 31/13); şirk Allah'a büyük bir günah (ile) iftiradır
(Nisa 4/48); şirk uzak bir sapıklıktır (Nisa 4/116); şirk amelleri boşa çıkarır
(Zümer 39/65); şirk düşmanlık yaptırır (Mâide S/82); şirk cenneti haram kılar
(Mâide 5/72).
Nisa sûresinin 116. âyetine göre şirkten daha büyük bir sapıklık
yoktur. Gönül ekranım Allah'tan başka yere çeviren şirk, insanı rabbinden
uzaklaştırmakta ve kapanması mümkün olmayacak mesafe koymaktadır.
Kur'an'ın genelinde şirk ve müşriklerin durumu açıklanırken Allah
tevhid inancını insanların gönlüne yerleştirmenin önemini; şirkin meydana
getirdiği olumsuzluğu öğretmeyi amaçlamaktadır. Kur'an "insanlıktan şirki
temizlemek ve tevhid inancını yerleştirmek için gelmiştir" dersek hata
etmiş olmayız. Yüce Allah, şirkin gönülde ve insanla Allah arasındaki
ilişkilerde meydana getirdiği kirlenmeyi anlatarak ondan caydırmanın eğitimini
vermektedir.[161]
İ17. Müşrikler, Allah'ı bırakıp yalnızca birtakım kişilerden
istiyorlar ve isyankâr şeytandan dilekte bulunuyorlar.
Yüce Allah şirke açıklık getirirken bu âyette dua kavramını gündeme
getirmektedir. "İstemek, yalvarmak, dilekte bulunmak" yani "dua
etme"nin yönü şirki belirlemektedir. Allah'ı bırakıp başka bir varlığa dua
ederek bir istekte bulunmanın şirk olduğunu söyleyen Allah, böylece günümüzdeki
uygulamaların bazılarında şirk olduğuna da işaret etmiş olmaktadır.
Evlenemeyen, çocuğu olmayan veya herhangi bir problemi olan kişiler bir yatıra
gidip dua ediyorlarsa, onun yardımını umuyorlarsa şirk yapmış oluyorlar. Tevhid
inancını kirleten en önemli davranışlardan biri de budur.
Âyette geçen inâs kelimesi birkaç mânaya gelmektedir. "Kadın"
anlamını ifade edenünsâ kelimesinin çoğuludur. İslâm öncesi Araplar'da putlara
verilen isim olduğu da söylenmektedir. O dönemlerde putların çoğunun dişi
olduğuna inanılıyordu. Demek ki mitolojideki dişi tanrıçaların varlığı da bunu
göstermektedir.
Râzî"ye göre Uzzâ denen put "aziz" kelimesinin
dişisidir. Hasan-ı Basrî de "Arap kabilelerinin her birinin yaptığı putu
vardı. Onlar o putlarına 'falanca oğullarının dişisi' derlerdi" diyor.
Hareketsiz ve cansız olan şeylere de bu adın verildiği de nakledilmektedir.
Görüldüğü gibi cansız ve hareket etmeyen her kabilenin putu Lât, Menât, Uzzâ
denen büyük putlar da dişi olarak kabul edilmekteydi. Yüce Allah dişi olarak
kabul edilen tanrıçalardan dilekte bulunmanın, onlara dua edip derdine çare
aramanın şirk olduğunu vurgulamaktadır.
Âyette geçen inâs kelimesinin "dişi" mânasına başka bir yorum
getirmek de mümkündür. Bakın, (ancak) öteki dünyaya (samimiyetle)
inanmayanlar, melekleri dişi varlık olarak görürler (Necm 53/27). Araplar'ın
melekleri dişi olarak görmesinin konumuzla ne alâkası vardır? Çünkü melekleri
dişi olarak görmek ayrı bir şey, dişi var-
rakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, 'Onlara, bizi sadece
Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler... Burada Allah'a
yaklaştıran varlıkların kimler olduğu cevaplandırılırken "melekler"
olduğu söylenmektedir. Zemahşerî ve ondan sonraki müfessirler, Allah'a
yaklaştıracağına dair tapındıkları varlıkların melek, İsa, Lât ve Uzzâ
olduklarını söylemektedirler.
İnâs kelimesine farklı bir mâna yüklemek mümkün müdür? Bu kelimenin
dişi olması da manidardır. Dişi doğurgan ve çoğalma niteliğinde olduğundan,
Allah'tan başka varlıkları tanrı edinenlerin zamanla farklılık kazanacağını
söyleyebiliriz. Lât, Menât ve Uzzâ'nın yerini, zamanla uğruna ölünen ve öldürülen
ideolojiler alabilir. O putların dişi olmasından, tanrılaştmlan şeylerin
çokluğu, zamanla değişkenliğini anlamak mümkündür.
Zulüm, derin ayrılık ve Allah'a büyük bir günah iftirası olan şirkin
gerçekleşme şekli, Allah'tan başkasına dua ederek faydalar ummaktır. Günümüz
dünyasında da aynı tarzda ama farklı biçimlerde, Allah'ı bir tarafa iterek
fayda beklenilen pek çok tanrı şekilleri vardır. Yüce Allah 117. âyette şirkin
burada kalmayıp isyan eden şeytana tapınmaya kadar uzandığına dikkat
çekmektedir.
İsyankâr şeytandan dilekte bulunuyorlar ifadesiyle yüce Allah insanların,
düşmanı olan şeytandan bir fayda umması ve buna bağlı olarak bir dilekte
bulunmasını da şirkin başka bir çeşidi olarak gündeme getirmektedir.
Dikkat edilirse şeytan "âsi, itaat etmeyen, hayırdan ve iyilikten
arman" mânasına gelen merîd kavramıyla anılmaktadır. Sonbaharın veya
kuruduğundan dolayı yaprakları dökülüp çıplak dallan ortaya çıkan ağaca da
merîd denmektedir. Şeytan da bütün erdemlerden sıyrılmış, fazilet adına hiçbir
şeyi kalmamış bir varlık olduğundan merîd sıfatıyla vasıflandınhnaktadır.
Böyle hiçbir erdemi olmayan, iyilik adına ne varsa sıyrılmış ve cascavlak
ortada kalıp yalın kötülüğü temsil eden şeytandan yardım dileğinde bulunmak
derin ve dönülmesi zor olan bir şirk olmaktadır.[162]
118. Allah şeytanı lanetlemiş, o da "yemin ederim ki, kullarından
bir pay edineceğim" demişti.
Şeytan Allah'ın lanet ettiği bir varlıktır. Allah'ın lanet etmesi onu
kovarak cezalandırmasıdır. Lanetin anlamının bir kısmım, A'râf sûresinin 13.
âyeti
açıklamaktadır: 'in oradan', orada büyüklük taslamak senin haddin
değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. İşte lanetin bir anlamı da
kovulmaktır.
Şimdi Allah'ı bırakıp, lanetlenmiş şeytandan dilekte bulunmanın ne
kadar uzak bir sapıklık olduğu anlaşılmıyor mu? Şeytan lanetlenince, yani Allah
onu rahmetinden kovunca o da karşıt eylemini şu şekilde yapacağını
bildirmiştir: "Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay
edineceğim." "Kullarından belli bir pay edineceğim"in mânası
onları etkilemektir. "Ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun
üzerine oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarım şükredenlerden
bulamayacaksın" (A'râf 716-17). Şeytan kovulduğunda, yani lanetlendiğinde
insanları çeşitli entrikalarla etkileyeceğini ve yoldan çıkaracağını itiraf
etmişti.
"Kullarından bir pay alacağım" ifadesinin bir başka mânasını
da İsrâ sûresinin 64. âyeti vermektedir: "Onlardan gücünün yettiği
kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ;
mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara
aldatmadan başka bir şey vaad etmez."
"Pay almak" insanların görüşlerine, mallarına ve evlâtlarına
ortak olmak anlamına gelmektedir. Aslında pay almak ifadesinin ne olduğunu bir
sonraki âyette şeytanın söylevi açıklamaktadır.[163]
119. Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara
sokacağım ve onlara emredeceğim; hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara
emredeceğim: Allah'ın yaratışını değiştirecekler! Kim Allah'ın yerine şeytanı
dost tutarsa, . elbette ki açık bir ziyana uğramıştır.
Yüce Allah burada insanları şeytana karşı sınırlandırmaktadır. Şeytanın
insanı nasıl etkileyeceğini açıklayarak onun tuzağına düşülmemesinin taktiğini
vermektedir.
a)
Şeytan saptırır. Nisa sûresinin 119. âyetinde
şeytanın saptırması dalle fiili kullanılarak söylendiği halde; A'râf sûresinin
16 ve Sâd sûresinin 81. âyetinde gava fiili kullanılarak ifade edilmektedir. Bu
saptırmayı A'râf sûresinin 17. âyetinde, insanları önlerinden, arkalarından,
sağlarından ve sollarından etkileyerek, onlan şükretmekten uzaklaştırarak,
ayrıca onlara haram lokma yedirterek haya duygularını zayıflatmak yoluyla!
(A'râf 7/20); insanlara hile ile yaklaşarak (A'râf 7/22), vesvese vererek (Nisa
4/5) yapacağını söylemektedir.
b)
Boş kurundular verir. Şeytan
insanları kuruntu peşinde koşturur. Âyette geçen ümenniyennehüm kelimesi
"Boş kuruntulara salacağım" anlamına gelmektedir. Boş kuruntu dibi
belli olmayan emeller, yani onların gönlünde inilmesi mümkün olmayan emel
kuyuları oluşturacağım, dipsiz ümitler meydana getireceğim, yalan, sahte
sevdalar, tutkular salacağım, bâtıl düşünce, felsefe ve idealler peşine
koşturacağım demektir. Gerçekle alâkası olmayan düşünce, ideal ve sevdalar
peşinde koşan insanların şeytanın etkisi altında oldukları bilinmelidir.
c) Hayvanların kulaklarını
kesmeyi emreder. Şeytanın üçüncü etkileme yolu, insanların hayvanlara olan
sapık müdahalelerini temin etmektir. Âyetin bu kısmının tarihî boyutu şöyledir:
Araplar Bahîra dedikleri develerin kulaklarını keserlerdi. Onlar, deve beş
kere doğurup beşincisinde erkek yavru doğurursa, o devenin kulağım deliyor ve
ondan istifade etmeyi kendilerine haram kılıyorlardı. Başka bir açıklamaya göre
putlara ibadet olsun diye deve, sığır ve davarların kulaklarım deliyorlardı[164].
Âyetin bu kısmını tarihî boyutu içine hapsetmek doğru değildir. Bakara
sûresinin 35. âyetinde Hz. Âdem ve hanımına ağaca yaklaşmamaları yasaklandığı
gibi, Semûd kavmine de dişi deveye yaklaşmaları yasaklanmıştı. Allah insanlann
geçim kaynaklarına kötü müdahalenin olmasını yasaklamaktadır. Hz. Âdem
döneminde insanlann geçimi ağaç meyvelerinden, Semûd döneminde de
hayvancılıktan temin ediliyordu.
Araplar'ın döneminde ise hayvanların kutsallaştınlması meselesi gündeme
gelmişti. Şeytanın bu kutsallaştırmada rolünün olduğunu bu âyet gündeme
taşımaktadır. Şeytan insanla hayvan arasındaki ilişkileri bozmakla ekolojik
dengeyi bozacağını söylemektedir. Nitekim âyette geçen tebk kelimesi "kesmek",
tebtik de "parçalamak" anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse bu
âyette "saptıracağım" ve "Boş kuruntulara salacağım"
ifadeleri ya da etkileşim insanın kendisiyle alâkalıdır. Ama "Onlara
emredeceğim, onlar da hayvanların kulaklarını kesecekler" etkisi ise insanla
hayvan arasındaki ilişkileri içermektedir.
Aslında "kulak" kavramının kafa ile alâkası vardır.
"Parçayı söyleyerek, bütünü kastetme" ilkesinden hareket ederek kulak
kesmenin kafayı kesme anlamına geldiğini düşünürsek, o zaman hayvanları
lüzumsuz ve haksız yere kesip tanrılarına adamaları eylemini ifade etmek için
de bunu kullanabiliriz. En'âm sûresinin 136. âyeti de buna işaret etmektedir.
"Kulak kesme"yi kafa kesmek anlamına alınca, şu genellemeye
de varabiliriz: Hayvanlar âleminde telef meydana getirip, bazı hayvan
türlerinin nesillerinin kesilmesini, kurumasını temin etmek...
Şeytan insanların müdahalesiyle hayvan nesillerinin tükenmesini temin
edecek bir etki planladığını ifade etmektedir. Hayvana bir ihtiyaç için yaklaşmak
olduğu gibi; şeytanî bir yaklaşımın olacağını da gündeme getirmektedir. Bu
noktadan hareketle de diyebiliriz ki, avlanma yasağının bulunduğu günlerde
avlanan insanlar, aslında şeytanın emrini yerine getirmektedirler. Mâide sûresinin
96. âyetinde ve Bakara sûresinin 65. âyetinde av yasağı gündeme getirilmektedir.
Demek ki av yasağını ihlâl etmek şeytanî bir harekettir. Görüldüğü gibi
hayvanların kulaklarını delme veya kesme eylemini, evrensel boyuta taşıyınca
ekolojik dengenin korunması ve av yasağı gibi eylemlere gitmek mümkündür. Diğer
taraftan hayvanları kutsallaştırmanın yanlışlığına da işaret etmektedir.
Böylece din eğitiminde hayvanlarla insan ilişkisinin önemli bir yeri olduğunu
da vurgulamaktadır.
d) Allah'ın yaratışını
değiştirme. Şeytanın, insanlardan alacağı diğer bir pay da, onların Allah'ın
yaratışını, yani fıtrat kanunu değiştirtmesidir. Allah'ın yaratışını
değiştirmek ne anlama gelmektedir? Buna çeşitli açılardan yaklaşmak mümkündür:
1. İnanç duygusunun akış
mecrasını değiştirmek. Yüce Allah, A'râf sûresinin 172. âyetinde geçen elest
bezmine göre insanın doğasına, yani aklına Allah'ı bulacak ve O'na inanacak
şekilde bir yetenek koymuştur, yani insan ruhunu Allah'a inanacak şekilde
programlamıştır. Bu programı bozup insanı inkâra götürmek fıtrat kanunun bozmak
anlamına gelmektedir. Yanlış düşünce ve felsefeler bu programı bozan virüs
yerini tutmaktadır. Çünkü insan yaratılışı gereği imana temayüllü olduğu halde,
inkâr etmesi doğaya ters düşmektedir. Şeytan insanı inkâra sevkettirerek doğayı
değiştirmesine sebep olacağını beyan etmektedir.
2.
Din Allah'ın emirlerinden
meydana gelmiştir. Allah'ın gönderdiği şekildeki din fıtri bir dindir. Ona
müdahalede bulunmak, onun bazı âyetlerini değiştirmek, fıtrî olan dini
değiştirmek anlamına gelmektedir. Yahudilerin Tevrat'ı, hıristiyanlann İncil'i
değiştirmeleri fıtrî olan dinin tabiatını bozmaları anlamım ifade etmektedir.
Dine beşerî fikirleri sokmak, onları Allah'ın dini gibi göstermek, fıtrî olan
Allah'ın dinini bozmaktır. Dine bu şekilde müdahalelerde bulunmanın kaynağında,
şeytanın emri olduğuna bu âyet işaret etmektedir.
3. Tabiat kanunlarını
değiştirmek. İnsanların yapıp ettikleriyle tabiatta büyük değişim meydana
gelebilir. Rûm sûresinin 41. âyeti şöyledir:
İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Tabiatın düzeninin bozmayı emreden şeytandır. İnsan bu emrin etkisi altında kalarak tabiatın düzenini değiştirebilir. Tabiatın tabii bir düzeni vardır; bunu değiştirmeye kalkmak bir şeytan işidir.
4.
Allah'ın yaratmasını
değiştirmenin bir de ahlâkî mânası vardır. Yüce Allah insanın doğası gereği,
erkeğin kadına yanaşmasını kanun olarak koymuştur. Ama erkeğin kadını bırakıp
erkeğe yanaşması insan doğasında bir değişme meydana getirmektedir. Bu değişim,
tabiat kanunlarını değiştirecek nitelikte, güçte bir değişimdir. Erkeğin erkeğe
cinsellik açısmdan yaklaşması, Lût kavmini batıracak şekilde tabiat
kanunlarında değişimi yapmıştır. Şeytan, Allah'ın yarattığı ahlâkî kanunu, bu
şekilde değiştirmeyi emretmektedir. Bunun anlamı sosyal hayatta ahlâkî denge
tabii olandır; ama bu tabii dengeyi bozmak şeytanî bir iştir. Onun içindir ki
homoseksüel davranış, fıtrata aykın bir davranış olduğundan fıtratı
değiştirmeyi ifade etmektedir.
5. Allah'ın yaratılışını, yani
fıtrat kanunu değiştirmenin başka mânası da bilimsel araştırma yapma uğruna
doğa kanunlarının değiştirilmesidir. Çünkü bilimsel araştırma fıtrat kanunu
tesbit etmekle amacına ulaşır. Ama bu amaç doğa kanunun formülüyle uğraşmak
olursa bu şeytanî tehlikeyi doğurur.
Yüce Allah Nisa sûresinin 117-119. âyetlerinde insanı büyük zulüm,
sapıklık ve şirkin kaynaklarının neler olduğunu anlatarak uyarmaktadır. Şirk
olayında şeytanın etkinliğinin analizini yapmakta, bu etkinliğin insanı dört
tarafından nasıl sarmaladığına dikkat çekmektedir. Buna göre şeytana yardımı
için dilekte bulunulmaz, çünkü şeytan Allah'ın lanetine uğramıştır. Bu lanet
onu insana düşman etmiştir. 119. âyette şeytan bu düşmanlığını nasıl
gerçekleştirdiğini anlatmaktadır. Bu metot bize çocukları, genç ve yetişkinleri
eğitirken onlara olumlu fikirleri ve davranışları kazandırmanın yanıda, kötülüklerin
nereden ve nasıl geleceğini de öğretmemiz gerektiğini göstermektedir.
Bütün bu açıklamalara rağmen, insanın şeytana yanaşması ve onu dost edinmesi âyetin sonunda değerlendirilmektedir. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.
Allah 119 ve 118. âyetin sonunda, şeytanın yapacağı kötülükleri, onun
ifadesiyle vermektedir. Şeytanın insanı etkilemek için yapacağı şeyleri Allah
belirlemektedir; ama şeytanın kendisi bunları açıklamaktadır. Bu da bize çok
önemli bir metot öğretmektedir. Kötü insanların yapacakları fenalıkların neler
olduğunu bizlerin bizzat onların sözlerinden çıkarıp değerlendirmemiz
gerekiyor. Hukukun yanıltılmaması için, bizzat kişinin söz ve davranışlarına
başvurmak ve onları delil olarak kabul etmek gerekiyor. Kişilerin sözlerini
tırnak içine alarak nakletmek en doğru yollardan biridir.
Şeytanı dost edinme aslında apaçık düşmanı olan ve bu düşmanlığı asla
değişmeyecek olan varlığı dost edinmektir. Bu da manen bir hüsrandır. Ama bu
aldanış büyük ve düzelmesi çok zor olan bir kayıptır. Allah'ı bırakıp şeytanı
dost edinmek doğal olarak birinci derecede şirktir. Şirkin anlamı da tevhid
inancını kaybetmektir. Tevhid inancım kaybetmekte büyük bir ziyandır.
Bu açıklamadan sonra şu soruyu sorabiliriz: İnsan şeytanı nasıl dost
edinir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Allah'ın emrettiklerini yapmayan,
O'nun yasakladıklarını yapan kişi Allah'ı dost edinmekten vazgeçmiş demektir.
Ama şeytanın dediklerini yapan insan ise onu dost edinmiş demektir. Böylece
şeytanın emrettikleri Allah'ın emrettiklerinin yerine geçmektedir. Demek ki
dostluğun kaynağında sevgi, ama yaşatılmasında emirleri yerine getirmek vardır.
Dost çağrıya uyan ve emredileni yapandır. 118. âyette şeytan Allah'a
kullarından bir pay edineceğini söylerken, ona o payı veren insan da onun dostu
olmuş demektir. Şeytanın dostluğu için, imanını veren insan ne kötü manevî bir
ticaret yapmaktadır. Yukarıdaki sorunun cevabını özel mânada bir sonraki âyet
ve Kur'an'ın diğer âyetleri vermektedir.[165]
120. (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir. Ama şeytanın
onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.
119. âyetin son kısmı açıklanırken insanın şeytanı nasıl dost edindiği
sorusu sorulmuş ve orada genel anlamda açıklanmıştı. 120. âyetle buna başka
açıklamalar da ekleyebiliriz.
1.
Şeytanın sözünün
gerçekliğine inanarak. Yüce Allah, şeytanın insanları boş vaadlerle
çağırdığını ve bu boş sözlerle onları etkilemeye çalıştığını söylemektedir.
Şeytanın bu sahte sözlerini gerçek olarak alan ve davranışlarını ona göre
ayarlayan kişi şeytanın dostu olmuş demektir. Çünkü dost, dostun doğru
söylediğine inanır. Şeytanın doğru vaadlerde bulunduğuna inanan, Allah'ın
doğru dediğine sırtını çevirir.
2. Onları boş özlemlerle
doldurur. Şeytan insanlara ümitler verir, hayaller aşılar, insanın gönlünü boş
özlemlerle doldurup, sahte sözleriyle insanı avutur. Şeytanın bu gayretlerine
uyup boş özlemler peşinde koşan insan onun dostu olmuş demektir. Yüce Allah
şeytanın vaadlerde bulunup insanın gönlünü boş özlemlerle doldurduğunu
söylerken, onun bu tip çalışmasının sonuç değerlendirmesini de yapmaktadır.
"Ama şeytanın onlara verdiği her söz aldatmacadan başka bir şey
değildir."
Âyetin sonundaki gurur kavramı "aklı çelen veya saptıran
aldatmaca" anlamına gelmektedir. Şeytanın vaadinde bir aldatmaca olduğunu
söylerken Allah, Fâtır sûresinin: çekmektedir
lar! Allah'ın verdiği söz gerçektir, sakın dünya lıayati sizi
aldatmasın ve o şeytan da Allah ile sizi aldatmasın! Yüce Allah bu âyette
şeytanın sıfatını "aldatıcı" (garûr) olarak belirlemiştir. Şeytanın
sözleri sadece aldatmacadan ibaret olduğunu söylerken Fâtır sûresinin 5.
âyetini hatırlatmaktadır.
Akıl gerçeğin peşinde koşarken, şeytan onun önüne boş kuruntularla ve
sahte sözleriyle çıkar ve onu yolundan saptırıp ona engel koyar. Bunun anlamı
aklı devre dışında bırakarak, dünya hayatını ebedî imiş gibi göstemesi ve
insana ölmeyecekmiş gibi hırs aşılamasıdır. İnsana yapması gereken manevî
görevlerini ertelettirerek, pişmanlığın çare vermeyeceği döneme kadar uzatır.
"Daha gençsin, ihtiyarlayınca yaparsın" şeklindeki
vesveselerle aslında insanı aldatmaktadır. Böyle aldatmalardan başka bir vaadde
bulunmayan şeytanı dost edinmek büyük bir hüsrandır. Şeytan tarafından
aldatıldığının farkına varmayan insan dünyada manen iflâs ederken âhirette ne
olacağını da bir sonraki âyet açıklamaktadır. Şeytanın etkisiyle aldanan
insanın, onun dostluğu ile başlayan hayat akışının sonu âhiretteki oluşumlarla noktalanmaktadır.[166]
121. Böylelerinin varacakları yer cehennemdir ve oradan kaçış yolu
bulamayacaklardır.
Yüce Allah 117. âyetten itibaren insanın şeytanla, şeytanın insanla
olan ilişkilerini anlatmakta ve onun insanı nasıl kıskıvrak yakaladığını açıklamaktadır.
İnsanın şeytandan dilekte bulunması, onun etkisi altında kalıp Allah'ın
yolundan çıkması, onun etkisiyle kuruntulara, hayallere kapılması, hayvanları
kutsallaştırması; Allah'ın yaratışını onun emriyle değiştirmeye teşebbüs
etmesi; onun boş sözlerine kanması ve ona aldanması cehennemi tutuşturmaktadır.
"Böylelerinin varacağı yer cehennemdir" buyururken bir taraftan
insanı şeytanın dostluğundan kurtarmaya, diğer taraftan da yanlış işlerden
caydırmaya yönelik bilinç aşılamaktadır.
Buraya kadar anlatılan şeytan-insan ilişkisi, 116. âyetteki affolması
mümkün olmayan şirk olgusunu açıklamaktadır. Âhirette aftan yararlanamayacak
olan kâfir ve müşriklerin bu dünyada nasıl şeytanın etkisinde kalıp şirke
saptıktan anlatılarak, çıkış yolu olmayan cehenneme gidecekleri belirtilmektedir.
Şeytanın etkisinde kalıp onun dostluğunu elde edenler, Allah'ı bir
tarafa ittiklerinden şirke düşmektedirler. Şirk de çıkış yolu olmayan cehennemi
oluşturmaktadır. Şeytanın her çağrısına uyan, her sözüne inanan insan, kendi
gönlünde şirk ateşini yakmakta ve âhirette de cehennemini oluşturmaktadır.
Şeytanı dost edinen, 115. âyetteki gibi peygamberden bağlan koparır ona âsi
olur; müminlerin gittiği yoldan çıkar; çünkü şeytan denen tannsı ondan onu
istemiştir.
"Oradan kurtulacak bir yer de bulamayacak" ifadesi bize,
şirkin bütün cehennem kapılanın kapatacak ve oradan bir çıkış yolu bulunmasını
önleyecek çok büyük bir günah olduğu fikrini vermektedir. İnkâr ve şirkin
bulunmadığı gönüller günahkâr olsalar bile, bir gün ilâhî rahmet, mağfiret ve
merhamet onları oradan kurtaracaktır; ama kâfir ve müşrikler için bu af
olmayacaktır.
118. âyette "Elbette senin kullarından bir pay edineceğim"
dediği insanlar bunlardır. Onlar kaçış ve kurtuluş yeri bulmalarını, şeytanı
tanrı edinmekle yok etmişlerdir. Şeytanın dostluğu, cehennemde çıkış yollarını
kapatan bir dostluktur. Bu dostluk gönlü ve aklı Allah'a akmaktan alıkoyan bir
dostluktur. Bu dünyada sahte bir güvence veren bu dostluk, öteki dünyada sonsuz
bir ıstıraba dönüşmektedir.[167]
122. İman eden ve yararlı işler yapanları da içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacağız; orada sürekli kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek
vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
Yüce Allah'ın Kur'an'da anlatım metotlarından biri, kâfirlerin dünya ve
âhiretteki durumlarını anlattıktan hemen sonra, müminlerin dünya ve âhi-retteki
hayatlarını ele almasıdır. Olumsuzdan olumluya geçiş şeklinde açıklayacağımız
bu metot, kötümserliğin süreklilik kazanmasını önlemektedir. Çünkü Allah Nisa
sûresinin 106. âyetinden itibaren, kendilerine ihanet edenleri; Müslümanlara
karşı plan kuranları; kötülük işleyen ve zulmedenleri; günah işleyip sonra onu
başkasına atanları; Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla müminleri yoldan
çıkaranları; sözleriyle, yazılarıyla insanlığa kötülüğü yayanları;
Peygamber'den bağlarını koparıp ona isyan edenleri; müminlerin yolundan
sapanları; şirk koşanları; Allah'tan başkasından dilekte bulunanları; şeytandan
yardım umanları ve çeşitli açılardan şeytanın etkisinde kalıp onu dost edinenleri
açıklamıştı. Bu açıklamalar karamsar bir tablo çizdiğinden insan psikolojisini
germektedir. Bu gergin psikolojinin insanı derin bir karamsarlığa itme ihtimali
vardır. Allah bu ihtimali ortadan kaldırmak için, hemen 122. âyetten itibaren
iman edip yararlı işler işleyenlerin âhiretteki ödüllerini ve hayatlarını ele
almıştır.
İman edip iyi işler yapanlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır.
Yüce Allah, Kur'an'da cenneti anlatırken birinci vasıf olarak ırmaklara sahip
olmasını gündeme getirir. Su, cennetin önemli özelliklerinden birini teşkil etmektedir.
Bu mânada cenneti dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Yüce Allah
iman edip iyi iş işleyenleri bu dünyada altından ırmaklar akan cennete
koyacaktır. Buradaki "su"yun yani nehirlerin mânası bereket, bolluk
ve yeşilliktir. Gönüldeki iman ve yapıp-etmelerdeki iyi ve verimlilik dünya
hayatını bereket dolu cennete çevirecektir.
Diğer taraftan iman ve yararlı iş âhiretteki hayatı da içinden ırmaklar
akan cennete çevirecektir. Dikkat edilirse cennetteki ırmaklar çoğuldur. Bu
ırmaklar nitelikleri farklı ırmaklar mıdır yoksa hepsinden su mu akıyor? Bu
sorunun cevabını verebilmek için Muhammed sûresinin 15. âyetine bakmak gerekir.
Orada takva sahiplerine vaad edilen cennetteki ırmakların, bozulmayan sudan,
tadı değişmeyen sütten, içenlere lezzet veren şerbetten ve süzme baldan oluşan
ırmaklar olduğu söylenmektedir. Bu nitelikteki ırmakların ne olduğu o âyette
anlatılacaktır.
Orada sonsuza kadar kalacaklar ifadesinden, âhiretteki cennetin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Hâlid ya da huld kelimesi "devamlılık"
mânasını ifade ederken ebedâ kelimesiyle beraber sonsuzluğu gündeme
getirmektedir. Demek ki sonsuz mutluluğu insan âhirette yakalayacaktır. Ama bu
sonsuz mutluluğu tattıran dünya hayatındaki iman ile ameldir. İman edip,
kendine ve insanlığa yararlı iş üretip Allah'a karşı kulluğunu yerine
getirenlerin bu eylemleri dünyada kalmayıp âhirete intikal etmektedir.
İman edip yararlı işler işleyenlere bahsedilen, içinden ırmaklar akan
cennetin verileceği Allah'ın bir vaadidir. "Yüce Allah âyetin bu kısmını
niçin koymuştur" sorusuna cevaben şöyle deriz: Beşer olarak hiç kimse
cennet ve cehennem vaad edemez. Cennet ve cehennem gibi ceza ve ödülün olmadığı
bir felsefî düşünce de din olamaz. Böyle bir cenneti ancak Allah vaad edebilir.
Çünkü peygamberlerin cennet ve cehennemi olsaydı ve insanlara sonsuz mutluluğu
olan bir hayatı verebilselerdi, kendileri din koyarlardı. Onun içindir ki dini
sadece Allah koyar peygamber onu tebliğ edip hayata geçirir.
Beşerin böyle sonsuz mutluluğu içeren bir cennet hayatı hakkında söz
veremeyeceğini Allah âyetin sonundaki soruyla beyan etmektedir: Kimin sözü
Allah'ın sözünden daha doğrudur?
Yüce Allah insanlan imana ve yararlı işler işlemeye teşvik etmek için,
onlara hak bir söz olarak içinden ırmaklar akan cennette sonsuz mutluluk
hayatını vaad etmektedir. Çünkü insan böyle karşılığı olmayan davranışları
kolaylıkla sergileyemez ve sergilemek istemez. Şirkin kirini ve şeytanın insanı
kul edinmesini önlemenin en önemli metotlanndan biri, sonsuz mutluluğun Allah
tarafından garanti altına alınmasıdır.
"Allah'ın sözü yücedir" (Tevbe 9/40), çünkü "Allah'tan
daha doğru söz söyleyen yoktur" (Nisa4/122), "Şüphesiz Kur'an en
doğru olana götürür" (İsrâ 17/9). Demek ki en doğru ve en yüce sözü Allah
söylüyor; öyleyse kendisinden şüphe edilemeyecek ve ardına düşülecek söz de
O'nundur.[168]
123. (İş) ne sizin kuruntularınızla ne de. kttap ehlinin,
kuruntularıyla olur. Kötülük, yapan, onunla cezalandırılır ye kendisine
Allah'tan başka ne dost ne de yardımcı bulur.
Bu âyetin bir önceki ile bağlantısı vardır. Bu âyetin içeriğini öne
alıp bağlantıyı kurarsak: tş kuruntularla yürümez; iş iman ve iyi amelle yürür.
Cennet veya üstünlük şu gruptan bu gruptan olmakla değil, üstünlük doğru iman,
iyi eylem yani akla dayanan işle elde edilir. Cennet, "Sonsuz mutluluk
sizin değildir, bizimdir" demekle değil, doğru iman ve faydalı iş yaparak
elde edilir.
Kuruntuya "Bu mânayı neden verdik" sorunun cevabını
verebilmek için Bakara sûresinin 78. âyetine bakmak gerekir: Bu âyet,
yahudilerin cehaletten dolayı bazı kuruntuların yani asılsız, kulaktan dolma
bilgilerin peşine düştüklerini söylüyor. Çünkü onlar kitabı bilmiyorlardı.
Kitaplarım bilmeyen müslümanlar da böyle kuruntu, yani kulaktan dolma
bilgilerin peşine düşebilirler. Diğer taraftan Bakara sûresinin 113. âyetine
bakmak gerekiyor: Yahudiler ve hıristiyanlar kitaplarını okudukları halde
yahudiler hıristiyanlara; hıristi-yanlar da yahudilere doğru yolda
olmadıklarını söylüyorlardı. Kitabı bilmeyenler de onlar gibi söylediler. Bu
tarz tavırlar ve söylentiler kuruntudan ibarettir.
Ayrıca Mâide sûresinin 18. âyetinde yahudilerin ve hıristiyanların derin,
derin olduğu kadar sirke götüren kuruntularının doruk noktasına rastlarız:
'Yahudiler ve hıristiyanlar Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz' dediler.
Kuruntunun en katısı ve en tehlikelisi budur. Yahudilerin Hz. Üzeyir'i;
hıristiyanların Hz. İsa'yı "Allah'ın oğludur" deyip kuruntularını
şirke götürmeleri yetmiyormuş gibi, kendilerini de Allah'ın oğlu görmeye
başladılar. Doğru bilgiye dayanmayan, sadece diğer dinlere mensup olanlara
üstünlük sağlamak için uydurulan bu safsatalar kuruntunun kendisini teşkil
etmektedir.
tılmaktadır:
(Kitap ehli) yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete
gidemeyecektir dediler. Bu, onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sahiden
doğru söylüyorsanız delilinizi getirin' de! Yahudilerin ve hıristiyaniann
cenneti parselleyip kimseye vermemeleri de kuruntunun en ağındır. Başka bir
kuruntu çeşidini Bakara sûresinin 135. âyetinde buluyoruz: "Yahudi ya da
hıristiyan ol ki, doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: "Hayır! Biz,
hanif olan İbrahim'in dinine uyanz. O müşriklerden değildi."
Kendilerini Allah'ın oğlu görmeleri, O'nun sevgili kullan olduklarını
iddia etmeleri, cenneti kendilerine tahsis etmeleri, birbirlerine üstünlük iddiasında
bulunmaları, doğru yolun kendi yollarının olduğu inancını taşımaları ve bu
inanç, fikir ve iddialannı hiçbir delile dayandıramamaları onların ne kadar
geniş ve derin bir kuruntu çukurunda oldukların göstermektedir.
Kitaplar ve peygamberler arasında üstünlük mukayesesi yapmanın
kuruntusu dile getirilmektedir. Dikkat edilirse Allah müslümanlan da devreye
sokmaktadır. Bu tartışmalara, yahudilerle hıristiyanlar kendi aralarında ve
müslümanlara karşı yaptıkları halde, müslümanlar niçin devreye sokulmuştur? Bu
sorunun cevabı müslümanların içerisinde teşekkül eden grup ve cemaatlerin de
kendi aralarında üstünlük iddiasında bulunma ihtimalinin olmasıdır.
Dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlar var ya, onlar için yapabileceğin hiçbir şey yoktur (En'âm 6/ 159).
inançlarım bütünlüğünü bozarak fırkalara ayrılanları gündeme getiren bu âyet,
onların çaresiz hastalığa yakalandıklarına dikkat çekmektedir. Bu kuruntunun
tedavisi yoktur.
Mü'minûn sûresinin 53. âyeti kuruntunun, dinde hizipleşmelere, bölünmelere
ve birbirine üstünlük kurmaya çalışan bütün dinî gruplaşmalara nasıl
götürdüğünü anlatmaktadır. Tevhid inancından ayrılıp kendi elindekiyle rahatlamaya,
kendi beyninde bir kuruntu alanı kurup, orada iktidannı yürütmeye çalışan bütün
dinlere mensup insanların dikkatini çekmektedir. "Benim kitabım, benim
peygamberim, benim mezhebim, benim grubum, benim cemaatim üstündür; sizinkiler
üstün olmadığı gibi doğru yolda da değilsiniz" diyerek birbirini itham
edenler kuruntu denizinde boğulmaktadırlar. Allah böyle düşünen, inanan, iddia
eden insanları âyetin kapsamına almaktadır.
Râzî haklı olarak şöyle demektedir: Dinin konması ve sevapla ceza sizin
kuruntularınıza göre belirlenmemektedir[169].
Allah'ın sevgili kulu olmak, âhirette sonsuz mutluluğu yakalamak, öyle lafla
değil gerçek iman ve yararlı işle olacaktır. Bu alanda kuruntuya yer yoktur.
"Ne sizin kuruntunuzla ne de kitap ehlinin kuruntulanyla iş olur"
derken işi Allah'ın emrine uygun düşen imanla ve amelle olacağını âhiretteki
hayatı bunların belirleyeceğini ifade etmektedir.
"Kuruntu" bir önceki âyetle olan irtibatı gibi, âyetin son
bölümünün de temelini oluşturmaktadır. Âhirette ebedî mutluluğun nasıl elde
edileceğini, insanlar veya dinî gruplar değil Allah belirler. Aynı zamanda
kötülüğü işleyen, işlediği kötülükle cezalandırılacağından bu konuda dinî
grupların delilsiz, dayanaksız fikir beyan etmesi yanlıştır. "Kim bir kötülük
işlerse ondan ötürü cezalandırılır" ifadesi evrensel mânada hukukî ve
dinî bir kural koymaktadır.
Cezayı belirleyen insanın amelidir. Eylem iyi ise cenneti, kötü ise
cezayı çağıracaktır. Böylece hukuk eylemlere göre kanun koyacaktır, insanlara
göre değil.
Kötüyü işleyen kişi, Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulur. 117. âyette Allah'tan başkasına ve şeytana çağrıda bulunup yardım
isteyenlerin olduğunu, 118. âyette Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinenlerin
bulunduğunu görmüştük. 123. âyetin sonunda Allah'tan başka ne bir dost ne de
bir yardımcı bulunacağı ilkesi söylenerek, böyle yapanların yanlışlığı tesbit
edilmektedir.
Gerçek dost ve gerçek yardımcı Allah olduğuna göre, ondan başkasından
dilekte bulunmanın şirk olduğu kanununu insana bildirmektedir. Dinin ana ilkesi
ve amacı insanları şirkin kirinden, batağından ve karanlığından kurtarmaktır.
Tevhid inancının temel alınmadığı uygulamaların insanı mutluluğa taşıması
mümkün değildir.[170]
124. Erkek olsun kadın olsun her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler, ve zerre kadar haksızlığa uğramazlar.
Âyetin analizi yapılırken bazı genellemelere gitmek gerekecektir:
1. Kadın ve erkeği eşit hale
getiriyor. Dikkat edilirse âyet kadınla erkeği ayrı ayrı anmakta ve ortak
noktalarının iman ve faydalı işler olduğunu tesbit etmektedir. İman ve yararlı
işlerde cinsiyet farkı gözetmemektedir. İman eden gönül ve yararlı işler yapan
bir varlığın kadın veya erkek oluşu önemli değildir; önemli olan yaptığı
eylemdir.
2.
Ödül cinsiyete göre
değildir. Erkek veya kadın iman edip yararlı işler işlerlerse, cennete girecek
ve bu konuda asla haksızlığa uğramayacaklardır. Nakr kelimesi Nisa sûresinin
54. âyetinde açıklandı. Hurma çekirdeğinin çukurunda, hurmanın çıkıp bittiği
noktaya denmektedir. Bu insanlar hurma çekirdeğinin üzerindeki nokta kadar
haksızlığa uğramayacaklardır. Yüce Allah "Zerre kadar haksızlığa
uğramazlar" ifadesiyle zulme başka bir tanım getirmektedir. Bir insana, yaptığı
eylemden dolayı verilmesi gereken karşılığı vermemek zulümdür. Allah âhirette
erkeklerin ve kadınların bu dünyada işledikleri yararlı işlerin karşılığını
verecektir; bunun verilmemesini zulüm olarak nitelendirmektedir.
Bunu insanlar arasına çekersek Allah bize bir öğretide bulunmaktadır.
Farklı başarı gösterenlere, başarılarının karşılığında ödüllendirilmeleri
gerekir. Basanlar ödüllendirilmezse zulüm olur. Başanlı insanları çeşitli
şekilde ödüllendiren toplumlar bu konuda haksızlık yapmazlarsa, ilâhî ahlâkı tatbik
etmiş olurlar.[171]
125. Bütün benliğini Allah'a
teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü bâtıldan .yüz çeviren İbrahim'in
inanç sistemine Allah'ın onu sevgisiyle yücelteceğini görerek uyan kişinin
dininden daha güzel bir din var imdir?
126. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.
Bu âyetlerde, din konusunda delilsiz ve dayanaksız konuşulamayacağı ve
bunu yapanların bir kuruntu gölünde boğuldukları açıklanmaktadır:
1.
Bütün benliğini Allah'a
teslim etmek. Bunun açıklaması Bakara sûresinin 112. âyetinde yapıldı. Âyetin
bu kısmındaki vech kavramı "bütün benliği" ifade etmektedir. Yüz,
vücudun tamamında başı temsil ettiği için İslâm'ın tevhid inancının, yani
imanın farklı bir açıdan bir tanımını vermektedir.
İman demek bütün benliğini, Allah'a teslim etmek demektir. Allah burada
bunu niçin ele almıştır sorusunu sorabiliriz. Dinî meselelerde kuruntu
yapanların, kendi görüşlerine göre fetva verenlerin yanlışını göstermek,
aslında onların bütün benliklerini Allah'a teslim etmediklerini ispat etmek
amacını gütmektedir. Benliğini Allah'a teslim eden için kuruntu söz konusu
değildir. Dinî konularda cenneti kendine ait sanmanın, kendi kitabını, peygamberini
üstün görmenin ve dinî konularda beşerî fetvalarla ayrılık yaratmanın
teslimiyetteki problemden kaynaklandığını açıklamak için bu âyete yer
verilmiştir.
Dinlerin özü ve temel ilkesi "bütün benliğim Allah'a teslim
etmek" olarak tanımlanan imandır. Kuruntu imanın azlığına delil teşkil
etmektedir. Kendini Allah'a teslim eden O'ndan başkasını dost edinmez ve
dilekte bulunmaz.
2. Kaliteli iş üretmek. Allah
muhsin ifadesine yer vermektedir. Bunun anlamı "yaptığı işi mükemmel
yapmak"tır. Muhsin insan sadece Allah'ın rızâsını umarak iyilik yapan,
Allah'ın kendini gördüğünü bilerek hareket edendir. Bunun anlamı ibadetlerinde
ve diğer işlerinde iyi olanı üreten kişidir. Bütün benliğini Allah'a teslim
etmekle muhsin arasında bir bağlantı kuran Allah, muhsin olmayan insanın
böylesine seviyeli bir teslimiyete, yani imana sahip olmayacağına işaret
etmektedir.
3.
Her türlü bâtıldan yüz
çeviren ibrahim'in inanç sistemine uymak. Hanîf kavramı bâtıl olan inançlardan
sıyrılmayı ve katıksız bir imana sahip olmayı, yalnız Allah'a yönelmeyi ifade
etmektedir. Bu kavram Bakara sûresinin 135. âyetinde açıklandı.
"Neden hanîf olan Hz. İbrahim'in inanç sistemine tâbi olmak dinin
bir esası olarak kabul ediliyor" sorusunun cevabı âyetin sonunda
verilmektedir. Allah İbrahim'i dost edindiği için onun inanç sistemine tâbi
olmayı şart koşmaktadır. Bunun anlamı şudur: Yahudi ve hıristiyanlar
müslümanlara:
"Yahudi ya da hıristiyan olunuz ki doğru yolu bulaşınız"
dediler. De ki: Hayır! Biz hanîf olan İbrahim'in dinine uyanz. O müşriklerden
değildi" (Bakara 2/ 135). Yahudilerin ve hıristiyanlann bu kuruntularının
etkisinin dışında kalmayı becerebilmeleri için bunu şart koşmaktadır.
Allah Teâlâ niçin Hz. İbrahim'i dost edindi? Bakara sûresinin 125.
âyetinde Allah Hz. İbrahim'i imtihan etti, o da imtihanı başarıyla verdi.
"Kesin iman edenlerden olması için Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu gösterdi" (En'âm 6/7S); "Rabbi ona teslim ol demiş, o da
âlemlerin rabbine teslim olduğunu beyan etmiş" (Bakara 2/131); "Allah
ona oğlunu vaadinden dolayı kurban etmesini isteyince tereddütsüz bunu yerine
getirmiştir" (Sâffat 37/ 102-107). Soyundan peygamber gelmesi için Allah'a
dua etmiş ve Allah da onun duasını kabul etmiştir (Bakara 2/129; Ankebût
29/27). Bütün bu olanlar Allah'ın İbrahim'i hem dost edinmesinin sebepleri hem
de işaretleri olmuştur.
Halîl kavramı sevginin doruk noktasını teşkil etmektedir. Zemahşerî bu
âyetin tefsirinde halîl kavramına "senin yolunda seninle birlikte hareket
etme" mânasını yüklemiştir. Aynı âyetin tefsirinde Râzî, halîl denen
"dost" kavramına "işlerini ve sırlarını bilen, sevginin kalbin
cidarına işlediği şekilde seven" mânasını vermiştir. Demek ki Allah dinin
üç temel şartını burada vermektedir: Bütün benliğini Allah'a vermek, kaliteli
iş üretmek ve hanîf olan Hz. İbrahim'in inanç sistemine uymak. Bu üç şey hem en
güzel dinin tanımını vermekte hem de Allah'ın sevgisini kazanmanın yolunu
tesbit etmektedir.
Din adına bütün bölünmelere, kuruntulara son veren üç temel esas bu
âyette yer almaktadır. Kur'an, bütün benliğini Allah'a vermenin eğitimini
yapmak için gelmiştir. Böylesine köklü ve sağlam imanın yanı sıra ihsan denen
mükemmel iş üretmeyi ve Allah'ın dostluğunu kazanan Hz. İbrahim'in inanç
sistemine tâbi olmayı da getirmektedir. "Ben üstünüm, sen gerisin; ben
doğru yoldayım sen sapıksın" tartışmalarıyla yaratılan kuruntu âleminden
çıkmanın yolu sağlam iman, kaliteli iş ve takip edilen yolun sağlamlığıdır.
"Neden bütün benliğimizi Allah'a teslim edeceğiz" sorusunun
cevabını 126. âyet vermektedir. Bu âyet neden Allah'a şirk koşup O'ndan
başkasından dilekte bulunulamayacağının da cevabı olmaktadır. Göklerin ve yerin
mülkü Allah'a aittir ve O, her şeyi kuşatmıştır. Bu güçte ve bu sıfatlara sahip
olan varlığa eş koşulamaz, O'na teslim olunur ve ancak ondan yardım dilenir.[172]
127. Senden, kadujlar hakkında.fetva itiyorlar. De ki; "Allah,
size onlar hakkmda Hükmünü açıfdıyor: Kendilerine yazılmış olanı venneyip
kendilenyİe evjenmekjştediğiniz öksüz kadınlar; zavallı çocuklar ve öksüzlere
karşı adaleti yerin getirmeniz: hakkında olaınattia de Allah'm hükmünü
açıklamaktadır ptiğuus hakkak ki Allah bilir."
Bu âyette kadın haklarının temelleri atılmaktadır. Ashap, Hz.
Peygam-ber'den kadınlar hakkında İslâm'ın görüşünü sormuştu. Onların sorusunun
cevabını Hz. Peygamber değil de, bizzat Allah'm vereceği beyan edilmektedir. Bu
beyan kadın haklan konusunda bir devrim yapmıştır. Kadın hakları, aşiret
toplumunda geleneklerle tesbit edilmiş ve erkeklerin zulmüne uğramıştır.
Kadınlar hakkında fetvayı Allah'ın vereceğinin anlamı, kadınların haklarının
objektif hukuka göre belirleneceğidir. "Senden kadınlar hakkmda fetva
istiyorlar. Deki: Onlara ait hükmü size Allah açıklıyor." Câhiliye
döneminde kadınlar ezilmiş, horlanmış, bir eşya muamelesi görmüş, cinsel tatmin
aracı olarak kullanılmıştın-. Bu muamelelerin doğurduğu feryat ve figânlar
arş-ı âlâya çıkmıştır. Kadınlar hakkında hükümleri erkekler koymuş, bu hükümler
vicdandan değil nefisten çıkmış ve şeytanın vesvesesinden öteye geçememiştir.
Kadınların yaptıkları görmezlikten gelinmiş, mirastan mahrum edilmiş, bazan
hayat hakkı bile tanınmamıştır. Böyle kirli bir ortamda bu âyet bir ışık, bir
soluk getirmiştir. Allah kadınlar hakkında fetva vermeyi Hz. Peygamber'e bile
bırakmamıştır. Şimdi kadınlara getirilen hakların tesbitine çalışabiliriz.
a) Miras hakkı. Kitapta kendileri için
yazılmışı (mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kadınlar ifadesinden
anlıyoruz ki yetim kadınların miras haklannı yüce Allah Kur'an'da koymuştur.
Âyetteki kitap "yazılı ilâhî hukuku" ifade etmektedir. Ayrıca "nikâh"
yapmanın farziyetini de gündeme getirmektedir. Miras hakkını vermeden evlilik
olayının olmamasını hükme bağlamaktadır. "Size kitapta okunup duran
âyetler" cümlesi, fetvayı Allah'ın Kur'an vasıtasıyla verdiğini
söylemektedir. Bu şu demektir: Allah Kur'an âyetleriyle fetva verirken,
peygamber de öyle yapmalı, din âlimleri de fetvayı Kur'an âyetleriyle
vermelidir.
Nisa sûresinin 7. âyetinde bire bir; 11. âyetinde erkeğe bir, kadına
yarım; 32. âyetinde erkekle kadın emek sarfedince ikisinin de eşit pay alacağı
görülmüştü. Nisa sûresinin 127. âyetinde kadının miras hakkının hukuka
bağlandığı ve kadınlar hakkında Kur'an âyetleriyle verilen ilk fetvalardan
birinin miras hakkı olduğu ortaya çıkmaktadır.
b) Adalet hakkı. Çaresiz çocuklara ve
yetimlere âdil davranmanız hakkında...
Âyetin bu kısmında çocuk ve yetim haklan gündeme taşınmaktadır.
Yetimlere ve çaresiz çocuklara karşı âyetin hükmü "âdil"
davranmaktır. Câhiliye döneminde çocukların ve kızların miras hakkı yoktu. Kur'an
bunun adalete sığmadığını ve bu konuda âdil davranmanın gerekli olduğunu
bildirmektedir. Nisa sûresinin 3. âyetinde yetimlere karşı âdil davranmanın
farz olduğu ve bunun onların hakkı olduğu buyurulmaktaydı. Bu sefer çaresiz
çocukları yetimlerin yanma ilâve etmektedir. Demek ki Kur'an çocukların, yetimlerin
ve evlenilecek yetim kadınların sosyal, medenî ve ekonomik haklannı gündeme
getirmiş ve onlara âdil davranılmasım da şarta bağlamıştır.
Nisa sûresinin 127. âyetinde Allah, kadınlar konusunda hükmünü açıklarken
Kur'an âyetlerinin okunmasına dikkat çekmiş ve yukanda belirtilen haklan
fetvanın kapsamına almıştır. Âyetin sonunda
iyilikten ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilmektedir kısmında,
"iyi" kavramına farklı bir tanım getirmektedir. İyi, yetim kadınlara
miras hakkım vermek, çaresiz çocuklara ve yetimlere âdil davranmaktır. Allah
bu iyinin hayata geçirilmesini istemekte, bunu yapanları bildiğini söylerken,
onların bu davranışlarını değerlendirip ödüllendireceğine işaret etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki kadınlar hakkında fetva verebilmek için
Kur'an'ın kadma bakışını bilmek gerekiyor. Bu konuda Kur'an'sız fetva verilemez.
Çünkü âyette fetva kelimesine yer verilmesi manidardır. Fetva "genç"
mânasına gelen fetâdan türemiştir. Genç de gücü ve sağlamlığı ifade etmektedir,
güçlü oluşu ve sağlamlığı açısından bu kelimeden türetilmiştir. Demek ki
kadınlar hakkında en sağlam fetvayı Allah vermektedir. Allah da bu nitelikteki
fetvasını Kur'an'da ortaya koymuştur. Diğer taraftan kadınlar hakkındaki
fetvanın içeriği evlilik, yetim meselesi, miras hukuku ve çaresiz çocuklara
âdil davranmaktan oluşmaktadır. Bu içerikle âyet kadınlar ve yetimler konusunda
köklü bir yenilik yapmaktadır.[173]
128. Ve eğer bir kadtn,
kocasının huysuzluğundan, yahut kendisinden yüz çevinAesbıden korfcarsa,
Anlaşma ile aralarım düzeltmelerinde ikisine de giinah yoktu*, rîarış daima
iyidir. Eğer güzel geçinir ve Allah'tan sakınırsanız, şüphesiz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu âyet, kadının aile içindeki ilişkilerini ele almakta ve gelişen
tatsız durumların neler olabileceğini, bunların nasıl çözüleceğini
açıklamaktadır. Râzî ve Râzî'den önceki müfessirler âyetin gönderiliş sebebi
olarak üç rivayet nakletmektedirler. Bu rivayetlerin ilki olan Sâib'inkini
burada zikretmeyi uygun buluyoruz. Sâib, hanımı ihtiyarladığında onu boşamak
istedi. Hanımı, boşanmak istemedi ve evlenmesine müsaade etti. Kendisi de
çocuklarının anası olarak kalıp onları büyütmek istedi. Zaten âyetin içeriği
hem tarihî bir olayın olduğunu hem de evrensel mânada bu işlerin ortaya
çıkacağını göstermektedir. Evrensel mânada aile içi ilişkilerde bunların olma
ihtimali büyüktür.
1. Kadının endişesi. Eğer bir
kadın, kocasının kötü muamelesinden veya kendini terketmesinden korkarsa!
âye-tindeki hâfet fiili, "bilmek, zannetmek, korkmak, endişe etmek"
mânalarına gelmektedir. Kocanın olumsuz tavır veya davranışlarının kadında
meydana getirdiği psikolojik durumu anlatmaktadır. Kocasının nüşûzü
"geçimsizliği, hoşnutsuzluğu ve bu sebeple olumsuz muamelede bulunması"
anlamına gelmektedir. Kocanın i'râdı "yüz çevirmesi, yüzünü ekşitmesi,
cinsel ilişkide bulunmaması ve aile ilişkilerine riayet etmemesi"
demektir. Bu iki hareket biçimi, kadının gönlünde bir korku ve endişe meydana
getirir. Âyet bunun doğal bir korku olduğuna da işaret etmektedir.
2. Barış yapılmalı. Kocanın bu
davranışları gerçek olabilir, ama ilk yapılacak şey derhal aileyi yıkmak
değildir. Sürecin ilk basamağı eşler arasında bansın gerçekleştirilmesidir.
Başka bir açıdan bakarak kocanın kötü bir niyetle böyle yapmadığı, ama kadının
aşın kıskançlığı sebebiyle böyle bir korkuya kapıldığı da olabilir. O zaman
kadının kıskançlığını giderecek bir banş yapılmalıdır. Anlaşırlarsa kendilerine
bir günah yoktur[174].
Ayetin bu kısmında, sanki banşı eşlerin kendilerinin yapması gerektiğine bir
işaret vardır. Bunun anlamı, kadın kocasına endişesini, yani korkusunu
anlatacak, koca da bu davranışlardan vazgeçeceğini, yaptıklarından üzüntü
duyduğunu bildirerek aralarındaki bu olumsuzluğu kaldınp banşacaklardır.
Âyetten anlıyoruz ki bu, aile içindeki olayların, dışanya yansıma safhasına
gelmediği durumlarda söz konusudur. Eşler aile sırlarını ifşa etmeden, topluma
yansıtmadan kendi aralannda sulh ile sona erdirmelidirler. "Kol kınlır yen
içinde kalır" ifadesinin aile ilişkilerinde uygulanmasıdır.
Âyetin bu kısmı medenî ilişkiler içinde olan eşlere yöneliktir. Çünkü
kocasının geçimsizliğini çevresine anlatmayan ve sorunun aile içinde çözülmesini
sağlayan bir kadın medenî bir seviyededir. Eşinin endişesini gidermek için aile
ilişkilerine olumlu mânada katkıda bulunan koca da medenî seviyesini ortaya
koymuş demektir. Sorunlarını kendi aralarında çözecek kadar olgun olan eşler,
ailenin yıkılmasına fırsat vermeyeceklerdir.
Âyetin bu kısmından çıkarılabilecek bir ilke de şudur: Kur'an, kocanın
her istediğini yapacağı; ama kadınm, barış yapacak, barış için masaya oturup,
söz söyleyecek şahsiyete sahip olmadığı fikrini, anlayışını yıkmış; ona eşiyle
oturup meselelerini tartışacak ve sorunlarım çözecek bir kimlik kazandırmıştır.
Endişelerini, korkularını kocasına anlatacak ve gerektiğinde affedip barış
yapabilecek bir onuru kadına vermiştir. Böylece Kur'an, korkunun yuvayı
yıkmasını önleyip, ailede endişelerin rahatlıkla kelimelere dökülerek gündeme
getirilmesinin ortamını hazırlamıştır.
3. Sulh. Yüce Allah Barışta
hayır vardır buyurarak ailenin yıkılmasından yana değil yaşamasından yana
olduğunu beyan etmiştir. Barış gruplar ve devletler arasındaki siyasette ve
aile hayatında vazgeçilmeyen bir değerdir. Diğer taraftan insanın iç âleminde
akıl, gönül ve nefis arasında oluşan banş ağacı, aileye, topluma ve nihayet
insanlığa dal budak satmalıdır.
4. Kıskançlık. Şuhh hem
"cimrilik" hem de "kıskançlık" anlamım ifade etmektedir.
Zemahşerî bunu mal sevgisi olarak mânalandırmaktadır. Çünkü mal sevgisi cimrilik
meydana getirir. Ama bunun doğuştan var olduğunu da söylemektedir. Fakat âyetin
içeriğine bakıldığında, burada anlatılan cimrilik değil kıskançlıktır. Kadının
kocasını kıskanmasını ele almaktadır. Eşini kıskanmak veya başka türlü bir
kıskançlık doğuştan insana verilmiştir. Âyette yer almasının sebebi kadının
aşırı kıskanmasında kocası hakkındaki korkusu doğmuş olacağını göstermekte,
korku ile kıskançlık arasında bir ilişki kurmaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi
bağlamında kıskançlık sebep, korkmak da sonuç olmaktadır. Demek ki insanın
duygu âleminde de sosyal olayların arasındaki sebep-sonuç ilişkisi gibi
ilişkiler vardır.
5. Allah yapılanlardan
haberdardır. Fakat iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her
şeyden haberdardır. Âyetteki Eğer iyilik yaparsanız ifadesi, eşlerin iyi
geçinmesine işaret etmektedir. "İyilik" kelimesinin yerine, "iyi
geçinirseniz" ifadesini koymak mümkündür. Buradaki ihsan kelimesi
"iyi geçinmek" olduğu gibi "güzel geçinmek" de olabilir.
Eşlerin banş yaparak aileyi yıkmadan birlikte yaşamalarının sanatsal bir
güzelliği olduğu kadar ahlâkî bir iyiliği de vardır. İhsan kavramı hem ahlâkî
iyiliği hem de sanatsal güzelliği ifade etmektedir.
Böylece Allah ihsan kelimesinin başka bir açıdan tanımım yaparak,
ailede eşlerin barış ve mutluluk içinde yaşamalarına işaret etmektedir. Âyetin
bu bölümünde ihsandan sonra takva kelimesinin gelmesi manidardır. Takvanın
"sakınmak, korumak" mânalanndan hareket edersek, bu ilişkinin ne anlama
geldiğini söyleyebiliriz. Buradaki sakınmak manasıyla takva, ihsan denen
güzelliğin kaybolmasından, o ahlâkî iyi denen barış içinde yaşamın yok olmasından
sakınmaktır. "Korumak" manasıyla takva ailede oluşan güzelliğin ve
iyiliğin bir daha incinmemesi için korunmasının buyruğunu ifade etmektedir.
Ailedeki bansın getirdiği iyilik ve güzellikte süreklilik esas
alınmalıdır. Onun içindir ki Allah ihsandan sonra takvayı getirmiştir. Önce
iyiyi ve güzeli üreteceğiz, sonra onlan koruyacağız. Takvaya başka bir mâna
yüklersek şöyle deriz: Takva Allah'tan sakınmak olduğuna göre, ailedeki iyi ve
güzelliği yıkmamak için Allah'tan sakınmak gerekiyor. Muhammed Esed'in takvaya
verdiği mânadan hareket edersek deriz ki, iyi ve güzeli aile hayatında üretmek
bir bilinç işidir, bir sorumluluk şuurudur. Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde
olan insan, iyi ve güzeli korur. İyi ve güzeli ailede üreten, yaşatan ve
koruyan insanların amellerinden Allah haberdardır. Bunun anlamı, bu insanların
eylemlerini ve düşüncelerini değerlendirecektir.
Kısaca diyebiliriz ki aile hayatındaki huysuzlukların, ihmallerin ve
kıskançlıkların doğurduğu korkunun bertaraf edilmesiyle meydana gelen değişimin
doğurduğu barış, aileye iyiliği ve güzelliği getirmektedir. Bu durumun devam
ettirilmesi ve korunması için yapılan bütün eylemler Allah tarafından
değerlendirilecektir. Kötüden iyiye doğru olan olumlu değişimin eylemi ve ürünü
elbette karşılıksız kalmaz.[175]
129. Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) adalet
yapamazsınız. Öyleyse (birine) tamamen meyledip ötekini askıda (köcasızmış gibi
bırakmayınız. .Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız, Allah bağışlayan ve merhamet
edendir.
Allah bu sûrenin 3. âyetinde yetim kızlarla evlenip onlara âdil
davran-mayacak olanlara birden dörde kadar evlenme ruhsatını tanımaktadır.
Eşler arasında âdil davranamayacak olanların da tek eş almalarını hükme
bağlamaktadır. Nisa sûresinin 129. âyetinde adaleti tekrar gündeme getirerek,
bu değerin çok evli kişiler tarafından yaralanmamasını istemektedir. Hanımları
arasında adaleti temin edecek eşlere çok ender rastlanır. Belki de bu imkânsızdır.
Onun içindir ki Allah, "Ne kadar arzu etseniz bile kadınlar arasında tam
adaleti sağlayamazsınız" buyurmaktadır. Bunun anlamı duygu, adaletin tam
gerçekleşmesine manidir. Çünkü duygular çoğu zaman insanın kontrolünün dışına
çıkar ve onun iradesini işlemez hale getirir. Bu durumun en çok zarar verdiği
değer de adalettir.
Duygularının etkisi altına kalmayıp hammlanyla ilişkilerini aklî
boyutta temin edecek olan insanların erdemin doruk noktasında olduğu da bir
gerçektir. Âdil davranmayı tutku derecesinde istese bile insanın bunu
beceremeyeceğine işaret eden Allah, çare olarak bir çıkış yolun getirmektedir:
"Birine tamamen yönelip ötekini askıda(kocasızmış) gibi
bırakmayınız." Eşleri arasında duygu bakımından âdil olamayana Allah,
birine tamamen meyletmemesini ötekini de tamamen boşlukta bırakıp ihmal
etmemesini emretmektedir. Demek ki mutlak adaleti gerçekleştirmenin imkânsız
olduğu şartlarda, tamamen birine meyletmemeyi gündeme getirerek şartlara göre
adaleti koruma kanununa başvurmaktadır.
Bu ilişkiler sisteminde hata yapmak kaçınılmazdır. Önemli olan İşleri
yoluna koyarsanız yani mümkün mertebe eşler arasında adalet göstermeye
çalışırsanız ve bu konuda Allah'tan sakınırsanız, Allah'ı affedici ve merhamet edici
olarak bulursunuz. Bu âyette de ıslah ile takva arasında ilişki kurulmaktadır.
Islah kavramı "işleri yoluna koymak" anlamına gelmektedir. Bunun
anlamı duygularının esiri olmadan, adaleti elinden geldiğince eşler arasında
gerçekleştirme gayretinde olan ve bu durumu korumaya çalışan insan, ufak
hatalarında Allah'ın affını ve merhametini görecektir.[176]
130. Eğer eşler aytıfıtlarea, Allah her birini lutfuyla besleyip
geçindirir. Çünkü Allah (lotfunda) sıhtrstzdır, hikmet .' sahibidir.
128. âyette bansın, 129. âyette adaletin gerçekleşmediği durumlarda
boşanma ihtimali gündeme getirilmektedir. Banşı ve adaleti gerçekleştirip işi
yoluna koyamamanın varacağı nihaî nokta ayrılıktır. Ayrılık durumunda ne
olacaktır? Ayrılığın kaçınılmaz olduğu durumlarda Allah müdahale edeceğini bu
âyette ifade etmektedir. Eşlerden her birine kendi rahmetinden istifade
ettirerek geçimlerini temin edecektir.
Bundan anlıyoruz ki eşler arasındaki ilişkilerin çıkmaza girdiği
anlarda boşanma helâldir. Ama boşanma Allah katında meşruluk kazanırsa, Allah
kendi katından onların ihtiyaçlarını giderecek imkânları temin edecektir.
"Kadının ekonomik bağımsızlığı yoktur" diye zalim bir kocanın
zulmünü çekmesi doğru değildir. Ama genelde erkekler ekonomik güçlerini mesleği
olmayan hanımlarına karşı kullanıp eziyet edebilirler ve hatta eziyet etmekte
olanları vardır. Bu tip kocaların baskısı altında inlemektense ayrılıp Allah'ın
lutfunu beklemek daha doğrudur. Allah bu durumdaki eşe ayrıldığında kendi
lutfunu devreye sokarak, aç bırakmayacağına dair garanti vermektedir.
Başka bir açıdan bakarsak şöyle bir neticeye varabiliriz: Uyuşamayıp
ayrılanlara Allah daha iyi eşler nasip edeceğini vaad etmektedir. Ayrılma
meşrudur ve ayrılma meşru şartlar altında olursa ayrılan eşlere daha iyi eş
bulmayı lutfedecektir. "Allah (lutfiında) sınırsızdır; hikmet
sahibidir." Yüce Allah ayrılan eşlerin durumuna lütuf ve hikmetiyle
müdahale etmektedir. Âyetin sonundaki bu ifade Allah'a inanan insanlar için çok
önemli bir destek, dayanak ve moral kaynağıdır. Âyetin bu kısmıyla Allah
boşanan bir kadına veya erkeğe, güvence vermekte, "Boşanırsam ben
mahvolurum" karamsarlığını gereksiz bulmaktadır. Onlara lutfiında
sınırsız olan ve yaptığını yerli yerinde yapan ilâhî gözetimin altında olduklarının
güvencesini vermektedir.
Burada şu soruyu sorabiliriz: Ayrılıklar sırasında genellikle kadınlar
ağır problemlerle karşılaştıkları halde, neden âyette her ikisi denip koca da
devreye sokulmaktadır? Bunun cevabı şudur: Kadın da kendi kocasından ayrılma
davası açabilir. Başka bir ifade ile kadınm ayrılmasıyla erkek mağdur duruma
düşebilir.
Âyetin ilk kelimesine bakarsak "aynlırlarsa" ifadesinden,
ayrılık olayında her ikisinin iradesinin söz konusu olduğunu anlarız. 128.
âyetteki barışı gerçekleştirmenin çıkmaza girmesi demek, eşlerden birinin veya
ikisinin barışa yanaşmaması demektir. Barışa yanaşmamak ise hür iradesini
kullanmak demektir. 130. âyetin başındaki yeteferreka "aynlırlarsa"
fiilinde her iki tarafın iradesi söz konusudur. Demek ki kadın kendi isteği
ile çekip gidemez; koca da kendi isteği ile karısını boşayamaz. Nisa sûresinin
35. âyetine göre, iradelerini hâkimin huzurunda mahkemede beyan edip
ispatlayacaklardır.
Her iki iradenin mahkemede hâkimin huzurunda beyan edilmesi, boşanmanın
meşruluğunu hukuk açısından ortaya koyacağı için, Allah da kendi lutfu ile
eşleri çaresiz hale getirmeyecektir. Böylece Allah kullarının medenî
durumlarıyla yakinen ilgilendiğini de beyan etmektedir.[177]
131. Ve göklerde ve yerde olan her şey -Allah'a aittir. Biz hem sizden
önce kitap verilenlere hem de size Allah'a
saygılı olmanızı andolsun emrettik. Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki
göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hudutsuz zengindir,
övülmeye lâyık olandır.
132. Göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir. Vekil olarak Allah
yeter.
133. Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok edip, başkalarını getirir.
Allah buna kadirdir.
Bu âyetler bir önceki âyetin sonundaki "sınırsız lütuf sahibi olma"
ile "hikmet sahibi obua" sıfatlarının açıklaması olabilir.
"Allah vasîdif", "hakimdir" sıfatlarının ne anlama
geldiğini bu âyetlerden daha iyi anlıyoruz. Allah vasîdir ifadesini açarsak
"göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir" mânası çıkar. Göklerde
olanlarla yerde olanların kendisine ait olduğu Allah'ın lutfu da sonsuzdur.
Demek ki 131. âyet, 130. âyetin son kısmının açılımı olmaktadır.
131. âyetin devamı, böyle bir lutfa ve kudrete sahip olan Allah'a ne
yapılması gerektiğini açıklamaktadır. Allah bunu şu şekilde izah ediyor:
"Andolsun sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size 'Allah'a
saygılı olunuz' diye emrettik." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli
ilke şudur: Lutfu sonsuz olan göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan
Allah'a saygı duymak gerekiyor. Takvanın emir kalıbında alınması bize şu mânayı
vermeye müsaade etmektedir. "Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde
olunuz"; "Allah'a saygı duyunuz." Biz bunlardan ikincisini
tercih ediyoruz. Fakat takva kelimesine âyetin devamına göre mâna verirsek
"iman ediniz" demek mümkündür. Çünkü âyetin devamında "Eğer
inkâr ederseniz" ibaresi yer almaktadır. Yani inkâr, takvanın karşıt
anlamı olarak verilmektedir. İnkârın zıt anlamı imandır. O zaman "Allah'a
saygı duyunuz" ifadesini "Allah'a inanınız" şeklinde
mânalandırmak daha doğru olacaktır. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır" ifadesinin amaçlandığı iman duygusudur. Takvayı iman ile
özleştirmemizin sebebi imansız takvanın olamayacağından dolayıdır. Yûnus sûresin
63. âyetine göre, önce iman sonra takva gelmektedir. Bir diğer sebebimiz de
128-129. âyetlerdeki ailede eşlerarası ilişkilerde yer alacak olan takvanın
imanî boyutunu göstermektir.
"Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır." Âyetin ilk bölümünde takva, yani imandan önce söylenen,
şimdi inkârdan sonra söylenmektedir. Bunun anlamı şudur: Kâinatın kanunları oradaki
oluşumlar inkâra mani olup imana götürmelidir. Böylece inkârla boğuşacak olan
şeyin kâinat bilgisi olacağını ve aynı şeyin imana götüreceğini Allah Teâlâ
vurgulamaktadır.
Bütün bu oluşumlar, Allah'ın müstağni oluşuna ve sonsuz övgüye lâyık
olduğu bilgisine götürmelidir. "Hamd âlemlerin rabbine aittir"
şeklindeki Fatiha sûresinin 2. âyetine işaret etmektedir. Allah sonsuz bir
zenginliğe sahip olduğu ve kâinattaki bütün oluşumları yarattığı ve sahip
çıktığı içinde övgüye lâyık olduğunun öğretisini vermektedir.
131. âyette anlatılanlar sadece müslümanlan değil aynı zamanda kitap
ehli denen yahudi ve hıristiyanlan da kapsamaktadır. "Sizden önce kitap verilenlere
de emrettik" ifadesi dört dinin mensuplarını içermektedir. Böylece
göklerde ve yerde olanların sahibinin kim olduğunun bilinmesi, dinler arasında
müşterek noktalardan birini teşkil etmektedir. Kâinatın sahibini bilmek, O'na
saygı gösterip iman etmek, O'nu inkâr etmemek dinlerin ortak temel inançlarıdır.
132. âyette yine "göklerde ve yerde olanların Allah'a ait
olduğu" gündeme getirilmektedir. 131. âyette Allah'ın sonsuz zenginliğe
sahip olduğu ve yaptıklarıyla övgüye (hamd) lâyık olduğu esasına varılırken,
132. âyette "vekil olarak Allah'ın yeterliliği" neticesi dile
getirilmektedir. Yüce Allah gökler ve yer ile olan ilişkisini gündeme getirerek
kendi sıfatlarını anlatmaktadır. Demek ki din eğitiminde eserden müessire giden
çizgi öğretilmelidir. Esere bakarak sanatkânn dehasını anladığımız gibi,
kâinata bakarak yaratıcının yüce sıfatlan anlaşılmalıdır.
Bütün bu anlatılanların ve verilen emirlerin anlaşılıp yerine
getirilmesi önemli bir değişimi meydana getirebilir. Bu değişimin, insanların
yok edilip yerine başkalarının getirilmesi şeklinde tezahür edebileceği 133.
âyette belirtilmektedir: "Allah dilerse, ey insanlar! Sizi yok edip
(yerinize) başkalarını geçirebilir. Çünkü Allah bunu yapmaya gerçekten
muktedirdir." İmansızlık ve Allah'a karşı saygısızlık öylesine tahrip
edicidir ki, toplumları çökertebilecek bir güce sahiptir. Toplumların sosyal
gücünü ve siyasî erkini alıp başkalarına verecek derecede tehlike
arzetmektedir. Nûh, Lût, Semûd, Âd ve Firavun kavimlerine olan yıkım manevî
kirlenmeden kaynaklanmaktadır. Kur-an'da yer alan kavimlerin yok oluşlarının
iyi bir analizi yapıldığında inkârın ne derece tahrip edici olduğu
görülecektir.
İmanın insanın hayatına denk bir mânası olduğu gibi, inkârın da insanın
hayatına son verdirecek bir çirkinliği vardır. Demek ki insanın hayatı beyin ve
gönlündeki oluşumlarla değer kazanmakta veya değer kaybetmektedir. Allah
dileğini gündeme getirerek inkarcıların bu dileği işletebileceklerine işaret
etmektedir. Bu âyette "derinden" bir uyan yer almaktadır. Bütün insanları
muhatap alması, değişimdeki sebep-sonuç ilişkisinin evrensel bir kanun
olduğunun delili olmaktadır.[178]
134. Kim dünyanın sevabını isterse (bilsin ki) dünyanın da âhhretin de
sevabı Allah katandadır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.
Âyette geçen sevâb kelimesi "nimet, mükâfat, ganimet,
menfaat" mânalarına gelmektedir. Kelime Kur'an1 da geçtiği yere göre mâna
kazanmaktadır. Kelimenin lügat mânası "dönmek", su ile kullanılınca
"suyun toplanması, dolması; tövbe etmek"; mal ile kullanılınca
"çoğalmak, peş peşe gelmek"; hasta ile kullanılınca "iyileşmek;
karşılığını vermek"; tesevvebe kalıbından alınınca, "sevap
kazanmak"; sevâb kalıbı "karşılık, mükâfat, bal ansı, nimet";
mesab kalıbından alınınca "ev, Kabe, sığınak, insanların ayrıldıktan sonra
toplandıkları yer, avcı tuzaklarının kurulduğu yer" mânalanna gelmektedir.
Sevb denen elbise de aynı kelimeden türemiştir.
1. Cezalandırmak.
Bu dünyada günahkârlar iman
edenlere gülerler, iman edenlerle karşılaştıklarında kaş-göz hareketleriyle
alay ederler (Mutaffıfîn 83/29-30). Âhirette roller değişecek iman edenler
kâfirlere gülecek, koltuklarının üzerinde etrafa bakarken şu kelimeler
ağızlarından dökülecek Kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı? Süvvibe
kalıbından gelen kelime "cezalandırılmak" anlamına gelir.
2. Vermek. Âl-i İmrân sûresinin 153.
âyetinde esâbe kalıbından, psikolojik manasıyla vermek anlamını ifade
etmektedir. Allah size keder üstüne keder verdi. İnsanın içinde Allah'ın
kederden meydana getirdiği şeyden dolayı "vermek" anlamında bu
kelimeye yer vermektedir.
3. Ödüllendirmek. Söyledikleri sözden dolayı
Allah onları ödüllendirdi (Mâide 5/85)' Feth sûresinin 18. âyetinde de fetihle
ödüllendirmek anlamında yer almıştır: "Cennetle ödüllendirmek, zaferle
ödüllendirmek." Bu mânada esâbe kalıbından getirilmektedir.
4. Nimet. Âl-i İmrân sûresinin 145 ve
onun gibi âyetlerde sevâb kalıbında "dünya ve âhiret nimeti"ni ifade
etmektedir. "Her kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz; kim
de âhiret nimetini isterse ona da bundan
veririz."
5. Karşılık. Kehf sûresinin 31. âyetinde
sevâb kalıbında gelmektedir. Ne güzel karşılık anlamını ifade etmektedir.
6. Mükâfat. Âl-i İmrân sûresinin 195.
âyetinde Bu mükâfat Allah katındadır" denirken yine savâb kalıbında yer
almaktadır.
7. Toplanılacak sığınak. Bakara sûresinin 125.
âyetinde mesabe kalıbında gelmiştir. Yüce Allah Kabe'yi sığınılacak bir yer
olarak tayin etmiştir. Toplanılacak sevabın, üretileceği yer anlamına da
gelmektedir.
8. Elbise.
Hac sûresinin 19. âyetinde
"kâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir denirken siyâb kalıbında
kullanılmıştır.
Bütün bunları bir araya getirirsek "giysi" mânası öne
çıkmaktadır. Çünkü Allah'ın ödülü, mükâfatı, karşılığı, verdiği her şey bir
elbise gibi insanı korumaktadır. Tıpkı soğuktan insanı koruyan ve avret
yerlerini görünmekten muhafaza eden elbise gibi Allah'ın ödülü de insanı
korumaktadır. Diğer taraftan "toplanılacak sığmak" mânası da öne
çıkmaktadır. İyinin, güzelin, doğrunun üretileceği toplantı yeri demektir. Onun
için Kabe bir üniversitedir. Yüce Allah 134. âyette öncelikle insanın, dünya ve
âhiret nimetlerini istemek konusunda hür olduğunu bir ilke olarak koymaktadır.
Diğer taraftan kulunun iradesine, yani tercihine baskı yapmadan rehberlik
etmektedir.
Böylece eğitimcilere, insanların iradelerine baskı yapmanın doğru olmayacağını
öğretmektedir. İnsan dünya nimetini ister ama, dünya ve âhiretin nimetinin
Allah katında olmasını bilmelidir. Böylece Nisa sûresinin 117. âyetinde
"Onlar Allah'ı bırakıp yalnızca birtakım tanrılardan istiyorlar; ancak
inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar" âyetinin bir cevabını vermektedir.
Putlar ve şeytandan değil dünya ve âhiretin nimeti kendi katında olan
Allah'tan istemelerini buyurmaktadır. Yüce Allah kullarının dediklerini,
yaptıklarını, neleri tercih ettiklerini, tavırlarını kimden yana koyduklarını
hem duyuyor, hem de görüyor.[179]
135. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz^ anne
babanız ve akraban» aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler,
olunuz. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar
Allah onlara (stz-den)daha yakındır; Hislerinize uyut* adaletten sapmayınız. Eğer
(şahitlik ederken) dilinizi eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz,
muhakkaka ki Allah yaptıklarınızı bilir.
Nisa sûresi hukukun çeşitli alanlarına girmiş, adaleti öne çıkarmış,
yalan yere şahitliğin kötülüğünü açıklamış ve nihayet adaletin ayakta
tutulmasının yollarının neler olduğunu bu âyette anlatmıştır. Meselâ Nisa
sûresinin 2 ve 3. âyetinde yetim haklarına riayet etmenin önemini ele almış
onlara âdil davranmayı öne çıkarmıştır. Daha sonraki âyetlerde miras hukukunu
derinlemesine açıklamıştır.
Nisa sûresinin 29. âyetinde malların haksız yere yenmemesi hükme
bağlanmış; 58. âyette insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetme
emredilmiş; 105. âyette Allah'ın gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedip,
hainlerin müdafaa edilemeyeceği emredilmiş; çaresiz ve yetim olanlara âdil
davranılması 127. âyette hükme bağlanmış; 128 ve 129. âyette ailede eşler
arasında bansın tesisi ve adaleti gözetmenin önemi vurgulanmıştır. Adaletle
başlayıp adaletle devam eden Nisa sûresi, hukukun objektifliğini savunmuş ve bu
konuda devrimini gerçekleştirmiştir. Bütün bu âyetlerden sonra genel mânada,
adaletin bayrağını ayakta tutmak için hiçbir şeyin engel olmamasını ön görmüş
ve bu engellerin neler olacağım da açıklamıştır.
1. Allah için şahitlik etmek.
Yüce Allah hukukî muamelelerin, davaların ibadet haline dönüşmesi için Allah
adına şahitlik yapılmasını istemektedir. Lillâh derken "Allah için"
şahitliğin yapılmasını istemektedir. Kavvâmîne bi'I-kıst ifadesiyle de adaletin
titizlikle ayakta tutulmasını emretmektedir. Âyet şöyledir: Ey iman edenler!
Adaleti Allah için şahitlik ederek titizlikle ayakta tutanlar olunuz. Şahitlik
ederken Allah'ı gözetmek, adaletin ayakta durmasını temin eden candır, güçtür.
2. Engellerin ortadan
kaldırılması. Allah için şahitlik edip adaletin ayakta durmasına engel olacak
olanlardan ilki "insanın kendi adına yapacağı şa-hitlik"tir. Kendiniz
bile olsanız, yani insanm yapacağı şahitliğin konusu kendisi bile olsa doğruyu
söylemekle mükelleftir. Yüce Allah adaletin ayakta tutulması için kişinin
kendisinden başlamaktadır. Kendi aleyhinde olsa bile doğruyu söyleyen
insanların bulunduğu toplum yıkılır mı? Allah lutfunu bu topluluğa göndermez
mi? Anne baba olsa bile, mümin insan ebeveyni hakkında şahitlikte bulunsa bile
doğruyu söyleyecektir. Doğru, hak ve adalet her şeyin üstünde bir değere
sahiptir. Anne baba olsa bile adaletin ayakta durması engellenemez. Akraba olsa
bile, mümin kişi şahitlik yaparken akrabalık mefhumunu da dikkate
almayacaktır. Akrabasından yana tavır koyarak hukuku yanıltmayacak, adaletin
bayrağını indirmeyecek kadar sağlam iman sahibi olacaktır.
Zengin olsunlar fakir olsunlar, Allah onlara daha yakındır. Davalıların
bir grubu fakir olabilir, duygusal davranarak fakirden yana tavır koyup zenginin
hakkım gasbedip ona vermek adaleti yaralamaktır. Çünkü hakkın zengin ve fakir
şeklinde bir özelliği yoktur. Eğer şahitliği zengin adına yapıyorsan yine Allah
için şahitlik ederek, adaletin bayrağını ayakta tutmak gerekiyor. Fakiri
"fakirdir" diye, zengini "zengindir" diye haksız yere
savunmak, yalan yere şahitlik etmek adaletin bayrağını yerlerde süründürmektir.
Haklarını Allah'ın koruyacağı kişileri, haksız yere savunmak doğru değildir.
Demek ki Allah adaletin aldatılmasına, yamltılmasına sebep olan ve onun
ayakta durmasına engel olan insanın adalete karşı olan durumudur. İnsan kendi
hakkında şahitlik ederken doğruyu söylemez; anne babası, akrabası onun doğruyu
söylemesini engelleyebilir. Kişilere olan yakınlığımız, adaletin
gerçekleşmesini engelleyip yaralamasına sebep olabilir. Kişinin toplumdaki
statüsü de şehâdeti menfi mânada etkiler.
Servet düşmanı olan insanlar haksız yere zenginin aleyhine şahitlik
edebildiği gibi, zenginden korkarak, ondan menfaat umarak zenginin lehine
şahitlik edip fakirin hakkının çiğnenmesine sebep olabilirler. Şahitlik yapan
adamı kişinin toplumdaki statüsü etkilememelidir. Bunların olma ihtimali olmasaydı
Kur'an'da yer almazlardı.
Adaletin gerçekleşmesini engelleyen diğer bir sebep de insanın nefsi
olabilir.
Hislerinize uyup adaletten sapmayınız. İnsanı adaletten uzaklaştıran,
saptıran şeyin kendi içindeki kötü arzusu, hissi ve hevesleri olabilir. İnsanın
nefsindeki "hevâ"yani sübjektif davranma arzusu onun adaletten
sapmasına sebep olabilir. Allah insan psikolojisiyle adalet arasında bağlantı
kurmaktadır. İnsanın nefsinin, hislerinin etkisi altında kalması adalette
derin fay hatları meydana getirebilir. Nefisteki hevâ denen fay hattı, insanın
aklını adaletten ayıracak kadar güçlüdür. Kur'an'da böyle bir emrin yer alması,
bu işin ciddiyetinin şahididir.
yüzlülüğe
linizi bükerseniz, yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız; muhakkak ki
Allah yaptıklarınızı bilir. İnsanın hevâsı dilin dönüşümünü, hareketini
etkileyip, sözü eğip bükmeye başlatır. Doğruyu ifade edecek olan kelimeler
ağızdan bir türlü çıkmaz. Adaletin ortaya çıkışını belirleyecek kelimeler,
yalancı şahidin ağzında arabanın tekerleri gibi yuvarlanır. Dilin eğilip
bükülmesinden kasıt, insanın içindeki kötü niyet, hevânın işgalidir. Beyni ve
gönlü işgal eden hevâ, ağzında çakıl taşlan olan bir insanın konuşması gibidir.
Diğer taraftan dilin eğilip bükülerek konuşulmasından başka bir anlam
da çıkartmak mümkündür: Söylenen sözler kalemin ucundaki, bilgisayarın
tuşlanndaki kelimeler olabilir. Bir dava için yazılan raporlar, tutulan
deliller, medyada yazılan yazılar bunun kapsamına girer ve girmelidir. İnsan
nefsi kalemin yazdığı kelimeleri de etkiler, özellikle medyada ideolojik
bakımdan bir araya gelen birden çok nefisler yazılarıyla adaletin bayrağının
yerlerde sürünmesine sebep olabilir. O zaman bir tek nefsin adalette meydana
getirdiği depremden, çok daha büyük depremle karşılaşmak mümkündür. Demek ki
ağzı, insanın kendi ağzı, kalemin ağzı, bilgisayarın ağzı, medyanın ağzı olarak
alınca adalete gelecek olan tehlikelerin çok yönlü olduğu anlaşılmış olur.
Şahitlik yapacak olan kişi büyük baskı altına kalarak şahitlik yapmaktan vazgeçebilir.
Yüce Allah bunun kötü bir davranış olduğunu da beyan etmektedir.
Günümüz devletlerine baktığımızda onların birbirlerine karşı olan
kinleri ve düşmanlıkları milletlerarası hukukun yanılmasına sebep olmaktadır. O
zaman "ağızda geveleme" kavramı bir toplumun siyasîlerinin konuşması,
tavırları anlamına gelmektedir. Yüce Allah adaletin bayrağını ayakta tutmak
için diğer âyetlerde ilâve emirler vermektedir.
a) Herhan-gi bir topluma karşı
kininiz sizi adaletten sapma günahına itmesin! Adil olunuz, bu takvaya daha
yakın bir davranıştır (Mâide 5/8). Bu âyette toplumlararası ilişkilerde adalet
söz konusu olduğu zaman kinin adaleti etkile-memesinin hükmü yer almaktadır.
b) Rahmanın kulları, yalan
yere şahitlik etmezler. (Furkan 25/72). Furkan sâresinin 63-77. âyetleri
arasında, rahmanın kullarının neleri yapıp neleri yapmayacakları
sıralanmaktadır. Bunlardan bir tanesi de "yalan yere şahitilk
yapmayacaktandır."
c)
Ey Dâvûd! Biz seni
yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâ ve
hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır (Sâd 38/26). İnsanlar
arasında adaletle hükmedip Allah adına şahitlik ederek adaleti ayakta tutmanın
evrensel bir değer olduğunu bu âyetlerden anlıyoruz. Bütün dinlerde ve
kültürlerde "adalet" bir değer olarak yer almıştır.
Burada sorulması gereken soru şudur: İnsanın kendisi hakkında, evlâdın
anne babası, anne babanın evlâdı, yakın akrabaların birbirlerine şahitliği kabul
müdür? Âyetten anlıyoruz ki insanlar kimsenin şahit olamayacağı durumda, yani
başka bir şahidin bulunmadığı durumlarda kendi kendine şahitlik etme
zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilirler. Bu durumda bir mümin, kendi
aleyhinde olsa bile Allah adına doğruyu söylüyorsa Müslümanlığın ideal noktasında
demektir. "Allah adına şahitlik etmek", iş yaparken Allah'ın kendini
gördüğünü bilir ve şahit olarak Allah'ın şahitliğinin yeterli olacağının
bilincinde olduğundan doğruyu söyler.
Anne babanın veya yakın akrabanın yaptığına evlâtlarından başkası şahit
olmayabilir. Modern hukuk bakımından çok yakın akrabalar birbirlerine şahitlik
edemezler ama, başka görenin bulunmadığı veya konunun götürülebilecek başka
birinin bulunmadığı durumlarda mümin, anne babası veya akrabası hakkında
doğruyu söylüyorsa, işte o zaman adalete can veriyor demektir.
Diğer taraftan bu soruya başka bir açıdan da cevap verilebilir: Yüce
Allah, adaleti ayakta tutmanın önemini vurgulamak için "Kendin, anne
baban, akraban, zengin, fakir bile olsa Allah adına doğruyu söylemelisin"
demektedir. Adalet insanın kendini, anne babasını, akrabasını, zengini, fakiri
kayırmama-sıdır. Bu düzeyde müslüman bulmak bize zor görünmektedir. Babanın
evlâtlarını, evlâtların anne babalarını, kocanın hanımım, hanımın kocasını,
kardeşin kardeşi korumadığı adalet, mutlak adalettir. Âyetin sonunda yer alan
"Allah yaptıklarınızdan haberdardır" ifadesi, insanları adaleti
yanıltmaktan caydırıcı bir niteliğe sahiptir. Yapılan şeylerden Allah'ın
haberdar olduğun bilen bir müminin adaleti yanıltması, kayırma teşebbüsünde
bulunması artık mümkün değildir.
İnsan adaleti yanıltabilir ama Allah'ın her şeyden haberdar olması, bir
gün doğrunun mutlaka ortaya çıkmasını temin edecektir. Gerçek imanın görevi
burada kendini belli eder. Mümin fert ve toplum hukukta kayırmanın olmadığı
toplumdur. Kayırma Allah'ın lutfunu uzaklaştırmakta ve imanın seviyesini
düşürmektedir.[180]
136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberi'ne, ona indirdiği kitaba ve
daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve kıya-met gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapitmıştir.
Bu âyet imanın şartlarını sıralamaktadır. Fakat iman edenlere niçin
"iman ediniz" emrini vermektedir? Sorunun cevabını Râzî, tefsirinde
çok geniş bir şekilde açıklamaktadır. Verdiği ihtimalî cevapların hepsinin
konuyla alâkası vardır. Râzî'nin cevaplarına dönmeden önce verilecek cevabı
zikretmek gerekiyor.
1. Bir önceki âyetle ilişkili
olarak ele alacak olursak imanın adaletle alâkasını görebiliriz. "Allah
için şahitlik ederek adaleti ayakta tutunuz" emrindeki "Allah
için" ifadesi imanı gerekli kılmaktadır. İman etmiş olabilirsiniz, ama
işinizi Allah için yapmamış olabilirsiniz. İmam işindeki niyete, yani amaca
yansıtmakta insanlar hata edebilirler. İman eder ama yalan yere şahitlik eder,
yakınını kayırır, bunlar adaletin yaralanmasına sebep olur. Dolayısıyla
kendisi, anne babası, akrabası, zengin, fakir bile olsa doğruyu söylemek, Allah
adına şahitlik etmek sağlam bir iman ister.
Demek ki insanın imanındaki etkinliğini gösteren ve ispat eden en
önemli eylem adaletin yerine getirilmesidir. Sanki adalette bir iman, ondan
önce de bir iman vardır. Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştiremeyenlere
iman etmeleri emredilmektedir. "Ey iman edenler, iman ediniz"
denirken "adaleti gerçekleştirme imanı" istenmektedir.
136. âyetteki ikinci imam adalete bağlayınca şöyle bir yorum yapılabilir: Nisa sûresinin 2. âyetinden itibaren haklar sistemi ele alınıp gerekli hükümler konmaktadır. "Hak" kavramının bulunduğu yerde hukuk; hukuk kavramının bulunduğu yerde de adalet bulunacaktır. Yetim haklan, kadın haklan, ekonomik haklar, eşlerin birbirleri üzerindeki haklan ve bunların oluşturduğu ilişkiler; Allah hakkı, hayat hakkı gibi haklann sıralandığı Nisa sûresinin bu âyete kadarki hükümlerinin altından kalkabilmek ve bu konuda âdil olmak çok zordur. Bu zorluğu kaldıracak ve yükü hafifletecek olan da iman gücüdür. O zaman birinci imana nazarî iman ikinci imana da eylemsel iman diyebiliriz. Birisi "kabul ediyorum" safhasında, ikincisi "yapıyorum" safhasındadır. Başka bir ifade ile buradaki iman emri müslümanlara aittir.
2.
Yüce Allah Hz. Peygamber
dönemindeki tek Allah'a inanan kitap ehlini kastetmiş olabilir. Râzfııin ileri
sürdüğü bu görüş, yahudi ve hıristiyanla-nn Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a
inanmalannı öngörmektedir. Bu açıklamaya göre 136. âyetteki "ey iman
edenler!" ifadesi müslümanlann dışındaki tek Allah'a inanan insanlann
tamamını kapsamaktadır. O zaman Kur'an'ın "iman edenler" ifadesiyle
çok geniş bir kitleyi muhatap aldığını söyleyebiliriz. Adalet evrensel bir
değer olduğuna göre, buradaki iman da evrensel özelliktedir. Zaten 135. âyette
adaleti gerçekleştirecek olanlar iman edenlerdir.
3.
Sâf sûresinin 10 ve 11.
âyetleri de aynı şekilde iman edenlere iman etmelerini şart koşmaktadır:
ler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi? Allah'a ve
Resulü'ne inanır, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. 10. âyette "ey iman edenler"
şeklinde hitap ettiği halde 11. âyette Allah'a ve Peygamberi'ne inanmayı
öngörmektedir. Eğer bunlar Allah'a ve Peygamberi'ne inanmıyorlar idiyse, neden
10. âyette "iman edenler" ifadesine yer verilmiştir? Bize göre
ilkinde sözle iman varken, ikincisinde fiilî iman vardır.
4. Âyetin ikinci bölümünde
İslâm dininin iman esaslanndan üçünü gündeme getirmektedir. Allah'a,
peygamberlerine, peygamberine indirilen kitaba ve o peygamberden önce indirilen
kitaba imanı şart koşmaktadır. Allah'a, peygamberlere ve vahye inanmanın
dışında kalan iman esasları bir sonraki bölümde ele alınacaktır.
5. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarım' peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse tam anlamıyla
sapıtmıştır. Âyetin son kısmında iman esaslarının beşi sayılmakta ve bunları
inkâr edenlerin durumu sapıklık olarak nitelenmektedir. Âyetin ilk kısmında
Allah'a, peygambere, geçmişte ve Hz. Muhammed'e indirilen kitaplara iman şart
koşularak, üç iman esası gündeme getirildiği halde, ikinci bölümde inkâr
edilemeyecek beş iman esasını inkâr etmek sapıklık olarak tanımlamaktadır.
Böylece sapıklığın farklı bir tarifine işaret edilmiştir.
Demek ki sapıklık insanın gönlünde başlamakta ve esas sapıklık oradan
insanlığa yayılmaktadır. Onun için eğitim, insanın gönlüne tevhid inancının
tohumlarını ekmektir.[181]
137. İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr
edepleri, sonrada inkârlarını artıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları
doğru yola iletecektir.
138. Münafıklara kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
137. âyetin açıklamasından varılabilecek sonuçlar şunlardır:
1. âyet münafıklık
psikolojisini anlatmaktadır. Bakara sûresinin 14. âyetinde açıklandığı gibi,
"Münafıklar müminlerle karşılaştıklarında, 'iman ettik' derler.
Liderleriyle baş başa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla
sadece alay ediyoruz1 derler." tman edip sonra inkâra, sonra iman edip
sonra tekrar inkâra sapmanın psikolojisi ikiyüzlülük anlamına gelen münafıklığı
anlatmaktadır.
Münafıkların böyle tutarsız iman sergilemelerinin sebebi nedir? Bunu yüce Allah bize niçin anlatıyor? İmanda istikrarsızlık, iman ile küfrün arasında Münafıklar, Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar sadece kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Görüldüğü gibi münafıkların inançlanndaki istikrarsızlıkların amacı, Allah'ı ve müminleri aldatmaktır. Bu aldatmanın amacı da, Bakara sûresinin 11. âyetine göre yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Demek ki münafıkların ikiyüzlülüklerinin ve istikrarsızlıklarının bir amacı vardır. Ama ana amaç, kandırıp fesat çıkarmaktır.
2. Âyette kitap ehlinin,
müminleri tereddüde düşürmesi açıklanmakta-
Ey kitap ehli! Neden hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve Sile bile gerçeği
gizliyorsunuz? Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: Müminlere indirilmiş olana
sabahleyin inanıp akşamleyin inkâr ediniz, belki onlar dönerler (Âl-i İmrân
3/71-72). Başkalarını etkileyip, sabahleyin iman, akşamleyin de inkâr
etmelerinin amacı müminleri tereddüde düşürüp onların da inkâr etmelerini temin
etmektedir.
Böylece münafıkların iman ile inkâr arasında bocaladıklarını, tereddütlerini
başkalarına bulaştırmak istedikleri ortaya çıkmıştır: "Onlar (iman ile küfür)
arasında bocalayan bir sürü karasızlardır. Ne onlara ne de bunlara (tam olarak
katılırlar)" (Nisa 4/143).
Mümin imanında açık olmalıdır, zaten kâfir inkârında açıktır. Ama
bunların arasındaki münafıklar tereddütleri sebebiyle kendilerinde
"netlik" yoktur. İkiyüzlülüğün inanç alanında nasıl bir
istikrarsızlık meydana getirdiğini anlatırken Allah'ın maksadı, bir taraftan
münafıklık psikolojisini açıklamak, diğer taraftan da müminlerin aynı duruma
düşmemelerini temin etmektir.
Bu noktadan hareketle 136. âyete bir daha bakarsak, neden iman edenlere
"bir daha iman" dendiğini rahatlıkla anlayabiliriz: "Ey iman
edenler! İman ediniz" demek imanınızı pekiştiriniz demektir. 137. âyette
bahsedilen istikrarsız ve ikili inanç durumuna düşmeyiniz demektir. Başka bir
ifade ile imandan sonra yine iman olmalı, imandan sonra inkâr olmamalıdır.
Böylece iman edenlere, tekrar "iman ediniz" demenin amacı, imanı
pekiştirip arttırmaktır. O zaman aklımıza şu soru gelmektedir.
3. İman artar mı? 137. âyette
Sonra inkârlarını arttıranlar denmektedir. İnkârlarını arttıranlar olduğuna
göre imanlarını arttıranlar da olacaktır. Madem ki iman inkârın karşıtı
olmaktadır; inkârda olan artış imanda da olmalıdır. Artışı olmayan iman, artışı
olan inkârla mücadele veremez. 137. âyetteki inkârın artışı, 136. âyette ikinci
iman emriyle karşılanmaktadır. İman edene "iman et" demek, imanını
artır emrini vermektir. Dilindeki imanını gönlüne indir demektir.
Ayrıca Enfâl sûresinin 2. âyetine göre, Allah'ın âyetleri okunduğunda
bazı müminlerin imanı artmaktadır. Feth sûresinin 4. âyetine göre, İmanları bir
kat daha artırsınlar diye Allah müminlerin kafplerine güven indirmektedir.
İman arttığı gibi inkâr da artmaktadır. 137. âyetteki inkârın artmasıyla
ilgili şu genellemeyi yapabiliriz. İman, insanın gönlünde manevî bir
operasyondan ibarettir. Bu ameliyattan sonra dikişleri patlatıp tekrar inkâra
düşmek, tekrar bir ameliyatı gerekli kılacaktır. İman ettikten sonra bir daha
inkâra düşmek ikinci defa dikişleri patlatmak olacaktır ki bu sefer yara çok
daha derin demektir. Gönlü bu şekilde örselemek oradaki inkârı artıracaktır.
Giderek artan inkâr başka yaralann açılmasına sebep olacak hatta kansere
dönüşecektir.
4. Af kapsamının dışında
kalmak. Birkaç defa iman edip tekrar inkâra düşen ve inkârını arttıran insanın
varacağı nihaî noktayı Allah âyetin sonunda açıklamaktadır. Allah onları ne
bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir derken ikiyüzlüleri af kapsamının
dışında tuttuğunu ilân etmektedir. Af kapsamı dışında tutmanın anlamı, iyiye
doğru bir değişimi gerçekleştirmelerinde onlara rehberlik ve yardım
etmeyeceğidir. "Doğru yola iletmemek", tevhid inancına doğru değişimi
lütfetmemek demektir.
Münafıkların gönlündeki imanî istikrarsızlık, ilâhî affın kapsamını ve
ilâhî lutfu, hidayeti olumsuz mânada etkilemektedir. Münafıkların inkâr psikolojisi,
Allah'a giden yolu tıkatmakta ve affın kapsamını daraltmaktadır. Af kapsamının
dışında kalmak ve Allah'ın yolunu tıkatmak sonuçtur, bu sonucun sebebi de
gönülde imandan sonra giderek artan inkâr psikoloj isidir.
5. Elem verici azaba sebep
olmaktadır. Af kapsamının dışında kalmak, Allah'ın doğru yola iletmesi gibi
lutfunu kaybetmek elem verici azabı getirecektir. Onun için 138. âyette
Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
137 ve 138. âyetler gelecek nesilleri eğitme hedefim gütmektedir. Onları
düzeltmek mümkün değildir. Ama âyetteki cezanın varlığı gelecek nesilleri
böyle bir psikoloji yaşamaktan caydırmaktır.[182]
139. Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler; an-îartn yanında
şeref mî arıyorlar? Şüphesiz bütün şeref yalnızca Allah'a aittir.
Âyetin kapsamına giren konulara bakıldığında sanki âyet bugün inmiş
gibidir.
1. Kâfirleri dost edinmek.
Kur'an'ın temel konularından biri insanlara dostunu, düşmanım tanıtıp onları
bilinçlendirmek ve hata yapmalarını önlemektir. Müminleri bırakıp kâfirleri
dost edinenler kimlerdir? Sorunun cevabı hiç kuşkusuz münafıklardır. Bir yerde
mümin yoksa kâfiri dost edinmek mazur görülebilir ama, mümin varken kâfiri dost
edinmek hatadır ve münafıklık alâmetidir. Münafıklık dost edinme konusunda da
kendini göstermektedir.
Bu konu Âl-i İmrân sûresinin 28. âyetinde açıklandı. Burada şunu
söylemekte yarar vardır; velî denen "dost" kavramının siyasî, hukukî
ve ahlâkî boyutları vardır. Siyasî boyutuyla veli, milletlerarası ittifaklar
içerisinde bulunmanın adı olabilir. Müminlerle politik ittifaklar kurma yerine
kâfirlerle politik ittifak kurmanın yanlışlığını hem Âl-i İmrân sûresinin 28,
hem de Nisa sûresinin 139. âyetleri bildirmektedir.
Hukukî boyutuyla veli, Mâide sâresinin 51. âyetinde yer almaktadır:
l£Jl\*'£L.'ll'z.''S* Hanginiz onları vekil edinirse, kesinlikle onlardan olur.
Dost edinmek, hukukî bakımdan işlerini görmek için yahudi ve hıristi-yanları
tercih etmesi, onu onlardan yapacaktır demesiyle Allah işin önemini gündeme
getirmektedir. Ahlâkî boyutuyla veli aynı hayat tarzını, aynı değerleri
paylaşmayı ifade etmektedir. Mümin insan hayatını, ahlâkını evrensel değerle
göre ayarlar. Evrensel değerlerin kaynağında ilâhî vahiy ve akıl vardır. Kendi
ahlâkî değerlerini paylaşanlar için bir diyeceği yoktur ama, evrensel ahlâk
kurallarıyla çatışan ve ahlâkın doğa kanunuyla çatışanlarla dostluk kurması
imkânsız hale gelir. Bu durumda bir grup çıkıp müminlerin hayat tarzını ve
evrensel kurallara dayanan ahlâkını bırakıp, kâfirlerin ahlâkını benimserse
Allah katında tehlikeli bir iş görmüş olur.
2. Şerefin tamamı Allah'a
aittir. Yüce Allah siyasî, hukukî ve ahlâkî bakımdan dostlukların kurulması
için bir sebebin olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Âyetin ikinci bölümünde
bu sebebin "şeref aramak" olacağına işaret edilmektedir. Devletler
politik ittifaklarda yer alırken, onlardan bir güvence ve bir şeref beklerler.
Ahlâkî bakımdan da bu böyledir. Çeşitli sosyal grupları tercih etmek, onlardan
bir şeref elde etmek arzusu bu tercihi yönlendirir. Mümin, grubunu bırakıp
kâfirleri dost edinecek kadar tercihini yanlış yönde kullanmak büyük bir değer
uğruna yapılmış olmalıdır. Âyet bu büyük değere "şeref adını vermektedir.
Aslında şerefi başkalarının dostluğunda aramanın mânası, kendisinin
şerefli olamamasından kaynaklanmaktadır. Aşağılık duygusu içinde olan toplumlar
veya fertler, kendi düşünce ve eylemleriyle insanlık arenasında şeref
kazanamadıklarından başkalarının yanında olmakla şeref ararlar. Başkasının
şerefinden şereflenmek, basitliğin ve yoksulluğun ifadesidir. Buradaki yoksulluğun
anlamı beyin ve eylemleriyle ürün vermemektir.
Böylece, müminleri atıp kâfirleri dost edinmekle şeref edinilemez. Çünkü Şerefin tamamı Allah'a aittir. O zaman Allah'ın benimseyeceği, takdir edeceği düşünce ve eylemleri üreterek şeref hazinesinden almak gerekiyor. Allah şerefin bazı yollarla elde edileceğini göstermiştir.
Bu yollar nelerdir? Yüce Allah şerefi Kur'an'da belitmiştir: Andolsun,
içinde sizin için şeref bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ aklınızı
kullanmayacak mısınız? (Enbiyâ 21/10); "Doğrusu Kuran sana ve kavmine bir
şereftir. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız" (Zuhruf 43/44).
Doğru bilgi insana şeref verir. Objektif, yani tarafsız ve kesin bilgi
hem ferde hem de topluma itibar ve şeref getirir. Fâtır sûresinin 10. âyetinde
şerefin nerede olduğu ve ona nasıl ulaşılacağı açıklanmaktadır: :Kim şeref
istiyorsa, gerçek şeref Allah'a aittir.
Güzel sözlerden kasıt tevhid inancını ifade eden kelimelerdir.
"Güzel söz" ifadesi insanlara fayda veren bilgiler anlamına
gelmektedir. Potansiyel olarak güzel sözler Allah'a yücelme yapısındadır, ama
kendiliklerinden yüce-lemezler. Onları Allah'a yücelten eylemdir. Eylem doğru
bilgiyi alıp Allah'a götürür ve oradan şeref alıp gelir. Demek ki şerefin yeri
Allah'ın katı, oraya ulaşmanın yolu da doğru ve faydalı bilginin eyleme
dönüşmesidir. Allah itibarı, şerefi doğru bilgiyi üreten ve onu eyleme
dönüştürene vermektedir. Müminleri bırakarak, onlara düşmanlık göstererek
kâfirleri dost edinmekle şerefe ulaşılamaz. Âyette psikolojik analiz
yapılmaktadır. İnsanlar itibar edinme ihtiyacını duyarlar. Bu itibar ihtiyacı
onları aramaya sevkeder. itibar edinme ihtimalinin bulunduğu yere doğru koşar.
Bu koşmada genelde etrafına pek bakmmaz. Müminleri atmak, onlara karşı olmak
gerekiyorsa bunu yapmaktan çekinmez. Hatta bunu müminlerin arasındaki gruplar
da birbirlerine karşı yaparlar. Müslüman milletler arasında bu şekilde
davrananlar da bulunur.
Bu tür fertler ve toplumlar kendilerini itibarsız ve şerefsiz
hissedeceklerinden, itibar üretecek davranışları sergileyemediklerinden,
birilerinin şerefine ortak olmak, ondan almak isterler. Bunun da faturası
birilerine düşman olmak şeklinde ödenecekse, onu da yapmaktan çekinmezler.
Çünkü itibarı elde etmek için doğru bilgi ve faydalı amel gerekiyor. Bunu
yapmak onlara çok zor gelir.[183]
140. Allah kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin
inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir
söze daltncaya kadar onlarla beraber oturmayınız, yoksa siz de onlar gibi
olursunuz. Şüphesiz Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri cehenneme
toplayacaktır.
Âyetin tarihî boyutunu müfessirler şöyle anlatmaktadırlar: Müşrikler
toplantılarında Kur'an'ı dillerine dolayıp âyetlerle alay ediyorlardı. Aynı toplantıda
bulunan müslümanlar azınlıkta olduklarından ses çıkaramıyorlardı. Bunun üzerine
En'âm sûresinin 68. âyeti inmiştir: "Âyetlerimiz hakkında ileri geri
konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan
uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zalimler
topluluğu ile oturma!" Her iki âyetten çıkaracağımız ilkeler şunlardır:
1.
Müslümanlar inandıkları
değerlere sahip çıkmalıdırlar. İnançlar ve kültürlerarası mücadelede sınır
aşılırsa, medenî olmaktan çıkılır ve hakaretler başlar. Gruplar veya milletler
karşı grup veya milletin manevî değerlerine saldırır. Âyetlerde aynı mecliste,
çok yakın ilişkiler içinde hakarete varan saldırılarda, saldırıyı durdurma gücü
olmayan mümin tarafın, meclisi terket-mesi hükme bağlanmaktadır. Allah'ın
âyetlerine olan saldırıyı durduracak sosyal ve bilgi gücü olmadığında, o meclis
terkedilmelidir. Başka bir konu üzerinde konuşulduğunda gelip oturmakta yarar
vardır. Âyet bunun metodunu öğretmektedir.
2. Âyet "Sürüden ayrılanı
kurt kapar" düşüncesiyle açıklanırsa, uluslararası ilişkilerde, mümin
müminin yanında olmalı ve bununla siyasî ve sosyal güç kazanmalıdırlar. Mümini
terkedip kâfiri dost edinenler, kendi değerlerini azınlıkta kaldıkları
kâfirlerin yanında savunamazlar. İnandığı âyetlere küfredilir, alay edilir,
ama bunu engelleyemezler. Böyle zayıf anlarda hiç olmazsa bu saldırılan, küfrü
ve alayı dinlememek için orayı terketmek gerekir.
3. Hakaret edilen meclisi
tamamen terketmek doğru değildir. Mecliste tartışılan konu değiştiği an, geri
dönüp meclisin konularına katılmak gerekiyor. Bu durumda son bir çıkış kapısı
olarak takdim edilmektedir. Bu metodu Allah önemsemekte ve şöyle demektedir:
"Kâfirlerle beraber oturmayınız, yoksa siz de onlar gibi olursunuz."
Mecliste Kur'an âyetlerine hakaret edeni sustura-mayan mümin orada oturup
hakareti dinlerse onlar gibi olur. Allah'ın âyetlerine hakareti çeşitli
şekillerde protesto etmek mümkündür: Eliyle, diliyle veya meclisi terkederek.
Meclisi terketmek en küçük protestoyu teşkil ettiği için kâfirlere benzemekten
mümini kurtarmaktadır. Küfre rızâ göstererek orada oturmanın da küfür ve
alaydan farkı olmadığına dikkat çeken Allah, siyasî, sosyal ve bilimsel gücün
ne kadar önemli olduğunun eğitimini vermektedir.
4. Âyetin son kısmında münafıklarla kâfirlerin cehennemde bir araya
getirileceği beyan edilmektedir. Çünkü münafık ile kâfirin dünyadaki müşterek
tarafları ve bir araya geldikleri eylem Allah'ın âyetlerine küfretmek ve
onlarla alay etmektir. Bu konuda bir araya geldikleri gibi âhirette de,
cehennemde de bir araya geleceklerdir. Allah'ın âyetlerine küfretmek, onlarla
alay etmek, dünyada cehennem ateşini yakmak demektir. Dünyada beraberce inkâr
ateşini yakanlar, âhirette de o ateşin içinde toplanacaklardır. Gönülde çıkan
inkâr ateşi, âhirete intikal etmekte, sahiplerini bir araya getirip ihata
etmektedir.
Yüce Allah farklı inançlann birbirlerine karşı oluşturacakları
toleranslı bir dünya oluşturma eğitimini vermektedir. Dar kafalı, dar gönüllü
ve sığ görüşlü insanlar, inançlar dünyasını savaş, saldın ve kavga alanına
çevirirler. Mutluluk için var olan din alam, mutsuzluk alanına dönüşür.
İnsanlık Allah'ın âyetlerine küfretmek ve onlarla alay etmenin uğruna çok
kurban vermiştir. "Ben senin gibi olamazsam, seni zorla benim gibi
yaparım" zulmü ve kabalığı, insanlık tarihinin büyük fay hatlarından
birini oluşturmuştur. Zaman zaman bu hat harekete geçerek insanlığın bütün
erdemlerini yerle bir etmektedir.[184]
141. Kâfirler ve münafıklar, sadece başınıza gelecekleri görmeyi
beklerler. Böylece eğer Allah'tan size bir zafer ihsan edilirse, 'Sizin
yanınızda değil miydik?' derler. Kâfirlerin şanslarının yaver gittiğini görünce
de "Şu müminlere karşı sizi savunarak sevginizi hak etmedik mi?"
derler. Ama Allah kıyamet günü aranızda hükmünü verecek, kâfirlerin müminlere
zarar vermelerine aşla izin vermeyecektir.
Bu âyetin başındaki ellezîne kelimesi, 140. âyetin sonunda yer alan
münafık ve kâfirleri ifade etmektedir. 139. âyete gidersek müminleri bırakıp
kâfirleri dost edinenlere işaret ettiğini de söylemek mümkündür. 139 ve 140.
âyetlerin konu edindiği insanlar aynı insan grubudur. 141. âyet de onları ele
almakta ve müminlerle olan diğer ilişkilerini gündeme getirmektedir. Aslında,
davranış tarzlarına bakılırsa münafık grubun ele alındığını söylemek daha
doğru olacaktır.
1.
Sizi gözetleyip dururlar.
Münafıklar ikiyüzlü olduklarından şahsiyet bütünlüğüne sahip değillerdir.
Onların bu özellikleri davranışlarına, sosyal ve siyasî ilişkilerine de
yansımaktadır. İntibak edemedikleri, gönülden benimseyemedikleri fikir ve
gruplara doğrudan karşı çıkamazlar, ama onların durumunu sosyal ve siyasî
dengeler bakımından gözetlemeyi huy edinirler. Güçlüden yana olmayı şiar
edindiklerinden, baskın gelen sosyal grubun yanında olmak için gözlemlerine
devam ederler. Onların bu durumunu Allah açıklayarak müminleri
bilinçlendirmektedir.
2. Eğer size Allah'tan bir
zafer gelirse 'Sizinle beraber değil miydik?' derler. Münafıklar güçlüden yana
olduklarından önceden renk vermezler. Toplumdaki sosyal ve siyasî dengelere
göre kanat açarlar. Sosyal grupların hangisi bir zafere ulaşır ve üstünlüğü ele
geçirirse ona yönelir ve sahte dostluğunu ortaya koyarlar. Âyetin bu kısmında
müminlere Allah bir zafer ihsan edince hemen onlara koşarak, "Biz sizinle
beraber değil miydik? derler. Onların psikolojisinde hiçbir iş yapmadan,
yapmış gibi görünüp başkalarının başarısına ortak olmak vardır. Müminler
zafere ulaşırsa onlara ortak olmak isterler. Ama kâfirler başarılı olurlarsa
onlara da ortak olmak isterler.
3. Ve eğer savaşta kâfirlerin
bir payı olursa: 'Biz size üstünlük sağlayıp sizi müminlerden korumadık mı?'
derler. Görüldüğü gibi onlar güçten yana olmak için çırpı-nırlar.
Şahsiyetlerinde tutarlılık olmadığından sosyal davranışları, siyasî tercihleri
de amiplerin hareketini andırır. Müminler başarılı olursa onlara; kâfirler
başarılı olursa o tarafa meylederler. Bunların tutumu devletlerarası
ilişkilerde de böyledir. Onlar bir güç, bir değer üretemediklerinden, başkalarının
basanlarını kendilerine maf etmek suretiyle asalak olarak yaşamanın yolunu
tutarlar. Bu münafıkların beslendikleri en güzel ortam, sosyal gruplar
arasındaki çatışmalardır. Onlar o çatışmaları gözlerler, hangi gruptan yana
zafer görünüyorsa hemen onun yanında yer almak için gayret sarfederler. Aynı
tavırları milletlerarası ilişkilerde de söz konusudur.
4. Onların bu davranışları,
sadece dünyada kalmayıp âhirete intikal etmektedir. Çünkü münafıklığın dünyada
terbiye edilmesi mümkün değildir. Şahsiyet parçalanması, ikiyüzlülük
münafıklığın ayrılmaz ahlâkıdır. Bu huyun değiştirilmesi mümkün değildir. Bazı
olayları bu dünyada çözümlemek mümkün olmayabilir. Ama çözülemeyen bu olaylar,
bu dünyada kalacak anlamına gelmemelidir. Hiçbir söz ve eylem kaybolmuyor, bir
varlık gibi yaşıyor ve sonra âhirete intikal ediyor. Bu dünyada kimin kiminle
beraber olduğu, kimin kime sahtekârlık yaptığı âhiretteki değerlendirmede
mutlaka gündeme getirilecektir.
5.
Bu değerlendirme âhirette
yapılacaktır ama dünyada garantisi ne olacaktır? Âyetin son kısmında buna cevap
verilmektedir: Ve kâfirlere müminler aleyhinde asla bir yol vermeyecektir.
Âyetin bu kısmından şu genellemeye varıyoruz: İman, düşmanın vereceği zararı
engellemektedir. Allah'ın lutfu, ihsanı, yardımı tam imana sahip olan gönülden
yanadır. Müminin hakiki imanı, Allah'ın yardımını çekmekte ve düşmanların
zararını engellemektedir. Gerçek iman, düşmanlann müminlere zarar verecek
yollarını tıkatmaktadır. gerçekten inanmışsanız üstün geleceksiniz (Al-i İmrân
3/139) ilkesi de üstün gelmenin, düşmana karşı zafer elde etmenin gerçek imana
dayandığına işaret etmektedir. Düşmanın zararı mümine dokunuyorsa, müminin
imanını sorgulaması gerekir. Çünkü zararın mümine ulaşması, Allah'ın
yardımının gelmemesine işarettir, Allah'ın yardımının gelmemesi de müminin
imanındaki zayıflığın delildir.[185]
142. Şüphesiz münafıklar Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki
Allah onların kendi kendilerini kandırmalarını sağlıyor. Onlar namaz için
kalktıklarında, gönülsüzce kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da
nadiren anarlar.
143. Bunlann arasında bocalayıp durmaktadırlar, ne onlara
(başlanıyorlar)! ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol
bulamazsınız! -
Bakara sûresinin 8. âyetinden itibaren münafıkların özellikleri,
şahsiyetleri, davranış biçimleri, düşünceleri çeşitli âyetlerde açıklamıştı.
Onların ikiyüzlülükleri ele alındıktan sonra, bu huylarının nelere malolduğunu
bu âyette anlatmaktadır:
1.
Münafıklar Allah'ı kandırmaya çalışırlar.
"Münafıklar, güya Allah ı ve müminleri aldatırlar, halbuki onlar ancak
kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir" (Bakara 2/9).
Buradaki aldatmanın ne olduğunu anlamak için, Bakara sûresinin 8. âyetine
bakmak gerekir. Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde inandığını
söylemeleri Allah'ı ve müminleri aldatmaya yönelik olduğu beyan edilmektedir.
Nisa sûresinin 142. âyetindeki aldatmayı anlamak için, Nisa sûresinin
137-141. âyetlerindeki davranış şekillerine bilmek gerekir. İmandan sonra
inkâra, inkârdan sonra imana, imandan sonra tekrar inkâra düşmelerindeki
istikrarsızlık, itibar uğruna müminleri atıp kâfirleri dost edinmeleri,
Allah'ın âyetlerini inkâr edip alaya almaları, güçlünün yanında olup onun
başarısını paylaşmak için fırsat kollamaları Allah'ı aldatmak amacıyla
yaptıkları davranışlardır. Demek ki yanlış yaptığım bildikleri halde,
insanlara karşı ikiyüzlülük yapmaları münafıkların kendi kendilerini
aldatmaları olarak nitelendirilmektedir. İkiyüzlüler Allah'ı aldattıklarını
zannederler ama, gerçekte kendilerini aldattıklarının farkında bile
değillerdir. Allah onların kendi kendilerini kandırmalarını sağlamaktadır, yani
oyunlarım kendi başlarına çevirmektedir.
Münafıklar Allah'ı kandıramazlar. Hz. Peygamber'e iman ettik deyip
aslında kalben iman etmemiş olmalarının doğurduğu kandırma Allah'a kadar
uzanmaktadır. Çünkü iman Allah ile ilgili bir konudur. Netice olarak
diyebiliriz ki münafıkların temel özelliklerinden biri ikili oynayarak
aldatmalarıdır. Allah'ı ve müminleri aldatma gayretinde olurlar, ama Allah
kendilerini kendilerine aldattırır da farkında olmazlar.
2. Gösteriş için
namazkılarlar.Münafıklarındiğer bir özelliği de, namaza tembel tembel
kalkmaları ve gösteriş için namaz kılmalarıdır. Aslmda bu özellik birinci
özelliğe bağlıdır. Allah'ı aldatma teşebbüsleri, Allah için değil de insanlar
için namaz kılmalanndandır. Namazı yüce Allah, münafıkların ikiyüzlülüğünü
ispat etmek için örnek vermektedir. Riyakârlık yani insanlara gösteriş yapmak,
münafıklık alâmetlerindendir. Demek ki münafıklar gösterişe düşkündürler,
gösteriş onlarda tutku halini alır.
3. Münafık, Allah'ı çok az
hatırlar. Âyetin bu son kısmını da ikinci özelliği tamamlamaktadır. "İnsan
niçin Allah'ı az hatırlar?" Çünkü yaptığı işte insanları çok hatırlayıp
riyakârlık yapar. Allah'ın çok hatırlandığı bir ibadette gösteriş olmaz.
İbadeti kimin için yapıyorsan, onu hatırlıyorsun demektir. Münafıklar
insanlara gösteriş olsun diye namaz kıldıklarından insanlan hatırlıyor, ama
Allah'ı çok az hatırlıyorlar. "Münafıklar Allah'ı çok az anarlar"
ifadesindeki zikir kavramını "namaz kılarlar" şeklinde mâna vermek de
mümkündür. "Münafıklar çok az namaz kılarlar" mânasını Tâhâ sûresinin
14. âyetine göre verebiliriz. Çünkü bu âyette Hz. Musa'ya Allah, kendisini
anması yani zikretmesi için namaz kılmasını emretmektedir. Başka bir ifade ile
anmanın başka bir adını "zikir" olarak koymaktadır. Yanlarında birisi
bulunursa namazlarını kılarlar, ama tek başlanna kaldıklarında namaz kılmazlar.
Çünkü onların niyeti Allah'a kulluk değil insanlara gösteriş yapmaktır.
Zemahşerî'nin bu âyetin tefsirindeki açıklamasını dikkate alırsak şu
özeti yapabiliriz: Münafıklar öylesine dünya hayatına dalarlar ki Allah'ı
unuturlar. Subhânallah, lâ ilahe illallah gibi zikir ifadelerini kullanma
fırsatım bulamazlar. Zikir ve teşbihi dünya hayatının meşguliyeti engeller.
Gündüz ve gecelerini dünya işi kapsar.
4. Münafıklarda şaşkınlık
psikolojisi vardır. 143. âyet münafıkların inanç, fikir ve davranış bakımından
istikrarsız olduklarını açıklamaktadır. Âyetteki müzebbeb "her iki tarafa
gidip gelen ve bir tarafta karar kılmayan" anlamına gelmektedir. Râzî
sebep-sonuç ilişkisi içinde münafıkların bu şaşkınlıklarını şöyle
anlatmaktadır: Bir eyleme götüren sebep, dünyevî bir amaç olunca hareket ve
gidip gelme çoğalır. Çünkü bu dünyanın menfaat ve sebepleri süratli bir şekilde
değişirler. Eylem sebebine, sebep de amaca bağlıdır. Amaç sık sık değişince
insanın isteğinde de değişiklikler meydana gelir. Çoğu zaman sebep ve engeller
birbirleriyle çatışır. Bundan dolayı insan şaşkınlığa düşer. Amacı kalıcı hayır
işleri yapmak ve manevî mutluluğu kazanmak olan insanın psikolojisi daha
istikrarlı olacaktır.
Râzî'nin bu analizine göre, insan psikoloj isindeki istikrar, eylemi
hangi amaca yönelik yaptığına bağlıdır. Eylemin amacı dünyevî değerler olunca,
bu niyet insanda bir istikrarsızlık doğurmaktadır.
İnsan davramşlarındaki istikrarın neye bağlı olduğunu İbrâhîm sûresinin eti açıklamaktadır:
27. âyeti açıklamaktadır: Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya
hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Demek ki sağlam düşünce ve sağlam
imana sahip olanlar, sağlam eyleme sahip olacaklardır. Kul sağlam ve
tereddütsüz bir imana sahip olunca, Allah onun şaşkınlığını ortadan kaldırıp
davranışlarında sağlam kalmasını temin eder. Münafıklar Allah'ı çok az
zikrettiklerinden düşünce ve eylemlerinde istikrar bulunmamaktadır. Demek ki
zikir gönüle istikrar getirmektedir. Ra'd sûresinin 28. âyetine göre
"Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle doyuma ulaşır." Doyum hali
gönüldeki istikran ifade eder. Münafıklar çok az zikrettikleri için
psikolojilerinde istikrarsızlık, şaşkınlık oluşurken, mümin Allah'ı çok
zikrettiğinden gönlünde ve davranışlarında bir doyum vardır.
îmandan küfre, küfürden imana (Nisa 4/137) haktan bâtıla, bâtıldan
hakka, kâfirlerden müslümanlara, müslümanlardan kâfirlere (Nisa 4/141) olan
gidip gelmeler istikrarsız bir akıl, gönül ve nefisten kaynaklanmaktadır.
İstikrarsız bir kimliğe sahip olan münafıklar kime neye bağlanacaklarını
bilemezler. Yüce Allah öncelikle Hz. Peygamber'e dolayısıyla da müslümanlara
hitap ederek, şaşkınlık psikolojisine sahip olan münafıklara yaklaşıp doğruyu
anlatacak bir yolun bulunmasının imkânsızlığım söylemektedir. Bu insanlar
istikrarsız olduğundan, onlan doğru bir yola sokmak da mümkün değildir. Çünkü
onların bu ikiyüzlülüğü, imanla küfür, müminlerle kâfirler arasında gidip gelmeleri
Allah'ın saptırmasına sebep olmaktadır.
Allah kulunu durup dururken saptırmaz, kulun düşünce ve eylemleri bu
saptırmayı gerekli kılıyorsa Allah da onu takdir eder. Nisa sûresinin 136-143.
âyetleri arasında münafıkların psikolojileri niçin anlatılmaktadır? Bu sorunun
cevabını sonraki âyetler vermektedir, ama biz burada kısa bir cevap
verebiliriz: Allah müminleri eğitmek, onlan münafıkların durumuna düşmemeleri
için açıklamalar yapmaktadır.[186]
144. Ey inian edenjerî Müminleri bırakıp da dost' edinmeyiniz;
suçluluğunuz İiönusurida' Aİlan'ı
145. Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık
onlara bir yardımcı bulamazsınız
kâfirleri ıri Önüne dadıfter; Aftrit onlara bir
yafrdtmâ kmaasm:
Bu âyetler daha önce münafıkların davranışlarının neden analiz edildiğine
açıklık getirmektedir. Müminin münafıklara benzememesi için ne yapması
lâzımdır? "Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmemesi gerekiyor."
Nisa sûresinin 136. âyetinde münafıkların bunu yaptığı gündeme getirilerek,
burada müminlerin böyle bir fiili yapmamaları hükme bağlanmaktadır.
Münafıkların benzer hareketlerini yaparak müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinen müminler ne yapmış olmaktadırlar? Âyetin devamı bu soruyu
cevaplamaktadır:
a) Suçluluğunuz konusunda
Allah'ın önüne açık bir kanıt mı koymak istiyorsunuz? Bunun anlamı müminin
münafık olup günah işlediğidirr. Kimler dost edinilmişse, onlar dost edinen kişinin
ruh yapısını yansıtır. Müminleri bırakıp kâfirlerle anlaşma yapan, onlarla
sırlarını konuşacak kadar dostluklar kuran müminleri Allah cezalandırır.
İnkarcılarla beraber olmak için müminleri terketmek yanlış bir harekettir.
b) Müminler müminleri bırakıp
da kâfirleri dost edinmesin! Kim bunu yaparsa, artık onun Allah'ın nezdinde
hiçbir değeri yoktur (Âl-i İmrân 3/28). Demek ki müminleri terkederek kâfirleri
dost edinenler, Allah katındaki değerlerini kaybetmektedirler. Nisa sûresinin
144. âyetindeki sultânen mübîn "apaçık bir dehT'in mânasını "Allah
katında değer kaybetmektir" şeklinde verebiliriz.
Buradan şu genellemeyi yapabiliriz: Münafıklık alâmetlerinden biri
müminin, mümini itip kâfiri dost edilmesidir. İnanan insanlar, inananları dost
edinmeli, onların dostluğunu bir kenara atmamahdır. Bu, "iman" denen
değerin doğasında var olan bir özelliktir.
c) Nisa sûresinin 145. âyetine
göre münafıklar cehennemin en alt ta-bakasındadırlar ve onlara yardımcı
bulunamaz. Allah müminin bu duruma düşmesini istemediği için münafıkların
durumunu geniş bir şekilde açıklamaktadır. Mümini itip kâfiri dost edinen
müminler, cehennemin en alt tabakasına gidecek ve yardımcı da bulamayacaktır.
Bu durum caydırma amacını gütmektedir. Allah'ın âyetlerine karşı tavır
takınarak inkâr ve alay etmesinde, mümin ve kâfirler arasında gidip gelmesinde,
Allah'ı aldatma gayretinde olmasında, çok nâdir hatırlayıp namaz kılmasında,
tercihlerinde şaşkınlık göstermesinde, kâfiri dost edinmesinde münafıklık
aslında cehennemin en alt tabakasına giden yolu katetmekte, Allah'ın yardımım
kendisinden uzaklaştırmaktadır. Bütün bu açıklamalar insan psikolojisinin
nasıl kirlendiğim anlatıp müminleri bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır.[187]
146. Ancak tövbe edenler, lıallevini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar, dinlerini sadece-Allah'a tahsis edenler, işte bunlar mütninlefleberaberdirler ve Âltahyâkmtfer bütün tYriitntokre büvük bahsedecektin
Bu âyet köklü bir değişimle münafıkların cehennemden kurtulabileceklerine
işaret etmektedir. Bu değişimi gerçekleştirecek olan oluşumlar nelerdir?
1. Tövbe edecekler. Tövbenin
buradaki mânası "dönmek"tir, daha önce aklmdaki düşüncelerinden,
ikiyüzlülüğünden, kâfirleri dost edinmesinden vazgeçmesidir. Bu dönüşüm temelden
gelen bir değişimin adıdır. Burada ki tövbe şeytanın yolunu bırakıp Allah'a
yönelmeyi ifade etmektir. Bir daha münafıklığa dönmemek üzere gerçekleştirilen
değişime tövbe dendiğine göre, Allah bu değişimi istemektedir.
2.
Hallerini düzeltecekler. Hallerini
düzeltmenin mânası dürüst ve erdemli hayatı yaşamaya başlamaktır. Bunun da
mânası ikiyüzlülüğü bırakmaktır. Çünkü böyle davranmaları onların dürüst
olmadığının ve erdemlerini kaybettiklerinin bir işaretidir. "Hallerini
düzeltme" kavramına Furkan sûresinin 70. âyetiyle mâna vermek mümkündür:
"İyi davranışta bulunmak" hallerini düzeltmektir.
3. Allah'a sımsıkı
sarılacaklar. Allah'a sımsıkı sarılmak mümkün değildir. Ancak buradaki sımsıkı
sarılmanın mânası Allah'ın Kur'an'ına sımsıkı sarılmak (Âl-i İmrân 3/103);
tâgutu inkâr edip Allah'a iman etmektir (Bakara 2/ 256). Allah'ın âyetlerini
inkâr edip alaya almak yerine, onlara iman edip hayatına uygulamaktır. Tâgutun
kulu olmaktan çıkıp Allah'ın kulu olmakla Allah'a sarılmış olacaktır.
4.
Dinini sadece Allah'a has
kılacaklar. Âyetin bu bölümü ihlâs, din ve Allah kavramlarını bir araya
getirmektedir. İhlâs yüklem olarak kullanıldığına göre münafiklann tövbesi,
hallerini düzeltmeleri ve Allah'a sımsıkı sanlmalany-la ihlâsa erdiklerine de
işaret etmektedir. Âyette istenen gerekli değişimlerin sırası gelişigüzel
konmamıştır. "Dini Allah'a has kılmak" değişimin doruk noktasını
teşkil etmektedir.
Bunun anlamı felsefelerin, beşerî fetvaların din olamayacağı ye dini sadece ve sadece Allah'ın koyabileceğine gönülden inanmasıdır. Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır (Zümer 39/3); "Deki: Bana, dini Allah'a has kılarak O'na kulluk etmem emrolundu" (Zümer 39/11). Gerçek dini Allah koyar, din adına ne yapılacaksa onu Allah belirler şeklinde inanmak ve hayatına tatbik etmektir.
Yüce Allah münafıkları cehennemden kurtaracak olan değişimin dört
şartını bu âyette gündeme getirmektedir. Tövbe, ikiyüzlülükten dönüp iman
etmeyi; ıslah, davranışlarını düzeltmeyi; Allah'a sarılmak, âyetlerini inkâr
etmemeyi ve alaya almayı terketmeyi; dini sadece Allah'a has kılmak da
ikiyüzlülükten vazgeçmeyi ifade etmektedir. Âyetin devamında "İşte bunlar
müminlerle beraber olacaklardır." Buradaki beraberlik hem bu dünyada hem
de âhirette gerçekleşecektir. Müminlerle beraberlik değişimin dört temel
unsurunu yerine getirmeyi ön görmektedir. Münafıklar perdelerinin arkasında
gizlenerek bu dünyada müminlerle beraber olabilirler; ama âhirette Allah bu
perdeyi kaldıracak ve onların gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.
Bu dünyadaki değil âhiretteki beraberlik önemlidir. Gerçek beraberlik
diyebileceğimiz bu beraberliğin gerçekleşebilmesi için, dünyadaki bu temel
değişimin yerine getirilmesi gerekir. Münafiklann en zor işi beraberlikler
kurmak ve sürdürmektir. Bakara sûresinin 13 ve 14; Nisa sûresinin 141.
âyetlerinde anlatılan ikiyüzlülük bunun neticesinde ortaya çıkmaktadır. Bir
taraftan müminlere, diğer taraftan kâfirlere koşup dostluk aramaları ve bu
konuda orta yolu bulamamaları münafıklık psikolojisinin neticesidir. "Beraberlikler
kurmak" Kur'an'm önemli ilkesini teşkil etmektedir: Ey iman edenler!
Allah'tan sakınınız ve doğrularla (Tb
9/119)
beraber olunuz (Tevbe 9/119).
Beraberliklerin bazı değerler üzerine kurulması, sürdürülmesi ve yaşatılması
gerekiyor. Meselâ sabırlı olmak, işini iyi yapmak ve Allah'ın yasaklarından
kaçınıp emrettiklerini yerine getirmek, takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak
Allah'ın beraberliğini kazandıran önemli özellikler (Nahl 16/128; Bakara 2/239;
Tevbe 9/36).
Allah'ın beraberliğini kazanmak için imandan sonra bazı amelleri
sergilemek şart olduğu gibi; müminlerle beraber olmak da 146. âyetteki eylemleri
ve değişimi şart koşmaktadır. Öte yandan barış paktı, saldırmazlık paktı,
siyasî bütünleşmeler, ekonomik organizasyonlar da siyasî beraberliklerin
kurulduğu teşkilâtlardır. Buralarda ikili oynayanların insanlığa verecekleri
zarara dikkat edip aldanmamak önemlidir. Kur'an önerdiği beraberliklerin bilgi,
iman ve evrensel değerler üzerinde kurulmasının bilincini vermektedir.
Müminlerle beraber olmak bir ödüldür ama, asıl ödül "büyük mükâfat"
adıyla âyetin sonunda gündeme getirilmektedir: "Allah müminlere yakında
büyük mükâfat verecektir." Arada bu ödüle ulaşmak için gerçekleştirilecek
davranışlar süreci de konunun motivasyonunu teşkil etmektedir.[188]
147. Eğer şükf edici olur ve imân ederseniz, Allah size nede» azüp
etsin? Allah şükre karşılık vereıvve her şeyi bilondir.
Dikkat edilirse âyette şükür önce, iman sonra getirildi. Bir insanın
kendine yönelip varlığının değerinin farkına varması; kâinatın yaratılışını
gözleyip Allah'ın kudretini takdir etmesi safhası şükür; bundan sonrası da iman
safhasını oluşturmaktadır. Şükür, iman etmeden önce beyin ve gönülde meydana
gelen hazırlık safhasına verilen ad; iman da bu oluşumların doğurduğu
neticedir. Başka bir ifade ile şükürden imana varanlar, taklidi iman değil de
tahkiki, yani bilinçli bir imanı gerçekleştirmektedirler. Şükür beyin ve
gönülde oluşan bilinçtir. Allah'ın kâinatı yaratması oradaki varlıktan besleyip
büyütmesinin değerini anlayıp imana geçmek demektir. Zaten İnşân sûresinin 3.
âyetinde şükürle iman birleşmektedir. Nisa sûresinin 147. âyetinde şükrün
imandan önce gelmesinin hikmeti budur.
Şükreden ve iman eden insanlara Allah, azap etmeyeceğini beyan etmektedir.
Eğer şükredip iman ederseniz Allah size neden azap etsin? "ıtadesı Dunun
delilidir. Bu âyeti bir önceki âyetle ilgilendirip açıklarsak, şükürle tövbe
arasında bir irtibat kurulabilir ve şükrün iman etmeden önceki tövbe olduğu
söylenebilir. O zaman şükür, yanlış yolda olduğunu anlayıp büyük bir değişimle
Allah'a yönelen duyguların eylemi olmaktadır. Tövbe veya şükür şeklindeki köklü
değişim azabı engellemektedir.[189]
148. Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, z,u!me
uğrayan, müstesnadır. Allah her şeyi işitici ve bilicidir.
Bu âyete birkaç açıdan bakabiliriz:
1.
Dönüş yapan insanların
geçmişi bir daha anılmamalıdır. Râzî bu âyeti 146. âyetle irtibatlandınp tövbe
edip gerçekten müslüman olan münafıkların geçmişlerinin ifşa edilmemesini
önermektedir. Eğer münafıklar müminlere zulmetmişse bu açıkça söylenebilir.
Râzî kurduğu bu ilişkide haklıdır. Çünkü bu, İslâm'ın genel prensiplerinden
biridir. İnsanlar tövbe edip doğru yola girmelerinden sonra geçmişteki
kötülükleri anılmamalıdır. Önemli olan tövbe ederek değişimi
gerçekleştirmektir.
2. İnsanlar felâket tellallığı
yapmamalıdırlar. Kötü sözü kulaktan kulağa, ağızdan ağza taşımak kötümserlik
meydana getirebilir. "Yamyoruz, yıkıldık, boğulduk" gibi ümit kırıcı
sözler kötülüklerin ifşa edilmesidir. Zulmün ifşa edilmesine Allah izin
vermektedir. Zulme uğrayan, hakkını aramak için feryat edebilir, derdini
duyurmak için haykırabilir. Zulmün saklanacak hiçbir yanı yoktur. Günümüzde
sözün ifşası, alenîleştirilmesi çeşitli yollarla olmaktadır. Kitaplar,
makaleler, yazılı ve görüntülü medya işlenen kötülükleri, kötü sözleri, topluma
salarak, derinliği belli olmayan bir kötümserlik ve stres meydana
getirmektedir. Böylesine toplumu kötümserliğe iten ifşaatı, Allah sevmediğini
ilân etmektedir. Allah tepkisini, sevgisini esirgemekle koyar.
3. Kötü söz "kötü
düşünce, yanlış bilgi ve yanlış felsefe" anlamını da ifade etmektedir. Söz
yarası, ok yarasından daha kalıcı ve derindir. Allah doğru olmayan bilgi ve
felsefelerin insanlığa yayılmasını istememektedir. Zulme karşı yapılan
konuşmalara, yazılan yazılara, kurulan teşkilâtlara ve yapılan faaliyetlere
müsaade ederek, insanların tepki göstermelerinin normal olduğunu
bildirmektedir. "Allah işitendir, bilendir." Allah söylenen kötü
sözleri "Ben duyuyorum ve onları biliyorum" demekle, onları dikkate
aldığını, değerlendirdiğini ifşa etmekle bir şey kazanılmayacağını
vurgulamaktadır.[190]
149. Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz ve$a btr kötülüğü
affederseniz, çüpheşte Allah da ziyadesiyle af (edici ve kadirdir.
Bu âyet iyi ile kötünün karşısında veya işleyen kişinin nasıl tavır
takınacağının tesbitini yapmaktadır.
1.
İyi ya açıklanır ya da
gizlenir. İyinin açıklanması veya gizlenmesini iyinin hangi boyutta olduğu
belirleyecektir. Bakara sûresinin 271. âyetinde olduğu gibi "iyi",
infak etmekse iki metot uygulanabilir: "Eğer sadakaları açıktan verirseniz
ne iyi, ama onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha
hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah yapmakta
olduklarınızı bilir." Demek ki "iyi" denen eylem, fakirin
elinden tutmak için sadakaları vermekse iki şekilde de verilebilir.
Riyakârlıktan korkmayan kişi, başkalarını teşvik etmek için açıktan vermesi
güzeldir; ama bu eylemi gizlice yapmanın daha iyi olacağı da bir gerçektir.
İyilikler yapıldığı yer ve anda kalmalıdır. Onları bir daha gündeme getirmemek
gerekir. İyiliğini gizleyenin, günahlarını da Allah gizler, yani affeder.
2. Kötülük affedilir.
Kendisine yapılan kötülüğün öcünü alma gücüne sahip olan kişi, o suçu
bağışlarsa ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur. Dikkat edilirse âyetin son kısmı
"Allah'ın affedici ve kudret sahibi olduğunu" gündeme getirmektedir.
Bunun anlamı Allah günah işleyenleri cezalandırma gücüne sahip olduğu halde
affetmesi, O'nun ahlâkıdır. "Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden
cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir
edilen bir zaman kadar erteliyor" (Nahl 16/61; Fâtır 35/45). Demek ki
Allah her suçu her günahı anında cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı
kalmazdı derken, insanlann zamanla değişeceğini ve iyiye yöneleceğini
beklemektedir. Beklenti içinde olmak hem anne babaların hem eğitimcilerin hem
de hukukçuların metotlan içinde yer almalıdır. Suçun cezasını belli bir zaman
ertelemek bir metot olduğu gibi, affetmek de bir metottur. İlk defa ağır suç
olmamak üzere suç işleyen kişinin cezası ertelenir. Bu metot modern hukuka
Kur'an tarafından kazandırılmıştır.
a) Takva, ruh olgunluğunun ve
ihsan denen İhlasın bir parçasını teşkil etmektedir. Al-i Imrân sûresinin 133.
âyetinde, kinini yutup affetmenin, takvanın bir parçası, 134. âyetinde de
ihsanın bir parçası olduğuna işaret edilmektedir. Ayrıca affetmek 133.
âyetinde gökler ve yer genişliğinde cenneti getirirken, 134. âyette Allah'ın
sevgisini getirmektedir.
b)
Affetmek bir değerdir: Kim
sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (Şûra
42/43).
c)
Başkasını affetmek, Allah'ın
affının kazanılmasını temin etmektedir. Affedeni Allah da affeder, şeklinde
ifade edebileceğimiz bu ilkeyi, âyetin sonundaki "Allah affedicidir"
cümlesinden anlıyoruz. Demek ki bir insan Allah tarafından affedilmesini
istiyorsa, insanların suçunu affetmesini bilmelidir.
d) Affetmek güçlü olmanın ifadesidir.
Âyetin son kelimesi "Allah güçlüdür" şeklindedir. Demek ki
affedenler güçlü insanlardır. 148 ile 149. âyetlerden şu neticeye ulaşabiliriz:
Zulmün dışında kötülükler ifşa edilmemelidir. Bu davranışı yapanlardan Allah
sevgisini esirgemektedir. İyilikler açıklanabilir, ama gizlenebilir de. Önemli
olan kötülüğü affetmektir. Affeden bilmelidir ki Allah da onu affedecektir.[191]
150. Onlar ki Allah ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile
peygamberlerinin arasım ayırmak, isterler, "Kimine inanırız, kimini inkâr
ederiz" derler; inanmakla inkârın arasında bîr yoL tutmak isterler.
151. İ$te onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere âlçal-tıcı bir
azap hazirlamtşızdtr.
Nisa sûresinin buraya kadar olan bölümünde münafıkların ikiyüzlülükleri
geniş bir şekilde açıklandı. Bundan sonra da yahudi ve hıristiyanları küfre
götüren düşünceleri ve tavırları ele alınmaktadır. Nisa sûresinin 137. âyetinde
münafıkların belirgin özellikleri verilirken, imandan sonra inkâra, inkârdan
sonra imana, tekrar inkâra sapıp inkârlarını artırma şeklinde açıklanmıştı.
İstikrarsız bir iman şekline sahip olan bu insanlar imanın bir süreç olduğunu
benimsemiyorlardı.
Bu âyette ise yahudilerin Allah ile peygamberleri arasını açan ve peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edip Bakara sûresinin 87. âyetindeki peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunu ortadan kaldırmaları ele alınmaktadır.
1.
İnkâr psikolojisi bitişik
olanı ayırır. Kur'an ve ondan önceki bütün kitaplar Allah'a iman ile
peygamberlik müessesesini bitiştirmiştir. Bir insan çıkıp "Allah'a
inanmıyorum ama peygamberlerine inanıyorum" diyemez. Bu bütünü parçalamak
inancı çürütür. İnkâr psikolojisinin en büyük tahribatı Allah ile peygamberlerinin
arasını ayırmakta görülmektedir. İnkâr psikolojisi inanç sisteminde derin bir
deprem meydana getirmektedir.
İnkâr insanın iradesini etkilemektedir. Onun için âyette jj^/j istiyorlar
ya da "isterler" kelimesinin ifade ettiği eylem yer almaktadır. İrade
etmek "istemek" anlamına gelmektedir. Demek ki inkâr insanın
isteklerini, yani iradesini bozmakta, düzenini yıkmakta ve yönünü
değiştirmektedir. Âyette inkâr edenlerin isteği, yani iradesi "Allah ile
peygamberlerinin arasım ayırma" yönünde tecelli etmektedir. "Ayırmak"
şeklinde mânalandırdığımız kelime tefrikadır. Bu noktadan hareket ederek
diyebiliriz ki, kâfirler tefrikayı imana kadar götürmekte, Allah ile
peygamberleri arasına koymaktadırlar. Böylece tefrikanın psikolojik sonucu
ortaya çıkmaktadır. Demek ki tefrika sadece sosyal boyutta olmuyor, inanç
alanında da gerçekleşiyor.
2. Âyetin ikinci bölümünde
inkâr psikolojisine sahip insanların hangi konuşma ile inançlarını ifade
ettikleri ele alınmaktadır. Bir kısmına iman ederiz, bir kısmına inanmayız
derler. "Bir kısmına inanırız" sözü neyi ifade etmektedir? Bunun
cevabını Zemahşerî şöyle verir: Allah'a inanırlar. "Bir kısmına
inanmayız"ı da "Peygamberlere inanmayız" şeklinde
yorumlamaktadır. Bu açıklamayı âyetin birinci bölümüne bağlarsak, Allah ile
peygamberlerinin arasım ayırmanın anlamı, Allah'a inanıp peygamberlerine
inanmamaktır. Böylece Allah inançta tefrika çıkarmanın ne anlama geldiğini
onların sözleriyle açıklamıştır. İnançta tefrika imanın bütünlüğünü bozmaktır.
"Bir kısmım inkâr ederiz, bir kısmına inanırız" ifadesini
peygamberler arasında olduğunu da söyleyebiliriz. Bu noktadan hareket edersek
diyebiliriz ki, kâfirler tefrikanın ikinci safhasında peygamberleri birbirinden
ayırmaktadırlar. Peygamberler arasında ayrılık çıkarmak Bakara sûresinin 87.
âyetine ters düşmektedir: "Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra
ardarda peygamberler gönderdik." Burada ki kaffeynâ "ardarda
gönderdik" ifadesi peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunu ifade
etmektedir. Peygamberter bir zincirin halkalan gibi birbirine bağlı ve
devamlılığı göstermektedirler. Onlardan bazısına inanmak, bazısına inanmamak,
zinciri kırmak ve süreci iptal etmek mânasına geleceğinden inkâr olarak
değerlendirilecektir.
3.
Peygamberlerin bazısına
inanıp bazısına inanmayanların inkâr ile iman arasında üçüncü bir yolu tutmak
istediklerini Allah söylemektedir. Nisa sûresinin 150. âyetinde bu durumla
karşılaşırız. İki inkâr, bir iman, bir tefrika, iki de irade etmek şeklindeki
kalbî ve sosyal eylemler yer almaktadır. Âyet edenlerin, çönül eylemiyle
başlamaktadır. Daha sonra Allah ile peygamberleri arasına ayrılık sokma eylemi,
sonra da bir bütün olan peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak
gibi kalp eylemi, sonunda da inkârla iman arasında bir yol edinme isteği
gelmektedir. Küfürle iman arasında üçüncü bir yol tutma münafıkların işidir. Bu
da şahsiyet açısından ele alınınca, münafıklarda bir şahsiyet parçalanması
olduğunu göstermektedir.
4. Allah iman ile inkâr
arasında bir yolun olamayacağına dikkat çekerek
alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
İman ile inkâr arasında bir yolun olmaması sebebiyle Allah bunları
kâfir grubuna yerleştirmiştir. Buradan şu ilkeye varıyoruz: Hak dinin getirdiği
inanç sistemi bir bütündür parçalanamaz. İnsanın hoşuna giden, kendi arzularına
uyan kısmını alıp, hoşuna gitmeyen ve kendi hayatına uymayan kısımları atması
mümkün değildir. Böyle bir anlayışın inkâr olacağını söyleyen Allah, inanç
sisteminin bütünlüğünü korumak için bu âyetleri indirmiştir. Vücudun herhangi
bir organındaki şiddetli ağrı, nasıl ki bütün vücudu etkilerse, iman sisteminin
herhangi bir esasındaki inkâr da bütün sistemi etkileyecek ve giderek sistemi
çürütecektir.
5. Allah ve peygamberlerini
inkâr etmek, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmayı istemek,
peygamberlerden bazılarını kabul edip bazılarını etmemek suretiyle inkârla iman
arasında üçüncü bir yol bulmaya çalışmak cehennem ateşini getirecektir. Onun
içindir ki 151. âyetin sonunda, "Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırladık" ifadesi yer almaktadır.
Demek ki imanın bütünlüğünü parçalayanlar Allah'tan alçaltıcı azabını hazırlaması isteğinde bulunmaktadırlar. Din eğitimi açısından bu iki âyet önemli çıkarımlar getirmektedir.
a)
Din eğitimi iman açısından
şahsiyet parçalanmasını önleyecek bilinci insanlara kazandırmalıdır. Beyin,
gönül ve nefis arasında parçalanmanın zamanla iman sisteminde parçalanmalara
sebep olacağı esasından hareketle, imanda bütüncül anlayışın ve tasdikin
olmasını temin etmedikçe, insanın şahsiyetinde oturmuşluğun olmayacağı fikrini
aşılamalıdır. İmanda bütüncül bir yapıdan hareket ederek şahsiyetin
bütünleşmesine varan bu eğitim süreci, toplumda kültürel ve milletlerarası
sosyal bütünleşmenin temellerini atmış olacaktır, insanın içinden doğan bu
manevî bütünleşme zamanla topluma, oradan insanlığa sıçrayacak ve böylece din
eğitimi hedefine ulaşmış olacaktır.
b)
Allah, kendi eğitim
yöntemiyle inanç gruplarının ve çeşitlerinin neler olduğunu öğretmektedir.
Bunun anlamı müminlerin aldanmasını önlemektir. Gruplar birbirini iyi tanıdıkça
tedbirler, ilişkiler ve tavırlar da bilinçlenmiş olacaktır.
c) Dinî eğitim, Allah'ın
insanlan cehennemde yakma isteğinde olmadığını, kulun kendi inancı ve yapıp
ettiklerinin onun cehennemini oluşturduğu fikrini vermelidir. Dünyayı ve
âhireti cehenneme çeviren, insanın inançları, düşünceleri ve eylemleridir. Bu
esası öğretmek, anlatmak ve yaymakla din eğitimi, kötülüklerin arkasında
Allah'ın olduğu düşüncesini kaldıracaktır. Böylece insanlar kendilerini kritik
etme olgunluğuna erecek, başkalarım tenkit etmek yerine hatayı kendinde arama
ahlâkını edinmiş olacaklardır.[192]
152. Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlar dan hiçbirini
diğerlerinden ayırmayanlara (gelince), işte Allah bir gün onlara mükâfatlarını
verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Bu âyette bundan önceki iki âyette anlatılanların aksine müminlerin
durumu ele alınmaktadır.
1. Allah'a ve peygamberlerine
inanan insan bütüncül bir imana sahip olduğundan, peygamberler arasında bir
ayırım yapmamalıdır. İşte din eğitimi bu anlamda bütüncül imana sahip insanlar
yetiştirmeli ve bunu kendisine iş edinmelidir.
2.
Bü-tüncül iman ilâhî ödüle
gitmektedir. Parçalanmamış iman dünya ve âhirette ödüle dönüşmektedir. Böylece
150 ve 151. âyetlerde cehenneme giden yol anlatılırken bu âyette ödüle giden
yol anlatılmaktadır.
3. "Allah çok bağışlayıcı
merhamet sahibidir." Âyetin sonunda affedici ve merhamet sıfatları niçin
getirilmiştir. Bize göre bunun ödülle bir alâkası vardır. Çünkü âyette ödülden
bahsediliyor ama, ödülün ne olduğuna açıklık getirilmiyor. Bu ödül veya ödüller
Allah'ın affı ve merhametidir. Allah bütüncül imana sahip olmaları için
insanları bu ödülüyle motive etmektedir. Doğru inanç ve iyi eylemi insana
kazandırmanın bir yolu da onu ödülle teşvik etmektir.[193]
153. Ehl-i kitap senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.
Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişler ve bize Allah'ı apaçık göster
demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine
bunca açık mucizeler gelışişken tuttular buzağıya taptılar. Nihayet biz, tövbe
ettiklerinden bunları bağışladık ve Musa'ya açık bir hâkimiyet verdik.
1.
Ehl-i kitap senden gökten
kendilerine bir kitap indirmeni istiyorlar. Hz. Peygamber kendisine vahiy geldiğini
söyleyince, o dönemdeki kitap ehli yani yahudiler, kendilerine gökten bir kitap
indirmesini istediler. Onların bu isteği çok zor bir istekti. Çünkü Hz.
Muhammed'e vahiy kitap halinde gelmiyordu. Parça parça, yani âyet âyet Cebrail
vasıtasıyla iniyordu.
Kur'an'ı vahiy kâtipleri yazıyordu. Kur'an'ın geliş şekliyle ondan önceki kitapların geliş şekli farklıydı. Meselâ Tevrat İsrâiloğullan'na Hz. Musa tarafından levhalar halinde getirilmişti. O levhaları Hz. Musa nerede buldu? Onları nereden alıp getirdi? Bu soruların cevabı Kasas sûresinin 29. âyetiyle verilmektedir: "Sonunda Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine, 'Siz bekleyin, ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi." İşte orada gördüğü ışık, ilâhî mesajı taşlara kazıyan, bir bakıma fakslayan bir ışıktı. A'râf sûresinin 145. âyetinde, "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık" buyurulmaktadır. Demek ki Tevrat Hz. Musa'ya yazılı olarak verilmiştir. Bu yüzden yahudiler Hz. Muhammed'den levhalar halinde bir kitap istiyorlardı.
Bu durumda "Yahudiler neden böyle bir istekte bulundular"
şeklinde bir soru sorulabilir. Yahudiler böyle bir kitabı Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
ispatı için istemişlerdir. Fakat bu isteğin arka planında, yahudilerin dışında
hiç kimseye vahiy gelemeyeceği, peygamberlik müessesesinin sadece kendilerine
ait olduğu kuruntusu vardı: "Eğer sen ey Hz. Muhammed peygamber isen,
gökten bize bir kitap getir de peygamberliğini ispat et!" Hz. Peygamber
onlara gökten bir kitap indirseydi, inanacaktan da yoktu. Ama meseleye olumlu
açıdan bakarsak şu genellemeyi yapabiliriz: Bir meseleyi insanlara
kabullendirip ispat edebilmek için delil getirmek gerekiyor. Yahudilerin
istediği, delil olması bakımından imkânsız olmasına rağmen, sadece delil
istemeleri bakımından haklıdırlar.
Diğer taraftan onların bu istekleri Hz. Peygamber'e gelen vahyin, geliş
şekline de bir itiraz içermektedir. Bakara sûresinin 97. âyetinde olduğu gibi
vahyi Cebrail Hz. Peygamber'in kalbine indirip sonra onun ağzından çıkan
kelimelerle vahiy kâtiplerine yazdırmasına akıllan eriniyordu. Allah'ın
Kur'an'ı vahyediş metoduna da itirazları vardı. Aynca onların bu isteğine
dikkat edilirse, Peygamber'in indirmesini istiyorlar Allah'ın değil. Bunun anlamı
"Allah isterse indirir ama senin indirmeni istiyoruz" demektir.
"Madem ki vahiy alıyorsun, Allah sana gökten bir kitap göndersin de görüp
inanalım" demeleri gerekirken, "Sen bize bir kitap indir"
demeleri baştan inkâr ettiklerinin delili olmaktadır. Halbuki onlar kitabın
gelişiyle değil de, kitabın içeriği ile tatmine ulaşmaları gerekirdi.
2. Onlar Musa'dan bunun daha
büyüğünü istemişler de, 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi. Hz.
Musa'dan Allah'ı göstermesini istemeleri, Hz. Peygamber'den gökten kendilerine
bir kitap indirmeleri konusundaki istekten daha zor, daha büyüktür. Hz.
Musa'dan istediklerini Allah burada niçin gündeme getirmektedir? Bir mukayese
yaparsak Hz. Peygamber'i teselli ve teskin etmektedir: "Senden gökten
kendilerine bir kitap indirmeni istemeleri seni çok üzmesin, Hz. Musa'dan
bundan büyüğünü, yani Allah'ı göstermesini istediler."
Diğer taraftan Allah yahudilerin bu konudaki ahlâkını anlatmaktadır.
Onların maksadı inanmak ve tasdik etmek değil mugalata yapmaktır. Âyetin bu
kısmından şu neticeyi de çıkartabiliriz: Peygamberler arasında en çok eziyet
çeken Hz. Musa'dır. Bir tarafta Firavun gibi bir zalim, diğer tarafta şahsiyeti
ezilmiş köle bir toplum. Hz. Musa'nın tutunacak bir yeri yoktu, el attığı her
şey elinde kalıyordu.
Yahudilerin, yani İsrâiloğullan'nın Hz. Musa'dan kendilerine Allah'ı
göstermeleri isteği etkili oldu, Hz. Musa Allah'ı görmek istedi: "Musa,
tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim bana
(kendini) göster, seni göreyim' dedi. 'Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa
bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin1 buyurdu. Rabbi odağa
tecelli edince onu paramparça etti" (A'râf 7/143). Böylece Allah'ın asla
görülemeyeceği ispat edilmiş ve bu inanç olarak insanlığa öğretilmiş oldu.
3. Zulümleri sebebiyle hemen
onları yıldırım çarptı. Allah'ı görme ya da gösterme isteği, tabiat olaylarını
sarsacak, ilâhî âlemden cezayı alıp gelecek kadar ağır ve yanlış bir iştir.
Allah onların Hz. Musa'dan Allah'ı göstermesi isteğini zulüm olarak
nitelemektedir. Bir insandan olmayacak bir işi yapmasını istemenin bir zulüm
olduğu da bu âyetten çıkmaktadır, tnsana gücünün yeteceği şeyi istemek
adalettir, bunun tersini yapmak zulümdür. Güce göre iş, güce göre sorumluluk
doğru olanıdır; Hz. Musa'dan böyle bir istekte bulunmaları onun gücünü aşan bir
yüktür. Onun için Allah onların zulüm yaptığım söylemektedir. Onların bu zulmü
ilâhî âleme çıktı, oradan gelen emirle tabiat olaylarıyla cezalandırıldılar.
Yıldırımın onları yakalaması, onların zulme varan isteklerinin geriye
yansımasıdır. Bir bakıma ne kadar olmayacak bir iş için koştuklarının öğretilmesi
olmuştur. Âyetin bu kısmındaki cümle kurgusuna bir bakarsak, yıldırım cümlenin
öznesi durumundadır. Allah "Ben onları yıldıranla çarptım" demiyor.
"Yıldırım onları çarptı" diyor. Çarpan yıldırımdır, Allah değildir.
Böylece insanların istekleri, sözleri ateşe dönüşüp kendilerine geldiğini
buradan anlıyoruz. Onun içindir ki "zulümleri sebebiyle" ifadesine
yer verilmektedir. Allah yıldırımın çarpmasının sebebini de açıklamakta, kulun
başına gelen her kötü şeyin arkasında kendi yapıp ettiklerinin olduğunu gündeme
getirmektedir. Daha önce Nisa sûresinin 79. âyetinde "Başına gelen kötülük
ise nefsinden-dir" esası açıklanmıştı.
Bakara sûresinin 55. âyetinde konu şöyle ele alınmıştı: "Bir
zamanlar: 'Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız,
demiştiniz' de bakıp durduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı." Bu
âyetle Nisa sûresinin 153. âyetinin farkı, inanmayacaklarını söylemeleri; Nisa
sûresinin 153. âyetinde bize göster derken, Bakara sûresinin 55. âyetinde
"Biz görünceye kadar" denmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Nisa
sûresinin 153. âyetinin bu kısmıyla Bakara sûresinin 55. âyeti birbirini
tamamlamaktadır.
Bakara sûresinin 55. âyeti aynı zamanda Nisa sûresinin 153. âyetindeki
zulüm kelimesine açıklık getirmektedir. "Allah'ı görmeden iman
etmeyeceğiz" demek zulümdür. İmanı Allah'ı görmeye bağlamak, aklı yerli
yerinde kullanmamaktır. Allah'a iman etmek için pek çok delil istenebilir, ama
Allah'ı açıkça görmek istemek, aklın ve dinin ilkeleriyle çatışmaktadır. Âyetin
"Yıldırım onları yakaladı, onları çarptı" ifadesi, âni bir oluşumu
ifade etmektedir. "Yıldırım onları çarptı" demek onları öldürdü
anlamına gelmemektedir. Yani onların bu isteği, hemen başlarına belâ olarak
gelip onları çarptı demektir. Yıldırım, belânın aniden gelişini ifade
etmektedir.
Fakat Bakara sûresinin 55 ile 56. âyetleri bir arada yer alınca, ölüm
olayının gerçekleştiği ve sonra Allah'ın onları dirilttiği görülecektir.
Yıldırımın çarpmasıyla onlar baygın hale gelip sonra ayıldılar mı, yoksa
gerçekten ölüp sonra Allah onları tekrar diriltti mi? Bunun cevabını vermek çok
zordur. Ancak A'râf sûresinin 143. âyetinde bunun cevabını bulmak mümkün olur.
Orada Hz. Musa Allah'ı görmek isteyince, Allah bunun mümkün olmadığım, dağa
bakıp dağın yerinde durması gerçekleşirse kendisini görebileceğini söyledi.
Allah dağa tecelli edince Hz. Musa baygın olarak yere düştü, sonra ayıldı. Bu
durum bize diyor ki, yahudiler Allah'ı görmek isteyince Hz. Musa olayındaki
dağa tecelli etme olgusu, bunlara yıldırım şeklinde gerçekleşti. Hz. Musa'nın
baygın olarak yere düşmesi de bunlarda, ölü haline gelme şekline dönüştü. Hz.
Musa'nın ayılması gibi onlar da dirildiler.
Hz. Musa'nınki bir uyan ve bir ispat olduğu halde, İsrâiloğullan için
bir bakıma hem uyan hem de ceza olmuştur. Buradaki farkı belirleyen şey niyet
farkıdır. Hz. Musa'nın Allah'ı görmek istemesi kavminin ağır isteği ve baskısı
olduğundan samimi bir istekti. Ama yahudilerin istekleri işi yokuşa sürmek,
iman etmemek ve mugalataya sapmaktır. Demek ki insanların istekleri,
konuşmaları tabiatı sarsmakta ve o olayların farklı bir şekilde tecelli
etmesine sebep olmaktadır.
4. Bilâhare kendilerine açık
deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. A'râf sûresinin 143.
âyetinde Hz. Musa ayıklıktan sonra şöyle dedi: "Seni noksan sıfatlarından
tenzih ederim, sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim." Ama Nisa
sûresinin 153. âyetinde yahudiler dirildikten sonra şirke saparak buzağıyı
tanrı edinirler. Benzer istekler, benzer tecellilere rağmen neticenin farklı
olduğuna şahit oluyoruz. Demek ki yahudiler Allah'ı görme isteklerinde kötü
niyetliydiler. Hz. Musa görme isteğinde samimi olduğundan dağa Allah'ın tecelli
etmesinin hemen ardından teşbih ve tövbe etti, mümin olduğunu bir kere daha
tekrarladı.
Ama onlara yıldırımın tecelli etmesi, iyiden yana hiçbir etki yapmadığı
gibi şirke de saptılar. Yanlış isteklerinden sonra meydana gelen yıldırım
olgusu, onları iyiye yöneltmesi gerekirken, yanlış yapmalarını arttırdı ve
gittikçe çamura battılar. "Açık deliller geldikten sonra"
ifadesindeki deliller neler olabilir? Âyetteki yıldırım ölüp dirilmelere birer
delildir. Ama bu açık deliller Hz. Musa'nın mucizeleri olabilir: Asâ, elinin
parlaması, denizin yarılması, taştan suyun akıtılması Tevrat'ın alınması bu
mucizelerden bazılarıdır.
Bütün bu delillere rağmen imandan, tevhidden yana bir değişimin meydana
gelmemesi buzağıyı tanrı edinmeleri ilginç bir olgudur. Demek ki Allah onları
eğitebilmek için bütün metotlarını kullanmış ama onların gönlünde ufak bir
değişim meydana gelmemişti. Demek ki eğitimin en etkili metotları kullanılsa
bile eğitilemeyecek insanlar vardır. Allah bu ilkeye işaret etmektedir. Eğitim
sihirli bir değnek değildir; istenilen etkiyi yapması eğitilen kişinin beyin ve
gönül yapısına bağlıdır. Eğitimi veren kadar, eğitimi alanın da payı vardır.
Yahudilere açık delillerin gelmesinin anlamı, onların eğitime tâbi tutulmasıdır.
Eğitilmelerine rağmen, yine de şirke sapmaları, buzağıyı tanrı edinmeleri esas
zulmü teşkil etmektedir. Demek ki eğitilmeden insanlar sorumlu tutulamaz. İsrâ
sûresinin 1 S. âyetine göre peygamber gelmeden kimseye azap edilmeyecektir.
5. Biz bunu da affettik. Allah
Teâlâ, yahudilerin buzağıyı tanrı edinip şirk koşmalarını da affetti. Peki
şirk affolur mu? Çünkü Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetlerine göre şirkin
affolması mümkün değildir. Bakara sûresinin 51. âyeti buzağıyı tanrı edindiler
derken, 52. âyette affedildiklerine işaret edilmektedir. Nisa sûresinin 153.
âyetinde de aynı şirkin, aynı şekilde affedildiğine dikkat çekilmektedir.
Bakara sûresinin 51 ve Nisa sûresinin 153. âyetlerinde afâ fiili yer
almaktadır. Bu kelime "gizlemek, silmek, kötülüğü defetmek"
mânalarına gelmektedir.
Şirkin affolması meselesine dönersek Bakara sûresinin 52 ve Nisa
sûresinin 153. âyetleri, Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetleriyle
çatışmamakta-dır. Şirk âhirette affedilmeyecektir, ama bu dünyada
affedilebilir. Her peygamber döneminde olduğu gibi, Hz. Peygamber döneminde de
toolum şirk
dakı şükür "inanmak" mânasına gelmektedir. Demek ki şirkten
sonra tevhid inancına dönen insanlara Allah af ilân etmektedir. Meselâ Hz. Ömer
ve diğer sahabe gibi önceleri şirk içindeyken, tevhid inancına dönmekle af
kapsamına girmiş oldular. Demek ki dünyada şirkten tevhide dönen insan için af
vardır ama, şirkini âhirete taşıyan için âhirette af yoktur. Allah'ın bu
âyetlerde affı zikretmesi, insanları şirki terketmeleri için teşvik etme gayesi
yer almaktadır.
6. Ve Musa'ya apaçık delil
verdik bölümünde geçen sultan kelimesini iki açıdan yorumlamak mümkündür:
Sultan burada siyasî yetki, siyasî erk, hükümranlık mânasına geldiği gibi,
eğitim açısından hakikatin kanıtı da denebilir. Ama şunu söylemekte yarar
vardır: Sultanın öncelikli mânası siyasî erki elinde bulundurmak, ikincil
mânası "hakikatin ka-nıtrdır. Âyetin bütününe bakınca yahudilerin
inançlannda bir istikrarsızlığın olduğu anlaşılacaktır. Sultan kelimesi onlarda
istikrarın meydana gelmesini temin edecek gücü ifade etmektedir. Siyasetin tam
anlamıyla çalıştığı bir yerde veya eğitimin güçlü olduğu bir toplumda
istikrarın olmaması mümkün değildir. Bu istikran sağlamak için Allah Hz.
Musa'ya apaçık bir yetki vermiştir.
[194]
154; Ve Sftrâ dağını verdikleri sözün delili olarak üzerlerine
yükseltmiştik. Onlara "Kapıdan tevazu içinde giriniz" demiş ve
"Sebt kanununu ihlâl etmeyiniz" diye uyarmıştık ve kendilerinden
sağlam bir taahhüt almıştık.
1.
Tûr'un onların üzerine kaldırılması
ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Bakara sûresinin
93. âyetine bakmak gerekir. Nisa sûresinin 154. âyetini 153. âyete bağlayarak
açıklayabiliriz. Allah Hz. Musa'ya siyasî erki, yetkiyi vermiş olması demek,
halkın onun siyasî gücünü kabul etmesi, ettiğine dair söz vermesi anlamına
gelmektedir.
Yapılan bu siyasî antlaşmanın ihlâl edilmesi neticesinde "Tur
dağını kafanıza yıkarım" mânasını ifade etmektedir. "Bu antlaşmayı
bozarsanız, memleketinizin altını üstüne getiririz" demektir. Bakara
sûresinin 93. âyetine dönersek bu yorumu yakalamak mümkündür: "Hani sizden
söz almış, Tür dağım üzerinize yükseltmiş, size verdiklerimizi kuvvetlice
tutunuz, söylenenleri dinleyiniz demiştik." Verdiklerimizi kuvvetlice
alınız ve söylenenleri dinleyiniz emri antlaşmanın içeriğini belirlemekte ve
bunu yapmayanların başına Tûr dağını yıkacağını söylemektedir. Nisa sûresinin
154. âyetinde de antlaşmada başka maddelerin yer aldığına şahit oluyoruz.
"Tûr'u başlarına yükselttik" ifadesine başka bir açıdan
bakabiliriz: Allah onlara, verdikleri sözde dururlarsa Tûr dağı gibi onları
yücelteceğini de söylemiş olabilir. Bunun anlamı meseleye olumlu açıdan
bakmaktır. Allah'a verdiği sözü yerine getirmekle yüceltme arasında sıkı bir
bağlantı kurmak gerekiyor. Hz. Musa'ya verilen siyasî iktidarla barışık
yaşamak, toplumsal sözleşmeyi yerine getirmek demektir. Toplumsal sözleşme
âyette mîsak olarak geçmektedir. Toplumsal sözleşmenin esaslannı yerine
getiren insan da Tûr dağı gibi yücelere erecektir. Siyasî erk, toplumsal
sözleşmenin yerine getirilmesinin toplumu yücelere erişeceğine işaret eden bu
âyet değişmeyen evrensel bir kural koymaktadır. Tûr'un bir dağın adı olduğunu
söyleyenler vardır. Bu ifade toplumların gelişmişliğini, üstünlüğünü ve
hâkimiyetini ifade etmektedir.
2. Kapıdan tevazu içinde giriniz dedik onlara. Âyetin bu kısmı Bakara süresinin 58. âyetine işarette bulunmaktadır. Orada da kapıdan tevazu içinde girme emri yer almaktadır. Bakara sûresinin 58. âyetinde karye kelimesi yer almaktadır. Bu kelime "köy" anlamına gelmekle beraber, Mâide sûresinin 21. âyetinde mukaddes topraklar anlamında kullanılmıştır. Öyle görülüyor ki Bakara sûresinin 58. âyetindeki karye kelimesi memleket ve medeniyetin olduğu bir şehri ifade etmektedir. Kapı kelimesi de, o memleketin korunduğunu, her yerden oraya girilemediğini, bugünkü gümrük kapıları gibi kapıların olduğunu anlatmaktadır. Bu oranın medenî bir şehir, ülke veya memleket olduğunu göstermektedir. Âyetin bu kısmında secdenin olması da, bir memlekete zorla değil tevazu içinde, bozmak için değil medeniyetten istifade etmek için girileceğini ifade etmektedir.
Firavunun esaretinden kurtulan köle ruhlu toplumun medeniyetle tanışması,
medeniyete boyun eğmesi, ona karşı tevazu kanatlarını germesi, daima barıştan
yana olması büyük bir gelişmişliğin ifadesi olacaktır. Öncelikle Allah'ın
onlarla antlaşma yapması, onlara kişilik sahibi olduklarını hatırlatmakta ve
onları muhatap olarak almasının değerini göstermektedir. Artık Hz. Musa devleti
kuracak siyasî erki eline almış, toplumsal sözleşme gerçekleşmişti. Ama devlet
kurabilmesinin önemli bir direği eksikti. O da medeniyetle tanışmak, yerleşik
hayatın getirdiği değerleri tanımaktı. Onun için Allah onlara medeniyet
ülkesine tevazu içinde girmelerini emretti.
3. Onlara cumartesi günü
sınırını aşmayınız dedik. Âyetin bu kısmındaki yasak, yapılan antlaşmanın bir
maddesini teşkil etmektedir. Birinci madde "kapıdan tevazu içinde
girmek"; ikincisi de "Cumartesi günü sınırı aşmamaktır." İkinci
maddede yer alan emir yasak şeklindedir: haddi aşmayınız. "Sağa sola
koşmak, hareket etmek, sıçramak, seyirtmek ve koşmak" mânalarına gelen
adve kelimesinden türeyen bu fiil, yasağın esasını teşkil etmektedir. Sebt
"cumartesi günü" demektir. "Cumartesi günü haddi
aşmayınız"ın mânası, "Cumartesi günü balık avlamayınız"
demektir.
Bakara sûresinin 85. âyetinde bu konu geniş olarak açıklandı. Orada
şöyle denmektedir: "Andolsun, içinizden cumartesi günü haddi aşanları, elbette
bilmişizdir." Demek ki Bakara sûresinin 85. âyeti Nisa sûresinin 154.
âyetinden sonra inmiştir. Çünkü Nisa sûresinin 154. âyetinde yasak konuyor;
Bakara sûresinin 85. âyetinde yasağın çiğnendiği ifade ediliyor. Allah'ın cumartesi
günü balık avlamayı yahudilere yasakladığını Kur'an'da anlatmasının sebebi ne
olabilir?
a) Allah av yasağını çok eski
devirlerde koyduğunu ifade etmekte ve müslümanlara öğretmektedir. Av yasağı
veya avlanma hukukunun temellerinin çok eskiye dayandığını ve bunun bir kültür
olarak kıyamete kadar yaşayacağını göstermek ve öğretmek için gündeme
getirmektedir. Mâide sûresinin 96. âyetinde ihramh iken müslümanlara kara avı
yapmak yasaklanmaktadır. Bu av yasağı aslında insanın tabiatla olan
ilişkilerini düzenleyen hukukun bir parçasını teşkil etmektedir. Hz. Âdem'e
ağacı yasaklaması, İsrâiloğullan'na cumartesi günü balık avlamayı yasaklaması,
Tâlût'un ordusuna nehrin suyunu yasaklaması, insan tabiat ilişkilerinde bir
hukukun olmasının gerekliliğine işaret etmektedir.
b) Yahudilerle ilgili bu ve
buna benzer bazı olgular anlatılarak, geçmişteki peygamberlerin toplumunda
onlara karşı çıkanların olduğu, öğretilen yasakların ihlâl edildiği
gösterilerek müslümanlann aynı hataya düşmelerinin önlenmesi amacı
güdülmektedir.
c)
Aynı yasağın bir benzerini,
cuma günü namaza çağrıldığında işi bırakıp namaza gitme emrini veren Cum'a
sûresinin 9. âyetinde de buluyoruz. Yahudilere cumartesi balık avlamak;
müslümanlara cuma saatinde çalışmak yasaklanmıştır. Farklı alanlarda, benzer
yasakların olduğu ifade edilmektedir.
4. Kendilerinden sağlam söz
aldık. Galiz "son derece sağlam, kuvvetli" demektir. Mîsak da
"ahd, söz, taahhüt" anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 83-84.
âyetlerinde de bu antlaşmanın diğer maddeleri yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor
ki 153 ile 154. âyetler birlikte ele alındığında, antlaşmanın siyasî ve hukukî
boyutları ortaya çıkmaktadır. Antlaşmanın maddelerini yerine getirenlerin
yüceleceği, yerine getirmeyenlerin ülkeleri başlarına yıkılacağı
bildirilmektedir.
Geçmişin bu olgularını Kur'an'da okuyan müminler, yaşadıkları zamana ve
geleceğe projeksiyon yapıp, siyasî ve hukukî hayatlarını düzenleyeceklerdir.
Siyasette basan ve istikrar, eğitimde basan ve kalite, hukukta sağlamlık bu
olgulann uzantısı olarak devam edecektir. Böyle bir anlayış, yaşantı ve kültürün
oluşmasına Allah maya çalmaktadır. İşte din, geçmişin oluşumlanndaki evrensel
boyutu geleceğe taşıyan çok önemli bir görevi icra etmektedir.
[195]
155. Sözlerinden dönmeleri,
Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve
'kalplerimiz kılıflıdır' demeleri sebebiyle (onları lanetledik, türlü belâlar
verdik. Onların kalpleri kılıflı değildi) tam aksine inkârları sebebiyle Allah
ö kalpler üzerine mühür vurmuştun pek azı müstesna artık iman etmezler.
156. Bîr de inkâr etmelerinden
ve Meryem'e büyük biriftira atmalarından;
157. Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demeleri yüzünden
(onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, fakat sadece
onlara öyle (olmuş gibi) göründü. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı
tam bir kararsızlık içindedirler, bu hususta zanna uymak dışında hiçbir
bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.
Bu üç âyetin merkez konusu kalplerin mühürlenmesidir. İkinci konu verdikleri sözü tutmamaları, anlaşmalarını bozmaları meselesidir. Üçüncü konu ise Hz. İsa hakkındaki uydurma görüşleri ve bu konudaki ihtilâftandır. Bu durumda şöyle bir soru sorabiliriz: Allah onların kalplerini niçin mühürlemiştir?
1. Taahhüt "anlaşma ve
söz vermek" anlamına gelmektedir. "Hangi taahhütlerini bozmuşlardır"
sorusunu cevaplandırabilmek için 153 ve 154. âyetlere bakmak gerekir. Daha önce
anlatılan 153. âyetin sonunda Allah "Ve Musa'ya apaçık bir yetki
verdik" buyurmuştu. Yetki siyasî iktidarı ve devlet başkanlığını ifade
etmektedir. Hz. Musa'nın devlet başkanlığını kabul etmeleri antlaşmanın önemli
bir maddesini teşkil ediyordu. Diğer taraftan tevazu içinde, problem yaratmadan
şehre kapısından girecekler; cumartesi avlanmama kanununa uyacaklardı.
Bozdukları antlaşmanın içeriğini teşkil eden bu maddelerdi. Antlaşmanın diğer
maddelerini Bakara sûresinin 83. âyetinde bulmak mümkündür. Allah'a şirk
koşmamak; anne babaya, akrabaya, yetimlere, aşırı derecede düşkün olan
fakirlere iyilik yapmak; insanlara iyiyi söylemek, namazı kılmak, zekâtı
vermek; 84. âyette birbirinin kanını akıtmamak ve birbirini yurdundan
çıkarmamaktı.
Mâide sûresinin 12. âyetinde de anlaşmanın diğer maddeleri gündeme
getirilmektedir. Ancak yukarıdaki âyetlerde yer alan ve o âyette olanları
zikretmeden olmayanları sıralayacağız: Peygamberlere inanmak ve onları
desteklemek; Allah'a güzel borç vermek (ihtiyacı olanlara Allah için yardımda
bulunmak); ve inkâr etmemek. İsrâiloğulları içeriği bu kadar geniş olan anlaşmayı
bozdular. Bu davranış onların kalplerinin mühürlenmesine giden yolun ilk adımını
teşkil etmektedir.
2. Allah'ın âyetlerini inkâr
etmek Allah'ın âyetlerini derken ne kastedilmektedir. 153. âyette yer alan
"Kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı tanrı edindiler"
ifadesinden, âyetlerin mucizeler olduğu anlaşılmaktadır. Daha önce
sıraladığımız Hz. Musa'nın mucizelerini inkâr etmiş olmaları onların
kalplerinin mühürlenmesinin ikinci sebebini teşkil etmektedir. Âyet, Tevrat'ın
âyetleri, yani hükümleri de olabilir. Bir bakıma birinci maddede yer alan
anlaşmanın maddelerini içeren âyetlerin inkâr edilmesidir denilebilir. Mâide
sûresinin 13. âyetinde olduğu gibi, kelimelerin ilâhî hükümlerin yerlerini
değiştirmeleri, öğretilen Tevrat ahkâmının önemli bir bölümünü unutmaları bu
inkârın ne şekilde olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber'e vahiy getirdi diye Cebrail'e düşman kesilmeleri (Bakara
2/97) Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mîkâil'e düşman
kesilmeleri onların küfrünü göstermektedir (Bakara 2/98). Bakara sûresinin 87.
âyetine göre peygamberleri yalanlamaları da onların inkâr ettiklerinin
delilidir. Bakara sûresinin 85. âyetine göre kitabın bir kısmına iman edip bir
kısmını inkâr etmeleri de inkârlarının bir işaretidir. Dillerini eğerek bükerek
dine saldırmaları, işittik ve âsi olduk demeleri de inkârlarının delilidir
(Nisa 4/ 46). Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah
katından demeleri ve bile bile Allah'a iftira etmeleri de (Âl-i İmrân 3/78)
inkârlarının işaretidir.
3. İsrâiloğullan'nm, daha
sonra yahudilerin peygamberlerini öldürdüklerinin delili Tevrat'taki Yahya
hikâyesinde ve İncil'deki Hz. İsa'nın ifadesinden anlaşılmaktadır. "Ey
Kudüs! Sen, sana gönderilen peygamberleri öldüren, onları taşlayan Kudüs!"
(Matta, 23/37). Demek ki Kur'an gelmeden önce Hz. İsa da yahudilerin peygamberleri
öldürdüklerini itiraf etmiştir. Bakara sûresinin 61. âyetinde Allah yahudilere
yoksulluk, düşkünlük damgasını Allah'ın gazabına uğramasını Allah'ın
âyetlerini inkâr etmelerine ve peygamberleri haksız yere öldürmelerine
bağlandığını orada anlatmıştık. Aynı durum Âl-i İmrân sûresinin 112. âyetinde
gündeme getirilmiştir.
Demek ki yahudiler peygamber katili olma damgasını yemişlerdir. Peygamberleri öldürmek aslında eğitimi katletmektir. Çünkü peygamberler eğitici olarak gönderilmiştir. İnsanlara evrensel değerleri kazandırmak, tevhid inancının tohumlarını ruhlara ekmek, ahlâkı canlı tutmak ve kötülüğün alanını daraltmak için gelmişlerdir. Bu nitelikteki insanı öldürmek, tam anlamıyla eğitimi katletmektir.
4. Âyetin bu bölümünde perde
"örtü" mânasına gelen ğulf kelimesi yer almaktadır. Kalbin perdeli
veya örtülü olmasının mânasını Râzî, "Bizim kalplerimiz ilimle dolu olup,
bizdeki bilgiden başka bilgiye ihtiyacımız yoktur" şeklinde vermektedir.
Râzî diğer yorumunu da şöyle yapmaktadır: Sizin dediklerinizi anlamayız. Demek
ki birinde doluluğu, birinde anlamazlığı ifade etmektedir.
Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler de aynı ifadeyi peygambere karşı
kullanmışlardı. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz
kapalıdır (Fussılet 41/5). İfade ettikleri mâna itibariyle ekinne ile ğulf
benzerdirler. Ekinne "kapalı" anlamına gelmektedir; ama ğulf
"örtülü, dolu, perdeli" demektir. Üçüncü bir kavram da Muhammed
sûresinin 24. âyetindedirrtliYoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? Örtülü,
kapalı ve kilitli kavramları doluluk ve anlamsızlık mânasmda bir araya
gelmektedirler. Bu kavramların ifade ettiği örtülülük, kapalılık, kilitlilik
tamamen psikolojik bir olgunun ifadesidir. Kendini bilgili sanan insana kibir
gelir, başka bir bilgiyi almak istemez. Bu ifadeler anlatılan mesaja karşı
takınılan tavrın şiddetini ifade etmek için anlamazlığı gündeme getirmektedir.
Verdikleri sözde durmamaları Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri
haksız yere öldürmeleri ve kalplerinin örtülü olduğunu söylemeleri inkârın
kapsamına girmektedir. Bütün bu eylemler inkâr psikolojisinin eseridir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu psikoloji saldırganlık içgüdüsünü harekete geçirmekte ve
insana yakışmayan davranışları yaptırmaktadır. Antlaşmayı bozmak, Allah'ın
âyetlerini inkâr etmek, peygamberleri haksız yere öldürmek ve kendi kalbine
kilit vurmak tamamen saldırganlık içgüdüsünün eseridir. Bundan şu neticeye
varabiliriz: İnkâr psikolojisi saldırganlık içgüdüsünün bağını çözüp serbest
bırakıp eyleme teşvik ettiğine göre iman psikolojisi de saldırganlık içgüdüsünü
disipline etmekte, böylece iman ile inkârın farkı ve etkinliği ortaya çıkmaktadır.
İnkâr psikolojisinin diğer menfi bir etkisini de âyetin devamı vermektedir.
5. Hayır, aslında Allah inkâr
etmelerinden dolayı onların kalplerini mühürlemiştir. İnkâr, ilâhî iradeyi
harekete geçirmekte ve kalplerin mühürlenmesine sebep olmaktadır. Burada Allah
onların kalplerini durup dururken mühürlemediğini, onların küftü sebebiyle
mühürle-diğini ifade ederken, damgalama eylemini hangi sebeple yaptığını
açıklamaktadır. Sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamasını yapan Allah inkârı
sebep mühürlemeyi de sonuç olarak belirlemektedir.
Bu ifadeden kalplerinin örtülü değil tam tersine mühürlü olduğu itirazı
da çıkmaktadır. Kapalı veya örtülü olmakla mühürlü olmanın farkı vardır.
Kalpler bilgiyle dolması neticesinde kapatılır. Ama mühürlenme böyle değildir.
İçinde kaçak mal veya eroin satılan bir dükkân veya iş yeri nasıl mühürlenirse,
içinde inkâr psikolojisi bulunan kalp de öyle mühürlenir. Dolu olan bir dolabı
kapatmakla; yanlış iş yapılan bir yeri mühürlemek aynı değildir. Onun içindir
ki Allah kalplerinin kapalı değil inkârları sebebiyle mühürlediğini söylemektedir.
Böylece ğulf ile tab' kelimelerinin farkı ortaya çıkmış oldu. Burada ki tab' denen
mühürleme, Bakara sûresinin 7. âyetindeki hatm şeklindeki mühürlemenin aynısı
olmaktadır.
İnkârdan dolayı kalplerin mühürlenmesinin de başka bir sonucu ortaya
çıkmaktadır: Ve (şimdi) artık çok az şeye inanırlar. Bu âyette sonucun sebebe
dönüştüğüne şahit oluyoruz. İlk sebep inkâr etmeleri, bunun sonucu kalplerinin
mühürlenmesi, sonra mühürlenme sebebe dönüşüyor, çok az şeye iman etme sonucunu
doğuruyor. Kalplerin mühürlenmesi onlara inanç kısıtlılığı getirmektedir.
Kalplerin mühürlenmesi inanç kısıtlığı ve iman alanının aşın derecede daralması
demektir. Bu durumda da dar kafalı, dar gönüllü insanlar ortaya çıkmaktadır.
Allah dar kafalı ve dar gönüllü insanların içindeki oluşumların bir tahlilini
sebep-sonuç ilişkisi içinde verirken, kulun inkârının kendi takdirini nasıl
etkilediğini de açıklamaktadır. 155. âyette sıralanan sebepler zincirinin
dışında kalplerin mühürlenmesinde başka sebepler var mıdır? Bu sorunun cevabını
sonraki âyetlerde bulmaktayız.
6. Hakikati inkâr etmeleri ve
Meryem'e korkunç bir iftira attıkları için... 156. âyette inkârı tekrar gündeme
getirmiş; onun yanına Hz. Meryem'e yaptıkları korkunç iftirayı koymuştur.
Buradaki inkâr, Hz. İsa'nın babasız dünyaya gelme mucizesinin inkârı anlamına
gelmektedir. Bunu hemen sonra gelen iftiradan çıkartıyoruz. Mucize inkâr
edilince iftiraya başvurmuşlardır.
Bu âyetten, başka bir genellemeye varabiliriz: İman "güven,
emniyet" kelimesinden türediğine göre inkâr da güvensizliği ifade
etmektedir. 156. âyetteki bi-küfrihim kelimesine "güvensizlikleri sebebiyle"
mânasını verebiliriz. Hz. Meryem'e güvenmediklerinden dolayı ona korkunç iftirada
bulundular. Güvensizlikten iftiraya gidişin yolu ortaya çıkmaktadır. Hz.
Meryem'in kötü bir hareket yapmayacağına inansalardı iftira etmeyeceklerdi. Bu
imansızlıkları, yani güvensizlikleri iftiraya gitmelerine sebep olmuştur.
Güvensizlik ve iftira kalplerinin mühürlenmesinin başka bir sebebi olmuştur.
Doğru karar çıkmayan gönül mahkemesinin kapıları mühürlenmekte-dir.
Mahkemelerinde adaletin çiğnendiği, yani doğru kararların verilmediği milleti
Allah yıktığı gibi, doğru kararların çıkmadığı gönülleri de mühürlemektedir.
Buradaki korkunç iftira Hz. Meryem'in gönlünü yaralarken, bu yaralamanın
çıkarttığı "âh" onların gönüllerinin mühürlenmesine, yani iptal
edilmesine sebep olmuştur.
Bu durumda şöyle bir genelleme yapabiliriz: Ahlar, beddualar kaybolmuyor,
onlar bir alev gibi dolaşıyor ve bir mermi gibi saplanıyor. Onlar, insanların
basma belâ olarak yağıyor, çoğu defa da gönülden vuruyor. Hz. Meryem'in âhı da
yahudileri gönülden vurdu ve Allah tarafından mühürlenmelerine sebep oldu. Hz.
Meryem'in gönlünden çıkan âh bir bomba gibi yahudi-lerin gönlüne düştü ve
oradaki bütün erdemleri yok etti, ışığı söndürdü, anlayış kapılarını kapattı ve
onları karanlıklar içinde bıraktı.
7. Hz. İsa'yı öldürmedikleri
ve çarmıha germedikleri halde öldürdük demeleri. 157. âyetteki Allah'ın
peygamberi, Meryem oğlu İsa'yı öldürdük ifadesı,S>nların inkârlarının hangi
dereceye ulaştığının bir göstergesidir. Peygamberin ölümüne varacak kadar
inkârlarında derinleşmiş olmaları, onlarda bir böbürlenme meydana getirmiştir.
Bu sözler onlarda peygamberleri öldürme alışkanlığı olduğunu da göstermektedir.
155. âyette peygamberleri öldürme olgusu açıklanırken bu anlatılmıştı. Peki
böyle konuşmaları neden kalplerinin mühürlenmesine sebep olsun? Soruyu birkaç
açıdan cevaplamak mümkündür: Bu onların Hz. İsa'yı öldürme niyetinde ve
teşebbüsünde olacak kadar inkârda ileri gittiklerini ifade etmektedir.
Diğer taraftan yapmadıklarını, yaptık gibi göstermeleri veya demeleri
neticesinde ikili oynamalarıdır. Sâf sûresinin 2-3. âyetlerinde yapmadığım
"yaptım" demenin Allah katında büyük bir nefretle karşılandığına
dikkat çekilinektedir. Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetinde de yapmadıkları ile
övünmek isteyenlere elem verici azap olduğu beyan edilmektedir. Yahudilerin
öldüre-medikleri halde öldürdük demeleri, Allah'ın nefretine ve elem verici
azaba uğramalarına sebep olmuştur. Bu nefret ve elem verici azabın buradaki
tezahürü de kalplerinin mühürlenmesi olmuştur. 157. âyetin devamında Allah
onların bu yalanlarını ispat etmekte ve neden yalan söylediklerini de
açıklamaktadır: Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, sadece onlara öyle
olmuş gibi gösterildi. Allah bu beyanıyla Hz. İsa'nın çarmıha gerilip
öldürüldüğünün tamamen yalan olduğunu karara bağlamıştır. Ama unutmamalıdır ki,
müslümanlar arasında yaygın olan efsaneye göre, Allah Hz. İsa'nın yerine son
anda ona çok benzeyen Yuda'yı koymuş ve bu kişi Hz. İsa'nın yerine çarmıha
gerilip öldürülmüştür. Bu kişi Hz. İsa'nın havarilerinden olup Hz. İsa'yı krala
şikâyet etmişti. Bu anlatımın Kur'an'dan ve sahih hadislerden hiçbir desteği
yoktur. Muhammed Esed bu hikâyelerin klasik müfessirler tarafından üretildiği
ve bunların tamamen reddedilmesi gerektiğini söylemektedir.
Müslümanlar arasında yayılan bu efsane Muhammed Esed'e göre, İncil'de
Hz. İsa'nın çarmıha gerilip öldürülüşü masalıyla Kur'an'daki bu iddianın
reddedilişi arasında üçüncü bir yolla bunları bağdaştırmaktan ibarettir. Âyetin
bu bölümünde geçen şübbihe "karıştırmasına sebep olmak, benzetmek,
bilinmez kılmak, şüpheTcanştırmak" mânalarına gelmektedir.
Kur'an'ın bu âyetinde "onlara öyle olmuş gibi göründü"
denmektedir. Bunun psikolojik analizi şudur: Bazı insanlar tutku halinde yapmak
istedikleri eylemleri yapamadıkları halde yapmış gibi anlatırlar. Sâf sûresinin
2 ile Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetleri, bu psikolojik hastalığa işaret
etmektedir. Yahudiler de Hz. İsa'yı öldürmeyi tutku seviyesinde istiyorlardı.
Buradaki "Onlara öyle olmuş gibi göründü" ifadesi, şüphe ve zan
meydana getirmiş, insanları ihtilâfa düşürmüştür.
157. âyetin devamında Allah konuyu şöyle değerlendirmektedir: Onun
hakkında ihtilâfa düşenler, burfdarrdofayı lam bir şüphe içindedirler; bu
hususta zanna uymanın dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak
onu öldürmediler. Âyetteki şüphe kavramı kararsızlık ve şaşkınlık anlamına
gelmektedir. Yahudilerin Hz. İsa'yı öldürmedikleri halde öldürdük demeleri
halkta bir şüphe uyandırdı. Yanlış haberin insanlarda bir şaşkınlık, bir
kararsızlık uyandırması gibi, o dönem insanlarında ve daha sonraki nesillerde
de şüphe uyandırmıştır. Tartışmalar bu şüphe batağının içinde cereyan edip
zamanımıza kadar geldi. Demek ki yahudilerin bu yanlış haberleri Hz. İsa
hakkında bir ihtilâf çemberi oluşturdu, çözülmesi çok zor bir tartışma açtı.
157. âyet tartışmanın çözümsüz kalmasının sebebini şüphe içinde olmalarına
bağlamaktadır.
Çözümsüzlüğün sebebi sadece şüphe değildir, gerçek bilgiye dayanma-yıp
zanna tâbi olmaları da diğer bir sebebi teşkil etmektedir. Böylece Allah gerçek
bilginin olmadığı yerde şüphe ve zannın kol gezeceği kanununa da işaret
etmektedir. Kur'an Hz. İsa'yı gerçekten öldürmediklerini söylerken bu
ihtilâfların şüphe ve zandan kaynaklandığına da dikkat çekmektedir. Böylece Kur'an
Hz. Muhammed'e kadar gelen bu şüphe ve zandan örülü efsaneyi ortadan
kaldırmış; yapmadıkları şeyi yapmış gibi gösterenlerin gönüllerinin nasıl
damgalandığını bütün dünyaya ilân etmiştir.
Netice olarak diyebiliriz ki yahudilerin kalplerinin mühürlenmesinin
sebeplerini Allah, onların inanç yapılarına ve eylemlerine bağlamaktadır.
Sözünde durmamak, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, haksız yere peygamberleri
öldürmek, kalplerinin bilgi ile dolu olduğu için başka mesajlara kapalı
olduğunu söylemek, güvensizlikleri sebebiyle Hz. Meryem'e korkunç iftirada
bulunmak, öldürmedikleri halde Hz. İsa'yı öldürdük demek, bir insanın veya
toplumun söyleyeceği en kötü söz ve yapacağı en kötü davranışlardır. Bu
alışverişte olan kalp damgalanmaktadır.
[196]
158. Hayır, Allah onu kendi katına yüceltti. Allah gerçekten kudret ve
hikmet sahibidir.
157. âyetin sonunda Kesin olarak onu öldürmediler ifadesinden sonra
158. âyette Hz. isa'yı "kendi katına çıkardığını" söylemektedir. Bu
noktada müslümanlar arasında yaygın olan efsaneye göre, Hz. İsa ruh ve bedenle
Allah'a yücelmiştir. Kur"an'da böyle bir açıklama yoktur, onun için bir
efsane olarak kalmaya mahkûmdur. Hz. İsa ölümünden sonra, Allah'a yüceldiği
Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde anlatılmıştı. Allah buyurmuştu ki: Ey İsa!
Seni vefat ettireceğim ve seni katıma yücelteceğim. Mâide seresinin 117.
âyetinde de bizzat Hz. İsa'nın ifadesi şöyledir: Beni vefat ettirince artık
onlar üzerinde gözetleyici sen oıdun! Jvtaryem sûresinin 33. âyetinde yine Hz.
İsa şu cümleyi laıllanmaktadır. Doğduğum gün, öleceğim gün ve âhirette
dirileceğim gün. Bu üç âyeı bize, Hz. İsa'nın eceliyle öldüğünü ifade
etmektedir. Demek ki Hz. İsa beden ve ruhla Allah'a yücelmemiş, tam tersine
vefatından sonra Allah onu "onurlandırmak" mânasında ref etmiş
(yüceltmiş)tir.
Kur'an'da bu yüceltmenin (ref) olmadığı görülecektir. Meselâ Meryem
sûresinin 57. âyetinde Hz. İdrîs'in de yüceltildiği gündeme getirilmektedir.
Allah onu yüksek bir makama yüceltti. Bu âyette, Nisa sûresinin 158 ve Âl-i
İmrân sûresinin 55. âyetinde kullanılan refaa kelimesi yer almaktadır. A'râf
sûresinin 176. âyetine göre, Allah'ın âyetleri bütün insanları yüceltmek için
gelmiştir. Demek ki bütün insanlar yücelmeye açıktır.
Başka ifadelerle de deliller getirebiliriz. Meselâ Hz. İbrahim Ankebût
sûresinin 26. âyetinde, "Doğrusu ben rabbime hicret ediyorum; Sâffât
sûresinin 99. âyetinde de, "İbrahim, ben rabbime gidiyorum"
demiştir. Bu hicret ve gidişin ilâhî çağrı olmadan, olması mümkün değildir.
İster Hz. İsa ve Hz. İdrîs gibi yücelme; isterse Hz. İbrahim gibi hicret etme
şeklinde olsun, hepsinde manevî bir onurlandırma vardır. Demek ki bu
onurlandırma manasıyla yücelme bütün peygamberlerin ortaklaşa özelliğidir.
Diğer taraftan Hz. İsa "Ruh ve beden olarak Allah'a yükseldi" demenin
Allah'a mekân isnat etmek tehlikesini doğuracak ve böylece Allah'ın mekândan
münezzeh oluşu inancı ortadan kalkacaktır. Allah'a yücelmek için bir yere
gitmeye lüzum yoktur.
Allah âyetin sonunda azîz ve hakîm sıfatlarını getirmekle şu mesajı
vermektedir: Yahudiler daha önce peygamberleri öldürmüşlerdi. Peygamber katili
olma geleneğini sürdürmeyi Hz. İsa üzerinde de yapacaklardı. Onların bu
niyetini bertaraf edip Hz. İsa'yı koruma gücüne sahip olduğunu ve bu gücünü
ortaya koyduğunu beyan etmektedir. Ayrıca böyle yapmasının bir hikmete
dayandığını ve bunu yerli yerinde yaptığım da hakîm sıfatıyla açıklamaktadır.
Allah bu konuyu Kur'an'ın değişik âyetlerine neden anlatmaktadır? Hz. İsa'dan
altı yüzyıl sonra gelen bir peygamberin kitabında böyle bir konuya yer
vermesinin amacı nedir? Bu sorulara çeşitli açılardan cevap verebiliriz. Allah
geçmiş olguları anlatarak şimdiye ve geleceğe ışık tutmaktadır. Çünkü
insanların kalplerinin mühürlenmesinin sebepleri arasında benzerlikler
olacaktır.
Sözünden dönenler Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, kalbinin kapalı
olduğunu söyleyenler, insanlara özellikle namuslu kadınlara iftira edenler,
hayal kurarak yapmadığı bir işi yaptım diyenler olacaktır. Belki peygamberlerle
karşı karşıya gelip onları öldürmeyecekler ama, onlan inkâr edip gönül bağını
katledenler olacaktır. Allah bunları Hz. Peygambere ve müslümanlara anlatarak,
benzer sorunların çözülmesi gerektiğini gündeme getirerek eğitim faaliyetini
yapmaktadır.
Diğer taraftan Kur'an, daha önce Hz. İsa hakkında uydurulan efsanelerin
asılsız olduğunu söyleyerek doğrusunu anlatmaktadır. Yanlış bilgilerin,
masallar içinde akıp giden kültürün sona erdirilmesi, Kufan'ın önemli görevleri
arasında yer almaktadır. Çünkü bu efsanelerle insanlığın bir arada yaşaması
mümkün değildir. Ayrıca konunun merkezini teşkil eden kalbin, yani gönlün hangi
tahrip edici oluşumların etkisi altında kaldığını, eğitim faaliyetin ilk korunması
gereken kalenin kalp olduğunu da vurgulamaktadır. İlâhî mührün vurulup kalbin
kapanmasından önce hangi tedbirlerin alınması gerektiğinin, kalbin hangi
tehlikelere açık olduğunun öğretimini yapmaktadır. İnsanlar ne kazandılarsa
akıl ve gönülleriyle kazanmışlar, ama ne kaybettilerse nefis ve kalpleriyle
kaybetmişlerdir. Gönül iman, sevgiye, sadakate kısaca iyi niyet ve duygulara
lâyıktır. Onu Allah'ın damgalayacağı tarzdaki kötü etkilere açık bırakmak insan
için çok tehlikeli bir davranıştır. Kur'an dar kafalılığın, dar gönüllülüğün ne
olduğunun bilincini vererek, damgalanmayan gönülleri yetiştirme amacını gütmektedir.
Başka bir açıdan bakınca, Hz. İsa olayına ilâhî iradenin nasıl
karıştığını da görmek mümkündür. (Yahudiler) tuzak kurdular; Allah da onların
tuzaklarını bozdu. Allah tuzak kuranların ha-yırhsıdır (Âl-i İmrân 3/54).
Kalpleri damgalı olan yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurdular, Allah
da o tuzakları bozdu. Tuzağa tuzakla karşılık vererek onu korudu. Damgalanan
kalpte şüphe vardır, zan vardır; gerçek bilgiden bir eser yoktur. Böyle kalbe
sahip olanlar dünyayı şüphe ve zanla kirletmektedirler. İşte Allah Teala'nın
şüphe ve zannın kirlettiği insan ilişkilerinden Hz. İsa'yı kurtarmasının anlamı
onu,yüceltmektir, onurlandırmaktır. Âl-i İm-rân sûresinin 55. âyetinde Seni
inkâr edenlerden arın-dıracağım derken kastettiği, bu kirlilikten kurtarmaktır.
[197]
159. Nitekim kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya
inanmamış' olsun. Kıyamet gününde de İsa, onlara şahitlik yapacaktır.
Bu âyet üzerine yapılan farklı tefsirlerin en güzel yorumunu Zemahşerî
yapmıştır. Zemahşerî'nin yorumuna geçmeden önce âyetteki ölümünden önce
ifadesinde geçen zamirin kime gittiğini tesbit etmek gerekiyor. Hz. İsa'nın
ölümünden önce mi, yoksa kitap ehlinden olan birinin ölümünden önce mi?
Zamirin Hz. İsa'ya gittiğini söyleyenler olduğu gibi, kitap ehline gittiğini
söyleyenler de vardır. Râzrnin naklettiğine göre Ubey b. Kâ'b "Kitap
ehlinden her biri, ölümlerinden önce Hz. İsa'ya iman edecektir" demiştir.
Zemahşerî de aynı görüşü benimsemektedir.
Tartışmaya girmeden biz bu görüşü benimseyerek, zamirin Hz. İsa'ya
değil kitap ehlinin her birine gittiğini kanaatindeyiz. Çünkü zamir Hz. İsa'ya
gitmiş olsaydı, bu inanma olayı Hz. İsa'nın ölümüyle sınırlanacaktı. Halbuki
Hz. İsa'ya inanmak bir süreç olduğundan devam etmektedir. Kitap ehli kavramı
kıyamete kadar devam edeceğine göre kitap ehlinin her biri ölümünden önce Hz.
İsa'nın peygamber olduğuna inanacaktır. Onun için Ubey b. Kâ'b ve Zemahşerî
bize göre haklıdırlar. Âyetteki bu zamir konusunu böylece hallettikten sonra,
oradaki imanın ne anlama geldiğini açıklamak gerekiyor. Oradaki iman Hz. İsa
ile ilgili hakikati kavramayı ifade etmektedir. Zemahşerî'nin ifade ettiğine
göre, yahudi ve hıristiyanlar ölümleri anında, yani öncesinde Hz. İsa'nın
Allah'ın bir peygamberi olduğunu anlayacaklardır.
Âyetin bu kısmına yeni bir açılım getirmek gerekiyor. Çünkü karşımıza
şöyle bir soru çıkabilir: kitap ehlinin Hz. İsa'nın hakikatini kavrayıp iman etmesi
konusu Kur'an'da neden yer almaktadır? Bu sorunun cevabı yeni bir açılım
olacaktır. Bize göre Allah ehl-i kitap kavramına bir tanım yapmaktadır.
Ölümünden önce yahudi ve hıristiyanlar, Hz. İsa'nın sahtekâr olmadığını,
Allah'ın oğlu olmayıp O'nun peygamberi olduğu hakikatini anlayıp iman etmedikleri
takdirde kitap ehli kavramının kapsamı dışında kalacaklardır. Kitap ehli, Hz.
İsa'nın peygamber olduğuna inananlardır. Bu tanımı yapmak için bu âyeti
göndermiş ve ona Kur'an'da yer vermiştir. Böylece Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu
olarak görenler ve inananlar kâfir olmakta ve kitap ehli kavramının dışında
kalmaktadırlar.
Meryem oğlu fesihi Allah olarak gören kâfıFdir (Mâide 5/72); Allah
üçün üçüncüsüdür diyenler de kâfir olmuştur (Mâide 5/73) diyen âyetlerde, kitap
ehli kavramının sınırlan çizilmekte ve tanımı yapılmaktadır. Nisa sûresinin
159. âyeti ile bu âyetleri bir araya getirirsek, kitap ehli kavramının
kapsamına girebilmek için Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna değil O'nun
peygamberi olduğuna inanmanın şart olduğu ortaya çıkacaktır.
Âyetin son kısmında şu gerçek gündeme getirilmektedir: Hz. İsa da kıyamet
günü onların aleyhine bir şahit olacaktır! Bunun anlamı şudur: Yahudiler Hz.
İsa'yı yalanladılar, meşru olmayan çocuk olarak gördüler ve peygamberliğini
kabul etmediler. Hıristiyanlar da onu Allah'ın oğlu olarak gördüler, daha da
ileri giderek Allah olduğuna inandılar. Hz. İsa onların bu durumuna kıyamet
gününde şahitlik edecektir.
Şahitliğin nasıl yapılacağını da, Mâide sûresinin 116 ve 117. âyetleri
belirlemektedir. O âyetlerde Hz. İsa'nın sorgulanacağı, ona kendisini ve anasını
tanrı edinmeyi insanlara söyleyip söylemediği sorulacaktır. Hz. İsa da bunu
kendisinin söylemediğini belirtecektir. 117. âyette de, "Ben onlara, ancak
bana emrettiğini söyledim; Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a
kulluk ediniz, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlaî üzerinde kon-trolcü
idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun.
Sen her şeyi hakkı ile görensin" buyurulmaktadır. İşte Hz. İsa kıyamet
denen büyük mahkeme günü bu şekilde şahitlik edecektir. Bu şahitlikte Hz. İsa'yı
Allah'ın oğlu ve tanrı olarak görenlerin, bunu kendi iradeleriyle yaptıkları,
dolayısıyla Hz. İsa'nın onlara bu konuda hiç etki etmediği ortaya çıkacaktır.
[198]
160. Yaptıkları zulümler ve birçok irisimi Allah yolundan alıkoymaları
yüzünden dahaÖnce kendilerine helâl ki-hnmış tertemiz şevleri, yahudiiere haram
faldık.
161. Ve ribâyı almaları yüzünde» oysaki ondaınya-ı t; ve haksız
yollarla kasanların mallarını yemeleri yüzünden onların küfre. salmalarına
korkunç bir azap hazırladık.
Her iki âyeti bir arada ele alıp yorumunu yaparsak, onların bir bütün
olduğu anlaşılır. Her iki âyet yahudilerin hayatında dinî yasaklar bakımından
meydana gelen değişimi sebep-sonuç ilişkisi içinde sunmaktadır.
Bu ayetlerin merkezî konusu, yahudilere daha önce helâl olan şeylerin
haram kılınmasıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Helâl olan şeylerin haram
kılınması ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını Muhammed Esed vermektedir.
Helâl olan şeyler onların istifade ettiği nimetlerdir. Haram kılınması da o
nimetlerden mahrum bırakılmalarıdır. Demek ki konu nimet ve mahrumiyet olduğuna
göre, ekonomik alanda olduğumuz ortaya çıkmaktadır. O zaman şöyle bir neticeye
varmak mümkündür. Yahudilerin sahip oldukları nimetlerin ellerinden alınması,
ekonomik depreme, yani değişime uğramaları anlamına gelmektedir. Böylesine
büyük bir değişimin sebepsiz olması mümkün değildir. Her iki âyette de şu
sebepler sıralanmaktadır:
1. Nisa sûresinin 160.
âyetinde, yahudilerin zulmü sebebiyle şeklinde geçen ifadede, zulmün ne öıaugu
açıklanmamıştır. Fakat Kur'an'ın diğer âyetlerinde yahudilerin zulümlerinin
neler olduğu açıklanmaktadır.
a)
Musa kavminc demiş" ti
ki: Ey kavmim: şüpnesiz siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize
zulmettiniz (Bakara 2/54). Buzağıyı tanrı edinmek şirktir; şirk de
Lokman sûresinin 13. âyetine göre zulümdür. Ama zalim, bu şekilde şirk
koşanların kendilerine olmaktadır. Aslında burada buzağı Te'vîlât-ı Kâşâniyye
tefsirinde Kemâleddin Abdürrezzâk es-Semerkandî'nin dediği gibi nefis putudur.
A'râf sûresinin 148. âyetinde bunun zulüm olduğu beyan edilmektedir.
b)
Fakat zalimler kendilerine
söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları
kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik
(Bakara 2/59). En'âm sûresinin 93 ve diğer pek çok âyeti, Allah'a
iftirayı zulmün en büyükleri arasında saymaktadır. Yahudiler Âl-i İmrân
sûresinin 78. âyetine göre, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı
Allah katından olduğunu söyleyerek Allah'a iftira ettiler. Bu ve Bakara
sûresinin 59. âyeti bir araya getirilince yahudilerin kelâmı değiştirip,
değiştirdiklerini Allah katından demelerinin zulüm olduğu net bir şekilde
anlaşılmaktadır.
c) A'râf sûresinin 163.
âyetine göre, yahudilere cumartesi günü balık avlamak yasaklanmıştı. 165.
Âyette de
Onlar kendilerine yapllan
uyarıları unutunca, biz de kötülükten menedenleri kurtardık, zulmedenleri de
yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azapla yakaladık
buyurulmaktadır. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki cumartesi balık avlama yasağım
dinlemeyen yahudiler zulmetmişlerdir.
d) Ankebût sûresinin 46 ile
53. âyetleri arasındaki âyetlerde Ehl-i kitabın Kur'an'a karşı tavrı ve tutumu
açıklanmakta ve 49. âyette şöyle buyurul-
maktadır: Hayir' Kur'an kendilerine ilim verenlerin sinelerinde (yer alan) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr eder.
e)
Nisa sûresinin 153. âyetine
göre Ehl-i kitap, yani yahudiler Hz. Musa'dan kendilerine Allah'ı
göstermelerini istemişlerdi. Allah bunu, yani bu isteği zulüm olarak
nitelendirmektedir.
f)
Mâide sûresinin 72. âyetinde
Meryem oğlu Mesih'in Allah olduğunu söyleyenlerin kâfir olduğu ve bunların
zalim olmaları sebebiyle yardımcıları olmayacağı buyurulmaktadır. Bir insanın
Allah olduğunu söylemek şirk olduğundan zulümdür.
g.
Tevrat'a yükümlü tutulup da
onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu
gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah
zalimler topluluğunu doğru yola iletmez (Cum'a 62/5).
h) Cum'a sûresinin 6. âyetiyle
Mâide sûresinin 18. âyeti yahudilerin kendileri hakkındaki değerlendirmelerini
vermektedir. "De ki: Ey yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız
kendinizin Allah'ın dostları olduğunu iddia ediyorsunuz, bunda samimi iseniz
haydi ölümü temenni ediniz" (Cum'a 62/6); Yahudiler ve hıristiyanlar, biz
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz dediler (Mâide 5/18). Onların bu
değerlendirmeleri Cum'a sûresinin 7. âyetinde zulüm olarak nitelenmektedir.
ı)
Bakara sûresinin 135 ile
139. âyetleri arasında yahudilerin bazı çalışmaları anlatılmakta, düşünceleri
açıklanmaktadır. Bu açıklamalardan sonra onlara şu husus soruluyor: "Yoksa
siz, fbrâhim, İsmail, İshak, Yâkub ve nesillerinin yahudi, yahut hıristiyan
olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah
mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha
zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir" (Bakara 2/140).
Âyette ki şehâdet Hz. Muhammed'in geleceğine dair Tevrat'taki haberler
yani âyetlerin bütünüdür. Bu haberi inkâr etmek, delili kabul etmemek demektir.
Onlar inkâr etmekle kalmadı, daha ileri giderek delili ortadan kaldırdılar. Bu
da zulüm olarak nitelendirilmektedir. Kısaca buzağıya tapmaları; Allah'ın kelâmını
değiştirmeleri; haddi aşmaları; Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri; Allah'ı
görmek istemeleri; Meryem oğlu Mesih'e Allah demeleri; inandıkları kitapla
amel etmemeleri; sadece kendilerim Allah'ın dostu görmeleri ve şehâdeti
gizlemeleri yahudilerin nasıl zulüm yaptıklarını açıklamaktadır.
Allah Kur'an'ın muhtelif âyetlerinde zulüm kavramına açıklık getirmektedir.
Zulüm kelimesinin çok geniş bir inanış, düşünce ve davranış alanını içine
aldığına da işaret etmektedir. Dikkat edilirse zulmün büyük bir oranı,
insanların dine karşı takındıkları çeşitli tavır ve inanışlardan kaynaklandığı
görülecektir. Zulmün tohumlarını insanın kalbine eken, büyüten ve oradan
topluma aktaran güç şirktir. Şirk insanların fikir, iman, davranış ve ilişkiler
sistemindeki bütün dengeleri bozmaktadır. Bunları bozup karanlığa ittiğinden,
karanlık mânasına gelen zulüm ismini almıştır. Şirk zulümdür, çünkü insanın
manevî âlemini, kendisiyle dininin ve Allah'ı ile olan ilişkiler alanını karartmaktadır.
Nisa sûresinin 160. âyetinde nimetin mahrumiyete dönüşmesine sebep olan birinci
sebep yahudilerin yaptıkları bu zulümlerdir.
2. "Sapmak,
saptırmak" mânasına âyetin bu bölümünde sadde kelimesi kullanılmaktadır.
Bu kelime "alıkoymak, engellemek, menetmek" mânasında geçişli;
"yüz çevirmek, sapmak, feryat eylemek, bağrışmak, yaygara basmak, kahkaha
ile gülmek" mânasında geçişsiz olarak kullanılmaktadır. Esadde kalıbından
alınınca "yaranın irinlenmesi"; saddede kalıbından "irinlenmek,
el çırpmak" anlamına gelmektedir. Saddu kalıbında isim olarak alınınca
"derenin bir kıyısı, dağ, ayrılık, yükselmiş bulut" mânasını ifade
etmektedir. Saddad kalıbı da "yılan, suya varacak yol" anlamına
gelmektedir.
1) Yüz çevirmek. Bu mânada geçişsiz olarak
peygamberlerden yüz çevirmek (Nisa 4/55,61); Allah'ın yolundan yüz çevirmek
(Tevbe 9/9) şeklinde kullanılmaktadır. Verilen âyetlerden Nisa sûresinin 61.
âyetini örnek olarak alabiliriz: "Böylece her ne zaman kendilerine,
'Allah'ın indirdiğine ve peygambere geliniz' denilse, bu ikiyüzlüle-rin senden
nefretle yüz çevirdiklerini görürsün!"
2) Yeminlerinizi aranızda bir
aldatma aracı olarak kullanmayınız; yoksa ayağınız sağlamca basmış olduğunuz
halde kayar ve böylece Allah'ın yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötü sonuçlarını
tutmak zorunda kalırsınız (Nahl 16/94).
3) Çekip gitmek. Çünkü onlara, 'geliniz,
Allah'ın elçisi bağışlanmanız için dua edecek' dendiği zaman başlarını
çevirirler ve sen onların sahte bir kibirle nasıl çekip gittiklerini
görürsün (Münâfıkun 63/5).
Bu üç manasıyla kelime geçişsiz olarak, kişi veya kişilerin doğru olan bir şeye bir öğretiye ve bir çağrıya karşı gösterdikleri olumsuz tepki ve tavrı ifade etmektedir. Allah'ın yoluna, peygamberlere ve peygamberlerin çağrılarına karşı fikren ve fiilî olarak gösterilen tepkiyi açıklamak için bu kelime kullanılmaktadır.
4) Vazgeçirmek. Hidayetten, yani doğru
yoldan birini veya birilerini etkileyerek vazgeçirmek mânasında Sebe sûresinin
32. âyetinde geçmektedir:
Küstahça böbürlenenler ise güçsüzlere 'Nasıl olur?' Doğru yol açıkça
size gösterildikten sonra 'Biz mi sizi ondan vazgeçirdik? Hayır suçlu olan
sizsiniz' diyeceklerdir. Bir grup güçlü ve ileri gelen insanların, zayıf yani
kültürsüz insanları etkileyip doğru yoldan alıkoymaları, vazgeçirmelerim ifade etmektedir.
Kelime manasıyla hem eğitim hem de sosyolojik bir oluşumu ifade etmektedir.
Gruplararası olması sosyolojik, etkileşim açısından da eğitimsel bir mâna
yüklenmektedir.
5) Doğru yoldan
uzaklaştırmak.
İnsanın manevî alanında meydana gelen köklü bir değişimi anlatırken değişimden
önceki kötü durumu açıklamakta kullanılan bir kelimedir. Meselâ Onu, Allah'tan
başka taptığı şeyler, (doğru yoldan) uzaklaştırmıştı. Çünkü kendisi inkarcı bir
kavimdendi (Nemi 27/43). Belkıs'ın müslüman olmadan önceki durumunu anlatırken,
onun müşrik olmasını temin eden Allah'tan başka tapındıklarının olduğunu ve
bunların onu doğrudan, yani tevhid inancından alıkoyduğunu söylerken bu kelime
kullanılmaktadır.
6) Alıkoymak. Şeytan onlara yaptıkları
işleri güzel gösterip onları doğru yoldan alıkoydu (Ankebût 29/38). Hakikati
kavrama yeteneğine sahip olan insanları şeytanın etkileyip doğru yoldan
alıkoyması eylemini ifade etmek için kullanılmaktadır. Kelime tamamen
psikolojik bir etkinin neticesini ifade etmektedir.
7) Kahkaha ile gülmek. Zuhruf sûresinin 57. âyetinde "bağrışmak,
yaygara basmak ve kahkaha ile gülmek" anlamına gelmektedir: "Şimdi,
ne zaman Meryem'in oğlu örnek olarak ortaya getirilse senin kavmin kahkaha ile
güler" buradaki kahkaha ile gülmek, yaygarayı basmak, bağrışmak anlamını
ifade etmektedir. Bir konuya gösterilen tepki için kullanılmaktadır.
8) İrin. Ardından da (o inatçı zorbaya)
cehennem vardır, kendisine irinli su içirilecektir (İbrâhîm 14/16). Hakkın
amansız düşmanı zayıf toplumlara zorbalık yaparak ezen kişinin cehennemde
içeceği irin için bu kelime kullanılmaktadır. "Vazgeçirmek, yüz çevirmek,
doğru yoldan uzaklaştırmak, alıkoymak, kahkaha ile gülmek" mânalarının
irinle ne alâkası vardır diye sorulabilir.
İnsanı doğru yoldan çeviren ve menfi gösteren fikir ve etkilerin
irinden farkı yoktur. İrin, yaranın içinde iken sancı yaptığı gibi, yanlış
fikirler de insanın beyninde, gönlünde çıbanın içindeki irin gibi sancı
yapmaktadır. Bu irin deşilip, bir operasyonla dışan akıtılmadan insana rahat
yoktur. İrin halini almış fikirler, insanlann beyninden akıtılmadıkça doğru
yolu bulamayacak, irin halindeki fikirleriyle sancı çekeceklerdir. İşte irinle
insanlann yoldan çıkması veya çıkarılmasının doğurduğu sosyal ve manevî yara
arasındaki ilişki budur.
Nisa sûresinin 160. âyetine dönersek, yahudilerin Allah yolundan sıkça saptıklarının beyan edildiğine şahit oluyoruz. Ama âyetin sonundaki sadde kelimesini "saptırmak" mânasına da alabiliriz. Sıkça saptıklarını söylersek kendi kendilerine saptıklarını, saptırdıklarını söylersek, başkalarım etkileyip yoldan çıkardıklarını, hakikatten uzaklaştırdıklarını ifade etmiş oluruz. Bu kötü oluşum sağlam olan hücrelerin irinli hale gelmesi gibi, sağlam olan beyinleri yanlış ve sahte fikirlerle doldurduğundan çıban sancısı vermektedir. Bu da helâl olan nimeti harama çevirmektedir. Sağlam olan nimeti mahzurlu hale getirmektedir. "Temiz nimetleri onlara haram kıldık" şeklindeki değişimi meydana getiren oluşumun ikincisi Allah'ın yolundan uzaklaşmak, o yolu engellemektir. Mikrop sağlam hücreye girip onu irinleştiriyor ve vücudu rahatsız edecek bir sancı veriyorsa, insanları yoldan çıkarmak da topluma irin sancısı gibi sancı vermektedir. Sadece etkilediği kişileri değil toplumun tamamına sancı vermektedir.
3. Nisa sûresinin 161. âyetinde
yahudilere helâl olan nimetlerin haram, yani sahip oldukları nimetlerden mahrum
olmalarının üçüncü sebebini faiz almaları teşkil etmektedir. "Yasaklandığı
halde faiz alıyorlardı." Allah yaygınlaşan tefeciliğin, özellikle faiz
almanın, toplumda bol olan nimetlerin mahrumiyetini, yokluğunu, kıtlığım
getireceğini ifade etmektedir. Faiz alma, haram lokma yemek demektir. Haram
lokma sadece ekonomik nimetlerin mahrumiyetini getirmez; manevî nimetlerin de
mahrumiyetini getirir. Meselâ haram lokma, gençliğin, dolayısıyla toplumun
asalet ve iffet duygusundan mahrum kalmasına sebep olur.
Faizcilik Bakara sûresinin 279. âyetinde Allah'a ve Peygamber'e savaş
açmak olarak nitelenmektedir. Savaş bir toplumun ekonomisini altüst ettiği
gibi, faiz denen savaş da nimetin mahrumiyetini getirmektedir. Savaş toplumun
ekonomik değerlerini boşa akıtır ve toplumda kıtlık ve yokluk baş gösterir.
Faiz de duygu ve değerlerde deprem meydana getirerek siyasî, ekonomik, sosyal
ve ahlâkî gücü kırar, yokluklarına sebep olur. "Menedildikleri halde"
ifadesi, eğitimin verildiğini ifade etmektedir. Faiz almanın, tefecilik
yapmanın kötü olduğunun öğretisi onlara verildiği halde bunu yapmalan, helâl
olan nimetleri harama, bol nimetler içinde olmayı mahrumiyete çevirmektedir.
4.
Bol nimeti mahrumiyete,
helâl nimeti harama dönüştüren değişimin dördüncü sebebi, insanların mallarını
haksız yere yemek olmuş ve olmaktadır. Bir toplumda insanlann mallan ne
nisbetle haksız yere yeniyorsa, o nisbette nimetin mahrumiyeti devam ediyor
demektir.
Faiz alma konusunda anlattığımız gibi halkın malını haksız yere yemek aynı zamanda sosyal ve ahlâkî nimetlerin yani değerlerin mahrumiyetini getirir. Bunlar asalet ve hayadır. Haram lokma toplumların, hatta insanlığın erdemini alıp götürmektedir. Haram lokma, cinsel ahlâkın temelini oluşturan haya duygusunu da ortadan kaldırmaktadır. Haram lokma aynı zamanda siyasetin de, ekonominin de asaletini yıkmakta, erdem olma sanatını da ortadan kaldırmaktadır. Âyette geçen "Temiz olanları onlara haram kıldık" ifadesi bu değişimi ifade etmektedir.
Nisa sûresinin 160 ve 161. âyetleri bize şunları öğütlemektedir: Zulüm
gibi dinî ve sosyal deprem; Allah'ın yolundan alıkoymak gibi eğitim ve sosyal
sarsıntı; faiz alma ve haram lokma gibi ekonomik bunalım insanları bol nimetten
mahrumiyete, kıtlığa dar yaşama götürmektedir. Bu dört sebebin bu dünyadaki
sonuçları bunlar olduğu halde âhiretteki sonucu da daha başka olacaktır.
"Hakikati inkâr edenler için şiddetli bir azap hazırladık." Bu dört
sebep insanların âhiretini cehenneme çevirmektedir. Bu dünyadaki ceza nimetin
mahrumiyeti, öteki dünyada da cehennem olmaktadır.
Allah yahudilerin bu durumunu bize niçin anlatmaktadır? Allah Hz.
Muhammed'in ümmetine geçmişten aldığı örneklerle ışık tutmakta, onları bu
yanlış hareketten caydırma yoluna gitmektedir. Yahudilerin bu dört eylemini
müslümanlar tekrarlarlarsa aynı neticelerle karşılaşacaklarına işaret etmektedir.
Çünkü sosyal ve manevî oluşumlarda bir determinizm vardır; yani aynı sebepler
aynı şartlar altında aynı neticeleri doğuracaktır.
[199]
162. Fakat içlerinden ilimle derinleşmiş olanlar ve mü-mkılet, sana
indirilene ve senden önce indirilene iman: edenler, namazı kılanlar zekâtı
verenler, Allah'a ye âhiret gününe inananlar yar. ya işte pnlara pek yakında
büyük mükâfat vereceğiz.
160-161. âyetler, yahudilerin bol nimet içerisinde iken onların mahrumiyete,
kıtlığa, yokluğa itilmesi gibi önemli bir değişimin sebeplerini anlatırken,
zulmetmeleri, insanları yoldan çıkarmaları, faiz almaları ve insanların malını
haksız yere yemeleri gibi manevî ve sosyal hayatı altüst eden davranışları
sebebiyle çok ağır ve kara bir tablo çizmektedir. Allah yahudilerin hepsinin
böyle olmadığım, bunlardan istisnaî insanların olduğunu gündeme getirerek bu
karamsar havayı ortadan kaldırmaktadır. Burada şu soruyu sorup 162. âyetin
açıklamasına geçebiliriz: Yahudilerin iyi olan istisna grubunun özellikleri
nelerdir?
1. Âyetin birinci bölümünde
ilimde derinleşenler ifadesi yer almaktadır. Râsih kelimesi reseha fiilinden
türemiştir: "Yerinde sabit ve sağlam olmak; gölün suyu çekilip yere
batması; yağmurun suyunun etkisinin nemli tabakaya ulaşması; şüpheye yer
bırakmayacak kadar bilginin yerleşip sağlam olması" mânalarına
gelmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde de geçen bu kavram Kur'an'da iki
âyette geçmektedir. İki âyette de aynı anlamı ifade etmektedir; ilimde
derinliklere inmek demektir. İlimde derinleşenleri Allah istisna etmekle neyi
kastetmektedir? Biz bundan şu genellemeyi çıkarabiliriz:
a) Zulmü, yoldan sapmayı ve
saptırmayı, faiz almayı ve haram yemeyi önleyecek olan toplumdaki ilim
adamlarıdır. İnsanları doğruya yöneltecek, kötüden alıkoyacak, iyiyi işleyecek
ve güzele çağıracak olan ilimde derinleşen eğitimcilerdir. Yahudilerin içinde
bunu yapabilecek ilim adamları, yani eğitimciler vardı.
b) İlimde derinlere kök
salanların, 160-161. âyetteki eylemleri yapmaları mümkün değildir. O eylemleri
cahil insanlar yapar ilim adamlan değil. Cehaletin karanlığı içinde kalanlar,
nereye gideceklerini, nasıl davranacaklarını, ne yapacaklarım
bilemeyeceklerinden, dengesiz hareketlerde bulunacaklardır. Karanlıkta kalan
bir insan gibi yolunu bulamayacak, objeleri farkede-meyecek, nesnelerin
renklerini tesbit edemeyeceklerdir. Cahil insanlar da, cehaletin karanlığında,
Allah'ın emirlerinin önemi farkedemez, nefsin isteklerini Allah'ın emirleriyle
ayırt edemez, nereden yoldan çıktığını, hangi davranışlarla zulüm yaptığım
bilemez, haramı helâlden ayırt edemez hale gelir. İşte bilgi ve özellikle
bilgide derinliklere kök salmak, insanlığın üstünden bu kara bulutu kaldıracak,
yerine aydınlığı getirecektir.
c) Yahudilerin Hz. Peygamber'e
inanmalarının asıl sebebi, imanlarının derinliğine inemeyip imanın bütünlüğünün
farkına varamamalarıdır. Oysa onlann içinde de bilgi vasıtasıyla imanın ya da
inancın en iç ve en derin alanlarına inenlerin olduğu ve bundan dolayı Hz.
Peygamber'e iman ettikleri âyette vurgulanmaktadır. İman gönülde teşekkül
ettiğine göre, bilginin gönül boyutuna inemeyenler oradaki inancın dostu
olamazlar. Yüzeyselliklerle imanın derinliklerine imlemez.
d) Allah sadece yahudilerin
durumunu açıklamak için değil, o olguyla yaşanan zamana ve geleceğe ışık
tutmaktadır. Günümüzde ve gelecekte siyasî, hukukî ve inanç bakımından zulmü;
eğitim bakımından insanları etkileyip yoldan çıkarmayı, haram lokma yiyerek
ekonomik dengeleri altüst etmeyi bilgisizliğe bağlamaktadır. Bir toplumun nimet
içinde yüzerken mahrumiyete uğramasının sebepleri olan bu davranışların arka
planına giderek, asıl sebebin bilgiden mahrum olmak olduğunu anlatmaktadır.
Bunun anlamı şudur: Siyasî, hukukî, dinî, eğitimsel ve ekonomik meselelerin
dengeleri, dinamikleri bilgi sayesinde sağlam kalacaktır. Bu alanlara bilgiyle
girilmeli, bilginin derinliklerine inen insanlar girmelidir. Bu durum dün
böyleydi, bugün de, yarın da böyle olacaktır. Çünkü Kur'an bunun evrensel
çıkış noktasını ve çözümünü vermektedir.
2. Hz. Peygamber'e ve ondan
öncekilere indirilmiş olana iman edenler. Allah birinciye ilimde derinliklere
nüfuz edenleri, ikinciye geçmişe ve Hz. Muhammed'e inen vahye iman etmeyi
koymaktadır. Bunun sebebi ne olabilir? Bilginin imanın önüne geçirilmesi midir?
Yoksa bilgiyle imanın arasında bir ilişki kurmak mıdır? Bu soruların cevabını
birlikte vermek mümkündür.
Yahudiler Hz. Musa'ya gelen vahye ve Allah'a inanmalanna rağmen Hz.
Muhammed'e ve ona gelen vahye inanmıyorlardı. İman yeterli olsaydı bunu
yapmaları gerekirdi. Bunu yapamadıklarına göre onların imanlarını evrensel
boyuta taşıyacak; vahyin ve peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunun
bilincine erdirecek şeyin eksikliğini yaşıyorlardı. O da derinlemesine bilgiye
sahip olmamalarıydı. Böylece Allah bilgiyle imanın ilişkisini ve birbirinin
olmazsa olmazı olduklarını gündeme getirmektedir. Demek ki yahudilerden ilimde
derinleşenler Hz. Peygamber'e ve ona indirilen vahye inanmaktaydılar. Çünkü
ilim adamları, geçmiş vahiyle gelmekte olan vahyin arasındaki benzerlikleri,
ilişkileri ve onların süreç olma özelliklerini anlayabilmektedirler.
3. İbadetlerini yaparlar. Namazı
kılanlar; zekâtı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlar. İşte bu
yahudilerin, müslümanlarla olan müşterek noktaları vardı. Zaten kitap ehlinin,
yani yahudi ve hıristiyanlarm hepsinin aynı olmadığı konusu Âl-i İm-rân
sûresinin 113. âyetinde görülmüştü. Hıristiyanlardan olduğu gibi yahudilerden
de istikamet sahibi, gece saatlerinde secde edenler, Allah'ın âyetlerini
okuyanlar, Allah'a ve âhiret gününe inananlar, iyiliği emredip kötülükten sakınanlar,
hayırlı işlere koşanların olduğu Âl-i İmrân sûresinin 113-114. âyetlerinde
anlatılmıştı. 162. âyet, yahudilerin istisna grubunun inanç sistemini ve
ibadetlerini açıklamaktadır: Allah'a, âhirete, geçmişte Allah'ın gönderdiği
vahye ve Hz. Muhammed'e gönderilen vahye inanmaktadırlar. Namazlarını kılmakta
ve zekâtlarını vermektedirler. Bu inanış ve ibadet şekilleri onlara diğer
yahudilerden farklı kılmaktadır.
4.
Biz, bunlara büyük bir
mükâfat bahşedeceğiz.
161. âyetin sonunda zulmedenlerin, insanlan yoldan çıkaranların, faiz
alıp haram yiyenlerin elim azaba çarptırılacakları gündeme getirilirken,
bunların davranışlarına karışmayanların ve yukarıdaki iman ve ibadetleri
gerçekleştirenlerin alternatif muamele olarak ödüllendirilecekleri gündeme
getirilmektedir.
[200]
163. Biz Nuh'a ve ondan sonraki
peygamberlere vah-yettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e,
İshak'a, Yâkub'a/torunlara İsâya, Eyyüb'e, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik.
Davud'a da Zebur'u veirk.
164. Bir kısım peygaaiberieri daha öncesana anlattık, bir losmu ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ite gerçekten konuştu.
1.
Biz Nuh'a vc ondan
sonra" ki peygamberlere
vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Allah hukuk sistemini Hz. Nuh'tan
itibaren başlatmaktadır. Allah Hz. Âdem'e hukuk vermedi mi? Yani ona vahyetmedi
mi? Süleyman Ateş'e göre, kendisine şeriat (hukuk) vahyedilen ilk peygamber Hz.
Nuh'tur. Muhammed İbn es-Sâib, babasının şöyle söylediğini nakletmiştir:
Allah'ın yeryüzünde görevlendirdiği ilk peygamber, asıl adı Ahnuh olan
İdrîs'tir. Sonra peygamberlerin arası kesilmişti, Nuh'a kadar peygamber
gönderilmemiştir. Nuh'un oğlu Sâm da peygamber idi. Ondan sonra da yine
İbrahim'e kadar peygamber gönderilmedi. İbrahim, Tareh'in oğludur. Tareh'in adı
Âzer'dir. Sonra İbrahim'in oğlu İsmail ile İshak peygamber olmuştur. Birincisi
Mekke'de ikincisi de Şam'da peygamber olmuştur (Süleyman Ateş, a.g.e,, II, 414
(Kurtubî, el-Câmi', 6/15'den nakletmektedir).
Süleyman Ateş'in Kurtubî'den naklettiği bu açıklamaya katılmak mümkün
değildir. "Hz. Âdem peygamber olarak gösterilse de ona şeriat verildiğinden
Kur'an'da bahis yoktur" diyen Süleyman Ateş'e katılmıyoruz. Çünkü Bakara
sûresinin 31. âyetinde "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti" denirken
ne kastedilmektedir? Orada Allah, Cebrail'i bile vasıta olarak kullanmayıp
doğrudan öğretim yapmıştır. Daha önce Bakara sûresinin 31. âyetinin tefsirinde
açıklandığı gibi, Hz. Âdem'e 30. âyetteki halife olmanın, yani siyasî erki
elinde bulundurmanın ilkelerini öğretti. Başka bir açıdan bakınca tabiat
kanunlarını öğretti. Tabiat kanunlan da tabiatın şeriatıdır. Hz. Âdem'e bilgi
öğrettiği ve bu bilgiyi meleklerin bilmediği devam eden âyetlerde ifade
edilmektedir.
Konuşmadan öğretmek olmayacağına göre, Allah'ın konuştuğu ilk peygamber
Hz. Âdem'dir. Âdem! O isimleri meleklere anlat dedi (Bakara 2/33)'ifaaesinden,
anlıyoruz ki Allah Hz. Âdem'e kesin olarak konuştu. Buraya kadar bir öğretim
faaliyetini başlatarak hüküm koyan konuşmasını yapmaktadır: "Biz; ey Âdem!
Sen ve eşin beraberce cennete yerleşiniz; orada kolaylıkla istediğiniz zaman
her yerde cennet nimetlerinden yiyiniz; sadece şu ağaca yaklaşmayınız. Eğer bu
ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz,
dedik."
İlk yasakla, ilk şeriat ve ilk eğitim başlamadı mı? Dikkat edilirse bu
yasak Cebrail'le gönderilmiyor, Allah doğrudan konuşuyor. Daha sonra o ağaçtan
yediklerinden dolayı A'râf sûresinin 22. âyetine göre soruşturmaya tâbi
tutuldular: "Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan
size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye nida etti." Hukukun, yani
şeriatın olmadığı bir yerde soruşturma olur mu? Daha sonra onları
cezalandırmıştır. Cezanın verildiği yerde hukuk vardır. Demek ki Nisa sûresinin
163. âyetinde Hz. Âdem'in ismi geçmiyor diye "Ona vahyedilmedi, ona şeriat
verilmedi" demek mümkün değildir. Zaten Nisa sûresinin 164. âyetinde bazı
peygamberlerin orada anlatılmadığı beyan edilmektedir.
Vahiy, ilâhî eğitim öğretimde en geçerli metodu teşkil etmektedir. Allah
onlara vahyetmekte (Nahl 16/68); her göğe görevini vahyetti (Fussılet 41/ 12);
Hz. İsa'nın havarilerine vahyetti. (Mâide 5/111); Peygamber olmasına rağmen Hz.
Musa'nın annesine vahyetti (Kasas 28/7). Burada önemli olan nokta peygamberlere
olan vahiyle diğer varlıklara olan vahyin arasında derin bir farkın olmasıdır.
Peygamberlerin dışındaki insanlara, hayvanlara ve göğe vahyedilmesi
ilham mânasına alınmalıdır. Bu mânadaki vahiy devam etmekte ve her ilmî buluşun
ilâhî ilham sayesinde gerçekleştiğini bilmekte yarar vardır. Yani bir bilgi,
yeni bir icat ilâhî ilham sayesinde ortaya konulmaktadır, çünkü bütün
doğru ve faydalı bilgiler Allah katından gelmektedir: da bilgi ancak
Allah'ın katindandır, dedi (Ahkaf 46/23); De ki: Bilgi Allah katındandır. Ben
ise sadece apaçık bir uyarıcıyım (Mülk 67/26).
Nûh peygambere ve ondan sonraki peygamberlere vahyedildiği gibi Hz.
Muhammed'e vahyedilmesi, sadece metodu mu belirlemekte, yoksa vahyin içeriğini
de gündeme getirmekte midir? Bize göre her ikisine de işaret vardır.
"Onlara ne şekilde vahyettimse, onlara vahyettiğim konular ne idiyse sana
da aynısını yaptım" demektir. Böylece ilk peygamberden Hz. Peygam-ber'e
kadar gelen dinlerin değişmeyen ana ilkeleri olduğu ortaya çıkmaktadır.
Toplumların gelişmesiyle yeni problemlerin ortaya çıkması doğaldır.
Toplumlar arası ilişkilerin karmaşıklaşması, farklılaşması da tabiidir. Onun
için dinlerin ahlâkî davranışların değerlendirilmesinde farklı hükümler taşıması,
buna rağmen inanç ve ibadet konularında benzerliklerin bulunması kaçınılmaz
olmuştur. Âyetin bu kısmı hem metot da hem de ilkeler açısından benzerliği
ortaya koymakta ve bir sürecin varlığını vurgulamaktadır.
2.
Ve (nitekim) İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yâkub'a, torunlara, İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve
Süleyman'a vahyettik." Aslında âyetin bu kısmı birinci kısmın devamıdır.
Çünkü Hz. İbrahim Hz. Nuh'un milletinden olduğu Sâffât sûresinin 83. âyetinde
beyan edilmektedir. Böylece Allah geçmiş peygamberlerin hem peygamberliğini
tescil etmekte hem de yahudilere, İslâm'ın tek din olduğunu ve asla
parçalanamayacağı ilkesini öğretmektedir. 162. âyette geçen bilgide derinleşmiş
olan, yani geçmiş vahiyle Hz. Muhammed'e gelen vahyi inceleyen, anlayan
insanlar bu benzerliği ve birliği ortaya koyacaklardır. Bilgide derinlere
inebilen ve kök salanlar bu birliği insanlara göstermelidirler. İlim
adamlığının kalitesi burada ortaya çıkacak ve din âlimlerinin görevi de
belirlenecektir. Dünya ilahiyat âlimlerinin vahiydeki süreci, birliği ve
ayniliği görememeleri çağımızın ve geçmiş çağların yüz karası olmuş ve
olmaktadır.
"Senin dinin benim dinim, senin mezhebin benim mezhebim, senin
yolun benim yolum" diyerek insanları bölmenin, tefrikaya düşürmenin ve
birbirine düşman yapmanın sebebi, inanç sisteminin, vahyin bir süreç olduğunu,
birliğini ve ayniliğini gösterecek derin bilgi sahiplerinin yetişmemesidir.
3. Ve Davud'a da Zebur'u
verdik. Zebur kelimesi "yazılı belge, kitap, hikmetler kitabı"
anlamına gelmektedir. Al-i İmrân sûresinin 184. âyetinde Zebur kelimesinin
çoğulu yer almaktadır. Zebur kalıbında bu âyette yer alan bu kavram,
"hikmet dolu kitaplar" anlamına gelmektedir. Çoğul olması bizi şu
genellemeye götürmektedir: Zebur sadece Hz. Davud'a inmedi, diğer peygamberlere
de gelmiştir, fakat Nisa sûresinin 163. âyeti ise, Zebur'la Hz. Davud'u
aynîleştirmiş gibi görülmektedir. A'lâ sûresinin 19. âyetinde geçen "îbrâhim
ve Musa'nın sahîfeleri" ifadesini Zebur kavramının tefsiri olarak
verebiliriz. "Sahîfeler" zübûr demektir. O zaman Zebur'u
genelleştirmiş oluruz.
Burada şu soruyu sormak mümkündür: Allah'ın bazı peygamberlere
vahyettiğini söylediği şey nedir? Zebur kelimesinden anlıyoruz ki hikmet dolu
sahîfeler, kitaplar vahyetti. Ama bu vahiy neyi içeriyordu? Bu sorunun cevabım
verebilmek için Şûra sûresinin 13. Âyetine bakmak zorundayız. "Sizin için
dinden, Nuh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi
şöyle diyerek kanunlaştırdı: 'Dini dosdoğru tutun, onda bölünüp fırkalara
ayrılmayınız.' Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır
gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine
iletir." Bu âyeti Nisa sûresinin 163. âyetine götürürsek, vahyedilen şeyin
insanların maddî ve manevî mutluluğa götüren itikad denen inanç, ahlâk ve
hukuk esaslarıdır. Mâide sûresinin 48. âyetinde geçen şir'a kelimesi
"mutluluğa götüren yol" anlamına gelmekle beraber, o yolu oluşturan
itikadî, ahlâkî ve hukukî ilkeler anlamına da gelmektedir.
Demek ki Nisa sûresinin 163 ile Şûra sûresinin 13. âyetleri bütün dinlerin Nuh'tan itibaren gelen itikadî, ahlâkî ve hukukî alandaki müşterek olan ilkelerin olduğunu göstermektedir. Bunun açıklamasını şu şekilde yapabiliriz: Hz. Nuh'a kadar insanlık bir aile yapısını andırıyordu. Hz. Âdem ve ondan sonra Hz. Nuh'a kadar gelen dinlerde ya da vahiyde kapalı aile toplumu yapısı vardır. Hz. Nuh'tan sonra toplumsal boyutta insanlık karmaşık sorunlarla karşı karşıya geliyordu, işte bu sorunların objektif hukuk kurallarıyla çözülebilmesi için Allah itikadî, ahlâkî ve hukukî ilkeleri içeren vahiy göndermeye başladı. Bu sosyal değişim yani aile yapısından toplum yapışma geçişin zorunlu kıldığı bir hukukî değişimi ifade etmektedir. Çünkü yer yüzünde sosyal mânada cereyan eden ilişkiler, meydana gelen olaylar ilâhî âleme yükselerek oradan ilkeleri, kanun-lan alıp gelmektedir.
4.
Nisa sûresinin 164 ve 163.
âyetleri başka bir açıdan yorumlamakta, özellikle 163. âyette neden bazı
peygamberlerin anılmasına rağmen, diğerlerinin anılmadığma açıklık
getirilmektedir. "Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir
kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." Buradan
şunu anlıyoruz: Nisa sûresinin 163. âyeti indirilene kadar Allah bazı
peygamberleri Kur'an'da anlatmıştı. Ama Kur'an'da yer almayan başka
peygamberler de gelmiştir. Bu peygamberlerin Kur'an'da yer almamasının anlamı,
Kur'an peygamberlik müessesesini anlatırken yer verdiği peygamberleri örnek
alarak seçmiş olması, ve o peygamberlerin öne çıkan şahsiyetler olmasındandır.
Diğer taraftan Kur'an'da geçen peygamberlerin yaşadıkları toplumların
sorunlarının evrensel boyutta olması da önemli bir etken olmuştur.
Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. Allah Hz. Musa'ya sözünü söyledi;
mesajını ona aracısız sundu anlamına da gelmektedir. Mesajını sunmadan önceki
konuşmasını ifade ettiği gibi, mesajını verdiği andaki konuşmayı da kapsamına
almaktadır. Râzî'nin anlattığına göre Allah sadece Hz. Musa ile doğrudan
konuşmuştur. Doğrudan Allah'ın bir peygambere konuşmasının sadece Hz. Musa'ya
ait olması doğru mudur? Bu sorunun cevabım yine Kur'an'dan vermek gerekir.
Bakara sûresinin 253. âyetinde şu ifadeyi buluruz: "Allah, onlardan
bazısıyla konuşmuştur" ifadesinde yer alan "bazısı" kelimesini
neden "biri" ile değildir? Çünkü âyette minhüm kelimesi yer
almaktadır. Bu ifadedeki min harfi "bazı" demektir, "biri"
demek değildir. Eğer Allah sadece Hz. Musa ile doğrudan konuşsaydı
"biri" ile demesi gerekmez miydi?
O zaman Râzî, onu takip eden müfessirler ve Muhammed Esed bu konuda
yanılmışlardır. Çünkü Allah Teâlâ bazı peygamberlerle, Hz. Musa ile konuştuğu
gibi konuşmuştur. Buna Hz. Âdem'i örnek gösterebiliriz: Bakara sûresinin 31.
âyetinde "Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti" ifadesindeki öğretim
faaliyeti, doğrudan konuşma ile olmuştur. Bakara sûresinin 33. âyetinde
"Allah buyurdu: Ey Âdem, haber ver onlara onların adlarını"
buyurul-maktadır. Bu hitabın aracısız olduğu kesindir. Bakara sûresinin 35.
âyetinde, "Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşiniz" ifadesi
de doğrudan konuşma ile gerçekleşmiştir. Şimdi Allah'ın Hz. Âdem'le olan bu
konuşmalarının: "Ey Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin rabbi olan
Allahım" (Kasas 28/ 30) ile ne farkı vardır? Öyleyse Bakara sûresinin 253.
âyetindeki "Bazı peygamberlerle konuştu" ifadesinin içinde Hz. Âdem
de yer almalıdır.
Necm sûresinin 8-11. âyetlerinde anlatılan olgunun da aracısız
vahye-dildiği ortaya çıkmaktadır. Böylece mi'racda, Allah Hz. Muhammed'e doğrudan
konuştuğu düşünülürse, O'nu da Bakara sûresinin 253. âyetindeki
"bazısıy-la konuştu" ifadesine dahil etmek mümkündür. Allah vahiy
yoluyla kullarına gönderdiği mesajmı peygamberlerine öğretirken çeşitli
metotlar kullanmıştır: Bu metotları Şûra sûresinin 51. âyetinde şöyle
açıklamaktadır: "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde
arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.
Allah yücedir, hakimdir." a)
Vahiy denen ansızın ve bir iç aydınlanması yoluyla, b) perde arkasından konuşmayla, yani ilâhî konuşmaya muhatap
kılarak, c) elçi denen Cebrail'i
göndererek.
Netice olarak diyebiliriz ki Nisa sûresinin 163-164. âyetleri özellikle
ilâhî mesajı insanlara ileten vahiy ve bu vahyin içeriği olan mesaj, belli bir
süreçte vuku bulmuştur. Vahyin farklı metotlarla peygamberlere gelmesi,
peygamberlerin birbirinden farklı olması esasına bağlıdır. Bakara sûresinin
253. âyetinde peygamberlerin birbirinden üstün olmasına dikkat çekilirken vahiy
metotları gündeme getirilmektedir. Ayrıca yahudilerin ve hıristiyanlann
peygamberler arasında ayrılık sokmalarının yanlışlığı açıklanarak peygamberlik
müessesesinin ve ilâhî mesajın özü bakımından bir süreç oluşturduğu
vurgulanmaktadır. Aslında bu, müslümanlann, yahudilerin düştüğü hataya
düşmemeleri için yapılan bir eğitim faaliyeti olmaktadır.
[201]
165. Müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdik ki, peygamberler
geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir.
Yüce Allah bu âyette peygamberlerin gönderilişinin üç önemli sebebini
belirlerken, onların görevlerinin ne olduğuna da açıklık getirmektedir.
1. Peygamberlerin birinci
görevi ve Allah'ın peygamber göndermesinin amacı, iman eden ve Allah'a karşı görevlerini
yerine getiren insanları çeşitli ödüllerle müjdelemektir. Hz. Peygamber de bu
görevi müminlere yükleyerek, "Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz;
kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız" buyurmaktadır.
2. Uyarma görevi, müjdeleme görevinden sonra gelmektedir. îmandan yüz çevirmenin, Allah'ın emirlerim yerine getirmemenin getireceği kötü sonucun ne olacağını insanlara bildirmek uyan olmaktadır. Uyarının sının nefret ettirme ve zorlaştırma noktasında son bulmaktadır. Uyarmanın, peygamberin veya bir insanın isteğine, düşüncesine göre yapılıp yapılmaması çok önemlidir. Yâsîn sûresinin 1-6. âyetlerinde, Kur'an'ın gönderiliş sebeplerinden birinin peygamberin nasıl uyanda bulunacağını göstermek olarak açıklanmaktadır. Kur'an'm inişiyle peygamberin gönderilişinin amaçlarından biri bu uyanyı yapmak ve uyannın içeriğini belirlemektir. İyiyi emretmek kötüden sakındırmak da müjde ve uyanyı gerçekleştirmek anlamına gelmektedir.
3. İnsanları inanç ve
davranışlarından dolayı cezalandırabilmek için peygamber göndermek suretiyle
insanlan eğitmiştir. Eğitim olmadan yani kulluğun, Allah'a ve insanlara karşı
görevlerin neler olduğu bilgisi verilmeden cezalandırma olamaz. Çünkü insanın
"Bize bunlar öğretilmedi" şeklindeki itirazını öne sürme hakkı
vardır. Allah bunun genel geçer kanununu İsrâ
çerse bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Her kim ki yoldan
saparsa bu kendi kötülüğüne olacaktır, kimse kimsenin günahını taşıyacak değildir.
Ayrıca biz, bir peygamber göndermeden azap etmeyiz. Bu âyetin son bölümü ele
alındığında şu gerçeği yakalamak mümkündür. Peygamberler vasıtasıyla yapılacak
eğitim öğretim sayesinde, insanlar iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, haram ile
helâli, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini öğreneceklerdir. Bu bilgiler
verilmeden Allah hiçbir ferdi veya toplumu cezalandırmayacaktır.
En'âm sûresinin 131. âyeti bu konuya şu şekilde ışık tutmaktadır:
Gerçek şu ki bir toplumun fertleri (doğru ile yanlış anlamından) habersiz
olduğu sürece rabbin o toplumu yaptığı yanlışlardan dolayı asla helak etmez.
İlâhî eğitimin ağırlığı burada ortaya çıkmaktadır. Dünya ve âhiretteki cezanın
varlığı, bu dünyada alınan dinî eğitime bağlıdır. İnsanlar doğru ile yanlışı,
iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı bilmeden bir hayat yaşamaları
mümkün değildir. Demek ki eğitim erdemli bir kültür oluşturmayı temin
etmektedir.
Peygamber gelmeseydi, insanlar nasıl bir delil ileri süreceklerdi? Bu
Eğer biz, bundan (ilâhî mesajı vahyetmeden) önce onları bir azapla
helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: 'Ya rabbi! Bize bir peygamber
gönderseydin de, şu aşağılık ve rüsvalığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık!
Peygamber göndermenin en önemli gayesi insanların âhirette ceza görmelerine
karşı böyle konuşmalarını önlemektir. Bunun anlamı bilginin, eğitimin olmadığı
yerde bahane ortaya çıkacaktır. Eğitimin bahaneleri ortadan kaldıran bir
faaliyet olduğunu da bu âyet söylemektedir.
Nisa sûresinin 165. âyetinin 163-164. âyetlerle ilişkisini kurarsak şu
genellemeye varabiliriz: Allah niçin peygamberlere vahiy gönderdiğini ve niçin peygamber
gönderdiğinin sebebini açıklamakta, öğretmeden ceza verilemeyeceği gerçeğini
vurgulamaktadır. Allah dünyadaki insanlar âleminin ilâhî âleme yakışır bir
hayat sürmesini temin etmek için vahiy gönderip eğitimini yapmaktadır. Bu iki
âlem arasında çeşitli ilişkiler vardır. Bunlardan biri terbiye maksadıyla
verilen cezalardır. Bazan bu terbiye maksadıyla verilen cezalar yeterli
olmamakta, helak etme devreye girmektedir. Bu tarz bir muameleden önce vahiy
kanalı çalıştırılmaktadır. Vahiyle başlayan ilişkiler ağı iyi ile kötüyü, doğru
ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini öğretmekte ve insanlar âleminin
yücelmesini temin etmektedir. İlâhî eğitimin amacını A'râf sûresinin 176.
âyeti, insanı yüceltmek olarak tesbit etmektedir. Âyetin sonundaki azîz ve
hakîm sıfatlarının varlığı, âyetin içeriği ile alâkalıdır. Azîz sıfatının
mânası güç sahibi demektir. Mülkünde mağlûp edilemeyen ve şerefli mânasına
gelmektedir.
Bunun anlamı Allah azîz sıfatı gereği insanları müjdeletmekte uyarmakta
ve kendisine delil sürülmesini önlemektedir. Vahiy vasıtasıyla bunu yaparken, o
vahiyle kendi gücünden insanlara güç vermektedir. Doğru ile yanlışı, güzel ile
çirkini, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü bilen adam güçlü adamdır. Bunları
hayata geçiren adamda insanlar arasında güçlüdür. Biraz daha ileri gidersek
sosyal gücün doğru bilgi ve doğru eğitimle kazanılacağını söyleyebiliriz.
Allah'ın azîz sıfatı insanlara eğitim gördükleri ve bilgi edindikleri nisbette
yansımaktadır.
"Allah hakimdir" yaptığı işleri yerli yerinde yapmaktadır.
Bunu da âyetin içeriği ile ilişkilendirirsek şu genellemeye varabiliriz: Allah
insanlara vahiy göndermekle, peygamberleri görevlendirmekle insanlara verdiği
eğitimle yerli yerinde ve kaliteli iş üretmelerini temin etmek istemektedir.
[202]
166. Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmiyle
indirdi. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir.
153. âyette yahudiler Hz. Peygamber'den gökten bir kitap indirmesini
istemekle ona gelen vahyi inkâr ettikleri beyan etmiş oldular. İşte onların
inkârına Allah şu âyetiyle cevap vermektedir:
1. Allah sana indirdiğine
şahitlik ediyor. Kur-an'm Hz. Peygamber taralından yazılmadığına; Allah
tarafından gönderildiğine insanlar inanmasa bile Allah şehâdet etmektedir. Bu
şuna benzer: Uzay araştırmacılarının bile gözleyemediği ve bilemediği pek çok
gök cisimleri vardır. İnsanların onları bilmemesi, onları varlığını ortadan
kaldırmaz. Allah'ın o cisimlerin varlığına şahit olması yeter. Kur'an'ın gerçek
vahiy olduğuna hiç kimse inanmasa bile, onun ilâhî bir mesaj olduğuna Allah'ın
şehâdeti kâfidir. Demek ki bir şeyin gerçekliği, o şeye inananların
fazlalığıyla ölçülemez, böyle bir ölçü olamaz. Önemli olan Allah'ın onun
doğruluğuna şehâdet etmesidir.
2. Allah onu Vendi ilmi ile
indirdi. Kur'an Allah'ın indir-mesidir (Yâsîn 33/5). Allah tarafından
indirilmiş olması ve buna Allah'ın şahitlik etmiş olması onun etrafındaki
şüpheleri dağıtmalıdır. "Bu kitabın, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiş
olduğunda asla şüphe yoktur" (Secde 32/2) buyururken, ilâhî kaynaklı olan
şeyden şüphe edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Bu noktadan hareket edersek şu
neticeye varabiliriz: Allah'ın indirdiğinin dışındaki beşerî kitapların
etrafında şüphe olması doğaldır.
3.
Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit
olarak Allah yeterlidir. Kuran'i meydana getiren vahyi Cebrail indirdiği için
onun inişine, yani Allah katından olduğuna da şehâdet etmektedir. Burada ki
şehâdet kavramını "tasdik" mânasına almakta yarar vardır. Yahudiler
tasdik etmiyorsa sana inen vahyi, Allah ve melekler tasdik etmektedir. Âyetin
sonunda meleklerin tasdik etmesine de lüzum yoktur, çünkü Allah'ın tasdiki
yeterlidir. Allah'ın indirdiği bir kitaba başkasının şehâdetiyle kesinlik
kazandırmanın bir anlamı yoktur; Allah'ın şehâdet etmesi onun kesinliğini ve
değerini ortaya koymaktadır.
Bilgi çağında bunların: "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz
de onların izlerine uyarız" demeleri, yaşadığımız çağı tarafsız olma
yönünden kirletmektedir. Artık yahudi, hıristiyan ve müslüman eğitimciler
insanlığın bu kirini temizlemek zorundadırlar. Bu bir seçenek değil tam tersine
bir görevdir. Artık vahyin ne olduğun bilen yahudi ve hıristiyan âlemi,
Kur'an'ın yani hakikatin etrafında şüphe etme yerine, insana yaramayan, sahte
ve gerçekle alâkası olmayan bilgi ve felsefelerin etrafında şüphe etmelidirler.
Kur'an'a sübjektif ve inatlaşmanın gözlerine taktığı o kara gözlükle
değil, aklın ışığı ile bakmalarının zamanı gelmiştir.
[203]
167. İnkâr edip Allah yolundan çevirenler, dönüşü olmayan bir
sapıklığa düşmüşlerdir.
168. İnkâr edip zulme sapanlar var ya Allah onları asla affedecek
değildir. Onları (başka) biryola iletecekle değildir.
169. Cehennem yolu hariç! Sonsuza kadar kalacaklardır orada. Bunu
yapmak Allah için kolaydır.
Bu üç âyeti öncekilerle birlikte açıklamak gerekir. Önceki âyetlerin
merkezî konuları vahiy ve peygamberlik müessesesidir. 163. âyette vahyin bir
süreç teşkil ettiğini ve her peygambere gelen vahyin esasta büyük benzerlik
gösterdiğini anladıktan sonra 164 ve 165. âyetlerde peygamberlerin görevleri
ele alınmış ve peygamberlik müessesesinin amacı ortaya konmuştu. 167. âyetten
itibaren üç âyet de, vahiy ve peygamberlere karşı inkâr psikolojisinin takmdığı
tavn ele almakta, nasıl bir yolda olduklarını açıklamaktadır.
1. İnkâr psikolojisinin eyleme
dönüşmesi. 167 ve 168. âyetlerin müşterek konusu inkâr edenlerdir. Hakikati
inkâr etme psikolojisine sahip olanlar, bu durumların eyleme dönüştürdüklerinde
ne olacağını gündeme getiren bu âyetler etkileşim olayına da dikkat
çekmektedirler.
a) İnkârında kalmayıp,
başkalarını da Allah yolundan çıkarma eylemine girişenlerin eylemi geri dönüp
kendi geleceklerini mahvetmektedir. "İnkâr edip insanları Allah yolundan
alıkoyanlar" bölümüyle âyet, insan psikolojisinin topluma yansımasını
gündeme getirmektedir. İnsanları Allah yolundan çıkarmak toplumsal bir
oluşumdur; ama bu oluşuma götüren de inkâr psikolojisidir. Demek ki inkâr
psikolojisi alkolün şişede durmadığı gibi insanın gönlünde durmamaktadır. İnkarcılar
bu psikolojilerini başkalarına bulaştırarak onları da etkileri altına
almaktadırlar. Nisa sûresinin 160. âyetinde anlatıldığı gibi sadde fiili hem
geçişli hem geçişsiz mâna almaktadır. Nisa sûresinin 167. âyetindeki
"Allah yolundan alıkoyarlar" bölümüne "Allah yolundan
saparlar" anlamı vermek de mümkündür. "Saparlar" yerine
"saptırırlar" mânası vermek belki daha doğrudur, çünkü âyetin son
bölümü onların saptığını söylemektedir.
b) İnkâr edip başkalarını
Allah'ın yolundan alıkoyanlar, aslında dönüşü olmayan bir sapıklığa ya da derin
bir sapıklığa düşmüşlerdir. Bunun anlamı şudur: Onların inkâr psikolojilerini
başkalarına bulaştırmalarının kötü etkisi kendilerine dönmektedir. Çünkü
başkalarını etkileyince, kendilerinin yanlış yolda olduğunu söyleyecek bir
grubun olmasını ortadan kaldırmaktadırlar.
c)
İnkâr edip zulmedenleri Allah asla
bağişlamayacaktır. Burada ki zulüm iki mânaya gelmektedir: Biri şirke sapmak,
ikincisi de hukukî bakımdan insanların haklarını çiğnemektir. 168. âyeti 167.
âyetle ilişkilendirirsek, buradaki zulüm başkalarını yoldan çıkartmaktır.
İnkâr psikolojisini başkalanna bulaştırmaktır. Hastalığını bile bile başkasına
bulaştırmak zulümdür (Nisa 4/116). O zaman da "inkâr edip şirk
koşanlar" mânasını vermek daha doğru olacaktır.
d) Allah onları asla
bağışlamayacak ve onlara bir yol göstermeyecektir, inkâr psikolojisini zulme
dönüştürenler, aynı zamanda kendilerine ilâhî af kapsamının dışında
bırakmaktadırlar. Affetmekle yol göstermek eğitim faaliyetinin önemli
eylemleridir. Önce af sonra yol göstermenin gelmesi manidardır. Çünkü günahları
affolmamış insana yol göstermek imkânsızdır. Zira o insan günahlar içinde
yüzmektedirve bu yüzden karanlıktadır. Karanlık içindeki insana yol göstermek
mümkün değildir. Onun için önce günahların affı, sonra da yolun gösterilmesi
gelmektedir.
e)
Cehennem yolu hariç! Sonsuza kadar
kalacaklardır orada. Bu Allah için çok kolaydır. Allah onları doğru yola değil
cehenneme iletecektir. Önceki iki âyeti ele alırsak inkâr eden, insanları
Allah'ın yolundan alıkoyan, dönülmez bir sapıklığa düşen ve zulmeden insanlar
aslında kendilerine doğru yolu kapamış ve Allah'ın af kapsamı dışına kalmış
olmaları onları cehennem yoluna girme zorunda bırakmıştır. İnkâr, inkârını
başkasına bulaştırmak, sapıklık ve zulüm cehennem yolunu oluşturan inanç ve
eylemlerdir. Diğer taraftan orada ebediyen kalma cezasına çarptırılmaktadır.
Ebediyen cehennemde kalma cezasıyla Kur'an beşerî hukuka müebbet hapis kavramım
kazandırmıştır.
Demek ki vahiyle peygamber eğitimi cennete giden akıl ve gönül yolunu
oluştururken, inkâr psikolojisi ve onun etkinliği nefse giden yolu oluşturmaktadır.
Akıl ve gönülden cennete, nefisten de cehenneme giden yol çıkmaktadır. Aslında
Allah için zorluk ve kolaylık söz konusu olmamasına rağmen 169. âyetin sonunda
"Bu Allah için çok kolaydır" ifadesi yer almaktadır.
Bu ifadeden şu genellemeye varıyoruz: Kolaylık ve zorluk beşer için söz
konusu olduğu halde Allah niçin kendi adına bunu kullanmaktadır? Yüce Allah'ın
Kur'an'da en ilginç metotlarından biri bazı meselelere insan açısından
bakmasıdır. Çünkü insan için zorluk ve kolaylık vardır. Allah diyor ki,
"Sizin anlayışınızla baksak bile bu iş benim için kolaydır." Bu
metodu Rûm sûresinin 27. âyetinde de görmek mümkündür. Birinci yaratma ile
âhiretteki diriltmenin zorluk ve kolaylığına beşeri açıdan bakarak, ikincisinin
yani âhiretteki diriltmenin daha kolay olduğunu söylemektedir. Aslında Allah
tarafından bakınca, O'nun için zorluk ve kolaylık söz konusu değildir. Bu
metoduyla Allah insana, başkası açısından konulara bakmayı öğretmektedir.
[204]
170. "Ey insanlar? Ptejöambcrsfee rabbinteden hakikati Ö hakte kendi iyiliğiniz içih ttnaft ediniz!
Eğer inkâr terstenia, bi ki gölden! ve sertte otatt fecir-şey Allah'a aittî*.
AttaH her şeyi bHeodit, hifenet sahibidir.
1.
Hak kimden gelir, kim
getirir? Allah bütün insanları muhatap almakta ve hakkın evrenselliğine işaret
etmektedir. Hak Allah'tan gelir. Genel geçer bir gerçeği insanların üretmesi
mümkün değildir. Yahudilere ve bütün insanlara, Hz. Peygamber'in getirdiği
kitap ya da vahyin hak olduğunu söylemektedir. Âyetteki hak, vahyi nitelediği
gibi peygamberi de niteleyebilir. O zaman, "Ey insanlar size rabbinizden
hak peygamber geldi" denebilir. Bu tercüme tercihe şayan değildir. Allah'tan
gelen bir hak ile peygamber geldi demek daha doğru olacaktır. Bunun anlamı
şudur: Kur'an'ı Hz. Muhammed'in değil Allah'ın gönderdiği, kaynağında Allah'ın
olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Zaten Kur'an'ın etrafındaki şüphelerin başı,
kaynağında Hz. Muhammed'in olup olmadığı meselesidir. Âyetin bu kısmı Kur'an
etrafındaki şüpheleri giderme amacını gütmektedir.
2. O halde kendi iyiliğinize
(O'na) iman ediniz. Âyetin bu kısmında iman ile kişisel menfaat
irtibatlandırılmaktadır. Yüce Allah imanın, iman edene fayda sağlayacağını
beyan ederek imanın getirişinin kime olacağına ışık tutmaktadır. Demek ki insan
iman etmekle ne Allah'a ne de başkasına fayda temin eder, sadece ve sadece
kendine fayda temin eder. Diğer taraftan âyetin bu kısmı, imanın bir değer
olduğuna da işaret etmektedir. İman dinî değerlerin ilk sırasında yer
almaktadır. Ayrıca âyetin bu bölümü imanın fayda verme etkinliğini gündeme
taşırken, fayda vermeyen imanın işe yaramayacağını da vurgulamaktadır.
3.
Eğer inkâr ederseniz,
biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. Kulun inkârı
ile, Allah'ın göklerdeki ve yerdekilere sahip olmasının ne alâkası vardır? Bu
sorunun cevabını Zümer sûresinin 7. âyetiyle vermek mümkündür: "Eğer
inkâr ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir." Göklerdekiler ve
yerdekilerin Allah'a ait olmasının anlamı, Allah'ın müstağni, yani ihtiyaç
sahibi olmamasıdır. Başka bir açıdan bakarsak onların inkârlarının Allah'a bir
zararının dokunmayacağım ifade etmektedir. İmanın iyiliği insanın kendine
olduğu gibi; inkârın zararı da kendine olacaktır.
Başka bir açıdan bakarsak şöyle bir neticeye varabiliriz: "Eğer inkâr ederseniz göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir" demek "Benim dinimi, peygamberimi inkâr ediyorsan beni de inkâr ettin" demektir. Öyleyse daha açık bir ifade ile Yüce Allah "bu kâinat bana aittir, bunun dışında bir evren bul, oraya git; çık benim kâinatımdan, buralar benimdir, hem benim ülkemde yaşayacaksın, benim nimetlerimden istifade edeceksin hem de her şeyimi inkâr edeceksin böyle şey olmaz, kendin yaratacağın bir ülke ve nimetler bul" demektedir. Âyetin bu kısmında inkâr ile nelerin Allah'a ait olduğunu bağdaştırmanın bir yolu da bu olsa gerek.
4. Allah her şeyi bilen hikmet
sahibidir. Yüce Allah her şeyi bildiği için, hakkı ortaya koyan da odur. İlmi
bütün evreni ve evren dışını kapsayan Allah hakkı gönderebilir. Hikmet
sahibidir, çünkü hakkı kime verip göndereceği meselesini yerli yerinde yapar.
En yetenekli en ehil olanı bulup peygamber olarak gönderir. Bütün bu işlemleri
alîm ve hakîm sıfatları gereği yapmaktadır.
[205]
171. Ey kfctp ehJM Dininizde aşırı gitmeyiniz Ve Allah hakkında, gerçek
olandan başkâsım söylemeyiniz. Meryem oğlu Isa, sadece Allah'ın peygamberidir;
(Isa) Allah'ın, Meryem'e ulaştrrdıg "kün" ol kelımesl(nin eseri)dir.
Allah'tan bir rtmtur. Şu KaldtfAllaH'a ve peygamberine intan ediniz. (Tanrı)
ilçtffr demeyiniz, siü» içi» hayırh olmak üzere bandan vazgeçiniz. Albıh ancak
bir tek Allah'hr. O çocmu olmaktan münezzehtin Çelerde, ve yerde ne varsa
hepsiıO'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
Kur'an'ın geliş sebeplerinden biri, yahudi ve hıristiyanlann din
konusundaki hatalarım gösterip şirki ortadan kaldırmaktır. Bu ve buna benzer
pek çok âyette yahudilerin ve hıristiyanlann dinlerini bozmalarını, dine
uydurma ibadetler koymalarını, inanç sistemine şirki karıştırmalarını, din
müessesesini düşmanlık ocağı haline getirmelerini ele almakta, hatalannı
göstmektedir.
Âyetin analizini kavramlarla yapmaya çalışalım:
1. Ey kitap ehli! Dininizde
aşırı gitmeyiniz. Âyetin bu kısmında yahudilere ve hıristiyanlara aynı anda
hitap edilmekte ve müşterek hataları hatırlatılıp yasaklanmaktadır.
"Dininizde aşın gitmeyiniz." Burada öncelikle "aşın gitme"
eylemini ifade edence ğalâ fiilinin anlamını vermek gerekiyor. "Bir şeyin
artması bitkilerin büyüyüp birbirine girmeleri, dinde haddi aşmak, okun
haddinden fazla uzağa gitmesi, fiyatı yükseltmek, ifrata, yani aşmlığa
kaçmak" mânalanna gelmektedir.
Yahudiler meselelerin inanç sisteminin görüntüsünde kalarak, bâtını
yönü reddediyorlardı. Bunlara, Allah'ı görmek istemeleri, Hz. Peygamber'e
gökten bir kitap getirmelerini istemeleri, buzağıyı tann edinerek Allah'ı
mad-dîleştirmeleri; Hz. İsa'yı peygamberlik derecesinden düşürüp Allah'tan bir
ruh olduğunu inkâr etmeleri örnek verilebilir.
Saydığımız bu meselelerde yahudiler hep zahirde kaldıktan için
konula-nn bâtınî boyutunu reddetme yolunu tutmuşlardır. Diğer taraftan
Hıristiyanlar da Hz. İsa konusunda bâtınî boyuta dalarak zahirî görüntüyü
reddedip onu tannlaştırmışlardır. Böylece yahudilerle hıristiyanlar zahir ve
bâtın denen görüntü ve içsel boyutun arasında denge kurup orta yolu
bulamadıklanndan dinlerinde aşın gitmişerdir.
Avnı yasağın Mâide sûresinin 77. âyetinde de yer aldığım görüyoruz: De
ki: Ey kitap ehli! İnançlarınızın içerdiği hakikatin sınırlarını ihlal
etmeyiniz. Peygamber olan Üzeyir'i ve Hz. İsa'yı tann makamına çıkartmak,
hakikatin sınırlannı aşmaktan başka bir şey değildir. Bu yasağın Kur'an'da yer
almasının iki boyutlu görevi vardır: Birincisi kitap ehlini şirk batağından
kurtarmak, ikincisi de müslümanlarm aynı hataya düşmelerini önlemektir.
Geçmişteki insanların dindeki aşınlıklarını anlatarak, gelecekteki müslümanlarm
Hz. Muhammed'i tannlaştırarak dinde aşınlıklarını önleme metodunu takip
etmektedir.
2. Allah hakkında gerçek dışı
bir şey söylemeyiniz. Bu yasak da hem yahudi hem de hıristiyanlan
ilgilendirmektedir. Âyetin devamında hıristiyanlarm Allah hakkında söyledikleri
gerçek dışı şeyler açıklanmaktadır. Ama yahudilerin söyledikleri gerçek dışı
şeyler burada açıklanmamaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde, dillerini
eğip bükerek kitapta olmayanı varmış gibi okumaları, kitapta olmayanı kitaptan
demeleri, söyledikleri Allah katından olmadığı halde O'nun katından demeleri ve
bile bile Allah'a iftira etmeleri bunu ifade etmektedir.
Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetinde olduğu gibi hakkı gizlemeleri, kitabı
elleriyle yazıp sonra onun Allah katından olduğunu iddia etmeleri (Bakara 2/
79); cehennem ateşinin kendilerine sayılı birkaç gün dokunacağını söylemeleri
(Bakara 2/80); kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilisi görmeleri (Mâide
5/18); Üzeyir Allah'ın oğludur demeleri (Tevbe 9/30). İşte yahudilerin hakikat
dışı Allah hakkındaki konuşmalarından bazıları bunlardır.
Yahudiler ve hıristiyanlar Allah hakkında gerçek dışı şeyler söyleyerek aşın gitmişlerdir. Bunun müslümanlara yansıyan bir boyutu vardır. Eğer müs-lümanlar Allah'ın vermediği fetvayı verir, Kur'an'da olmayanı Kur'an'danmış gibi göstererek fikir beyan ederlerse, Hz. Muhammed'i kutsallaştınrlarsa, Allah hakkında gerçek dışı şeyler söyleyip dinlerinde aşın gimiş olacaklardır. Âyetin bu bölümleri müslümanlann aynı hataya düşmelerini önleme maksadını gütmektedir.
3. Meryem oğlu İsa sadece
Allah'ın peygamberidir. (İsa) Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı 'ol' kelimesinin
eseri)dir. Ondan bir ruhtur. Âyetin bu kısmı hıristiyanlarm dinde aşın gidip
Allah hakkında söyledikleri gerçek dışı şeyleri düzeltmekte ve o gerçek dışı
şeylerin ne olduğuna da açıklık getirmektedir.
a) Hıristiyanlann gerçek dışı
söyledikleri konuların başmda Hz. İsa'nın dindeki yeri gelmektedir. Hz. İsa'yı
Allah'ın oğlu dediler (Tevbe 9/30); Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir
dediler (Mâide 5/72); Hz. İsa ve anasını Allah'tan başka tanrı edindiler (Mâide
5/116). İşte bunun üzerine Allah Nisa sûresinin 171. âyetin bu bölümünde gerçek
dışı şeyleri düzeltmek maksadıyla Hz. İsa'nın sadece bir peygamber olduğuna
dikkat çekmektedir. Dinde haddi aşıp Allah hakkında gerçek dışı söylenen
sözlerin düzeltmesini yapmaktadır.
b) Hz. tsa Allah'ın Hz. Meryem'e
ulaştırdığı kelimesidir. Demek ki Hz. İsa "Allah'tan bir ruhtur."
Enbiyâ sûresinin 91. âyetinde "Meryem'e kendi ruhumuzdan üfledik";
Tahrîm sûresinin 12. âyetinde "Biz Meryem'e ruhumuzdan üfledik"
şeklindeki ilâhî beyanlar Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı meşru olmayan bir çocuk
olarak dünyaya getirmediğinin ispatını yapmaktadır. Enbiyâ sûresinin 91.
âyetinde Hz. Meryem dişi olarak takdim edilirken; Tahrîm sûresinin 12. âyetinde
erkek olarak takdim edilmektedir. Bu konu asırlardır Kur'an'ın müşkülü olarak
bilinmektedir. Halbuki Allah Hz. Meryem'in iç organlarında yumurta üreten
boyutuna dişi, sperm üreten boyutuna da erkek demektedir.
Başka bir ifade ile Allah Hz. Meryem'in iç organlarında mucize olarak
hem yumurta hem de sperm üreten sistemi yerleştirmiştir. Enbiyâ sûresinin 91.
âyeti onun yumurta üreten; Tahrîm sûresinin 12. âyeti de sperm üreten
sistemlerine gönderme yapmaktadır. Bu tıpkı bitkiler alemindeki ceviz ve
fındık; hayvanlar âleminde de solucan ve bazı kertenkele türünü andırmaktadır.
Allah "ol" diyerek, yani Hz. Meryem'e üfleyerek yumurta ile spermin
harekete geçmesini ve bulaşmasını temin etmiştir. Onun için Hz. İsa, Allah
tarafından bir ruh olmaktadır.
Bu üfleme bir kelime oluşturmaktadır; yani "ol" emrinin eseri
olmaktadır. Aynı durumu Hz. Âdem'de de görmek mümkündür. Allah Hz. Âdem'in
çamuruna en uygun biçimi verdikten sonra kendi ruhundan üfledi (Sâd 38/ 72).
Allah'ın üflemesiyle Hz. Âdem'in çamurundaki bütün elementler harekete geçti
ve canlandı. Aynı şekilde Hz. Meryem'in vücuduna üfleyince yumurta ve sperm
harekete geçip buluştu ve döllendi. Onun için Hz. İsa'yı babasız olduğu için
kutsallaştırmanın anlamı yoktur. Çünkü Hz. Âdem hem babasız hem de anasızdır.
Hz. Âdem hakkında konuşulmadığı halde neden Hz. İsa hakkında tanrı denecek
kadar konuşmalar ve ihtilâflar yapılmaktadır?
Öyle anlaşılıyor ki hıristiyanlann en büyük inanç sorunu şirke sapmış
olmalarıdır. Allah'ın bu âyetin üçüncü bölümünde getirdiği açıklama, şirki
ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Allah bu açıklamasıyla Hz. İsa'nın ne
olduğunu ve dindeki yerini belirlemektedir.
4. Allah'a ve resulüne iman
ediniz. Hıristiyanlara peygamberimiz zamanında bu emir verildiğine bakılırsa,
hıristiyanlann hem Allah inancı hem de peygamber inancı konusunda sorunları
vardı. Allah ile peygamberi, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ve bizzat Allah olarak
kabullenmeleriyle karıştırmaktadırlar. Onun için Allah'a Allah, İsa'ya da
peygamber olarak iman etmeleri Kur'an'da da tekrar edilmektedir. Dinlerinde
Allah inancı ile peygamber inancını karıştıran hıristiyanların inanç sisteminde
deprem yaşanıyordu. Bu açıklamaları ve emirleriyle onların inanç sisteminin
çökmesini önlemektedir.
5.
Ve Allah üçlüdür demeyiniz,
kendinizin iyiliğine bundan vazgeçiniz. "Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür
diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı
yoktur" (Mâide 5/73). Hz. Meryem'i ve Hz. İsa'yı bu üçlünün içine
katmaktadırlar. Allah, İsa ve Meryem onların teslîs akidesinde yer almaktadır.
Mâide sûresinin 73. âyetinde böyle bir inancın inkâr olduğu vurgulanmaktadır.
Nisa sûresinin 171. âyetinde böyle söylemelerini Allah hükme bağlamaktadır. Mâide sûresinin 73. âyetinde inkâr olduğunu söylerken, Nisa sûresinin 171. âyetinde inkârdan onlan kurtarmak için yasaklamaktadır. Böyle bir söylemden vazgeçmeleri kendi iyiliklerine olacağını da belirtmektedir. Bunun anlamı şudur: Teslise inanarak küfre düşmeleri Allah'ın zararına değil kendi zararlarınadır; ondan vazgeçip tevhide inanmaları da Allah'ın iyiliğine değil kendi iyiliklerine olacaktır. Böylece tevhid inancının insana iyilik getireceği esası da ortaya çıkmaktadır.
6.
Allah ancak bir tek
Allah'tır. Allah "Şunu demeyiniz, bunu yapmayınfz" dedikten sonra ne
yapılması gerektiğini de cevaplandırmaktadır. Allah'ın tek olduğu inancına
sahip olmak ve bunu söylemek gerekiyor. Bunu söylemeden ne doğru inanca sahip
olunabilir ne de dinin kapısından içeri girilebilir.
7.
Allah, çocuğu olmaktan
münezzehtir. Buradaki münezzeh kavramı "uzaktır, arınmıştır"
mânasına gelmektedir. Teşbih ibadeti bunu ifade etmektedir. Teşbih Allah'ı
noksan sıfatlardan uzak tutmaktır. "Subhânellah" demek Allah'ı teşbih
etmektir. Allah'ı çocuk sahibi olmaktan uzak tutmak ilkesi, yahudilerin
Üzeyir'i; hıristiyanların da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu demelerinde ki teşbihi
bozan inancı ortadan kaldırmaktadır.
8. Göktekiler ve yerdekiler
yalnız O'nundur. 170. âyetin sonuna yanı üçüncü kısmında yapılan açıklamaya
bakılabilir. Burada şunu ilâve edebiliriz: Göklerdekilere ve yerdekilere sahip
olan bir varlığın çocuğu olduğunu söylemek aklın ve dinin doğasına ters
düşmektedir. Böyle bir Allah'ı üçün biri olarak kabul edip şirk koşmak dinde
ileri gitmek, haddi aşarak Allah'a gerçek dışı şeyleri söyleyip yakıştırmaktır.
Allah tek tanrı olarak yaptıkları ve sahip oldukları ile bunu hak etmemiştir.
Allah'ın hak etmediği vasıflan O'na yakıştıranlar, O'nun mülkünde
oturmamalı, O'nun nimetlerinden istifade etmemelidirler. Kendilerinin sonsuz
bir kudretle kuracakları bir kâinatta yaşamalarını teklif etmekte vardır bu
ifadenin içinde. Âyetin bu kısmına Meryem sûresinin 92-95. âyetleriyle başka
bir açıdan açılım getirmek mümkündür: "Rahmana çocuk edinmek yakışmaz,
göklerde ve yerde bulunan herkes, rahmana kul olarak gelecektir; andolsun,
Allah onların hepsini kuşatmış ve tamamını tek tek saymıştır." Nisa sûresinin
171. âyetindeki "göklerdekiler ve yerdekiler yalnız onundur" ifadesi,
oradakilerin hepsi rahmana âhirette kul olarak geleceğine işaret etmektedir.
Meryem sûresinin 93 ile Nisa sûresinin 171. âyetinin bu kısmı, şirk koşarak bu
dünyada Allah'a kul olmaktan kaçma uğraşısı içinde olanların, mahşerde bunu
beceremeyeceklerini beyan etmektedir.
9.
Vekil olarak Allah yeter.
Âyetin sonunda bu ifade niçin yer almıştır? Bu ifade bize yahudi ve
hıristiyanlann şirke nasıl düştüklerini net bir şekilde açıklamaktadır. Allah
güvenilecek, işlerin havale edileceği tek mercidir. İnsan bütün emeğini
harcadıktan sonra işini Allah'a havale etmeli, ondan beklemelidir. Allah'ın
dışında başka tanrı edinmek, o sahte tanrıdan bir şeyler beklemek, işlerini
ona havale etmek demektir.
Yahudi ve hıristiyanlann dinlerinde aşın gitmeleri, Allah'a gerçek olmayanı
söylemeleri, Hz. Üzeyir ve Hz İsa'yı Allah'ın oğlu diyerek ona kutsallık
vermeleri, hep Allah'ın vekilliğini yetersiz görmelerinden kaynaklandığı için
âyetin sonunda "Vekil olarak Allah yeter" ifadesi yer almaktadır.
Vekil edinmek, güvene lâyık görmek anlamını ifade etmektedir. Hiçbir insan
Allah kadar güvene lâyık görülemez. "Ey rabbimiz! Sana güveniyor ve sana
yöneliyoruz, dönüş ancak sanadır" (Mümtehine 60/4) diyen Hz. İbrahim ve
ümmeti, güven duygusunun yönelmeyi meydana getirip, bütün yollann Allah'a
çıktığı bilincini vermektedir.
Yahudi ve hıristiyanlann Allah'tan başkasına kutsallık verip tanrı
derecesine yükseltmelerinin başka bir anlamını müfessirler şöyle vermektedirler:
Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmesi, bütün kâinatı yaratıp oradakileresahip
çıkması, idare etmesi, düzenlemesi için yüce Allah'ın hiç kimseyi vekil tutmaya
ihtiyacı yoktur. Hüküm vermesinde, yaratmasında ve tasarrufta bulunmasında
eksiklik duymayacağından ihtiyaç içinde olmayacak başkasının yardımından
müstağni olacaktır.
Bütün yarattıklarının ihtiyacını bilip onların faydalarını gözeterek en
güzel bir şekilde düzenleyecek, idare edecek olan Allah'ın İhtiyacını kendisine
tevekkül ederek sunan ve O'na havale edenlerin işini başka bir varlığa muhtaç
olmadan çözer ve yerine getirir. Demek ki insanların nereden şirke saptıklarını
bu âyetle açıklığa kavuşturan Allah, O'na olan güvenin azlığından ya da tam
güvenmemekten dolayı başka varlıkları devreye sokmakta olduğumuza dikkat
çekiyor.
Allah'ı birlemenin anlamı, onu tam yeterli görmektir. Başka varlıkları
devreye sokmak, onlara çağrıda bulunmak, ihtiyacını onlara sunmak, Allah'ı
yetersiz görmek mânasına gelmektedir. Nisa sûresinin 117. âyetinde bu açıklanmıştı:
"Onlar Allah'ı bırakıp yalnızca cansız sembollere sığmıyorlar, dua
ediyorlar ve onlar inatçı şeytandan başkasına yakarmıyorlar." Nisa
sûresinin 171. âyeti, dinde aşın gitmenin, gerçek olmayanı Allah'a söylemenin,
neticede şirke vardığı bilincini vererek, bunu düzeltmenin yollarını ve
öğretisini vermektedir. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde sunulan bu düzeltmede
sebep, Allah'ı yeterli görmeme, netice de şirk olarak sunulmaktadır. Din
eğitimcilerinin, insanların nereden ve nasıl tevhid inancını kaybedip şirke
saptıklarım öğretmeleri için bu âyetler gönderilmiştir. Din eğitiminin ana
amacı tevhid inancını yaşatmak ve bu inancı sarsan ve ortadan kaldıran
sebepleri ortaya koymaktır.
[206]
172. Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de (Allah'a)
yaklaştırılmış melekler. Kim Allah'a kulluktan
çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki Allah onların hepsini kendi
huzurunda toplayacaktır.
Bu âyeti 171. âyetin devamı olarak ele alıp açıklamakta yarar vardır.
Hıristiyanların Meryem oğlu Mesih'i Allah olarak görmelerinin (Mâide 5/72);
tanrıyı üçün üçüncüsü görüp Hz. tsa ile annesi Meryem'i tanrılaştırmalarının
(Mâide 5/73) anlamı, ona kulluğu yakıştıramamış olmalarıdır. Yüce Allah bu
yakıştıramama konusuna açıklık getirmek için bu âyeti göndermiştir: "Ne
Mesih ne de (Allah'a) yaklaştırılmış melekler Allah'a kul olmaktan
çekinirler" buyurmaktadır. Demek ki Mesih de melekler de Allah'ın
kullarıdır; onlara kutsallık vermenin şirk olacağı kesindir.
Allah'a kul olmaktan çekinmek kibirlenmek anlamına gelmektedir. Ne
Mesih de ne de yaklaştırılmış meleklerde kibir vardır. Yüce Allah Mesih ve
yaklaştırılmış melekler Allah'a kulluk ettikleri halde siz neden onları
tannlaştın-yorsunuz uyarısında bulunmaktadır. Hz. İsa Allah'a kulluk yaptığı
gibi peygamberlik görevini de yerine getirmiştir. Böyle bir insana ulûhiyyet
vermek çok yanlıştır.
Yestenkif kelimesi nekifeden türemiştir. "Bir şeyden çekinmek;
bir şeyden kendini beri saymak; el ile kullanılınca ağrı isabet etmek",
enkefe kalıbından alınınca "birini utanç verici şeyden tenzih etmek";
nekkefe kalıbı da "devenin ağzında yumrular hastalığın çıkması"; iple
beraber kullanılınca "ipin düğümünü çözmek"; terle beraber
kullanılınca "alnındaki terleri silmek"; istenkefe kalıbından da
"çekinmek, tenezzül etmemek, imtina etmek" mânalarına gelmektedir.
Allah bu kelimeyi kulluk kavramı ile beraber kullanmıştır. Kulluktan çekinme,
kulluğa tenezzül etmeme mânası vermiştir.
"Ele ağrının isabet etmesi" mânasından hareket edersek,
kulluktan çekinen insanın hem kendi gönlünde hem de Allah'ı ile olan
ilişkilerinde şirk ve inkâr psikolojisi ağrısı başlamış demektir. Maddî
ağrının, manevî alanda meydana geldiği şeklinde alınmalıdır. "Devenin
ağzında yumrular çıkması" anlamından hareket ederek diyebiliriz ki; Allah'a
kulluktan çekinen insanın gönlünde manevî urlar çıkmış demektir. "İpin
düğümünü çözmek" anlamından hareket edersek, Allah'a kulluktan çekinen
insanlar, O'nunla bağlarını koparmışlardır diyebiliriz. Böylece Allah'a
kulluktan çekinmenin psikolojik bir hastalik olduğu ortaya çıkmakta ve bu
hastalığın kibre dönüştüğü görülmektedir. Allah'a kulluktan çekinip
kibirlenenler bir gün O'nunn huzurunda toplanacaklarım bilmelidirler. Demek ki
Allah'a kulluk yapmaktan çekinen kibirli insanlar hep olmuş ve olacaktır. Bu
ihtimal olmasaydı Allah bu ifadeye yer vermezdi.
Yahudiler Hz. Üzeyir'e; hıristiyanlar da Hz. İsa'ya kulluğu
yakıştırama-mışlarsa bu onların sorunudur; bu bilgiler müslümanlann kitabında
niçin yer almıştır? Bu sorunun cevabmı hadisle vermekte yarar vardır. "Siz
beni hıristi-yanlann, Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi övmeyiniz. Çünkü ben
Allah'ın kuluyum; (benim için) Allah'ın kulu ve peygamberi deyiniz"[207].
Demek ki Allah'ın onların bu durumunu gündeme getirmesi tamamen eğitim
amaçlıdır. Müslümanlann aynı hataya düşmelerini önlemek, hıristiyanlarm
inançlarını düzeltmek maksadını gütmektedir.
[208]
173. Inamp iyi eryapaniarin ödüllerini eksiksi* ödeyecek ve luthından
onlara daha' faztastm da verecektir. (Kulluktan) çekinip büyüklük taşlananlara
da acı bir şekilde âfeap edecek ve onlar/kendilerine Allah'tan başka ne
"bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır.
Allah bu âyetinde iki grup insanı anlatmakta; kendi iradelerini
kullanarak nelere ulaştıklarına ışık tutmaktadır.
1. İman edip ya-rarlı işler
yapanların ödüllerini eksiksiz ödeyecek ve lutfundan onlara daha fazlasını da
verecektir. İman edip yararlı işler yapanların, imanlarının ve amellerinin
karşılığı eksiksiz olarak verileceği gibi fazlası da verilecektir. Allah bu
beyanı 171. âyetteki yahudilerin ve hıristiyanlann durumunu düzeltmek için
yapmaktadır. Bu beyanın ikinci amacı, insanları imana ve iyi işler üretmeye
motive etmek, yani teşvik etmektir.
2.
(Kulluktan) çekinip büyüklük
taslayanlara acı bir şekilde azap edecek, kendilerine Allah'tan başka ne bir
dost ve ne de bir yardımcı bulacaklardır. Kulluktan çekinip kibirlenmek
beraberinde elem verici azabı getirmektedir. Bu dünyada kibirlenip Allah'a
kulluk etmekten çekinmek, bu dünyada kalmayıp âhirete intikal edecektir. O
kibir ve çekinme cehennem ateşine dönüşecektir. Böylece Allah kibrin insanın
nefsinde başlayan bir ateş olduğunu söyleyerek caydırmayı amaçlamaktadır. Bu
dünyada Allah'tan başkasına kutsallık vererek tannlaştınp, ondan yardım
dileyenler âhirette Allah'ın dostluğunu ve yardımını kaybedeceklerdir.
[209]
174. Ey insanlar! Rabbinizden size bir burhan gelmiştir size
aydınlatıcı bir nur gönderdik.
Bu âyetin analizini yaparken iki önemli kavramla karşılaşıyoruz.
Bunlardan biri burhan, diğeri de nurdur.
1. Burhan. Bu kavram "hastalıktan
sonra bedenin eski sıhhatine kavuşması" anlamına gelen, berine
kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ebrehe kalıbı "delil getirmek"
mânasını ifade etmektedir. "Acayip şeyler ortaya koyarak insanlara galip
gelmek" demektir. Berehene kalıbı da "delil getirmek, ispat etmek,
izah etmek" anlamına gelmektedir. Burhan da "kesin delil, kanıt,
hüccet" demektir.
Râzî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas bu âyette geçen burhanı peygamber Hz. Muhammed, Beyzâvî de mucizeler olarak mânalandırmaktadır. Burhanı peygamber olarak mânalandınrsak delilimiz ne olur? Âlimler buna delil getirmemişlerdir, ama bize göre buna iki delil getirebiliriz:
a)
Âyetin kendine bakarsak
burhan, gelme fiilinin faili durumundadır. Gelme eylemini sanki burhan
yapmaktadır. O zaman burhan eylem yapan canlı bir varlık durumundadır.
Rabbinizden size geldi demek, O'nun tarafından görevlendirilmek demektir.
b) Nisa sûresinin 170. âyetine
dönersek, oradaki Ey insanlar! Resul
size rabbinizden gerçeği getirdi ifade-
sinde geçen resul, buradaki burhan olabilir. Bakara sûresinin 101.
âyeti de
şöyledir: Allah tarafmdan
kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince. Bu âyette de,
resul geldi ifadesine yer verilmektedir. Tevbe sûresinin 128. âyetinde de
insanların arasından resulün geldiği ifade edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki
burhan kelimesini peygamber olarak mânalandıranlar haklı görülmektedirler.
Acaba burhanın Kur'an, nurun da onun sıfatı olduğunu söylemek mümkün müdür?
Çünkü burhan Kur'an'ın getirdiği hidayet, nur da onun ışığı olabilir. Bu yorum
tartışılabilir, tartışılmayanı ise âlimlerin ittifak ettiği şekilde burhanın
Hz. Muhammed olduğudur.
2. Nur. Nurun Kur'an olduğunda da
âlimler ittifak halindedirler. Fakat nurun Kur'an olduğuna delil
getirememişlerdir. Şûra sûresinin 52. âyetinde Allah Kur'an'ı bir nur kıldığım
ifade etmektedir. Niçin onu nur kılmış veya ona nur sıfatını vermiştir? Bu
sojunun cevabı yine Şûra sûresinin 52. âyetinde bulmak mümkündür.Fakat biz
Kur'an'ı kul-(arımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir
nur kıldık demek, nur görevini yapan Kur'an, insanların önünü gösteren ve doğru
yola ileten bir ışık durumunda demektir. Işık olmadan yol seçilemez, objeler ve
renkler tanınamaz. Kur'an hem insanın yolunu aydınlatan hem de objeleri yani
zararlı olanla faydalı olanı ve onların rengini gösteren bir ışık durumundadır
ve bu aydınlatma görevini yapmaktadır.
Âyetteki nûr-ı mübîn yani "açıklayıcı nur" kavramı da,
meseleleri açıklayan, sorulan cevaplayan ve bu yolla cehaletin karanlığını
gideren kitap mânasını ifade etmektedir. Râzî'ye göre Kur'an iman nurunu insan
kalbin düşürdüğü için bu ismi almıştır. Allah bütün insanlığı muhatap
almaktadır. Böylece hem peygamberin hem de Kur'an'm evrensel olduğu, yani bütün
insanlık ve cinler âlemine geldiği ortaya çıkmaktadır. Ama âyette sadece
"insanlar" demekle bu çağrının cinleri ilgilendirmediğini anlamış
oluyoruz. Âyetten şunu da çıkartmaktayız: "Rabbinizden" ve
"indirdik" ifadelerinden Hz. Peygamber'i görevlendiren ve Kur'an'ı
ışık olarak gönderen Allah'tır. Ne Hz. Peygamber kendi kendini görevlendirdi ne
de Kur'an'ı kendisi yazdı. Böylece Hz. Muhammed'in sahte peygamber, Kur'an'm da
beşer kitabı olmadığı ortaya çıkmaktadır.
[210]
175. Allah'a iman edenlere ve O'na simsıkı sarılanlara selimce, Allah
onian kendimlen bir rahmet ve lütuf içine .
daldıracak vb onlatı dosdoğru bir yol.ile kendine yöneltecektir.
Allah bu âyette iki eylemi gerçekleştirene dikkat çekmektedir: İman
denen gönül eylemi, "sığınmak ve sarılmak" anlamına gelen davranış.
Sığınmak iman denen gönül eyleminin ürünü olmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin
103. âyetinde i'tesame kavramının açıklaması yapılmıştır. Oradaki içeriği ile
buradaki içeriği arasında büyük bir benzerlik olmasına rağmen aralarında
bulunduktan konu itibariyle farklı yorumlar kazanmaktadırlar.
Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde tefrikayı ortadan kaldırmak,
insanlar arasındaki düşmanlığa son vermek ve kardeşlik fikrini müslümanlar
arasında tesis etmek için Allah Kur'an'a sımsıkı sanlmayı emretmektedir. Nisa
sûresinin 146. âyetinde münafıkların istikrarsız iman ve din anlayışlarından
vazgeçmeleri için yapılması gereken eylemlerden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Nisa sûresinin 175. âyetinde de yahudi ve hıristiyanlann Allah'ı
bırakıp başka varlıklara Hz. Üzeyir ve İsa gibi peygamberlere kutsallık vererek
onlara sığınmalarını ortadan kaldırmak için verilen bir emir olmaktadır. Biz
bu metoda kimya metodu diyoruz. Nasıl ki aynı element başka elementlerle birleşip
başka birleşimler meydana getiriyorsa, Kur'an'm bazı kavramları bulunduğu
kavramlar topluluğu içinde farklı görev ve mânalar yüklenmektedir. Yahudi ve
hıristiyanlar tevhid inancım parçaladılar; sahte tanrılar uydurdular, özellikle
hıristiyanlar üçlü ilâh sistemi ile Hint, Mısır ve Yunanlılar'ın etkisi altına
kaldılar. Yeni Eflâtunculuk felsefesi ile putperestliğin etkisi,
Hıristiyanlığın tevhid inancını üçlü, yani teslis inancına çevirterek kökünden
dinamitledi.
Bu bize şunu gösteriyor: Bazı inançlar kendi gıdalanyla beslenip ayakta
durma gücüne sahip değillerdir. Onlar başka bir inancın içinde sığıntı olarak
girer, oradan asalak olarak beslenir ve o inancın da kurdu halini alır. Bir
meyvenin içine giren kurt, nasıl onu kemirip çürümeye terkediyorsa, bâtıl
inançlar da bazan tevhid inancına girerek onu kemirip çürütmekte ve şirke
düşürmektedir. Hıristiyanlık'tan önce Yahudilik'teki Hz. Üzeyir Allah'ın oğludur
inancı, Hıristiyanlığa Hz. Isa Allah'ın oğludur şekline dönüşerek girmiştir.
Kültür ya da inanç etkileşimi diyebileceğimiz bu oluşum, tarihte hep
tevhid inancının aleyhine olmuş gibi görünmektedir. Nisa sûresinin 149. âyetinden
175. âyetine kadar açıkladığımız âyetlerde yahudi ve Hıristiyanların madde
ötesi şeylere inanmakta çok zorluk çektiklerini görüyoruz. Bu zorluk onların
inançlarında derin depremler meydana getirmiş ve böylece inançlarm-daki düzeni
ve saflığı bozmuştur. Böyle bir ortamda Allah 175. âyette "Allah'a iman
edenler" ifadesine yer vererek, hıristiyanlan sadece Allah'a iman etmeye
teşvik etmektedir.
Ayrıca "Allah'a sımsıkı sarılanlar" ifadesiyle de Allah'a
sığınmayı, O'na dua etmeyi, dini O'na tahsis etmeyi, ihtiyaçları için ona
yalvarmayı, söz ve eylemlerinde O'na şirk koşmamayı kastetmektedir. Nisa
sûresinin 117. âyetinde olduğu gibi Allah'ı bırakıp dişi tanrılardan ve
şeytandan istekte bulunmamalarını, onlara dua etmemelerini amaçlamaktadır.
Mâide sûresinin 116. âyetinde, Hz. İsa ile Hz. Meryem'i ilâh edinmeyip
sadece Allah'a sığınmaları, O'na sımsıkı sarılmaları vurgulanmaktadır. Allah'a
sımsıkı sarılmak, tevhid inancını tam anlamıyla korumak, başka fikirlerin ona
sızmasını önlemek ve insan gönlünü bâtıl inançlara kapalı tutmak anlamına
gelmektedir. Âşık bir delikanlının sevgilisinden başkasını görmemesi gibi,
ilâhî aşk sayesinde Allah'tan başkasını görmemeye Allah'a sımsıkı sarılma
mânası verilmektedir. Allah'a sımsıkı sarılıp O'ndan başka varlıkları tanrı
olarak dışlayan, tevhid inancını muhafaza edenlere önemli üç ödül verilecektir.
1. Râzî rahmetin ne olduğunu
açıklarken, İbn Abbas'ın görüşünü nakletmiş ve onun cennet olduğunu
söylemiştir. Bu sadece âhiretteki cennet değil bu dünyadaki cenneti, yani
mutluluğu ifade etmektedir. Çünkü âyetin sonundaki doğru yola iletme ifadesi bu
dünyada olduğuna delil teşkil eder.
2. Onlara fazlından verecek.
Râzî ve Hâzin bunu, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir insanın kalbinden geçiremeyeceği tarzda lutufta bulunması olarak
tanımlamaktadırlar. Diğer müfessirler nimetin fazlalığı olarak anlam
vermektedirler. Râzî söylememekle beraber, Hâzin bunun cennette olacağını
söylemektedir. Bize göre bu ödül öncelikle bu dünyada gerçekleşecektir. Âyette
ki fazl sadece ekonomik nimet değildir. Bilgi, siyasî ve ahlâkî üstünlükleri de
kapsamaktadır. Meselâ Eğer inanıyorsanız üstünsünüz (Âl-i İmrân 3/139). İlimde,
siyasette ve nayatın diğer cephelerinde üstünlük gerçek imandan geçmektedir. Bu
üstünlükler dünya nimetlerinin başında gelmektedir. Bunlar birer ilâhî lütuf
olduğundan, Allah'a iman edip O'na bütün benliği ile sarılan ve sığınan insanı
bu nimetlerle donatacaktır.
3.
Onları "doğru
yol"a iletecek. Burada ki "Allah'a giden doğru yol" ifadesi,
çokluk âleminden tevhid âlemine giden yolu ifade etmektedir. Bu mâna ya da
yorum yukarıdaki âyetlerde anlatılan yahudi ve hıristiyanların şirklerine uygun
düşmektedir. Çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca giden yola ileteceğini söz
vermektedir. Fatiha suresinin 7. âyetinde açıklandığı gibi bu "yol",
Allah'ın nimetlendirdiği insanların yoludur, yani nebilerin, sıddîkle-rin,
şehidlerin ve iyi kimselerin (Nisa 4/69) yoludur. Allah'ın gazabına uğrayanların
ve sapıkların yolunun dışındaki yoldur (Fatiha 1/7). "Allah'a giden bu
doğru yol şirki dışlayan, anne baba hakkını tanıyan, çocuk haklarına riayet
eden, kamu ahlâkını koruyan, hayat hakkını gözeten, yetim hakkını muhafaza
eden, kul hakkına riayet eden, hukukî haklara itibar eden, Allah'a verilen sözü
yerine getirmenin yoludur" (En'âm 6/151-153).
İman edip sadece Allah'a sığınan insanı Allah kendi yoluna iletecek,
onun rehberliğini Allah yapacaktır. Burada şu soru sorulabilir: İman edip
sadece Allah'a sığınan insan doğru yolda değil midir? Tabii ki doğru yoldadır,
ama her zaman o yolda kalması mümkün olmayabilir. Devamlı o yolda kalabilmesi
için Allah'ın rehberliğine ihtiyacı vardır. Oradaki devamlılığı âyetin
sonundaki "iletme" kelimesi ifade etmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Nisa sûresinin 174 ve 175. âyetleri daha
önceki âyetlerin konusu olan yahudi ve hıristiyanlan tevhid inancına teşvik
etmek için motive etmektedir. İnsanları yanlış inançtan alıkoymak sadece
caydırıcı ceza ile değil teşvik edici ödüllerle de gündeme getirilmektedir.
173. âyette caydırıcı ceza, 175. âyette de teşvik edici ödül sistemi
kullanılmaktadır.
[211]
176. Senden fetva istiyorlar. De k: Allah size anne ba- -basız ve
çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü şöyle . açıkkyor: Ölen kişinin çocuğu
yok, bir kız kardeşi varsa bıraktiğı malın yarısı o (kız kardesi)nindir. Fakat
kendisi, (ölen) kardeşinin çocuğu yoksa, onun mirasının (tamamım) alır.
EğerKölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte İkisi onlarındır. Ve
eğer (vârisler) erkek ve kızdan müteşekkil birçok kardeş olursa, erkeğe, iki
kadının payı kadar (pay) verili*. Şaşırırsınız diye Allah size (hükmünü)
açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.
Âyette geçen kelâle zayıf ve âciz kimse için kullanılan bir kavramdır.
Kur'an buna, akraba yönünden zayıf olan kimse mânasını da yüklemiştir. Çocuk,
anne baba ve yakın kimselerinden mahrum olarak ölen kimseye denmektedir. Âyetin
mealinden her şey anlaşıldığın için uzun açıklamayı yersiz buluyoruz. Ancak
bizim burada dikkat çekeceğimiz önemli başka meseleler vardır.
1.
Kur'an soru sorduruyor,
sorulara cevap veriyor ve bunu yaparken Hz. Peygamber'in fetva vermesini değil
Allah'ın fetva vermesini öngörüyor. Meselâ kullar Allah'ı sorduklarında, cevabı
Allah veriyor (Bakara 2/186); hilâli sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara
2/189); harcamanın nasıl yapılacağını sorduklarında cevabı Allah veriyor
(Bakara 2/215); içki ve kuman sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara
2/219); kadının aybaşını sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara 2/222);
kadınlar hakkında sorduklarında cevabı Allah veriyor (Nisa 4/127); kelâle
hakkında fetva istediklerinde fetvayı Allah veriyor (Nisa 4/176).
Bunlar, dinde fetvayı Allah'ın vereceği veya bir konunun dinî açıdan
değerlendirmesini sadece Allah'ın yapacağı anlamına gelmektedir. Allah cevap
vermeyi peygamberine bırakmayıp, fetvayı kendisi verirken din âlimleri veya
halk kalkıp nasıl fetva verebilir? Kur'an'ı bilmeyen din bilginleri fetva
vermekten kaçınmalıdırlar. Kültürle dini ayıramayan insanların vereceği fetva
dine zarar verir. Yahudilerin ve hıristiyanların din adamları yanlış fetvalar
vererek Hz. Üzeyir ile Hz. îsa'yı tanrılaştırma yoluna gittiler ve dinin aslını
bozdular. Nahl sûresinin 43 ile Enbiyâ sûresinin 7. âyetleri dinî meselelerde
bilinmeyen şeylerin Kur'an'ı bilene sorulacağı ilkesini koymuştur.
2.
Nisa sûresinin hemen
başındaki âyetler yetim haklan ve miras hukukunu ele almış, son âyeti de miras
hukukunun kelâle konusuyla ilgilenmiştir. Bunun sebebi Kur'an, miras hukukunda
bir devrim yapmış, yetimlere ve kadınlara miras taksiminde yer vermiştir.
Miras konusunu en ince noktalarına kadar hükme bağladığı için kelâle konusuna
da açıklık getirmektedir. Kur'an'ın özellikle Nisa süresindeki miras hukukunun
modern hukukun temellerini attığını söylemekte yarar vardır. Dünya Ortaçağ
zihniyetini yaşarken, kadın hakları arasına miras hakkını koymakla Kur'an
radikal bir devrim yapmıştır. Miras hukukunda emeği esas alan Kur'an gerçekçi
bir atılım yaparak insanlı-ğm önüne yeni bir tablo koymuştur, tnsan aklı,
Kur'an'ın sunduğu bu çekirdeğin etrafında kozasını örecektir.
Modem hukukun ortaya koyduğu miras ilkeleri Kur'an'la çatışıyor görünse bile Kur'an'ın koyduğu çekirdeğin etrafında örülmüş bir koza olarak alınmalıdır. Koskocaman ağacı ve onun dosdoğru çekirdeğini düşününüz, farklı olsalar bile ağaç o çekirdekten çıkmıştır. Modern hukuk farklı düşünse bile çekirdeğini Kur'an oluşturmuştur.
3.
Allah'ın açıklamaları
insanları yanlışlıklardan alıkoymayı amaçlamaktadır. Ekonomik değer tatlıdır
ve insanı hata yapmaya iter. Onun için Allah konuyu detaylı bir şekilde
açıkladığını söylemektedir. Kelâleninmalı genelde sahipsiz olacağından hata
yapılmasına açıktır. Bu fetvasıyla Allah hataları önlemektedir.
4. Fetva ile bilme arasında
bir ilişki kurulmaktadır. "Allah her şeyi bilen olduğundan" fetvayı
da o vermektedir. Bu da bize şu ilkeyi öğretmektedir; dinde bilen fetva
vermelidir. Genel mânada Nisa sûresinin insanlığa getirdiklerini şu şekilde
özetleyebiliriz:
a) Tevrat'ta olduğu gibi önce
Hz. Âdem'in yaratıldığı, sonra onun eğe kemiğinden kadının yaratıldığı
hurafesini ortadan kaldırarak, kadınla erkeğin aynı cevherden yaratıldığını
insanlığa ilân etmiştir.
b)
Yetim haklan üzerinde
durmuş; günümüzün insan haklan evrensel beyannâmesinde olmayan bu hakkı
insanlığa kazandırmıştır. Yetime nasıl yaklaşılacağını ve nasıl davranılacağını
hukuk ve ahlâka kazandırmıştır (âyet: 2-3; 6,10).
c)
Medenî hukukun çeşitli
boyutlannı ele almış, getirdiği hükümlerle aile hukuku ve miras hukukunda
devrim yapmıştır. Kadına miras hakkı tanımış ve miras hakkını emeğe göre
ayarlamıştır. Boşanma hukukunda mahkemeyi şart koşarak "Üçten dokuza
şartım olsun, sen benden boşsun" şeklindeki erkeğin iki dudağının arasında
olan boşanma usulünü ortadan kaldırmış ve mahkeme sistemini getirerek objektif
hukukun uygulanması konusunda devrim yapmıştır. Mahkemede kadıların boşanma
olaylarında heyet oluşturma, bir bakıma jüri sistemini getirerek modern hukukun
temellerini atmıştır. Ailede eşler arasındaki geçimsizliklere ışık tutarak
barış yapmanın önemini vurgulayıp barışa gidecek yolun merhalelerini
göstermiştir. Kıskançlığın ailede kan-koca ilişkilerindeki ağırlığına dikkat
çekmiş bu duygunun gözardı edilemeyeceğini vurgulamıştır. îstisnaî şartlarda
çok evliliğin olabileceğini, ama bu konuda sevgide eşitlik olmasa bile adaletin
gerçekleştirilmesini şart koşmuştur (âyet: 3-4; 6-7; 11-14; 15,19-25; 31-35)
d) Allah'ın kullarının
davranışları için koyduğu hükümlerde daima yükü hafifletmek istediğini gündeme
getirerek, devlet adamlarına, kanun koyucularına, eğitimcilere ve anne
babalara, sonuç olarak bütün insanlığa bir altın kural bırakmıştır (âyet:
27-28).
e) Münakaşa anında konuyu
Allah'a ve Peygamberi'ne götürmeyi imanın bir parçası saymış, emanetin ehline
verilmesini emretmiş ve bunu medenî olmanın önemli bir kuralı saymıştır (âyet:
57-59).
f) İyiliğin Allah'tan,
kötülüğün insandan kaynaklandığım ilân ederek, Allah'ın kullarına
zulmetmeyeceğini, herkesin cehennemi kendi nefsinden alevlendirdiğini gündeme
getirip "alın yazısı" tabirinin hurafe olduğuna dikkat çekmiştir
(âyet: 79, 85).
g) Beşerin yazdığı kitapla
Allah'ın gönderdiği Kur'an arasındaki temel farkın "ihtilâf olduğunu
söylemiştir (âyet: 82). Beşer felsefesinde çatışmanın olması normaldir ve bu
daima vardır. Ama Kur'an âyetlerinde çatışma olmadığı gibi, önceki
peygamberlere gelen vahiylerle de çatışmamaktadır.
h) Seferîliğin hayat tehlikesi
olanlarda olabileceğini, namazı terketme konusunda savaşın bile mazeret
olamayacağını hükme bağlamıştır (âyet: 101-102).
i) İnsanlardan gizledikleri
halde, her zaman kendileriyle beraber olan Allah'tan gizlemeyen insanları
gündeme getirerek, toplumsal hayatın nasıl tannlaştınldığını beyan etmiştir
(âyet: 108).
k) İnsanın kendisi, ebeveyni,
akrabası için; kısacası zengin, fakir demeden herkes için doğruyu söyleyip
adaletin bayrağını ayakta tutmak gerektiğini öğretmiştir (âyet: 135).
1) Münafıklık psikolojisini
ele alıp ikiyüzlü insanların inanç yapısıyla davranışlarının ne şekilde
olduğunu geniş bir şekilde açıklamıştır (âyet: 137-152).
m) Kitap ehli adını verdiği yahudilerin ve hıristiyanlann peygamberlerine yaptıkları eziyetleri, yoldan çıkmalarını, inkâra sapmalarını ele alıp onları zulümleri, faiz ve haram yemeleri sebebiyle nimetlerden nasıl mahrum ettiğini açıklamış; onlara vahyin bir süreç olduğunu anlatmış, aşırı gitmemelerini, Allah'a gerçek olmayanı söylememelerini emretmiş; Hz. İsa konusunun nasıl gerçekleştiğini açıklayıp ne yapmaları gerektiğini de uyarıcı ve teşvik edici metotlarla öğretmiştir (âyet: 153-175). [212]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/17-18.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/19-26.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/26-27.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/27-29.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/29.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/29-31.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/31-32.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/32-34.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/35.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/35-36.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/36-37.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/37-39.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/40.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/40-41.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/41-43.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/43-44.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/44-45.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/45-47.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/47-48.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/48-50.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/50-51.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/52-53.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/53-54.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/54-55.
[25] Buhârî, "Vesâyâ",
6.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/56-59.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/59-61.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/62.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/63-66.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/66-68.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/68-69.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/69-70.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/70-71.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/71-72.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/72-73.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/73-74.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/74.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/74-75.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/75-76.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/76-78.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/78-79.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/80-86.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/86-92.
[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/93.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/93-96.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/96-97.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/97.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/97.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/98-99.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/99-103.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/104-109.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/109-111.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/111-112.
[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/112-115.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/115-116.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/116.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/116-117.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/117-119.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/120-125.
[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/125-129.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/129-133.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/133-135.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/135-137.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/137-138.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/138-140.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/140-142.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/142-146.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/147-150.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/150-153.
[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/153-156.
[71] Müslim, "İman",
154.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/156-158.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/158-160.
[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/160-161.
[75] Bu haber için, Zemahşerî,
a.g.e., I, s. 533; Râzî'nin bu âyeti tefsirine de bakılabilir.
[76] a.g.e., 1,533.
[77] Kurtubî, el-Câmi', 5/249'dan
naklen Süleyman Ateş, a.g.e., 2/302.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/161-164.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/165-169.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/169-170.
[81] Râzî, a.g.e., VIII, s. 92.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/170-173.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/173-175.
[84] Bk. Râzî, a.g.e., VIII, s.
98; Elmahh Hamdi Yazır, III, s. 11.
[85] Bk. Râgıb el-İsfahânî,
a.g.e., "emene" maddesi; Muhammed Esed, a.g.e., 868. sayfanın 87.
dipnotu. Muhammed Esed bu açıklamayı William Edward Lane, Arabic-English
lexicon, I, 102'den nakletmektedir.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/175-181.
[87] Elmalı Muhammed Hamdi,
III,
s.
14.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/181-185.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/185-189.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/189-190.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/190-191.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/191-193.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/194-196.
[94] Müslim, "Fezâ'il",
140.
[95] îbn Mâce, "Ruhun",
15.
[96] Müslim, "Zühd",
72.
[97] Süleyman Ateş, a.g.e., II, s.
318, [Tef-sîrü'l- Kur'âni'l-hakîm, 5/238'dennaklen.
[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/196-200.
[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/201-203.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/203-207.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/207-210.
[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/210-212.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/212-216.
[104] Râzî, a.g.e., VIII, 166-167;
Süleyman Ateş de tefsirinin II. cildinin 324. sayfasında aynı görüşleri
vermektedir.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/217-222.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/222-224.
[107] Buhârî, "İman",
5-6; Müslim, "İman", 7; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 16.
[108] Tirmizî, "Tefsîr",
44.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/224-227.
[110] Râzî, a.g.e., VIII, s. 183.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/228-231.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/231-234.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/234-236.
[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/237-240.
[115] a.g.e., I, s. 549.
[116] Buhârî, "Zekât",
21; Müslim, "Birr", 145.
[117] Müslim, "Zekât",
69; Nesâî, "Zekât", 64.
[118] bk. Râzî, a.g.e., VIII, s.
203.
[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/240-243.
[120] Buhârî, "İman",
20; Tİrmizî, "Et'ime", 45.
[121] Müslim, "İman",
22, Ebû Dâvûd, "Selâm", 1; Tirmizî, "İsti'zân", 43.
[122] Buhârî, "İman", 6;
Müslim, "İman", 63; Ebû Dâvûd, "Edeb", 131.
[123] Tirmizî,
"İsti'zân", 10.
[124] Buhârî, "İman",
4-5; "Rikak", 26; Müslim, "İman", 64-65.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/243-248.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/248-250.
[127] Râzî, a.g.e., VIII, s.
218-219.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/250-256.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/256-258.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/258-262.
[131] Râzî, a.g.e., VIII, s. 232;
aynı rivayeti Süleyman Ateş nakletmekte, II, s. 342.
[132] Nesâî, "Kaseme",
47.
[133] emretmiştir (Ebû Dâvûd,
"Diyet", 16.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/262-265.
[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/265-266.
[136] Zemahşerî, a.g.e.,
1,554-555.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/267-269
[138] Buhârî, "Cihâd",
Bâbü derecâti'l-mücâhidîn.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/270-273.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/273-275.
[141] Zemâhşerî, a.g.e., I, s.
557-558; Râzî ve Muhammed Esed âyetin yorumunda aynı mânaya değinmişlerdir.
[142] Müslim, "İmaret",
85; Tirmizî, "Siyer", 32.
[143] İbn Hanbel, Musned, II, 270.
[144] Buhârî, "Vahy", 1;
Müslim, "İmaret", 33.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/275-278.
[145] Bu konuda geniş bilgi
isteyenler, Râzî'nin bu âyete getirdiği yoruma bakabilirler.
[146] Buhârî, "Salât",
1.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/278-282.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/282-284.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/284-287.
[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/287-291.
[151] Ebû Dâvûd,
"Akzıye",7; aynı hadisi Ahmed b. Hanbel de rivayet etmektedir. Benzer
bir hadisi Buhâri, "Mezâlim" bölümünde nakletmektedir..
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/291-297.
[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/297-300.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/301-302.
[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/302-304.
[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/304-305.
[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/305-306.
[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/307-310.
[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/310-314.
[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/315-320.
[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/320-321.
[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/322-323.
[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/324.
[164] Râzî, a.g.e., VII, s. 323.
[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/325-329.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/329-330.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/331-332.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/332-334.
[169] a.g.e., VIII, s. 328.
[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/334-337.
[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/337-338.
[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/338-340.
[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/341-343.
[174] Râzî'nin VIII. cildinin 345.
sayfasının son paragraflarında âyetin bu kısmına getirmiş olduğu izaha katılmak
mümkün değildir. Metinde bu tartışmaya girmeyi uygun bulmadığımız için burada
sadece zikrediyoruz.
[175] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/343-346.
[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/346-347.
[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/348-349.
[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/349-352.
[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/352-354.
[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/354-358.
[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/359-361.
[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/361-363.
[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/364-366.
[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/366-368.
[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/368-370.
[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/371-374.
[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/374-375.
[188] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/376-378.
[189] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/378-379.
[190] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/379-380.
[191] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/380-382.
[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/382-385.
[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/385-386.
[194] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/386-392.
[195] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/392-395.
[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/395-402.
[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/402-405.
[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/405-406.
[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/407-414.
[200] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/414-417.
[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/417-422.
[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/423-425.
[203] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/425-427.
[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/427-429.
[205] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/429-431.
[206] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/431-437.
[207] Buhârî, "Enbiyâ",
48; Dârimî, "Rikak", 68.
[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/437-439.
[209] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/439-440.
[210] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/440-442.
[211] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/442-445.
[212] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/445-449.