NİSA SÛRESİ 5

İnsanın Yaratılışı: 5

Yetim Hakkı: 7

1. Yetime Malını Vermek: 8

2. Yetim Malını Gözetmek: 8

3. Yetime Adaletle Davranmak: 9

4. Çok Evlilik (Poligami): 9

5. Adalet: 10

Mehir: 11

1. Mehrin Hükmü: 11

2. Kadın ve Fedakârlık: 11

Malın Korunması: 12

Yetim Malıyla İlgili Hükümler: 13

1. Yetim ve Ergenlik Çağı: 13

2. Ekonomik Hak: 13

3. Yetimin Malını Teslim Etmeden önceki Durum: 14

4. Hukuk ve İman: 14

Miras Hakkı: 15

Miras Taksimi ve Başkaları: 15

Yetimi Kendi Çocuğu Gibi Düşünmek: 16

Yetim Malı Yemenin Cezası: 17

Miras Paylaşımı: (1) 17

1. Ölenin Çocuklarının Miras Hakkı: 17

2. Ölenin Ana Babasının Miras Hakkı: 18

Miras Paylaşımı: (2) 18

Allah'ın Koyduğu Kurallara Uymak: 19

Hadd Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları: 20

Allah'a ve Peygamber'e İsyan: 20

Fuhuş ve Cezası: 21

Eşcinsellik ve Cezası: 22

Tövbenin Zamanı Ve Kabulü: 23

1. Cehalet ve Tövbe: 23

2. Allah'ın Kabul Edeceği Tövbe: 23

3. Tövbenin Kabul Edilmemesi: 24

4. Tövbesi Kabul Edilmeyenler: 24

Karı - Koca İlişkileri: 24

1. Kadınlara Vâris Olmak: 25

2. Fahişelik ve Kadınların Durumu: 25

3. Kadınlarla fyi Geçinmek: 25

Kadın ve Mehir: 26

Üvey Anne ile Evlilik: 26

Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 27

Evlenilecek Hanımlar ve Mehir: 29

İhsan Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları: 29

Evlenme İmkânı Bulamayan Erkeklerin Durumu: 32

1. Şartlar Evliliği Engelleyebilir: 32

2. İman ve İnsanlığın Kökleri: 33

3. Evlenilecek Kadında Aranacak Özellikler: 33

4. Zinanın Cezası: 33

5. Cariyelerle Evlilik: 34

Allah'ın Muradı ve İnsanın Fıtratı: 34

Haram Lokma: 36

Büyük Günahlardan Kaçınmak: 38

Kıskançlık: 39

1. Kıskançlık ve Haset: 39

2. Herkesin Kazancı Kendine: 40

3. Allah'tan İstemek: 40

4. Allah'ın Bilgisi: 41

Kadın Ve Miras: 41

Kadın - Erkek İlişkisi: 42

Ayrılık Ve Barış: 44

İki Önemli Görev: 45

Cimrilik: 47

Gösteriş İçin İnfak Etmek: 48

Âhirete İman ve İnfak: 48

Suç, Ceza ve Ödül: 49

Her Ümmete Bir Şahit: 49

Namaz ve Alkol: 50

Dost ve Düşman: 52

Kur’an ve Peygamber'e Takınılan Tavır: 53

Kitap Ehlinin Yapması Gerekenler: 54

Şirk ve İftiça: 55

Gerçek Tezkiye: 56

Allah'a İftira Etmek Açık Bir Günahtır: 57

Kitap Ehlinin Müşrikliği: 57

Cimrilik ve Haset: 58

Yahudilerin Hz. İbrahim'e İman Konusunda İkiye Bölünmeleri: 60

Allah'ın Ayetlerini İnkârın Cezası: 60

İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Ödülü: 62

Emaneti Ehline Vermek ve Adaletle Hükmetmek: 62

İtaat Edilecek Kimseler: 65

Tâğut-Mahkeme İlişkisi: 66

Zu’m Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 67

Münafıklarla Özellikleri: 68

Etkili Söz Söylemek: 68

Başkaları İçin İstiğfar Etmek: 69

Hz. Peygamberi İhtilâflarda Hakem Tayin Etmek: 70

Harece Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 71

Tavsiyeleri Dinlemek ve Uymak: 72

İyi ve Güzel Arkadaşlar: 73

Düşmana Karşı Tedbir Almak: 74

Âhiretten Yana Tercih: 75

Müminler Allah, Kâfirler Tâğut için Savaşırlar: 76

Allah'tan Korkanlar Savaştan Korkmaz: 77

Ölüme Çare Yoktur: 79

İyilik Allah'tan, Kötülük İnsandan: 80

Peygambere İtaat: 81

Kur'an Üzerinde Düşünmek: 83

Debere Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 83

Bilene Sormak: 84

Allah Yolunda Savaşmak: 85

Her İşin Bir Karşılığı Vardır: 86

Kifl Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 86

İyi Bir Davranışa Daha İyisi ile Mukabele: 87

Kıyamet Gününde Toplanma (Mahşer): 89

Münafıklarla İlişkiler: 90

Barışı Seçme: 92

Barışa Yanaşmayanların Durumu: 93

Yanlışlıkla Bir Mümini Öldürmenin Hükmü: 94

Kasten Öldürmenin Cezası: 95

Araştırmadan İtham Etme Yasağı: 96

Cihad Yapanlarla Yapmayanların Farkı: 97

Tembellik Ve Zulüm: 98

Hicret ve Ödül: 99

Yolculukta Namaz: 100

Savaşta Kılınacak Namaz: 101

Namaz ve Vakitleri: 102

İman ve Umut: 103

Kur'an'ın İniş Sebebi: 104

Allah a Hiçbir Şey Gizli Değildir: 107

Savunulma Hakkı: 108

Af Dileyeni Allah Affeder: 109

Günahkâr Kendine Zarar Verir: 109

İftira ve İftiracının Dununu: 110

Kötülüklerin Etkisi: 110

İnsanlararası İlişkilerin Hayırlısı: 112

Peygamberlerle Bağlan Koparmak: 113

Şikak Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 113

Şirk Koşmak: 115

Şirk Koşanlar: 116

Şeytanın Görevi: 117

Şeytânın Etkilemesi: 117

Şeytan ve Umut: 119

Şeytanın Dostlarının Varacağı Yer: 119

Yararlı İş Yapmak: 120

Kötü İşin Karşılığı: 120

Ödülde Eşitlik: 122

Allah'a Teslimiyet: 122

Kadın Hakları: 123

Aile İlişkileri ve Çözüm Yolları: 124

Adil Olmak: 125

Eşlerin Ayrılması: 126

Allah'a Karşı Sorumluluğun Şuurunda Olmak: 126

Dünya ve Âhiret Sevabı: 127

Sevab Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 127

Adaleti Ayakta Tutmak: 128

İman Esaslan: 130

İman ve İstikrar: 131

Mutlak Şeref Allah'a Aittir: 132

Allah'ın Ayetlerini İnkâr Edenlere Karşı Müminlerin Tutumları: 133

Kâfirlerin Müminlere Karşı Tutumları: 133

Münafıkların Özellikleri: 134

Mümin - Münafık İlişkisi: 135

Münafıklıktan Kurtuluş: 136

Şukur ve İman Sahibine Allah Azap Etmez: 137

Geçmişin Zulüm Dışında İfşası: 137

İyiliği Açıklamak, Kötülüğü Affetmek: 138

Allah ile Peygamberlerin Arasını Ayırmak: 138

Müslümanm îmanı: 139

En Zor İstek: Allah'ı Dünyada Görme Arzusu: 140

Antlaşmayı Bozmak: 142

Kalplerin Mühürlenmesi: 143

Hz. İsa: 146

Kitab Ehli Ve Hz. İsa: 147

Yahudiler, Helâller ve Haramlar: 148

Sadde Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları: 149

Kitap Ehlinin Durumu: 150

Vahiy Süreci ve Peygamberler: 151

Peygamberlerin Gönderiliş Sebebi: 154

Kur'an Şahitleri: 155

İnkâr - Cehennem İlişkisi: 155

İman, Kişinin Kendi İyiliği İçindir: 156

Dinde Aşırılık: 157

Allah’a Kulluk: 159

Allah'a Kulluktan Çekinenler: 160

Kur’an-Nur İlişkisi: 160

İrnanına Sımsıkı Sarılanları Allah Kendine Yöneltecektir: 161

Miras Hükümleri: 162


NİSA SÛRESİ

 

Nisa sûresini anlayabilmek için Âl-i imrân sûresinin öne çıkan konularından hareket et­mek en doğru yol olacaktır.

Sûreye ad olan nisa kayramı "kadın" anla­mına geldiğinden kadının doğurganlık özelliği­nin göz önünde bulundurulması gerekir. Bu yüzden insanın yaratılışı ilk cevher, ilk konu­yu teşkil etmektedir.

Uhud Savaşı'nda mağlûp olan müslüman-lar, Medineli müslümanlara yetim hakları, dul kadınların miras haklan gibi önemli sorunlar bırakmışlardır. Dolayısıyla Nisa sûresinde mi­ras hukuku ve kadın hakları konularında önemli gelişmeler gerçekleştirilmiştir.

Boşanma meselesini gündeme getirmekle Nisa sûresi, Bakara süresiyle bir bağlantı kur­maktadır.

Aile hukukunun genel prensiplerine ışık tu­tan Nisa sûresi, Uhud Savaşı'ndan dolayı ya-hudilerle bozulan ilişkileri de ele almaktadır.

Kasten ve yanlışlıkla bir müminin bir mü­mini öldürmesi meselesini çözümleyen bu sû­re, insanlardan gizlediklerini Allah'tan gizle­meyenlerin durumuna da ışık tutmaktadır. Şirk, kıskançlık duygusu, adalet ve münafık­lık gibi konulann da incelendiği sûrede, zul­mün dışındaki kötülüklerin ifşa edilmemesi de vurgulanmaktadır.

Ayrıca kitap ehlinin Hz. Muhammed'e ve Hz. Musa'ya yaptıkları eziyetler, Hz. İsa'yı öldürmeye teşebbüs etmeleri ve dinlerinde aşın gitmeleri ele alınmaktadır.

Bu özellikleriyle Nisa sûresi, bazı konula­rıyla Bakara, bazı konularıyla da Âl-i îmrân sûresininın açılımı durumundadır. Yetim ve kadın hakları, aile hukuku ile öne çıkan bu sûre Medine'de nazil olmuştur.

Âyet sayısı 176'dır.[1]

 

İnsanın Yaratılışı:

 

1. Ey insanlar! Sizi bir tek cevherden, nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinizden sakınınız. Adını kullanarak birbiriniz­den dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına ria­yetsizlikten de sakınınız. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözet-leyiddir.

İnsanın yaratıldığı cevhere işaret eden bu âyet üç bölümde ele alı­nacaktır:

1. İnsan tek bir cevherden yaratılmıştır. Âyetin bu kısmında "cevher" diye tercüme ettiğimiz nefis kavramı yer almaktadır. Kur'an'ın temel ve çözülmesi zor olan kavramlarından biri nefis kavramıdır.

"Can, ruh, zihin, hayat, canlı varlık, yaşayan yaratık, insan, şahıs, fert, cevher, tabiat, temayül, arzu etmek, şehvet, istek, kişisel hüviyet, zat" anlamlarına gelen nefis, çeşitli kelimelerle veya kavramlarla bir ara­ya gelince başka mânalara da gelmektedir. Meselâ iş kavramıyla bir araya gelince "gerçekte, meselenin özü", işin tabiatı"; inde kelimesiyle bir araya gelince "kendi görüşü"; şeyle birleşince "nesnenin kendisi"; itimat kavra­mıyla "kendi kendine güven"; sefih kavramıyla "kendini düşünmemek" mânalarını kazanmaktadır. "Nefes alıp vermek, hürriyet, serbestlik, rahat, huzur, ihtiyat, kıymetli" anlamlarına da gelmektedir.

Nefis kelimesi dişi olduğundan doğurup çoğalmaya, değişip geliş­meye müsait bir tabiata sahiptir. Değişmeye ve gelişmeye müsait olması, onun eğitilebilirliğine işaret etmektedir. Onun eğitilip değişmesi ve geliş­mesi sayesinde insan, kâmil olma vasfım kazanmaktadır. Mânasını çöz­mek çok zor olduğu için eğitimi de çok çetindir.

Bu kavramın Kur'an'daki mânaları :

a) Zat. Nefis kelimesi Allah ile ilgili olarak kullanılınca "zat" mâna­sını ifade etmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 28 ve 30. âyetlerinde zat anla­mına gelmektedir : Allah kendisine karşı sizi sakındırıyor. Her iki âyette aynı ibare yer almaktadır ki, burada Allah ismi ile bir araya gelen nefis, zat "kendi" anlamındadır.

Râgıb el-İsfahânî, nefis kavramı Allah'a izafe edildiğinde "sahip ol­ma"; insana izafe edildiğinde de "kötüyü emreden" anlamına gelir diyor.

Mâide sûresi âyette Hz. İsa'nın nefis kelimesini Allah için kullan­dığına şahit oluyoruz: Sen benim içimdekini bilirsin, ama ben senin zâtındakini bilmem. Âyetin metnine bakınca Hz. İsa'nın nefis kelimesini hem Allah hem de kendisi için kullandığı görülecektir. Kendisi için kullanınca "içinde"; Allah içinse "zat" anlamına gelmektedir.

En'âm sûresinin 12 ve 54. âyetlerinde şu ifade yer almaktadır:

Allan ranmeti kendi zâtına yazdı. Bunun anlamı rahmeti ve merhameti kendine ilke edindi, demektir. Tâhâ sûresinin 41. âyetinde ise : Seni kendim için seçtim yani "Seni kendime (elçi olarak) seçtim" demektedir.

Yukarıda zikredilen âyetlerde, "sakınmak, bilmek, rahmet, seçmek" fiilleri yer almaktadır. Bu fiiller nefis kavramıyla bir araya gelmiş ve Al­lah'a izafe olmuştur.

b) Can. Nefis kelimesi bazı âyetlerde "ruh, can" anlamındadır.

Nahl sûresinin 111. âyetinde bu anlama gelir: Bir gün herkes gelir, kendi canını kurtar-

mak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.

Nefsin, başka bir nefsi var mıdır? Râzî bu soruya hayır cevabını vermektedir. Ona göre, nefis ile bazan canlının beden, bazan da kendisi ve özü kastedilir.

c) İç. Çeşitli âyetlerde Allah nefis kelimesini "iç" anlamında kullan de sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, ürpererek ve yalvararak rabbin ileğideğa vuracağı, şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordur (Ahzâb, 33/37).

Başkasının bilmesini istemediğimiz bir durum, korku duymak, zikir gibi psikolojik oluşumların merkezi, yukarıdaki âyetlerde nefis olarak takdim edilmektedir.

d) Kişi. Pek çok âyette "kişi, kimse" mânalarına gelmektedir: Öyle bir günden korkun ki, o günde hiç kimse baş-

kası için her hangi bir ödemede bulunamaz (Bakara 2/48).

e) Kalp. İsrâ sûresinin 25. âyetinde geçen "nefis" kelimesi, kalp anla­mına gelmektedir: Rabbiniz sizin kalplerinizdekini (nefislerinizdekini) çok iyi bilir. Ayette geçen nefis kelimesini İbn Abbas ve Râzî kalp; Zemâhşerî de vicdan mânasına almışlardır.

f) Cevher. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 1. âyetinde

"cevher", "öz" anlamına gelmektedir: ; Ey in" sanlar! Sizi tek bir cevherden yaratan rabbinizden sakınınız.

Bu âyetlerde "yaratılış", özellikle insanın yaratılışı açıklanmakta ve yaratıldığı kaynağın ne olduğunun tesbiti yapılmaktadır.

Nisa sûresinin 1. âyetinde geçen nefis kelimesinin Hz. Âdem oldu­ğunda ittifak vardır. Bize göre âyette yer alan nefis kelimesi dişidir. Dişi olan bir kelimenin Âdem olduğunu söylemek doğru değildir. Âyette kaste­dilen nefis, Hz. Âdem'in de yaratıldığı cevheri kastetmektedir. Hz. Âdem'in nereden yaratıldığı sorusuna cevap vermemiz zorlaşmaktadır. Âyetteki nefis, Âdem sonrası yaratılmayı değil bizzat Âdem'in yaratıldığı cevheri gündeme getirmektedir.

Zaten âyetin devamında şu ifade yer almaktadır: O ne­fisten de eşini yarattı. Bunun anlamı şudur: Âdem ile hanımı ayrı ayrı aynı cevherden yaratılmışlardır. Aksi takdirde Tevrat'ın Tekvin kitabında (2/21-22) geçtiği gibi "Ve Rab Allah, adamın üzerine derin bir uyku verdi... Ve adamdan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı" diyerek zevcesi­nin Âdem'in kaburga kemiğinden yaratıldığını hurafe tarzında anlatmış oluruz.

Tevrat'ta geçen bu âyetin bir benzerinin Buhârî'de ("Nikâh", 79-80) hadis olarak nakledildiğine şahit oluyoruz. Orada kadının kaburga kemi­ğinden yaratıldığı ifade edilmektedir. Bize hadis olarak nakledilen ibarede £ta dilğ kelimesi geçmektedir. Bu kelimenin biyolojik anlamı ile değil de, psikolojik manasıyla alınmasının doğru olacağı kanaatindeyiz. Nitekim Ebû Müs­lim bizden önce kelimeye bu anlamı vererek, kadının "hassas" bir şahsiye­te sahip olduğunu söylemektedir. Ebû Müslim'in verdiği bu mâna, üzerin­de ittifak edilen hadisin doğrulanmasına da yardımcı olmaktadır.

Âl-i İmrân sûresinin 59. âyetini açıklarken orada geçen Âdem'i topraktan yarattı ifadesine dikkat çekmiştik. Bu âyetteki "toprak­tan yaratılma" ile Nisa sûresinin 1. âyetindeki "bir cevherden yaratılma" arasında bağlantının kurulması gerekiyor. Diğer taraftan Enbiyâ sûresinin 30. âyetindeki "Her canlıyı sudan yarattık" ifadesini de dikkate almak mec­buriyetindeyiz. Su, toprak ve cevher kavramları canlı veya insan denen varlığın hayat kaynağı olmaktadır. Toprağın içindeki elementler, su ile karşılaşınca insanın cevherini meydana getirmektedir. Tıpkı ruh ile be­den buluşunca insan nefsinin meydana gelmesi gibi H2O, yani iki hid­rojen atomu ile bir oksijen atomunun bir araya gelmesiyle su meydana gelmektedir. Bu iki gaz topraktaki elementlerle buluşunca orada karbon ve azot gazlarıyla bir araya gelmekte ve insan denen varlığın DNA'smı meydana getirmektedir. İşte insanın yaratıldığı nefis ya da cevher budur.

Hz. Âdem'in eşeysiz yaratılışı, yerini eşeyli yaratılmaya bırak­mıştır. Eşeyli yaratılmada cevheri kadının yumurtasıyla erkeğin spermi meydana getirmektedir. Yumurta ile spermin oluşumu için gelinen saf­halara bakıldığı zaman, yine Hz. Âdem ve hanımının yaratıldığı o tek cev­here varılacağı da bir gerçektir. Yumurta ve sperm kandan oluşuyor, kan ise yediğimiz gıdalardan meydana geliyor, gıdalarımız da topraktan gelmektedir. Hayvansal gıdaların kaynağı olan bitkilerle, doğrudan yediği­miz bitki cinsinden gıdalarımızın hepsi de topraktan oluşmaktadır. Top­raktan oluşan bitkilerin cevheri de su ile toprağın içindeki elementlerdir. Onun içindir ki Enbiyâ sûresinin 30. âyetinde her canlının sudan yaratıl­dığı söylenmektedir. Böylece bizlerin Hz. Âdem ve eşi gibi doğrudan ol­masa bile dolaylı olarak topraktan yaratıldığımız gerçeği ortaya çıkmak­tadır.

Bu açıklamalarımızdan Nisa sûresinin 1. âyetindeki "tek bir nefis" kavramının Hz. Âdem'e değil "bir cevher"e işaret ettiği ortaya çıkmakta­dır.

2. Bütün insanlık bu çiftten türemiştir. Yüce Allah Âdem ve hanımının tek bir cevherden yaratıldığını söyledikten sonra, bu çiftten de pek çok ka­dın ve erkek meydana getirdiğine işaret etmektedir. Bir bakıma eşeysiz yaratılma safhasından sonra eşeyli yaratılma durumunu gündeme getir­mektedir.

Âyetin bu kısmı bizim şu sorumuzu cevaplandırmaktadır: Dünyanın farklı kıtalarında olan insanlar, oralarda ayrı ayn mı yaratıldı, yoksa Hz. Âdem ve eşinden türeyerek oralara mı göç etti? Bu âyete göre bütün in­sanlık ilk çiftten çoğalarak yeryüzüne serpilmiştir. Şu anda dünyada yaşa­yan insanlardan başlayarak geriye doğru gittiğimizde ilk çifte, oradan tek cevhere, oradan tek olan Allah'a varacağız anlamına gelmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bu iki kısmından şu çıka­rımları yapabiliriz: Yüce Allah, rabbinizden sakınınız, yani Mu-hammed Esed'in tercüme ettiği gibi "Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz" emri ile insanın yaratılışı konusu arasında bir bağlantı kurmaktadır. Yaratılışının kitabını Allah insanın önüne koyuyor ve yara­tıldığı ilk cevheri araştırması görevini ona veriyor. İnsan yaratıldığı ilk cevherini ve daha sonraki çoğalıp yeryüzüne dağılma olgusunu araştır­makla neye ulaşacağını da açıklamaktadır. Bu araştırma ile ulaşılacak bil­gi insanı takva denen ruh olgunluğuna ve basirete ulaştıracaktır.

Takva denen bu ruh olgunluğu insanı, Allah'ı üzmekten çekinmeye, yani O'nun kudretini anlamaya götürecektir. İnsan yaratıldığı ilk cevheri araştırırken, bu ödevini yaparken, su ile toprağın ilişkisinden bitkinin; bit­kinin gıda olmasından kanın, kandan sperm ve yumurtanın oluşumuna vâkıf olacak ve bu esrarengiz oluşumlardan sonsuz kudrete sahip olan Al­lah'ın ölçülü, güzel yaratması konusundaki imana ulaşacaktır.

Buradaki "takva emri" bize göre "biliniz" ve "inanınız" anlamına gelmektedir. Âyette "Allah" ismi değil de "rab" ismi geçtiğine göre, ya­ratmak, besleyip büyütmek ve terbiye etmek anlamı burada önem kazan­maktadır.

Allah insana yaratılışını inceleme ödevi vermiş, bu ödevle onun ya­ratılışının gayesinin ne olduğu bilgisine ulaşmasını istemiştir. Zâriyât sû­resinin 56. âyetinde yaratılışın gayesi kulluk, yani bilmek olarak tesbit edil­diğine göre, buradaki takva emrine kulluk ediniz, ya da rabbinizi biliniz mânasını rahatlıkla verebiliriz.

Diğer taraftan yaratılış kanunlarını bilmenin, Allah'ı bilme ve inan­maya götüreceğine işaret etmekle Allah, takvanın özünü bilginin oluştur­duğunu da vurgulamaktadır. Madem ki takva sorumluluk bilincinde ol­maktır, öyleyse ona bilgisiz ulaşmanın imkânsızlığı da ortadadır.

3. Allah adına istemek ve akrabalık hakları. Yüce Allah yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin üçüncü bölümünde: Kendisi adına birbirinizden istekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakınınız buyurmaktadır.

Genelde insanlar birbirinden haklarını talep ederken, veya bir şey isterken Allah adını kullanırlar, O'nun adına isterler. Yüce Allah burada madem ki benim adıma birbirinizden istekte bulunuyorsunuz, öyleyse o istekler konusunda hata yapmamanız için benden sakınmanız gerekir, buyuruyor. Böylece takvanın başka bir boyutu gündeme getirilmektedir. Akrabalık haklarını korumak, Allah adına istekte bulunurken doğru hare­ket etmek, takvanın başka bir tanımını vermektedir.

Birinci ve ikinci bölümde insanın yaratılışına ve çoğalıp yayılışına; burada ise, sosyal hayatın en önemli meseleleri olan insan ve akrabalık haklarına dikkat çekilmektedir.

Âyetin üçüncü bölümünde geçen erham kelimesi rahmin çoğuludur. Âl-i İmrân sûresinin 6. âyetine göre rahm kadının çocuk yatağına denmek­tedir. Bu kavram "akraba" için de kullanılmaktadır. Akraba ziyareti der­ken "sıla-i rahim" ifadesi kullanılmaktadır. Muhammed sûresinin 22. âyetinde Allah, İktidarı ele geçirirse-niz, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve akrabalık bağlarını kesecek misiniz? buyururken, erham kelimesini "akrabalık bağlan, sevgi bağlan" anlamında kullanmaktadır.

Demek ki Nisa sûresinin 1. âyetinde geçen erham kavramına, akra­balık haklan, akrabalık bağlan, sevgi bağları mânasını vermek mümkün­dür. Böylece Allah Nisa sûresine insan hakları, özellikle akrabalık hakla-nyla ve bu konular için bir açılımla başlamıştır.

İnsan haklan veya akrabalık hakları açısından aldığımızda erham kavramının içini Nisa sûresinin 36. âyetiyle doldurabiliriz:  Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşu­ya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, iyilik ediniz.

Yukanda sayılan gruplara iyilik yapmak, onların hakkı olduğu için, erham kelimesinin kapsamına girmektedirler.

Akrabalığın sevgi bağlan anlamına aldığımızda, "erham" kavramının içini Ra'd sûresinin 21. âyetiyle doldurmak mümkündür: Akıl sahibi düşünen insanlar Allah'ın bitişmesini emrettiği şey­leri bitiştirirler. Buradaki bitişmesini emrettiği şeylerin, akrabalığın sevgi bağlan olduğuna işaret vardır. Gönüllerin bitişmesi, gönüller arasında sevgi bağlarının tesis edilmesi ve bunun yapılabilmesi içinde sıla-i rahim yapmak gerekiyor. Hz. Peygamber "Sadakanın en üstünü, düşman olan akrabana verdiğindir" buyurmakta, başka bir hadisinde de sevabı en çabuk verilecek amelin akrabayı ziyaret olduğunu söylemektedir.

4.  Allah gözetleyicidir. Yüce Allah, Nisa sûresinin 1. âyetinde, iki defa Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olma, yani O'ndan sakınma emri­ni vermektedir. Bu emirlerin biricisini insanın yaratılışına, ikincisini de insanlann birbirlerinden bir şey isterken, Allah'ın adını anmalarına bağla­maktadır.

Takva konusunda verdiği bu emirlerden sonra akrabalık haklarını, bağlannı koruma kanununu gündeme getirmektedir. Takvanın, genel ve özel akraba haklarını koruma konusundaki emirleri tam anlamıyla yerine getirmenin yolu, insanın "Allah'ın gözetleyici olduğu" inancını taşıması­dır. Bu inanç kendiliğinden, ayrıca zorlayıcı bir tedbire gerek kalmadan sözü edilen emirleri yerine getirtecektir. İnsanın "Rabbim benim davra­nışlarımı, içimdeki niyetlerimi gözetliyor" inancını taşıması ve kendisini ona göre ayarlaması, takvayı yakalamasına, genel ve özel haklara riâyet etmesine de kolaylık sağlayacaktır.[2]

 

Yetim Hakkı:

 

2. Öksüzlere mallarını veriniz, temizi pis olanla değiştirmeyiniz, onların mallarını sizin mallarınıza ka­tarak (helâl, temiz malınızı kirletip) yemeyiniz; çünkü bu, büyük bir günahtır.

3.  Şayet öksüz   (kadınlarla evlendiğiniz takdirde on)lar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkar sanız, size helâl olan (başka) kadınlardan iki­şer, üçer, dörder alınız. O (kadi)nlar arasında da ada­leti sağlayamayacağınızdan korkarsanız bir tane alı­nız; yahut ellerinizin altında bulunan cariyelerle yeti­niniz. Cevr (ve haksızlık) etmemeniz için en uygun olan budur.

Yüce Allah bir önceki âyette akrabalık haklannı korumayı emreder­ken, bu âyette yetimlerin haklarının korunmasını istemektedir. Kur'an insan haklarında devrim yapıp Allah hakkı, anne baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, akraba hakkı ve kadın haklarının yanında bir de yetim hakkını gün­deme getirmiştir.

Müfessirlere göre Nisa sûresinin 2. âyeti, hem zengin hem de yetim hakkı yiyen Gatafan kabilesine mensup bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişi er­genlik çağma gelen yetim yeğeninin malını istemesine rağmen vermemiş­ti. Hz. Peygamber'e başvurdular. Âyet bu olay üzerine nazil olmuştur. Bu­nun üzerine amcası, "Allah'a ve Peygamber'e itaat ettik. Büyük günah işle­mekten Allah'a sığınırız" deyip malını ona teslim etmişti. Anlatılan bu olay doğru olsa bile, âyetin evrenselliğini ortadan kaldırmayacağını söylemek­te yarar vardır. Âyet kıyamete kadar, yetimler konusunda geçerli olan hükmü veya hükümleri ortaya koymaktadır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Ye­timlerin hakkı nasıl korunacaktır? [3]

 

1. Yetime Malını Vermek:

 

Yüce Allah bu ve benzeri âyetlerde kendisine miras kalan ve malı olan bir yetime nasıl davranılacağını hükme bağlamaktadır. Yanında yetim malı olan birinin çocuk bulûğ çağma ulaşınca, malım ona teslim etmesi Allah'ın emridir. Yüce Allah bu emre kendisinin uyduğunu da Kehf sûresinde açık­lamaktadır.

Hz. Musa Hızır aleyhisselâm ile yolculuğa çıkar. Hızır gemiyi batırır, bir çocuğu öldürür ve köyde yıkılmakta olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa'­nın bunların sebebini sorması üzerine her üç davranışın hikmetini anlatır

Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir hazine vardı; babaları ise iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki ço­cuk güçlü çağlarına erişsinler, rabbinden bir rahmet olarak hazinele­rini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım...   (Kehf 18/82).

Âyetten anlıyoruz ki Allah ledünnî ilme sahip olan kişiyi, yetim ço­cukların malını korumakla görevlendirmiş, bulûğ çağma erişince de onla­rın mallarına kavuşmaları amaçlanmıştır. Yetimin malını ona verebilmek

için öncelikle korumak gerekiyor. Bulûğ çağına kadar koruyup, sonra ona teslim etmek yetim hakkına riayet etmektir.

Yetime malını teslim ederken şahit tutmak da Allah'ın emridir: Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanla­rında şahit bulundurunuz (Nisa 4/6). Bu âyetle Allah, yetimin malını tes­lim etmeyi belli bir kurala bağlamıştır. Şahit kavramı malın teslim edilme­sinin yazıya bağlanması anlamına gelmektedir. Çünkü Bakara sûresinin 282. âyeti ticarî muamelelerde, özellikle borçlar hukukunda "yazma"yı ilke haline getirmektedir. Şahitlerin ölümü halinde muamelenin ispat edilebilmesi için yazılı bir belgenin olması şarttır.

Yetime malı verilirken onların denenmesi (Nisa 4/6); aklı olmayan­lara mallarının verilmemesi (Nisa 4/5) hükme bağlanmıştır. Denemek, şahit tutmak suretiyle malların yetimlere teslim edilmesi ekonomik haklarının korunması anlamına gelmektedir.

Yüce Allah âyetin başında olumlu bir emir, yani "Yetimlere mallarını veriniz" dedikten sonra "Temizi pis olanla değiştirmeyiniz" buyurmaktadır. Bunu Muhammed Esed, "kendi değersiz mallarınızı yetimlere ait güzel mal­larla değiştirmeyiniz" şeklinde yorumlamaktadır. Teiniz olan yetimin malı, ona verilmeyince yetimin hamisine pis olmaktadır. Böylece temiz, pis bir du­ruma gelmektedir. Yetimin malı, yetim bulûğa ulaşıncaya kadar yanında kaldığı insan için temizdir; yetim bulûğ çağına ulaştığında malını ona ver­memek onu kendisi için pis hale getirmektedir. Kendi malı temiz olduğu halde, yetimin malını ona katmakla onu kirletmektedir. Böylece temiz ola­nı pis olanla değiştirmiş olmaktadır.

Yüce Allah temiz ve pis kavramını haklar âlemine ve ekonomik de­ğerlere sokmuştur. Yetimin hakkını vermemekle insan ekonomik değerini kirletmektedir. Yetimin ekonomik hakkım çiğnemek, kendi ekonomik çev­resini kirletmektedir. Bu konuyu daha genişletirsek devleti idare edenler tüysüz yetimin hakkını düşünmezlerse toplumun ekonomik ilişkilerini kirlet­miş olurlar. Fertler kendi yakın çevrelerindeki yetimlerle ilgilenirken, devleti idare edenler bütün yetimlerin haklarını korumakla yükümlüdürler. Onun içindir ki Allah akraba haklarında, özellikle yetim akrabanın hakkım öne çı­kartmaktadır. Âyette yer alan temiz olanı kirletmek, sadece yetimin hakkım çiğnemek değil, haram lokmayı yemekle kendi karakterini de kirlet­mektedir. [4]

 

2. Yetim Malını Gözetmek:

 

Yüce Allah "Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yeme­yiniz" emrini vermektedir. Bu olumlu emirden sonra Allah, bunun tersi bir emirle yetimin malını kendi malına katmaktan da öte, yetimin malına yak­laşmayı bile yasaklamaktadır: "Bulûğ çağına erişmeden önce yetimin mal varlığına -onun iyiliği için olmadıkça- yaklaşmayınız" (En'âm 6/152).

Allah zinaya yaklaşılmamasını emrettiği gibi (İsrâ 4/32), yetimin malı­na da yaklaşılmamasını emretmektedir. Yetimin malına yaklaşılır ve onun malı başka mala katılarak yenirse ne olur? Yüce Allah Nisa sûresinin 2. âye­tinin son kısmında ve 10. âyette bunun cevabım vermektedir: Bu büyük günahtır. Bu fiilin büyük günahlar arasında sayılması dikkat çekicidir. Çünkü hûb kelimesini "suç" anlamına almak gerekir.

Yetim malı yemenin hem dünyevî hem de uhrevî boyutu vardır. Bu sebeple dünyevî boyutuna suç, uhrevî boyutuna da günah değerlendirmesi yapılır. Onun içindir ki Allah Nisa sûresinin 10. âyetinde, "Haksızlıkla ye­timlerin mallarım yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkmmış olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir" buyurmaktadır. Midelerini ateşle doldurmaları dünyevî ceza, ateşe atılmaları da âhiretteki ceza ol­maktadır. Dünyevî ceza suçun, uhrevî ceza da günahın karşılığı olmakta­dır. [5]

 

3. Yetime Adaletle Davranmak:

 

Yüce Allah Nisa sûresinin 3. âyetinde, "Eğer yetimlere adaletle dav-ranamamaktan korkuyorsanız" ifadesine yer vermektedir. Âl-i İmrân sûre­sinde Uhud Savaşı'ndaki yenilgide yetmişe yakın müslümanın şehid edildi­ğini söylemiştik. Yetmiş şehidin yetimlerinin sorunları Nisa sûresinde çö­zümlenmektedir.

Uhud Savaşı'nm geriye bıraktığı yetim meselesinde, yetimlerinin mal­larının yenmesi olduğu kadar, yetim kızlarla evlenip onlara haksızlık yapıl­ması davardı. Nisa sûresinin 3. âyetinde medenî hukuktaki durum açıklan­maktadır. Ancak yetim kızların toplumda önemli bir sorun haline geldiğini Nisa sûresinin 127. âyetinden anlıyoruz :

Onlar kadınlarla il­gili düzenlemeler konusunda kendilerini aydınlatmanı istiyorlar. De ki: Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi aydınlatmaktadır; nitekim onlarla evlenmek istediğinizden haklarını vermediğiniz yetim kızlarla kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı adaletli davranma yükümlü­lüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilâhî kelâmda (Allah'ın iradesi te­zahür etmiş)tir; ve ne iyilik yaparsanız unutmayınız ki Allah onu tama­mıyla bilir.

Râzî, Nisa sûresinin 3. âyetini tefsir ederken Urve'nin anlattığı bir olayı nakletmektedir. Hz. Âişe'ye "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getire­meyeceğinizden korkarsamz" âyetinin mânasının ne olduğu sorulunca şöyle dedi: Buradaki yetim kavramı, yetim kıza işaret etmektedir. O velisinin evinde bulunur, velisi onun malına ve güzelliğine kapılır. En düşük mehirle kendine nikahlamak ister. Yetimin arkasında kimsesi olmadığı için ona kötü bir şekilde davranır. Bunun için Allah, "Eğer nikahladığınız zaman yetim­lere zulmetmekten korkarsamz, onların dışında size helâl olan kadınlardan ni­kahlayınız" buyurmuştur. Ashabın Hz. Peygamber'den bu âyetle ilgili bir açıVAamsı istemesi ioaerine "Nisa smesimn Uhud Savaşı sonrasında yetim kalan kızlara haksız muamele yapıl­masını önlemek için bu âyet inmiştir. Nisa sûresinin 2. âyetinde yetimlerin mallarının yenemeyeceği, 3. âyetinde de evlenip belli bir müddet sonra dışarı atılarak onlara haksızlık yapılmasının yanlışlığı hükme bağlanmak-tadır. Üçüncü âyette dikkat çeken bir başka kavram daha vardır : Eğer korkarsamz ifadesi, korkunun hukukta yeri olduğuna işaret etmekte­dir.

fman, yetim kızlara haksızlık yapmaktan insanı alıkoymalıdır. Bu iman haksızlık yapacak olan kişide bir korku veya endişe uyandırmalıdır. Yetim kızla evlenip, malını aldıktan sonra onu dışarı atmak, ona âdil dav­ranmamak ve bu konuda onun koruyucusunun olmamasından istifade et­mek, insana bir ürperti vermelidir. Allah "ürperti varsa" uyarısıyla dikkat çekmektedir.

Nisa sûresinin 2. âyetinde yetimlerin haklan hakkındaki koruyucu tedbirden sakınan yetim velileri; yetim kızları yanlarına almaz oldular. Yüce Allah'ın yetim haklarına verdiği önem, onların velayetini üzerlerine al­maktan insanları kaçındırdı. Bunun üzerine, endişenin giderilmesi için 3. âyetteki açıklama yapılmıştır. Râzî âyetin yorumunda bu durumu günde­me getirmektedir.

"Yetimler hakkında adaleti yerine getirmemekten korkmak" ifade­sinde korkuyla adaletin bir araya gelmesi, adaletin temellerinde korkunun olduğuna bir işarettir. Yetim kızlarla evlenme konusunda adalet öncelikli değer olarak takdim edilmektedir. Adaletin çiğnenme korkusu âyetin deva­mındaki hükmü devreye sokmaktadır. [6]

 

4. Çok Evlilik (Poligami):

 

Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi çok eski bir gelenekti. Hz. İbrahim'in iki hanımı vardı, tshak'ın büyük oğlu Esav da birden fazla kadınla evliydi. Hz. Yâkub'un da birden çok eşi vardı.

Kur'an'ın geldiği Arap toplumunda çok kadınla evlenmek yaygın bir uygulama idi ve hatta sınır bile yoktu. Kur'an bu hususu en fazla dört eşle sınırlandırmıştır. Adalet ve psikolojik durumu göz önünde tutarak tercihini de "tek eş"ten yana kullanmıştır. Burada şöyle bir soru sormak zorundayız: Birden fazla kadınla evlenmek için şartlar neler olabilir? Çünkü birden fazla" hanımla evlenmek keyfîlikten çok zorunlu birtakım şartlara bağlıdır.

a) Savaş ve kadın nüfusun erkeklere nazaran artması. İslâm anlayışına göre savaşta kadın ve çocuğa dokunulmaz. Cephede erkekler savaşır. Bu sebeple savaşta erkek nüfusta azalma olur. Toplumlarda kadın nüfusun aşırı bir şekilde fazla olması, ahlâkî yapının bozulmasına sebep olabilir. Bu durumda bir erkeğin birden fazla hanımla evlenmesi gerekebilir.

b) Hastalık. İyileşmesi mümkün olmayan hastalığa yakalanan kadın cinsel ilişki bakımından kocasına cevap veremeyebilir. Böyle bir hanımı boşayıp başka bir kadınla evlenmesi vicdanî bir davranış olur mu? O ka­dını nikâhı altında tutup, tedavisiyle uğraşıp, başka bir kadınla evlenmesi daha doğru olmaz mı?

c) Kısırlık. Çocuğu olan erkek, çocuğu olma ihtimali olmayan bir ka­dınla evlenmesi durumunda ne yapılacaktır. Erkek, çocuk sahibi olmak istiyorsa bunu ne ile gerçekleştirecektir? Çünkü kendinden sonra neslini de­vam ettirecek çocuklar bırakmak bir erkeğin en doğal hakkıdır. Günümüz­de artık kadının kısırlığına, tüp bebek yoluyla çocuk edinmesi sağlanarak son verilebilmektedir. Ancak bu da sınırlı kalmaktadır.

d) Adalet. Nisa sûresinin 3. âyetinin birinci bölümünde yetim kızlara haksızlık yapılması ve adalet gösterilememesi yerine birden fazla eş almaya müsaade edildiğine şahit oluyoruz. Aslında yetim kızların haklarının çiğnen­memesi için böyle bir iznin verilmesi yetim haklarının ne kadar önemli ol­duğunu göstermektedir.

Allah, Eğer yetim-lere karşı adaletle davranamamaktan dolayı korkuyorsanız, o zaman size helâl olan (diğer) kadınlardan birisiyle evleniniz, (hatta) ikisi, üçü, dördü (ile) buyurmuştur. Âyetin bu bölümü çok evlilikten ziyade, yetim hakkını vurgulamakta ve öne çıkarmaktadır. Bir bakıma birden fazla ka­dınla evlenmenin ön şartını ortaya koymaktadır. Bu âyetin insanlığa ver­diği mesaj, kimsesiz kız çocuklarının cinsel bakımdan istismar edilmelerinin önlenmesidir. Çünkü onların bu konuda istismar edilmeleri meselesiyle bizzat Allah ilgilenmektedir.

Hz. Âişe buradaki "adalet" konusunu, yetim kızlarla evlenirken ye­terli mehir veremeyen veya mehir vermeye hazır olmayan velilerin duru­muna işaret ederek açıklar. Söz konusu, velilerin böyle bir adaletsizlikten kendilerini korumaları ve onların yerine başka kadınlarla evlenmeleridir. Hz. Âişe'nin açıklamasının doğruluğunu Nisa sûresinin 4. âyetinden anla­mak mümkündür. Çünkü bu âyet mehir verilmesini şart koşmaktadır. Mehrin bir kısmının bağışlanmasını ise kadının tercihine bırakmaktadır. 3. âyetin ikinci kısmında geçen v^ALtâbe kelimesi "helâl" anlamına gelmektedir. Çünkü Nisa sûresinin 23. âyetinde evlenilmesi haram olanlar sayılmakta­dır. Fakat bu kelime "hoşa gitmek" mânasını da ifade etmektedir. [7]

 

5. Adalet:

 

Yüce Allah bu âyette ikinci defa korku ve adaleti gündeme getirip hük­münü ona dayandırmaktadır: Şayet adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (tane ile); yahut sahip olduğunuzla (yetininiz). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur. Âyetin bu kısmında birden fazla kadınla evlenen kişiye, onlar arasında âdil davranmak şart koşulmaktadır. Yetimler için kist, nor­mal hanımlar için adi kavramı kullanılmaktadır. Kist, oran adaleti; adi de eşit davranmaktaki adalettir. Kıstta "hakkını vermek", adalette ise "eşit dav­ranmak" vardır.

Allah erkeğin eşler arasında sevgi ve ilgi bakımından eşit davrana-mayacağı gerçeğini gündeme getirmekte ve Nisa sûresinin 129. âyetinde buna açıklık getirmektedir: Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz, bari birine tamamen meyledip de diğerini askıya alınmış gibi bırakmayınız.

Bir erkeğin iki gönlü olmadığına göre birden fazla hanımını aynı derecede sevmesi ve ilgi göstermesi mümkün değildir. Bu eşit olmayan sevgi diğer konulara da sıçrarsa o zaman adaletsizlik baş gösterecektir. Adaletin çiğnendiği bir aile ortamının oluşmasından önce, fazla kadınla evlenecek olan erkek kendini yoklamalıdır. Eğer âdil davranma konusun­da endişesi varsa, Allah ona tek hanımla evlenmesini tavsiye etmektedir. Birden fazla hanımla evlendikten sonra böyle bir durum ortaya çıkmışsa, o zaman da Nisa sûresinin 129. âyeti ona, birine tamamen meyledip öte­kini ortada bırakmamasını emretmektedir. Âyetin bu kısmında adaletle korku arasında bir bağlantı kuran Allah, kulunun vicdanını öne çıkarmak­ta ve hükmü onun üzerine bina etmektedir. Yetimlere âdil davranamama korkusuyla, birden fazla eşe eşit davranamama korkusu, hükümlerin alt yapısını oluşturmaktadır.

Yetimlere âdil davranamama korkusu çok evliliğe; çok evlilikte eşit davranamama korkusu da, tek evliliğe doğru giden hükümleri verdirmek­tedir. Erkek kendi gönlündeki oluşuma göre, hükümler arasında seçim ya­pacak ve uygulayacaktır. Gönlündeki oluşumun adı da endişe veya korku­dur. Yetim veya normal statüde olan bir kadına haksızlık yapmak veya âdil davranamamak korkusunu bu kadar öne çıkaran Allah, yetim ve kadın haklarına ne kadar önem verdiğini göstermektedir.

Aile hayatında adalet, sevgi, alâka ve eşit davranma gibi önemli de­ğerlerin yaşatılıp yaşatılmaması çok önemsenmekte ve erkek bu değerlerin bekçisi olarak tayin edilmektedir. "Yahut sahip olduğunuzla yetininiz" ifadesi aslında "sağ ellerinizin sahip olduklanyla" anlamını içerir. Allah yo­lunda girişilen bir sevaşta alman esir kadınlardan biriyle evlenmeyi öngör­mektedir.

Hür hanımlarına âdil davranamayacağını bilen kişi onlardan biriyle yetinmelidir. Nisa sûresinin 25. âyeti buna işaret etmektedir:  her kim içinde bulunduğu şartlardan dolayı hür bir mümin kadınla evlenecek durumda değilse onu, meşru şekilde sahip olduğunuz, mümin bakirelerden biri (ile evlendiriniz). Allah, imanınızla ilgili her şeyi bilir.

Allah Nisa sûresinin 3. âyetinde korkuyu, Nisa sûresinin 25. âyetin­de imanı gündeme getirerek yetim, esir ve hür kadınların haklarını koru­maktadır. Korkuyla iman gönülde yan yana yaşayan, aralarında alışveriş olan ve geçiş kanalları bulunan iki önemli unsurdur.

Bu ilişkiden hareket edersek, hür ve esir hanımlarına âdil davran­mayı Allah imanla ilişkilendirerek; bir taraftan aile hayatında imanın öne­mini vurgulamak; diğer taraftan da kadın haklarını imanın bir parçası hali­ne getirmektedir. İster iman isterse korku olsun Allah gönlü eşler arasın­da merkezî bir konuma yerleştirmekte ve hakları ona bağlamaktadır.

Ayetin son bölümünde sunduğu tercih ve bu tercihi bağladığı hü­küm hakkında Allah: "Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır" buyurmaktadır. Bu bölümde yüce Allah'ın, "en yakın" mânasını ifade eden j jfednâ kelimesini kullanması manidardan Erkek-kadın ilişkilerinde tam anlamıyla adaleti gerçekleştirmenin zor olduğu, bu yüzden tama en yakın olanın gerçekleştirilmesini öngörmektedir. "En yakın" demek "tam yakın" olamaz demektir. Evlilik olayında beşerî iradenin bulunmasından dolayı hedefi tutturmanın zor olacağına işaret edilerek en yakın olanın hedeflen­mesine dikkat çekilmektedir.

İşlerin uygun, âdil ve doğru olanını tutturma ihtimalinin bulunmadı­ğı şart, ortam ve durumlarda en yakın, en uygun ve en âdil olanını tuttur­ma çabasını göstermenin önemli olacağının eğitimini de vermektedir. Tam olana en yakın olanı bulmak doğru bir çaba olacaktır. [8]

 

Mehir:

 

4. Kadınlara mehirlerini hiçbir karşılık beklemeden ve­riniz;, ama eğer onlar,, kendi nzâlanyla bir kısmını size bıra­kırlarsa ondan hosnutiuk. ye gönül rahatlığıyla faydalanınız.

Bu âyet kız veya kadınların başlık parasıyla eşya gibi satılmalarını önlüyor, yerine evlenen kadına verilmek üzere mehir sistemini koyuyor. Evlenmekte olan yetim kız ise, mehir kendisine verilir, velisine verilmez. Ev­lenen hür kadın ise de yine mehir kendisine verilir, başlık parası olarak ana-babasına verilmez.

Başlık parası toplumda evlilikleri zorlaştırmayacak bir tarzda kültür içinde bir gelenek halini almışsa bunun İslâm'la bir alâkasının olmadığı bilinmelidir. Başlık parası bir gelenektir ama dinî bir müessese değildir; ama mehir dinî bir hükümdür. Bu âyet mehir müessesesini hukuka bağla­mış ve zorunlu bir hale getirmiştir. İşte bu hüküm medenî hukukta önemli bir ilke olmuştur. Bu noktada "Neden erkek mehir veriyor da kadın ver­miyor" sorusu sorulabilir.

Ayrılık anında da mehir, kadın için ekonomik bir garanti olabilir. Ka­dının iş hayatına atılmadığı ve işsizlik sigortasının bulunmadığı toplum­larda, mehir müessesesinin faydasının büyük olacağı bir gerçektir. Âyetin analizi yapılacak olursa iki bölümde incelemekte yarar vardır: [9]

 

1. Mehrin Hükmü:

 

Nisa sûresinin 4. âyetinde geçen sadükât "mehirler" anlamını ifade etmektedir. "Kadınlara mehirlerini veriniz" emri kocalara aittir. Âyetin bu kısmında bir de nıhle kelimesi yer almaktadır. Bu kelime­nin âyete neler kattığı veya mehrin ne olduğu konusuna açıklık getirdiği meselesinde bilginler farklı açıklamalar yapmışlardır. Râzî bu açıklamala­rın bir kısmını Zemahşerî'den alarak aşağıdaki şekilde nakletmektedir :

a) İbn Abbas, Katâde, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd" farz kılınmış bir hak olarak" mânalandırıp kelimeye "farz" anlamını yüklemektedirler. Onlara göre mhle "din, inanç, hukuk, yol" mânalarına da gelmektedir. Buradan hareket edince, "Onlara mehirlerini veriniz. Çünkü bu, bir nıhledir, yani bir din, bir hak ve bir yoldur" yorumunu yapmaktadırlar. Din, hak ve yol olan şey de farzdır.

b) Kelbî, nıhle kelimesini "bağış ve hibe" olarak mânalandırmakta-dır. Nıhle "kocanın yaptığı bağış" a denmektedir. Bu mânadan hareket etti­ğimizde nıhlenin farz değil bir bağış olduğu fikrine varmak mümkündür.

c) Ebû Ubeyde'nin fikrini nakleden Zemahşerî ve Râzî, nıhlenin "gö­nül hoşluğu ile" anlamına geldiğini nakletmektedir. Bu anlam, mehrin gö­nül hoşluğu ile verilmesini, bu konuda zorlama ve pazarlık yapılmamasını işaret etmektedir.

Bize göre İbn Abbas'la Ebû Ubeyde'nin görüşlerini birleştirerek çı­kacak olan mâna en doğru olacaktır. Buna göre mehir, Allah'ın gönül hoş­luğu ile verilmesini emrettiği bir farzdır. [10]

 

2. Kadın ve Fedakârlık:

 

Nisa sûresinin 4. âyetinde Allah, kadına ait mehrin bir kısmından fedakârlık yapabileceğini gündeme getirmektedir. Yüce Allah fedakârlığı kadına bağlayarak, kocanın bunda bir dahlinin olamayacağını da belirte­rek "Eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyiniz." buyurmaktadır.

a) Yüce Allah, kadının "gönül hoşluğu" üzerine hükmünü vermekte­dir. Âyetin son kısmında yer alan onu yeyiniz emri, tamamen kadının mehrinden bir kısmını gönül hoşluğu ile bağışlamasının üzerine oturmakta­dır. Gönül hoşluğu ile bağışlama olmazsa Allah bu emrini geri çekmekte­dir. Bunun anlamı, kulunun gönlündeki oluşumu dikkate olarak Allah'ın hüküm koymasıdır.

Devlet adamlarının da kanun yaparken halkın gönlündeki oluşumu dikkate almaları gerekir. Bir işin halka dayatılarak değil, onların gönül hoşluğu, yani rey ve istekleri dorultusunda yapılması hükme bağlanmaktadır. Halkın menfaati-ne olan bir konuda doğrudan hüküm verilebilir, ama hak­kından fedakârlık konusunda halkın isteği, gönül hoşluğu ve görüşü "ol­mazsa olmaz"ı teşkil etmektedir. Yüce Allah bu âyetteki emir sisteminde insanlara hüküm verme siyasetini ve kanun koyma politikasını öğretmek­tedir.

b) Yüce Allah kadının hakkı olan mehri, erkeğin ödemesini zorunlu kılmaktadır. Başka bir ifade ile kadının hakkını garanti altına almaktadır. İnsanlığın yarısını teşkil eden kadının hakkını erkeklere karşı korumakta­dır. Mehir hakkı, hukukî bir oluşum olmakla beraber, ilâhî emir olduğun­dan farz, riayet edilmediğinde günah hüviyetini kazanmaktadır.

c) Yüce Allah mehrin verilmesini farz kıldığı halde, bu farzı yerine getirme fedakârlığını insanın gönlüne bağlamaktadır. Mehrin azaltılması, yani ondan fedakârlık yapılmasını kadının gönlüne bağlamakla, kulunun gönlüne ne kadar önem verdiğine işaret etmektedir. Kadının gönlü, koca­nın yemesindeki eyleme dönüşmektedir. Demek ki haktan fedakârlık hak sahibine aittir. [11]

 

Malın Korunması:

 

5. Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyiniz; o mallarla onları besleyiniz, giydiri­niz ve onlara güzel söz söyleyiniz.

Bu âyeti açıklayabilmek için önceki âyetlerle bağlantısını kurmak gerekiyor. 2. âyette "yetimlere mallarını"; 4. âyette de "kadınlara mehirle-rini veriniz" dendiği halde burada "aklı ermezlere mal verilmesi" yasak­lanmaktadır. Yetimlere malları, kadınlara mehirleri verilecektir ama, "Bunların aklı ermiyorsa ne yapılacaktır?" sorusunu Allah bu âyetle ce­vaplandırmaktadır:

1. "Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı aklı ermezlere vermeyiniz." Buradaki eksen kavram sefih kelimesidir. Sefih "muhakeme yeteneği zayıf; akla veya dine aykın hareketlerde bulunan; ahmak veya günah işleyen kimse" anlamına gelmektedir. Zemahşerî "malını israf eden", İbn Abbas "cahil", Râzî "malı muhafaza edecek kadar aklı ve izanı olmayan" herkes diye tarif ediyor. Bu anlamdan hareket edersek çocuk, yetişkin, kadın ve yetimler bunun kapsamına girmektedir.

Yüce Allah malını koruyacak kadar muhakeme yeteneği olmayan insanların olabileceğine işaret ederken onların bu durumu üzerinde de hü­küm koymaktadır. Çünkü bu tip insanlar bağımsız olarak ekonomik faali­yetlerde bulunamazlar ve sahip oldukları ekonomik değerleri de ellerinden kı­sa zamanda çıkarabilirler. Allah hüküm koyarken kullarının durumunu dik­kate almakta; istisnaî durum ve insanları göz önünde bulundurmaktadır. Bunları tesbit ederken insanın aklını kullanıp kullanamamasını da ölçü ola­rak tesbit etmektedir.

Demek ki "malı vermekle", mehri vermek ve malı vermemek ara­sındaki ayırımı belirleyen insanın aklını kullanmasındaki yeteneğidir. Ak­lını kullanarak malını muhafaza edebilecek seviyede olmayana mal teslim edilemez.

2. "Mallarla onları besleyiniz ve giydiriniz." Bu tip insanların geçi­mini temin etmek için infakta bulunulabilir. Meselâ alkol bağımlısı bir in­sana para olarak infak etmektense, evine yiyecek ve giyecek almak daha doğrudur.

Yine ergenlik çağına erişmemiş çocuk ve yetime para vermektense, geçimlerini tedarik edecek şeyleri tedarik etmek daha doğrudur. Parayı kullanıp kendi geçimini temin edemeyecek yaşlılara da aynı şekilde mua­melede bulunmak gerekir. Barınma, beslenme ve giyim bu tip insanların sorununu çözmektedir.

Toplumlarda sefih denen bir grubun olabileceği gerçeğine dikkat çe­ken Allah, bunların geçimini yine toplumun aklı başında olan, malını akılhca kullanıp para kazanabildi insanların üzerine yüklemektedir. Akıl ni-metiyle ekonomik nimete sahip olan ve bu iki değeri bir araya getirebilen insanlar bu sorumluluğu üzerlerine almakta seçenek sahibi değillerdir, tam tersine bunun Allah tarafından konmuş bir farz olduğunu bilmelidir­ler.

3. "Ve onlara güzel söz söyleyiniz." Besleme ve giydirmeden sonra güzel söz söylenmesinin ne anlama geldiği konusunda müfessirlerin yap­tığı açıklamaları Râzî sıralamaktadır. Bu açıklamalardan sadece KaffaTin görüşünü nakletmeyi uygun buluyoruz.

Kendisine teslim edilen çocuk ise, velinin ona, malın onun kendi malı olduğunu, kendisinin o malın sadece bekçiliğini yaptığını, çocukluk devresi bitince, malını ona vereceğini anlatmasıdır. Bunu bir benzeri de şu âyettedir: Öyleyse yetimi sakın ezme (Duhâ 93/9); '' Eğer rabbinden umduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakmıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle (İsrâ 17/28).

Kaffâl ergenlik çağına ermemiş yetimi dikkate alarak bu açıklamayı yapmıştır. Bize göre kimsesiz ihtiyar, aklı noksan fakir, malını kullanıp ti­caret yapamayacak kadar muhakemesi düşük insanları besleyip giydirir­ken yapılan bu yardımın başa kakılmaması, onların bu noksanlıklarını yüz­lerine vurulmaması, onların itilip kakılmaması ve kinci sözler kullanılma­yıp gönül alıcı sözlerin söylenmesidir.

İnfak olarak besleme ve giydirme, gönül alıcı ve tatlı sözlerle bir arada olunca seviyeli bir amel olma vasfım kazanmaktadır. Yapılan infakın seva­bından önce Allah Duhâ sûresinin 9. âyetinde "yetimi itme" dedikten sonra diğer âyette de, infak edilenin gönlünü kıracak .bir hareket olan başa kakma ihtimaline karşı da sadece "tatlı söz söylenmesini" emretmektedir.

Kur'an, getirdiği, toplumsal hayatta malını kullanacak kadar muha­kemeye sahip olamayan insanların beslenmesini, giydirilmesini ve onlara tatlı söz söylenmesini hükme bağlarken; imkânsızlığın doğurduğu iniltilerin du­yulmasını istemektedir. [12]

 

Yetim Malıyla İlgili Hükümler:

 

6. Yetimleri evlenecekleri yaşa gelinceye kadar dene­yiniz, sonra aklen olgunlaştıklarını tesbit ederseniz, malları­nı onlara iade ediniz. (Sakın) onlar büyümeden Önce, acele ile ve müsrifçe harcayarak mallarını tüketmeyiniz. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da.

Nisa sûresinin 2. âyetinden 6. âyetine kadar yetimin ekonomik hak­lan düzenlenmekte ve bu hakların korunmasıyla ilgili hükümler ortaya ko­nulmaktadır. Şimdi bu âyetin diğerleriyle olan bağlantısını da gözönüne ala­rak yorumunu yapmaya çalışalım.[13]

 

1. Yetim ve Ergenlik Çağı:

 

6. âyetin ilk bölümünde Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri deneyiniz denmektedir. Niçin denenmesi gerektiği soru­sunun cevabını 2 ve 5. âyetlerdeki hükümlerle cevaplandırmak lâzımdır. Allah 2. âyette, yetimlere mallarını veriniz buyururken, 5. âyette "malını koruma bakımından muhakemesi gelişmemiş olana malın verilemeyeceğine" dikkati çekmişti. Bu iki âyetten şu netice çıkmıştı: Ma­lını koruyamayacak yaşta olan ve muhakemesi müsait olmayan yetimlere mallarını vermek doğru değildir. Hatta onlara mal verme yerine onları ye­dirip giydirmek daha doğru bir hareket olur.

Onların bu durumda olup olmadıklarının denenmesi zorunluluğunu getiren Allah, yetim haklarının çiğnenmemesi için en ince ayrıntıları bile dışarıda bırakmamaktadır. Deneme süresinin evlenme çağı­na kadar, yani "ergenlik çağına kadar" tesbit edildiğini görüyoruz. Nikâh çakına ermenin anlamı Nûr sûresinin 59. âyetiyle verilebilir: Sizden olan çocuklar ergenlik çağına ulaştığı zaman ifadesi etene­me döneminin ergenlik çağı ile bittiğine işaret etmektedir.

Demek ki hem ergenlik hem de muhakeme yönünden denenmelerini öngörmektedir. Çocuk ergenlik çağına ermiş olabilir ama, muhakemesi malı korumak için yeterli olmayabilir. Onun için 2 ve 5. âyetlerin göz önünde tutulmasında yarar vardır. Hak sahibi hakkını doğru kullanamayacaksa veli bu koruma görevine devam edecektir. Böylece Allah modern hukuka çok önemli bir ilke kazandırmaktadır. [14]

 

2. Ekonomik Hak:

 

Âyetin ikinci bölümü denemeler neticesinde değerlendirme, yetim ço­cuk adına lehte sonuçlanırsa malın ödeneceğini emretmektedir: Eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz he­men mallarını kendilerine veriniz. Âyetin bu kısmında açıklanması gere­ken iki kavram vardır. Eğer onlarda görürseniz ifadesinin kö­kü inastır. İnas "anlamak, görmek" mânasına gelmektedir. Görüp anlamak gibi iki eylemin anlamını taşımaktadır.

Yalın bir şekilde gözle görmeyi ifade eden bu kelimeyi Kasas sûre­sinin 29. âyetine göre Hz. Musa kullanmıştır. Tur dağı tarafında bir ateş gördü. Bu âyetteki görme eylemi, madde ile alâkalı ol­duğu halde, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette ise davranışlardan ha­reketle insanın akıl ve muhakeme gücünü görüp anlama ile alâkalıdır. Ye­tim hakkında yapılacak olan değerlendirme de, psikolojik kabiliyetlerini kul­lanıp kullanamamasını görüp anlamaktır.

Bize göre bu görme işini yetimi yanında büyüten kimse yapabilece­ği gibi, şartlara göre hâkim de yapabilir. Yetimin malını yanında tutan in­san değerlendirmesinde hata yapabilir; o takdirde devreye hâkim girecek ve değerlendirmeyi o yapacaktır. O zaman da âyetin bu kısmı, hâkimi mu­hatap almış olacaktır.

Rüşd kavramına çeşitli mânalar verilmektedir. Reşede kalıbından alınınca "doğru yol üzerinde olmak, doğru yönü takip etmek, iyi yön­lendirilmiş olmak, yoldan çıkmamak, doğru inanca sahip olmak, gerçek mümin olmak, ince sezişli olmak, olgun olmak, doğru yola irşad etmek, yönlendirmek" mânalarına gelmektedir. Rüşd kalıbından alınınca, "bir kim­senin davranışlarının bütünlüğü; mükemmel ve mâkul davranış, akıl, bi­linç, zihin olgunluğu" anlamını ifade etmektedir.

Rüşd kelimesi Bakara sûresinin 186. âyetinde geniş bir şekilde açıklanmıştır. Râzî'nin nakline göre "iyiyi elde etmek"tir; "doğru yolda olmak; iyi olanı gözetmek" mânalarına gelmektedir. Bakara sûresinin 256. âyetinde rüşd, gayy kelimesinin zıddı olarak verilmektedir. Bu âyette gayy "yanlış, bâtıl, kötü" olarak takdim edildiğine göre rüşd "doğru, hak, iyi" mânasına gelmektedir. Lût peygamber, Hûd sûresinin 78. âyetinde "aklı başında" anlamında ifade etmektedir.

Nisa sûresinin 6. âyetindeki anlamı bir taraftan ergenlik, diğer taraf­tan da 5. âyette geçen sefih kelimesinin zıddı olan "muhakemesi yerinde" mânası taşır. S. âyetteki sefih kelimesi, malım kullanıp koruyabilecek mu­hakemeye sahip olmama halini ifade ederken, buradaki rüşd onun tam tersi anlam olan, malını kullanıp koruma yeteneğine işaret etmektedir. Âyetlerdeki konu ekonomik hakkın verilmesi olduğuna göre, ekonomik değerin kıymetini bilmeyi, menfaatinin nerede olduğunun farkında olmayı ve onu takip etmeyi sağlayacak olan zihin olgunluğudur.

Görüldüğü gibi âyetin buraya kadar olan iki kısmından çok önemli hukukî bir oluşum meydana gelmektedir. Deneme, görüp anlama ve zihin olgunluğu, hakkın birinden alınıp hak sahibine verilmesinin tabanını teş­kil etmektedir. Yetim, kendi ekonomik hakkını başkasından alabilmesi ve­ya hakkının ona verilebilmesi için hukuken bir denemeden geçirilmeli, gözlemlenmeli ve onda bir zihin olgunluğu veya malını kullanacak kadar muhakeme farkedildiği zaman hakkı teslim edilmelidir. Yüce Allah yetimi hakkını alma hareketiyle karşı karşıya getirmeden önce, hakkın ona verilmesini öngörmektedir.

Bedenî büyümeye paralel olarak psikolojik gelişmenin gerçekleş­mesinin tesbiti aklın kullanımıyla belirlenmektedir. Demek ki hukukun temelinde gelişim psikolojisi ile aklın kullanımı yatmaktadır. Allah hukuk ile biyoloji ve sosyoloji kanunları arasındaki sıkı bağı bu âyette gündeme getirmektedir.

Rüşd denen "aklını ekonomik menfaatler için kullanabilme yaşı"nın ne olduğu konusuna İmâm-ı Âzam yirmi beş yaş cevabını vermektedir. Bunun anlamı ekonomik ilişkilerde hukuk yaşının yirmi beş olarak tesbit edilmesi demektir. O zaman İmâm-ı Âzam'ın bu görüşünü Ebû Bekir er-Râzî savunurken, başkaları tenkit etmektedir. Fahruddin er-Râzî bu görüş­leri bize aktarırken, önceleri muhakemesi yerinde olduğu halde sonradan sefih durumuna düşen, yani muhakemesini kaybeden insanın elinden malında tasarrufta bulunma yetkisi (hacr) alınır diyen İmam Şafiî'nin gö­rüşünü de nakletmektedir. [15]

 

3. Yetimin Malını Teslim Etmeden önceki Durum:

 

Yetim çocuğun rüşd denen aklî muhakemesini ekonomik ilişkilerde kullanma çağına gelmesine kadar velinin veya vasînin ne yapması gerekti­ği konusunu Allah geniş bir şekilde açıklamaktadır:

a) Büyüyecekler (de geri alacaklar) diye o malları israf edip tez elden yemeyiniz. Veli veya vasî, Allah'ın bu emrini yerine getirmek zorundadır. 2. âyette geçen, "temizi pis ile değişmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz" yasağı bu yasakla örtüşmektedir. 2. âyetin sonunda yer alan "çünkü bu, büyük bir günahtır" ifadesi, yetimin malını haksız yere yiyenin sadece bu dünyasını değil âhi-retini de kirletmekte olduğuna dikkat çekmektedir. Yetim büyür de malla­rını elimden alır niyetiyle o mallan israf ederek, çarçabuk yeme olayını gündeme getiren Allah, yetimin ekonomik hakkını korumaya ne kadar itina gösterdiğini ispat etmektedir.

b) Zengin olan veli veya vasî tamamen sakın­sın, yani kendi malıyla yetinerek, yetimin malına dokunmasın. Âyetin bu kısmında çok hassas bir kelime kullanılarak emir verilmektedir. Bu kelime J^ûlIiSife'l-yesta'fiftir. Bunun anlamı "iffetli olmaya çahşmız"dır. Bu ke­lime ile verilen emir Nûr sûresinin 33. âyetinde cinsel ahlâkla ilgili olarak verilmektedir. Orada evlenme imkânı bulamayan gençlerin iffetli kalması­nı emrederken; yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyette ekonomik ahlâk bakımından yetimin malına dokunmamaya da iffetli kalma emrini ve­rmektedir. Demek ki, bir cinsel ahlâk bakımından iffet, bir de ekonomik ahlâk bakımından iffetin olduğu Kur'an tarafından gündeme getirilmek­tedir. Yetim hakkı yiyen insanla nikâhsız cinsel ilişkide bulunan insan na­mus bakımından aynı günahı işlemektedirler.

c) Fakir olan da (ihtiyaç ve emeğine) uygun ola­rak yesin! Veli veya vasî ekonomik açıdan geçimini kendi imkânlarıyla temin edemiyor ve ihtiyaç sahibi durumunda ise, âyetin ifadesiyle "mâruf bir şe­kilde yetimin malından yiyebilir. Âyette geçen mâruf kelimesini müfessir-ler, meşruluk sınırında kalma, yani yetimin malını koruma ve onun için sar-fettiği emek ve zorunlu ihtiyacı kadar harcaması mânasına almaktadırlar.

Demek ki zengin kişi yetimin malını korumak ve kullanarak kazanç temin etmek için sarfettiği emeğin karşılığını almazken, fakir olan veli ve­ya vasinin sarfettiği emeğin karşılığını ihtiyacı nisbetinde alabilmesine mü­saade edilmektedir. Demek ki yetimin malından istifade etmenin meşrulu­ğu, veli veya vasinin içinde bulunduğu ekonomik şartlara bağlanmakta ve bu şartların hukukun temelini oluşturduğuna işaret edilmektedir.

Yüce Allah veli veya vasiye, yetime malını teslim ederken şahit tut­masını emretmektedir. Râzî şahit tutmanın önemini şu şekilde açıklamak­tadır: a) Veli veya vasî yetimin malının bir kısmının kendisine ait olduğu­nu söyleme cesaretini bulamaz, b) Bir zaman sonra yetim, malının kendi­sine verilmediğini iddia etme imkânına sahip olmaz, c) Şahitlik müessese­si veli veya vasinin temiz ve dürüst olduğunu gösterir. Vasî veya veli ken­dinden emin olabilir ama, yetim açısından ileride bir problemin çıkmama­sı için malın tesliminde kayıt tutulup şahitlere imzalatılması zorunludur. [16]

 

4. Hukuk ve İman:

 

Yüce Allah, hesap sorucu olarak Allah yeter ifade­siyle insanların hukuku çiğneyebileceğine, hukukun ulaşamadığı yerlerde hukuksuz işler yapabileceklerine işaret etmektedir. Bu durumlarda insanı haram yemekten, hakları çiğnemekten ve yanlış iş yapmaktan alıkoyacak olan gücün iman olduğuna işaret ederek hukukla iman arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir.

İman hukuka işlerlik kazandırmakta, çiğnenmesini önlemekte ve ayakta kalmasını temin etmektedir. "Rabbim beni görüyor, amellerimi değerlendiriyor ve beni hesaba çekecektir" şeklindeki vasî ve velinin imanı, pek çok haksızlığı ve zulmü önlemek için yeterli olacaktır. Nisa sûresinin 2. âyetinden 6. âyetine kadar verilen emir ve konulan yasakların göz ardı edilmesi ve bu sebeple yetimin hakkının yenme ihtimalinin olması, en son çare olarak devreye imanı sokmaktadır.

Nisa sûresinin 2-6. âyetleri Câhiliye döneminin örf ve âdetlerinde, yani aşiret toplumunda yer almayan malı olan yetimin ekonomik hakla­rının korunması meselesinde bir devrim yaparak, insan hakları listesine yetim haklarını da sokmuştur. Yetim hakkı o kadar önemlidir ki, onu çiğ­nememek için gerekirse tek evlilikten çok evliliğe geçilebileceğine ruhsat verilmektedir (Nisa 4/4).

Yetim malına dokunmanın bir ahlâkî kirlilik ve büyük bir günah ol­duğu belirtilerek ona dokunmamanın da ekonomik iffet olduğuna dikkat çekilmektedir. Yetimin muhakeme sahibi olup olmamasına göre malma yak­laşılabileceğini hükme bağlayan bu âyetler, şahitlik müessesesinin önemi­ni de vurgulamaktadır. Muhakemesi yerinde olmayan yetimlerin beslen­mesi, giydirilmesi ve onlara tatlı söz söylenmesine kadar ayrıntıya inen bu âyetler, insan olmanın onurunu korumayı da haklar âlemine sokmuştur. [17]

 

Miras Hakkı:

 

7. Ebeveynin akrabanın geride bıraktıklarından errı kekler bir pay alacaklardır. Ebeveynin ye akrabanın bıraktır gind», ister az ister çok olsun, kadınlarında bir payı olacak­tır. (Allah tarafından) tayin ediljmiş bir paydır bul

Yüce Allah Nisa sûresinde yetim hakkından sonra miras hukukunu devreye sokarak miras hakkı konusunda çok önemli bir yenilik yapmaktadır. Mızraklarıyla vuruşmayan, yurdunu müdafa edemeyen ve ganimet el­de edemeyen kimseler vâris olamaz zihniyetinde olan Câhiliye döneminin anlayışını yıkarak kadın ve çocuklara miras hakkını getirmekle hukukta radikal bir değişim meydana getirmiştir.

Miras hukukunu temelinden değiştiren yukarıdaki âyetin iniş sebe­bini İbn Abbas şöyle anlatmaktadır: Evs İbn Sabit el-Ensârî, geriye bir ha­nım ve üç kız bırakarak vefat etmişti. Vasileri olan amcaoğullarından Sü-veyd ve Arfece isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bu­nun üzerine Evs'in hanımı Hz. Peygamber'e gelip durumu anlattı ve bu adamların kendine ve kızlarına hiç mal vermediklerini söyledi. Hz. Pey­gamber, "Haydi git, ben Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım!" diyerek kadını gönderdi. Bunun üzerine Nisa sûresinin 7. âyeti indi. Hz. Peygamber vasî olanlara haber göndererek Evs'in mallarına do­kunmamalarını emretti. Ardından da Nisa sûresinin 11-12. âyetleri nazil oldu.

Âyet kadın hakları arasına miras hakkını da koymakta, onun da ebe­veyn ve akrabanın mirasında bir payı olduğunu tescil etmektedir. Câhiliye toplumunda kadının miras hakkı olmamasının yarattığı zulüm ortamını Allah bu ve benzeri mirasla ilgili âyetlerle çözüme kavuşturmaktadır. Al­lah'ın müdahalesi olmadan insanlar bu hakkı teslim edecek olgunluğu gös­teremediler.

Allah bu hukuk değişimini yaparken öncelikle mirasın az veya çok­luğunu değil, kadına miras hakkı tanınmasının önemini vurgulamaktadır. Erkeğe bir pay, kadına da bir pay diyerek miras hakkında onları eşitle­mektedir. Bu durum kadının ekonomik bağımsızlığına atılan ilk adımlar­dan biri olmuştur. Günümüzde modern hukukun da aynı yolu takip ettiği­ne şahit oluyoruz. Kadın haklarında önemli bir dönüm noktası olan miras hakkının tanınması, erkeğin kadına bakış açısını da değiştirmiştir. Âyette geçen az veya çok ifadesinin kadının mirastaki hakkının, o mirasa sarfet-tiği emeğe göre ayarlanması anlamına alınabileceği gibi, mirasın az veya çok olmasına da işaret etmiş olabilir. Mirasın az veya çok olması önemli değil önemli olan kadının payını almasıdır.

Âyetin sonunda yer alan "farz kılınmış bir paydır bu" ifadesi, kadın ve erkeğin mirastan birer pay almalarını Allah zorunlu kılmıştır. Bu hakkın kesinleşmiş, uyulması mecburi ve asla ihmal edilemeyecek bir öneme sahip olduğunu vurgulamaktadır. Demek kadın, sadece ebeveyninden ka­lan mirastan değil, aynı zamanda yakın akrabaların bıraktığı mirastan da pay almaktadır. Bu konuda da erkeğe eşitlenmektedir. Bu ve daha sonraki âyetlerin, miras hukukuna kadını ilâve etmekle ekonomik haklarda devrim yaptığını söyleyebiliriz. [18]

 

Miras Taksimi ve Başkaları:

 

8. (Mirastan payı olmayan) yakınlar, yetimler ve yoksullar miras taksiminde hazır bulunursa, bundan onları da nzıklandınnız ve onlara güzel söz söyleyiniz.

Âyeti maddeler halinde şu şekilde tahlil edebiliriz :

a) Ölen insanın bıraktığı miras taksim edilirken; bir kısmının infak edilebileceğine işaret etmektedir. İnfakın gelişigüzel yapılamayacağına dik­kat çekilirken, kimlere yapılabileceği de sıralanmaktadır. Yakınlar, yetimler ve yoksullar paylaşılan mirastan infak paylarını almalıdırlar.

b) Bu grup insanlar orada hazır bulunuyorlarsa, istifade edecekler­dir. Hazır bulunmayanlara vermek zorunluluğu yoktur. Çünkü âyet "miras taksiminde hazır bulunurlarsa" şartını koymaktadır.

c) Sûrenin 7. âyeti Câhiliye devrinde kadının mirastan pay almaya­cağı âdetini yıkıp kadına miras hakkı tanırken, 8. âyet de mirasın toplu­mun diğer kesimlerine yayılmasını şart koşarak sosyal devlet olmanın önemini vurgulamaktadır.

d) Ölen kişinin mirasına konanların o servette emekleri yoksa, top­lumun kıskançlığını çekme ihtimalini ortadan kaldırmak için toplumun di­ğer katmanlarının istifadesine sunulmasını öngörmüş olabilir.

e)  8. âyetin sonu 5. âyetin sonu gibi bitmektedir. 5. âyette malın teslim edilemeyeceği kadar muhakemesi düşük insanlara, beslenip giydi­rildikten sonra iyi söz söylenmesi emredilmişti. 8. âyetin sonunda da ya­kınlar, yetimler ve yoksullar infak yoluyla mirastan istifade ettirildikten sonra, tatlı söz söylenmesi şart koşulmaktadır. İnfaktan sonra tatlı söz söylemenin şart koşulmasının sebebi ne olabilir? Amaç herhalde infak yardımı alanla, yardımı yapan arasında bir psikolojik gerilim alanının meydana getirilmemesidir ki bu, yardım yapanın yardım alana tepeden bakmaması ve onu küçük görmemesi bakımından çok önemlidir. Karşı­lıksız yardım alanlar yardım yapana karşı eziklik hissedebilirler, bu ezik­liğin giderilmesini tatlı sözlerle temin etmek mümkündür.

f) Mirastan infak yoluyla yardım alacakların yakından uzağa doğru uygulanma metodunu da vermektedir. Akraba, yetim ve yoksul kesim­lerinin bu şekilde sıralanması manidardır. Bunların hepsi orada bulunaca­ğı gibi, bulunamayacağı anlar da olabilir. Akraba bulunur, yetim ve yok­sullar bulunamaz, ya da yetim ve yoksullar bulunabilir, akrabalar bulun­maz. Önemli olan bunların paylarını tatlı sözlerle beraber almalarıdır. [19]

 

Yetimi Kendi Çocuğu Gibi Düşünmek:

 

9. Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdir­de (halleri nice olur) diye korkanlar (yetimlerin hakkına do­kunmaktan) çekinsinler. Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler.

9. âyetin yorumu hakkında Râzî dört ayrı görüş nakletmektedir. Bu görüşlerden dördüncüsü, "Ölümünden sonra çocukları için endişelenen kimse, himayesinde olan âciz ve yetim kimselerin malını telef etmekten korksun" şeklindedir ki bize uygun gelmektedir. Bu âyeti Nisa sûresinin 2 ve 6. âyetleriyle birlikte düşünmek gerekir. 2. âyette yetimlere mallarının verilmesi, temiz malın pis malla değiştirilmemesi, yetim malının kendi malımıza katılarak yenmemesi; 6. âyette de ergenlik çağma gelen yetime, eğer muhakemesi yerinde ise malının verilmesi, mallarının israf edilme­mesi emredilmekteydi.

Veli veya vasinin bu emirleri kolaylıkla yerine getirmesi için yüce Allah onlardan kendi durumlarının tahlilini yapmasını istemektedir. Ken­dilerinin geriye bırakacaktan yetimlerine nasıl ki iyi davranılmasını, mal­larının yenmemesini isterlerse, yanlarında yetim kalanlar için de veli veya vasilerin aynı vicdanî sorumluluğu duymalarını emretmektedir. Hz. Pey­gamber bu durumu şöyle açıklar: "Kul, kendisi için arzuladığı şeyi, kar­deşi için de sevip arzulamadıkça gerçek mümin olamaz."

Bu bağlamda şöyle bir açıklama yapabiliriz: Veli veya vasiler ken­dilerinin bırakacakları yetimlere yaplmasını istedikleri şeyi, başkasının bı­raktığı yetim için de istemedikçe gerçek mümin olamayacağını bilmeli­dirler. Âyet ve hadisi rehber alan insanın yetim malını haksız yere yemesi, ona haksızlık yapmak gibi büyük günah işlemesi mümkün değildir.

Allah, insana kendi çocuklarına nasıl davranılmasını istersen baş­kalarının yetimlerine öyle davran emrini, kendisinden çekinme emriyle takviye etmektedir. Onun için Allah'tan sakınsınlar emrini ver­mektedir. Kendi yetimlerini düşünerek, yetime doğru muamele yapabil­meyi garanti altına almak için, takvayı devreye sokmaktadır.

Yüce Allah yetimler konusunda üçüncü bir emri gündeme taşıyarak, yanında yetim olanlara "sözü doğru söylesinler" emrini vermektedir. "Se-did kavl"den kasıt, âdil ve doğru sözdür. Zemahşerî bu ifadeyi, yetimlere eziyet etmemek, kendi çocuklarıyla konuştuğu gibi yetimlerle müsamaha ve hoşgörü çerçevesinde konuşmak şeklinde yorumlamaktadır. Yetim hak­larını korumak için burada şu emirler verilmektedir: Vicdanını kullanarak kendisine yapılmasını istediğini başkasına yapması; Allah'tan sakınması ve yetimlere doğru ve şefkatli sözler söylemesi.

Nisa sûresinin 9. âyetine şöyle bir yorum getirebiliriz: Ana baba ve devleti idare edenlerin geriye zayıf çocuk ve nesil bırakma ihtimalini göz önünde tutarak devamlı endişe içinde olmaları, çocukları ve nesilleri üstünde titremeleri gerekir. Âyete "Onların üzerinde titresinler" anlamını verebiliriz. Anne baba ve devlete geriye zayıf nesiller bırakmaktan endişe edip çocuklarına iyi eğitim vermelerini emretmektedir. Yetişmekte olan nesiller, eli ayağı tutmayan yetimler gibi olmamalı, yani şahsiyetleri, be­yin ve gönülleri sağlam olmalıdır. Geriye kişiliksiz, şahsiyetsiz, bilgiyle donatılmamış nesiller bırakmak milletin geleceğini karartır.

Âyetteki endişe veya korku Meryem sûresinin 5. âyetindeki Hz. Ze-keriyyâ'nın endişesi gibi olmalıdır. "Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum." Hz. Zekeriyyâ gibi ana babalar ve devlet politikasını yürütenler, arkalarından yerlerine geçecek zayıf nesiller bırakmaktan endişe etmeli, vicdanları sızlamalı ve bu se­beple onlar üzerinde titremelidirler. Bu endişe ve vicdan titremesinin ye­terli olmaması da mümkündür. Onun için Mlah eğitim uygulamalarına "Allah'tan sakınma" denen "takva" kavramını getirmektedir. Eğitim açı­sından çocuklar üzerinde titreyen ana babalar aynı zamanda Allah'a ya­raşır kul yetiştirme amacını da gütmelidirler.

İhtimam ve takvanın yanında bir de "doğru şeylerin öğretilmesi"ne de dikkat edilmelidir. Doğru söz söylesinler emri, yetiş­mekte olan nesillere "doğru olanı" öğretsinler anlamına da gelmektedir. Ye­tişmekte olan nesillerin beyin ve gönlüne doğru şeyler akıtılmalı, çünkü yalan ve yanlış şeyler onların kişiliklerinden çok şey götürüp şahsiyet ba­kımından zayıf olarak yetişmelerine sebep olacaktır. Böyle beyin ve gö­nülden özürlü şahsiyetlere, kişilik problemleri olan nesillere toplumların ve insanlığın geleceği teslim edilemez. [20]

 

Yetim Malı Yemenin Cezası:

 

10. Onlar ki yetimlerin mallarını haksız yere yerler, ancak karın dolusu ateş yemiş olurlar. Yakında onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.

Bir önceki âyette, geriye bıraktığı kendi yetimlerine nasıl davranılmasını istiyorsa veli ve vasîler; onlara kalan yetimlere de öyle davran­malı, Allah'tan sakınmalı ve onlara doğru ve hoş sözler söyleyip muamele etmeli demiştik. Allah bu emirleri 10. âyette caydırıcı bir açıklama ile destekliyoir: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler, sadece karınlarını ateşle doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir."

Allah, yetim malını yiyen insanın ateşle midesini doldurduğu şek­lindeki benzetme ile, yetimin hakkını korumak için caydırmayı hedef al­mıştır. Nisa sûresinin baş kısmında yetim haklarını savunup bu konuda hüküm koyarken, son âyette de bir genel benzetme ile haram lokmanın in­san şahsiyetine yaptığı etkiye ve götüreceği cehenneme dikkat çekmek­tedir. 9. âyete getirdiğimiz yorumdan hareket ederek 10. âyete şöyle bir genelleme yapabiliriz: Yetim malı yiyen insanlar, midelerini ateşle dol­durduklarına göre, ateş olan gıdadan oluşan meniden doğacak olan çocuk da ateşin çocuğu olacaktır. Daha açık bir ifade ile ateşten yaratılma şey­tanın emrine gireceklerdir. Bu sebeple gelecek nesiller hakkında ihtimam gösterenler haram lokma yememelidirler. Çünkü haram lokma neslin asa­letini bozmaktadır. Haram lokma midede ateşe dönüşünce; nesilleri de ateşe döndürmektedir.

9 ve 10. âyetleri birlike şöylece açıklayabiliriz: Gelecek nesillerin iyi yetişmesi konusunda endişe içinde olmak, onların yetişmesinde Allah'­tan çekinmek, onlara doğruyu öğretmek ve haram lokma yemeyip onların asaletini bozmamak, "eğitimin olmazsa olmazı"nı teşkil etmektedir. Ha­ram lokma hem yiyenin hem de nesillerin erdemini yakıp kül etmektedir. [21]

 

Miras Paylaşımı: (1)

 

11. Allah siz, çocuklarınızın alacağı miras) hakkın­da, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) ya­rısı onundur. Ölenin çocuğu- Varsa, geriye biraktığ(ı malan­dan ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda bîrdir. (Bu hükümler, ölenin) yapacağı vasiyyetten ya da bor­cundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin fayda bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar Allah'ın koyduğu haklardır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir.

Kadının miras hakkı olmadığı Arap toplumunda, kadına bu hakkı ta­nımakla Kur'an miras hukukunda çok önemli bir değişim meydana getir­miştir. 7. âyette belirtildiği şekilde erkeğe ve kadına bir pay ayırmış olma­sının önemi, kadmın miras hakkını hukuka koymuş olmasıdır. Payın azlığı veya çokluğu önemli değildir. Şimdi 11. âyetin içerisinde yer alan, ölen in­sanın geriye bıraktığı mirasın, ölen insanın yakınları arasındaki taksimini ele alabiliriz: [22]

 

1. Ölenin Çocuklarının Miras Hakkı:

 

a) Allah öncelikle ölenin çocuklarının hakkım taksim etmektedir. Er­kek çocuğun kız çocuğunun iki katım alacağını hükme bağlamıştır. Başka bir ifade ile kızlara bir, erkeklere iki hisse verilmesi öngörülmektedir. Ka­dının miras haklanın, erkeğin mirasının yansı obuasını, Kur'an'ın kadına de­ğer vermediği, erkeğin yansı olarak kabul ettiği şeklinde değerlendirenler var.

Kur'an'ın ilk defa kadına miras hakkı tanıdığı göz önünde bulundu­rulursa, ne kadar büyük bir hukukî değişim yaptığı anlaşılır. Kadını miras hukukunun içine sokmak ve ona bu hakkı tanımak kadın haklarında köklü bir devrimdir. Nisa sûresinin 7. âyeti dikkate alındığında, ebeveyn ve ak-rabalann bıraktığı maldan birer hisse alacakları görülür. Diğer taraftan Kur'an'ın, çocuklar arasındaki miras taksiminde emeği de göz önünde bu­lundurduğunu söyleyebiliriz.

Ailenin ekonomisine değer katmada erkeğin emeğinin fazla olduğu düşünüldüğünde, mirastan fazla pay alması normaldir. Eğer kız çocuğu er­kek çocuğu gibi emek sarfederek, babanın sağlığında mala değer katıyorsa o zaman Nisa sûresinin 7. âyeti uygulanır. Aynca Nisa sûresinin 32. âyeti de göz önünde bulundurulmalıdır: "Erkekler kendi kazançlanndan bir pay; kadınlar da kendi kazandıklanndan bir pay alırlar." Demek ki paylar emeğe göre ayarlanmaktadır. Ölen babanın erkek çocuğu küçük, kız ço­cuğu büyük ise kız çocuğu emek sarfederek babanın servetine servet kalmışsa, Nisa sûresinin 7 ile 32. âyetin tatbik edilmesi en doğru yol olur.

Ayrıca kız yarımını alıp kocaya giderse, kocasının bir hissesi ile birleşti­recek ve bir buçuk olacaktır. Aynı kızın erkek kardeşine de yarım gelece­ğinden o da bir buçukla eşitlenmiş olacaktır.

b) Yüce Allah ölen kişinin geriye vâris olarak sadece kız çocuğunu bırakma ihtimalini de gündeme getirerek miras taksimini ona göre yap­maktadır. Ölen geriye sadece bir kız çocuğu bırakmışsa mirasın yarısını ona vermektedir. Ama ölen kimse, geriye iki kızdan fazla çocuk bırakmış fakat erkek çocuk bırakmamışsa bu kızlara mirasın üçte ikisini vermek­tedir. Demek ki erkek çocuğu olmayanın bir kız çocuğu varsa mirasın ya­nsını, iki kızdan fazla kızı varsa üçte ikisini alacaklardır ve aralarında eşit olarak bölüşeceklerdir. "Bu üçte iki" kavramının yer aldığı Nisa sûresinin 176. âyetinde iki kız kardeşin durumu ile açıklanabilir ve iki kıza mirasın üçte ikisi verilebilir. Âyet şöyledir: "Eğer (ölenin) iki kız kardeşi varsa, bı­raktığının üçte ikisi onlarındır." Nisa sûresinin 11. âyetinde zikredilmeyen "iki kız"ın yerini müctehidler, "iki kız kardeş"le doldurmaktadırlar. İki kız kardeşe üçte iki verilince iki kıza da üçte iki verilebilir. [23]

 

2. Ölenin Ana Babasının Miras Hakkı:

 

Allah âyetin birinci bölümünde, ölenin çocuklarının miras haklarını çözüme kavuştururken, ikinci bölümde ölenin ana babasının miras hak­kını çözümleyip hükme bağlamaktadır, a) Ölen kişinin ana babası sağ ve kendi çocukları da varsa, ana babanın her birine altıda bir hisse düşer. Ölenin ana babasının yanı sıra kendi kızı da varsa kıza mirasın yansı; ana babaya da altıda biri düşmektedir, b) Ölenin çocuklan ve kardeşleri yoksa mirasın üçte biri annesine, üçte ikisi de babasına düşer. Böylece babasının hissesi annesinin hissesinin iki katı olur. c) "Eğer kardeşleri varsa, anne­nin payı altıda birdir." Bunun anlamı şudur: Ölenin ana babasının yanında kardeşleri varsa, kardeşlerin varlığı ile ananın hissesi altıda bire düşer. Ölenin kardeşleri birden fazla ise bu durum söz konusudur. Ama ölenin tek kardeşi varsa annenin payı yine üçte birdir.

Âyetin üçüncü bölümünde Allah, bu miras taksiminin ölenin vasi­yetini yerine getirdikten ve borçları ödendikten sonra alacağını da hükme bağlamaktadır: "(Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır" şeklindeki ilâhî hüküm buna işaret etmektedir. Demek ki ölen kimse sağlığında malının bir bölümünü vasiyet yoluyla birine bırakabilir veya bağışlayabilir.

Sağlığında bir insan vârislerinin dışındaki insanlara veya hayır kurumlarına bırakacağı mal için yapacağı vasiyet mirasın oran bakı­mından ne kadarı olabilir? Bu sorunun cevabını vermeden önce vârislerin alacağı miktar belli olduğundan, "Allah, her hak sahibinin hakkını ver­miştir. Artık vârise vasiyet olmaz" esasına uymak gerekiyor. Bu izahtan sonra Hz. Peygamber'in vârislerin dışındaki insan veya hayır kurumlarına yapılacak vasiyetin malın üçte birini geçmemesini esasa bağladığını görü­yoruz. Hz. Peygamber'in üçte birini vasiyet etmenin bile çok olacağım söylediği nakledilmektedir. İşte üçte biri geçmeyen vasiyet yerine getiril­dikten sonra mal taksimi vârisler arasından yapılacaktır.

Allah âyetin son bölümünde insana fayda bakımından kimin daha yakın olabileceğini bilmesinin zorluğunu gündeme getirmektedir: "Baba­larınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın ol­duğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından konmuş farzlardır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir."

Âyetin bu kısmı, yukarıda geçen taksimin Allah'ın ilim ve hikmete dayalı olarak yaptığı bir iş ve koyduğu bir farz olduğunu ifade etmektedir. Babalar mı, yoksa oğullar mı fayda bakımından insana daha yakın olduk­larının bilinemeyeceğine dikkat çeken Allah, miras taksiminde böyle bir ölçüden hareket edilemeyeceğine işaret etmektedir.

Netice olarak diyebilirz ki: Kur'an bu âyette kadını kız, kız kardeş, anne ve eş olarak ele almış ve miras hakkını ona göre belirlemiştir. Câhili-ye döneminde mirastan pay alma hakkına sahip olmayan kadına, bu âyetle çeşitli akrabalık bağlarına göre mirastan pay alma zorunluluğu getirilmiş olması Kur'an'ın kadın haklarında yaptığı devrimi göstermektedir. [24]

 

Miras Paylaşımı: (2)

 

12. Eğer çocuktan yoksa, eşlerinizin yapacakları vasi-yyetten ve borçtan sonra geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocuktan varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Şirin de çocuğu yoksa ve borçtan sonra btraktığınuuş törtts biri oalajEindıc; çocoguneut varsa bıraktıjhnuın sektede biri onlarındır. Efter miras bırakan er-

kek veya kıduıın evlâdı ve; apa babası olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her pirine altıda bir düşer. Şundan faz­la iseler üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) zarar verici olma­yan vasiyet ve borçtan sonra (uygulanır). Bunlar Allah'tan (size) Vasf^tîlt. Aîîah bîîerKÎİr, haîin-.dir.

Bu âyetin ilk bölümünde Allah kadının bırakacağı mirası ele almak­tadır: "Çocukları olmayan kadınlarınızın terekelerinin yarısı sizin olacak­tır; ama bir çocuk bırakırlarsa, yapmış oldukları vasiyet veya borçları (ödendikten sonra) terekelerinin dörtte birini alacaksınız."

Ölen kadının çocuklu veya çocuksuz olması mirasın taksimini de­ğiştirmektedir. Çocuk bırakan kadının mirasından kocası dörtte bir alır­ken, çocuksuz hanımının mirasının yansını alacaktır. Bu da bize kadının mülk edinme hakkının olduğunu, onun da miras bırakabileceğini göstermektedir.

Âyetin ikinci bölümü bu sefer de ölen kocanın mirasına karşı hanı­mının durumunu ele almaktadır: "Eğer çocuğunuz yoksa (dul hanımlarınız) terekenizin dörtte birini alacaktır. Eğer geride çocuğunuz varsa yapmış olduğunuz vasiyet veya borçlarınız ödendikten sonra, terekenizin sekizde birine sahip olacaksınız."

Burada bir mukayese yapabiliriz: Ölen kadın çocuksuzsa kocası onun terekesinin yansım, ölen erkek çocuksuz ise hanımı dörtte birini ala­caktır. Demek ki aynı şartlar altında kadın dörtte bir, erkek yarım almak­tadır. Ölen kadın çocuk bıraktıysa kocası terekenin dörtte birini, ölen er­kek çocuklu ise kadm sekizde birini alacaktır. Kız ve erkek çocuklar baba­larının mirasından alırken bire iki aldıkları gibi, kan koca birbirinin mira­sından alırken de yine kocaya bir, kadına yarım verilmektedir.

12. âyetin üçüncü bölümünde birinci derecede mirasçıya sahip ol­mayan kadın veya erkeğin verasetinin taksimi yapılmaktadır: "Eğer kadın veya erkek, birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse, ama bir erkek veya kız kardeşi varsa, bunlann her birine altıda bir düşer, ama ikiden fazla kişi varsa, o zaman yapılmış olan vasiyetler veya borçlar düştükten sonra üçte birini alacaklardır. Bu her iki durumda da (mirasçılar) bir zarara uğratılmamalıdır."

Ölen kadın veya erkek geriye bir kız kardeş veya erkek kardeş bı-rakmışsalar, bunlar eşit olarak mirasın altıda birini alacaklardır. İkiden fazla kişi varsa bunlar da üçte bir alacaklardır. Âyetin bu kısmında miras­çıların zarara uğratılmaması ölçü olarak alınmaktadır. Diğer taraftan âyet­te bahsedilen kardeşler üvey kız kardeş ve erkek kardeşlerdir. Öz kız ve erkek kardeşlerin durumu bu sûrenin sonunda ele alınacaktır.

"Bu Allah'ın bir emridir. Allah her şeyi bilendir, halimdir." Dikkat edilirse 11. âyet "Allah size emrediyor" derken "vasiyet" kelimesini fiil kalıbında kullanmıştı; 12. âyetin sonunda da "vasiyet" kalıbında yer al­mıştır. 11. âyetle 12. âyeti bir bütün olarak düşünmek başıyla sonunun ilâ­hî emirle bittiğini görmek gerekiyor.

Kur'an öncesindeki Arap toplumunda kadın mirasın dışında tutul­duğu ve bu konuda kendisine düzeltilmesi mümkün olmayan haksızlık ve zulüm yapıldığı düşünülürse, konuyu çözmek için Allah'ın bu emirleri verdiği anlaşılmış olacaktır. İlâhî müdahale olmaksızın bu yanlışın düzel­tilip zulmün ortadan kaldırılmasının imkânsızlığı sebebiyle "Allah size emrediyor"; "bu Allah'tan bir emirdir" ifadeleri âyetlerde yer almaktadır. "Allah'ın emridir" ifadesiyle Kur'an miras hukukunda kadından yana yap­tığı radikal değişimi sosyal hayata yerleştirmek istemektedir. Diğer taraf­tan "vasiyet vardır, borçlar ödenecektir" diyerek mirasçıların haksızlığa uğramasını engellemeyi amaçlamaktadır.

Görüldüğü gibi miras hukuku ile ilgili olan bu âyetlerde kadını kız evlât, kız kardeş ve eş olarak ele alıp mirasını taksim etmiştir. Âyetin en sonunda yer alan Allah'ın sıfatlan bize şunu hatırlatmaktadır: Allah bu sıfatlarını iki sebeple buraya koymuş olabilir. Birisi verilen emrin altında alîm ve halîm olan Allah'ın emridir diyerek mührünü vurmakta; diğeri de bu miras taksimini ilim ve halim sıfatı gereği yaptığını ifade etmektedir. 11. âyetin sonunda alim ve hakim sıfatları varken; 12. ayetin sonunda alîm ve halîm sıfatları yer almaktadır. Her iki âyette alîm sıfatı yer alırken, bi­rinde hakîm diğerinde de halîm sıfatı devreye girmektedir. Demek ki Al­lah kadını miras hukukuna sokarken yaptığı büyük değişimi bu sıfatlarıyla gerçekleştirmektedir.

Allah'ın koyduğu bu miras hukuku kadın ve erkeği kapsamına almış ve miras meselesini objektif hukuk kurallarına bağlamıştır. Bundan sonra fertlerin arzularına göre miras taksimi yapılamayacak, kadın ve erkeğin her durumda, yani kan-koca, kız-erkek, kız kardeş-erkek kardeş durumla­rında haklan belirlenmiştir. Kur'an dünya hukukuna mirasın objektif hu­kuk kurallarına göre taksim edileceğini ve edilmesi gerektiğini kazandır­mış ve bu konuda devrim yapmıştır.

Özünü bu kurallar teşkil etmek suretiyle miras hukukunda gelişme­ler yapılabilir. Ama bazı müfessirlerin dediği gibi bu âyetler Bakara sûre­sinin 180. âyetini neshetmiştir (ortadan kaldırmıştır) denirse şartlara göre uygulamayı daraltacak ve bu gelişmenin önü kesilmiş olacaktır. Hatta bazılan, "Dikkat ediniz, hiçbir vârise vasiyet yoktur"[25] hadisinin Bakara sûresinin 180. âyetinin hükmünü kaldırdı diyerek, olma­sı mümkün olmayan bir açıklama yapmaktadırlar. 180. âyetin tefsirini ya­parken ne bu âyetlerin ne de bu hadisin hükmünü kaldırdığını açıklamış­tık. Orada bu âyetlerin birbirine zıt olan yönlerinin olmadığını ve bu se­beple nâsih ve mensuh gibi bir kuralın işletilemeyeceğini söylemiştik. [26]

 

Allah'ın Koyduğu Kurallara Uymak:

 

13. Bunlar Allah tarafından konulan sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse Allah onu, içinden ir-: inaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalacak

Bu âyetin bir önceki âyetlere bağlanarak açıklanması gerekir. 11 ve 12. âyetlerde geçen miras hukukunun ilkeleri, Allah'ın sınırları olabileceği gibi, daha önce 2 ile 10. âyetler arasında yer alan yetim hakları konula­rını da içine alabilir. Hudud kelimesi haddeden türemiştir: "Bilemek, sınır koymak, tarif etmek, şeklini çizmek, ayırmak, meydana koymak, hu­dutlarını çizmek, karşı koymak, itiraz etmek, kızmak"; hudûd kalıbının te­kili olan hadd "kenar, sınır, bir kabın ağızı, daire, son nokta, derece; ilâhî kanun, emir, kader, hüküm, hukukî ceza"; hadîd kalıbı "demir"; hıdâd ka­lıbı da "keskin" anlamına gelmektedir. "Keskin bıçak, keskin göz, keskin dil, keskin zekâlı güçlü beyin" mânalarında kullanılmaktadır.

 

Hadd Kelimesinin Kur'an'daki Anlamları:

 

1) Karşı koymak. Tevbe sûresinin 63. âyetiyle Mücadele sûresinin 5. âyetinde "karşı koymak, itaat etmemek, muhalefet etmek" mânasına gel­mektedir. Bu âyetlerden Tevbe sûresinin 63. âyetini ele alırsak bu anlama delil olarak yetecektir: Hem bilmiyor mu ki, Allah'a ve onun peygamberine karşı koyan kimseyi, içinde ebediyen kalacağı cehennem ateşi beklemektedir.

2) Sınır. Ve Allah'ın elçisine in­dirdiği öğretinin sınırlarını görmezden gelmek,  onlardan daha çok beklenen bir haldir (Tevbe 9/97).

3) Sivri. Ahzab sûresinin 19. âyetinde dilin sıfatı olarak  hidâd kalıbında yer almaktadırce de iyiliğinizi çekemeyip sizleri sivri dilleriyle incitirler.

4) Demir. Kehf sûresinin 96. âyetinde "demir" anlamına gelmektedir. Hadîd sûresinin ismi de aynı mânadadır. Sebe sûresi 10. âyette demiri ona yumuşattık derken bu anlamda kullanmıştır.

5) Keskin. Kaf sûresinin 22. âyetinde "görmekle" ilgili olarak kulla­nıldığından, görmenin keskinliğini ifade etmektedir: Bugün artık gözün keskindir.

6) Hüküm. Nisa sûresinin yorumunu yapmakta olduğumuz 13. âyetiyle beraber pek çok âyette, Allah'ın emri, hükmü, kanunu mânasında yer almak­tadır. Bu anlamının aynı zamanda sınır mânasını ifade ettiği de bilinmelidir. Allah'ın emirleri, hükümleri, kanunları; aynı zamanda Allah'ın sınırlan an­lamına gelmektedir.

Oruç ibadetiyle konulan hükümler Allah'ın emirleri, yani sınırları­dır (Bakara 2/187); boşama hukukuyla ilgili koyduğu kurallar Allah'ın emir­leri, hükümleri ve sınırlandır (Bakara 2/229-230); işlenen suça takdir edilen ceza Allah'ın hükmüdür (Mücâdele 58/4); miras hukuku ve yetim haklarıyla ilgili koyduğu kurallar Allah'ın hükümleri, emirleri, farzları ve sınırları­dır (Nisa 4/13). Demek ki ibadet, ahlâk ve hukukla ilgili meseleler anlatılır­ken Allah'ın sının, hükmü, emri ve farzı anlamında Kur'an'da geçmekte­dir.

Allah'ın hükümleri, yani hududunun söz konusu olduğu yerlerde ya bu hudutları çiğnemekten ya da onlara uymaktan bahsedildiği görülmek­tedir. Nisa sûresinin 13. âyetinde önce itaat, sonra da isyan eylemleri ele alınmaktadır. Bakara sûresinin 229. âyetinde Allah'ın hududu, yani hüküm ve emirlerini yerine getirmek; bu hüküm ve emirleri aşmaktan bahsedil­mektedir. Yerine getirmeye "ikame", aşmaya da "teadde" demektedir.

Nisa sûresinin 13. âyetine dönersek Allah sınırlarını, hükümlerini, emirlerini ortaya koymakta, bu sınırlara uymayı, o hükümleri yerine getir­meyi kulunun iradesine bırakmaktadır: "Kim Allah'a ve peygamberlerine itaat ederse." Böyle bir ifadede zorlamanın olmadığı ve emirlere riayetin kulun iradesine bırakıldığı açıktır. Allah'ın koyduğu, Hz. Muhammed'in tebliğ edip uyguladığı ilâhî sınırlara uymanın, Allah'a ve Peygamber'e ita­at olarak kabul edildiği belirtilen bu âyette, itaati gerçekleştirenlerin ödü­lü de gündeme getirilmektedir: "Allah onu, içinden ırmaklar akan cennet­lere koyacaktır ve orada devamlı kalacaktır."

Âyetin bu kısmıyla 11 ve 12. âyetlerde geçen miras hukukunun ku­rallarına dönersek, bu hükümleri hayata geçiren insanların cennete gi­deceği gerçeğini yakalamak mümkündür. Yetim haklanna, kadın ve erke­ğin miras taksimine riayet etmenin sonu cennettir. Demek ki haklara ri­ayet edilen bir toplum cennete döneceği gibi, öteki dünyadaki cennetin kuruluşuna da bu dünyada başlanmış olacaktır. Cenneti arayan onu yetim haklannda ve kadının katıldığı miras taksiminde bulacaktır. İşte büyük kurtuluş budur. Allah'ın hududunu aşmadan, onlan yerine ge­tirmenin sonunda cennet ödülü olduğuna göre, onu elde etmek de büyük kurtuluş ve mutluluktur. [27]

 

Allah'a ve Peygamber'e İsyan:

 

14. Kim Allah'a ve Peygamber'ine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe so­kar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.

Âyet bir önceki âyetin tersi olan eylemi işlemekte ve onun kötü olan neticesini gündeme getirmektedir. Allah burada iki eylem ve iki eylemin iki karşılığına işaret etmektedir. Birinci eylem Allah'a ve Peygamber'ine isyan etmek, ikincisi de Allah'ın sınırlarını aşmaktır. Bu iki eylemin kar­şılığında ateş ve alçaltıcı azap konmaktadır. Dikkat edilirse 13. âyette olduğu gibi burada da eylemlerin faili kuldur. İtaatle Allah'ın hükümlerini yerine getirmek; isyanla Allah'ın sınırlarını aşmak eylemlerinde insan hür­dür, eylemlerin sahibi de odur.

Görüldüğü gibi Nisa sûresinin ilk on dört âyetinde yaratılışın kay­nağı, akrabalık hakları, yetim hakları, haram lokmanın kötü tesiri, miras hukukunda kadının yer alması ve haklarının oran olarak belirlenmesi; bu­radaki hükümlerin Allah'ın sınırları olduğu, onlara uyanların cennete, uy­mayanların cehenneme gideceği konuları geniş bir şekilde açıklanmıştır.

Demek ki Kur'an insan ilişkilerinin en ince noktalarına ışık tutmak­ta, oradaki meseleleri ortaya çıkarıp aydınlatmakta; o sorunların çözümü­nü insanı mutluluğa götürecek şekilde neticelendirip hükme bağlamakta, yetim ve kadın haklarını savunmakta, haram lokmanın insanlığı nasıl ce­henneme çevirdiğine dikkat çekmekte, mutluluğun yollarının sosyal iliş­kilerden geçtiğini vurgulamakta, bir anlamda Cennetin bu ilişkilerin için­de aranması gerektiğine işaret edilmekte, akrabalık bağlarına ve yetim haklarına dikkat etmenin önemi ortaya konmaktadır. [28]

 

Fuhuş ve Cezası:

 

15. Hayâsızca davranışlarda bununan kadınlarınıza gelince, aranızdan onların işlediği suça şahit olan dört kişi çağırınız, bunlar onun için şahitlik yaparlarsa suçlu kadınla­rı ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara (tövbe etmeleri suretiyle) bir kapı açıncaya kadar evlerine hapsediniz.

Bu iki âyeti bölümlere ayırarak açıklamamız, eksen kavramların iza­hını yaptıktan sonra bazı genellemelere varmamız daha doğru olacaktır.

1. Fuhuş yapan kadınlarınıza gelince. Âyetin bu kısmında fuhuş kavramı merkezî bir önem taşımaktadır. Bu ke­limeyi "zina" ile tercüme edenler vardır. Bu tercüme doğru mudur? İsrâ sûresinin 32. âyetine göre doğrudur: "Zinaya yaklaşmayınız. Zira o, bir fa­hişeliktir ve çok kötü bir yoldur." Bu âyette zinaya "fahişelik" mânası ve­rilmektedir. Hiçbir âyette fuhşun zina ile tanımlanması yoktur.

Erkekle kadının meşru olmayan cinsel ilişkisine fuhuş dendiği gibi; erkekle erkeğin meşru olmayan ilişkisine de (livata, homoseksüellik) fuhuş denmektedir: "Lût da kavmine dedi ki: Sizden önceki milletlerden hiçbi­rinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz" (A'râf 7/80). Lût kavminin ahlâk­sızlığının homoseksüellik denen cinsel sapıklık olduğu bilinmektedir. De­mek ki bu anlamda cinsel sapıklık da fuhuş kavramının kapsamına gir­mektedir.

Nisa sûresinin 22. âyeti fuhuş kavramının anlamına başka bir dav­ranışı da ilâve etmektedir: "Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın ev­lendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir fuhuştur, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur."

Bir erkek üvey annesiyle Câhiliye döneminde evlenebiliyordu. Kur­an bu evliliği ortadan kaldırırken değerlendirmesini fuhuş kavramıyla yap­maktadır. Normal nikâhla evlense bile, bu davranış ortada cinsel ilişki ol­madığı halde fuhuş olarak nitelendirilmektedir.

Ahzâb sûresinin 30. âyetinde fuhuş kavramına "hayâsız davranışta bulunmak" anlamı verilmektedir: "Ey peygamber hanımları! Sizden kim bir hayâsızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah'a göre ko­laydır." Âyette geçen fuhuş kelimesinin zina anlamına gelmesi mümkün değildir. Peygamberin hanımlarının "zina etmesi" ihtimali yoktur. Bu se­beple fuhuş kelimesine "hayâsız davranış" anlamını vermek en doğrusu olacaktır. Demek ki yüz kızartıcı hayâsız davranışların bütününe fuhuş denmektedir. Ama zinanın da fuhuş olduğu İsrâ sûresinin 32. âyetinde açıklanmaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki fuhuş kelime­sinin hangi anlama geldiğini âyetin devamından çıkartabiliriz,

2. Aranızdan dört şahit getiriniz. "Fuhuş yapanlara karşı dört şahit getiriniz" emri, bize bu âyetteki fuhuş kelimesinin zina anlamına geldiğini açıklamaktadır. Çünkü bütün mahke­melik işlerde, antlaşmalarda iki şahit istenirken sadece zina fiilinde dört şahit istenmektedir. Nûr sûresinin 4. âyeti buna delil olmaktadır: "Namus­lu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere sek­sener sopa vurun." "Şu kadın zina yaptı" diyen kişi bu iddiasını dört şa­hitle ispat etmesi lâzımdır. Görüldüğü gibi madem ki dört şahit istenen su­çun zina olması şart koşulmaktadır, bu durumda yorumunu yapmakta ol­duğumuz âyetteki fuhuş kelimesini zina olarak mânalandırmamız zorun­ludur.

3. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsediniz. Bu cezalandırma şekline bakılırsa fuhşun zina olmadığı hükmüne varılabilir. Çünkü Nûr sûresinin 2. Âyetine göre zina eden erkek ve kadına yüz değnek vurulmalıdır. Buradaki ceza ile oradaki cezanın farklılığı davranışın zina olmadığı anlayışına bizi görüre-bilir mi? Bu farklı cezalandırma şekli bazı müfessirleri iki âyet arasında nâsih ve mensuh ilişkisi bulunabileceği fikrine götürmüş, Nisa sûresinin 15. âyetindeki hükmün Nûr sûresinin 2. âyetiyle ortadan kaldırıldığı id­diasına ulaştırmıştır.

Aslında bi iki âyet arasında bir çelişki olmadığından, Nûr sûresinin 2. âyetinin Nisa sûresinin 15. âyetinin hükmünü yürürlükten kaldırdığını söylemek mümkün değildir. Peki, her iki âyetin bağımsız olarak tatbik edi­lebileceğini nasıl açıklayabiliriz? Eğer Nisa sûresinin 16. âyetinde geçen fuhuş kelimesine zina mânası verirsek hapsetme cezasının, yüz değnek vurma cezasına ters düşmediğini şu açıklama ile ispat edebiliriz: Bir fiile değişken cezalar uygulanabilir. Nisa sûresinin 16. âyetinde hapis cezası Nisa sûresinin 2. âyetinde yüz değnek vurma cezası uygulanmaktadır. Ka­dının bekâr, evli veya dul olması bu cezaların uygulanmasına zemin teşkil edebilir. Meselâ Nisa sûresinin 16. âyetinde dört şahit bulunur ve bu şa­hitler tanıklık ederlerse hapis cezası uygulanır. Ama dört şahit bulunma­yıp, bu fiili işleyenlerden biri suçunu itiraf ederse Nûr sûresinin 2. âyetin­deki yüz değnek vurma cezası uygulanabilir. Çünkü kimse başkalarının bulunduğu bir yerde zina fiilini işlemez.

Hâkim bu ceza şekillerinden birini seçerken, kişinin toplumdaki statüsünü ve bu statü gereği cezanın etkisini ve caydırıcı yönünü göz önünde bulundurabilir. Hangi cezanın etkili olacağını toplumun örfüne göre tesbit edebilir. Onun için her iki âyeti birbirine zıt gösterip nâsih ve mensuh metodunu uygulamanın hiçbir anlamı yoktur.

"Ölüm onları alıp götürünceye kadar" ifadesi müebbet hapis ceza­sına işaret etmektedir. "Yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar..." Dik­kat edilirse burada da ikili bir uygulama söz konusudur. Allah onlara bir çıkış yolu verebileceğine dair açık bir kapı bırakmaktadır. Bu suçu işleyen kadın tövbe edecek kadar pişman olursa umulmadık bir yolla Allah onu sosyal hayata döndürebilir ve ona tekrar evlilik hayatı nasip edebilir.

Aile başka memlekete göç edebilir ve kadın orada evlenme fırsatını yakalayabilir. Dolayısıyla ölünceye kadar hapiste tutmanın dışında kadının lehinde olacak bir uygulama da devreye sokulabilir. Bunun anlamı bir kere zina etmiş bir kadına, fahişe damgasının vurulmaması, medenî hayata katılabilmesi için ona bir açık kapı bırakılmasıdır.

Nitekim Nûr sûresinin 3. âyetinde zina eden kadının zina eden er­kekle evlenebileceği ve nikâhlarının geçerli olacağı hükme bağlanmakta­dır. Zinayı yol edinmiş kadını zinayı yol edinmiş erkekle evlendirerek me­denî hayata katılmaları temin edilebilir. Bu da bir çıkış yoludur. Demek ki farklı ceza uygulamalarının, zinayı ahlâk edinip edinmemekle ilgili oldu­ğunu da söyleyebiliriz. Bütün bunlardan sonra özellikle sizden dört şahit getirin demesi, müslüman olmayanların, müslüman kadın için zina konusunda şahit olamayacağına işaret etmektedir. [29]

 

Eşcinsellik ve Cezası:

 

16. İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet ediniz; eğer tövbe eder uslanırlarsa, artık onlar(a eziyet)ten vazgeçiniz. Çünkü Allah tövbeleri kabüi edendir; çok esirge­yendir.

Livata (homoseksüellik) fiilini işleyen erkeklerin durumunu ele alan bu âyet, farklı şekillerde yorumlanmasına rağmen bize göre livata fiilini gündeme getirmektedir.

1. "İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa" Âyetin bu kısmı livatayı fuhuş kelimesinin anlamına dahil etmektedir. Âyetteki "siz-den" ifadesi müslümanları kastetmektedir.

2. "Onlara eziyet ediniz." Eziyetin ne anlama geldiği konusunda çe­şitli açıklamalar yapılmıştır. Sözle hakaretten tutun, hafifçe dövmeye ka­dar uzanan bir cezanın uygulanacağını savunanlar vardır.

Âyette geçen "onlara eziyet ediniz" hükmü, livatamn başlangıcında alınacak bir tedbirdir. Yoksa livatayı alışkanlık haline getiren insanlara veya yaygınlaşan bu kötü fiile karşı alınacak bir önlem değildir. Yaygın ve önlenemez hale gelen livata fiilinin cezası A'râf sûresinin 84. âyetinde şöyle belirlenmektedir: "Ve üzerlerine taş yağmuru yağdırdık. Bak ki gü­nahkârların sonu nasıl oldu." "Onlara vaad olunan (helak) zamanı sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?" (Hûd 11/81).

Allah önü alınamayan ve yaygın olan livata fiilini, yok etme ceza­sıyla cezalandırmaktadır. Ama önemli olan bu fiile önlenebilir safhasında medahale edip yaygınlaşmasına engel olmaktır. İşte âyette, "onlara eziyet ediniz" hükmü, onlara sosyal baskı uygulayarak bu fiilden vazgeçirilmelerini amaçlamaktadır. Âyetin devamının, ıslahı, yani tedaviyi içermekte olduğu göz önüne alınırsa bu amaç görülecektir.

3. "Eğer tövbe eder gidişatlarını düzeltirlerse, artık onlara eziyet et­mekten vazgeçin; çünkü Allah tövbeleri kabul eden merhamet sahibidir."

Demek ki eziyetle verilecek olan ceza caydırıcı bir özelliğe sahip olmalıdır. Buradaki tövbe etme livata fiilinden vazgeçmede verilen karar safhasını ve o yoldan dönüşü ifade etmektedir. Tövbenin ardından "du­rumlarını düzeltmek" eylemi yer almaktadır. Günahının, yani kötü fiilinin bilincine varmak tövbe, bunu eyleme dökmek de düzeltmek olmaktadır.

Böyle bir değişimi gösterdiklerinde onlara "eziyet etme" cezasının kaldırılması da âyette emredilmektedir. Çünkü Allah özürlerin kabul edil­mesi ve merhametin çalıştırılmasını devreye sokmaktadır. Âyetin sonunda Allah'ın tövbeleri kabul ediciliğine ve merhamet sahibi oluşuna dikkat çekilmektedir.

Her iki âyetten çıkarılacak neticeler şunlardır:

a) Nisa sûresinin 15 ile Nûr sûresinin 2. âyeti arasında nâsih-men-suhluk yoktur. Her iki âyet işlenen aynı fiile, şartlara göre takdir edilecek cezanın farklı olabileceğini gündeme getirmektedirler. Hukukta ceza hü­kümleri düzenlenirken kişinin şartları göz önünde bulundurulup alternatif ceza uygulamalarına gidilebilir. Nisa sûresinin İS. âyetinde fuhşa hapis cezası; Nûr sûresinin 2. âyetinde sopa vurma cezası uygun görülmektedir. Hangi cezanın uygun olacağını hâkim tayin edecektir.

b) Ceza verirken hedef suçtan caydırıp yaygınlaşmasını önlemek ol­malıdır. Kötüden iyiye olan dönüşüm cezanın kaldırılmasına sebep teşkil etmektedir. Özellikle livata fiiline uygulanan "sosyal baskı" tövbe ve dü­zelmeden sonra kaldırılmalıdır.

c)  Bütün bu cezalar cinsel ahlâkın ayakta kalmasını temin etmek için konmaktadır. Toplumların ahlâkını tehdit ettiği, nesli bozduğu ve çe­şitli hastalıklara yol açtığı için Kur'an, fuhuş ve kötü bir yol olarak nite­lendirilen zina ve livataya karşı toplumun mücadele etmesini istemekte­dir. Özellikle livata fiili önlenemez hale geldiğinde bu fiili işleyen top­lumların nasıl battığını Allah tarihten örneklerle anlatmaktadır.

d) Zina ve livata sadece ahlâkî alanı tehdit etmemektedir; aynı za­manda insanın biyolojik yapısını da tehdit etmektedir. Çeşitli virüs ve mikropların üremesine sebep olan bu fiil, çeşitli hastalıklara kaynaklık etmekte, insan ve toplum sağlığının bozulmasına sebep olmaktadır.

e) Evlilik hayatını kolaylaştırarak, aile hayatını kuvvetlendirerek ve bu konuda zenginlerin infakını seferber ederek, cinsel ahlâksızlığın azal­ması temin edilebilir. Bu açıdan bakınca Kur'an'ın cezadan çok insanların cinsel ahlâk bakımında İslah olmalarını hedef aldığı anlaşılmış olacaktır. [30]

 

Tövbenin Zamanı Ve Kabulü:

 

17. Allah'ın kabul edeceği tövbe, ancak câhaletle kötik elden tövbe edenlerin tövbesidir; iş­te Allah bunken» tövbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

18. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölürti gelip çahnea 'Ben şimdi tövbe ettini1 diyenlerle, kâfir olarak ötenler için (kabtil edilecek) tövbe yoktur. Onlar1 içirt acı bir azap hazırlanmıştır.          

Bu âyetler tövbenin kabulünün bir zamanı olduğu ve geciken tövbe­nin kabul edilmeyeceği hükmünü öğretmektedir. Daha önce Bakara sûre­sinin 37. âyetinde tövbe konusu geniş bir şekilde açıklandı. Burada "töv­be" ile "cehalet" kavramlarının ilişkisini açıklayacağız: [31]

 

1. Cehalet ve Tövbe:

 

Genelde cehalet kelimesi "bilmezlik" olarak takdim edilmektedir. Ce­haletle bir kötülük işlemek, bilmeden kötü davranışta bulunmak anlamına gelmemektedir. "Cehl, en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybedip par­layan, kontrolsuz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden hemen her şeye körü körüne atılan bir delikanlının; ateşli, sabırsız bir kişinin so­rumsuz davranışıdır. Bu davranışın sahibi, duygularına, hırslarına hâkim olamayan aşın bir insandır. Bu insan, doğruyu yanlışı düşünme ölçüsünü kaybedip kendisini öfkenin peşine kaptırmıştır."

Izutsu'nun anlattığı bu durum, ilim yoksulluğunu değil hilmin yok­sulluğunu ifade etmektedir. Demek ki cehl hilim karşıtı olan bir kavram­dır. Cehl nefsin, yani dürtülerin, şehvetin, insan aklının faaliyetini engel­lemesidir. Saldırganlık içgüdüsünün etkisi altında kalarak hareket edip, yıkıcı ve zararlı davranışlarda bulunmaktır. Ürettiği davranışların sonucu­nun nereye varacağını kestiremeyen, bağımsız aklın yolunu takip etmeyen ve Allah'a âsi olan insan cahildir.

Onun için âyetteki bicehâletin ifadesini "bilmeyerek kötülük işleyen" şeklinde tercüme etmek yerine "kontrolsüz kötüyü işleyen" tar­zında mânalandırmak daha doğrudur. Yûsuf peygamber. O kadınlara meylederim ve cahillerden olurum derken, "bilme­yenlerden olurum" (Yûsuf 12/33) demek istememiştir. Âyetin baş kısmı cehaletin mânasını vermektedir. Bir delikanlının, cinsel içgüdüsünün kont­rolsüz olarak kadınlara meyletmesi cahil olmak için yeterli olmaktadır. Demek ki kontrolsüz kalan ve aklı devreden çıkaran istekler cehaleti meydana getirmektedir.

"(Yûsuf) dedi: Sizler cahil iken Yûsuf a ve kardeşlerine yaptığınızın kötülüğün)ü bildiniz mi?" (Yûsuf 12/89). "Cahil iken" ifadesi "duyguları­nıza, nefsinize mağlûp olduğunuz, kontrolden çıktığınız zaman" mânasına alınmalıdır. Cehalet akıl dışı, kontrolsüz, mantıksız, düşüncesizce hareke­tin adı olmaktadır.

İnsanlara yanlış haber vererek onlarla alay etmek de cehalet kav­ramının içine girer: "Musa kavmine: Allah bir sığır kesmenizi emrediyor, demişti de: Bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. O da "Cahillerden ol­maktan Allah'a sığınırım demişti" (Bakara/67). Burada Hz. Musa insanlarla alay etmenin akıl dışı bir hareket olduğunu vurgulayarak, bu işi yapan­ların cahillerden olacağına dikkat çekmektedir.

Yaptığı görevde sabır gösterememe, görevinin sınırlarını aşma ve bu sınırlan bilememe; Allah'ın gücünü iyi tesbit edememe de cehalet kav­ramının kapsamına girmektedir. En'âm sûresinin 33-35. âyetleri bu mâ­nayı vermektedir. Biz bu âyetlerin sonuncusunu burada zikredebiliriz: "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin. Allah dileseydi elbette onlara hidayet üzerinde top­layıp birleştirirdi. O halde sakın, cahillerden olma." (En'âm 6/35).

Hz. Nûh oğlunun kurtulması için dua ettiğinde Allah ona şöyle cevap verdi: "O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim" (Hûd 11/46). Bundan da anlıyoruz ki iyi niyetle de olsa hakkında bilgi olmayan bir meselede istek­te bulunmak cehalettir. Bu durumda yorumunu yapmakta olduğumuz âyet­teki cehaleti, akıl dışı kontrolsüz arzuların meydana getirdiği davranış olarak nitelendirmek en doğrusu olacaktır. [32]

 

2. Allah'ın Kabul Edeceği Tövbe:

 

Âyetin ikinci bölümünde "tezelden tövbe edenlerin tövbesinin" ka­bul edileceğine işaret edilmektedir. Böylece Allah tövbenin kabulüne etki edecek önemli bir özelliği gündeme getirmekte ve onun günahtan sonra yapılmasını öngörmektedir.

İşlenen günahtan hemen sonra tövbe edilmediği takdirde, günahlar ardarda gelecek ve ilk defa işlenen günahtan sonra duyulan pişmanlık ye­rini kanıksamaya bırakacaktır. Şöyle açıklayabiliriz: Sigara dumanlarıyla dolu olan bir yere girince oradaki hava insanı rahatsız eder. Uzun süre otu­runca bu pis havayı hissetmez oluruz. Ardarda işlenen günahlardan sonra da pişmanlık eksilerek duyulmaz hale gelir. Çünkü günahlar kalbi karart-mıştir: 'Hayır! Bilâkis onların işlemekte oldukları kalplerini kirletmiştir. (Mutaffifîn 83/14).

Kalbin kirlenmemesi için günahtan hemen sonra tövbe edilmesi şarttır. Kirlenen kalp pişmanlığı katletmekte ve insana tövbeyi geciktirt-mektedir. "ileride nasıl olsa tövbe ederim" diyerek, günah işlemeye de­vam eden insan, tövbesinin kabulünü güçleştirmekte, kendisinin tövbe et­mesini de zora sokmaktadır.

Allah tövbe esnasında kulunun niyetini, samimiyetini, pişmanlığını bilmektedir. Bir iş bilgiyle yapılırsa, o işte hikmet ortaya çıkacaktır. Bir konu her yönü ile bilinirse, onu gerçekleştirmek de yerli yerinde olacak ve hikmetli iş üretilebilecektir. Allah'ın alîm ve hakîm sıfatlarının burada yer alması tövbenin ciddi, samimi ve sağlam bir niyetle yapılmasını motive etmektedir. [33]

 

3. Tövbenin Kabul Edilmemesi:

 

Allah 17. âyette kimin tövbesini kabul edeceğini, 18. âyette de kim­lerin tövbesinin kabul edilmeyeceğini bidirmektedir: "Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca, Tîen şimdi tövbe ettim1 di­yenlerle kâfir olarak ölenler için tövbe yoktur."

Hayatı boyunca işlediği günahlardan sonra hiç pişmanlık duymayan insanın ölüm anında duyacağı pişmanlığın getireceği tövbenin kabul edil­meyeceğine işaret eden bu âyet, devamlı olarak işlenen günahın insanı Allah katında ne kötü hale getirdiğine dikkat çekmektedir.

Hayata dönüş imkânı olmayan, bir daha gerçek hayat şartlan altında o günahı işleyip işlemeyeceği konusunda denenme fırsatı olmayan kişinin pişmanlığı fayda vermeyeceği için tövbesi de kabul edilmeyecektir. Ölüm anında yapılan tövbe, gösterilen mazeret; kıyamet günü gösterilecek ma­zeretin aynısı olduğu için kabul olmaz. Artık o gün, zulmedenlerin mazeretleri fayda vermeyeceği gibi, onların kendilerini düzeltmelerine de izin verilmeyecektir (Rûm 30/57). Demek ki ölüm anına kadar işlenen günahlar, kişi ile Allah'ı arasındaki bağlan ko­parmaktadır.

Diğer taraftan, kâfir olarak ölüm anına kadar yaşayan insanın da tövbesi kabul edilmeyecektir. Kâfirle devamlı günah işleyip ölüm anına kadar tövbe etmeyen kişi aynı muameleye tâbi tutularak tövbelerinin ka­bul edilmemesi konusunda müşterek özelliğe sahip olmaktadırlar.

Ölürken tövbesi kabul edilmeyen kişiye en güzel örnek Firavun'dur: "Biz İsrâiloğulları'nı denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmet­mek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun) 'gerçekten, İsrâiloğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım' dedi." "Şimdi mi (iman ettin)? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun" (Yûnus 10/90-91).

Ölüm anında tövbe ederek iman etmek isteyen ve bunu itiraf eden Firavun'un tövbesi kabul edilmemiş ve ona zamanın geçtiği söylenmişti. Son anda pişmanlık fayda vermediği gibi iman da fayda vermemektedir. [34]

 

4. Tövbesi Kabul Edilmeyenler:

 

Ölüm anına kadar günah işleyip tövbe etmeyen ve kâfir olarak ölen­lerin sadece tövbelerinin kabul edilmemesi yeterli olmayacak; "onlar için acıklı bir azap da hazırlanmıştır." Tövbesi kabul edilmeyince varılacak yer acıklı azaptır.

Bu iki âyeti bir önceki âyetlere bağlayarak açıklamak da mümkün­dür. Bir önceki iki âyette zina ve livata ele alınmış oradaki hukukî cezanın ne olacağı belirtilerek tövbe etmenin işlevi üzerinde durulmuştu. Çünkü o günahlar hem dünyayı hem âhireti, hem insanı hem de Allah'ı ilgilendir­diği için suç ve günah kapsamına girmektedirler. 16. âyette geçen tövbe hem dünyevî hukuk için pişmanlığı hem de âhiret için tövbeyi ilgilendir­mektedir.

Bir suç işleyip pişmanlık duyan ve o kötü davranıştan dönen insan­la, devamlı suç işleyen insanın özrü, kabul edilmek bakımından aynı de­ğildir. Hatta 17 ve 18. âyet bu farkı ortaya koymaktadır. Her günahın ve her inancm bir tövbesi, yani bir dönüşü vardır, önemli olan vaktinde pişman­lığı duymak ve dönüşü gerçekleştirmektir.

Bu âyetlerle zina ve livatanın tövbesinin kabul edilebileceği; ama dünyevî hukuk bakımından cezanın verilmesinin zorunlu olduğu vurgu­lanmaktadır. Bu fiillerin Allah ile ilgili olan boyutunun atfedilebileceği ama, dünyevî hukuk bakımından affetmenin mümkün olmadığı gündeme getirilmektedir. [35]

 

Karı - Koca İlişkileri:

 

I 9. Ey imâh edenler! Kadınlara zorla vâris otmanızsi ze helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça onlara verdiğinizin bir'kısımnı ele geçirmertiz için de kadınları sıkıstırmayınız. Onlarla iyi geçininiz. Eğer onlardan hoşlan­mazsanız da biliniz ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir hayra vesile kılmış olabilir.

İbn Abbas âyetin tefsirinde şöyle diyor: "Araplar arasında biri öl­düğü zaman velilerinin, adamın malı üzerinde hakları olduğu gibi karısı üzerinde de hakları vardı. İçlerinden biri dilerse ölenin karısıyla evlenir veya kadını başkasıyla evlendirip mehir alır ya da hiç evlendirmez, evde alıkoyardı. Mirasçıların, bu kadın üzerinde, kadının kendi ailesinden daha çok hakkı olurdu. İşte 19. âyet bu uygulamayı ortadan kaldırmak için gel­miştir.

Bu âyette kadın hakları dikkate alınarak karı-koca haklarının çiğ­nenmesi yasaklanmakta, öncelikle nasıl davranılmaması; sonra da nasıl davranılması gerektiğine ışık tutularak bir hükme bağlanmaktadır. [36]

 

1. Kadınlara Vâris Olmak:

 

Allah miras konusunda zorlamayı yasaklamıştır. Âyetin bu kısmı Câhiliye döneminde ölen yakın akrabaların hanımlarına mirasçı olma âde­tini ortadan kaldırmak için gelmiştir. Zemahşerî bu âyeti Nisa sûresinin 12. âyetine bağlayarak açıklamaktadır: 12. âyetin ilk cümlesinde belirti­len hükümler çerçevesinde malına mirasçı olmak ümidiyle bir erkeğin sev­mediği bir kadını zorla tutmasına ve dolayısıyla başka bir erkekle evlen­mesine mani olmasına işaret etmektedir.

Câhiliye döneminde kocası ölen kadını ailenin diğer fertleri, ölünün mirası olarak kabul ederler, onun velisi olmaya çalışırlardı. Bu âyet dul kadının serbest iradesiyle iddet müddetini bekledikten sonra istediği er­kekle nikâh kıyabileceğim hükme bağlamaktadır. Bu hüküm kadını eşya olmaktan ve onu ölen kocasının mirası olma âdetinden kurtarıyor. Onun kendi iradesiyle karar verebilen ve geleceğini tayin edebilen bir kimliğe sahip olduğu gerçeğini gündeme getiriyor.

Üzerine atılan bir elbise ile kadının akraba erkeklerinden birinin malı olması âdetini ortadan kaldıran Kur'an, kadın haklarında önemli bir konuyu ortaya çıkarmaktadır. Allah, "Size helâl değildir" hükmü ile, ko­nuyu hem hukuk alanında hem de günah çerçevesinde değerlendirip hük­me bağlamaktadır. [37]

 

2. Fahişelik ve Kadınların Durumu:

 

Âyetin ikinci bölümü şöyledir: "Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırma­yınız." "Apaçık bir edepsizlik" ifadesi 15. âyette açıklanmıştı. Bu fiili iş­leyen kadını boşamak için dört şahit şart koşulmuştu. Suç ispat edildikten sonra, koca evlilik anında verdiği mehri geri isteme hakkına sahiptir. Ev­lilik anında mehri vermeyip ama ileride vereceğine dair şahitlerin huzu­runda söz veren kocanın, bu boşanma ile mehri verme yükümlülüğü düş­mektedir. Yüz kızartıcı fiilin dışında kadına verilen mehrin geri alınması için kadına zorlama yapılmayacağım hükme bağlayan bu âyet; karı koca arasındaki haksızlığın kaldırılmasının önemini vurgulamaktadır.

Câhiliye döneminde hanımından hoşlanmayan kimse, hanımından ayrılmak isterken mehrini fidye olarak bırakıp canını kurtarsın diye ona ağır baskı uyguluyordu. Hanımı mehri bıraksın diye işkence edercesine tacizde bulunan insanın bu davranışını engelleyen âyet, mehir için kadının zorlanamayacağı ilkesini getirmektedir.

Câhiliye döneminde koca hanımını boşuyor ve hanımım eşya gibi satıp ondan bir şeyler kazanmak için başkasıyla evlenmesine mani oluyor­du. "Şu kadar maddî menfaat bana temin edersen senin kocaya varmana müsaade ederim" uygulamasını bu âyet ortadan kaldırmış, kadının eşya gibi satılamayacağım, sırtından para kazanılamayacağını hükme bağlamıştır. [38]

 

3. Kadınlarla fyi Geçinmek:

 

îki olumsuz emirden, yani yasaktan sonra bir olumlu emir getirmek­le Allah, nelerin yapılmamasından sonra, nelerin yapılmasını da hükme bağlamaktadır. İbn Abbas "İyi geçinme"nin "sahip çıkma"; Zemahşerî, Gazî, Hâzin ve Nesefî de "davranışlarda insaflı, sözde tatlı davranma" an­lamı ifade ettiğini söylemektedirler.

Câhiliye dönemi olarak isimlendirilen ve objektif hukuku bulunma­yan bir toplumda "kadınlarla iyi geçininiz" emrinin verilmesi, ileri dere­cede bir değişimin başlatıldığının işareti olmaktadır. "Ey insanlar! Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır; onların da sizin üzerinizde hakları vardır" derken Hz. Peygamber, hakların erkekten yana tek taraflı olmadı­ğını, kadının da erkek üzerinde hakkı olduğunu ilân etmiştir. Bu haklardan birinin de bu âyette geçen "kadınlarla iyi geçinmek" için verilen hüküm olduğu söylenebilir.

İnsanın psikolojisinde yanılgı payı çok olduğundan, Bakara sûresi­nin 216. âyetinde açıklandığı gibi, sevdiğinde şer, sevmediğinde hayır ola­bilir. İnsanın beğenisi her zaman isabetli olmayabilir. Bu isabetsizlik evli­likte ve aile hayatında da görülebilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 19. âyetinde "Eğer onlardan hoşlanmazsanız, Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şey­den de hoşlanmamış olabilirsiniz" denilerek, ilk planda hoşlanmamanın değerlendirilip ona göre davranmanın yanlışlığına dikkat çekilerek, hoşla­nılmayan kadında hayrın olabileceği vurgulanmaktadır. Bunun anlamı şu­dur: Hoşlanmamak ayrılık sebebi olmamalı, çünkü hoşlanılmayan kadında Allah hayırlar yaratmış olabilir. Kadına sadece şehvet boyutuyla değil, insanca yaklaşarak, sabırla hoşlanma anını beklemenin önemi gündeme getirilmektedir. [39]

 

Kadın ve Mehir:

 

20. Eğer bir kadını bırakıp başka birini almak isterse­niz, birincisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile hiçbir şeyi geri almayınız. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız?

21.  Vaktiyle birbirînizle haşır neşir olduğunuz ve on­lar sizden sağlam teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?

Bu âyetlerin iniş sebebi şudur: Câhiliye döneminde bir erkek başka bir kadınla evlenmeyi istediğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirasında bulunurdu. Başka kadınla evlenebilmek için gerekli olan mehri eski karısının mehriyle ödemek isterdi. İftira ederek mehrini geri ödemesi için zor­lardı. "Eğer bir kadını bırakıp başka birini almak isterseniz, birincisine yük­lerle vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi almayınız" emriyle, boşan­makta olan kadının mehrinin geri alınamayacağı hükmü konmaktadır.

Bunun anlamı şudur: Mehrini geri alma hakkını kaybedince, belki de eşini boşamayacak ve böylece kadın hem boşanma hem de mehrini kaybetme haksızlığına uğramamış olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki menfaat boşamayı hızlandırmaktadır. Çoğu zaman ikinci eş alma gibi keyfîliği eko­nomik yeterlilik oluşturmaktadır. Muhtaç kişi ikinci eş alma cesaretini gösteremez. Birincinin mehrini geri alamayınca da, birinciyi boşayıp ikin-cisiyi alma fırsatını yakalayamaz.

Câhiliye döneminde mehir, başlık parası olarak alınırdı; evlenenin kendine değil velisine verilirdi. Kur'an bunu mehir şekline dönüştürerek evlenen hanıma verilmesini hükme bağladı. Ama başlık parasının fazlalığı mehrin fazlalığına yansıdı. Mehrin fazlalığı evlenmeleri zorlaştırdı. Evli­liklerin gecikmesi cinsel ahlâkın bozulmasına sebep oluyordu. Onun için­dir ki Hz. Ömer kadınların mehirlerinin yüksek tutulmasını uygun bulma­mıştır.

Âyette geçen "yüklerle vermiş olsanız bile" ifadesi, mehrin fazlalı­ğını ifade etmektedir. Bu ifadeden mehrin her zaman ve herkes için yük­sek olacağı anlamını çıkarmak doğru değildir. Âyetin eksen konusu, mehrifl geri alınmamasıdır. Mehrin alınıp evlenilecek ikinci eşe verilme­siyle birinci eşin uğrayacağı haksızlık Allah'ın kabul edeceği bir haksızlık olmadığından bu hüküm verilmiştir. Kadına verilen mehir, kadının öz ma­lıdır ve bu hakkı ona Allah tanımıştır. O mehrin kadına fuhuş iftirasında bulunularak alınmasını ise Allah şiddetle kınamaktadır.

21. âyet mehrin neden geri alınamayacağını iki önemli sebebe bağlamaktadır: a) "Onu nasıl alırsınınız ki, birbirinize sarılıp katıldınız." Eşlerin daha önce cinsel ilişkide bulunmaları, birbirlerine sevgi ve iştahla sarılıp kan koca olmaları mehrin geri verilmesini engellemektedir. Çünkü Bakara sûresinin 237. âyetinde, "Kendilerine mehir tayin ederek evlen­diğiniz kadınları, cinsel ilişkide bulunmadan boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yansı onların hakkıdır" hükmü konmuştur. Demek ki cinsel iliş­kide bulunmadan gerçekleşen boşanmada mehrin yansı kadına kalınca; cinsel ilişkide bulununca mehrin tamamı kalmaktadır, b) "Onlar sizden sağlam bir teminat almış oldukları halde..." Âyetin bu kısmındaki misak kavramı "teminat, anlaşma" anlamına gelmektedir. Galîz da "sağlam" de­mektir. Günümüzde bunun anlamı, mehrin nikâh akdinde geçmesinin, ya­zılı olarak kaydedilmesinin önemidir. Mehrin nikâhın şartları arasında yer almasıdır. Bu iki olgudan dolayı iftira ve günahlarla mehrin geri alınma­sının imkânsızlığı ortaya çıkmaktadır. Karı koca arasındaki cinsel ilişki ve mehrin hukukî boyutu bu haksızlığı önlemektedir. [40]

 

Üvey Anne ile Evlilik:

 

22. Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyiniz, çünkü bu bir fuhuştur, çirkin bir şeydir ve kötü bir yoldur.

Kur'an mesajı gelmeden önce Arap toplumunda, baba ölünce üvey anne ile evlenme geleneği vardı. Ebû Hanîfe'ye göre, değil babasının meş­ru olarak evli olduğu üvey anne ile evlenmek, babasının zina ettiği kadınla evlenmek bile haramdır.

Nikâh cinsel ilişkinin serbestliğini, meşruluğunu sağlamaktadır. Bu sebeple insan babasının cinsel ilişkide bulunduğu kadınla nikâhlanmaktan menedilmiştir. Kur'an üvey anne ile evlenme âdetini temelden kaldırmış­tır.

Üvey anne veya babanın meşru olmayan cinsel bir ilişkide bulun­duğu kadınla evlenmek neden yasaklanmaktadır? Çünkü âyetin başındaki emir ya da hüküm bir sonuçtur. Her sonucun bir sebebi olmalıdır. Âyet bu hükmün sebelini şöyle açıklamaktadır: a) "O bir fuhuştur." Böyle bir evliliği Allah hayâsızlık, yüz kızartıcı bir fiil olarak nitelemektedir. De­mek ki böyle bir ilişki hayâsızlıktır. Hayâsızlık veya fuhuş kavramıyla ni­telendirilmesinin ardında yatan başka bir sebep de toplumsal yönüdür. Kadınla babanın; baba ile evlâdın ilişkileri böyle bir nikâhın hayâsızlık olarak değerlendirilmesine sebep olmaktadır, b) "İğrenç bir şeydir." Allah "fahişe", yani "fuhuş" değerlendirmesiyle yetinmeyip makt yani "iğrenç" tabirini de kullanmaktadır. Makt Allah'ın hışmına uğratan bir eylem anla­mına gelir. Allah'ın nefret ettiği, buğzettiği bir iştir.

Demek ki fuhuş toplumsal ahlâk bakımından yapılan bir değer­lendirme olduğu halde; makt, Allah tarafından takınılan tavrın ifadesi ol­maktadır. Bu fiil, kul ile Allah arasındaki ilişkileri bozmakta, nefret ve buğza sebep olmaktadır, c) "Kötü bir yoldur." Kur'an, babanın ilişki kurdu­ğu kadınla evlenme âdetini temelinden kaldırıp yeni bir gelenek oluştur­maktadır. Buradaki sebil, yani "yol" kavramına "âdet", "örf mânası ver­mek mümkündür. "Ve o ne kötü bir yoldur" derken, "ve o ne kötü bir âdet­tir" anlamı verilebilir. Fuhuş, yani hayâsızlık değerlendirmesi akıl; makt, yani Allah'ın buğzuna sebep olmaktadır değerlendirmesi din; "kötü bir yol" değerlendirmesi de örf açısından bakış açılarını vermektedir. Demek ki böyle bir eylem hem akıl, hem din, hem de örf bakımından sakıncalı ol­duğu için yasaklanmıştır.

Bir eylemin doğruluğu, yanlışlığı; iyiliği, kötülüğü aklen tesbit edi­lebilir. Onun için hukukun temelinde akıl olmalıdır. Bir eyleme sadece akılla değil dinî açıdan bakılarak, ilâhî değerlendirmenin ne olduğu da tesbit edilmelidir. Bu eylemin Allah katında nasıl bir değere sahip olaca­ğının düşünülmesi gerekir.

Ayrıca eylemlerin örf açısından da değerlendirilmesinde yarar var­dır. "O davranış, insanlık için nasıl bir yol oluşturuyor, nasıl bir gelenek veya örf meydana getiriyor, onunla insan nerelere varacaktır" sorulan değerlendirilmelidir.

Problemlere akıl, din ve örf açısından bakarak hukuk üretmek, ev­rensel hukukla, millî hukuku kaynaştıracak ve aralannda zıtlaşma olma­yacağını da gösterecektir. Akıl ve din hukukun objektifliğini, yani taraf­sızlığını ve evrenselliğini temin ederken; örf de onun millîliğini sağlar. [41]

 

Nikâhı Haram Olan Kadınlar:

 

23. Size şunları nikahlamak haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sîzi emziren analarınız, süt bacıla­rınız, eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz ekleriniz­den olup evlerinizde buhitian üvey kışlarınız. Eğer onlarla (nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. K«ndi sulbünüzden olan oğullarını» zin eşleri ve iki kızkardeşi birden almak da size haram kılın­dı. Ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyi­cidir.

Bu âyet bize şunu hatırlatmaktadır: Demek ki insanın on dört çeşit kadınla evlenme ihtimali vardır. Olmayan ve olma ihtimali olmayan bir fi­il burada anılmazdı. Geçmişte insanlar anneleriyle ve kızlarıyla evlenmiş­lerdir, âyet hükmünü bu yanlışı düzeltmeye bina etmektedir.

1. Analarınız size haram kılındı. Buradaki "kılın­dı" ifadesi meçhul kalıbında getirilmiştir. Aslında "Allah haram kıldı" de­mektir. Hükmü veren Allah olduğu için bu kalıpta getirilmiş olabilir. Bir önceki âyette babaların hanımlarıyla evliliği yasaklanırrken de, hükmü veren O olmasına rağmen "Allah" ismi orada yer almamıştı. Hükümleri Allah verdiği için tekrar edilmemektedir.

Âyette yer alan "anne" kavramının kapsamına doğuran kadın mı yoksa nineler de girmekte midir? Anneleri nikahlamamak, onlarla cinsel ilişkide bulunmamak ilk insandan bu yana devam eden doğa kanunu gibi sosyal bir kanundur. Âyetteki meçhul siganın varlığı geçmişteki kanunun tescil edilmesi ve onun geleceğe uzatılması anlamını da ifade etmektedir. Sadece doğuran anne değil, anne babayı doğuran anneler de bu âyette ha­ram kılınmaktadır. Ancak anne kavramının kapsamına, Ahzâb süresindeki anne kavramı girmekte midir? "Peygamberin hanımları onların analarıdır" derken, bu yasağa dahil midirler? Bu soruların cevabını verecek olursak, peygamberin eşleri, sahabenin dinî saygınlık bakımından anneleri olarak tayin edilmektedirler. Sahabenin onlarla evliliğini yasaklamaktadır. Ama onların kızlarıyla olacak evliliği yasaklamamaktadır. Çünkü Hz. Ali ve Hz. Osman onların kızlarıyla evlenmişlerdir. Doğuran ananın kızıyla evle-nilmezken, Peygamber'in sahabeye anne olan eşlerinin kızlarıyla evlenil-mektedir. Demek ki Peygamber'in eşlerinin anne olma özelliği kendilerine has bir durumdadır.

2. Kızlarınız. Meşru yani hukukî nikâhla evli olan karı ko­cadan doğan kız çocuğunun babaya haram olduğunu söyleyen bu âyetteki kızın kapsamına kız torunlar da girmektedir. Her ne kadar kendinden doğ-masa da, kendinden doğandan doğmuştur. Bu sebeple kendi kızı sayılmak­tadır. Ancak zina yoluyla doğan kızı, kendi kızı olarak kabul edilebilir mi? Bu sorunun cevabını Şafiî ve İmâm-ı Âzam'ın farklı şekilde verdikleri nakledilmektedir. Güya Şafiî zinadan doğan kızın, kızı olmayacağı, bu sebeple onun haram olmadığı, İmâm-ı Âzam ise zinadan doğanın kendi kızı olduğu için haram olacağını söylemiştir. Şafiî'nin böyle bir hüküm verdiği nereden tesbit edilmiştir? Onun otoritesinin arkasına sığınılarak verilen sahte bir ictihad olmasın?

Râzî, bu fetvaları naklederken sorgulamamaktadır. Fakat biz burada sorguluyor ve hatta onların bu fetvaları vermiş olabileceğini düşünmü­yoruz. Zina neticesinde doğsa bile o babanın kızı olduğunu ve âyetteki "Kızlarınız size haramdır" hükmüne dahil olduğunu söylemeyi uygun buluyoruz. Zinadan doğan bir kızla, babasının evlenebileceğini söylemek mümkün değildir. Câhiliye döneminde meşru olmayan evlilikler netice­sinde doğan çocuklar îslâm geldikten sonra babalarına nisbet edilmedi mi? Câhiliye döneminde bir kadınla pek çok kişi birlikte olurdu, kadın ha­mile kalınca çocuğun kimden olduğunu söyler ve onunla nikâhlanırdı. Bu çocuklar, o babanın çocuğu olarak neseplenmemiş miydi?

Zinadan doğan kız babanın kızı olmayınca; doğan erkek çocuk da onun çocuğu olmayacağına göre, onlar kardeş olmayacaklar mıdır? "Ço­cuk doğduğu yatağa aittir. Zina edenin ise hiçbir hakkı yoktur" hadisini delil getirenler, babanın nesep iddiasında bulunamayacağını ileri sürmek­tedirler. Biz burada bu hadisin doğru olup olmadığını sorgulamak zorun­dayız. Zina yoluyla doğuran ana, o çocuğu sahiplenemeyecek midir? Karı koca arasındaki nikâh çocuğun meşruluğunu verir ama, babanın onunla evlenmesine müsaade verebilir mi? Kendi kızı olduğunu tayin eden nikâh mıdır, yoksa erlik suyunun getirdiği genler midir? Biyolojik bir oluşumu, hukukî bir oluşumla ortadan kaldırmak mümkün müdür? Nikâh, biyolojik oluşuma ne katmaktadır? Bize göre biyolojik oluşum hukukun temelini teşkil etmektedir. Tıpkı doğuran annenin doğurması gibi biyolojik bir do­ğa kanunu üzerine hüküm bina edilmesi gerekmektedir.

Bir önceki âyette kullanılan ölçüler açısından bu olguya bakarsak akıl, din ve örf buna ne diyecektir? Akıl böyle biyolojik bir bağın olduğu yerde, evlâtlığın reddedilmesine müsaade eder mi? Din ve örf böyle bir oluşuma "kızı değildir" der mi?

3. Kız kardeşleriniz. Anne baba bir; anne bir baba ayrı; baba bir anne ayrı şeklinde meydana gelen kardeşlik müessesesinin içinde evliliği yasaklamaktadır. Burada "Meşru olmayan ilişkilerden doğan kar­deşler birbirleriyle evlenebilirler mi" sorusuyla karşılaşmak mümkündür.

Aynı erkek ve aynı kadından zina fiili neticesinde doğan bir kız ve erkek birbirinin kardeşi midir, değil midir? Bunlar aynı adamın sperminden ve aynı kadının yumurtasından doğmuşlardır. Hukukî bağ olan nikâhın olma­ması, onların biyolojik kardeşliğini ortadan kaldırır mı?

Bir adamın meşru olmayan kızını meşru olan erkek çocuğu alabilir mi? Bunlar babadan bir, anadan ayrı olmaları durumuna girmezler mi? Soruyu şu şekilde sorabiliriz: Bir kişi bir kadınla zina etmiş, ondan bir er­kek çocuk dünyaya gelmiştir, daha sonra aynı kadınla nikâh kıymıştır ve bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir; bu kızla bu erkek çocuk evlenebilir mi? Bunlar biyolojik olarak kardeş değiller midir?

Hukukî bağ biyolojik bağdan daha kuvvetli midir? Bu soruya olum­lu cevap verenlere şunu delil olarak getirebiliriz. Zeyd b.Hârise'yi Hz. Peygamber evlâtlık edindi. Hukuken ve örfen onun evlâtlığı idi. Evlâtlığı­nın boşadığı kadınla Hz. Peygamber evlendi; ama evlâtlığı değil de biyo­lojik mânada evlâdı olsaydı onun hanımıyla evlenebilir miydi? Demek ki biyolojik bağ, hukukî bağdan önce gelmekte, daha güçlü olmakta ve hu­kukun temelini teşkil etmektedir.

4. Halalar ve teyzeler. Annenin kız kardeşi tey­ze, babanın kız kardeşi haladır. Ama annenin babasının kız kardeşi hala; babanın annesinin kız kardeşi de teyze kavramına dahil edilmelidir. Demek ki hala sadece baba tarafından, teyze de sadece anne tarafından olmaz, çaprazlama hala ve teyze de olabilir. Hala ve teyze ile nikâh haram kılınmaktadır.

5. Yeğenler. Erkek kardeşin kızı ile kız karde­şin kızı, öz kız gibi kabul edilmektedir.

Bu beş grup kadın nesep bakımından ebediyen haramdır.

Daha sonra ârizî sebeplerden dolayı haram olanlar ele alınmaktadır:

a) Sütanne ve sütkızkardeş. Âyetin bu kısmında "Sizi emziren (sü­tanneleriniz ve sütkız kardeşleriniz" size haram kılındı hükmünü vermek­tedir. Demek ki sütten kaynaklanan "anne" de vardır. Bunun anlamı şudur: Sütün çocuğun karakteri üzerinde etkisi büyüktür. Doğurmadığı çocuğu emzirince onun anası olmaktadır. Doğal olarak hem doğuran, hem de em­ziren anne ile sadece emzirenin anneliği farklı olduğu için, ona sütanne is­mi verilmektedir. Görüldüğü gibi süt ilişkisi denen biyolojik bağ üzerine hukuk konmakta, sütanne ile nikâh yapılamaz hükmü biyolojik kanunlara dayanmaktadır. Kadının kızı, emzirdiği erkek çocuğun sütkardeşi olmak­tadır. Böylece emenin emzirene nefsi haram; emzirenin emene nesli haram olmaktadır. Hz. Peygamber bunu şu şekilde ifade etmektedir. "Nesep ba­kımından haram olanlar, süt yönünden de haram olurlar."

b) Kayınvalide. Âyette kadınlarınızın anneleri şek­linde ifade edilen "kayınvalide", hanımın öz anneleri yanında, annesi ve babası yönünden olan bütün büyük anneleri kapsamına almaktadır. Hz. Peygamber'den nakledilen bir hadis şöyledir: "Bir kişi bir kadınla evlen­diğinde, o kişinin, evlendiği kadının annesini, kızıyla gerdeğe girsin veya girmesin, nikahlaması helâl olmaz. Ama bir adam bir kadının annesiyle evlenir de, gerdeğe girmeden onu boşarsa, bu kişi isterse o kadının kızıyla evlenebilir."

c) Üvey kızlar. Âyetin bu kısmında "kendileriyle gerdeğe girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı" hükmü de yer almaktadır. Bir kadını nikahlayan erkek, eğer o kadının başka bir erkekten kızı varsa, sonraki kocasına o kız haram olur. Âyetin devamında bir istisna vardır: "Eğer onlarla (nikâhlandığınız kadınlarla) henüz cinsel ilişkide bulunmamışsanız, kızlarını almanızda size hiçbir sa­kınca yoktur." Kişi yanında kızı olan bir hanımla evlenir de, o kadınla cin­sel ilişkide bulunmadan boşanma hadisesi olursa, boşanmadan sonra o ka­dının kızını alabilir. Yukarıda naklettiğimiz hadise de uygun düşmektedir.

d) Gelinler. Bir kişinin öz oğlunun hanımıyla evlenmesi yasaklan­mıştır: "Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri" size haramdır denir­ken, evlâtlığının hanımını dışarıda bırakmaktadır. Çünkü evlâtlığı hanımı­nı boşayınca, kişi onun hanımıyla evlenebileceğini Ahzâb sûresinin 37. âyetinde Allah Hz. Peygamber'e tatbik ettirmiştir. Demek ki öz oğlu ölse veya hanımını boşasa bile kayınpeder onunla evlenemez. Kur'an evlâtlığı öz oğul gibi kabul etmez: "Evlâtlıklarınızı da (öz) oğullarınız (gibi) tanı­madı." Görüldüğü gibi Allah hükümlerini biyolojik ilişkiler üzerine kur­maktadır.

e) Baldız. Allah iki kız kardeşin bir anda nikâh altında bulundu­rulmasını yasaklayan hükmünü şöyle vermektedir: "İki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı." Demek ki kız kardeşlerden birini boşayınca ya da ölünce, onun kız kardeşiyle evlenmek mümkündür.

Yukarıda görüldüğü gibi ilk beş grup, nesep cihetinden evlenilmesi haram olan, son beş grup da nesep yönü dışında evlenilmesi haram olan kadınları açıklamaktadır. Anne, kız, kız kardeş, hala-teyze ve yeğenler ne­sep yönünden haram kılınırken; süt anne-sütkız kardeş, kayınvalide, ger­değe girilen kadından üvey kız, öz oğlunun hanımı ve iki kız kardeşin aynı anda bir nikah altında bulundurulması ilişki yönünden yasaklanmaktadır.

Âyetin son kısmında yer alan, "Ancak, daha önce geçen geçmiştir" ifadesinden ne kastedilmektedir? Âyetin başında geçen anne, kız, kız kardeş, hala-teyze ve yeğenlerle daha önce evlilik hadisesi olmuş mudur? Yoksa âyetin başka bölümlerine mi hitap etmektedir? Bunların cevabını Ni­sa sûresinin 22. âyetiyle verebiliriz: "Babalarınızla evlenmiş olan kadın­larla evlenmeyiniz. Ancak daha önce geçen geçmiştir." Daha önce üvey an­nelerle evlilik hadisesi olduğu için âyet bunu yasaklamaktadır. Geçmişte olan bu evliliklerden dolayı sorgulama olmayacağına işaret etmektedir.

Diğer taraftan 23. âyette geçen, "Ancak geçen geçmiştir" ifadesini hemen bir önceki oluşuma bağlayıp sorulara cevap verebiliriz. Geçmişte iki kız kardeşi aynı anda nikâh altında bulunduranlar olmuş olabilir. Allah bu durumu yasaklayınca geçmişteki bu olayları sorgulamayacağını ifade etmiş olabilir. "Ancak geçen geçmiştir" ifadesinin ardından, "Allah bağış­layıcı ve merhamet edicidir" beyanının gelmesi, geçmişte yapılan hatala­rın bağışlanacağını ifade etmektedir.

Bu âyetten çıkarılacak önemli ilkeler şunlardır:

1. Kur'an medenî hukukta önemli bir yer işgal eden, nikâhın kıyıla­cağı ve kıyılamayacağı, yani evlenilebilecek ve evlenilemeyecek kadınla­rı açıklamaktadır. Nesep bağı olanları doğrudan yasaklamakta, nesep bağı olmayıp da dolaylı bir şekilde yakınlığı olanları da haram kılmaktadır.

2. "Ancak geçen geçmiştir" ifadesiyle de kanunun geçmişe yönelik olamayacağı ilkesini getirmektedir. "Kanunlar hal ve geleceğe yönelik olurlar, geçmişe doğru işletilemezler" şeklindeki usulü Kur'an hukuka ka­zandırmıştır. Kanun konmadan önce işlenen suçlan kapsamına alamaz ve kanun geçmiş suçlar için işletilemez esasını bu ve bir önceki âyetten çı­karmaktayız.

3.  Allah geçen suç veya günahları merhameti gereği nasıl affe­diyorsa, devleti idare edenlerin de kanun yaparken halka aynı şekilde davranmalan gerekir. Halk, kanun olmadığı dönemde işledikleriyle sorumlu tutulmamalı, o davranışlar affm kapsamına girmelidir. Böylece siyasetle hukuk paralel çalışmış olacaktır.

4. Allah Nisa sûresinin başından beri hukuk eğitimi yapmaktadır. Akraba ve yetim hakları, miras hukuku, çeşitli alanlarda karı-koca ilişki­leri; boşanma hukuku ve nihayet evlilik hukuku, evlenilmesi yasak olan ha­nımların belirlenmesiyle neticelendirilmektedir. Bütün bu hükümlerde ka­dının durumu "eksen" alınmaktadır. Evlilik hukukunda biyolojik bağların önemli rol oynamasının yanında, sosyal ilişkiler de dikkate alınmaktadır. [42]

 

Evlenilecek Hanımlar ve Mehir:

 

24. Meşru şekilde (nikâhla) sahip oldukların» dışında bütün evli kadınlar (size haramdır). Bu, üzerinize farz olan Allah'ın buyruğudur. Bunların dışında kalan bütün (ka­dınlar), kendilerine mal varlığmıadan <bir kısminı) Vermeniz ve meşru olmayan bir ilişki ile.değil de evlitibitağı yoluyla meşru bir şekilde olmak kaydıyla size helâldir.; Kendileriyle evlenmek istediğiniz.kadınlara.hak ettikleri mehirlerini ve­riniz; ama bu meşru yükümlülükten sonra bir şey üzerinde serbestçe anlaşmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüp­hesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.

1. "Evli olan kadınlarla evlenmeniz size haram kılındı." 23. âyetin başında geçen hurrimet "haram kılındı" mânasındaki hüküm, 24. âyet için de geçerlidir. Âyetin bu bölümünde yer alan muhsenât kavramı, ihsan veya hısn kökünden türemiştir. Hasene kalıbından alınınca "muha­faza etmek", hasüneden "sağlamlaştırılmış olmak; kadının iffetli olması"; ahsene kalıbından "evlenmek, kadının iffetini koruması" mânalarına gel­mektedir. Muhsene "evli iffetli kadın" demektir. Haşin "muhkem, sarp, sağlam" anlamını ifade etmektedir. Hasene, hastalıkla beraber kullanılın­ca "iyileşmek, bağışıklık kazanmak" anlamına gelmektedir.

"Muhafaza etmek, korumak, engel olmak" mânalarına da gelen ih­san, Kur'an'da çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır,

 

İhsan Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:

 

1) Hürriyet ve iffet. Nûr sûresinin 4. âyetinde bu anlamda kullanılır: Hür ve iffetli kadınlara iftira atanlar. Râzî, bu âyette geçen muhsenât kelimesine "hür ve namuslu", hürriyetine ve iffetine sahip çıkan kadın anlamı vermekte­dir. Nisa sûresinin 25. âyetinde de aynı anlama gelir. Aynı âyetin deva­mında cariyelerin karşıtı olarak hür kadınlar ifade edildiğinde yine muh­senât kelimesine yer verilmektedir. Burada tamamen "hür kadınlar" anlamını ifade etmektedir,

2) İffetlilik. Yine Nisa sûresinin 25. âyetinde şu ifade yer almaktadır: Fuhuşta bulun­mayan, gizli dostlar tutmayan iffetli kadınlar olmak üzere. İfade kendi kendini mânalandırmaktadır.

3) Evlenmek. Nisa sûresinin 25. âyetinde Onlar evlendiklerinde derken bu anlama gelmektedir. İffet mana­sıyla evlilik arasında bir ilişki olduğundan her iki mânaya da gelmektedir, çünkü evlilik iffeti korumaktadır. Râzî âyette geçen bu fiile, "müslüman olmak" anlamını da vermektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sû­resinin 24. âyetinde muhsenât kelimesi "evli kadınlar" anlamına gelmek­tedir,

4)Korumak. Enbiyâ sûresinin 91 ile Tahrim sûresinin 12. âyetleri bu anlamı ifade etmektedir. Bu âyetlerde iffet, cinsel organlannı korumak fiili ile ifade edilmiştir. Cinsel organını iffetle korumuş olanı (da an). Buradaki fere kelimesi cinsel organ, yani ırz anlamına gel­mektedir. Ahlâkî anlamda korumayı ifade ettiği gibi, maddî anlamda da korumayı ifade etmektedir. Ona, savaş sıkıntılarından sizi koruması için zırh yapmayı öğrettik. (Enbiyâ 21/80). Zırhın savaşta insanı yaralanmaktan "koruması" anlamına gelmektedir,

5) Saklamak. Gelecek için biriktirilen, saklanan yiyecek eşyalarını ifade ederken Allah bu kavramı kullanmaktadır: Sonra bunun ar-dından, saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç, o yıllar için biriktirdik­lerinizi yiyip bitirecek yedi kıtlık yılı gelecektir,

6) Kale. Haşr sûresinin 2. âyetinde "kaleler" anlamına gelen husûn kalıbı yer almaktadır: Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı.

Hısn kökünden türeyen bu kelime maddî anlamda "korumak, sakla­mak" mânasına geldiği gibi, ahlâkî anlamda "iffetini korumak, saklamak, muhafaza etmek"; siyasî anlamda "hürriyetini korumak" mânasını ifade etmektedir. Demek ki âyetin başındaki muhsenât kavramı "evli, iffetli ve hür kadınlar" anlamına gelmektedir. Ancak ana mâna "evliliktir." Bir ka­dının bir erkekle evli olması onu başka erkeklere haram kılmakta ve 23. âyetteki haram olan kadınlar sınıfına koymaktadır. Cinsel ahlâkı düzen­leyen temel kanunlardan birini teşkil eden bu kavram, kadın-erkek ilişki­lerinde önemli bir yasağı gündeme getirmektedir.

2. Meşru şekilde (nikâhla) sahip olduklarınız dışın­da... Aslında mâna "sağ ellerinizin sahip oldukları" şeklindedir. Bunun an­lamı "meşru şekilde sahip olduklarınız" demektir. Genelde bu kavram "Al­lah yolunda yapılan savaşlarda esir alman kadınlar" olarak anlaşılmaktadır. Râzî "sağ ellerinizin sahip olduğu" ifadesini, yani "milk-i yemûV'i iki mâ­nada almakta ve şöyle demektedir: Milk-i yemînlik "hem nikâhla evleni­len kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar" anlamına gelmek­tedir.

Şartlara göre âyetin bu kısmına mâna vermek en doğru yol olacaktır.

siya girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse, esir almak bir peygambere yakışmaz. Demek ki istisna savaşlarda kadınlar esir olarak alınabilir. Bu durumda Râzî'nin ikinci mânası geçerli olacaktır, yani "esir alman kadınlar" anlamı verilecektir. Ama âyetin esas mânası, "nikâh yo­luyla meşru mânada sahip olunan kadınlar" olacaktır.

O zaman ikinci mânadan hareket edersek nikâhınız altında olanların dışında, başkalarıyla evli olan kadınlar size haram kılınmıştır. Çünkü muh­senât kelimesini "evli kadınlar" mânasına alınca milk-i yemini, "meşru olarak sahip olduklarınız" anlamını vermek gerekiyor. Ama muhsenât ke­limesine "hür kadınlar" anlamı verilince, milk-i yemîne, "esir" anlamı ve­rilebilir. Milk-i yemini, "savaşta esir alınan kadınlar" mânasına alınca ak­la şu gelmektedir: Esir alınmadan önce evli olan kadın, müslümanlar tara-ından esir alınınca nikâhı ne olacak? Yani bu "Evli olan kadınlar size ha­ramdır" ama, "evli olup da müslümanlarca esir alınan kadın, nikâhı düştü­ğü için size helâldir" anlamına gelir mi? O zaman şu sorulabilir: Esir düş­mekle veya satmakla boşanma olur mu?

Bilginler bunlara farklı cevaplar vermektedirler: Hz. Ali, Hz. Ömer ve Abdurrahman b. Avfa göre, evli olan bir câriye satıldığı zaman bo­şanmış olmaz. Übey b. Kâ'b, Ibn Mes'ûd, İbn Abbas, Câbir ve Enes ise ni­kâhlı cariyenin boş olacağı görüşündedirler. Bunlar görüşlerini Hz. Pey-gamber'e atfedilen şu söze dayandırmaktadırlar: "Cariyenin satılması, onun boş olmasıdır."

Mevdûdî bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır: Savaşta esir alınan ve "dârülharp"te kâfir kocaları bulunan kadın veya cariyeler haram değil­dirler. Zira, dârülharpten, "dârülislâm"a geldikten sonra onların nikâhları kendiliğinden fesholunmuştur. Bu gibi kadınlarla hem nikâhlanılabilir hem de bunlar himayeleri altında bulunan kişiler tarafından "temettü"ye tâbi tutulabilirler. Ancak fakihler karı-kocanın aynı zamanda esir alınma­ları durumundaki hükümle ilgili olarak anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Ebû Hanîfe ve ona bağlı olan bazı fakihler karı-kocanın nikâhının geçerli ola­cağı kanaatindedirler. İman Mâlik ile tmam Şafiî ise bu nikâhın geçerli olmadığı görüşündedirler.

Cariyelerle temettü konusundaki bazı ihtilafların daha iyi anlaşıla­bilmesi için meselenin bazı yönlerini burada ele alalım:

a)  Savaşta esir alınan her kadınla her asker, cinsel ilişki kurma hakkına sahip değildir. Aksine İslâm yasalarına göre bu çeşit esir kadınlar veya kızlar devletin nezaretine verilmelidirler. Devlet ve hükümet isterse bunları serbest bırakabilir isterse onlardan fidye alabilir, başka müslüman savaş esirleriyle mübadele edebilir veya müslüman askerler arasına dağıtabilir. Bir asker ancak bir câriye ile devletin izniyle temettü edebilir.

b) Birini himayesine verilmiş olan bu tür bir câriye ile, aybaşı hali (âdet) gelinceye ve hamile olmadığı anlaşılıncaya kadar, hamile ise, do­ğum yapıncaya kadar cinsel ilişki kurulması haram sayılacaktır.

c)  Bir erkek ancak kendi payına düşen câriye ile temettü edebilir başkası ona dokunamaz. Bu kadından doğan çocuk, ancak himayesine ve­rilmiş olan erkeğin caiz ve meşru evlâdı sayılacaktır. Bu evlâdın medenî ve meşru hakları, sulbünden doğan evlâdın tamamıyla aynı olacaktır. Ço­cuk doğurduktan sonra söz konusu câriye başkasına verilemez ve kocası­nın ölümünden sonra kendiliğinden serbest sayılır.

d) Savaşta esir alınan kadın veya kız\ann temettüsü için Eh\-i kitap1 -tan olmaları şartı getirilmemiştir. Bu kadın veya kızların inançları veya düşünceleri göz önüne alınmaksızın müslüman askerler arasında taksim olunması esastır. Böylece payına düştükleri erkekler tarafından temettü edilebilirler.

e) Kendi payına düşen bir cariyeyi başka bir erkeğin tasarrufuna (ni­kâh) veren bir şahıs o cariyeden bazı hizmetler bekleyebilir, ama onunla bir daha cinsel ilişki kuramaz. İslâm zevce sayısını dörtle sınırlandırmış­tır, ama cariyelerin sayısını belirlememiştir. Böyle bir sınırlamanın geti­rilmemesinin amacı, zengin ve varlıklı kişilerin istedikleri kadar câriye top­layarak ev ve köşklerini birer fuhuş yuvası haline getirmesine izin vermek değildir. Bu belirsizlik Arabistan'da o zamanki savaş durumundan ileri gelmiştir. Savaşların sayısı, süresi ve bunlarda alınan cariyelerin sayısı belli olmadığı için bu konu yoruma açık bırakıldı.

f) Mülkiyet kanunuyla ilgili diğer hükümler gibi, bir kişinin savaş durumunda bir esirle ilgili sahip olduğu bütün hakları ve yetkileri de baş­kalarına devredebilmesi mümkündür. Hükümet tarafından mülkiyet hakkının tayini, tıpkı nikâh gibi meşru ve medenî bir fiildir. Bu bakımdan nikâhla ilgili olarak herhangi bir sakınca görmeyen, tiksinti duymayan bir kişinin cari­yelerle temettüyü hor görmesi veya kötü olarak kabul etmesi düşünüle­mez.

g) Devlet veya hükümet, savaş esiri olan bir cariyeyi bir kişinin mül­kiyetine verdikten sonra onu geri alma hakkına sahip değildir. Eğer bir ku­mandan askerlerinin, sadece cinsel arzularım geçici olarak esir kadınlarla giderme izni verirse onun bu fiili İslâm'a göre tamamıyla gayri meşrudur. Bunun zinadan bir farkı yoktur ve bilindiği gibi zina İslâm hukukuna göre ağır bir suçtur

3. Bu, üzerinize farz olan Allah'ın buyruğu­dur. Müfessirler bu ifadeyi 23. âyette geçen Sizc naram kl»n' di hükmüne bağlamaktadırlar. Evlenilmesi haram kılınan kadınlar "Al­lah'ın size farz kıldığı, yani yazdığı buyruğudur" anlamına gelmektedir. Al­lah'ın yazdığı şey nikâhı haram olan kadınlar olduğuna göre, 23. âyetin ilk kısmıyla 24. âyetin bu bölümü arasındaki bağlantı doğrudur. "Haram kıl­makla "yazmak" hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Haramla yaz­mak bir araya gelince emir ya da hüküm güçlenmektedir. Haram kılmak yasaklamak, yazmak ise farz kılmak anlamına gelmektedir. Bir konuda hem yasak hem de farz kılmak hükümleri yer alınca, ne kadar önemli bir konu üzerinde olunduğu ortaya çıkar. Demek ki kan hısımlığı ve sıhrî hı­sımlığın evlilik konusundaki engelini Allah belirleyip günümüz modern hukukuna^ sunmuştur.

4. Bunların dışın­da kalan bütün (kadınlar), namuslu olmak ve zina etmemek üzere mal­larınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. 22 ve 23. âyetle 24. âyetin başında, kan bağı ve sıhrî hısımlıktan olduğu için nikâhı haram olan kadınlar sayılarak, nikâhı caiz olanlar ortaya çıkarılmıştır. Bu durum hukukta kanun yapmanın bir metodudur. Allah bazı konularda ya­sak olanları sayarak veya belirleyerek yasak olmayanları ortaya koymak­tadır. Modem hukukta da uygulanan bu metodun çok önceden Allah ta­rafından ortaya konduğuna bu âyetlerde şahit oluyoruz. Âyetin bu kısmı iki önemli konuya dikkat çekmektedir.

a) Mehirlerini vermek. Mehir nikâhın önemli şartlarından birini teşkil etmektedir. Daha önce belirtildiği gibi İslâm öncesi Arap toplumunda başlık parası ödenirdi. Kur'an bunu mehre çevirdi. Başlık parası veliye, mehir ise evlenen kadına verilmektedir. Kur'an yaptığı bu değişimle ka­dının statüsünü yükseltmiştir. Günümüzde hâlâ başlık parasının alınması, eski geleneklerin sürdüğünü ve İslâmî uygulamanın dikkate alınmadığını göstermektedir. Kur'an'm yaptığı bu radikal değişimi Türk toplumu hâlâ özümleyebilmiş değildir. "Mehrin verileceğine dair bir taahhüt geçerli mi­dir" sorusuna, bu kısmıyla olumlu cevap vermemiz gerekiyor. Çünkü Kur­an, mehri hukuka sokmuş, cinsel ilişkide bulunmadan meydana gelecek olan boşanmada mehrin yansının alınabileceğini (Bakara 2/237) söylemekle konunun üzerinde titizlikle durduğunu göstermiştir.

b) iffetli olarak; zina etmeyerek, yani "gizli dost tutmayarak yukarıda sayılan kadınların dışında kalan kadınlarıyla, iffetli bir şekilde evlenilebilir. Sefeha kelimesi "dökmek" mânasına gelmektedir. Araplar göz yaşı dökmeyi ifade ederken bu kelimeyi de kullanırlar. En'âm sûresinin 145. âyetinde "kan dökmek" anlamına gelmektedir. Zina olayın­da "meniyi dökmek"ten başka bir maksat olmadığından, yorumunu yap­makta olduğumuz âyette "zina" anlamını ifade etmektedir. gayra müsâfihîn "zina yapmaksızın" demektir. Demek ki mehir vererek ve iffetli kalarak yukarıda sayılanların dışındaki kadınlarla evlenilebilir. Âyetin deva­mında "Kendileriyle evlenmek istediğiniz kadınlara kararlaştırılmış olan mehirlerini veriniz. Mehrin belirlenmesinden sonra (bir miktar indirim için) karşılıklı antlaşmanızda size günah yoktur." denmektedir.

Bir erkeğin evleneceği hanıma vereceği mehri, kadın karşılık bekle­meksizin, kendi rızasıyla ve isteyerek almalıdır. Nisa sûresinin 4. âyetinde buna onun için "nıhle" denmektedir. Mehrin miktarının hukuken belirlen­memiş olması da ilginç bir durumdur. Mehir tamamen iki tarafın antlaş­masına bağlıdır ve herhangi maddî veya manevî bir şey olabilir. Meselâ bir kadınla evlenecek olan bir sahâbînin mehir verecek hiçbir şeyi yoktu. Hz. Peygamber ona, "Kur'an'dan bir şeyler biliyor musun? Demesi üzerine adam, bir sûre bildiğini söyledi. Hz. Peygamber, "O kadını, Kur'an'dan bildiğin o sûreye karşılık seninle evlendirdim" dedi. Onun içindir ki âye­tin sonunda mehrin miktarı konusunda serbestçe antlaşma yapılacağı söy­lenmektedir. Kadının istediği mehir erkeğe fazla geliyorsa, indirim için girişimde bulunabilir ve aralarında belli bir miktarda anlaşabilirler.

5. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir. Âyetin sonunda Allah'ın "alîm" ve "hakîm" sıfatlarının yer alması, onun âyette ver­diği hükümlerin bilgi ve hikmete dayandığını ifade etmektedir. Hükümle­rini bilerek ve yerli yerinde verdiğini göstermektedir.

Bundan hareket ederek diyebiliriz ki kanun koyucu hem bilgi sahibi hem de hikmet sahibi olmalıdırlar. Bunlar kanun yapmanın olmazsa olma­zını teşkil etmektedirler. Hukuk bilgiye ve hikmete dayanmalıdır. Bu özel­liklere sahip olanlar kanun yapabilme salâhiyetini elde etmelidirler. Ma­dem ki siyaset hukuka göre yapılacak, madem ki siyasetçi hukuk yapa­caktır, her iki meslek için bu özellikler alt yapıyı oluşturmalıdır. [43]

 

Evlenme İmkânı Bulamayan Erkeklerin Durumu:

 

25. İçinizden, inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, elleriniz altında bulunan inanmış genç kız­larınız (cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Hepiniz birbirinizdensiniz (hepiniz aynı kökten gelmek­tesiniz). Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle onlarla evle­niniz, ücretlerini (mehirlerini) de güzelce yeriniz. Evlendik­ten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınlara verilen cezanın yansı uygulanır. Bu (cariye ile evlenme), içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha iyidir. Allah bağışlayan, merhamet edendir.

Âyetin analizinden önemli genellemelere ulaşmak mümkündür: [44]

 

1. Şartlar Evliliği Engelleyebilir:

 

Kur'an evlenme meselesine gerçekçi bir tavırla yaklaşmakta, ekonomik güçle evliliğin ilişkisini ele almaktadır. "Aranızdan, inanmış hür kalıcılarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse." Âyetin bu kısmında geçen Aranızdan güç yetiremeyen-ler ifadesinde yer alan tavl kelimesinin anlamını hem ekonomik hem de statü bakımından yorumlamakta yarar vardır. Tavl kelimesi "fazlalık, bolluk, zen­ginlik, nimet, iyilik" mânalarına gelmektedir. "İyilik ve faziletli" anlamı­na gelen tetavvul kelimesi de böyledir. Tetâvele kalıbından alınınca "bir şeyi elde etmek" mânasını ifade eder. Aslında tavl "uzun" mânasına gelen tülden türemiştir. Uzun olan şey, kısaya nazaran daha mükemmel oldu­ğundan onda bir fazlalık vardır. Zengine de tavl denmektedir.

Uzun boylu insan, fakirin uzanamayacağı yerlere uzanıp oradaki nesneleri alabileceği gibi, zengin insan da fakirin alamayacağı şeyleri eko­nomik imkânıyla elde edebilir. Ama tavl kelimesine sadece "ekomomik im­kân" mânası değil de, "sosyal statü" anlamını verirsek, toplumda bazı in­sanlar bulundukları toplumsal seviyeleri bakımından, statüsü üstün olan hanımlarla evlenmeleri denk düşmez. Meselâ hiç tahsili olmayan veya il­kokul mezunu bir delikanlının üniversite mezunu bir kızla evlenmesi he­men hemen imkânsızdır. Böyle bir durumda evlilik ilişkilerinin olumsuz ola­cağı tabiidir. O zaman o erkeğin evlenmede bir şeylere güç yetiremediği ortaya çıkmaktadır. Demek ki inanmış hür kadınlarla evlenmeye güç yeti-rememenin içinde sadece ekonomik imkânsızlık değil aynı zamanda tahsil örneği gibi statü yetersizliği de vardır.

Bazı insanlar ekonomik imkân, tahsil ve statü bakımından bazı ka­dınlarla evlenme fırsatına sahip olmayabilirler. Allah bu şartlar altında er­keklerin neler yapacağına açıklık getirmektedir. Evlenme imkânı bulama­ma meselesi Nûr sûresinin 32-33. âyetlerinde de ele alınmaktadır. Nûr sû­resinin 32. âyetinde doğrudan doğruya "fakir" kavramına yer verilmek­tedir. Yoksul iseler denirken, 33. âyette evlenme im­kânı bulamayanlar cümlesiyle ifade edilmektedir. "Yoksul olmakla", "ev­lenme imkânı" bulamamak aynı anlama gelmekle beraber, fakirlik tama­men ekonomik imkânla alâkalı olduğu halde, "evlenme imkânı bulamama" yukarıda sıralanan diğer imkânsızlıkları da kapsamına almaktadır. "Eko­nomik imkânsızlık, statü düşüklüğü ya da tahsil bakımından evleneme­yenler için çare ne olabilir" sorusuna Kur'an çeşitli şekillerde cevap ver­mektedir.

Allah çeşitli sebeplerle evlenme imkânı bulamayanlara çıkış yollan göstermektedir:

a) Nûr sûresinin 32. âyetinde birinci çıkış yolu şöyle belirlenmekte­dir: "Ve içinizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elve­rişli olanları evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfuyla on­ları zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve bilendir." Demek ki fakir olan gençlerin evlendirilmesini üçüncü şahıslara yüklemektedir. "Evlendiriniz" emri, toplumdaki diğer insanları muhatap almaktadır. Gençlerin evlendi-rilmesiyle toplumun diğer fertleri sorumludur.

Allah, gençlerin evlenmesinin sorumluluğunu sadece diğer insanla­ra yüklememekte, kendisinin de onlara yardımcı olacağım belirtmektedir. "Allah kendi lutfuyla onları zenginleştirir." Allah'ın yardım etmeyi üzeri­ne aldığı üç kişiden birinin, namuslu kalmak için evlenen kişi olduğunu Hz. Peygamber söylemektedir. Ekonomik imkânsızlıktan dolayı evlene­meyenlere toplumdaki diğer fertler rehberlik yapıp evlendirecek, Allah da onlara lutfuyla yardım edecektir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Al­lah'ın bekâra takdir ettiği nzıkla, evli olana takdir ettiği rızık farklıdır.

b) Nûr sûresinin 33. âyetinde evlenme imkânı bulamayan gençlere başka bir yol gösterilerek şöyle denmektedir: "Evlenme imkânı bulama­yanlar, Allah kendilerini lutfundan zengin edinceye kadar iffetlerini koru­sunlar." Bu âyet, ilâhî lutfu devreye sokmakla beraber, lutfun gelişine ka­dar gencin iradesine sahip çıkmasını emretmektedir. "İffetlerini korusun­lar" emri gençleri muhatap almaktadır. Gençler cinsel içgüdülerinin baskı­sından kurtulmaları için spor yapıp oruç tutmalıdırlar. "Evlenme imkânı bulamıyorum" ifadesi zina için mazeret teşkil etmemektedir. Evlenme im­kânını bulamayanlara Hz. Peygamber'in oruç tutma metodunu teklif etti­ğini biliyoruz.

c) Allah Nûr sûresinin 33. âyetinde gençlerin evlenmesine zengin­lerin yardım etmesini emretmektedir. Zenginleri devreye sokarak ekono­mik sebeplerle evlenemeyenlerin evlendirilmesini temin etmek istemek­tedir: "Allah'ın size verdiği maldan onlara da veriniz." Bilindiği gibi eko­nomik sebeplerden dolayı pek çok genç evlenememektedir. Allah bunların evlendirilme sorumluluğunun bir kısmını zenginlere yüklediğine göre, zen­ginlerin infaklannı bu yöne kaydırmaları gerekir. Nafile hac yerine bu görevleri yerine getirmelidirler. Çünkü bir fakir genci evlendirmek, nafile hacca gitmekten daha üstündür. Nûr sûresinin 32 ve 33. âyetlerini artık ailenin kurulması için bir müessese haline getirilmeli ve orada emredilen­leri planlı bir şekilde yerine getirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü cinsel içgüdünün meşru olmayan yollarla tatmin edilmesi ahlâkı ve toplum ha­yatını kirletmektedir.

d) Nisa sûresinin 25. âyetinde Allah, "Ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın." diyerek, savaş sıra­sında esir düşmüş cariyelerle evlenme fırsatı varsa, büyük ekonomik külfet getirmeyeceğinden bu yolun denenmesini teklif etmektedir. İmanlı hür kadınla evlenememenin sebebi sadece ekonomik şartlar değil, tahsil ve statü yani asalet farkı da olabilir. O zaman câriye müessesi varsa, o devreye sokulmaktadır. Ama cariyenin mümin olması şart koşulmaktadır. [45]

 

2. İman ve İnsanlığın Kökleri:

 

Allah sizin imanınızı daha iyi bilmekte­dir. Hep aynı köktensiniz. Hür imanlı bir kadınla, imanlı bir cariyenin, yani esirin ortak tarafı iman etmiş olmalarıdır. İman ortaklığının yanı sıra, köken itibariyle insanların müşterek olduğu da vurgulanmaktadır. "Allah imanınızla ilgili her şeyi bilir" ifadesinin anlamı, Allah sizin imanınızı de­ğerlendirir, hür ve köle olmanızı değil demektir. Hucurât sûresinin 13. âyetine göre Allah katında değerli olan, şu milletten veya kavimden olmak değil takva da ileri olmaktır.

Âyetin bu kısmında insanların kökeninin aynı olduğu, aynı ana ba­badan geldikleri, onun için aralarındaki statü farklılığının sonradan oluş­tuğu, önemli olan şeyin ve Allah'ın değerlendirmeye tâbi tutacağı özelli­ğin iman olduğu vurgulanmaktadır. "Hür, köle, câriye" ifadeleri, dünya hayatının getirdiği izâfı şeylerdir; insanların müşterek olan yönleri insan olmaları ve iman etmiş olmalarıdır. Her insan insanlık ailesinin birer üye­sidir. Bunların doğuştan eşit oldukları, ancak bilme ve imanın güçlü olu­şuyla birbirinden farklı olacakları gündeme getirilmektedir.

Âl-i İmrân sûresinin 195. âyetinde bütün insanların aynı soydan geldikleri belirtilmektedir. Aynı kökten gelmenin vurgulanması, aslında insanların eşit olduğunu gündeme taşımak içindir. Bu noktadan hareket

edince, câriye ile evlenmenin küçümsenemeyeceği ilkesine varabiliriz. Böylece Allah, kökendeki birlik ve iman özelliğinin öne çıkarılmasını öğütlemekte ve hatta hükme bağlamaktadır. [46]

 

3. Evlenilecek Kadında Aranacak Özellikler:

 

Allah cariyelerde bazı özellikler aramaktadır, ama aslında bu özel­likler bütün kadınlarda aranmalıdır:

a) İffetli yaşamaları. Namuslu erkek, iffetli câriye ya da kadınla evlenmelidir.

b) Zina etmemeleri. Nûr sûresinin 3. âyetine göre zina eden kadını ancak zina eden erkek nikâhlar. Zina eden kadını namuslu erkeğe vermek, onun için bir cehennem olur.

c) Gizli dost tutmamaları. Zina eden kadın cinsel ilişki bakımından her erkeğe açıktır. Ama bazıları da meşru olmayan bir ilişki ile sadece bir erkekle dost hayatı yaşar. Onun için Allah zina edenle, gizli dost tutanı birbirinden ayırmıştır,

d) Efendilerinin izni ile. İffetli olan, zina etmeyen ve gizli dost tutmayan ca­riyelerle evlenebilmek için onların geçimini üzerine alan efendilerinin iz­nini almak şarttır,

e) Mehirleri verilecek. Allah bunlara da mehir verileceği­ni hükme bağlamaktadır: Mehirlerini uygun şekilde kendilerine veriniz. Mehirlerinin normal miktarda verilmesini hükme bağlanması, onların statüsünü yükseltmekle alâkalıdır. Demek ki şartların ya da özelliklerin ilk üçü cinsel ahlâkla ilgilidir. Diğer iki şart da hukukî boyutu teşkil etmektedir. [47]

 

4. Zinanın Cezası:

 

Allah âyetin devamında:

Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür ka­dınlara verilen cezanın yarısı (uygulanır) buyurmaktadır. Nûr sûresinin 2. âyetinde zina eden hür kadın ve erkeğe yüz değnek vurulacağı söylendiği gibi, Âl-i İmrân sûresinin 15. âyetinde de hapsedilmeleri uygun görülmüş­tü. Evliliğinden sonra zina eden cariyeye bu cezaların yansı uygulanaca­ğı esasa bağlanmaktadır. Buradaki "yansı" kavramından hareket ederek recm, yani "taşlayarak öldürme" cezasının olmadığı hükmüne varabiliriz. Eğer evli kadın ve erkeğin zina cezasına recm uygulansaydı; evli olan ca­riyeye bu cezanın yansı nasıl uygulanacaktı? Recmin yansı yoktur ki! Ama Nûr sûresinin 2. âyetinde yer alan yüz değnek cezasının yansı elli değnektir. [48]

 

5. Cariyelerle Evlilik:

 

Allah, Buicâ-riyelerle evlenme izni) içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha iyidir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir, buyuruyor.

Cinsel içgüdüsüne mağlûp olup zina işleme ihtimali olanlara bu mü­saade verilmektedir. Bu evlilik zinadan koruyucu olduğundan Kur'an'da yer almaktadır. Ama Allah sabrederek, iradesine sahip olmayı daha değer­li bulmaktadır. Böylece Allah şartlara ve insanın iradesine göre hüküm verdiğine, önemli olanın cinsel ahlâkı korumak olduğuna işaret etmekte­dir. Namus denen değerin sabırdan beslenmesini daha değerli bulan Allah, insanın hata yapma ihtimalini bildiğinden âyetin sonunda af ve merhamet sıfatlarını getirmiştir.

Nisa sûresinin 25. âyetinden şu ilkeleri çıkartabiliriz:

a)  İlâhî hükümlerin alt yapısını kulun gücü belirlemektedir. Onun içindir ki âyetin başında, "İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse" ifadesine yer verilmektedir. Demek ki böyle ka­dınlarla evlenecek ekonomik, tahsil ve statü gücüne sahip olanlar olduğu gibi, olmayanlar da olacaktır. Yüce Allah hükmünü verirken kullarının durumunu, şartlarını ve güçlerini değerlendirmektedir. Kulunun gücü, şartları ve durumu ne olursa olsun diyerek hüküm vermemektedir. Bu durum Kur'an'ın gerçekçi olduğunu, ferdin sosyal hayat içindeki duru­muna göre farklı uygulamalar teklif ettiğini göstermektedir.

b) Allah insanların aynı kökten geldiklerini söyleyerek, doğuştan eşit olduklarını, statü farklarının sonradan meydana geldiğini açıklayarak, insanları aşağılamanın yanlış olacağına dikkat çekmektedir. Savaş şartla­rının getirdiği esir müessesesinin hükümlerde önemli rol oynadığını belirterek, o şartlara bazı düzenlemeler getirmektedir. Bu düzenlemelerle Kur'an sonradan meydana gelen ayrılık ve farklılaşmaları, daha ileri git­meden ve daha da derinleşmeden insanların aynı kökenden gelmenin doğurduğu eşit olma ilkesine yaklaştırma yollarını sunmaktadır.

c) Cinsel içgüdünün erkeğe vereceği rahatsızlığı, sıkıntıyı ortadan kaldırmak için hüküm koyduğuna işaret eden Allah, kulunun içindeki fır­tınaları önemsediğini açıklamaktadır. Ayrıca güç ve sıkıntıdan dolayı hükmünü değiştirirken, değişen hükmü de bazı şartlara bağlamaktadır. Onun içindir ki câriye ile evliliğe varan bu değişimde, cariyenin sahip olması gereken özelliklerle, sahip olmaması gereken özellikleri gündeme getir­mektedir. [49]

 

Allah'ın Muradı ve İnsanın Fıtratı:

 

26. Allah sizetbilnicdiklerinizi) açıklamak ve sizi, sizden önceki iySriri yollanha iletthek ve sizin günahlarınızı bağışlamak istiyor. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.

27. Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister, şehvetleri-

ne uyanlar 49e büsbütün yoktan çılunanızı isterler.             ,

28. Allah, sizden <yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü İnsan zayıf yaratılnustır.                                                   

Buradaki üç âyeti beraber ele almamızın sebebi, üçünde de Allah'ın "isteme" fiilinin bulunması ve bu fiilin insanlar için gerçekleşmesidir. Âyet-lerdeki formül, insanın tabiatına uygun olan şeylerin Allah tarafından is­tenmesidir. Allah'ın istediği her şeyin ihsan için olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi sırayla Allah'ın koyduğu hükümlerin ne amaçla konduğunu bu âyet­lere göre ele alabiliriz.

26. âyete göre Allah mesajına inanan kullan için şunları istemekte­dir:

1. Açıklamak istiyor. "Açıklamak" bir öğretim faaliyetidir. İnsandan bir eylem bekleyebilmek, onu bir davranışa sevkedebilmek veya ona bir emre göre davranış kazandırabilmek için, o davranış ve hüküm hakkında açıklamada bulunmak gerekir. Bilmeden bir davranışı sergilemek içgüdü­sel bir hareketten öteye gidemez.

Nisa sûresinin 1. âyetinden itibaren Allah pek çok konuda hüküm koymuş, yetim hakları, çok evlilik, miras hukuku, haram lokma yeme, zi­na suçu, tövbe, evlenilmesi yasak olan hanımlar; evlenme imkânı bulama­yanların iffetli kalabilmeleri için alternatif uygulamalar ele alınmış ve bu konularda hükümler konmuştur. Bütün bunlar, insan hayatının ferdî ve sosyal bakımdan daha düzenli, daha rahat ve daha mutlu olabilmesi için konmuş ve açıklamaları yapılmıştır. Allah, insanlara mutluluğa giden dav­ranışları "açıkça bildirmeyi" istemiştir. Allah'ın muradı kullarına doğru­yu, güzeli, iyiyi, hakkı açıklayıp öğretmektir. İyi ile kötünün sınırlarını açıklamak, nereden başlayıp nerede bittiklerini öğretmektir.

2.  Eskilerin yoluna götürmek istiyor. "Eskilerin yollarına iletmek" eylemi birkaç anlama gelmektedir. Eskilerin sünnetleri, yani yolları ifade­sinden öyle anlıyoruz ki, insan, insan olma yönüyle her devirde benzer davranışlar sergilemiş ve benzer değerler peşine düşmüştür. Beyin, gönül ve nefis itibariyle nefsi benzer davranışlar üretmiştir. Bu benzer davranış­lardan dolayı da, Allah'ın koyduğu hükümler arasında da benzerlikler ol­muştur.

Geçmişte iyi insanların, daha doğrusu peygamberlerin oluşturduk­ları sünnetler, yani hayatın güzel yollarının devam eden süreçler olması sebebiyle Allah, yaşanmış olan o yollara insanları iletmektedir. Yaşanmış hayattan çıkan tecrübeyi 4insanlara kazandırmak Allah'ın muradıdır. Eği­timde buna rehberlik denmektedir.

Âyette yer alan sünen yani "yollar" ifadesinin daha önce Fatiha sû­resinin 7. âyetinde "yol" olarak geçtiğini biliyoruz. Oradaki "Kendilerini nimetlendirdiğin insanların yoluna" iletilmek için dua ediyoruz. İşte Nisa sûresinin 26. âyetinde de Allah bizi o yollara iletmeyi istediğini beyan et­mektedir. Nisa sûresinin 69. âyetine göre bizden öncekilerin yollarının kim­lerin yolu olduğu belirtiliyor: Bu yol, Peygamberlerin, sıddîklann, şehid-lerin, iyi insanların yoludur. O yola girebilmek ve Allah'ın bizi oraya ulaş­tırmasını sağlamak için, bazı hükümleri bilip yerine getirmek gerekiyor.

Yüce Allah'ın yaşamakta olan kullarını iletecek kadar önemli olan geçmişteki nimetlendirdiği kullarının yolu Bakara sûresinin 143. âyetinde de açıklanmaktadır: "Orta, ya da itidalde olan milletin yolu". Çünkü geç­miş peygamberler ve iyi insanların yollarının "orta yol" olduğu bir ger­çektir. Hz. Muhammed'in ümmeti de Allah'ın, aynı yoldan yürümesi için yetiştirdiği "orta bir topluluk"tur. Onu bütün aşırılıklardan, yani ifrat ve tefritten uzak kalan, fiziksel ve ruhsal istekleri arasında dengeyi sağlayan, uyumu gerçekleştiren bir topluluk olarak yetiştirmeyi murat etmektedir. Geçmişteki vahyin oluşturmak istediği yol da budur. İnsanın ihtiyaçlarını ve isteklerini bastırmayıp meşru yollardan tatmin eden, dünyaya âhiret için sırtını dönmeyen, ama âhireti de asla ihmal etmeyen dengeli insanı yetiştirmeyi murat etmektedir.

İnsanın maddî yapısıyla manevî yapısının arasında bir çatışmanın, bir zıtlığın olmadığını tam tersine ikisinin de tevhide uzanan bir birlik ve beraberliğin oluşmasını amaçladıklarını ve bu sebeple Allah'ın bütün öğ­retilerinin bu amaca yönelik olduğunu gösteren dengeli bir hayat. İşte geçmişin yolları derken anlaşılan, Allah'ın maddî ve manevî nimetlerine uzanan yollarıdır. "Geçmiştekilerin yollan" ifadesiyle Allah, yaşanılan hayata yarar sağlamak için geçmişin kültürünün alınmasını öngörmekte­dir. Bunun anlamı şudur: Yaşayan insanlığı geçmişe götürmek değil geç­mişi günümüze getirmektir. Allah koyduğu hükümlerle ve yaptığı açıkla­malarla geçmişi hale bağlamaktadır. Geçmiştekilerin hayat tecrübesinde, geleceği aydınlatacak ışıkların bulunabileceğine işaret etmektedir.

Mutluluğa her zaman aynı değerlerle, aynı ruh olgunluğu, aynı sa­mimiyet ve aynı davranışlarla gidileceğini de vurgulamaktadır. Teknoloji bakımından insan hayatı bazı yönleriyle kolaylaşmıştır ama, akıl, iman ve buna benzer mutlak değerler hep aynı kalmakta ve zaman onları eskite-memektedir. İşte bu değerlerin oluşturduğu geçmişin yollarına ulaştırmayı murat etmektedir.

3. Tövbeleri kabul etmek ister. "Tövbeleri kabul etmenin" anlamı, Allah'ın kullarına bağışlayıcılığı ile yaklaşmış olmasıdır. Tövbe "yönel­mek" anlamına geldiğine göre, Allah kullarına bağışlayıcı sıfatıyla yönel­meyi murat ettiğini açıklamaktadır. Allah'ın isteği, kullarına azabıyla yönelmek değil, tam tersine affediciliği ile yönelmektir. Açıklama ve rehberlik etmek bir eğitim faaliyeti olduğu kadar, tövbeleri kabul etmek yani bağışlayıcı tavır takınmak da bir eğitim faaliyetidir.

4. "Allah alîm ve hakîmdir." Yüce Allah'ın insanlara açıklama yap­ması, yani onları bilgilendirmesi, onları doğru yola iletmesi ve bunun için de onlara affediciliği ile yaklaşması, işini iyi bilme ve yerli yerinde yapma sıfatlarına dayanmaktadır. Başka bir ifadeyle, bunları, bilme ve hikmet sahibi olma sıfatlarıyla gerçekleştirmektedir.

5. Yine Allah tövbeleri kabul etmek isterken başkalan sapmayı ister. Allah, 27. âyette yine tövbeleri kabul etmeyi murat ettiğini gündeme getirmektedir. 26. âyetteki tövbe kelimesine "yaklaşmak"; 27. âyettekine de tövbeyi kabul edip bağışlamak mânasını vermek daha doğru olacaktır. Buradaki tövbenin başka bir anlamı da, kulun gittiği yanlış yoldan doğru yola dönmesi ve bunun Allah tarafından kabul edilmesidir. Eksen mâna doğru yola meyledip gelmektir.

Başka bir mâna ise Allah'ın kullan için daima iyiyi murat etmesidir. Bu mânayı âyetin devamından anlıyoruz. Çünkü âyetin devamı şöyledir: "Şehvetlerine tâbi olanlar ise, büsbütün yoldan çıkmanızı isterler." Şeh­vetlerine uyanların anlamı, akıllarına uymayan nefsin arzularına, ihtiras­larının ardına düşenler demektir. Bu insanlar diğerlerinin hadsız-hesapsız bir sapma ile sapmalarını isterler. Böylece Allah, kötü insanların ihtirasla­rının, şehvetlerinin olduğu yerde durmayıp sosyal hayata yansıyarak baş­kalarını da etkilediğini hatırlatmaktadır. Allah'ın muradı ile şehvetlerine •tâbi olanların isteği ters yönlüdür. Allah daima kulları için iyiyi murat ederken, bazı insanların kötüyü istediğine dikkat çeker. Kısaca insanın in­sanı kötü mânada etkilemesinin altında ihtirasın yattığını gündeme getirerek, psikolojinin sosyal neticeleri nasıl doğurduğuna işaret etmekte­dir diyebiliriz.

6. "Allah yüklerinizi hafifletmek ister." Allah'ın muradı, kullarına altından kalkamayacakları yükü yüklemek değil, tam tersine onların yü­künü hafifletmektir. 28. âyetin sonunda yer alan Zira, in­san zayıf yaratılmıştır sözü insanın zayıf tabiatlı olduğunu ifade etmek­tedir. Allah insana nasıl bir güç verdiğini biliyor, çünkü onu kendisi yarat­mıştır. İnsanın zayıf yaratılıştaki tabiatını dikkate alarak da, yükünü hafif­letmek muradında olduğunu söylemektedir. Daha önce 25. âyette açıklandığı gibi, alternatif hüküm vermesinin altında insanın gücü bulunmakta­dır. Bu âyetle Allah hem siyasete hem hukuka hem de eğitime eskimeyen kurallar getirmekte ve bize öğretmektedir.

Toplumları idare edenlerin, halkın güçsüz olduğunu dikkate alarak idarî, ekonomik ve hukukî yaptırımları ayarlamaları gerekir. İdareciler halkın yükünü hafifletmekten yana tavır koymalıdırlar. İdarecilerin isteği, yükümlülükleri tayin eden ölçüt olmamalıdır; insanın gücü ölçüt olarak alınmalıdır. Yüce Allah daha önce yarattığı insanın doğasını ölçüt olarak almakta ve muradını onun üzerinde temellendirmektedir.

Nisa sûresinin 26-27. âyetlerinden şu sonuçları çıkartabiliriz:

a) Bu üç âyetten Allah'ın muradının, yani isteğinin insandan yana daima olumlu olduğu anlaşılmaktadır. Açıklamak, geçmişin doğru yolları­na iletmek, affıyla kullarına yönelmek, tövbelerini kabul etmek ve yükle­rini hafifletmek gibi olumlu eylemlerini istemesi, insanlık için değişme­yen bir kanun koyarak insanlığın sorunlarını çözmesi gereken, idareciler, hukukçular ve eğitimcilerin daima iyiden yana istekte bulunmalarını te­mel ilke haline getirmektedir. Anne babalar ve eğitimciler çocuklarının ve öğrencilerinin kapasitelerini iyi teşhis ederek zorlayıcı tedbirler yerine, kolaylaştırıcı yollar izlemelidirler.

b) Hz. Peygamber "Kolaylaştırmız, zorlaştırmayınız" derken, bu âyetin tefsirini yapmıştır. İşi, yükü kolaylaştırmak, zorlaştırmamak hem Allah'ın sünneti hem de Hz. Peygamber'in ahlâkı olmaktadır. Demek ki Kur'an'ın hükümleri insan doğasını, yani kapasitesini zorlamamakta, tam tersine hafifletmeden yana bir yaklaşım sergilemeketedir.

c) Tövbenin iki farklı mânasını bu âyetlerden öğrenmekteyiz. 26. âyetteki tövbe, Allah'ın kuluna yönelip yaklaşmasını; 27. âyetteki tövbe de kulun af dilerken Allah'a yönelişini kabul etmesini ifade etmektedir.

d) Şehvetlerinin, yani ihtiraslarının peşinden koşan insanların bi­lincini veren 27. âyet, iyi ile kötünün kaynağının nerede olduğunu öğret­mektedir. Kötünün kaynağında beşerin iradesi; iyinin kaynağında ise ilâhî iradenin bulunduğuna dikkat çekmektedir.

e)  İnsan zayıf yaratılışta olduğundan ona verilecek sorumluluklar hafifletici mahiyette olmalıdır. Çünkü Allah'ın muradı, insanın fıtratım dik­kate alarak yükleri hafifletmekten yanadır. [50]

 

Haram Lokma:

 

29. Ey iman edenler? Birbirinizin mallarını haksız yol­larla *karş»hfch rızâya dayanan ticaret yoluyla da olsa- heba etmeyiniz ve birbirinizi öldürmeyiniz; zira Allah size merha­met etmektedir.                         

30. Bunu düşmanca bir niyetle ve zulüm için yapana ,   gelince; o«u ateşe koyacağız; bu ise Allah için kolaydır.

29. âyetin açıklamasını yapmadan önce, yukarıdaki mealin bir kıs­mını Muhammed Esed'den aldığımızı söylemeliyiz. Çünkü "karşılıklı rı­zâya dayanan ticaret yoluyla da olsa" ifadesine sadece o yer vermekte ve isabet etmektedir. Müfessirlerin ortak meali şudur: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda meşru olmayan yollarla yemeyiniz! Karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret başka. Birbirinizi öldürmeyiniz. Allah size karşı bağışlayı­cıdır."

"Karşılıklı rızâ ile yapılan ticaret müstesnadır" şeklindeki meal şu soruya sebep olmaktadır: Rızâ ile yapıldığı halde aldatma varsa ne olacak­tır? Muhammed Esed'in meali bu soruyu sordurmamaktadır: "Karşılıklı rı­zâya dayanan ticaret yoluyla da olsa, birbirinizin mallarını haksız yollarla heba etmeyiniz" derken karşılıklı rızânın içinde aldatma ihtimaline de dikkat çekmektedir.

Şimdi âyeti bölümler halinde açıklayabiliriz:

a) Müslüman haram lokma yememelidir. Âyetin birinci bölümünü Nisa sûresinin yetim malı yemek ve miras hukukuna ait âyetleriyle bağ­lantılı olarak açıklarsak gasp, çalma ve hıyanet şeklindeki bir müdahale ile yetimin malından veya mirastan alınmamasını hükme bağladığını söy-leyebiriz. Yetim veya vâris küçük olabilir. Kandırıldığının farkında ola­mayacağından nzâ gösterebilir. Onun kendi zararına rızâ göstermesinden istifade edip malı elde etmek de haramdır. Böyle içinde haksızlık bulunan rızâ ile elde edilen malda gasp, çalma ve hıyanet olduğundan bâtıl yolla elde edilmiş ve bu sebeple haram olmuştur.

b) Âyetin bu kısmını Nisa sûresinin 24-25. âyetlerle alâkalı olarak ele alabiliriz. O zaman da evlenirken kadına verilen mehirde rızânın ara­nacağım, ama bu rızânın içinde aldatma olmayacağına dikkat çekildiğini söyleyebiliriz.

c) "Karşılıklı rızâya dayanan yollarla bile olsa, birbirinizin malla­rını haksız yollarla heba etmeyiniz" hükmünü, faiz ve rüşvetle ilgi kurarak da açıklayabiliriz. Bu açıdan baktığımızda, Bakara sûresinin 175-179. âyetlerine gitmek doğru olur. Çünkü faiz alıp vermede karşılıklı rızâ oluş­maktadır ama, böyle bir alışveriş bâtıl oduğundan haramdır. Diğer taraftan Bakara sûresinin 188. âyetinde hâkimlere rüşvet yedirerek başkalarının mallarını haksız yere elde etmenin haram olduğu da hükme bağlanmak­tadır: "Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyiniz. Kendiniz bilip dururken insanlann mallarından bir kısmını haram yollardan yeme­niz için o mallan hâkimlere vermeyiniz." Rüşvet yoluyla insanların malla­rını ele geçirmek, olmayan rızâyı zorla oluşturmaktan başka bir şey olma­dığından bu durumun haram lokma yemek olduğu burada hükme bağlan­maktadır.

d) Âyeti normal bir ticarî ilişki içinde de ele almak mümkündür. O zaman âyetin bu kısmını bazı hadislerle açıklayabiliriz: Hz. Peygamber pazarda yiyeceklerin yanından geçerken elini yiyeceklerin altına daldırdı ve ıslak olduğunu anladı. Malın sahibine neden böyle olduğunu sorunca, kişi yağmurun isabet ettiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Herkesin görebilmesi için, niçin yaş kısmını üstüne koymadın? Aldatan kimse bizden değildir" dedi. O kişiden gelip mal alacak olan kendi rızâsıyla alacaktır ama satan kişi ıslak malı vereceğinden ağır gelecektir. Alı­cının rızâsına rağmen satan hile yaptığından, ticaretini bâtıl, yani haksız yolla yapmış olacaktır. Buradan anlıyoruz ki satan kişi malının kusurunu gizlememeli ve malını olduğu gibi göstermeli veya tanıtmalıdır. Uz. Peygamber, "başkasının satışına engel olarak" yapılan ticaretin haram ol­duğunu da vurgulamaktadır.

Burada verdiğimiz alternatif yani değişik yorumların hepsi doğru olabilir. Ama âyetin devamını dikkate alırsak bu yorumlardan "faiz ve rüşvef'le ilgili olanının biraz öne çıktığı görülecektir.

Biribirinizi öldürmeyiniz. Âyetin bu kısmına üç şe­kilde yorumlayabiliriz:

a) Bakara sûresinin 179. âyetine göre faiz yemek, Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açmaktır. Allah'a ve Peygamberi'ne savaş açan kişiler savaş halinde olduklarından birbirlerini öldüreceklerdir. İşte o zaman, kar­şılıklı rızâ olsa bile mallarınızı bâtıl yere yemeyiniz derken, faizi kastet­miş olduğunu söyleme cesareti bulabiliyoruz. Çünkü faiz de bir savaş du­rumu olduğundan, öldürme de olacaktır. Faiz kendiliğinden bir mafya oluş­turacak, faizin ağır yükü altmda ezilip ödeyemeyenin hayatını tehlikeye so­kacaktır. Ölümüne kadar uzanan böyle bir ticareti Allah yasaklamaktadır.

b) Haram lokma, insanın asaletini öldürmektedir. Haram lokma yi­yen kişi veya kişiler kendi ruhlarını öldürmektedirler. Çünkü haram lokma haya duygusuna kıymaktadır. A'râf sûresinin 20. âyetine göre, şeytan Âdem'le Havva'ya ayıp yerlerini kendilerine göstermek için vesvese ver­di. 22. âyette de haram meyveden yiyince de avret yerleri kendilerine açıldı. Demek ki haram lokma "hayâ"yı öldürmektedir. Haram lokma yi­yen insanlar aslında asaletlerini, maneviyatlarını katletmektedirler. Bir haram lokma ruha sıkılan bir mermiden başka bir şey değildir. Haram lok­ma ferde ve topluma ölüm getirmekte ve maneviyatı yok etmektedir. Bir sonraki âyette görüleceği gibi, insanın âhiretteki hayatını da cehenneme çevirmektedir. Dünyada ölümü âhirette ateşi getiren haram lokma yasak­lanmaktadır.

c) Haram lokma yiyen insanları, bazan Allah iflâs ettirmekle ceza­landırır. Dünyada nice insanlar, iflâs ettiklerinde intiharı seçmektedirler. İşte âyette yer alan "Nefislerinizi öldürmeyiniz" ifadesini intihar etmek

şeklinde de yorumlayabiliriz. İflâs aile geçimsizliğini, aile geçimsizliği bunalımı, bunalım da intihan getirebilir. Haram lokma kimsenin kursağın­da kalmayacağına göre tıkanan kursak yani manevî yapı ölüme sebep olacaktır. Böylece kişi kendi kendini öldürmüş olacaktır.

Allah sizi esirgeyecektir. Yüce Allah'ın burada "merhamef'ini gündeme getirmesi, âyette koyduğu yasakları merhameti gereği koyduğunu ifade etmektedir. Bir insanı veya toplumu çok ciddi bir tehlikeden uzaklaştırmak, merhametin çalıştırılması anlamına gelmekte­dir. Haram lokma yiyip ruhunu öldürmeyi yasaklamakla Allah, inananlara merhamet etmiş olmaktadır. Madem ki haram lokma fert ve toplum için tehlikelidir, bu tehlikeden onları korumak da merhamet kavramının anlamı içine girmektedir.

Kim bunu düşmanlık ve zulümle yaparsa onu, cehenneme sokarız; bu ise Allah için kolaydır. Mealden de anlaşıldığı gibi 30. âyet 29. âyetle ilgilidir. 29. âyet­te malların bâtıl yere yenmesini yasaklarken, 30. âyet haksız yere yeme­nin düşmanlık ve zulüm yapmak için yapıldığı ihtimalini gündeme getire­rek sonucun ateş olacağını bildirmektedir. Ama buradaki düşmanlık ve zu­lüm kelimelerini "Birbirinizi öldürmeyiniz" emri ile bağlantılı olarak dü­şünürsek, haram lokmanın düşmanlığı ve zulmü getireceğini ve bu sebeple insanların birbirlerini öldürecekleri açıklanarak insanların bilgilendirildi­ğini söyleyebiliriz.

Bu düşmanlık ve zulmü, mal yeme işine de bağlayabiliriz. İnananla­rın birbirlerinin mallanın düşmanlık ve zulümle yemeleri halinde onların cehenneme gideceği vurgulanarak caydırma metodu kullanılmaktadır.

Âyetin sonunda düşmanlık duygusu ve zulüm isteği ile harekette bulunan ve ekonomik ilişkileri kirleten bu müslümanların cehenneme so­kulmasının kolay olduğu da hatırlatılmaktadır. Bu eylemi gerçekleştiren­lerin cehenneme gireceklerine inanamamaları, âdeta böyle şey olmaz dü­şüncesine kapılmaları ihtimaline karşı Allah rjunun "kendisi için zor ol­madığını belirterek bu âyetle söz konusu ihtimali ortadan kaldırmaktadır.

Nisa sûresinin 29-30. âyetlerden şu neticeleri çıkartabiliriz:

a) Aralarındaki rızâya rağmen müslümanların birbirlerinin malını haram yolla yeme ihtimali olmasaydı bu âyet iman edenlere hitap etmezdi.

"Bu insan müslümandır" diye aşın bir şekilde ekonomik ilişkilerde teslim olmanın sakıncalı olacağını, ticarî ilişkileri hukuki belgelere bağlamanın önemi burada gündeme getirilmektedir.

b) Ekonomik menfaatler o kadar etkili hale gelebilir ki, bu ilişkilerin kirlenmesi ölüme kadar götürebilir. Onun içindir ki Allah konuyu vahyin içine alıp hükme bağlayarak ekonomik menfaatlerin tanrılaşmasını önle­me yolunu tutmuştur. Ölüme götüren haksız kazançlar, sömürü haline ge­len başkasının hakkını haksız yere tüketen oluşumlardır. Bu âyetleri bilen müslüman, ekonomik değerin insan hayatına kıyacak kadar önemli olma­dığının bilincini kazanacak ve davranışlarını ona göre ayarlayacaktır.

c) Ekonomik ilişkilere düşmanlık duygusunu veya zulmü sokmak hem bu dünya hem de âhiret hayatını cehenneme çevirecektir. Nisa sûre­sinin 10. âyetinde işaret edildiği gibi yetimin malını zulümle yiyen insan midesine ateş indirmektedir. Bu âyette de âhirette ateşe sokulacağına işa­ret edilmektedir. Düşmanlık ve zulmün girdiği ekonomik ilişkiler, dünya­yı ve âhireti ateşe vermektedir. Elinden çıkan ekonomik menfaatin meyda­na getirdiği psikolojik çöküntünün neticesinde nice intihar olayları olmuş ve olmaktadır. Haksız yere kazanılan servetin israf içinde harcanmasının meydana getirdiği kıskançlığın, hasedin ve düşmanlığın vurgunlara sebep olduğu bilinmektedir. Toplumdaki ekonomik müessese insanın midesini andırır. Midenin rahatsızlığı insanı nasıl kıvrandım ve vücudu rahatsız ederse, ekonomik ilişkiler de toplumu sosyal sancıdan kıvrandım ve bü­tün müesseseleri rahatsız eder.

d) Ekonomik ilişkilerin sadece maddî temeller üzerine oturması doğru olmadığı için, Allah din eğitimini devreye sokarak bu âyetlerle on­ların manevî temelini oluşturmaktadır ve bunun zorunlu olduğuna işaret etmektedir.

e) Âyette "Başkalarının malını bâtıl yere yemeyiniz" yerine, "mal­larınızı" denmesiyle kastedilen şeyin "millî servet" olduğu fikrine vara­biliriz. Burada fertlerin kendilerine ait mallardan ziyade kamuya ait mallara işaret edildiiği anlaşılmalıdır. "Mallarınızı" deme yerine "başka­larının malları" denmeliydi çünkü müslüman, müslüman olmayanın ma­lını da haksız yere yiyemez. O zaman "Birbirinizi öldürmeyiniz" hükmü, fertlerin birbirini öldürmesi değil toplumdaki sınıfların arasında meydana gelen sosyal patlamalara, ihtilâllere işaret etmiş olmaktadır. Kamunun malını, millî serveti, borçlu doğan yetimin hakkını yemenin ne kadar kötü olduğunu vurgulayan bu âyetler, insanlara kamu mallarının, millî servetin ve ekonomik hakların önemini öğretmekte, kendi mallarından daha çok onlara titizlikle davranmasının din adına değerlendirmeye tâbi tutulaca­ğını hatırlatmaktadır. [51]

 

Büyük Günahlardan Kaçınmak:

 

31. Uzak durmanız emredilen büyük günahlardan ka­çırtırsanız, küçük günahlarınızı Örteriz ve sizi şerefli bir yere yerleştiriniz.           -

a) Bu âyeti Nisa sûresinin 30. âyetine kadar zikredilen büyük gü­nahlarla birlikte ele alıp yorumlayabileceğimiz gibi, Kur'an'da yasaklanan bütün büyük günahlarla da ele alarak yorumlayabiliriz. Bu düşünceden hareketle Nisa sûresinin 30. âyetine kadar yasaklanan davranışların neler olduğuna bir bakalım: "Yetim malı yemek, Allah'a ve Peygamberi'ne is­yan etmek, zina yapmak, namuslu kadına iftirada bulunmak, evlenilmesi yasak olan kadınlarla evlenmek, başkalarının mallarını karşılıklı rızâ ile bile olsa haksız yere yemek ve öldürmek."

Nisa sûresinin 31. âyetinin yer aldığı muhtevanın içinde bu fiiller büyük günah olarak nitelendirilmektedirler. Ama biz bu âyette zikredilen "büyük günah" kavramını Kur'an'ın bütününü gözönünde bulundurarak analiz etmek zorundayız. Çünkü bu büyük günahların içine şirki, inkârı, anne babaya isyanı, yalan yere şahitlik yapmayı, ahdinde durmamayı, ak­lını kullanmamayı, alkol almayı, intihan, faiz yemeyi, savaştan kaçmayı da koymak gerekir. Nisa sûresinin 30. âyetine kadar yer alan büyük günahlan da bunlara ilâve edebiliriz.

Hz. Peygamber farklı durumlarda büyük günahların neler olduğuna açıklık getirmiştir: Allah'a ortak koşmanın, anne babaya âsi olmanın, ya­lan söylemenin büyük günah olduğuna işaret etmiştir. Başka bir hadisinde Allah'a şirk koşmak, büyü yapmak, haksız yere cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli kadınlara zina iftirasında bu­lunmanın helak edici eylemler olduğuna dikkat çekmiştir.

Yukarıda belirtildiği gibi büyük günahlar bunlardan ibaret değildir. Hz. Peygember toplumda cereyan eden ve toplumu çürüten eylemlere de farklı şartlar altında büyük günah niteliğini vermiştir. Önemli olan büyük günahların sayısı değil, önemli olan toplumun hangi eylemden daha çok etkilenip yara aldığı ve ferdin Allah katında değerim düşürdüğüdür. Bize göre büyük günahlar hem dünyevî hukuk bakımından suç hem de iman ba­kımdan suç olupi sonuçları âhirete intikal eden eylemler olmaktadır. De­mek ki büyük günahlar insanın hem dünyasını hem de âhiretini tahrip et­mekte ve cehenneme çevirmektedir.

b) Büyük günah, beraberinde küçük günah kavramını getirmektedir. Necm sûresinin 32. âyetinde Allah: "Büyük günahlardan ve yüz kızartıcı fiillerden kaçınanlara gelince, onlar arada bir küçük günah işleseler bile (bilsinler ki) rabbin bağışlamada cömerttir." buyurmaktadır. Bu âyette ge­çen lemem "küçük günah, hata" mânasına gelmektedir. Kişinin niyet­lenip de yapamadığı kötü bir fiildir diyenler olduğu gibi, iman eden insa­nın, etkisi küçük olan kötü bir davranışı yapıp da hemen pişman olduğu şeydir, diyenler de vardır.

c) Nisa sûresinin 31. âyetinde büyük günahlardan sakınanların kü­çük günahlarının örtüleceği vaad edilmektedir. Onun için âyetteki seyyiât kavramına küçük günah mânası verilmektedir. Bunun anlamı şudur: Bü­yük günahtan uzak durmanın ürünü hemen bu dünyada görülmekte ve kü­çük günahların örtülmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Büyük günahlardan çekinmek, uzak durmak da Allah'ın emrettiği bir şeyi yerine getirmek ol­duğu için, bir ibadettir ve bir eylemdir. İyi eylemler kötülükleri, yani kü­çük günahları giderici olduğundan (Hûd 11114) Allah burada küçük gü­nahları örteceğinden bahsetmektedir.

Nisa sûresinin 31. âyetinde yer alan nükeffir "örtmek" an­lamına gelir. Örtmek suçun cezasının tamamen silindiğini ifade etmez. Bir bakıma suçun üstü örtülmekte, ama suçun cezası orada durmaktadır. Büyük günahlardan uzak durulduğu müddetçe, o küçük suçun cezası ortaya çıkmayacak ama büyük günah işlenince ortaya çıkarılacaktır. Günümüz modern hukukunda küçük bir suçtan ilk defa ceza alan insanın cezası erte­lenir. Eğer bir daha o suçu işlerse ertelenen ceza da ona ilâve edilerek ce­zalandırılır, îşte Kur'an asırlarca önce cezanın ertelenmesini "örtme" ka­rarıyla gündeme getirmiş ve böylece hukuka önemli bir ilke kazandırmıştır.

d) "Sizi şerefli bir yere yerleştiririz." Büyük günahlardan sakınma­nın, ikinci getirişi "şereftir. Bu şerefli makam, mesken veya yer hem bu dünyada hem de âhirette olabilir. Büyük günah işleyenler Allah katında şereflerini ve şerefli bir mekânı kaybetme talihsizliğini yaşayabilirler. Ferde ve topluma şeref getiren iman, iyi amel ve büyük günahlardan uzak durma bahtiyarlığıdır. 31. âyeti 29 ve 30. âyetlerle irtibatlandırırsak, ha­ram lokma, insan öldürmek, düşmanlık duygusu ve zulüm, ferdin ve top­lumun şerefini alıp götürmektedir. Allah Kur'an eğitimiyle insanlara, şere­fin, affın nerede olduğunu ve bunları ortadan kaldıran eylemlerin neler ol­duğunu anlatarak insanı bilinçlendirmekte ve bu bilinçle eylemde bulun­manın önemini vurgulamaktadır. [52]

 

Kıskançlık:

 

32. Allah'ın sİri birbirinizden Üstün kıldığı şeyleri hasrette arzil eyiniz. Erkeklerin de kazatidiktarindan bir paylan var, kadınların da kazandıklarından bir paylan var. Allah'ın kttfunu isteyiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilmekte­dir. ;

Bu âyetin iniş sebebi olarak bazı olaylar nakledilmektedir:

a) Mücâhid'in naklettiğine göre Ummü Seleme, "Yâ Rasûlallah! Erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz ise savaşmıyoruz. Onların mirastaki paylan bizimki­nin iki katı. Keşke biz de erkek olsaydık!" deyince bu âyet nazil oldu.

b) Süddî şöyle demektedir: Mirasla ilgili âyetler nazil olunca, erkekler: Yüce Allah miras hususunda bizi üstün kıldığı gibi, ahirette de bizi kadınlardan üstün kılmasını umuyoruz; kadınlar ise: Biz de miras hususunda olduğu gibi, bizim günahımızın erkeklerin günahının yarısı kadar olmasını arzu­larız" deyince, bu âyet nazil oldu.

c) Allah, erkeklerin mirastaki payını, kadının iki katı yapınca, kadınlar, "Biz daha muhtacız, çünkü biz zayıf bünyeli varlıklarız. Erkekler ise geçimlerini elde etmede daha güçlüdür­ler" deyince bu âyet indirilmiştir,

d) Bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek, "Erkeklerin ve kadınların Allah'ı birdir. Sen hem bize hem de onlara gönderilmiş bir peygambersin. Babamız Âdem anamız Havva'dır. O halde Allah'ın erkeklerden bahsedip bizden bahsetmemesinin sebebi nedir?" de­mesi üzerine indirilmiştir.

Görüldüğü gibi, miras ve savaşa katılma konusunu, Hz. Peygamber döneminde kadınlar sorgulamaya başladılar. Eğer söz konusu nüzul se­bepleri doğru ise, İslâm peygamberinin kadınlara sorgulama özgürlüğünü tanıdığını ve bu sorgulamanın Allah tarafından cevaplandırıldığına şahit oluyoruz. Allah tarafından daha önce verilen hükümlerin, hikmetini ara­mak için yapılan bu sorgulama bizzat peygamberle yapılmaktadır. Sor­gulama, hikmeti bulma niyetiyle yapıldığı için Allah tarafından değerlen­dirilip cevaplandırılmaktadır. [53]

 

1. Kıskançlık ve Haset:

 

Yüce Allah bazı sorgulamaların altında yer alan psikolojik sebep­lere inmektedir. Bunları harekete geçiren insanlar arasındaki farklılıkların olduğuna da dikkat çekmektedir: "Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkalarında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyiniz." Âyetin bu kısmında geçen \££_SVj temenni etmeyiniz kavramını müfessirler şöyle açıklamaktadırlar: Olmayacağı bilinen veya olacak diye zannedilen bir şeyi istemek.

Toplumsal hayatın insanın içindeki duyguları dışan vurduğunu ifa­de eden bu âyet, bazı insanlann kendilerinde olmayan bazı meziyetlerin, ekonomik nimetlerin başkalarında olduğunu görünce içinden bir üzüntü, keder ve eksiklik duyar. Aslında o insan toplumsal hayatın içinde olma­saydı bu duygulara kapılmayacaktı. Çünkü tek başına bir yerde yaşayan insan başkalarıyla kendini mukayese etme imkânı bulamayacaktı. Psiko­lojik oluşumları ortaya çıkaran toplumsal hayattır. Şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: Yüce Allah'ın insanları birbirlerinden üstün kıldığı şeyler ne­lerdir? Bu soruya çeşitli açılardan cevap vermek mümkündür: İnsanlar do­ğuştan getirdikleri özellikleriyle birbirlerinden farklıdırlar. Sonradan kazan-dıklanyla da birbirlerinden farklılık gösterebilirler.

a) İnsanlar psikolojik yetenekleri, kabiliyetleri ve zekâları bakımın­dan farklı yaratılmaktadırlar. Herkesin zekâ seviyesi bir değildir. Diğer ta­raftan herkesin kabiliyet alanları da farklıdır. Kimi resime, kimi müziğe, kimi spora, kimi diğer sanat dallarına yatkındır. Bu zekâ kabiliyet ve yete­nek farklılıklarının tohumu Allah tarafından içimize yerleştirilmektedir. Daha sonra eğitim bunlan geliştirir ya da eğitilmediği için körelir. Bu ka­biliyet ve yetenekler yeşerecek eğitim ortamanı bulunca aynı ortamı bula-mayanlannkinden daha fazla gelişecek, serpilecek ve çok göz alıcı ürün­ler verecektir. İşte o zaman bu imkânı bulamayanlar tarafından kıska­nılacak ve daha ileri gidilerek haset edilecektir. Âyette "Hasretle temenni etmeyiniz" dediği psikolojik duygu, gıptayı aşan, ve kıskançlığa dönüşen bir olumsuz duygu seviyesidir.

Allah'ın, yaratılıştan insanları zekâ kabiliyet ve yetenek bakımın­dan niçin farklı yarattığı sorulabilir. Bu sorunun cevabım Zuhruf sûresinin 32. âyetiyle vermek mümkündür: "Birbirlerini istihdam edebilmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık" derken farklılıkların, dünya işle­rindeki farklılıklara göre verildiğine dikkat çekmektedir. Bazı insanların idare eden, bazılarının idare edilen olabilmesi ve toplumda bir iş bölümü­ne yerleşebilmeleri için zekâ kabiliyet ve yeteneklerde farklılık olmasının zorunluluğuna da işaret etmektedir.

Bu farklılıklar olmasaydı da bütün insanlar aptal seviyesinde olsay­dı dünya yürümezdi ve gelişmezdi. Psikolojik yetenekler bakımından her­kes orta seviyede olsaydı dünya ihya edilemez, ilmî keşifler yapılamaz, medeniyette ilerleme olamazdı. Üstün zekâlı ve dahi sevyisindeki insan­lar, insanlığı zenginleştiriyor, medeniyeti ileri götürüyor ve dünya hayatını kolaylaştırıyorlar. Emanetin ehline verildiği dönemlerde de dünyayı idare ediyorlar. Bütün bu işleri yaparken orta seviyede ve düşük kabiliyet­te olanları da istihdam etmektedirler. Bu istihdam olmasaydı, onların üre­timi olmayacak ve yeteneklerini dışa vuramayacaklardı.

Allah zekâ kabiliyet ve yetenek bakımından insanları neden birbi­rinden farklı yarattığını cevaplamış, ama yaratılıştan gelen bu ferdî farklar psikolojisinin kullanılmamasını istemiştin". Ferdî farklar psikolojisi ilâhî kaderde yer alan bir yaratılış olduğundan, zekâ kabiliyet ve yetenek bakı­mından aşağı seviyede olanların üstün olanları kıskanması, ilâhî kaderi beğenmemek anlamına geldiği gibi toplumsal düzeni de bozmaktadır. Farklılıklar olacak ama bu farklılıklar hiçbir zaman kıskançlığı veya hase­di ya da gururlanmayı doğurmayacak, tam tersine tevhidi oluşturacaktır. Fizikte artı elektron eksi elektronu çektiği gibi sosyal hayatta da üstün­lükler, eksiklikleri kendilerine çekmeli ve ihtiyaçları giderici olmalıdır.

b) İnsanlar sonradan kazandıkları ve çalışma neticesinde elde ettik­leriyle de farklı olabilirler. Sarfedilen emeğe göre Allah insanları nimet-lendirmektedir. Kimi zaman lâyık oldukları, kimi zaman da imtihan edil­dikleri için farklı nimetler verir. Zuhruf sûresinin 32. âyetine göre ni­metleri Allah taksim etmektedir. Aynı âyetin bir benzeri Nahl sûresinin 71. âyetidir: Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazfa veren Allah'tır. Tabii ki Allah, sahte kazançlar hariç ça­lışmaya ve sarfedilen emeğe göre ekonomik nimetini vermektedir. Bazan insan sarfettiği emeğin çok üstünde ekonomik bir nimete sahip olabilir; O zaman onun imtihan içinde olduğunu bilmesinde yarar vardır. (Fecr 89/15), bazan da insan, sarfettiği emeğin altında bir ekonomik nimete sahip olabi­lir; o da imtihanda olduğunu veya daha önce yaptığı yanlışlardan dolayı cezalandırıldığını düşünmelidir (Fecr 89/16-20).

Aklını kullanmak, emek sarfetmek ve ilâhî lütuf bir araya gelince doğal olarak insanlar ekonomik nimet bakımından birbirlerinden farklıla­şacaklardır. Psikolojik kabiliyetler insanları ekonomik hayatta iş bölü­münde yer almalarına sebep olurken, iş bölümü de farklı ekonomik nimet­ler getirecektir. Farklı ekonomik nimetler, olmayanlara karşı gurura, on­ları hor görmeye, küçümsemeye, sömürmeye götürmemeli ve şu sözü söy-letmemelidir: Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? (Yâsîn 33/47). Bir taraftan nimetin fazlasına sahip olan insanlar bu tavırda olmayacak, diğer taraftan da fakir olanlar, onların sahip oldukları nimetlere kıskançlık veya haset duymayacaklardır. Nisa sûresinin 32. âyetinde bu sonuncu kısım ele alınmakta ve kıskançlık yasaklanmaktadır.

c) Yine doğuştan gelen cinsiyet farkı da kıskançlık yaratmamalıdır. Yukarıda âyetin iniş sebebi olarak nakledilen olaylardan anlaşılıyor ki, kadınlar erkekleri kıskanmakta ileri gittiklerinden dolayı bu âyet indiril­miş, kadının erkek olmayı istemesi ve bunu tutku haline getirmesi yasak­lanmıştır. Çünkü kadının cinsiyetinin getirdiği farklılıklar vardır. Bu iki cins birbirinin rakibi değil birbirinin tamamlayıcısıdır.Yüce Allah hüküm­lerinin bazılarını cinsiyet farkına göre verip kadına çeşitli meselelerde ön­celik tanımış ve öne çıkarmıştır. Bu öne çıkarma erkek tarafından kıskanç­lık vesilesi yapılamayacağı gibi kadınlar da erkeklere karşı kıskançlık duy­mamalıdırlar.

Doğuştan getirilen farklılıklarla, Allah'ın sonradan lütfettikleri, kıs­kançlık, haset ve düşmanlık duygularına sebep olmamalıdır. Genel an­lamda eğitim insanlara tabiat bilimlerini öğretmeden önce, farklılıkları gu­rura ve aşağılık duygusuna götürmeden, kıskançlık, haset ve düşmanlığa vardırmadan, kendi özelliklerini geliştirip, daha çok çalışarak ve Allah'a şükrederek temiz bir gönül ve başarılı bir hayat elde etmenin yollarını anlatmalı ve öğretmelidir. [54]

 

2. Herkesin Kazancı Kendine:

 

"Erkeklere kendi kazançlarından bir pay, kadınlara da kendi ka­zançlarından bir pay vardır." Herkes kendi emeğine göre hakkını alacak­tır. Böylece miras hukukunda eksen değerin "emek" olduğu ortaya çık­maktadır. Kız çocuk ailenin servetine servet katan bir çalışma içinde ol­muşsa, ona da erkek kadar verilecektir. Ama kız evlât, evlenip emeğini orada harcadığından, babasının servetine erkek kardeşinin daha çok emek verdiği düşünülürse, kardeşinin fazla almasını doğal görmelidir.

Kur'an bu âyetle ailede kız olarak, ailede hanım olarak kadının ça­lışmasının karşılığını eşit vermektedir. Unutulmamalıdır ki çocuğun gebe­lik, sütle büyütülmesi ve yetiştirilmesinde annenin emeği büyük olduğundan Kur'an onu başköşeye oturtmakta, çocukların daha büyük ihtimamına mazhar olmasını sağlamaktadır.

Âyetin bu kısmında bahsedilen nasip yani "pay", "ekonomik pay" olduğu kadar, ibadetlerden elde edilen "sevap" da olabilir. Önemli olan haram kazançların dışında elde edilen ekonomik değerin arkasındaki ilâhî lutfu görebilme, psikolojik, yani manevî yapısını ona göre disipline ede­bilme şuurunu kazanmaktır. [55]

 

3. Allah'tan İstemek:

 

İnsanları kıskanmak, onlara haset etmek yerine Allah'ın lutfunu di­lemek en doğru yoldur. Allah'ın lutfundan istemek iki yolla olur: Birisi ça­lışmak, ikincisi de dua etmektir. Çalışmadan nimete kavuşacağını düşün­mek Kur'an'a ters düşmektedir, ama emek sarfettikten sonra, Allah'ın lutfundan istemek en isabetli metottur. "Bu istemenin duası nasıl yapı­lacaktır" sorusuna Bakara sûresinin 201. âyetiyle cevap verebiliriz: "Ey rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver." Bu sorunun başka bir cevabı da tevekkül etmektir. Bütün imkânları üstün bir gayretle tedarik eden insan: "Rabbimiz! Ancak sana dayandık" (Mümtehine 60/4) di­yerek, ilâhî lutfu beklemek en isabetli metot olmaktadır.

Başkasına haset etme yerine Allah'ın lutfundan istemek, rızkın kay­nağında Alah'ın olduğunu bilme olgunluğunu gösterdiği gibi, insanların birbirlerine karşı olan psikolojik gerilimini de önler. [56]

 

4. Allah'ın Bilgisi:

 

Bütün ekonomik nimetlerin taksimi ve doğuştan getirilen psikolojik farklılıkların belirlenmesinin altında ilâhî bilgi yatmaktadır. Bunlara karşı gelmek, haset etmek Allah'a ve kedere isyan etmektir. Allah'ın her şeyi iyi bildiğinin ve güzel yaptığının bilincinde olmak hem ferdin hem de toplu­mun rahatlamasını temin eder.

Âyetten çıkarılabilecek sonuç şudur: İnsanlar birbirlerinin doğuştan ve sonradan elde ettikleri farklılıklarını kıskanma sebebi yapmamalıdırlar. İlâhî hükümlerin ferdî farklılıklara göre verildiğine, bu hükümlerin bilgi­ye dayandığına, herkese emeğine göre nimet takdir edildiğine inanmak ve bu bilinçte olmak Allah'ın istediği bir kazanımdır. Eğitim bu bilinci ve inancı insanlara kazandırmalıdır. Bu kazanımlar eğitimin başansını belir­leyecektir. İlâhî lütfün, çalışana, ihlâsla isteyene verileceğinin bilinmesi ve bunun hayata geçirilmesi insan olmanın onurudur.

Bu konuda Hz. Peygamber'in şu hadisi âyetin yorumunu yapmak­tadır: "Allah'ın lutfundan isteyiniz. Allah kendisinden istenmesini sever. İbadetlerin en üstünü, genişliğe çıkmayı gözetlemektir." Gözetlemenin an­lamı ümit içinde olup dua etmektir. Bu dua yani Allah'tan istemek, ibadet sayılmaktadır. [57]

 

Kadın Ve Miras:

 

33. Erkek ve kadından) hier biri için anne baba ve ak­rabanın kaçak) vârisler kıl­dık. in bağladığı kimselere d» pazarını veriniz. Çünkü Allah her şeyi görmektedir.

a) Bu âyetin birinci bölümünde mevâlî kelimesine yer veril­miştir. Bu kavram "azat eden, azat edilen köle; anlaşmalı; amcaoğlu; velî ve asabe"; mevlâ; Muhammed sûresinin 11. âyetinde "velî" mânasına gel­mektedir: "Şüphesiz ki Allah inananların velîsidir. Kâfirlerin ise velîsi yoktur." Velî "yardımcı" anlamına da gelirken, mevâlî kalıbından alınınca "yakın akraba" demektedir: "Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum." Hz. Zekeriyyâ bu âyette "ya-kımn"ı, mevâlî olarak ifade etmektedir. Mevâlî kelimesi "vâris olan en yakın kadın ve erkek" demek olup asabe denen akrabalığı ifade eder. 32. âyetin nüzul sebebinde, kadınların -kendilerine göre- verasette erkeklerle olan dengesizliğe itirazı üzerine, kadın ve erkeğin kazandıklarından bir paylan olduğu söylendikten sonra, 33. ayette de anne baba ve kadınların vâris olarak tayin edildiği ifade edilmektedir. Yüce Allah'ın burada vur­guladığı şey, erkek ve kadının sadece anne babasından değil, derecelerine göre yakınlarından da miras payı alacağıdır. Bir kere daha kadını mirastan mahrum etmediğini, tam tersine onu erkekle beraber vâris tayin ettiğini vurgulamaktadır.

Âyetin bu kısmındaki ceale fiili daha önce Bakara sûresinin 30. âyetinde geniş bir şekilde açıklanmıştı. "Yapmak, yaratmak, icat etmek, halden hale intikal ettirmek, hüküm vermek, vermek, tayin etmek, gön­dermek, ifade etmek" mânalarına gelen bu kelime, burada "tayin etmek ve yaratmak" mânasına gelmektedir. Anne babalara veya akrabalara Allah kadın ve erkek vârisler tayin etmiştir.

b) "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını veriniz." Âyetin bu kısmının Enfâl sûresinin 75 ve Nisa sûresinin 11. âyetleriyle neshedil-diğini îbn Abbas, Hâzin, Gazi gibi müfessirler söylemektedir. Râzî bunla­rın iddialarını özetleyip neshedilmediğini söyleyenlerin delillerini vermek­tedir. Bu konuda Ebû Müslim İsfahânî'nin yorumunu benimsediğimizi söyle­mekte yarar görüyoruz. Ona göre, "yeminlerinizin bağladığı kimseler" cüm­lesinden maksat eşlerdir. Isfahânî bunu ispat etmek için Bakara sûresinin 235. âyetindeki şu bölümü delil olarak getirmektedir: "Farz olan bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamayınız." Yorumunu yapmakta oldu­ğumuz âyette geçen "akd" kelimesi, bu âyette de geçmektedir.

Nisa sûresinin 33. âyetinde geçen akd "bağlamak, güçlendirmek, sağ­lamlaştırmak" anlamına gelmektedir. Eymân ise "yemin" kelimesinden tü­remiştir. Yemin "sağ el" mânasına gelir. Akid yaparken insanlar sağ elle­riyle tokalaşırlar. Bu anlamdan hareket edersek "sağ ellerinizin bağladığı kimseler" mânası verilebilir. Günümüzde buna ellerinizle imza atarak bağla­dığınız, yani nikahladığınız anlamı verilebilir.

Tokalaşma ile akid, yani antlaşma yapılamayacağı için, sağ elinizin attığı imza ile yapılan akid demek daha doğru olacaktır. Eymânın "yemin" anlamı taşıdığı çeşitli âyetlerden bilinmektedir. "Pekiştirdikten sonra ye­minleri bozmayınız" (Nahl 16/91); "Yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizi bozmanızdan dolayı sizi cezalandırır" (Mâide 5/89). Bu âyetlerdeki eymân kelimesi "yeminler" anlamına gelmektedir.

Ebû Müslim İsfahânî'nin isabetli yorumundan hareket edersek Nisa sûresinin 33. âyetindeki akadet eymânüküm ifadesini imza atıp nikâh akdi ile bağlandığınız kimselere de hisselerini veriniz diye yo­rumlamamız gerekir. Bunun anlamı eşlerin(birbirine vâris olması demek­tir. Âyetin bu kısmında yer alan,   Onlara hisselerini veriniz

emri üçüncü sahsa, yani hukukî sorumluluğu elinde bulundurana hitap et­mektedir. Miras taksimi, vârislerin keyfine bırakılmaksızın, hukuk devre­ye girmeli, tartışma çıkmadan neticelendirilmelidir.

c) "Zira Allah her şeye şahittir." Yüce Allah miras konusunu hukuka bağlayıp ardından kendisinin şahit olduğunu da ilân etmiştir. Miras konu­sunda hak kavramı devreye girdiğinden önem kazanmaktadır. Kul hakkını Allah hukuk ve kendi şehâdetiyle koruma altına almaktadır. Bunun anlamı şudur: insanlar bazan hukuku yanıltabilirler, ama onlar "Allah bizi gözet­liyor, bize şahitlik ediyor" diye inanıyorlarsa, daha dikkatli davranmala­rına sebep olabilir. Miras haklan taksim edelirken, vârisler ve hukukçular Allah'ı yanlarında hissederlerse kendilerini hatadan koruyabilirler. Çünkü Allah, "Aralarında gizli gizli konuşan her üç kişinin dördüncüsü Allah'tır ve her beş kişinin altıncısı, yine Allah'tır. İster daha az isterse daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, onlarla beraber­dir. Sonra kıyamet gününde onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir" (Mücâdele 58/7) buyurmaktadır.

Yüce Allah vârislerin haklarını hem hukuk hem de kendi gözeti-miyle garanti altına alırken, dünyevî ve uhrevî boyutlarına da işaret et­mektedir.

Âyetin bu kısmından çıkaracağımız başka bir sonuç da şudur: Allah miras konusunda verdiği hükümlerin takipçisi olmaktadır. Şahitlik keli­mesini "hükümlerin tatbik edilip edilmediğini takip etmek" mânasına da alabiliriz. Allah her şeyin takipçisidir. Bu genellemeden hareketle Allah, insanları idare edenlere, koydukları kanunların tatbikatını takip etmelerini önermektedir diyebiliriz. İdareciler icranın doğru yürümesi için ciddi ta­kipte olmalıdır. Kanunların tatbik edilmesinde gevşeklik gösterilirse siya­setin değeri azalır; devletin duvarlarından taşlar sökülmeye başlar, haklar çiğnenir, devlet hukuk devleti olmaktan çıkar. Allah âyetin bu kısmıyla, koyduğu hükümlerin yakın takipçisi olduğunu vurgulamaktadır. [58]

 

Kadın - Erkek İlişkisi:

 

34. Erkekler kadınlar», Allah'ın kendilerine onlardan ilaha fazla bağışladığı nimetler ve sahip olduklar» servetten yapabilecekleri harcamalarla koruyup gözetirler» Dürüst ve erdemli kadınlar, gerçekten Allah' in korunmasın* buyurdu- : ğu mahremiyeti koruyan, sadık ve itaatkâr kadınlardır. Ser-kestiklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince, onlara ön­ce-nasihat ediniz, sonra-yattıkları yatakta yalnız bırakınız, yine de itaat etmezlerse onları dövünüz. Bundan sonra itaat ederlerse onları incitmekten kaçınınız. Allah gerçekten yü­cedir, büyüktür.

KurWm erkeğe kadım dövme yetkisi vererek onu ikinci sınıf bir varlık olarak değerlendirdiği şeklinde yorumlara sebep olan bu âyet üze­rinde, geçmişte ve günümüzde çok şey söylenmiştir. Bunların temelinde bilgisizliğin yattığına şahit oluyoruz.

Bu çeşit hataların âyette yer alan kavramlar yeterince araştırılıp mâ­naları derinlemesine ortaya çıkarılmadığı için yapıldığını söyleyebiliriz. Âyetin iyi anlaşılabilmesi için önce kavramların açıklanmasına ihtiyaç vardır:

1. Erkekler kadınları koruyup gözetirler. Âye­tin bu kısmındaki eksen kavram kavvâmdır. Bu kelime "ayak üzerinde durmak" mânasına gelen karne fiilinden türemiştir. Kelime, iş ile kullanı­lınca "düzeltmek"; hak ile beraber kullanılınca "hak zahir olmak"; aile ile kullanılınca "ailesinin işlerini görüp nafakasını temin etmek"; namazla kullanılınca "başlamak"; su ile kullanılınca "donmak"; kuşla ilgili olarak kullanılınca "ayrılmak"; vaad ile "sözünü tutmak"; kayyim kalıbından "re­is, başkan, idareci" mânalarına gelmektedir. Kavm kalıbı da "topluluk" demektir. Kayyıme de "tam, doğru" anlamını ifade etmektedir.

Nisa sûresinin 34. âyetinde de "işi tam anlamıyla yapan, kadın iş­lerini hakkıyla yerine getiren; onu korumada itina gösteren" anlamına gelmektedir. Buradaki kavvâm kalıbına kayyım, yani "idareci, başkan, re­is" mânasını da vermek mümkündür. Bu mânayı şöyle ispat edebiliriz: Hz. Peygamber, "Üç kişi yola çıktığı zaman birini lider yapsınlar" buyurmuş­tur. Yolculuk yapan iki kişiden biri lider alacağına göre, hayat yolcu­luğuna çıkan eşlerden biri doğal olarak lider olmalıdır. Yüce Allah bu li­derin seçimle değil atama ile olacağını söyleyerek erkeği ailenin ya da ev­lilik yolculuğunun lideri olarak tayin etmiştir.

Bu reislik erkeği kadına baskı yapmak, onu ezmek, ona zulmetmek hakkını tanımaz; çünkü reis kavminin hizmetçisidir. Reis kadının prob­lemlerini çözecek, ailenin işlerini görecek ve bu konularda sorumluluk yük­lenecektir. Bakara sûresinin 228. âyetinde boşanma hukukunda erkekle kadının haklarının eşit olduğu beyan edilirken Ancak erkek­ler kadınlar üzerinde öncelik sahibidirler ifadesine yer verilmektedir. Re­is olma sebebiyle bir önceliğinin olması doğaldır. Haklar eşit olmasına rağmen kadın öncelikle erkeğin haklarını yerine getirecek, ardından erkek de kadının haklarını yerine getirecektir.

2. Erkek neden ailenin reisidir? Bu sorunun cevabını âyetin deva­mından alıp verebiliriz. Yüce Allah erkeğin reisliğini iki sebebe dayandır­maktadır:

a) "Allah onların bir kısmım diğerlerinden üstün kılması sebebiy­le..." Bilindiği gibi Allah bazı erkekleri, diğer erkeklerden hem biyolojik hem de psikolojik kabiliyet ve yetenek bakımından üstün kılmıştır. Aynı şekilde bazı erkekleri bazı kadınlardan biyolojik ve bazı psikolojik güçler bakımından üstün kılmıştır. Bu durum yaratılış kanunu olduğundan erke­ğin reis olmasında bir öncelik temin etmektedir.

Sonradan elde edilen özelliklerden dolayı kadın erkekten üstün ise, kadının reis olmasında bir sakınca yoktur. Meselâ üniversite mezunu bir kız ilkokul mezunu bir erkekle evlendirilmemelidir. Çünkü tahsil bakı­mından denk değillerdir. Böyle bir evliliğin var olduğunu düşünelim, aile­nin reisinin kadın olması doğaldır. Aslında böyle bir evlilik olamaz, ama ol­duğunda beyin gücü bakımından kadının üstünlüğü lider olmasını sağla­yacaktır. İşte erkeklerin beden gücü ve bazı psikolojik özellikler yönün­den kadından üstün olması, onun reis olmasını temin eden önemli bir sebep olmaktadır.

b) "Ve mallarından harcama yaptıklarından dolayı..." Bu defa da Allah reisliğin sebebini ekonomik temel üzerine dayandırmaktadır. Ailenin ge­çimini, yani kadının geçimini temin eden erkek olunca reislik ona veril­mektedir. Ekonomisi güçlü olan devletler diğer devletlere üstünlük arze-derler, onların ekonomisini, siyasetini ve diğer önemli meselelerini etki­lerler ve onların reisi durumuna geçerler. Ailenin geçimini Allah erkeğe verdiğine, o da bunu yerine getirdiğine göre reislik onda olacaktır.

Sosyal hayatın gerçeklerinden hareket edersek, ailenin geçimini te­min edecek ekonomik değere sahip olmayan bir erkek, çok zengin bir hanımla evlenirse, ister istemez o kadının reisliğini kabul edecektir. Bunu kabullenmemesi aile hayatının yürümemesi anlamına gelir. Bu ve benzeri noktalardan hareketle diyebiliriz ki, ailenin geçimini temin eden, reis olur. Ekonomik güç kimde ise reislik denen siyasî güç de ondadır. Bu da bir do­ğa kanunudur.

Netice olarak biyolojik, psikolojik ve ekonomik güç ve üstünlük se­bebiyle Allah hayat yolculuğuna çıkan eşlerden erkeği reis olarak tayin etmektedir. Yuvayı dişi kuş yapar, yani aileyi kadın ayakta tutar, ama ko­runması ve beslenmesini erkek temin edeceği için reislik ona verilmekte­dir. Çünkü kadın, çocuk doğurmak ve onu büyütmek gibi dünyanın en kut­sal görevini yerine getirecektir. Bunları yaparken ailenin siyasî ve ticarî yönüyle ilgilenmesi zordur.

Erkek, peygamber de olsa bir kadın tarafından dünyaya getirilir. Annelerin ayağının altına cenneti koyan bir din kadınla erkek arasına kast sistemi gibi bir üstünlük asla düşünmez.

3. Allah kadınları iki kısma ayırmaktadır:

a) Erdemli Kadınlar. Toplum hayatında kadınların aynı derecede er­deme sahip olmadıklarını, karakter ve yetişmişlik yönünden aile hayatın­da farklı davranacaklarını dikkate alan Allah, onların erdemli olanlarının özelliklerini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Salih kadınlar. Salih "erdemli, iyi" anlamına gelir. İyi kadının birinci vasfı itaatkâr olmasıdır. İtaatin iki anlamı vardır, birisi Allah'a, ikincisi de kocasına itaat etmesidir. Kanitat kelimesi kunuttan gelmektedir. "Devamlı şekilde itaat etmek" anlamına gelen bu kelime, erdemli olmanın ilk basamağını teşkil etmektedir.

"Kadın ilk önce kime itaat edecektir" sorusunun cevabını Ahzâb sû­resinin 31. Âyeti ile verebiliriz Sizden kim Allah ve Resulü'ne itaat ederse... Demek ki kadın öncelikle Allah'a ve Peygambe-ri'ne itaat edecektir. İtaat kelimesini değil de, kanitat kelimesinin kullanıl­ması, itaatin devamlılığım ve içtenlikle yapılmasını işaret etmektedir. İta­atin ikinci sırasında devlet (Nisa 4/59); dördüncü sırasında da koca gelmek­tedir (Nisa 4/34). İçtenlikle Allah'a, Peygamber'e, devlete ve kocasına itaat eden kadın, dünyalara bedel erdemli bir kadındır. 2. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi koruyandırlar. Bunun anlamı kocaları olmadı­ğında, namuslarını korumalarıdır. Çünkü Allah iffetin korunmasını iste­mektedir. Erdemli kadın sadece kocası yanında olduğu zamanlarda değil, kocası olmadığı anlarda da namusunu koruyan kadındır.

Kadın, kocası olmadığı zamanlarda sadece namusunu değil malını da koruyacaktır. Hz. Peygamber bu iki özelliği şu hadisiyle açıklamakta­dır: "Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığında seni mesrur eden, em­rettiğinde sana itaat eden, yanında bulunmadığın zaman, malını ve namu­sunu koruyandır."

Namusunu korumayı, Allah emretti diye korumak ve bu konuda ko­casının yanında olmasıyla olmamasının farketmemesi, erdemi doruk nok­tasına çıkarmaktadır. Bu açıdan bakınca namuslu kalmak, kadın ve erke­ğin hayatına denk bir önem taşımaktadır diyebiliriz. 3. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçmeyen, fakat başka âyetlerde yer alan özellikler de şunlardır: "Müslüman, inanan, itaat eden, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan..." (Tahrîm 66/5).

b) Serkeş Kadınlar. Yüce Allah, âyetin üçüncü bölümünde: Serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince ifadesine yer vermektedir. Buradaki nüşûz kelimesi "düşmanlık, husumet, kin, ça­tışma, tabiat zıtlığı, nefret, ahenksizlik, ihtilâf, kavga, cinsel görevlerini yerine getirmeme, karşı gelme, serkeşlik etme, kocanın hanımına merha­metsizce davranması" mânalanna gelmektedir. Korkmak kelimesi de "bil­mek, zannetmek" anlamına alınmalıdır. Aslında bu kavram iyiden kötüye dönüşü ifade etmektedir. İlk önceleri kocasıyla geçinen, onun bir dediğini iki etmeyen, saygılı davranan, güler yüzlü olan kadının zamanla bunların tersini yapmaya başlamasına nüşûz denmektedir. İşte bu durumlarda, ka­dının baş kaldırdığından endişe ediliyorsa ne yapılacağına âyetin devamı ışık tutmaktadır.

1. Onlara öğüt veriniz. Bu âyete göre serkeşlik etmesin­den endişe edilen kadına uygulanacak ilk metot onu öğütle doğru yola ge­tirmeye çalışmaktır. Anlayışlı olan kadın, bu öğütle kendisine çekidüzen verir, davranışlarını gözden geçirip otokritik yapabilir.

2. Sözle yapılan uyarı ve verilen öğüt yeterli olmadığı zamanlarda denenecek ikinci metot kadını yatağında yalnız bırıkmaktır. Erkeğin hanımını yatağında yalnız bırakması çok ağır bir davranış veya ceza şeklidir. Kocasını seven kadına bu davranış çok ağır ve güç gelmelidir. Kadının serkeşliği, kocasından so­ğuması veya ona kin beslemesinden kaynaklanıyorsa, yatağında yalnız bı­rakılmayı fırsat bilerek işi daha da ileri götürecektir. Kadın serkeşliğinde devam eder ve daha da ileri götürürse, o zaman başka bir metot denene­cektir.

3. Onları kovunuz. Âyette geçen emir, vadnbûhünnedir. Bunun "onları dövünüz" şeklinde tercüme edilmesi durumunda, "Kur'an'-da kadının dövülmesi emrediliyor" denilerek İslâm'a karşı saldıranlar ol­muş ve olmaktadır. Bu emrin dövmek mânasına gelip gelmediğini anla­yabilmek için darabe fiilinin ne mânaya geldiğine bakmak gerekir: "Vurmak, çarpmak, atmak, ateşe vermek, buğdayı başağından ayırmak, bombardıman etmek, müzik aleti çalmak, müzik yapmak, yazmak, akrebin sokması, incitip harekete geçirmek, ayırmak, ayrılmak, zorla kabul et­tirmek, kovmak, defetmek, bırakmak, terketmek, vazgeçmek, iptal etmek, kaçınmak, hareket etmek, sefere çıkmak" mânalarına gelmektedir.

Öğütten, yatağında yalnız bırakılmaktan anlamayan kadınlara uy­gulanacak son metot acaba dövmek midir? Bu kelimenin "kovmak, ter­ketmek" mânaları uygulanamaz mı? "Onları kovunuz" şeklindeki mâna psikolojik olarak daha etkili değil midir? Dikkat edilirse Hz. Peygamber kadınların dövülmesini tasvip etmemiştir. 4. "Ve bundan sonra itaat eder­lerse onları incitmekten kaçınınız. Allah gerçekten yücedir, büyüktür."

Âyetin bu kısmında yer alan "itaat ederlerse" ifadesinden, nüşûzün, itaatsizlik olduğunu çıkarabiliriz. Çeşitli yollarla kadının itaati temin edil­diğinde başka yol aramanın, onları incitmenin yasaklanması, nüşûz yap­mayan kadınların incitilmemesine işarettir. Kocasına itaat eden kadın in-citilmemelidir. Bu hüküm Allah tarafından konmuştur. Kadınlarına kibar davranan, onları incitmeyen erkeklerle, erdemli itaatkâr ve namuslu ka­dınlar yücelirler, toplumu da yüceltirler. Yücelik ve büyüklük ahlâkî erdem­lerde ve bunları ailede yaşamaktadır. Reisliği hizmete dönüştüren ve bu er­demli davranışı gösterip görevim yerine getiren eşler yüce ruhlu insanlardır.

Müslüman olsun olmasın iyi terbiye almış erkekle kızın birlikte ku­racakları ailede baskının, zulmün, baş kaldırmanın, itaatsizliğin, dövme­nin yeri yoktur. Nisa sûresinin 34. âyetinde çarpık aile ilişkilerinin çare­leri ele alınmaktadır. Ne yazık ki işi bu seviyeye getiren pek çok kültür­süz, mâneviyatsız ve gönülsüz aileler vardır. Yüce Allah, aile ilişkilerinde en ince ilişkilere kadar girmekte, her ihtimali göz önüne almakta ve muh­temel bozuşmaların çarelerini bildirmektedir. Unutulmamalıdır ki Allah ailenin yıkılmamasını ana amaç olarak belirlemektedir. [59]

 

Ayrılık Ve Barış:

 

35. Eger karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsamz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadinfa ailesinden

bir hakem gönderiniz. Bunlar barışmak isterlerse, Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen; her şeyden haber­dar olandır.

Bu âyeti bir önceki âyetin devamı olarak ele almak gerekiyor. Ser­keşliği zannedilen veya bilinen bir kadına uygulanacak metotlar sayıl­mıştı: "Öğüt vermek, yatağında yalnız bırakmak ve kovmak". Bunların herhangi birini uygulamakla kadın itaat çizgisine gelirse, ona başka bir yol aramanın lüzumsuzluğu hükme bağlanmıştı. Bu âyette itaat etmeyen kadının işi ayrılığa götürebileceği meselesinin ne olacağı ele alınmakta­dır.

a) Ayette yer alan ve in hıftüm ifadesinde yer alan, "kor-karsamz" kelimesine "bilirseniz" anlamını Râzî vermektedir. Râzî'nin nakline göre, Zeccâc da "anlarsanız" mânasını vermektedir. İbn Abbas ve Hâ­zin de "bilirseniz" anlamına geldiğini söylemektedirler. "Bilirseniz, anlar­sanız, endişe ederseniz" hitabı kimedir? Hitap çoğul olduğuna göre top­luma yani eşlerin sosyal çevrelerinedir.

Serkeşlik yaptığı anlaşılan kadına kocasının uygulayacağı metotlar­dan anladık ki, sorunun aile içinde çözülmesini Allah öngörmektedir. Metotlardan "öğüt ve yatağında yalnız bırakma" gibi yaptırımlar işe yara­mayınca koca onu kovacaktır. Kovma olayı, problemi sosyal çevreye, ya­ni topluma sıçratmış olacaktır. "Çık bu evden, babanın evine git" deyip de kadın yakınlarının evine gidince, aile meselesi topluma mal olacaktır. Bu­radan anlıyoruz ki 34. âyetteki darabe fiili "dövmek"ten ziyade "kovmak" mânasına alınmalıdır. İşte o zaman, sosyal çevre karı-koca arasındaki problemi bilmiş olacağından Allah, er bilirseniz ifadesiyle, onların sosyal çevresine hitap etmiş olmaktadır.

"Karı-kocanını aralarının açılmasını bilirseniz", yani anlarsanız, farkına varırsanız nelerin yapılacağını âyetin devamı göstermektedir: "Er­keğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderiniz." Allah topluma sıçrayan bu meseleyi, yine toplumun çözmesini istemek­tedir. Bu bir bakıma vücuttaki yaranın kendi kendini dağlamasını andır­maktadır. Âyetteki l^sffeb'asû emri "oluşturunuz, gönderiniz, çıkarınız" mânalarına gelmektedir. Toplum, karı-kocanın aile çevrelerinden birer ha­kem seçip eşlere gönderecektir.

Âyetin devamına göre bu faaliyetin ana amacı, eşler arasında mey­dana gelen çatlamayı barışla neticelendirmektir. İşi boşanmaya vardırma­dan barışla çözmektir. Onun içindir ki âyetin devamı şöyle gelmektedir:

"Bunlar banşmak isterlerse, Allah onların aralarını bulur." Âyette barış­mak isteğinin karı-koca tarafından ortaya konması istenmektedir. Eğer ka-rı-koca barıştan yana ise devreye yüce Allah girerek aralarını bulacağına garanti vermektedir. Demek ki barış isteyen eşlerin gönüllerini Allah kay­naştırmakta ve onların bir araya gelmesini temin etmektedir. İki hakem eşlerin arasını dışarıdan bulmaya çalışırken, Allah müdahalesini gönülden yapmaktadır. Yalnız bu müdahalesini yaparken eşlerin iradesinin barıştan yana olmasını şart koşmaktadır.

Yüce Allah eşlerin barıştan yana iradelerini değerlendirip aralarını bulacağına göre, kendi iradesinin de onların bir araya gelmeleri yönünde olduğunu da beyan etmektedir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, Al­lah'ın tavrı ailenin yıkılmasından yana değil devamından yanadır. Çünkü Allah eşlerin arasında cereyan eden olayı başından beri takip etmekteydi. Eşlerin gönlünde barış kıvılcımları belirince yardımını devreye sokarak onların arasını kaynaştıracaktır.

b) Âyet modern hukuk açısından ele alındığında, boşanma hukuku alanında mahkemenin nasıl cereyan edeceği usulünün ortaya konmakta olduğu anlaşılacaktır. Ayete bu noktadan yaklaşınca eğer bilir­seniz, yani "anlarsanız, farkına varırsanız" ifadesinin hâkimlere ait oldu­ğu ortaya çıkar. O zaman hitabın topluma değil, objektif hukukun uygula­yıcıları olan hâkimlere olduğu kaçınılmaz olur. Demek ki koca serkeşlik yapan hanımına kovmaya kadar varan metotların işe yaramadığını anla­yınca, mahkemeye müracaat edecektir. Çünkü eşini şart ederek boşama imkânına sahip değildir.

Ailede çıkan bu geçimsizliğin eşlerin ayrılış noktasına vardığını an­layan hâkim, boşamaya karar vermeden önce erkek tarafından bir heyet; kadın tarafından da bir heyet oluşturacaktır. Bu sefer bir hakem değil bir heyet teşkil ettirerek, bu heyetlerin kan-kocanın arasını bulmalarını iste­yecektir. Heyetler görevlerini yaparken, Allah eşlerin gönüllerinde teşek­kül edecek olan iradenin yönüne bakarak kendi müdahalesini gerçekleş­tirecektir. Ama ilâhî müdahale barış isteğinden yana olacağından aralarını kaynaştıracaktır. Demek ki Allah'ın lutfu barıştan yanadır. Ailenin yıkıl­ması başarı değildir, başarı barışı gerçekleştirmektir. Eğer koca, "üçten dokuza şartım olsun" deyip karısını boşayabilseydi, Allah buradaki mahkemeyi kurar mıydı? Demek ki şart ederek kadını boşamanın Kur'ânî kaynağı yoktur.

Aile hayatında ve ailenin yıkılmasında, boşanma hukukunda hâkim ve heyetlerin yanlış bir iş yapmasını önlemek için Allah, bütün olanları bildiği ve onlardan haberdar olduğunu gündeme getirmektedir. Alîm ve habîr sıfatları hem aile içinde hem de mahkemede iyiye giden oluşumlar­la, hem de kötüye giden oluşumlarla alâkalı olarak âyetin sonunda yer al­maktadır.

Kocanın hanımını serkeşlikten uzaklaştırmak için metotları uygu­larken, mahkemede hâkim ve heyetlerin boşanma olayını takip ederken, yani boşanma hukukunu uygularken Allah'ın bu sıfatlarını akıllarından çı­karmamalarını öngördüğü burada yer almaktadır. İnanan kişiler, hanım­larına karşı davranışlarında, hâkim ve heyetler davalarında Allah'ın müda-hil olduğunun bilincinde ve inancında olmalıdırlar.

Nisa sûresinin 34 ve 35. âyetlerini bir arada ele alırsak şu genelle­meye varmak mümkündür: Yüce Allah 34. âyette aile yönetimini ele alır­ken beyin, biyolojik değer üretme gibi önemli kriterleri gündeme taşımak­tadır. Kadın için iyi, itaatkâr ve iffetli olma değerlerini öngörerek onun erdemli olmasına dikkat çekmektedir.

Salih olma, itaatkârlık ve iffetlilik aile hayatının alt yapısını teşkil ederken, erkeğin reisliği de üst yapıyı oluşturmaktadır. Demek ki iyilik, saygınlık ve iffet aile hayatının olmazsa olmazını teşkil eder. Reislik, iyi­lik saygınlık ve iffet değerleri birbirinden ayrılmaya, çözülmeye, ihmal edilmeye başlayınca ailenin içine bomba düşmüş veya büyük bir deprem çıkmış gibi olduğundan Allah şakka "yarıldı" fiiline yer vermektedir. İşte kadının nüşûzü yani serkeşliği, âdeta aile hayatında yaşanan depremin ön­cü sarsıntısını teşkil etmektedir. Kadının erdeminde meydana gelen eroz­yon hukukun müdahalesini çağırmaktadır. Demek ki insanın olduğu yerde böyle oluşumların meydana gelmesi normaldir. Önemli olan hukukun mü­dahalesi ve bu müdahalesinde objektif davranmasıdır.

Müdahale sadece hukuk tarafından olmuyor, aynı zamanda Allah da müdahale etmektedir. Hukuk olayın zahiriyle ilgilenirken, Allah işin gö­nül yani içsel boyutunu ele almakta ve barıştan yana tavrını koymaktadır.

Hukuk delille konuşurken onun üzerinde hüküm verirken; Allah kulun iradesinin tecellisine göre lutfunu vermektedir. Böylece Allah boşanma olayını mahkemeye havale ederken, kocaya boşanma davası açma yetkisi tanıyarak objektif hukuku devreye sokmakta, o günün Arabistan toplumu­nun ilkel bir anlayıştan hukuk toplumu anlayışına geçmesine zemin ha­zırlamaktadır.

Bir boşanma mahkemesinde hâkimin, heyetlerin ve tarafların yer al­dığını bu âyetlerden öğreniyoruz. Çünkü mahkemenin seyri ailenin yıkıl­masına doğru cereyan ederse müdahil olarak Allah devreye girecektir. Zira olayı en iyi bilen ve ondan en iyi haberdar olan O'dur. Hukuk dışa­rıdan, Allah içeriden müdahalesini yaparak ailenin devamına taze kan kat­maktadırlar. Öyle anlıyoruz ki her şey gönülde başlıyor ve yine gönülde bitiyor. [60]

 

İki Önemli Görev:

 

36. Allah'a, ibadet ediniz ve Q'na.hiçbir şeyi ortak koş­mayınız. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa.'yoltfakalmışa, el­lerinizin aftıtida bulunanlara -iyilik yapınız. Doğrusu Allah böbürlenerek küstahça davrananları sevmez.

Yüce Allah burada iki emir vermekte ve bunlarla iki çeşit görev is­temektedir:

1. Allah'a kulluk etmek ve o'na şirk koşmamak.

a) Allah'a kulluk etmenin ne anlama geldiği Bakara sûresinin 21. âyetinde açıklanmıştı. "Boyun eğmek, itaat etmek, bilmek ve tanımak" mânalarına gelen abede kelimesi beyin, gönül ve organların birlikte faali­yetini içine almaktadır. Âyetin bu bölümünde birinci emir olumludur. Bu­radaki ana mânası "Allah'ı birlemektir." Çünkü, hemen ardında şirk koş­mama emri yer almaktadır. Bu sebeple abede kavramına "Allah'ı birleyi­niz, O'na hiçbir şeyi eş koşmayınız" mânasını vermek daha doğru ola­caktır. Şirkin kirliliğini ortadan kaldırmak için, tevhid ağacını dikmek ge­rekiyor. Gönlünde tevhid inancı olmayana, Allah'a şirk koşmama konu­sunda emir vererek netice alınamayacağına dikkat çekiliyor. Çünkü Allah'ı birlemek, beyni, gönlü ve bütün davranışları O'na yönlendirmek demektir.

b) Birinci kısmın ikinci emri olumsuzdur, O'na hiçbir şeyi eş koşmayınız. Aslında buradaki şey'en kelimesme"Muhammed Esed gibi, "asla" mânasını vermek gerekiyor. O zaman mâna, "O'na asla eş koş­mayınız" şeklini alacaktır. Bu emrin âyette yer almasından hareket ederek diyebiliriz ki, tevhid inancına sahip olan insanların da şirke düşme ihtima­li vardır. Bu ihtimal olmasaydı tevhid emrinden sonra şirk yasağı gelmezdi.

Bir taraftan Allah'ın birliğine inanıp O'na kulluk eden insanlar far­kında olmadan başka tanrılara tapınabilirler. Gizli şirk diyebileceğimiz bu tapınma şekli, o insanın tevhid inancının yanında bir mantar gibi hayatını devam ettirebilir. Meselâ yardımın sadece Allah'tan beklenmesi, O'na dua edilmesi esasına rağmen insanlar ölü türbelerine giderek onlardan yardım beklemekte, onları araya koyarak dua etmektedirler. Aslında bu durumda­ki insanlar tevhid inancına sahip olduklarını iddia etmektedirler ama şirke saptıklarının farkında değillerdir. Âyette Allah'ın birliği ifade edildikten sonra, O'na şirk koşulmamasmın emredilmesinin sebebi bundan kaynak­lanmaktadır. Tevhid inancım tamamlayan, şirk koşmama olayıdır. Bu iki emir, birbirinin tersi hükümleri içermektedir. Biri varsa diğeri yok demektir.

2. İyilik yapılacak kişiler. Âyetin ikinci bölümünde Yüce Allah ih-san dediği iyiliğin toplumda kimlere yapılacağını açıklamaktadır.

a) Ana baba. iyiliğin yapılması gerekenlerin başında ana babalar gel­mektedir. Ana babaya nasıl iyilik yapılacağı Bakara sûresinin 83. âyetinde detaylı bir şekilde açıklanmıştı.

4 /Nisa sûresi                                                                                    131

b) Akraba. Akrabaya iyilik ve yardım konusu da Bakara sûresinin 83 ve 177. âyetlerinde ele alınmıştı. Akrabalara yardım etmek onların hakkı­dır. (İsrâ 17/26). Akrabalara yardım etmek akrabalık bağlarını kuvvetlendi­recektir (Muhammed/47/22). Nisa sûresinin 1. âyetinde akrabalık haklarına riayetsizlik etmekten sakınılması emredildiğine göre, buradaki emri oraya bağlamak mümkündür.

c) Yetimler. Akrabadan sonra "Yetimlere iyilik ediniz" emrini veren Allah'ın bu hükmü Tevrat'ta da verdiğine şahit oluyoruz. Yetimlere iyili­ğin ekonomik açıdan, yetiştirilme bakımından ve adalet yönünden yapıla­cağını muhtelif âyetler vurgulamaktadır. Bu âyetler için Bakara sûresinin 83. âyetinin tefsirine bakılabilir.

d) Yoksullar. Âyette yer alan miskin kelimesi, fakirliğin kendisinde yerleştiği, bir daha ekonomik durumunu düzeltmesi mümkün olmayan, Beled sûresinin 16. âyetinin tanımladığı "toprakta sürünen yoksul" anla­mına gelmektedir. Bunun açıklaması da yine Bakara sûresinin 83. âyetin­de yapılmıştı.

e) Yakın ve uzak komşu. Âyetteki bu emir, "komşu hakkı" kavramını gündeme getirmektedir. Yakın ve uzak komşuya iyilik çeşitli şekillerde yapılabilir. Ekonomik yardım alabileceği gibi, iyi ve kötü günlerinde des­tek vermek; mutluluklarını ve acılarını paylaşmak, sıla-i rahim yapmak gibi eylemler de iyilik kavramının içine girmektedir. "Yakın ve uzak kom­şu" kavramına, "milletlerarası" mâna yüklediğimizde, komşu devletlere de çeşitli açılardan iyilik yapılabilir. Deprem, sel gibi felâketlerde, salgın has­talıklarda, kıtlık anlannda komşu ülkelere yardımda bulunmak bu kavra­mın kapsamına girebilir. Siyasî açıdan, dost olan yakın ve uzak komşu devletlere destek çıkmak, milletlerarası ilişkilerde onları yalnız bırakma­mak, herkese ihtiyacına göre yardım etmek de yine bu kelimenin anlamı içinde yer almaktadır.

f)  Yolcu. "Yolda kalmış" ifadesi Bakara sûresinin 177. âyetinde açıklanmıştı. Yolda kalan insan olabileceği gibi, yarım kalmış bir proje de olabilir. Yolda kalana, yolcuya ekonomik yardımda bulunulabilir, misafir de edilebilir. Yarım kalmış bir sağlık, eğitim ve bilimsel araştırma projesi­ne yardım da bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu tip projelerin, sadece aynı toplum içinde olması da şart değildir; dünyanın neresinde olursa olsun insanlığın hayrına olacak bu tür faaliyetleri desteklemek, insanlığa iyilik etmektir.

g) Ellerinizin altında bulunanlar. Daha önceki âlimler bulunduktan sosyal şartlara göre, buna köle ve cariyeler mânasını vermişlerdir. Elinin altında olana, köle ve câriye mânası vermek doğru ama yeterli değildir. Bugün artık köle ve cariye uygulaması olmamasına karşılık, meselâ işçiler işverenin elinin altında bulunmaktadır. Dolayısıyla işverenin, işçilerinin dertleriyle ilgilenmesi bu kavramın kapsamına girmektedir.

Savaşlarda kaybedenler, galip gelenlerin elinin altında olma statü­sünde sayılır. Mağlûbiyet onları büyük ihtiyacın içine soktuğundan onlara da iyilik etmek gerekiyor. Ferdi mânada köle sahibi olan insanların onlara ak. Köktvm geçimim temm etmekten ziyade ona Bunu milletlerarası ilişkilerde savaş durumunda uygularsak, mağ­lûp tarafın esirlerini serbest bırakmak, yenilen devletleri ekonomik ve siyasî bakımdan ezip sömürmemek, bağımsızlığını elde etmelerinde onla­ra fırsat tanımak, en büyük iyilikler arasında yer alacaktır.

Yüce Allah, müslümamn tevhid inancı ve şirkten uzak kalmasından sonra, kimlere iyilik yapacağını sıralamakla onun ufkunu açmakta, baş­kalarının dertleriyle dertlenmesine ve fedakârlık yapmasına fırsat tanı­maktadır. Erdemli müslüman, kendisinin dışındeki insanların problemle­rini, ihtiyaçlarını görebilen insandır. Ana babasından başlayarak uzak ya­kın herkesin derdini dert edinecek geniş gönüle sahip insandır.

3- Allah kendini beğenen ve daima bö­bürlenip duran kimseyi sevmez. Yüce Allah âyetin son kısmı ile, insanın gönlünü daraltıp başkalarının problemlerini, ihtiyaçlarını ve dertlerini görmekten alıkoyan ve ona fedakârlık yaptırmayan psikolojik sebebi muhtâl kavramıyla ifade etmektedir.

İbn Abbas muhtal kelimesinin "hiç kimsenin hakkını vermeyen ve kendisini beğenen" mânasına geldiğini söylemektedir. Zeccâc'a göre muh­tal, "fakir olan yakın akrabalarına burun bükerek onlara kötü davranmayı, yoksul olan komşularına tenezzül etmeyip onlara iyi davranmamayı" ifade etmektedir. Aslında muhtal kelimesi ihtiyalden türemiştir. Hayl keli­mesi "at" mânasına gelmektedir. Atın yürüyüşünde âdeta bir gurur ve kibir olduğundan bu ismi almıştır. İnsanın "gururlu ve kibirli gezme"sine de ih-tiyal denmektedir. Hayal ve tahayyül de bir şeyin zihinde gezip dolaşma­sından dolayı bu ismi almaktadır. Bu kelime Tâhâ sûresinin 66. ayetinde fiil kalıbında "gibi görünmek", "hayal ettirmek" mânasında yer almıştır.

Kendisinin yüksek yerlerde olduğunu hayal edip büyük gibi gören ve bu sebeple etrafındaki insanların dertleriyle ilgilenmeyen, ana baba­sına iyilik yapmayan at gibi geçip giden insanın durumunu, yani psiko­lojisinin meydana getirdiği davranışı ifade etmektedir. Bu psikoloji onun iyilik yapmasını engellemektedir. Böylece Allah, davranıştan sebebe git­mek suretiyle sebep-sonuç ilişkisini kurmaktadır.

Âyetteki fahr kelimesi Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden do­layı "başkalarına karşı övünen" anlamına gelir. Kibir ve böbürlenme Al­lah'ın sevgisini kaybeden iki duygu ve davranıştır. Bunların olduğu yerde Allah sevgisi olmadığı gibi insanların sevgisi de olmaz.

Kibir ve böbürlenme sevginin en azılı düşmanlarıdır. İnanç ve iyilik yapma bakımından insanda problem yaratmaktadır. Allah'a kulluğu engel­leyen, şirk koşmaya sebep olan, yardıma, fedakârlığa mani olan bu duy­gular, Allah'la kul, insanla insan arasında da ciddi sorunlar meydana getirir. [61]

 

Cimrilik:

 

37. Bunlar, cimrilik eden ve insanlara cimriliği emre­den, Allah'ın kendilerine Iutfundan verdiğini gizleyen kimse­lerdir. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.

Yüce Allah muhtâl ve fehûr kavramlarıyla ifade ettiği kibirli insan­ların bir taraftan tanımlarım vermekte, diğer taraftan da davranışlarını anlatmaktadır. Allah'ın sevmediği, kibirli insanların kimler olduğunu âyet şöyle açıklamaktadır:

a) Onlar cimrilik ederler. Cimrilik insanın doğuştan gelen bir eğilimdir. BÛ özelliğin tezahürü, yani ortaya çıkması mal yığmaktır. "De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu pek cimridir" (İsrâ 17/100); "Bir de mal biriktirip, yığanı" (Meâric 70/18); "Bir de altını ve gümüşü birik­tirerek saklayıp Allah yolunda harcamayan kimseler" (Tevbe 9/34). Buhl kelimesi "iyi davranmamak, yapması gereken şeyi yapmamak" anlamına gelmektedir. Cimri insanlar, bu özelliklerini eylem haline getirdiklerinde, harcaması gerekenlere harcama yapmaz, kimsenin elinden tutmaz, çev­resine faydalı olmazlar. Çünkü bunlar insan sevgisinden yoksundurlar. Bu sebeple de Allah onları sevmemektedir.

b) İnsanlara cimriliği emrederler. Bu insanla­rın cimriliği kendilerinde kalmamakta, onu başkalarına da bulaştırmak is­temektedirler. Ana babasına ve çevresindeki diğer insanlara yardım et­mekten kaçman bu insanlar, manevî bir hastalık olan cimriliği diğer insan­lara da bulaştırma gayreti içinde olurlar.

c) Allah'ın kendi hazinesinden onlara verdiklerini gizlerler. Meâric sûresinin 18. âyetinde geçen, "Bir de mal biriktirip yığanı" ifadesi bu insanların durumunu ne güzel anlatmaktadır. Mallarını biriktirip yığarken kimsenin görmemesi için de gizlerler. Al­lah'ın verdiğini gizleyen bu insanlar cimriliği nankörlük seviyesine taşı­maktadırlar. Zaten nankörlüğün anlamı yapılan iyiliği örtmektir. Allah'ın verdiği nimeti örtmekle eş anlamlıdır.

Allah'tan gelen nimeti ya da Allah'ın verdiği nimeti kullardan gizle­mek nimete nankörlük etmektir. Cimrilik etmek, cimriliği insanlara bulaş­tırmak ve Allah'ın kendi hazinesinden verdiğini gizlemek kibirlenen in­sanların eylemleri arasında yer alır. Bu eylemler onların ayrılmaz özel­likleridir. Daha önceki âyette Allah onlardan sevgisini esirgediğini belirt­mişti. Ama onlar kibir ve böbürlenme duygularını eyleme dönüştürünce, bu sefer "Onlar için alçaltıcı bir azap hazırladığını bildirmektedir.

Tevbe sûresinin 34. âyetinde altın ve gümüşü biriktirip Allah yo­lunda harcamayanlar anlatılırken nasıl cezalandırılacakları da 35. âyette anlatılır: "(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınlan, yanlan ve sırtlan dağlanacağı gün (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeyleri tadınız." İşte alçaltıcı azabın ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği bu âyetle anlatıl­maktadır. İnsanlığın uğruna harcanmayan, insanlığın istifadesine sunul­mayan fazlalık ekonomik değer, zamanla azaba dönüşmekte, ateş olup in­sanı dağlamaktadır. Malıyla gururlanmak, böbürlenmek ve cimrilik edip Allah'ın nimetini gizlemek mahşerde azaba dönüşecektir.

Nisa sûresinin 36-37. ayetleri İslâm'ın sosyal bir din olduğunu, tevhid inancından sonra, yakın sosyal çevreden uzak çevreye uzanan ve çeşitli şekillerde ihtiyaç içine düşen insanlan iyilikle kucaklamanın erde­mini öne çıkanp bütün insanlığa öğretmektedir. Ana babanın, akrabanın, yetimin, yoksulun, yakın ve uzak komşunun, yolda kalmışın ve eli al­tındakilerin iniltisini duymak, onların yardımına koşmak, ellerinden tutup kaldırmak, asil bir ibadet olmaktadır. Bu ameller, toplum ortamını ce­hennem olmaktan kurtaracak erdemli hareketlerdir. [62]

 

Gösteriş İçin İnfak Etmek:

 

38. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mal-.  , lannı insanlara gösteriş için infak edenler de (âhirette azaba duçar olurlar). Şeytan bir kimseye arkadaş olursa ne kötü bir arkadaştır o!

ellezîne ism-i mevsûlünün bir önceki âyette ge-çen j'A\ ellezîneye bağlanabileceği gibi, 37. âyetin sonunda geçen kâfirle­re de atfedilebileceğini söylemektedir. Aslında 37. âyetin sonundaki kâ­firler de, aynı âyetin başında geçen ve 36. âyetin sonundaki kibirlenen ve böbürlenenlere uzanmaktadır. Demek ki Allah, sevmediği ve alçaltıcı aza­bı hazırladığı insanlann başka bir özelliğini de bu âyette açıklamaktadır. Âyetten anladığımıza göre gösteriş infakçılarımn özellikleri şunlardır :

a)  Mallarını insanlara gösteriş için har­carlar. "Gösterişfl münafığın en önemli özelliklerinden biridir. İnfak ile gös­teriş bir araya gelince iyiliğin sevabını ortadan kaldırır. "Ey iman edenler! Al­lah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kim­se gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayınız. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz ka­yaya benzer ki, sağnak bir yağmur isabet etmiş de onu cascavlak hale ge­tirmiştir..." (Bakara 2/264). Demek ki gösteriş için infak eden, infak edip de onu başa kakan ve infak ettiği kişiye eziyet eden adamın durumu budur.

b)  Allah'a ve âhirete inanmazlar. Yüce Allah 36. âyette "Allah'a kulluk ediniz, O'na şirk koşmayınız ve sayılan yerlere iyilikte bulununuz" emrinden sonra, bunları yerine getirmeyenlerin duru­munu, öncelikle cimriliklerini ele almış, şimdi de onların inanç yapılarını açıklamaktadır. Allah'a ve âhirete inanmış olsalardı, mallarını insanlara gös­teriş olsun diye değil tam tersine Allah için harcamış olacaklardı. Böylece yüce Â\\ah, ameVin amacmı imanın taym edeceği, kuralını koymaktadır. İn-faktan maksat "insanlar görsün, insanlar desin veya insanlar beğensin" ise, bu ibadet olmaktan çıkar ve yapanına zarar veren bir hareket halini alır.

Allah'a ve âhirete inanmak ise, infakın Allah adına yapılmasını, O'nun rızâsını kazanmaya yönelik olmasını temin ediyor. Böylece imanın amele yön verdiğini, hedefini tayin ettiğini, insanı Allah'a yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Kişinin amelinden istifade edebilmesi, amelin Allah katın­da değerlendirmeye tâbi tutulup ödüllendirilmesi imana bağlıdır.

c) Şeytan bir kimseye arkadaş olursa... Cimrilik, cimriliği insanlara emretmek, yani bulaştırmaya çalışmak, Alllah'ın nime­tini gizlemek, nankörlük etmek, insanlara gösteriş olsun diye infak etmek, Allah'a ve âhirete inanmamak insanı Allah'ından uzaklaştırmakta ve şey­tana arkadaş etmektedir.

Bu noktadan hareket ederek şu genellemeye varabiliriz: Arkadaşlık inançla ve eylemle olur. Kimin dediğini yapıyorsanız, onun dostu, onun arkadaşı, onun yârânı olmuşsunuz demektir. Allah'ın dediğini yerine ge­tirmemek O'na sırtını dönmektir. Allah'a sırtını dönenin varacağı yer de şeytanın yanıdır: "Kim rahmanı anmaktan yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat ederiz, o zaman o, şeytanın arkadaşı olur." (Zuhruf 43/36). Isrâ sûresinin 27. âyetinde Allah israf edenlerin şeytanın kardeşi olduğunu da söylemektedir. Şeytanın arkadaşlığı insana iki türlü kötülük getirmek­tedir: Yanlış ameller insanı şeytana arkadaş ederken, şeytanın arkadaşlığı tekrar o kişiye başka günahlar işletir (Zuhruf 43/37). [63]

 

Âhirete İman ve İnfak:

 

39. Allah'a ve âhiret gününe imân edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden (O'nun yolunda) infak etselerdi ne olurda sanki? Allah onların durumunu hakkı ile bilmektedir.

Muhtevasından anlaşılacağı gibi, bu âyet 38. âyetle ilgilidir ve onun konusunu devam ettirmektedir. Z_^(iC5 Onlara ne zararı olacaktı ki? Bu­nu şöyle açıklayabiliriz: 38. âyette bazı insanlann Allah'a ve âhirete inan­madıkları için infaklannı insanlara gösteriş olsun diye yaptıkları anlatılmıştı. Eğer Allah ve âhiret varsa, onlar bunlara inanmamakla çok şey kaybet­mişler, onlara çok şeyler olacak demektir. Ama Allah ve âhiret olmadığı halde, inansalardı onlara ne zararı olurdu. Olana inanmamakla çok şey kaybedecekler, ama olmayanı kabul etmekle hiç zararları olmayacaktı.

Âyetin devamına göre kendilerine verilen rızıktan Allah'a ve âhiret gününe inanarak infak etselerdi onlar için bir endişe olmayacaktı. Böylece 38. âyette Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak yapılan infakla, 39. âyet­te Allah'a ve âhirete inanarak yapılan infakın farkı ortaya konmaktadır. Allah bu farklılığı ortaya koymakla, insanlara inanarak bir eylemi gerçek­leştirmenin geçerliliğini anlatmakta, iman ile amel arasındaki ilişkinin ka­çınılmaz olduğuna dikkat çekmekte, bu şekilde amel yapmayanlara acıdı­ğını beyan etmektedir. Çünkü daha önce Âl-i İmrân sûresinin 22. âyetinde inkâr edenlerin amellerinin dünya ve âhirette boşa çıkacağını, yani de­ğerlendirilmeye tâbi tutulmayacağını açıklamıştı. Demek ki iman, amelin faydasını hem bu dünyada hem de âhirette temin edip Allah tarafından değerlendirilmesini sağlayacaktır.

"Allah onlar hakkında her şeyi bilir." Yüce Allah, insanın içini, yani kalbinde, beyninde ve nefsinde cereyan eden her şeyi, dışını yani bütün davranışlarını tanı anlamıyla bilmektedir. Niyetleri, amaç ve davranışları bi­len Allah, onları değerlendirecek ve bunun neticesinde de ödüllendirecektir. [64]

 

Suç, Ceza ve Ödül:

 

40. Şüphesiz Allah, kimseye zerre kadar haksızlık yap­maz. Eğer hayırlı bir iş varsa onu kat kat artırır ve rahmetin­den büyük bir ödül bahşeder.

a) Yüce Allah'ın Kur'an'da koyduğu en önemli kurallardan biri, gü­nahı cezalandırırken denk bir ceza ile cezalandırır, iyiyi ödüllendirirken fazladan ödül verir. Suça veya günaha hakettiğinden fazla ceza vermenin zulüm olacağını belirleyen Allah, diğer taraftan cezayı kulun amelinin çağırdığına işaret etmektedir. Ama iyi bir amele, gerektiğinden fazla veya büyük bir ödül vermek de ilâhî uygulamada yer almaktadır. Suça veya günaha denk bir ceza verme ilkesini ilk ortaya koyan Allah'tır. Bugün modern ceza hukukunun ana ilkelerinden biri, suça eşit ceza ilkesidir. Ce­za verirken aşırı gidilmemesi, ceza miktarının önceden objektif kurallara göre tesbit edilmesi zorunludur.

Cezanın eyleme göre belirlenmesi, eyleme denk düşmesi için derin bir hukuk bilgisine ihtiyaç vardır. Onun içindir ki yüce Allah 39. âyetin sonunda "Allah onların durumunu hakkı ile bilmektedir" ifadesine yer vermiştir. Kulunun amellerini tam anlamıyla bilen Allah, cezalandırırken asla zulmetmez. Hangi niyetle, hangi inançla, hangi amaçla ve hangi şartlar altında eylemin gerçekleştirildiğini bilen Allah, cezalandırmasında asla sübjektif davranmayacaktır. Ceza hukukunda bilginin eksik olması, hükümleri zulüm derecesine taşıyabilir. Hangi eyleme ne kadar ceza veri­leceğini tesbit eden hukukçular, zulme kaymamak için, bu tesbitlerini de­rin bir bilgiye dayandırmadırlar.

Diğer taraftan amelinin geçtiği her yerde Allah cezalandırmada zu­lüm yapmadığını da zikreder. Meselâ Fussılet sûresinin 46. âyeti şöyledir: Kim bir iyilik yaparsa bu kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir. Kötü ameller cezalandırılırken eyleme denk ceza verildiği, zulme sapılmadığı başka âyetlerde de ele alınmaktadır: "Kö­tülük yapanlara gelince, kötülüğün cezası misli iledir" (Yûnus 10/27); "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" (Şûra 42/40).

b) Yüce Allah iyiliği arttırır ve daha büyük ödül verir. Âyetin ikinci bölümünde, insanın yaptığı iş, eğer iyi ise Allah onu arttırdığını bildir­mektedir. Kötülük kendi halinde kaldığı ve etkinliğini kendi ağırlığınca gösterdiği halde, iyi hem çoğalmakta hem de etkinliğini arttırmaktadır. İşte iyinin kat kat artışında ilâhî irade vardır. Kötünün arkasında böyle bir ilâhî müdahale yoktur.

Diğer taraftan Allah, kendi katından iyiye büyük bir ödül ver­mektedir. Çünkü iyiye kendi ağırlığından fazla ödül vermek caiz iken, kö­tüye kendi ağırlığınca ceza vermek adalettir. Ödülde fazlalığı koyan yine Allah'tır: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır." (Yûnus 10/26). Bunun anlamı şudur: İyiliği üreten kişi, hak ettiğinden faz­lasıyla ödüllendirilecektir. "Kim (Allah'ın huzuruna) iyi bir işle ve davra­nışla çıkarsa bu yaptığının on katını kazanacaktır; ama kim de kötü bir fi­ille çıkarsa onun aynısıyla cezalandırılacaktır; ve kimseye haksızlık ya­pılmayacaktır" (En'âm 6/160); "Kim ki (Allah'ın huzuruna) iyi bir eylemle gelirse, buna karşılık daha iyisini elde edecektir..." (Nemi 27/89); Daha önce Bakara sûresinin 21. âyetinde açıklandığı gibi, iyi amele yedi yüz kat veya sonsuz karşılık verilmektedir.

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, Allah insanların iyiyi üretmeleri için onları teşvik, yani motive etmektedir. Fazlalık olanda teşvik vardır. Bu uygulamayı yeryüzüne indirip ekonomi, eğitim ve siyaset alanlarında kullanmak ilâhî bir ahlâk olacaktır. Aile terbiyesinde çocuğa işi yapmadan ödül vermek rüşvet mahiyetinde olur. Ama işi yaptıktan sonra, ürettiğinin fazlasını ödül olarak vermek ise teşviktir.

Amelin ödülünü bire birden, bire ona, bire yedi yüze ve sonsuza ta­şıyan, ameldeki ihlâs ve temin ettiği faydadır. Nisa sûresinin 38. âyetinde belirtildiği gibi, amelde riya yoksa, katıksız bir niyetle Allah'ın rızâsı amaç edinilmişse ve şartlara uygun olarak üstün bir fayda temin ediyorsa ona farklı ödüller verilecektir. 40. âyette Allah büyük ödülünü kendi ka­tından vereceğini ifade etmektedir. Demek ki iyi amel kendi ağırlığınca ödüle lâyık olmaktadır ama fazlasını Allah kendi katından verecektir. Üre­tilen iyi işler fazlasıyla ödüllendirildiğihde, daha büyük başarıların elde edilmesine sebep olacaktır. Ödüller artınca iyiden yana yarış başlayacak­tır. (Tevbe 9/100). İyinin uğruna yapılacak yarış, insanlığı geliştirecek, dünya ve âhiret hayatını kolaylaştıracak, insanlığa mutluluk getirecektir. Her iyi amel, kendi içinde arının bal taşıması gibi bir parça mutluluk taşır. [65]

 

Her Ümmete Bir Şahit:

 

41. Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de on­lara şahit olarak tutacağımız zaman halleri nice olacaktır.

42. İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar o gün ye­rin dibine batırılmayı temenni ederler ve Allah'tan hiçbir ha­beri gizleyemezler.

Bu âyetleri bölümlere ayırarak açıklamak anlaşılmasını kolaylaştı­racaktır:

a) Mahşerde, vahye dayanan dinlerin mensupları peygamberleriyle geleceklerdir. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki âyetteki şehid kavramı peygamber mânasına gelmektedir. Peygamberlerin tebliğ ettiği vahiyle kendi amelleri, ümmetlerinin amelleriyle karşılaştırılacaktır. Al­lah'ın istediği ile peygamberin uygulamaları, ümmetlerinin davranışla­rına, uygulamalarına ne derece yansıdığı tesbit edilirken peygamberler orada tanıklık edecektir.

b) Şahid kelimesinin problemi çözmek mânası da vardır. Her üm­metin imanı olmasına rağmen, günahlarından dolayı sorunları olacaktır. Şahit yani peygamberler, orada Allah'ın vereceği izinle şefaat etmekle bazı sorunları çözeceği için bu sıfatı almaktadır.

c) Halleri nice olur ifadesinde bir uyan da sözkonusudur. O za­man bu âyeti 36. âyet ve sonrakilere bağlayarak açıklamakta yarar vardır. Yüce Allah'ın emrettiği tevhid inancını, ana baba ve diğerlerine iyiliği göz ardı edip cimrilik yapanların, insanlara cimriliği bulaştıranların, Allah'ın hazinesinden verdiğini gizleyenlerin, Allah'a ve âhirete inanmadığı halde gösteriş için infak edenlerin durumu orada peygamberlerin huzurunda ortaya çıkınca, onların hali kimbilir nasıl olacaktır?

d) Böyle davrananlar Hz. Muhammed'in ümmetinden ise, onların Hz. Muhammed'in tanıklığı önünde, ilâhî huzura böylesine kötü bir du­rumda gelmemeleri için Allah bu âyeti göndermiştir. 36. âyette sevgisini esirgeyeceğini, 37. âyette onlara alçaltıcı bir azap hazırladığını beyan ettikten sonra bu âyette de peygamberlerinin huzurunda mahcup olacak­larını hatırlatıyor.

e) Bu âyetten öyle anlıyoruz ki, her ümmet mahşere kendi peygam­beri ile gelecektir. Bunun anlamı peygamberlerin getirdiği dinler arasında farklılık yoktur. İşlenen iyi ve kötü ameller arasında da benzerlikler var­dır. Kul hakkı, zina, yalan, insan öldürme, ahde vefasızlık gibi konular ve bunlar hakkındaki hükümler her peygamberin dininde yer almaktadır. Sorgulamaların ve cezaların arasında da benzerlik olacaktır. İnkâr ve pey­gambere âsi olmak gibi olumsuz inanç ve davranışlarda da bu benzerlik­ler vardır. 42. âyette bu amelleri işleyenlerin benzer bir istekte buluna­cakları da beyan edilmektedir: "Yerin dibine batırılmayı temenni ederler." Hangi peygamberin ümmeti olursa olsun bu temennide bulunacaktır. De­mek ki bu dünyada benzer olan ameller mahşer şartlan altında aynı piş­manlığı doğuracaktır. Bir bakıma burada bir determinizm vardır. Madem ki bu dünyada aynı olaylar aynı şartlar altında aynı neticeleri doğuruyor; mahşerde de bu dünyadaki benzer ameller benzer neticeler doğuracaktır. İnkâr ve peygambere isyan, yerin dibine batırılma isteğini doğuracaktır.

f) Allah'tan hiçbir haberi gizleyemeyeceklerdir

ifadesiyle 39. âyetin sonunda yer alan, "Onların durumunu Allah, hakkıyla bilmektedir" ifadesini birbirine bağlarsak, söylediklerini ve yaptık­larım Allah bildiğinden, gizlemeleri mümkün değildir. "Nerede olursanız. O sizinle beraberdir" (Hadîd 57/4); "O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarını haber verecektir" (Mücâdele 58/7); "Andolsun, in­sanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf 50/16). Kuluna bu kadar yakın olan olan Allah'tan mahşerde bir şeyi gizlemek mümkün müdür? İnsanlar bu dün­yada Allah'ın verdiği nimetleri, kitaplarında müjdelediği peygamberleri ve doğru haberleri gizliyorlar ama mahşerde bunu beceremeyeceklerdir. [66]

 

Namaz ve Alkol:

 

43. Ey hnatı edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bi-linceye kadar namaza yaklaşmayın». Güntip iken, yolcu olan­lar müstesna gusül edinceye kadar namaz krtmaynnz. Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız ya da biriniz abdest bozmaktan gelince veya cinsel ilişkide bulunup, su da bula­mazsanız o zaman tertemiz toprakla teyemmüm ediniz. Ni­yetle yüzlerinize ve ellerinize sürünüz. Şüphesiz ki Allah gü­nahtan temizleyendir, çok affedicidir!:

a) Alkol ve namaz. Bakara sûresinin 219. âyetinde alkolün zararları ve faydası ele alınmıştı. Alkol yasağına doğru giden basamağın ilkini teş­kil eden Bakara sûresinin 219. âyetinden sonra ikinci basamağını da Nisa sûresinin 43. âyeti teşkil etmektedir. Kötü alışkanlıkların bazılarını hemen bırakmak mümkün olmayabilir. Tedricî metotla kaldırılması denenmeli­dir. Alkol konusunda Allah tedrîcîlik metodunu kullanmıştır. Alkolün ya­saklanmasının ikinci basamağı "namaz ibadeti"ne bağlanmıştır. Sarhoşlu­ğun vakit namazlan arasında geçmesinin imkânsızlığı düşünülürse, alko­lün en aza indirilmesinin hedeflendiği anlaşılmış olacaktır.

Bu âyet indikten sonra, Hz. Peygamber'in namaz davetcisi şu şe­kilde seslenirdi: "Sarhoş olan namaza yaklaşmasın." Sarhoşluk âyette şöyle tanımlanmaktadır: "Söylediğinizi bilinceye kadar." Bu ifade, nama­za başlanmadan önce kişi kendi söylediği ile başkasının söylediğini ayırdedip edemediğini deneyecek ve ondan sonra namaz kılacak demektir. Ne söylediğini bilmeyenin, namazda Kur'an okuması mümkün olmadığı gibi, ibadete yoğunlaşması da mümkün değildir. Kendini veremeyen, haz­zını duyamayan bir kimsenin namaz kılmasının bir anlamı yoktur.

Böylece yüce Allah, müslümanın önüne âdeta "Namazla alkol' arasında bir tercih ortaya koymaktadır. Bakara sûresinin 219. âyetindeki fayda kavramı, burada da namaz ibadetiyle ilişkisi açısından ele alınıp ar­tık alkolün haramiyetine doğru bir adım daha atılmaktadır. Bakara sûresi­nin 219 ile Nisa sûresinin 43. âyetleri arasında nâsih-mensuh uygulamak mümkün değildir. Bunlar içki yasağına giden metodun olmazsa olmaz parçalarını oluşturmaktadır. Bu metot müslüman olmayan ülke insanlarına uygulanacağı gibi, alkol alışkanlığı olan müslümanlara da uygulanabilir.

b) Cünüplük ve namaz. "Cünüp iken de yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayınız; yalnız yolcu olan müstesna!" Âyetin bu kısmı, namaza yaklaşmamanın başka bir sebebini vermektedir. Sarhoş yaklaşmayacak, cünüp de yaklaşmayacak. Âyetin bu kısmında şu kavramların açıklanması gerekiyor: Cünüp. Bu kelime "uzaklaştırdı" anlamına gelen cenebe fiilin­den türemiştir. Kişinin namazdan uzaklaşmasını ifade etmektedir. "Menisi boşalan" anlamına da gelmektedir. Herhangi bir şekilde menisi boşalan bir kişi namaza yaklaşmamalıdır. İşte cünüplük dolayısıyla insanın namaz kılamayacağını hükme bağlayan bu âyettir.

sebîl "yolda gidenler, yolcu halinde bulunanlar" de­mektir. Yolcu olan insanı istisna etmektedir. Ama yolcu olmayan kişi mutlaka yıkandıktan, yani gusül aldıktan sonra namazı kılacaktır. Gusül ağza, burna su verdikten sonra bedenin tamamen yıkanmasıdır. Ubûr "kar­şıdan karşıya geçmek" anlamına gelmektedir. Bu da kısa süren yolculuğu veya yolculuğun hemen bitmesi anlamına gelmektedir.

Ebû Davud'un "Taharet" bahsinde, Hz. Peygamber'in İslâm'ın başın­dan itibaren, menisi boşalan insanlara yıkanmalarını tavsiye ettiği, daha sonra bu âyetle guslün farziyetinin ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Cünüp kelimesi Nisa sûresinin 36. âyetinde olduğu gibi "yan ve yakınında olmak" anlamına da gelmektedir.

c) Hastalık, seferîlik, tuvalete çıkmak, kadınlara dokunmak ve namaz. Yüce Allah namaz konusunu açıklarken insanlık hallerini dikkate almak­tadır. Âyetin bu kısmında dört önemli durumu ele almakta ve bu durumlar­da su bulamayan insanın ne yapacağına açıklık getirmektedir. Bu dört du­rumun biriyle karşı karşıya bulunan ve su bulamayan kişinin de teyem­müm etmesini hükme bağlamaktadır.

Su bulamayan insanın namazını kazaya bırakma ihtimali olsaydı bı­rakabilirdi. Susuzluk namazın terkedilmesi için bir mazeret teşkil etme­mektedir. Hastalık, seferîlik ve cünüplük hallerinde su bulamayınca bile namaz terkedilemez. O zaman namazın nasıl kılınacağını açıklayan Allah teyemmümü emretmektedir. Âyette teyemmüm etmek, emir kalıbında yer almaktadır. Teyemmüm ediniz ifadesinin asıl mânası "kastetmek, aramak"tır. Büyük veya küçük abdestini yapan kişi, su bulamadığında toprakla temizlenmelidir. Teyemmüm etmek isteyen kişi, avucunun içiyle toprağa veya onun yerini tutacak bir yere vurup silkeler, sonra yüzüne sü­rer. Tekrar toprağa vurur, elini silkeledikten sonra kollarına, dirseklerine kadar sürer.

Âyette geçen saîd kavramı "üste çıkan" demektir. Yerin üstün­de bulunan yer cinsinden her şeyle teyemmmüm edilir. Teyemmüm edile­cek şeyin sadece toprak olması gerekli değildir. Taş ve tuğla üzerinde de yapılabilir. Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozmaktadır. Suya kavu­şan kimsenin teyemmümü bozulmaktadır. Niyet olmadan teyemmüm yapılamaz. Âyette geçen .küle ğâit "siper, çukur" mânasına gelmektedir. Tu­valetini yapacak olan kişi, insanlann görmemesi için, bir çukurun, bir si­perin arkasına girip gizlenerek bu işi yaptığından bu harekete ğâit den­mektedir. Mülâmese "cinsel ilişki" anlamına gelir. Bazı İslâm âlimleri mü-lâmese kelimesine mücerret temas anlamı verdiklerinden, kadının herhan­gi bir yerine çıplak olarak dokununca abdest bozulur diye fetva verilmiş­tir.

Hz. Peygamberin abdestli iken hanımını öptükten sonra abdest al­madan namazını kıldığı rivayet edilmektedir. Çünkü âyette geçen mülâmese sadece dokunmayı değil cinsel ilişkiyi ifade etmektedir. İmam Şâfi ka­dının eline veya herhangi bir yerine dokunulduğunda abdestin bozulacağı İmam Mâlik ise bozulmayacağı görüşündedir.

Farklı görüşlerin sebebinin, fetvayı verenlerin durumundan kaynak­landığını söylemekte yarar vardır. Bazı erkeklerin kadına sadece dokun­makla menisi gelebilirken, bazılarının sevişmekle de gelmeyebilir. Bu du­rum onlann psikolojisine bağlıdır. Hassas bünyeye sahip olanlar, İmam Şâfî'nin fetvasını, olmayanlar da İmam Mâlik'in görüşünü alıp uygulaya­bilirler. Hangi görüşü alıp tatbik edeceğini kişinin durumu belirleyecek­tir.

Mülâmese kelimesini cinsel ilişki olarak alınca, insanın cünüp olma durumuna açıklık getirmek zorundayız. Hz. Peygamber'in "Su, ancak su ile gereklidir" demesi, gusülün ancak meninin gelmesiyle zorunlu olduğu­nu ifade etmektedir. Bunun anlamını şu hadisle çözebiliriz: "Karısıyla cin­sel ilişkide bulunup boşalmayan adamın durumu Hz. Peygamber'e sorul­duğunda, "Kadına değen yerini yıkar, sonra abdest alıp namazını kılar" buyurdu." Demek ki cünüplükte esas olan, ilişkinin gerçekleşmesi değil meninin gelmesidir. Bu noktadan hareket ederek diyebili-riz ki hanımıyla sevişirken boşalan kişi cünüp olur, cinsel ilişki olmasa bile. Hz. Âişe'den nakledilen rivayete göre cinsel ilişki başlayıp boşalma olmasa bile cünüplük meydana gelir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki penisin ferce girmesi, cünüplük için yeterlidir.

Su bulamadığınız takdirde ifadesinden anlıyoruz ki, su­yu kullanamaz halde olan kimse de bu ifadenin kapsamına girmektedir. Su kuyusunu bulup, su çekecek alet bulamayan veya çok soğuk olması sebebiyle sağlığa zararlı olacağından suyu kullanamaması da bu anlam içinde ele alınmalıdır.

d) Şüphesiz Allah çok affeden, çok bağışlayan­dır. Kulunun içinde bulunduğu şartları dikkate alıp hükümlerini ona göre koymaktadır. Diğer taraftan insanın hastalığı, seferîliği, cinsel ilişkisi ve tuvalet durumu ve benzeri halleri dikkate alacak kadar ayrıntılara girildiği de görülmektedir. Demek ki Kur'an insanın yatağına, tuvaletine, banyosu­na, abdestine kadar inmekte, ferdin ve toplumsal hayatın bütün yönlerine ışık tutmakta ve çözüm getirmektedir. Öyle görülüyor ki bu tip konularda insanın durumu merkezî bir yere sahiptir.

"Su bulamama", namazın terkedilmesi için yeterli bir sebep de­ğildir. Su bulamayan kişi bu durumunu namazı terketmek için mazeret olarak beyan edemez. Yüce Allah ona teyemmüm uygulamasıyla namazı terketmemesini emretmektedir. Burada eksen değer, namazın kılınmasıdır. Bu durumlarda insanlar hata yapabilirler. O takdirde Allah affetme ve ba­ğışlama sıfatlarını devreye sokmaktadır. Kulun namazı terketmemesi önemlidir. Onu yerine getirmesi için yaptığı hataları Allah büyütmemek­tedir. Küçük eksikliklerle büyük görev yerine getiriliyorsa o küçük hatalar doğal olarak affedilecektir.

Bakara sûresinin 184-185. âyetlerinde oruç tutan insanın sefere çık­ması veya hastalanmasıyla orucunu kaza edebileceği anlatılırken; Nisa sû­resinin 43. âyetinde hasta veya seferde olan kişinin namazını kaza edebi­leceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Bundan anlıyoruz ki namaz terkedilip kazaya bırakılamaz. Bu durum o kadar önemlidir ki, Bakara sû­resinin 239. âyetinde herhangi bir şeyden korkan müslümanın namazını yürüyerek ya da atına binmiş olarak kılacağı hükmü yer almaktadır. Ayrı­ca Nisa sûresinin 103. âyetinden savaşın bile namazı kazaya bırakmak için bir mazeret teşkil etmediğini öğrenmekteyiz.

Hastalık, yolculuk, ayak yolundan gelmek cünüplük halinde su bu­lup yıkanamama durumlarında teyemmümü devreye sokması, Allah'ın kullan için kolaylık istemesinden, zorluk istememesinden kaynaklanmak­tadır. Zaten bu isteğini Bakara sûresinin 185. âyetinde söylemişti. O her zaman şartlara göre kullarına farklı davranma ruhsatı tanıyarak kolaylaş­tırma yolunu seçmektedir. [67]

 

Dost ve Düşman:

 

44. Kendilerine kitaptan nasip verilenlere baksana! Sapıklığısatın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı isti-yorlar.  

45. Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilin Dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Aİlah yeter.

1. Kitaptan bir nasip verilenler kimlerdir? Bu sorunun cevabını Nisa sûresinin 46. âyeti yahudiler olarak vermektedir. Yahudilerden öyleleri vardır ki" ifadesi, 44 ve 45. âyette kimlerin ele alındığına açıklık getirmektedir. Hz. Âdem'le Hz. Muhammed arasında gelen bütün peygam­berlere verilen vahiyden Tevrat bir parçayı teşkil etmektedir. Kitaptan bir pay verilenlerden kasıt kendilerine Tevrat verilenlerdir.

2.  Sapıklığı nasıl satın alıyorlar? Yahudilerin yaptıkları bazı şeyleri Allah, doğruyu bırakıp sapıklığı satın alma şeklinde nitelendirmektedir: Al­lah'ın âyetlerini az bir pahaya satıyorlardı (Bakara 2/41); bilerek hakkı bâ­tılla karıştırıyorlardı ve hakkı gizliyorlardı (Bakara 2/42); Hz. Musa'ya Al­lah'ı görmeden inanmayacaklarını söylemeleri (Bakara 2/55); kendilerine söylenenleri, başka sözlerle değiştirmeleri (Bakara 2/59); Allah'a verdikleri söze rağmen Allah'ın verdiklerine sarılmaktan yüz çevirmeleri (Bakara 2/ 63-64); cumartesi günü azgınlık edip avlanmaları (Bakara 2/65); Allah'ın ke­lâmını dinleyip anladıktan sonra, onu tahrif etmeleri (Bakara 2/75); kitabı elleriyle yazıp, onun Allah katından olduğunu söylemeleri (Bakara 2/79); birbirlerini öldürmeleri ve yurtlarından çıkarmaları. (Bakara 2/84-85); âhi-rete karşılık dünya hayatını satın almaları (Bakara 2/86); kendilerine gelen peygamberlere karşı kibirlenerek bir kısmım yalanlayıp bir kısmını öldürmeleri (Bakara 2/87); Hz. Peygamber'e vahiy indirdiğinden dolayı Cebrail'e düşman kesilmeleri (Bakara 2/97); işittik, karşı geldik diyerek dine saldır­maları (Nisa 4/46); putlara ve bâtıla iman etmeleri, kâfirleri müslümanlar-dan üstün tutmaları (Nisa 4/51); Hz. Meryem'e iftira etmeleri (Nisa 4/156); Tevrat'ın bir bölümünü unutmaları (Mâide 5/13); Hz. Musa'ya, "Sen ve rab-bin gidin savaşın" demeleri (Mâide 5/24); namaza çağrılmayı alay ve eğlen­ceye almaları (Mâide 5/58); müslümanlardan intikam almaları (Mâide 5/59); Allah'ı fakir, kendilerini zengin ilân etmeleri ve dünyada da savaş ateşi yakmaları (Mâide 5/64); Hz. Üzeyir'e Allah'ın oğlu demeleri (Tevbe 9/30).

Bu ve benzeri inanç ve eylemleriyle yahudiler, sapıklığı satın almış­lardır. Yüce Allah manevî değerleri, ekonomik değere benzeterek, onlara sırtını dönmeyi, sahte olanı satın almak olarak nitelendirmektedir. İnsan­ların manevî değerlerle olan ilişkisini alışveriş ilişkisi olarak takdim eder­ken, oradaki kaybın ekonomik iflâs gibi olacağına işaret etmektedir.

Sapıkhğı satın alıyorlar ifadesi, satın alma eylemini onların yaptığına dikkat çekmektedir. Çünkü Allah kulunu etkileyip, sapık­lığı satın almasına sabep olmaz. Eyleminin faili yahudilerdir. Bu yüzden mahşerde sapıklığı kendilerine Allah'ın satın aldırdığım söyleyemeyeceklerdir.

3. Sapıklığı satın almanın varacağı nokta neresidir? Allah, sapıklığı satın alan yahudilerin içinde bir istek uyandığına dikkat çekerek bu iste­ğin müslümanların yoldan çıkması yönünde olduğunu söylemekte, Sizin yoldan çıkmanızı istiyorlar ifadesiyle müslümanları, uyarmaktadır. Âyete dikkatle bakılırsa bunun "istek" safhasında kaldığı anlaşılacaktır. Ama bu istek yanan bir ateş gibidir. Her çağda bu ateşe ben­zin atılmakta ve dünyanın her tarafına yayılması için gayret sarfedilmektedir.

Yahudilerin sapıklığı satın almalarıyla müslümanların yoldan çık­malarını istemeleri arasında şu bağı kurabiliriz: Sapıklığı satın alanlar bu­nu başkalarına satmak, yani bulaştırmak isterler. Nasıl ki tüccar satın aldığı malı hemen elinden çıkarmak isterse, bâtılı, sapıklığı satın alanlar da onu başkasına satmak ve bulaştırmak isterler. İşte Allah, isteklerinin sa­pıklığı müslümanlara ihraç etmek olduğunu söyleyip uyarıda bulunuyor.

Sapık yolda olanlar, onu tercih edenler, doğru yolda olanlara taham­mül edemez ve onlardan rahatsız olurlar. Onların bu rahatsızlığı, onları aktif hale getirip sapıklıkta buluşmak için gayret sarfetmelerine sebep olur. Bu durum bir bakıma kültür etkileşimini açıklamaktadır. Her grup, sahip olduğu inançların ve değerlerin doğru olduğunu kabul eder, onların başkalanna aşılanması uğrunda umulmayan gayreti gösterir.

Âyetin bu kısmından şu gerçeği yakalamak mümkün: yoldan çıkmanızı ifadesindeki, çıkma eyleminin faili müslümanlardır. Demek ki yahudilerin etkisiyle doğru yoldan çıkan müslümanlar kabahati yahudilere atamazlar; işte âyet bu gerçeğe dikkat çekmekte, suçun yoldan çıkana ait olduğunu belirlemektedir. Mahşerde şunu diyemeyeceklerdir: "Ey rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onunla bizi yoldan çıkardılar derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları bü­yük bir ihanetle rahmetinden kov!" (Ahzâb 33/67-68). Zaten kötülerin etkisi altında kalmak da bir suç teşkil etmektedir.

4. Yahudilerin bu isteği nereden kaynaklanmaktadır? Yüce Allah Nisa sûresinin 45. âyetinde, sapıklığı satın alan yahudilerin bu isteklerinin, müs-lümanlara olan düşmanlıklarından kaynaklandığım açıklamaktadır. Onun içindir ki, Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir ifade­sine yer vermektedir. Buradaki "düşman" kavramı, müslümanların yoldan çıkmasını isteyen yahudileri ifâde etmektedir.

"Allah daha iyi bilir" ifadesinden de, müslümanların düşmanlarım bilmekte hata edeceklerini, gerçek düşmanlarını bilemeyeceklerini çıkart­mamız mümkündür. Yüce Allah, düşmanı tanıyamama veya tam anlamıy­la bilememenin faturasının büyük olacağına da işaret etmektedir. Onun içindir ki eğitim topluma dost ve düşmanını tanıtmakla yükümlüdür. Düş­manın en kötüsü sapık olup da sapıklığım sana ihraç etmek için, seni etki altına almaya çalışandır. Bir bakıma buna kültür düşmanlığı da diyebiliriz.

Aslan avını karnım doyurmak için avlar. Ama yılan insanı yemek için değil zehirlemek için ısırır. İkisinin düşmanlığı farklıdır. Toplumların bir düşmanı vardır, ekonomik sebeplerle düşmanlığını eyleme dönüştüre­rek savaşır. Ama toplumların kültürel düşmanlıkları, yılanın ve akrebin ısırıp zehirlemelerine benzer. Bir toplumu manevî kültür değerleri açısın­dan etkileyip yoldan çıkarmak düşmanlığın en büyüğüdür.

Nisa sûresinin 44 ve 45. âyetlerinin bir araya getirilmesiyle bu tür düşmanlığın anlaşılması mümkündür. Elindeki ekmeği alanın düşmanlı­ğından çok, beynindeki ve gönlündeki değerleri alanın düşmanlığı önemli  ve tehlikelidir. Gençliğin beynini ve gönlünü zehirleyen insanların düş­manlığını Allah'tan daha iyi bilenin olamayacağına işaret eden 45. âyet, eğitimcilerin kültür düşmanlannı tanıtmakla sorumlu olduklarını vurgula­maktadır. Mâide sûresinin 82. âyetinde inananların en azılı düşmanlarının kâfirler ve yahudiler olduğu söylenmektedir. Bu düşmanlığın kültürel bir düşmanlık olduğuna da dikkat çekilmektedir.

5. Müslümanların düşmanlarını dost edinmemeleri ve onlardan yardım beklememeleri için Allah, kendisinin dost ve yardım edici olarak yeterli olduğunu söyleyerek, müslümanların bu konudaki ihtiyaçlarını karşılayacağına garanti veriyor. İnsana dost ve yardımcı ararken düşma­nının tuzağına düşmemesini de öğretiyor. Dostunu, düşmanını tanımak bir kültür ve yetişmişlik meselesidir. İman etmiş olmak bunun için yeterli de­ğildir. Allah müslümanlan yollarından çıkartanların düşman, kendisinin dost olduğunu anlatmakla bu bilinç ve kültürü de bize kazandırmak istiyor. [68]

 

Kur’an ve Peygamber'e Takınılan Tavır:

 

46. Yahudi itikadına mensup olanların bir kısmı, keli­meleri yerlerinden'degiştlrirler; eğerek, bükerek ve dine saldırarak (peyfeâmbfete kâr$i) işittik ve karşı geldik, dinle, dinlemez olasti "raihâ" derler. Eğer onlar İşittik, "ita­at ettik, dinle ve bizi göaet"-deselerdi, şüphesi?, kendileri için daha hayırlı ve daha doğm of ocaktı, fakat inkârları, se­bebiyle Allah onları lânetlemjstir, Artık pek az inanırlar.

Yüce Allah, lanete kadar uzanan davranışları şöyle sıralamaktadır:

1. Sözlerin anlamını çarpıtırlar. Yahudilerin bir kısmı, Allah'ın vah­yinde yer alan ilâhî hükümleri çarpıtarak değiştirmişlerdir. Kur'an muhte­lif âyetlerinde buna "tahrif demektedir. Bu tip yahudiler toplumda bir sınıf teşkil etmektedirler.

Mâide sûresinin 13. âyetinde bu konu şu şekilde ele alınmaktadır: "Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen ahkâmın önem­li bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün." Demek ki yahudilerin Kur'an'da öne çıkarılan özel­liklerinden biri kendi kitaplarını, yani Allah'ın kelâmını tahrif etmeleri. Kendi isteklerine, yaşam tarzlarına uymayan hükümleri değiştirmeleriyle öne çıkan bu insanlar, doğal olarak müslümanlan da yoldan çıkarabilirler.

Gerçeği tahrif ederek insanları yoldan çıkarma eylemi, ilâhî laneti üzerine almaya doğru giden yolun ilk basamaklarından birini teşkil eder. Böylesi bir tahrifatın boyutları, bulundukları çağa göre bir grup insanı yoldan çıkaracağı gibi, kültürünü, beynini ve gönlünü kötü anlamda etki­leyerek bütün insanlığı hedef alabilir.

2. Dine saldırırlar. Dillerini eğerek, bükerek di­ne saldırırlar. Onlar sadece, kelimelerin, ilâhî hükümlerin, doğru bilgile­rin yerini değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda sözleriyle dine saldırırlar. Dünyada konuşulan, doğru bilgileri asıl bağlamlarından kopararak dini kü­çümsemek için saldırırlar. İnsanlara "İşittik ama karşı çıkıyoruz ve dinle­yiniz ama kulak asmayınız" diyerek dine karşı olan tavırlarını sergilerler. "Asıl sen bizim sözümüze kulak ver (ey Muhammed)" derler. Onların doğ­ru sandıklan doğrudur; başkaları katıksız bilgi sunsa bile hiçbir değeri yoktur. Dilleriyle oyun oynarken sağlam ve asıl itikat olan dine saldırırlar.

Bu davranışların aynısı Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde açıklan­mıştı. "Okuduklarım kitaptan sanasımz diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katın­dan olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar."

Allah'ın söylemediğini "Allah söyledi" diye insanları kandırmaları, kendi düşüncelerini din gibi göstermeleri dine yapılan en büyük saldın, ihanet ve zulümdür. Peygamberin getirdiği vahyi dinlermiş gibi görün­mek, sonra ona kulak vermemek, yani değer vermemek, üstelik "asıl sen bize kulak ver" diyerek saldırıda bulunmak, lanete giden yolun ikinci ba­samağını teşkil etmektedir.

Âyetin bu bölümünde geçen ta'n "dine temel bir eksiklik izafe et­mek" anlamına gelmektedir. Günümüzde oryantalist adı altında İslâm'ı araş­tırıp, dinin açık noktaları varmış gibi onları bulmaya çalışan sahte İslâ-mologlar vardır. Demek ki yahudilerin bu tavırları, tarihte olmuş bitmiş bir olgu değil devam etmekte olan bir süreçtir. Onlar kendi dinlerindeki hü­kümleri tahrif ederken, diğer kutsal kitaplarda eksiklik aramakla ömürle­rini geçirmektedirler. "Sen bize kulak ver" sözleriyle de, Hz. Muham-med'in din olacak bir vahyi getiremeyeceğini, din konusunda onlara baş­vurmasını istemektedirler. Çünkü onlar kendileri için şu değerlendirmeyi yapıyorlar: "Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur" (Bakara 2/88). Kalplerinin bilgiyle dolu olduğunu zannedenler, başka bilgilerin araya girmesine olumsuz tavır takınacak ve ağır tepki göstereceklerdir.

c) Onlar için hayırlı olan söylev nedir? Yüce Allah onların nasıl konuşmaları gerektiğini anlatarak, müslümanlara peygambere karşı nasıl konuşacaklarını öğretmektedir: "(Halbuki) onlar, sadece 'İşittik ve itaat ediyoruz' ve (bizi dinle, bize katlan deselerdi) onların gerçekten yararına ve daha dürüstçe bir davranış olurdu."

Âyetin bu kısmında Allah onların peygambere karşı nasıl davra­nacaklarını ve nasıl konuşacaklarının açılımını vermektedir. Bir önceki bölümde tenkit ettiği davranış ve konuşmalarını, bu sefer de düzeltme yo­lunu takip etmektedir. "Dinledik, itaat ettik, bizi de dinle ve bizim çile­mize katlan" demeleri onlar için hem daha iyi hem de daha doğru olacaktı. Bize bak ifadesini, "Bize katlan" şeklinde mânalandırmamız müm­kündür. Diğer taraftan bu kelimenin mânası "Bize mühlet ver"dir. Mühlet vermek aslında yapılana katlanmak anlamına gelmektedir. Böylece önce öğrenci dinleyecek, itaat edecek, sonra öğretmen öğrencilerini dinleyecek ve onların problemlerine katlanacaktır. Dinledikten sonra itaat etmekte bir bilinç vardır. Dinlemeden itaat etmek doğru değildir. Çünkü bu tip itaatte kulluk olur, sorgulama olmaz.

Bu şekilde itaat edenler sorgulayamazlar, içlerindekini söyleme ce­saretini bulamazlar ve başkalarının fikirlerine boyun eğerler, kendileri de fikir üretemezler. Onun için müslüman önce dinler, itaat eder, sonra ken­disini dinletir ve gelişmesi için mühlet ister, yanlışlarına katlanılmasını ister. Bu âyet kölelik zihniyetinden öteye geçemeyen uygulamaları yık­makta, sürüleşen bir nesil yetiştirilmesini yasaklamakta; dinleyen bilinçli itaat eden ve sorgulayan nesillerin yetişmesini öngörmektedir. Daha önce bu konu Bakara sûresinin 104. âyetinde ele alınmıştı. Üçüncü bölüm la­nete giden yolun önünü kesmek için konmuş önemli kuralı teşkil eder.

4. Küfür laneti getirir. Yahudilerin hükümleri tahrif etmeleri, pey­gambere karşı olumsuz tavır takınmaları, dine karşı saldırıları onların in­kâr psikolojisi içinde boğulduklarını ifade etmektedir. Onların bu inkârı, yani yukarıdaki tutumları buharlaşarak Allah'ın lanetini alıp getirmekte­dir: "Fakat Allah hakikati reddettikleri için onları lanetledi. Artık onlar pek az inanırlar."

Allah durup dururken kimseye lanet etmez. İnkâr depremi lanetin gelişini zorunlu kılmaktadır. Onun içindir ki Allah "inkârları sebebiyle" ifadesine yer vermektedir. Lanetin gelmesi, onların çok az şeye inana­caklarını da ifade etmektedir. Bunun anlamı, imanın gerekli kıldığı şey­lere inanma ihtimali olsaydı, Allah lanetini onlara indirmeyecekti. Bu tip insanlar lânetli bir nesil olarak tarihe geçtikleri için, gelecek nesillere de kara bir tablo bırakmaktadırlar. İyinin, doğrunun, güzelin ve gerçek ima­nın bulunmadığı kara bir tablo, insanlığı da karartmaktadır. [69]

 

Kitap Ehlinin Yapması Gerekenler:

 

47. Ey kitap ehli! Biz birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları Cumartesi adamları gibi lanetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indrdiğimize iman ediniz; Allahın emri mutlaka yerine gelecektir.

44. âyetten itibaren çeşitli özellikleri dile getirilen kitap ehlinin, yanlış inanç ve tavırları açıklandıktan sonra ne yapmaları gerektiği anla­tılmaktadır.

1. Yüce Allah kitap ehlini Kur'an'a inandırmak için, onun Tevrat'la olan ilişkisine dikkat çekmektedir, tik olarak "indirdiğimize" kaydıyla Kur-an'ın Hz. Muhammed tarafından yazılmayıp Allah tarafından indirildiği ifade edilmektedir. İkinci olarak da kitap ehlinin ellerinde olanı tasdik et­melerini istemektedir. Bunun anlamı şudur: İnsanların yazdıklarına iman edilmez, Allah'ın indirdiğine iman edilir. Filozoflar arasında düşünce ça­tışmaları olur, ama peygamberler ve onların getirdiği vahiyler arasında çatışma söz konusu değildir. Kur'an'ın Allah'ın vahyi olduğunu ispat eden özelliği de önceki kitapları tasdik etmesidir.

Allah kitap ehlinden Kur'an'a iman etmelerini istemektedir. Çünkü imanın olmadığı yerde sapıklığı satın alma vardır (Nisa 4/44); iman eden­lere düşmanlık beslemeye başlanır (Nisa 4/45); iman edilmeyi sağlayacak olan kendi kitaplarındaki delillerin tahrif edilmesine yolaçar ve hak olan peygamberle çatışmaya götürür (Nisa 4/46). Bu âyetlerde imansızlık yü­zünden kitap ehlinin başkalarıyla olan ilişkilerinin bozulacağı ifade edil­mektedir.

2.  Âyetin devamında Kur'an'a inanmadıkları takdirde nelerin ola­cağı açıklanmaktadır.

a) "Birtakım yüzleri silip dümdüz ederek, arkalarına çevirmeden önce..." Âyetin bu bölümünde "silmek, götürmek, izini imha etmek" anla­mına gelen tams kelimesi yer almaktadır. Râzî'nin verdiği mânaya göre Araplar yolda bir iz ve işaret kalmadığını ifade etmek için bu kelimeyi kullanmaktadırlar. Allah'ın yok edip silip götürmesi, rüzgârın izi silmesi; kitabın yazılarının silinmesi ifade edilirken bu kelime kullanılmaktadır.

"Yüzleri silip dümdüz edip arkalarına çevirme"nin ne anlama gel­diğini açıklamak gerekiyor. Râzî'nin verdiği mânadan hareket ederek di­yebiliriz ki, yüz kavramı burada "şan, şeref ve ikbal"i ifade etmektedir. Silmek kelimesiyle bir araya getirilince bir toplumun veya grubun sahip olduğu şan ve şerefin elinden alınması anlamına gelir. "Arkalarına dön­dürmenin" anlamı da onları zillete duçar etmek olabilir. Râzî'den alarak yorumladığımız bu mânayı biraz daha ileri götürürsek, Allah'ın indirdiği vahye ve O'nun görevlendirdiği Peygamber'e karşı gelip iman etmemek, insanlar arasında sahip olunan şan ve şöhretin, yani siyasî erkin elden gitmesine sebep olacaktır.

"Allah inanmayanların üstüne murdarlık atar" (En'âm 6/125). Burada­ki yüzün silinip geri döndürmenin anlamı murdarlık vererek aşağılara in­dirmek olmalıdır. Râzî'nin nakline göre Abdurrahman b. Zeyd, âyeti tarihî boyutuyla yorumlamaktadır. Kureyza ve Nadîr kabilelerinin Şam'a sürül-meleriyle, onların gönülleri geriye takılı kaldığından yüzleri arkaya dön­dürülmüş oldu.

Âyetin bu tarihî olgu ile yorumlanması doğru olabilir ama yeterli değildir. Evrensel boyutuyla düşünüp bu yorumdan hareket edersek "yüz­lerin silinip geri çevrilmesi" yurtlarından çıkartılıp, gönüllerinin vatan has­retiyle tutuşması yorumunu yapmakta yarar vardır. Silinip giden geçmiş nesillerin sahip olduğu mirası kaybeden toplumlar bu hasreti çekerler. Kaybedilen toprak, sosyal seviye ve kültür daima o toplumun insanlarında derin bir hasret uyandırır. Geriye dönmenin anlamı da budur.

Muhammed Esed "Ümitlerinizi boşa çıkarmayalım ve onları sona erdirmeydim" mânasını vermiştir. Âyette geçen yüz kelimesine "ümit"; edbar kelimesine de "son" mânası verilince daha geniş yorum yapmak mümkündür. İman, insanların ileriye yönelik ümitlerine kavuşmasını te­min eden bir güçtür. Allah, indirdiğine inanmayanların yüzünü silmekle, onların ümidini boşa çıkarmaktadır. Geri çevirmekle de sonlarını perişan etmesini hedef almaktadır. Bir toplum veya grubun ümitlerinin son bul­ması, uğruna çaba sarfedecekleri bir hedeflerinin olmaması çok büyük bir azaptır. Ümit içinde çalışmak, belli bir sona ulaşma gayretinde olmak in­sanlar için çok önemli bir motivasyondur. Ümidini kaybeden ve amacı bu­lunmayan topluluk için hayat hiçbir mâna ifade etmemektedir. Geleceğine güven içinde bakmak, ümitlerine kavuşmak için ilâhî takdiri yanına al­manın önemi büyüktür. Bu takdirin yanma alınması da âyete göre imana bağlıdır.

Âyetin bu kısmını Mâide sûresinin 58-60. âyetleriyle açıklamak da mümkündür. Nisa sûresinin 44. âyetine göre, yahudiler müslümanları yol­dan çıkarmak istemişlerdir. 45. âyete göre müslümanlann azılı düşmanla­rıydılar. 46. âyete göre de kitabı tahrif edip kitaba, peygambere hakaret edecek kadar da peygambere düşman oldular. Onların bu durumu namusla alay etmelerine (Mâide 5/58); iman ettiklerinden dolayı da müslümanlardan intikam almalarına (Mâide 5/59) sebep olmuştur. Onların bu tutum ve dav­ranışları domuz, maymun ve şeytanın kulları olmalarına sebep olmuştur (Mâide 5/60). Domuz, maymun ve şeytanın kulu olmak sapıklığın en bü­yüğüdür. Tabii ki onlar bedenen domuz ve maymun olmuş değillerdir, ama manen Allah onları domuz, maymun ve şeytanın kulu olarak değerlendir­miştir. Yüzleri silip geri çevirmenin anlamı bu olabilir.

b) "Yahut cumartesi adamlarını lanetlediği gibi lanetlemeden ön­ce..." Ashâb-ı sebt denen cumartesi adamlarının durumu Bakara sûresinin 65-66. âyetlerinde açıklanmıştı. Burada sadece maymun seviyesine indiri­lerek lanetlendiklerini söylemekle yetineceğiz. Ayrıca bu konuda A'râf sûresinin 163 ve 166. âyetlerine bakılabilir.

3. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir. Allah bu âyette kitap ehline ellerindeki kitabı tasdik etmelerini ve indirdiği kitaba iman etmelerini emretti. Bunun bazı cezalar uygulanmadan önce yapılma­sını istedi. O'nun isteği yerine gelmeyince cezanın uygulanacağına âyetin bu kısmı işaret etmektedir. Aslmda âyetteki cezalar ve sonunda yer olan tehdit, yanlış yapmaktan insanları caydırıcı bir özelliğe sahiptir. Eğer ce­zalar caydırıcılık görevini yapamazsa o zaman mutlaka uygulanmalıdır. [70]

 

Şirk ve İftiça:

 

48. Allah, kendişineçtfak koşubundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah {iiey iftira etmiş olur.

Bu âyet öncekilerle birlike ele ahnanacaktır:

1. Burada yahudilerin şirk koşanları kastedilmektedir. "Yahudiler kitap ehli oldukları halde içlerinde şirk koşan var mıdır, yahut olmuş mudur" diye sorulabilir. Soruyu cevaplayabilmek için bazı âyetlere gitmek gerekir:

Yahudiler Üzeyir Allah'ın oğludur dediler (Tev-be 9/30); "(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rab edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur" (Tevbe 9/31).

Bu âyetlere göre yahudiler hem kâfir hem de müşrik durumuna düş­mektedir. Yahudilerin bu durumundan hareketle diyebiliriz ki, Allah onla­ra şirkin ne olduğunu anlatmakta, insanla Allah arasında kapatılması müm­kün olmayan bir ayrılık açtığına dikkat çekmektedir. Yahudilerin kendi ki­taplarıyla oynamaları, onu tahrif etmeleri, Kur'an'ı tanımamaları, peygam­bere hakaret etmeleri birlikte değerlendirildiğinde sapıklığı satın aldıkları ortaya çıkmaktadır. Nisa sûresinin 44. âyetinde geçen "sapıklık" ne an­lama gelmektedir? Bu soruya cevap olarak aynı sûrenin 48. âyetini vere­biliriz. Nisa sûresinin 116. âyetinde şirkin sapıklık olduğuna dikkat çekil­mektedir. Demek ki sapıklığı satın almak, tevhid inancını bırakıp şirke sap­mak demektir.

2. Nisa sûresinin 48. âyeti ilk peygamberden son peygambere kadar gelen ilâhî vahyin birinci amacı ve gayreti, şirki ortadan kaldırıp tevhid inancını yaymaktır. Nisa sûresinin 36. âyetinde "Allah'a kulluk ediniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız"; Yine En'âm sûresinin 151. âyetinde, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız; Lokman sûresinin 13. âyetinde "Lokman oğluna öğüt vererek: 'Yavrucuğum! Allah'a ortak koş­ma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür' demişti"; En'âm sûresinin 163. âyetinde, "O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanlann ilkiyim." Bu ifadeler bize şirkin insanlığın en eski inanç prob­lemlerinden biri olduğunu göstermektedir.

Yüce Allah Nisa sûresinin 48. âyetinde şirke "büyük iftira"; Nisa sûresinin 116. âyetinde "büyük sapıklık"; Lokman sûresinin 13. âyetinde "büyük zulüm" diyerek insanın manevî alanını ne kadar tahrip ettiğine dikkat çekmekte ve ondan caydırmaya çalışmaktadır. Nisa sûresinin 48 ile 116. âyetlerinde sadece şirk günahının affedilmeyeceğini vurgulamakta, Allah'ın barışık olamayacağı insanları gündeme getirmektedir. Çünkü şirk insanın psikolojik, yani manevî çevresini kirletmekte ve gönlünü karart­maktadır. Nefsin manevî çevreyi kirletici atıklarının en kötüsü şirktir. Şir­kin bir gece olarak kararttığı insan psikolojisine iman güneşinin doğması için, din eğitimi şirkle olanca gücüyle mücadele etmeli ve bu mücadele­sinde bütün bilimsel bilginin metotlarını kullanmalıdır.

3. Şirkin dışındaki günahların affedileceğini söyleyen Allah, mer­hametinin ne kadar kapsayıcı olduğunu ifade etmiştir. Ebû Zer'den rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber, "Lâ ilahe illallah diyerek bu ikrarla ölen insanlar mutlaka cennete girecektir" dediğinde, Ebû Zer ona üç kere "Zina ve hırsızlık yapan da mı" diye sormuş, Hz. Peygamber üç cevabında da "evet" demiştir[71].

Hz. Peygamber adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi günahların af­fedileceğini söylerken hangi delile dayanmaktaydı? Bize göre Hz. Pey­gamber burada şu âyetleri dikkate almıştır: Hırsızlık günahının affolaca-ğını Mâide sûresinin 38-39. âyetlerinin ilişkisinden anlıyoruz. Tövbe et­mek şartıyla, zina ve adam öldürmenin affolacağını da Furkan sûresinin 68-70. âyetleri anlatmakta ve bu affı tövbe, iman ve iyi amele bağlamak­tadır. Hatta bu âyetler şirk koşmuş ama sonra tövbe edip iyi amel işleyen­lerin günahlarının bile atfedilebileceğine işaret ediyorlar.

Âyetin bu bölümüne dikkat edilirse, şirkten başka günahların Allah dilerse affedileceği de vurgulanmaktadır. Şirkin dışındaki günahların affe­dilmesinde, ilâhî dilemenin yer almasının anlamı, şirkin affedilmesinde ilâhî dilemenin olmayacağıdır. Çünkü âyetin sonunda şirkin büyük bir if­tira olduğuna dikkat çekilmektedir. Şirkle mücadele veren din eğitimi aynı zamanda büyük iftira, sapıklık ve zulme karşı mücadele vermektedir. [72]

 

Gerçek Tezkiye:

 

49. Kendilerini temize çıkaranların farkında değil mi­sin? Hayır, aksine Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl kadar haksızlık yapılmaz.

Bu âyeti iki açıdan yorumlamak mümkündür. Birincisi özel anlam­da yahudilerle ilgili, diğeri de genel anlamda açıklanabilir. Muhteva ile il­gili olarak ele alındığında kendilerini tezkiye edenlerin yahudiler olduğu or­taya çıkmaktadır.

1. Yahudilerin kendilerini tezkiye ediş biçimlerine birkaç açıdan ba­kılabilir. Nisa sûresinin 48. âyetinde Allah'ın şirki affetmeyeceği, Allah'a şirk koşmanın, büyük bir günah olduğu söylenince yahudiler şirk koşma­dıklarını söyleyerek kendilerini temize çıkarmaya çalıştılar. Eğer bu âyet yahudilerle alâkalı değil idiyse, neden böyle tezkiyede bulunsunlar?

Hz. Musa îsrâiloğulları'na apaçık delillerle geldikten sonra, buzağı­ya taparak şirk koşmaları (Bakara 2/92); işittik ve isyan ettik, deyip inkâr etmelerinin ardında, buzağı sevgisinin kalplerine doldurulması (Bakara 2/ 93); âhiret yurdunun sadece kendilerine has olduğunu söylemeleri (Bakara 2/94); cehennem ateşinin kendilerine sadece birkaç gün dokunacağını söy­lemekle, işledikleri şirki hafife almaları (Bakara 2/80) bu tezkiyenin bir bo­yutunu teşkil etmektedir. Diğer taraftan yahudi ve hıristiyanların, kendi­lerini Allah'ın oğullan ve O'nun sevgilileri olarak görmeleri (Mâide 5/18) tezkiyenin diğer boyutudur. Yahudi ve hıristiyanlardan başkalarının asla cennete giremeyeceğini söylemeleri (Bakara 2/111) diğer bir tezkiye şekli­dir. Bu yaptıklarından dolayı Hz. Peygamber'e yüce Allah, "Kendilerini temize çıkaranların farkında değil misin?" hitabında bulunmaktadır.

2.  Yahudilerin kendilerini temize çıkarmalarının yanlış olduğunu yüce Allah, hayır, Allah dilediğini temize çıkarır ifade­siyle anlatmaktadır1. Âyet tezkiyeyi Allah'ın yapacağını söylemektedir. İn­san kendini tezkiye etmemeli, çünkü tezkiye etme makamında değildir; tezkiye makamı Allah'tır. Onun için Allah Necm sûresinin 32. âyetinde "O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karnında bulun­duğunuz sırada sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarma­yınız. Çünkü O, kötülükten sakınanları daha iyi bilir." buyurmaktadır İn­san kendi iç âlemi üzerine düşünebilir ama takvasını tezkiye edemez ve etmemelidir. Buradaki "Kendinizi tezkiye etmeyiniz" emri, bütün inanan­laradır. Bir şeyi en iyi temize çıkaracak olan, onu en iyi bilen, yani yaratandır.

3. Allah tezkiyeyi kendi dileğine göre yaparken kimse saç teli kadar zulme uğramaz. Âyetin son bölümünde yer alan fetil kelimesi "hurma çe­kirdeğinin ince ipliği" anlamına gelmektedir. İnsanların parmakları arasmda bükebildiği zayıf ipliğe de fetil denmektedir. Yahudilerin kendileri­ni temize çıkarmaları, ruhsal temizliğin kendilerine ait olduğunu iddia et­meleri demektir. Halbuki Allah'ın rahmeti bütün insanlara açık olduğun­dan ruhsal temizliğe herkes ulaşabilir. Çünkü birilerine ruhsal temizliği nasip edip diğerlerine etmemek bir zulümdür. Onun içindir ki Alah "kimseye kıl kadar zulmedilmeyeceği"ni söylemektedir. Ruhsal temizliğin elde edilme­sinde bütün insanlara fırsat eşitliği vermektedir.

Genel anlamıyla bu âyeti Nisa sûresinin 28. âyetine bağlamak ge­rekiyor. Çünkü bu âyette "İnsanın zayıf yaratıldığı" beyan edilmektedir. Necm sûresinin 32. âyetinin ilk bölümü dikkate alındığında da şu sentez ortaya çıkar: İnsan zayıf yaratıldığından günah işleme, görevlerini yerine getirememe ihtimali vardır. Bu ihtimal içinde olan insanın doğası temize çıkartılamaz. Her an hata yapma ihtimaliyle karşı karşıya bulunan bir var­lık olarak insana Allah, kendi kendini temize çıkarma hakkını vermemek­tedir. Âyetin asıl amacı müslümanlara, Necm sûresinin 32. âyetinde oldu­ğu gibi yahudilerin "diğer inanç gruplarından daha çok ruh temizliğine sahibiz" dememelerini öğretmektir. Ruh temizliği gruplara göre değil tak­vaya göredir. Onun için Necm sûresinin 32. âyeti takva ile bitmektedir. [73]

 

Allah'a İftira Etmek Açık Bir Günahtır:

 

50. Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apa- . çık bir günah olarak bu (onlara) yeter!

"Allah'ın üzerinde yalan uyduruyorlar" ifadesinin yine yahudilere ait olduğunu söylemeliyiz. Yahudilerin Allah'a nasıl iftira ettikleri sorusu­nun cevabı, öncelikle Nisa sûresinin 48. âyetinde geçen şirktir. Çünkü bu âyette Allah'a ortak koşma büyük bir iftira olarak nitelenmektedir. Sahte tanrı uydurmak Allah'a iftiradır. Diğer taraftan Bakara sûresinin 111. âyetine göre onların, "Yahudi ve hıristiyanlardan başkası cennete giremeyecektir" demeleri de, Mâide sûresinin 18. âyetinde yahudilerin Allah'ın oğlu ve sevgilileri olduğunu iddia etmeleri de Allah'a iftiradır.

Diğer taraftan elleriyle yazdıklarını kitapta, Allah'ın katından ol­mayan fetvalarını Allah katındandır demeleri de Allah'a bir iftiradır (Âl-i İmrân 3/78). Allah'a bu şekilde iftira etmek, apaçık bir günah olarak ye­terlidir. Nisa sûresinin 44 ile 50. âyetleri arasında, şirki ve inkârı satın alanların, inananlara karşı azılı düşman olacaklarını söylemesi, din eğiti­mi açısından çok önemli ilkeler ortay koymaktadır. Bu tür insanlann dost edinilmesinin tehlikeli olacağına dikkat çekilirken, Allah'ın dost ve yar­dımcı olarak yeterli olacağı bildirilmektedir.

İlâhî hükümleri değiştirmek, dinleyip isyan etmek, peygambere ha­karet edip dine saldırmak küfür olduğundan, bunu yapanlara Allah'ın la­neti her zaman gelmiş, geliyor ve gelecektir. Şirkin Allah'a iftira niteliği taşıyan büyük bir günah olduğu, kendini diğer din mensuplarından farklı görerek tezkiye etmenin yanlışlığı İslâm'ın kutsal kitabında anlatılarak, geçmişte yaşanan bir olgunun ışığından istifade etmek suretiyle müslümanların bilinçlenmeleri ve aynı hataya düşmemeleri istenmektedir. [74]

 

Kitap Ehlinin Müşrikliği:

 

51. Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve bâtıla iman ediyorlar, sonra da kâfirler içinbı: "Bunlar AHalfa îrtıan eâenfetckm daha diyörter.

52. Bunlar; Allah'ın lanetlediği ttmseterdir, Âllan lanetlediği kimseye ğterçek bir yanfanct butatnassıniz:

Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerden kasıt yahudilerdir. Bunlar Hz. Peygamber dönemindeki yahudiler olduğundan, inanç ve davranışları Hz. Peygamber'in peygamberliğinden sonra ortaya çıkmıştır. 51. âyetin nü­zul sebebini Râzî şöyle anlatmaktadır: Bir grup yahudi, Hz. Peygamber'e karşı savaşmak için Kureyş'le anlaşmak üzere Mekke'ye geldiler. Kureyş'in ileri gelenleri onlara, kitap ehli oldukları için kendilerini Hz. Muhammed'e daha yakın gördüklerini, bu sebeple hilelerinden emin olamayacaklarını söylediler. Tatmin olmaları için yahudilerden putlarına tapmalarını istediler. Yahudiler bu isteği yerine getirdiler. İşte âyette geçen cibt ve tağuta iman bunu ifade etmektedir. Daha sonra Ebû Süfyân kimin doğru yolda olduğunu yahudilere sorunca, onlar putperestlerin müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını söylediler. Âyetin sonu bu söylevi de gündeme getirmektedir[75].

1. Âyette geçen cibt ve tâğut kavramlarını açıkladıktan sonra yo­rumunu yapabiliriz. Cibt kelimesi Râzî'nin Kaffâl'den naklettiğine göre cibs kelimesinden türemiştir. Kelimenin sonundaki "s" harfi, "t" harfine dönüşmüştür. "Âdi, değersiz ve pis olan şey"e cibs denirmiş. Demek ki cibt âdi, değersiz ve pis olan şey anlamına gelmektedir. Zemahşerî cibti "putlara tapınma" olarak almıştır[76]. îbn Abbas'ın cibti "kâhin" mânasına aldığını Râzî nakletmektedir. Cibt ve tâğutun Araplar'ın putları­nın ismi olduğunu söyleyenler de vardır. Lisdnü'J-Arctb'da cibt kelime­sinin Arapça kökenli olmadığı ifade edilmektedir. Nisa sûresinin 44. âyeti ile 51. âyeti arasındaki muhtevaya bakıldığında Muhammed Esed'in "asıl­sız muammalar" mânasına hak vermek gerekiyor. "Hiçbir değeri ve fay­dası olmayan şey"e cibt denmektedir. Ebû Davud'un naklettiği hadise göre hurafeye bulaşmış her türlü kutsamaya ve falcılığa işaret etmektedir.

Cibtin bu anlamlarından hareket ederek diyebiliriz ki uğrunda can­lar feda edilen ideolojiler, felsefeler, sahte fikirler, insanlann kafasını ka­rıştıran fantaziler, kuruntular, vehimler ve hurafeler cibttir. İnanılmaması gereken inanılacak hiçbir değeri olmayan beşeri kaynaklı hurafelerin hep­sine cibt denmektedir. Bu mânalar cibt kavramını evrenselleştirmektedir.

Tâğut kelimesi daha önce Bakara sûresinin 256. âyetinde açıklandı. Zemahşerî "İblîs", İbn Abbas "sihirbazlar", bazıları da Araplar'ın putla­rından birinin adı olduğunu ifade etmektedir. Kısaca cibt "asılsız, hayırsız ve sahte olan şeyler"e dendiği halde, tâğut "insanı azdıran şey" mânasına gelmektedir[77]. Nisa sûresinin 51. âyetinde Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla bütün insanlı­ğa "görmüyor musun?" denmesi, cibt ve tâğuta inanmanın ne kadar kötü ve gizli bir şirk olduğundandır. Yanlış fikirlerin, hurafelerin, kuruntuların ve vehimlerin insanların tanrısı haline gelebileceğini, bu sebeple eğitim­cilerin, anne babaların dikkat etmesi gerektiğini öne çıkarmaktadır. Tâğut kelimesi "azmak"tan türediğine göre, nefsin insanı azdırarak tanrısı haline geleceği gerçeğini, yani Câsiye sûresinin 23. âyetini de akıldan çıkartma­mak gerekir.

İnsanın manevî yapısını kirleten cibt ve tâğut, inkâr edilmedikçe insanın gerçekten iman edemeyeceğine de Bakara sûresinin 256. âyeti işaret etmektedir. Cibt dışarıdan, tâğut da içeriden insanın manevî yapısını kemirmektedir. Dışarıdan gelen sahte fikirlerle, içeriden şeytan ve nefis insanları çıkmaza sokmaktadır. İnsanlığın erdemini alıp götüren cibt ile tâğutun neler yaptığının ve onlann nasıl kulu olunduğunun iyi analiz edil­mesini istemektedir. Yukarıda mânaları verilen cibt ve tâğutun, bulaşıcı bir hastalık gibi dünyayı sarmasından önce tedbirinizi alın dercesine âyet "görmedin mi" sorusuyla başlamaktadır.

2. Âyetin ikinci bölümünde cibt ve tâğuta inananlar kâfir olarak ilân edilmektedir. Bunların değerlendirmeleri de burada gündeme getirilmek­tedir. Cibt ve tâğuta inanan kâfir yahudiler "müşriklerin müslümanlardan daha doğru yolda olduğunu söylerler." Kendilerini tezkiye eden yahudiler, müşriklerle müminleri karşılaştırıp üstünlüklerini ortaya koymaktadırlar. Müşrikleri müminlerden üstün görme olgusu bugün de devam etmektedir. Birileri hatta müslümanların içinden bazıları çıkıp müşriği müslümana tercih etmekte ve onları daha doğru yolda görmektedir.

3. 52. âyette onlar değerlendirilerek: Allah'ın lanet­ledikleri işte bunlardır buyurulmaktadır. Buradaki lanetin ne olduğunu âyetin devamı cevaplamaktadır: "Allah'ın lanetlediği kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsınız!" Demek ki lanet Allah'ın yardımını kestiğine kim­senin yardım edememesidir. Rahmetinden kovması, yardımım kesmesi Al­lah'ın laneti olmaktadır. Lanetin karşıtı Nisa sûresinin 45. âyetinde dostluk ve yardım olarak belirlenmişti.

Yüce Allah yahudilerle ilgili bu laneti müslümanlara niçin anlatı­yor? Bu soruya 51. âyetten hareket ederek cevap verebiliriz. Cibt ve tâğu-ta inanmanın ne anlama geldiğini, böyle bir inancın kendi halinde kalma­yıp inançlararası ilişkileri nasıl kötü yönde etkilediğini ve bu ilişkileri na­sıl kirlettiğini anlatarak, Allah müslümanlan uyarmakta ve bu yönde eğit­mektedir. Dostluğun ve düşmanlığın sınırlarını belirleyen en önemli ol­gulardan birinin iman olduğuna dikkat çekerek, dost ve düşmanlarımızı iyi tanımamızı istemektedir. Kâfir yahudilerin müşrikleri müslümanlara tercih ettiğinin ve edeceğinin bilgisini veren Allah, müminlerin ilişkile­rinde hata yapmamalarını istediği için bu âyeti göndermiştir.

Yahudiler birinci laneti sapıklığı satın almaları, müslümanları yol­dan çıkarmak için düşmanlıklarını hayata dökmeleri, Allah'ın hükümlerini tahrif etmeleri, Hz. Peygamber'e hakaret etmeleri, dine saldırmaları neti­cesinde almışlardır (Nisa 4/44-46). İkinci lanet de Tevrat'ı tasdik eden Kur-an'a inanmamalarından dolayı başlarına gelmiştir (Nisa 4/47). Üçüncü lanet Allah'a şirk koşmaları, kendilerini temize çıkarmaları, Allah'a yalan yere iftira etmeleri, cibt ve tâğuta inanıp kâfirleri müslümanlara tercih etmele­rinden dolayıdır.

Böylece Alah, laneti insanlara getiren davranışların neler olduğuna açıklık getirerek insanlığı bilinçlendirmektedir, Allah katında insanların erdemlerini, hangi amellerin ve inanış biçimlerinin kaybettirdiğine dikkat çekilerek insanlığın geleceğini kurtarmanın yollan, metotları öğretilmek­tedir.

Kendi kitaplarını beğenmemek, başkalarına inanmamak, Allah'a if­tirada bulanarak şirk koşmak insanlığın erdemini alıp götürmekte, insanı Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmaktadır. Toplumlar bu rahmetten kovul­ma şeklini yaşarlar da sebebinin ve geliş kaynağının farkında olmazlar. Sebepleri başka yerlerde aradıklarından çözüm de üretemezler. Belânın neden ve nereden geldiğini teşhis etmek; lanetin farkına varmak ve onu sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamak ciddi mânada hem ilahiyat hem de sosyoloji mühendisliği ister.

Böylece Allah, "Kendilerine kitaptan bir pay verilenler" konusunu 44. âyetten itibaren ele alıp 52. âyete kadar açıklamıştır. [78]

 

Cimrilik ve Haset:

 

53. Yoksa onlânri mülktea (hüküittranfaktân) bir oa-sipMri mi var? İnsanlara çekirdek, filizi (kadar bir şey bile) vermemelerdi.   

54. Yoksa onlar, Allah'ın lutfundan verdiği şeyler için      : insanlara haset mi ediyorlar? Oysa jbrâhim soyuna kitabı ye hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.

44 ile 52. âyetler arasında yahudilerin inanç, tutum ve davranışla­rının analizi yapıldıktan sonra, onların en önemli psikolojik oluşumların­dan ikisinin cimrilik ve haset olduğuna, bu özelliklerin onların davranışla­rını yönettiğine dikkat çekilmektedir.

1. Yüce Allah 53. âyette siyasetle ekonomi, zenginlikle cimrilik ara­sında bir ilişki kurmaktadır. Âyetteki mülk kavramını siyasî iktidar mâ­nasına alabiliriz. Kendilerini Allah katında imtiyazlı gören yahudiler, in­sanların idarecisi gibi davranıyorlardı. Allah burada "Onlar için siyasî ik­tidardan hiçbir pay yoktur" anlamında ^f em kelimesini âyetin başına ge­tirmiştir. "Ama (eğer onlar iktidara sahip olsalardı) başkalarına bir hurma çe­kirdeğini dolduracak kadar bile bir şey vermezlerdi." Bunun anlamı şudur: Yahudilere siyasî iktidar vermemesinin sebebi cimri olmalarındandır. Hal­kı ekonomik menfaatlerden istifade ettirmeyecek insanlara siyasî güç ve­rilemez. Ekonomik hayatı daraltan, insanları sefalet içinde bırakanların siyasî erki elinde bulundurmaları doğru değildir.

Böylece Allah siyasî erki eline geçirecek olan insanlarda "cömert­lik" gibi çok önemli bir özellik aramaktadır. Ekonomik bilgisi olan, insanlann her konudaki dertleriyle dertlenen ve onların nimetler içinde olma­larından haz duyanların iktidara gelmeleri en doğru yoldur. Mülk kavra­mını ekonomik değer olarak da alabiliriz. İnsanların taşınır ve taşınmaz mallan anlamına da gelir. O zaman ekonomik imkânla cimrilik arasında bir ilişkinin kurulduğunu söyleyebiliriz.

Yahudilerin ekonomik nimetlerden bir paylan olsaydı, çekirdek üze­rinde bulunan noktacık, yani küçücük bir çukur kadar insanlara yardımda bulunmazlardı demekle Allah, onlann çok cimri davrandıklanna işaret et­mektedir. O zaman bu âyetin tefsirini şu âyetle yapabiliriz: "De ki: Rabbi-min rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıs­tıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!" (İsrâ 17/100). Allah'ın hazi­nelerine sahip olmak cömert olmak anlamına gelmemektedir. İnsanın ya­ratılıştan getirdiği cimrilik özelliği onun insanlara yardım etmesini engel­ler.

53. âyetin sonunda geçen nakr kelimesi "çekirdeğin üstünde bulu­nan minik bir nokta" ya da "yank" anlamına gelmektedir. Hurma filizi ya­rıktan çıkmaktadır. İçinde oyuk bulunan oduna da nakr denmektedir. Ku­şun besinini yardığı gagasına da minkar adı verilmiştir. Taşa vurulup iz bı­rakan alete de minkar denmektedir. Bu mânalardan hareket edersek Allah, Fakat öyle olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi demek istediğini anlayabiliriz.

Allah'ın yahudileri bir model olarak kullandığı, ama âyette yapılan açıklamanın evrensel olduğu akıldan çıkanlmamalıdır. Allah evrensel mâ­nada siyasetle cimrilik arasında bir bağlantı kurarken, aynı anlamda siya­setle cömertlik arasında da bir ilişki kurmaktadır. Önemli olan grupların şu veya bu şekilde davranmasının analizi değil bütün insanlığın aynı şey­leri yapabileceğine dikkat çekmektir.

Mülk kavramını siyasî erk olarak alırsak başka bir yorumu da âyetin sonuna getirebiliriz. Yahudiler siyasî erki ellerinde bulundursalardı, onu zerre kadar başkalarıyla paylaşmazlardı anlamına gelebilir. Yani âyetteki cimrilik maldan vermek, ekonomik cimrilik değil, siyasî gücün verilmesi, halka dağıtılması, yani demokratik anlayış kıtlığı olarak düşünülebilir.

Hâkimiyeti milletle, halkla paylaşmak için hiç teşebbüste bulun­mazlar, otokratik bir uygulamaya geçerler, zerre miktan siyasî güçlerinin paylaşılmasını istemezler. Bu mânadan hareket edersek diyebiliriz ki Al­lah siyasî iktidarın halkla paylaşılmasını istemektedir. Çünkü Hz. Mu-hammed'e Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetinde dünya işlerinde halkla isti­şare etmesini emretmiştir. Halka rağmen halkı idare etmek değil, halka da­nışarak onların da fikri alınarak siyasî erki paylaşmak erdemli siyasettir. Demek ki bir ekonomik cimrilik bir de siyasî cimrilik vardır. İkisi de zul­me götürmektedir.

Siyasî paylaşımda cimri davrananların niyeti zulümdür, en azından zulme götürecektir. Çünkü bu tür davranış siyasetten şefkat ve merha­metin el çekmesine sebep olur. Siyasette şefkat ve merhametin yer alması, siyasî gücün paylaşımıyla yani demokratik davranışla temin edilebilir.

2. Yüce Allah 54. âyette şu soruyu soruyor: Yoksa onlar, Allah'ın lutfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Bu âyetteki "Allah'ın fazlı" kavramını üç mânaya alabiliriz. Bi­ri ekonomik değer ikincisi de siyasî erktir. Burada yahudilerin zengin ol­mak için cimrilik ettikleri ortaya çıkmaktadır. Diğer mânada alırsak 53. âyetteki çekirdeğin üstündeki nokta kadar vermezler ifadesini siyasî erki paylaşmazlar anlamında yorumlamak mümkündür. O zaman Allah'ın faz­lından insanlara verdiği şeyin siyasî iktidar olduğu ortaya çıkmaktadır. Üçüncü mânası da Hz. Muhammed'e peygamberliğin verilmesi olabilir. O zaman 54. âyetin bu anlamını Nisa sûresinin 46. âyetine bağlayabiliriz.

İster zenginlik ister siyasî erk veya peygamberlik olarak alınsın, bunlara başkalarının sahip olmasına haset ettikleri ortaya çıkmaktadır. Allah'ın 54. âyetin başında kınadığı şey, Allah'ın kendi hazinesinden insanlara verdiğine hasetleridir. Nisa sûresinin 54. âyetinin son kısmına bakıldığında oradaki fazl kelimesinin siyasî iktidar, Cum'a sûresinin 2-4. âyetlerine bakınca da peygamberlik müessesesi olduğu görülecektir.

3. Oysa biz ibrahim ailesine vahiy ve hikmet bahşetmiş "ve onlara güçlü bir hükümranlık vermiş­tik. Âyetin bu kısmı iki önemli müesseseyi gündeme getirmektedir: Birisi kitap ve hikmetin oluşturduğu peygamberlik diğeri de mülk denen siyasî erktir. O zaman 54. âyette yer alan fazl kelimesine, peygamberlik ve hükümranlık mânalarını vermek gerekir. Çünkü Hz. İbrahim'in soyundan gelen öyle şahsiyetler olmuştur ki hem peygamber hem de hükümdardı.

Ama yahudiler onlara verilen bu görevlere haset etmediler, fakat Hz. Muhammed'e verilen peygamberliğe haset ettiler.

Bu vasıfların kendilerinden başkasına verilmesine tahammül ede­memeleri yüzünden, Allah'ın Hz. Peygamber'e ihsan ettiği peygamberliği kıskanarak haset ediyorlardı. Bunun anlamı ilâhî takdire karşı gelmektir. Allah'ın peygamber olarak görevlendirdiği kişiyi kabullenmemek O'nun planını beğenmemektir. Âyetin bu kısmında geçen kitap kavramı "vahiy" demektir. Kitap ilâhî hükümlerin yer aldığı bir bütünün adıdır.

Hikmet ise hakikatin sırlarına vâkıf olmaktır. Daha önce Bakara sû­resinin 269. âyetinde bu kavramın mânasını açıkladık. Katıksız bilgiye hikmet denmektedir. İlâhî bilginin sırlarına vâkıf olmaktır. Hikmet peygamber olmayana da verilir ama vahiy yani kitap sadece peygambere verilir. Peygamber kitap ve hikmete sahip olduğundan anlayış ve bilginin doruk noktasına ulaşmaktadır.

Hz. İbrahim'in hanedanından gelip vahiy ve hikmete sahip olan peygamberlerin bazıları siyasî erke de sahip olmuşlardır. Onun için âyetin sonunda Onlara büyük bir mülk de bahşettik ifadesi yer almaktadır. Buradaki mülk kavramı "siyasî erki elinde bulundurmak" yani hükümranlık mânasına gelmektedir. Bir taraftan kitap ve hikmet diğer ta­raftan siyasî güç bir araya gelince dünyevî ve uhrevî âlemi birleştiren bir olgunluk meydana gelmektedir. Yüce Allah bu âyette yahudilere şunu söylüyor: İbrahim hanedanına bu özellikleri veren Allah başkalarına da verebilir. Buna neden haset ediyorsunuz?

Yahudilerin gösterdiği, bu peygamberlik müessesesi ve hükümran­lık bencilliği günümüzde geri kalmış toplumlarda devam etmektedir. Bazı bü­yük aile ve aşiretlerin, kendileri dışında kimse ilerleyemez, siyasî iktidara ortak olamaz, ilim adamı yetiştiremez, mahallî kamu görevlerinde yer ala­maz, belediye başkanı olamaz, milletvekili seçilemez şeklindeki zihniyeti, cahiliyet tutumu maalesef günümüzde de devam etmektedir. Bu durum milletlerarası ilişkilere de yansımakta, kültürel ve dinî konularda bile sü­rüp gitmektedir. Nisa sûresinin 53-54. âyetleri sadece tarihî değil evren­sel boyutlarıyla ele alınmalıdır. Günümüzde yahudilerin Hz. İsa'yı, yahudi ve hıristiyanların da beraberce Hz. Muhammed'i tanımamaları asırlar önceki tutumun hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Halifeliğin Kureyş'ten olması gerektiği uydurma hadisini öne sürerek müslümanlar arasında da aynı zihniyetin takipçileri olduğu ne yazık ki görülmüştür. [79]

 

Yahudilerin Hz. İbrahim'e İman Konusunda İkiye Bölünmeleri:

 

55. Onlardan bir kısmı İbrahim'e inandı, kimi de ondan yüz çevirdi; (onlara) kavurucu bir ateş olarak cehennem yeter.

Âyette yer alan "ona" zamiri kime gitmektedir? 54. âyetle birlikte mânalandırırsak Hz. İbrahim demek mümkündür. Ama yine 54. âyette Allah'ın fazlını verdiği şahsiyet olarak düşünürsek Hz. Muhammed demek de mümkündür. Nisa sûresinin 46-47. âyetine dönersek eksen konunun Hz. Muhammed olduğu görülür. O zaman, "ona" zamiriyle, misal olarak verilen Hz. İbrahim değil ana meseleyi teşkil eden Hz. Muhammed'e işaret edilmektedir.

Demek ki yahudilerin bir kısmı Hz. Muhammed'e inandı, bir kısmı da inkâr etti. İster Hz. İbrahim isterse Hz. Muhammed olsun görülen odur ki, yahudiler bunlara inanmak konusunda ikiye bölündüler. Bu bölünmede yüz çevirenler tarafına katılanlara alevli cehennemin yeteceği ifade edil­mektedir. Böylece inkârın kavurucu ateşe dönüştüğüne dikkat çekilmekte ve bu ateşin insanın gönlündeki inkâr psikolojisinden yakıtını aldığına işaret edilmektedir.

Bu âyetten çıkarılabilecek sonuç şudur: Sosyal bölünmelerin dinamiklerinden biri inkâr ile iman olmaktadır. Fertlerin gönlündeki inanç psikolojisi, yerine göre toplumun ya da grubun içine bir bomba gibi düş­mekte ve onu daha küçük gruplara ayırmaktadır. Bir kısmının inanması bir kısmının yüz çevirmesi, bütünü parçalara bölmektedir. Birleşme inkârda değil imanda olmalıdır. Çünkü inkârın meydana getireceği birleşmeye Allah katılmazken, imanın meydana getireceği bütünlüğe Allah katılmakta­dır, yani inkânn birleştiriciliğine ilâhî onay olmadığı halde, imanın bütün­leştirmesine vardır.

Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde tefrikanın ateşten bir çukur ol­duğu söylenmişti. Burada da inkârın kavurucu ateş olduğuna dikkat çekil­mektedir. Netice olarak diyebiliriz ki tevhid inancı sosyal bütünleşmeye götürürken selâmete erdirmektedir. Tevhid inancından sapmalar da hem toplumsal cehenneme hem de âhiretteki cehenneme götürmektedir. İnkâr psikolojisi toplumun hâkim psikolojisi durumuna geldiği zaman insanlığı ateşe vermekte, bütün manevî erdemlerini yakıp kül etmektedir. Bu ateş dünyada yanmaya başlayıp âhirette de devam eder. Çünkü toplumu saran inkâr psikolojisi, inananlara zulüm halini alır ve zulüm de çöküşü getirir. [80]

 

Allah'ın Ayetlerini İnkârın Cezası:

 

56. Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duy­sunlar! Allah daima üstün ve hâkimdir?

55. âyette yahudilerin bir grubunun iman etmesi, bir grubunun da inkâr etmesi ele alındığı halde, 56. âyette genel anlamda Allah'ın âyetle­rini inkâr edenlerin durumu açıklanmaktadır. Tabii ki 56. âyet yahudileri de kapsamaktadır.

1. Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenler ifadesi sade­ce Hz. Peygamber döneminde yaşayan yahudi, hıristiyan, müşrik ve kâ­firleri kapsamına almamakta, her nesilde var olan inkarcılara işaret et­mektedir. Onun için ellezîne kelimesi ile sıla cümlesine yer verilmiş­tir.

2. İkinci bölümde Allah'ın âyetlerini inkâr edenlerin nasıl cezalan­dırılacağı açıklanmaktadır. Âyetin bu kısmında Allah gelecekle ilgili bir oluşumu gösteren sevfe kelimesine yer vermektedir. Kur'an'da bazı âyetlerde sin harfi de bu amaçlarda kullanılmaktadır. Bu kelime veya harf gelecekle ilgili ya tehdit mahiyetindeki bir uyanyı veya bir ödül için müjdeyi vermektedir. Uyarıdaki tehdidini belli şekillerde yapmaktadır. Bu kelimenin Kur'ân-ı Kerim'de şu anlamlarda kullanıldığım görüyoruz

a) Yapılan davranışın ne olduğunu tehdit mahiyetinde haber ver­mekte: "Biz hıristiyanız diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine verilen öğütlerin önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebep­le kıyamete kadar aralannda düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onla­ra yaptıklarını haber verecektir" (Mâide5/14). Demek ki yapılan bir şey unutulup, zararının farkına vanlmayabilir. O zaman Allah yapılanın unu­tulmamasını gösterecek haberi verecektir. Sadece yapılan şeyin değil aynı zamanda "Alay edilen şeyin haberleri de verilecektir" (En'âm 6/5).

b) Gelecekle ilgili bir şeyi bilme meselesinde kullanılmaktadır. "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksi­niz" (En'âm 6/67). Bu bilme konusunda da bir tehdit vardır.

c) İleriye yönelik nzıklandırmak için: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllardan sonra Mescid-i Haram'a yaklaş­masınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lutrun-dan zengin edecektir..." (Tevbe 9/28); "Rabbin sana bol lütuf verecek sen de hoşnut olacaksın" (Duhâ 93/5).

d) Gelecekte birisi için Allah'tan af dilemekte: "(Yâkub) 'Sizin için rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, pek merhamet eden­dir' dedi." Demek ki Hz. Yâkub başkaları için Allah'tan af dilemenin belli bir zamanını kollamış ve o anda dua etmiştir. Ama gerçek olan şey ge­lecekte yapması için bu kelimeyi kullanmış olmasıdır.

e)  Gelecekle ilgili bir oluşumu inkâr ederken bu kelime kullanıl­maktadır: "İnsan der ki: Öldüğüm zaman, sahi diri olarak çıkarılacak mıyım?" (Meryem 19/66).

f) İleride olacak olanı görmek konusunda da kullanılmaktadır: "On­ların halini gör. Onlar da görecekler" (Sâffât 37/175).

g) Yapılan bir amelin ödüllendirilmesinde de müjde için kullanıl­maktadır: "Onların fısıldaşmalannın birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi isteyen(in fi-sıldaşması) müstesna! Kim Allah'ın rızâsını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz" (Nisa 4/114).

h) Mahşerdeki cezalandırma konusunu ifade ederken bazı âyetlerde bu kelimeye yer verilmektedir: Meselâ yorumu yapılan âyet ve benzer­lerinde olduğu gibi.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyete dönersek Gün ge\cce a\eşe katılamıyoruz. Buradaki ateşin ce­hennem ateşi olduğu bir gerçektir. Yüce Allah âyetlerini inkâr edenlerin azabı tam anlamıyla tadabilmeleri için, ateşte yanıp dökülen derilerinin yerine yeni deriler getirecektir. Bunun anlamını Râzî, azabın sürekli ol­ması olarak vermektedir[81].

İnkâr insanın kalbinde teşekkül eden psikolojik bir durumdur. İn­sanın iç alemindeki bu oluşumun etkisi, sinir sistemine intikal ederek Allah'ın âyetlerine bir tepki mahiyetinde davranışlara yansımaktadır. Âyetin sonunda Allah'ın azîz ve hakîm olduğu gündeme getirilmektedir. Azîz sıfatı "gücü yeten, galip gelen" mânasına gelmektedir, yani insanlar Allah'n âyetlerini inkâr ederek O'nu mağlûp edemezler. O'nun kudreti her şeye yetecek durumda olduğundan O'nu asla mağlûp edemezler, O mül­künde her zaman galiptir.

O'nun azîz sıfatı sadece doğruyu yapan anlamına gelen hakîm sı­fatıyla beraberdir. Yüce Allah bir işi yapınca onu yerli yerinde yapmakta ve asla yanlış yapmamaktadır. Bu durum O'nun hakîm sıfatı gereği olmak­tadır. 56. âyetten çıkarılabilecek sonuç şudur: Allah inkârdan insanları vazgeçirmek için azabı caydırıcı bir motif olarak kullanmaktadır. Yoksa kullarını cezalandırmayı, amaç edinmemektedir.

Diğer taraftan inkârın insanın iç âleminde bir ateşi yaktığını, bunun âhirette de devam ettiğine dikkat çekmekte, böylece cehennem ateşini kulun kendisinin yaktığına işaret etmektedir. Bu durum sadece âhirette ateşi oluşturmamakta, bu dünyada da ateşler, fırtına ve tufanlar meydana getir­mektedir. Hz. Nuh'un toplumu inkâr edince tufan bastı (Kamer 54/9-13); Âd kavmi inkâr edince dondurucu soğuk onların kökünü kazıdı (Kamer 54/18-21); Semûd kavminin inkâr etmesine de korkunç bir sesle mukabele edil­miştir (Kamer 54/23-31); Lût kavminin yalanlaması da deprem ve pişi­rilmiş taşlarla cezalandırıldı (Hûd 11/77-83).

Verilen bu misaller bize çeşitli kavimlerin eğitilmesinden, iman etmelerinden ümit kesilince nasıl muamele ile karşılaştıklarını ve bu tür azapla kendi yanlış inançlarının sonucu karşılaştıklarını öğretmektedir. Toplumdaki fertlerin hâkim inanış biçimleri inkâr olunca bu olumsuz inanç toplumu ve tabiatı sarsmaktadır. Zaten Mü'minûn sûresinin 71. âye­ti, hakkın insanın nevasına tâbi olmasıyla göklerle yerin düzeninin bozu­lacağına işaret etmektedir. Demek ki insan nefsi ve gönlü hem toplumu hem de tabiatı sarsacak şekilde bir güç taşımaktadır. O güç sadece bu dün­yayı değil âhiretteki hayatı da ihya edecek veya sarsacak kuvvete sahiptir. [82]

 

İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Ödülü:

 

57- Buna mukabil inanıp iyi .işler, yapanları da, içte: rinden jurmaifclar akan cennetlere koyacağız, orada sonsuza, kadar kalacaklar ve orada tertemiz eşlere sahip olacaklar ve gölgeye koyarız.            

Bu âyetin analizinden şu genellemelere varabiliriz:

1. Bakara sûresinin 23 ve 24. âyetlerinde kâfirlerin durumu anlatıl­dıktan sonra hemen iman ve iyi amel işleyenler ele alınmaktadır. Nisa sûresinin 57. âyetinden önce inkarcıların durumu ve cezaları açıklandıktan sonra, yine iman ve iyi işler işleyenlerin hal ve ödülleri gündeme getirilmek­tedir. Kur'an'ın geneline bakıldığında bunun bir metot olduğu görülecektir.

İnsanın psikolojisini geren inkarcıların durumu, iman ve iyi işler iş­leyenlerin hallerinin açıklanmasıyla da rahata kavuşmaktadır. Bu bir bakı­ma ritim psikolojisinin işlemesini temin eden metottur. Kâfirlerin durumu ve cezaları insanı kötümser bir psikolojiye soktuğunda, hemen iyilerin ödül müjdesi devreye girerek bu psikolojik gerginlik önlenmektedir.

2. İman ve iyi amel kuldan, ödül Allah'tandır. Dikkat edilirse imanla iyi amelin yapımcısı olarak kulun kendisidir. Gönülde gerçek iman, dav­ranışlarda iyi ürün olunca bunlar ilâhî ödülü çağırmaktadır. Çünkü Fâtır sûresinin 10. âyetine göre imanla amel Allah'a yücelip ödülü, yani şerefi alıp gelmektedir. İnkâr psikolojisinin dünyayı, ilâhî âlemi ve âhireti sars­masının aksine, iman ve iyi işler dünyayı, âhireti ihya etmekte ve ilâhî âlemi harekete geçirerek ödülü alıp gelmektedir.

3. Tövbe ve istiğfar edilmemiş hiçbir kötü amel cezasız kalmayacağı gibi, iman ve iyi işler de ödülsüz kalmayacaktır. Çünkü zerre miktarı iyi iş yapan onu mutlaka göreceği gibi, zerre miktarı kötülük yapan da ke­sinlikle onu görecektir (Zilzâl 99/7-8). İyi veya kötü olsun kulun en küçük bir ameli değerlendirmeye tâbi tutulur ve bu konuda zerre kadar zulme uğramaz (Nisa 4/49).

4. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetle iman ve iyi işin karşılı­ğında üç çeşit ödülün verildiğine şahit oluyoruz:

a) Ebedî olarak kalınacak ve içinden ırmaklar akan cennetler. As­lında bu cennet insanın gönlünde iman sayesinde oluşmakta, o gönülden ve davranışlardan akan ırmaklarla, âhiretteki cennete kadar uzanıp orada ebedîleşmektedir. İnsan kalbinden çıkan inkârın kirli ırmağı ile imanın nurlu ırmağı âhirete kadar uzanır; birisi cehenneme diğeri de cennete akar. Birisi cehennem ateşinin yakıtı, diğeri de cennetin gıdası olur.

b) Tertemiz eşler onlar içindir. Bu dünyada namusunu koruyan, eşini ezmeyen, aldatmayan, sadakatini gösterenlere orada tertemiz eşler vardır.

c) Onlar koyu gölgenin altında olacaklar. Âyetteki zıllen za-lîlen ifadesi "en koyu olan gölgenin gölgesi" anlamına gelmektedir. Arap­ça'da zil kelimesi "örtü" veya "sığınak" manasınadır. Sığınak anlamından hareket edersek Râgıb el-İsfahânî'nin "koruma" mânasını vermek müm­kündür.

Cennette aşırı ısı veren bir şey olmadığına göre gölgeye ihtiyaç du­yulacak mıdır? Cennette her şey dengeli olduğuna göre gölgeye girmek neden bir ödül olsun? Bize göre bu soruların cevabı için zıllen zalîlen kav­ramını "sonsuz mutluluk" olarak anlamak gerekir. Muhammed Esed haklı olarak bu anlama dikkat çekmektedir. Demek ki iman ile iyi işlerin ırmağı sonsuz mutluluğun denizine dökülmekte ve oradan ebedî ödülleri getir­mektedir. Bu âyet de insanları iyiye motive eden bir metodun ve ödülün eğitimdeki önemini vurgulamaktadır. [83]

 

Emaneti Ehline Vermek ve Adaletle Hükmetmek:

 

58. AJtah size,Mitttaka emanetleri ehli Olanlara vermenizi ve insanlar arasoıda JtiUunettiğiniz zaman adaletle hült-r. AHah«i?e ne Kadar güzel öğütler veriye!

Şüphesiz Allah her şeyi işttici, her şeyi görücüdür..

Âyeti üç kısma ayırıp açıklamakta yarar vardır:

1. Emaneti ehline vermek. Emanetin ehline verilmesi meselesiyle il­gili, Râzî ve ondan alıntı yapan Elmalılı Hamdi nüzul sebebi nakletmekte­dirler: Mekke'nin fethinde Osman b. Talha, Hz. Peygamber'in Kabe'ye gir­mesini engellemek için anahtarı vermek istememişti. Hz. Ali anahtarı zor­la alınca Hz. Peygamber içeri girdi ve iki rekât namaz kıldı. Daha sonra bu âyet indi. Hz. Peygamber Hz. Ali'ye anahtarı vererek, gidip Osman b. Talha'dan özür dileyip anahtarı teslim etmesini istedi. Hz. Ali onun hakkında âyet indiğini söyleyip anahtarı verince Talha'nın oğlu Osman müslüman oldu.

Nakledilen bu nüzul sebebi âyetin muhtevasına uygun düştüğü için, tarihî bir olgu olarak alınması uygun, ama âyetin sadece ona tahsis edil­mesi doğru değildir.

Emanet kelimesinin lügat mânası verilip geniş anlamda yorumlama­sına geçilecektir: Emânât kelimesi "emanet edilen şeyler" mânasın­da bir mastardır. Maddî ve manevî herhangi bir şeyin gönül rahatlığı ile kor­kusuzca teslim edilebilir, istendiği zaman eksiksiz olarak alınabilir durumda olması; bu şekilde Allah veya insanlar tarafından bırakılan, teslim edilen şeydir[84]. "Güvenilen, iti­mat edilen" anlamındaki emin kelimesi de aynı kelimenin başka bir kalıbıdır.

Emanet kelimesi Bakara sûresinin 125. âyetinde emnâ kalıbın­da geçmektedir. O âyette "güven ve emniyet yeri" anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 126. âyetinde âminen kalıbında yer almaktadır. Hz. ibrahim "Rabbim! Bu beldeyi emniyetli kıl!" diye dua ederken bu kalıpta kullanmıştır ve ülkenin güvenlik içinde olmasını ifade etmektedir. Emin kalıbı pek çok âyette peygamberler ve Cebrail hakkında kullanılmaktadır: "Bakın, ben size (gönderilmiş) güvenilir bir elçiyim." Âl-i İmrân sûresinin 154. âyetindeki emeneten kalıbı ise "emniyet duygusu" anlamına gelmek­tedir. Meâric sûresinin 28. âyetinde me'mûn kalıbında "emin olunulur" mânasını ifade etmektedir: "Rablerinin azabı(na karşı) emin olunamaz" den­mektedir. "İnanmak" anlamına gelen iman kelimesi de bu kelimenin başka bir kalıbıdır. Demek ki inanmakla güven arasında derin ve sıkı bir bağ olduğundan aynı kelimeden çıkmışlardır. Zira iman eden kişi güvenilen insandır.

Şimdi âyette geçen emanet kavramının ne anlama geldiğini açık­layabiliriz.

a) Yüce Allah'ın insana teslim ettiği emanet olarak verdiği şey, akıl ve onun getirdiği sorumluluktur. Aslında bu anlamın içinde bütün psikolo­jik kabiliyet ve yetenekler de vardır. Ancak insana teslim edilen ruhî ve bedenî özelliklerin başındaki emanet hiç şüphesiz akıldır. Bu yüzden akıl, iyi ile kötüyü ayırt etmesi, birden fazla eylem arasında tercih yapması yönünden en büyük emanettir. Bu mânadan hareket edersek gönül ve nefsin de bu kavramın içine girdiğini söyleyebiliriz.

Ahzâb sûresinin 72. âyetinde emanet kelimesi tekil olarak geçmek­tedir. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yük­lenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok za­lim, çok cahildir." Bu âyette geçen emanet Allah'ın teklif ettiği ve insanın yüklendiği şeyi ifade etmektedir. Râgıb el-İsfahânî burada emanetin "keli-me-i tevhid, adalet, akıl" olduğunun söylediğini nakletmektedir. William Edward Lane de şu mânayı vermektedir: "Muhakeme yahut akıl ve irade, yani iki veya daha fazla hareket tarzı veya eylem biçimi arasında, dolayı­sıyla iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneğidir[85]. Kısaca diyebiliriz ki insanda everensel mânada var olan ve en önemli özellik olma vasfını kendinde toplayan hâkim psikolo­jik özellik akıllılıktır.

b) Emanet insanlann birbirlerine teslim ettikleri ve korunmasını bekledikleri şey anlamına da gelmektedir. Bakara sûresinin 263. âyetinde bu anlamda geçmektedir: "Eğer seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsa­nız, alınmış taahhütlerle yetinelebilir. Ancak eğer birbirinize güveniyor­sanız, kendine emanet edilen kişi emaneti sahibine teslim etsin." Bu âyette tamamen maddî bir değerin birine saklayıp koruması ve zamanı gelince sahibine teslim etmesi için bırakılması anlamı vardır. Bu taşınabilir bir eş­ya veya taşınamaz olan bir mal olabilir. İçinde gizli mesaj olan bir mektup veya yazı da olabilir. Çok önemli ve gizli olan bir sır da bu kavramın içine girmektedir.

c) Nisa sûresinin 58. âyetindeki emanet kavramından hemen sonra gelen ehl kelimesi, dikkate alındığında daha farklı mânalar vermek müm­kündür. Meselâ toplumun siyasî erki bir emanettir. Bütün kamu görevleri bir emanettir. Dolayısıyla bu âyetin siyasî ve idarî bakımdan yine bir ilki insanlığa empoze ettiğini söylemek mümkündür. Çünkü kamu görevleri­nin ehline verilmesi, toplumların aşiret toplumu olmaktan kurtarılarak medenîleşmelerini temin eden önemli bir değişim sağlamıştır. Çünkü ön­ceki aşiret toplumlarında görevler asalet unvanına göre dağıtılırdı. Mekke'de kamu görevi yapacak olanlar Kureyş kabilesinden olmak zorun­daydı. Kamu görevi yapmak için bir toplumda asalet unvanına önem ve­rilmesi o toplumun ilkel, aşiret toplumu özelliği taşıdığını gösterr.

Yüce Allah emanetin ehline verilmesini emretmekle, asalet unvanı ölçüsünü kaldırmış yerine ehil olma ölçüsünü koymuştur. Bu emriyle Al­lah bilgi ve beceriyi öne çıkartmış ve buna uyulmasını hükme bağlamıştır. Hz. Peygamber bu uygulamayı Zeyd b. Hârise'yi Mûte Savaşı'na ordu ku­mandanı atamakla tatbik etmiştir. Bilindiği gibi Zeyd kölelikten azat ol­muş bir insandı. Onun bu durumu ordu kumandam olarak atanmasına en­gel olmamıştır.

Yüce Allah peygamberlik unvanını ehil olana vermek için seçim yaptığını söylemektedir (Âl-i İmrân 3/33). Demek ki emaneti ehline vermek hem Allah'ın sünneti hem de insanlara olan emridir. Modern toplum ola­bilmek için hangi çağda yaşandığı önemli değildir, önemli olan görevlerin hangi ölçüye göre dağıtıldığıdır. Kamu görevlerinde akrabacılık, partici­lik, tarikatçılık, mezhepçilik gibi ölçüler veya anlayışlar rol oynuyorsa, o toplum ilkellikten kurtulamamış demektir.

Artık çağımızda ileri toplum olmanın özellikleri arasında, bir ema­net olan siyasî, idarî ve ekonomideki görevlerin, bilgi ve becerilere göre sahiplerine verilmesi gerektiği bilinmelidir. Bilgi, beceri ve kabiliyetin dışında bu görevler için ölçü koymak, toplumu geri götürmek, ileri gitme­sini engellemek anlamına gelir. "Emaneti ehline vermek" bilene, becerene ve yetenekli olana işi yaptırmak anlamına geldiğinden hareketle diyebili­riz ki, bir görev için ehil olanı arayan, bulan ve bu konuda başka ölçü kullanmayanlar, Allah'ın emrini yerine getirdiği için O'na ibadet etmiş olmaktadırlar.

Öğretim eğitim faaliyetleri bu kabil görevlere ehil olanları yetiştir­mek içindir. Bunu yerine getirdiğinde eğitim toplumsal görevinin bir bölümünü yapmış olur. Eğitimin sosyal görevlerinden biri de "eleme" gö­revidir. Kabiliyetli, yetenekli ve çalışanı tesbit edip eğitmek, toplumdaki görevler için hazırlamak eğitimin en önemli sosyal görevleri arasında yer almaktadır. Ehil olanı eğitimsiz ve imtihansız tesbit etmek mümkün de­ğildir. Çünkü ehil olmanın bir kabiliyet ve yetenek boyutu, bir de bilgi boyutu vardır.

Yüce Allah'ın insanları murâkebe ettiği en önemli yönlerden biri, yarattığı üstün zekâlı ve dâhi beyinleri nasıl değerlendirdikleri ve işlerini ehil olana teslim edip etmedikleridir. Allah'ın yarattığı dehâyı görmezden gelip ihmal etmek, onu haset ederek devre dışı bırakmak, emanet olan top­lum işlerini ehil olmayanlara vermek, Allah'ın emanetine ihanetten başka bir şey değildir.

İnsana zekâ bir emanettir, bu emaneti ihmal eden toplumların gele­ceğini Allah karartır. Bu konudaki ihmal ve çekememezlikler toplumların geleceğini yok etmekte, karartmakta ve böylece büyük bir ihanete sebep olmaktadır.

d) Nisa sûresinin 58. âyetindeki emanet kavramını ferdî ve sosyal haklar mânasına da almak mümkündür. Bu haklar kavramını bütün in­sanlık için düşünebileceğimiz her çeşit hakka yaymamıza bir engel yok­tur. Meselâ çocuklar hem anne babalara hem de devlete emanettir. Bu emanetin iyi yetiştirilmesi onun hakkıdır. Bu hak yerine getirildiğinde emanete riayet edilmiş demektir. Yaşlanmış anne babalar çocuklara ve topluma emanettirler, onların bakımı yapıldığında emanet yerine getiril­miş olur. Yine yetimler yakınlarına ve topluma emanettirler, onların hak­ları yerine geldiğinde emanet yerini bulmuş olur.

Devletin siyaseti, eğitimin düzeni, ferdî ve toplumsal hakların say­gınlığı gibi emanetlerin ehline teslim edilmesi şeklinde nizama bağlan­ması, dünyevî ve manevî problemlerin en aza inmesini temin edecektir. Akıl denen emanetin hakkı onu çalıştırmak, gidebileceği ufuklara kadar serbest bırakmaktır. Aklını çalıştırmayanı, Allah Ahzâb sûresinin 72. âye­tinde zalim ve cahil ilân ederken; Yûnus sûresinin 100. âyetinde murdar olduğunu söylemektedir. Sadece akıl denen emaneti çalıştırarak insanlık­tan zulmü, cehaleti ve murdarlığı kaldıracağımıza göre, diğer emanetlere riayet etmekle insanlığın ne kadar olgunlaşacağım kestirmek çok zor ol­mayacaktır.

Âyet siyasîleri, eğitimcileri, aileleri, işverenleri muhatap almakta­dır. Emanete sahip olan bütün insanlar, yani aklı başında olan herkes de bu emrin kapsamına girmektedir. Yüce Allah toplumsal mutluluğu ve âhirette firdevs cennetini getiren eylemler arasında emanetleri yerine getirmeyi de saymaktadır: Yinc onlar ki, emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler (Mü'minûn 23/8). Demek ki mutluluğa ve cennete giden yolun önemli kilometre taşlanndan biri de emaneti yerine getir­mektik.

Enfâl sûresinin 27. âyetinde Allah'a ve Peygamberi'ne ihanetle, emanete ihanet yan yana zikredilmektedir: "Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e ihanet etmeyiniz; bile bile kendi emanetlerinize ihanet etmiş olursunuz." Bu âyete göre ilâhî vahiy ve Hz. Peygamber'in uygulamaları bize emanettir. Bunlara karşı gelmek veya gereği gibi uygulamamak bile bile kendi emanetlerimize ihanet etmektir.

2. İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman  adaletle  hükmetmenizi emreder.  Emanet  "başkasının hakkını ödemek veya vermek" olduğu halde, "adaletle hükmetmek, birinin diğeri üzerinde olan hakkım sahibine vermek"ten ibarettir. Yüce Allah önce ema­neti, sonra da adaletle hükmetmeyi emretmiştir. İnsan haklarını yerine getir­me konusunda öncelik kişinin kendine aittir. Başkasının hakkı ödendikten sonra, başkalarının hakkı konusunda hükmetme yetkisine sahip olunabilir. Kişinin kendinden başlayarak topluma uzanması, kendine tatbik ettikten sonra başkasına emretmesi esas alınmaktadır. Bu durum Bakara sûresinin 44. âyetinde açıklanmıştır. Demek ki Nisa sûresinin 58. âyetinde hem ki­taba uygun hem de akla uygun bir hüküm sırası yer almaktadır.

Yüce Allah adaletle emretmenin önemini diğer âyetlerde de ele al­mıştır. Nahl sûresinin 90. âyetinde "Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, ak­rabaya yardım etmeyi emreder." buyurmaktadır. Sâd sûresinin 26. âyetin­de de Dâvûd peygambere: "Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet!" buyurmaktadır. Nisa sûresi­nin 135. âyetinde, "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz!" em­rini vermektedir.

Adaletle hükmetmek geniş bir hukuk kültürü, ahlâk ve objektiflik isteyen zor bir iş olduğu kadar, önemli bir ibadettir de. Yukarıdaki âyetler­de emri veren Allah olduğuna göre O'nun emrini yerine getirmenin bir ibadet olduğunda şüphe yoktur. Hakkı haklı olana teslim etmek toplumlar için de yüce bir erdemdir.

3.  Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. "İnsan­lar arasında adaletle hükmediniz" emrini, Allah âyetin bu kısmında güzel bir öğüt olarak nitelendirmektedir. Nahl sûresinin 90. âyetinin sonu da, "O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" ifadesiyle bitmektedir.

4. Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür âyetinin son kısmı da, emanetin ehline verilip verilmediğinin, insanlar arasında adaletle hükmedilip edilmediğinin kontrolünü gündeme getirmektedir. İşit­me ve görme eylemleri, âyetin birinci ve ikinci bölümlerde yer alan emir­lerle alâkalı sıfatlardır.

Netice olarak diyebiliriz ki Allah toplumları ve özellikle devleti ayakta tutan iki önemli direğin neler olduğunu bu âyette gündeme taşı­maktadır. Emanet denen kamu görevlerinin ehline verilmesi, insanlar ara­sında adaletle hükmedilmesi, insanlığı ayakta tutan erdemlerdir. [86]

 

İtaat Edilecek Kimseler:

 

59. Ey imân edenler! AlIah'a, Peygamber'e ve aranızdan siyasî erkin etttciitet editdiğî kimsekre itaat ediniz ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Pevgambere götürünüz, eğer Allah’a ve peygambere götürünüz, eğer Allan’a ve ahiret günüe inanıyorsanız. Bu hem hayırlı  hem de netice bakımından daha güzeldir.

1. Kur'an'da pek çok âyette itaat emri Allah'a ve Peygamber'e olma­sına rağmen burada üçüncü bir müessese eklenmektedir. Ara­nızdan siyasî erkin emanet edildiği kimselere ya da "sizden olan emir sahiplerine." Âyette otoritenin yukarıdan aşağıya doğru indiğine şahit oluyoruz. Allah ve Peygamber'e itaat hem siyasî hem de dinî boyutları içine aldığı halde, emir sahiplerine itaat sadece siyasî otoriyetiyi ifade et­mektedir.

minküm ifadesini "sizden" mi yoksa "aranızdan" mı şeklinde mânalandıracağız? "Aranızdan" mânasını verirsek, 58. âyetteki emaneti ehline vermeye bağlamak mümkün olacaktır. Aranızdan siyasî erkin ema­net edildiği kimseye demektir. Çünkü devleti idare edecek olan kişiye tes­lim edilen bu emanete halkın, yani iman edenlerin itaat edip o emaneti ko­rumaları, ona saygı göstermeleri gerekir.

"Sizden" ifadesinin içine müslüman olma şartı girmektedir. Zaten âyetin başındaki hitabın müslümanlara olduğu bellidir. Müslümanlar siya­sî erki yürütebilecek, bu emaneti alma ehliyetinde olacak insanları yetiş­tirmek zorundadırlar. Bu düzeyde insanı yetiştiremeyenler, başkalarının liderliğine boyun eğmek mecburiyetinde kalırlar.

"Müminlerden olmayan idarecilere itaat etmek dinen vacip kılınma­mıştır. Bu hususta itaat değil varsa bir anlaşmaya riayet etmek söz konusu olur. Fakat itaat etmenin vacip olmamasından mutlaka isyan etmenin ge­rekli olduğu anlaşılmaz. İtaatin vacip olmaması isyan etmenin vacip olma­sını gerektirmeyeceğinden itaat mecburiyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. İsyan hakkı başka, isyan etme vazifesi yine başkadır"[87].

Elmalılı Muhammed Hamdi bu açıklamasıyla iki hususa ışık tut­maktadır: Birincisi itaat kavramının karşıtı isyan olmaması, ikincisi idare­cileri müslüman olmayan ülkelerde yaşayan müminlerin nasıl davrana­cakları meselesi. Çünkü müslüman olmayan ülkedeki devlet başkanı ya da idareciler zalim olmayabilirler; bunun tam aksine müslüman ülkesindeki idareciler zalim olabilirler. Meseleye açıklık getirebilmek için idarede ki­me itaat edilmeyeceği sorusuna cevap bulmak gerekir.

Şuarâ sûresinin 151-152. âyetleri bu soruna açıklık getirmektedir: "Ölçüyü aşanların emrine uymayınız. Ölçüyü aşanlar ki, yeryüzünde dü­zen ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yaparlar." Bu âyet kimlere itaat edilmeyeceğini belirlemektedir. Bunların arasına "mümin" olma şar­tı konmamıştır. Özelliklerin ekseni "ölçüyü aşmak, israfa gitmek" anlamına gelen müsriftir. Müsrif kelimesi "israfa giden" demektir. İlk ba­kışta israf ekonomik bir kavram olarak görülecektir. Ancak bu kavramın açıklamasını 152. âyet vermektedir: "Yeryüzünde bozgunculuk yapan", "dirlik düzenlik vermeyeiTlerdir. Aslında 152. âyetin başında yeryüzünde fesat çıkaranlar şeklindeki sıfat belirleyici ya da açıklayıcı kelime, fesat ile dirlik düzenlik vermemeyi müsrifin bir açıklaması haline getirmektedir. Toplumda aşın gitmenin, bozgunculuk yapmanın ve dirlik düzenlik bırakmamanın mümini kâfiri olmaz.

Bir devlet başkanı ve onun etrafındakiler mümindir diye fesat çıkar­mayacak, toplumun dirlik düzenliğini bozmayacak ve böylece aşın gitmeyecek diye bir kural yoktur. Tabii ki bu kötü özelliklere, mümin bir devlet başkanı sahip olmamalıdır. Öte yandan mümin olmayan ama bu kötülükleri siyasete bulaştırmayan yabancı bir ülkenin başkanına itaat et­menin de kötü bir yanı yoktur. Sadece mümindir diye, toplumun altını üstüne getiren bir devlet başkanına karşı sessiz kalmanın ve zulmü ka­bullenmenin iyi bir yanı yoktur?

İsrafı, yani siyasî uygulamalarda aşın gitmeyi tanımlarken âyette fesat çıkarma, yani bozgunculuk yapma kavramı geçmiştir. Fesat çıkar­manın siyasî anlamı nedir? Bu sorunun cevabını verebilmek için Kasas sû büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek istiyor (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Ger­çekten o, bozgunculuk yapanlardandı.

Bu âyetin sonundaki müfsid kelimesi "fesat çıkaran" anlamına gelmektedir. Âyetin öncesi de fesat, yani bozgunculuk yapmanın eylem­lerini açıklamaktadır. Toplumdaki halkı ya da ülke halkını parçalara, gruplara ayırarak yüksek sınıf ve aşağı sınıf uygulamalarını getirmek; yukan sınıf halkını tutup, aşağıdakileri ezmek fesattır. Bu bir nevi ülke halkını kastlara bölmektir. Çünkü kast sisteminde aşağıda olanlara hiçbir ferdî ve sosyal hak tanınmamaktadır. Ülke halkım parçalara bölerek kast­lar yaratma olgusu bununla kalmamaktadır. Kastın alt kısmında olanlar hor görülmektedir.

Bu tür siyasî bir uygulamayı gerçekleştirenlere itaat edilmez ve edilmemelidir. Ülkede aşın gitmeyen, büyüklük taslamayan, halkı grupla­ra ayınp birini tutup diğerini ezmeyen ve ülkede banş rüzgân estiren bir devlet başkanına değil, onun siyasetine itaat etmenin farziyetini âyet verinektedir. Zaten "siyasî erk sahipleri" kavramı kişiyi değil uygulanan si­yasetin, yani rejimin kendisi olmaktadır. Çünkü idareciler geçicidir, baki kalan devlet olduğuna göre isyan devlete değil idarecilere olacaktır. Bir ülkenin vatanı, bayrağı, bağımsızlığı onun devlet oluşunu belirler; ama si­yaseti elinde bulunduranlar yukarıda belirlenen hataları yaparlarsa, Kur­an müminlere itaati şart koşmamakta, idarecileri doğru bir çizgiye getirme­nin yolunu aramayı zorunlu kılmaktadır. Çünkü Nisa sûresinin 148. âye­tine göre zulme uğrayanlar seslerini duyuracaklardır. Bu onların tabii hak­kıdır. Zulüm isyan getirir, bunun dışındakileri itaat edilmeye mecbur kılar.

Nisa sûresinin 83. âyetine göre, aralarından emir sahiplerine ifadesi sadece "devleti idare eden, yani siyasî erki ellerinde bulunduranlar" anlamının yanı sıra "aralarından çıkan yetki sahipleri" mâ­nasına da gelmektedir. Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemde, işin mütehas­sısı, o işte yetkili olan anlamını ifade etmektedir. Bu mânayı Nisa sûre­sinin 59. âyetine taşırsak "Allah'a, Peygamber'e ve mütehassıs olanlara itaat ediniz", yani "tâbi olunuz" mânasını vermek gerekir. Ama oradaki esas mâna "siyasî erki elinde bulunduranlar"dır.

2. Tartışılan konu Allah'a ve Resulü'ne götürülmelidir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin ikinci bölümünde, olayların yorumlanması ve hükme bağlanmasında tartışmaların çıkabileceği ve bu tartışmada çö­zümün nerede aranacağı da gündeme getirilmekte ve yol gösterilmektedir.

Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve Resulü'ne götürünüz. Bu, daha iyidir ve so­nuç bakımından daha güzeldir.

Âyetin bu kısmında Allah'a ve âhiret gününe inanmanın önemli bir denemesi yapılmaktadır. Müslümanlar bir konuda tartışıp anlaşmazlığa düştüklerinde başvurdukları makam Allah ve âhiret inançlarını ispat ede­cektir. Doğru bilgiye ulaşmak, problemi kaynağından çözmek ve neticede tartışmayı sona erdirmek iman kadar önemli bir meseledir.

Demek ki çözüme ulaşmamış, üzerinde derin tartışmalar yapılan ko­nulan Kitap ve Sünnet'e götürmek iman kadar ciddidir. Tartışmada insan aklına rehberlik yapacak olan iki kaynak, Allah'ın kitabı ve peygamberin sünnetidir. Onun içindir ki sosyal olgular anlatılırken Haşr sûresinin 2. âyetinde Ey akıl sahipleri, ibret alınız! denmektedir. Sosyal olgulardan çözümler çıkarmak, benzer olayların yorumunu yaparak neticeye bağlamak anlamına gelmektedir.

Nisa sûresinin 83. âyetinde tartışılan konunun bir de uzmanlarına sorulması istenmektedir. Çünkü konunun uzmanları, bilgileri, tecrübeleri, basiretleri ve iyi niyetleriyle çıkarımlar yaparak hüküm verebilirler. Böy­lece her iki âyeti birleştirirsek tartışmayı Kitap ve Sünnet'e, uzman kişile­re götürüp çözüm elde etme zorunluluğu ortaya çıkar. Allah'a ve âhiret gü­nüne imanmanın eşit olarak görüldüğü bu davranış biçimi nedir? Sorunun cevabını âyetin son kısmı vermektedir: Daha iyi ve sonuç itibariyle daha güzeldir. Yüce Allah burada "daha iyi" ve "daha güzel" değer yargılarını kullanmaktadır. İyi ve güzel ifadeleri seviyeli bir iş için kullanılmıştır. Al­lah'a ve âhirete iman eden kişiler, derinlemesine tartıştıkları bir konuyu Allah'ın kitabına ve Peygamber'in sünnetine başvurarak neticeye bağlar­larsa seviyeli bir iş yapmış olurlar. Çünkü Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünneti tarafsız bilgi içerdiğinden, çözümü de tarafsızdır.

İyi ifadesi davranışlarla ilgili bir değer yargısı olduğu halde; güzel, sanatsal bir değer yargısıdır. Tartışma anında Allah'a ve Peygamberi'ne gitmek ahlâkî bir değer taşıdığından "iyi"; neticeye ulaşınca da sanatsal bir değer olan "güzel" ortaya çıkmaktadır. Böylece Allah ahlâkî değerle sanatsal değeri bir araya getirerek bunu gerçekleştirenleri yüceltmekte, Kur'an da sosyal olayların yorumunda, onlar üzerinde hüküm yürütürken "daha iyi" ile "güzel"i aramakta olduğunu ortaya koymaktadır. [88]

 

Tâğut-Mahkeme İlişkisi:

 

60. Sana indirilene ve senden önce inderilenlere inan­dıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğutu inkâr etmeleri ken­dilerine emrolunduğu halde. Tâğutun önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Haîuuki şeytan uiıian büsbütün saptırmak istiyor.

Müfessirler, özellikle de Râzî, eksen konusu münafık olan iniş se­beplerine yer vermektedirler. Ancak Allah'ın Hz. Muhammed'e ve ondan önceki kitaplara inandıklarını iddia edenlerin, şeytanî fikirlerin kaynağı olan tâğutun önünde tartışmaları, onun hükmüne müracaat etmeleri bu âyetin iniş sebebi olduğu âyetin kendisinden belli olmaktadır. Demek ki âyet kendi kendine iniş sebebini açıklamaktadır.

Âyetin analizine geçmeden önce bir önceki âyetle olan ilişkisini görmek gerekir. 59. âyet Allah'a ve âhiret gününe inanan insanların tartış­malarında başvuracaktan nihaî bilgi kaynağına ve hakeme işaret etmiş, daha iyi ve daha güzel neticenin ve davranışın nerede olduğuna dikkat çekmişti. Ondan önce de itaat silsilesini açıklamıştı. 60. âyette ise bunun muhtemel ters davranışını gündeme taşımaktadır. Bunlardan sonra âyetin açıklamasına geçebiliriz:

1. Sana ve senden ön-ce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Hz. Peygamber döneminde müslüman olan ama gönüllerinden mümin olmayan, yani ima­nın kalplerine inmediği bazı insanlar vardı. Genelikle bunların müslüman olan yahudilerden bir kısmı olduğu ifade edilse de, bize göre burada bu ki­şilerin iman etmedikleri halde iman ettiklerini zannetmiş olmaları ön plan­dadır. Çünkü âyet bu çizgiye çekildiğinde evrensel boyutu ortaya çıkmış olacaktır. Tarihî bir başlangıç noktasını kabul etmekle beraber, her çağda böyle insanların geleceği gerçeğinden hareketle âyete bakmanın zorunlu­luğu vardır. Âyetin bu kısmında yez'umûne kelimesi geçmektedir.

"İddia etmek, söylemek, cüret etmek, ilân etmek, inanmak, addetmek, saymak, reis olarak işe başlamak, lider olmak, bir grup askere kumanda etmek"; zâim kalıbından alınınca "lider, reis, elebaşı, fesatbaşı, albay, general, kefil" mânalarına gelmektedir.

 

Zu’m Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Tehdit etmek. "Yahut, tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe" (Isrâ 17/92) buyururken Allah'ın, "iddia etmek" anlamında kul­landığı bu kelimeye, Muhammed Esed "tehdit etmek" mânası vermiştir ki,, âyetin muhtevasına bu mânayı vermek daha uygun düşmektedir.

2) Sanmak. "Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, teker teker bize geleceksiniz ve size (dünyada) verdiğimiz şeyleri arkanızda bıraka­caksınız. Yaratılışınızda ortaklanınız sandığınız şefaatçilerinizi de yanı­nızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir" (En'âm 6/94). Âyette Allah'a eş koşan insanlann zihin eylemini ifade etmek için "sanmak" kelimesi kullanılmaktadır ki, Kehf sûresinin 48. âyetinde olduğu gibi "zannetmek" anlamına gelmekte­dir. Aslı olmayan, yalan, uydurma ve yalan olan bir inanç biçimini göste­ren bir fiildir.

3) Hayal etmek. "De ki, Allah'ı bırakıp da hayal ettiğiniz (tanrılara) yalvannız. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler, ne de değiştirebilirler" (İsrâ 17/56). İnsanlann bazılan hayalî tannlar uydururlar; uydurdukları o hayalî tanrılarına taparlar. Allah hayalî tannlanna yalvar­malarını söylemektedir.

4) İleri sürmek. "Bir gün onlann hepsini derleyip toplayacak, sonra müşrik olanlara: Hani sizin ileri sürdüğünüz ortaklannız diyeceğiz." (En­am 6/22). Buradaki "ileri sürme" tanrılık atfetmek mânasını ifade etmekte-dir.

5) Kefil. Zeame kelimesinin zâim kalıbı "kefil" anlamına gelmekte­dir: "Kralın kupasını kaybettik diye karşılık verdiler. Onu kim bulursa (ödül olarak) kendisine bir deve yükü (zahire) verilecek! Buna ben kefilim diye ekledi."

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette za'm kelimesi "yalan söz"ü ifade etmektedir. Yüce Allah münafıklann Hz. Peygamber'e ve ondan ön­ceki peygamberlere indirilenlere inandıklarının yalan olduğunu burada ortaya koymaktadır. Münafıklann yalan olarak ileri sürdükleri vahye ait inançla­rı, aslında evrensel bir iman olmaktadır. Bu iman Bakara sûresinin 2-4. âyetlerinde müttakilerin imanı olarak takdim edilmektedir. Onların bu şe­kildeki imanlannm sahte olduğu nereden anlaşılacaktır? Eğer onlar Hz. Peygamber'e indirilenle daha önce indirilenlere gerçekten inansalardı, tartış­malarını Allah'a ve Resulü'ne sunmalan gerekirdi; yani Kitap ve Sünnet1 e giderlerdi. İmanlannm neden sahte olduğunu âyetin devamı vermektedir.

2. Tâğutu inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek is­tiyorlar. Buradaki tâğut "şeytanî güçler" anlamına gelir. Ama bu şeytanî güç hem cinlerden hem de insanlardan meydana gelmektedir. İnsana ves­vese veren, doğrudan uzaklaştıran ne varsa bunu tâğut yapmaktadır. Hal­buki Bakara sûresinin 256. âyetinde tâğutu inkâr etmeden gerçek iman edilemeyeceğine işaret edilmişti. Nahl sûresinin 36. âyetinde, "Andolsun ki biz, Allah'a kulluk ediniz ve tâğuttan sakınınız diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik..." buyurulurken, geçmiş nesillere bir uyarıda bulunulduğunu işaret edilmektedir.

Münafıkların Allah'a, Peygamber'e ve meselenin uzmanına teslim olma yerine (Nisa 4/59); şeytanî güçlerin oluşturduğu tâğuta teslim olma is­teğinde bulunmaları, onların sahte imana sahip olduklarının delili sayıl­maktadır. Tâğutun önünde muhâkemeleşmek şeytanî fikirleri insanlara aşılamaya çalışan insanın önünde fikirlerinin doğru veya yanlışını aramak anlamına gelmektedir.

3. Halbuki şeytan onları büsbütün sap­tırmak istiyor. Âyetin bu kısmında geçen "şeytan" ile ikinci bölümde geçen "tâğut" aslında aynı şeyi ifade etmektedir. Hakkı tanımayan, sapan, saptı­ran her insan veya güce tâğut dendiğinden, şeytan da aynı işi yaptığından bu ismi almaktadır. Başka bir ifade ile, aynı görevi yapmaları sebebiyle tâğuta şeytan, şeytana tâğut denmektedir.

Şeytanın muradı insanları uzak bir sapıklığa, yani bir daha doğru yola gelme imkânı olmayacak şekilde yoldan çıkarmaya yönelik olduğu halde bunu yapmış olmaları ne denli ikili oynadıklarını göstermektedir. "Bu âyete neden yer verilmiştir" sorusunun cevabını vermek zorundayız. 59. âyette müslümanın fikir tartışmalarında hakem olarak kime başvura­cakları hükme bağlanırken; burada da bunun aksini yapanlar açıklanmak­tadır.

İyi ve güzelin nerede olduğunun ifade edilmesinin yanısıra, daha sapık olan şeylerin nasıl üretildiği ve insanların nasıl yoldan çıktıkları da anlatı­larak bir bilinç oluşuturmaya çalışılmaktadır. Çünkü eğitim sadece iyiyi, güzeli, olması gerekeni değil, kötüyü, çirkini, olmaması gerekenleri de konu edinir.

Sözle davranıştan birbirini tutmayan ve bu sebeple şeytanı hakem tayin edenlerin durumuyla en iyiye ve güzele koşanların farkı ortaya kon­maktadır. Madem ki her şey zıddıyla anlaşılacak, anlatılacak ve bilinecek­tir; öyleyse zıtlann ortaya konması gerekirdi. Diğer taraftan her inanan veya inanıyorum diyen insanlara güvenilemeyeceğine de işaret edilmekte­dir. İmanın doğruluğu eylemle ortaya çıkar. "Hz. Peygamber'e indirilene ondan önce indirilenlere inanıyorum" dediği halde, tâğuta fikir danışan kim­selere güvenilebilir mi? [89]

 

Münafıklarla Özellikleri:

 

61. Onlara, Allah'ın indirdiğine ve resulüne geliniz de­nildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını gö­rürsün.

Aralarında ilmî veya hukukî mânada tartışan insanlar Allah'ın indir­diği kitaba ve peygamberine davet edildiklerinde, yüz çeviriyorlarsa onla­rın imanı sahte demektir. Bazan insanlar ilmî mânada doğruya, ahlâkî ba­kımdan iyiye ve hukuk bakımından hakka gitmekte zorlanırlar. Doğru, iyi ve hak olandan kendi arzularını ayırt etmekte güçlük çekerler. Bu güçlü­ğün üstesinden gelemediklerinde şeytanî güçlere, yani tâğutun isteklerine boyun eğerler. Çünkü nefsî arzuların kolaylığından doğrunun, iyinin ve hakkın yolunun çileli ve zor olmasından bu güçlere boyun eğerler. Tâğu­tun yolu ve çağırışının onlara, Kur'an'ın ve Peygamber'in yolundan ve çağ­rısından daha kolay gelmesi nefislerinin arzularından kaynaklanmaktadır.

Âyetin birinci bölümündeki "çağrı" ve bu çağrıya karşı takınılacak tavır onların imanlarının derecesini belirleyecektir. Nisa sûresinin 65. âyeti buna işaret etmektedir: "Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan an­laşmazlık hususunda seni hakem kılıp sanra da verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kubullenmedikçe iman etmiş olmazlar." Böyle bir çağrıya karşı, kaçışla olumsuz tepki gösterenlerin mü­nafık olduğu ortaya çıkmaktadır. Münafıklık psikolojisi Kur'an ve Peygamber'den kaçış şeklinde davranışlara yansımaktadır. Kendi arzularıyla ilâhî öğretilerin çatıştığı durumlarda, bu öğretilerden uzak dururlar. Bu uzak duruş peygamberden kaçış şeklinde tezahür etmektedir. Tabiiki bu tür davranış sadece Hz. Peygamber dönemindeki münafıkları içine alma­maktadır. Kıyamete kadar gelecek olan insanların arasında bu tepkiyi ve­renler hep olacaktır. [90]

 

Yalan Yere Yemin Etmek:

 

62. Elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felâket gelince hemen, "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulma iste­dik" diye yemin ederek sana nasıl gelirler!

1. Tâğuta danışmaları, Allah'ın indirdiğine ve peygambere çağrıl­dıklarında uzaklaşmaları, işledikleri önemli günahlar arasında yer almak­tadır. Bu günahları onların başına bazı belâlar getirmiştir. Bu musibetler nelerdir? Sorunun cevabını Tevbe sûresinin 83. âyetiyle verebiliriz: "Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürür de (başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için, senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız, asla savaşmayacaksınız..."

Sorulan sorunun diğer bir cevabı da Ahzâb sûresinin 60-61. âyetle­ridir: "Andolsun ki, ikiyüzlüler (münafıklar), kalplerinde hastalık bulunan­lar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ede­riz. Sonra orada, senin yanında az bir zaman kalabilirler. Hepsi de lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." Hz. Peygamber'in onlan kovması, onlarla savaşa çıkmaması, lanetlenme­leri ve öldürülmeleri onlann başına gelen önemli musibetlerdir. Bu musi­betlerin yanında başkalarının olduğu da bir gerçektir. Tâğuta danışmaları, Kur'an'a ve Peygamber'e gelmemeleri, onların yanlış yapmalarına sebep olmuş ve bu yanlışları onlara musibet olarak dönmüş de olabilir. Âyeti bu bağlamda ele alınca söz konusu neticeye ulaşmak uzak bir ihtimal değil­dir. Âyetin bu kısmından bir genelleme yapabiliriz: İnsanların veya top­lumların başına gelen belâlar kendi yaptıklarının neticesi ve karşılığıdır. Musibetler Allah'a atfedilemez; çünkü O, daima kullan için iyiliği murat etmektedir.

2. Hemen 'Biz, yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik1 diye yemin ederek sana gelirler. Baş­larından kötü tecrübe geçince ikili oyunlarına başvurarak, daha önce çağı­rıp da gelmedikleri Hz. Peygamber'e koşarlar. Tâğuta başvurmalarının sebebini, sadece iyilik istediklerine ve arayı bulmak için yaptıklarına bağ­larlar. Tabii ki iyilik ve arayı bulmak için yemin etmeleri yalandan öteye gidememektedir. Demek ki münafıklar bile iyinin ve kaynaşma gibi de­ğerlerin farkındadırlar ama bu değerler onların arzularıyla çatıştığı için onlardan daima kaçmaktadırlar. Bu bilgi akıldan gönüle ve oradan davra­nışlara yansımadıkça insanlar şahsiyet parçalamasından kurtulamayacak­lardır. [91]

 

Etkili Söz Söylemek:

 

63. Ama Allah onların kalplerindeki her şeyi bilir; o halde onları kendi hallerinde bırak; kendilerine öğüt ver ve onlara kendileri hakkında etkili söz söyle!

Hz. Peygamber'i terkederek çeşitli olaylar konusunda tâğutla ileti­şim kurmaları ve bu iletişimin sahte amacının "iyilik" ve "uzlaşma" oldu­ğu konusunda yemin etmeleri karşısında Hz. Peygamber'in tutumunun ne olması gerektiği 63. âyette belirlenmektedir.

1. Allah'ı kandıramazlar. Yüce Allah münafıkların kalplerindekini, yani amaçlarını bildiğini söyleyerek, onlarla kurulacak ilişkiyi ve iletişi­mi kendisinin belirleyeceğini gündeme getirmektedir. Kalplerdekini sade­ce Allah'ın bilebileceği konusunda vurgulama vardır. Münafıkların sözle­riyle gönülleri birbirini tutmadığından, sözlerine ve davranışlarına bakarak kalplerindeki niyet ve amacı bilmek mümkün değildir. Âyette, Onlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kimselerdir ifadesine yer verilmesinin amacı bu açıklamayı yapmaktır.

2. Onlarla ilişki nasıl olacaktır? Kalpleri en iyi bilen Allah olduğu için, gizlenen amaçlara göre nasıl ilişki kurulacağını da O tesbit etmekte­dir.

a) Yalan söyleyen ve alan yere yemin eden münafıklara aldırış etmemek gerekiyor. Onları kendi hallerine bırak! Yüce Allah on­larla çatışma sürecini başlatmak istemiyor ve yalan yere yemin edenleri, kalp­leriyle davranışları farklı olanları, bu durumlarıyla başbaşa bırakmanın en doğru yol olacağına işaret ediyor. "Onları kendi hallerinde bırak!" emrinin bir anlamı, yemin edip iyilik yapmayı ve arayı bulmayı istemeleri konu­sundaki özürlerini kabul etme demektir. Onların getirdikleri bu sahte açık­lamayı kabullenmek, aldanmak anlamına gelecektir. Diğer anlamı da on­ların bu sahtekârlıklarını yüzlerine vurma ve kalplerindekini deşifre etme, çünkü bu onların düşmanlıklarını artırabilir.

b) Onlara öğüt ver! Yalanlarına aldırış etmeyip kendi halle­rine bırakmanın amacı, onları verilecek öğüde hazırlamaktır. Çatışma sü­recini başlatmış olsaydı, öğüdünü dinletme imkânını bulamazdı. "Bana niye gelmediniz?" "Niye tâğuta gittiniz?" "Niçin yalan yere yemin edip esas niyetinizi gizliyorsunuz?" gibi sorularla müdahale etseydi öğüt verme fır­satını bulamazdı. Böylece yanlışlarını ve münafıklıklarını yüzlerine vurma­dan iyiyi ve güzeli onlara anlatmanın daha doğru bir yol olacağı vurgulan­maktadır.             

c) Onlara kendileri hakkında tesirli söz söy­le! Münafıklarla iletişimin ilk basamağını öğüt teşkil ederken, ikinci basa­mağını da gönüle işleyecek nitelikte etkili söz oluşturmaktadır. Sözlü ile­tişimle Allah onlara karşı etkili olunmasını, vicdanlanna inilmesini ve ruhlarından yakalanmalarını emretmektedir. Böylece münafıklarla ilişki kurulurken, hangi iletişim şeklinin deneneceğine de açıklık getirilmekte­dir. Gönüle kadar işleyecek sözlü bir iletişimin kullanılması öngörülmek­tedir ki öğüdün sağladığı manevî ilâç gönülden hasta olan münafığın kal­bine ulaşabilsin. Âyette yer alan : kendileri hakkında ifadesi, "iç âlemleri hakkında" tarzında mânalandınlabilir. Çünkü münafıkların zoru gönüllerinden olduğu için, oraya nüfuz edecek kadar etkili konuşma yap­manın önemi ortaya konmaktadır.

Âyetteki "kendileri hakkında" ifadesine, "onlarla baş başa konuş" mânasını da verebiliriz. "Münafıklarla milletin huzurunda, başkalarının ya­nında değil de baş başa konuş" demektir. Kalbinden hasta olana hastalı­ğım başkalarının yanında değil de yalnızken söylemek, eğitim metodu açısından da uygun bir davranıştır.

Zemahşerî'ye göre "beliğ söz" kalplerine etkili olacak olan sözdür. İnançsız olan insanı dine döndürmek, ona tevhid inancını kabul ettirmek, münafığı yola getirmekten daha kolaydır. Onun içindir ki, Allah onların kalplerine işleyecek ve derinden etkileyecek söz söylemenin zorunlu ol­duğuna işaret etmektedir. Münafığın psikolojisinde, kulaklarıyla gönülleri arasında dağlar gibi manevî engeller vardır. Bu taştan meydana gelen en­gelleri delip kalplerine ulaşmak için çok etkili, taşlan eritecek nitelikte sözlerin olması zorunludur. [92]

 

Başkaları İçin İstiğfar Etmek:

 

64. Zira biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle ken­disine tâbi olunsun diye göndermişizdir. Eğer onlar, kendi kendilerine zulmettikten sonra, sana gelip Allah'tan bağışlan­ma dtteselerdi; peygamber de onların bağışlanması için dua etseydi; Allah'ın tövbeleri kabul edici ve merhamet edici oldu­ğunu tereddütsüz görürlerdi.

a) Bu âyetin ilk bölümünün Nisa sûresinin 59. âyetiyle bağlantılı ol­duğu anlaşılmaktadır. Orada peygambere itaati farz kılan Allah, burada peygamberleri itaat edilsin diye gönderdiğini ifade etmektedir. 59. âyet­teki emirle, 64. âyetteki istisna kalıbındaki cümle aynı öneme sahiptirler. 59. âyette bütün peygamberlerin itaat için gönderildiğine de dikkat çekil­mektedir. Peygamberlere itaatin Allah'ın izniyle olacağını hatırlatan âyet­le, itaate başka bir boyut kazandırılmaktadır. Râzî'nin açıklaması şöyledir: "Biz her peygamberi, ancak bizim yardım ve başarılı kılmamızla kendisi­ne itaat olunsun diye gönderdik." Râzî izin ifadesini "yardım ve başarılı kılma" mânasına almıştır.

Nisa sûresinin 61. âyetinde Hz. Peygamber'den uzaklaşmalarının yanlış olduğu anlatılırken, peygamberlere karşı esas görevin itaat olduğu-lesi gerçeği ortaya çıkmaktadır. Peygamber'den uzaklaşmak ita-jlüşmektedir. Diğer taraftan 60. âyette, tâğuta başvurup manın peygambere itaate uymadığı görülmektedir. Pey-münakaşa anında ona  indirilene başvurmak, sırtını dönmemek, ona karşı ikili oynamamakla ger­çekleştirilebilir.

b) Başkası için istiğfar edilebilir. Yorumu yapılan âyetin ikinci bö­lümünde, hatadan sonra hemen istiğfar etme ve başkasının adına af dileme konulan ele alınmaktadır: "Eğer onlar kendi kendilerine zulmettikten son­ra, sana gelip Allah'tan bağışlanmalarını dileselerdi, Peygamber de onla­rın bağışlanması için dua etseydi" ifadesinden anlıyoruz ki, bir müslüman başkası için Allah'tan af dileyebilir. "Kendi kendilerine zulmetme ifade­sini ilk kullanan Hz. Âdem (A'râf 7/23), Hz. Musa (Kasas 28/16) ve Belkıs (Nemi 27/44) olmuştu. Kur'an'm pek çok âyetinde, işlenen bazı günahlar, insanlann kendi kendilerine zulmettikleri şeklinde nitelendirilmektedir.

İnsan için âdil olan, iyiyi, güzeli ve doğruyu eyleme dönüştürmek­tir; ama insan günah işleyince kendine yakışmayan şeyi yaptığından zulmetmiş olur. Adalet "bir şeyi yerli yerine koymak" olduğuna göre; zu­lüm de "bir şeyi yerli yerine koymamak"tır. İnsan için adalet kendine ya­kışanı yapmaktır. Bu, iyiyi, doğruyu, güzeli üretmek ve hayata geçirmekle olur. İnsan bunlan yerli yerine koymayınca, kendi doğasının hakkını çiğ­nemiş demektir. Bu da âyette insanın kendine zulmü olarak açıklanmakta­dır. Münafıklar 60-63. âyetlerde yaptıkları eylemlerle kendilerine zulmet­mektedirler. Zulüm kavramının içine şu eylemler girmektedir; Hz. Mu-hammed'e ve ondan önce indirilenlere iman ettikleri iddia ettikten sonra tâğutun önünde hüküm aramaları, şeytanın etkisi altında kalmaları, Hz. Muhammed'e indirilene çağrıldıklarında Peygamber'den uzaklaşmaları; yaptıklarından dolayı başlarına gelen belânın ardından ikili oynayarak ye­min edip iyilik ve uyum istediklerini söylemeleri. Bu eylemlerin bir araya gelmesi zulmü meydana getirmektedir.

Münafıkların bu davranışlarından hemen sonra Hz. Peygamber'e gi­dip af dilemeleri gerekiyordu. Âyette "Sana gelip Allah'tan af dileselerdi, yani istiğfar etselerdi, Peygamber de onlar adına Allah'tan af dileseydi" ifadesine bu sebeple yer verilmektedir. Burada münafıkların günahların­dan sonra Allah'a istiğfar etmeleri anlaşılıyor, ancak Hz. Peygamber'in onlar için Allah'a istiğfar etmesinin açıklanması gerekir. Çünkü bir insan başkası için Allah'a istiğfar edip af dileyebilir mi? Bu sorunun cevabını başka âyetlerden de verebiliriz. Öncelikle âyet bunun olabileceğini söyle­mektedir.

Muhammed sûresinin 19. âyeti şöyledir: Bil ki: Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarının bağışlanmasını dile. Şuarâ sûresinin 86. hayetinde Hz. İbrahim müşrik olan babası için şöyle yalvardı: jfy& Babamı da bağışla'. Gafir sûresinin 7. âyetinde me­leklerin inananlar için istiğfar ettiğini görüyoruz. Hz. İbrahim, İbrahim sû­resinin 41. âyetinde şöyle dua etmektedir: "Ey rabbimiz! Hesap günü beni ana babamı ve müminleri bağışla!

Bütün bu âyetlerden anlıyoruz ki, bir mümin başka biri için Allah'a istiğfar edip af dileyebilir. Bu ilkeden hareket edildiğinde Hz. Muham-med'in münafıkların Allah'tan af dilemelerinden sonra, onlar adına Allah'­tan af dileyebileceği beyan edilmektedir.

c) Allah affedici ve merhamet sahibidir. Münafıklar âyetin ikinci bölümünde belirtildiği şekilde, kendilerine zulmettikten hemen sonra Al­lah'a istiğfar edip af dileselerdi elbette Allah'ın tövbeleri kabul edici, mer­hamet sahibi olduğunu anlayacak ve bu sıfatlarını harekete geçireceğini göreceklerdi.[93]

 

Hz. Peygamberi İhtilâflarda Hakem Tayin Etmek:

 

65. Hayır, rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaş­mazlık hususunda-sehi hakem kılıp sonra da yerdiğin hüküm­den içlerinde hiçbir' sıkıntı duymaksızın tam manasıyla kabul-lenmedikçe iman eimlş olmazlar.

Bu âyet de 59. âyetten başlayan konuyu ele almakta ve peygamber­lik müessesesinin yerini belirlemektedir.

a) Din konusunda peygambere danışılır. 59. âyette tartışma halinde çözümsüz kalan konuların Allah'a ve Peygamberi'ne götürülmesi hükme bağlanmıştı. 60. âyette bu hükme ters düşenlerin hareketinin çok tehlikeli olduğu ve bunun münafıklık olacağı belirtilmişti. Konu 65. âyete kadar tartışıldı, çeşitli açılardan bakılarak analizler yapıldı. 65. âyette ise imanla ilişkilendirilmektedir.

b) Allah kendi şanı üzerine yemin ederek, tartışmada peygambere başvurmanın önemini vurgulamaktadır: "Onlar aralarında çıkan mesele­lerde seni hakem yapmadıkça..." Âyetin bu kısmında şecere kelimesi yer almaktadır. Şecere "vâki olmak, meydana gelmek; savaş çıkması, baş­laması; kavga etmek, tartışmak, mücadele etmek" mânalarına geldiği gibi "ağaç, çalı" anlamına da gelmektedir. Neseple beraber kulllanılınca "soy ağacı" anlamı da taşır.

Ağacın dallan ya da çalılıkların iç içe girip karışmasından hare­ketle, insanlann bir konuda birbirine girip tartışmaları, kavga etmelerine intikal eden bir mânası vardır. Kur'an'da sadece bu âyette "tartışma" an­lamında ve fiil kalıbında geçmiştir. Diğer pek çok âyette çeşitli isimlerle "ağaç" mânasında kullanılmaktadır.

Ağaç insanlık için çok önemli bir motiftir. "Biz: 'Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşiniz; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyiniz; sadece şu ağaca yaklaşmayınız. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz' dedik." İşte meyvesi yenen bu ağaç Allah ile Hz. Âdem ve eşi arasında olumsuzluklar meydana getirdi. "Bir kısmınız, diğerine düşman olarak ininiz" hitabına sebep olmuştur. Şeytan ağaç motifini kullanarak aralarına düşmanlığı soktu ve Allah ile ilişkilerini dinamitledi. Onun için şecere kelimesinde "münakaşa, kavga ve savaş çıkarma" yer almıştır. De­mek ki Allah dallan birbirine girmiş ağacın "meyvesinden yemeyiniz, o ağaca yaklaşmayınız" derken "kavgaya yaklaşmayınız" emrini vermişti diyebiliriz. Ağaçtan yiyince yerinden yurdundan oldukları gibi, savaş çı­karan insanlar da birbirlerini yerinden yurdundan etmektedirler.

Yüce Allah insanların arasında bazı meselelerin, ağaç dalları gibi birbirine girmiş, içinden çıkılmaz hale gelebileceğine işaretle, bu gibi du­rumlarda çözüm için Hz. Peygamber'e başvurmaları gerektiğini söylemek­tedir. Bu bir tercih değil ilâhî bir emirdir. Allah bu âyette zorunluluğu imana bağlamıştır, fakat Nûr sûresinin 63. âyetinde "belâ" ve "azab"a bağ­lanmaktadır. "Peygamber'in size yaptığı çağrıyı birbirinize yaptığınız çağ­rılarla bir tutmaktan sakınınız, gerçek şu ki, Allah hissettirmeden aranız­dan ayrılmak isteyenleri biliyor; öyleyse Allah'ın elçisinin emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar."

Hz. Peygamber'in görüşleri, emirleri, hükümleri, insanlann birbir­leriyle tartıştıkları hüküm veya görüşler gibi alınmamalıdır. Çünkü Pey­gamber dinin hayata tatbik edilmesiyle uğraşan ve ilâhî kontrol altında olan bir kişidir. Hz. Peygamser din hakkında konuştuğunda ya da fetva verdiğinde kendi görüşünü değil Allah'ın emrini gündeme getirir. Çünkü kendi görüşünde yanılma ihtimalini kendisi koymaktadır: "Ben de insa­nım, size dininiz hakkında bir şey emredersem onu alınız. Ama kendi gö­rüşümle size bir şey söylersem, ben de bir insanım"[94].

"Ben de bir insanım; insan düşüncesinde hata da edebilir, doğru da olabilir. Ben size 'Allah böyle diyor' demedim ki! Ben asla Allah'ın üstüne yalan atmam"[95]. "Kim kasten uydurduğu yalanı bana atarsa o, ateşteki yerine hazırlansın"[96]. Bu hadislerin ilk ikisinden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber din hakkında kişisel görüşlerini de­ğil ilâhî vahiyle kendisine bildirilenleri söylemekteydi. Kendi görüşünde yanılma ihtimalinin olacağım itiraf etmektedir. Sahâbîler bu durumu bil­diklerinden, bunun kendi görüşü olup olmadığını sorarlardı. Kendi görüşü olduğunu söylediği takdirde, eğer kendileri başka türlü düşünüyorlarsa düşüncelerini açıkça ifade ederlerdi[97].

Bu hadislerden eğitimin şu ilkesini çıkartabiliriz: Din bilginleri fet­va verirken onlara bu fetvanın kendi görüşleri olup olmadığı sorulmalıdır. Eğer onlar bunun kendi düşünceleri değil de Kur'an kaynaklı olduğunu söyler ve ilgili âyeti okurlarsa o zaman doğruluğuna inanılacaktır. Aksi takdirde onların düşüncelerinin hatalı olma ihtimalini her an göz önünde bulundurmak zorunludur. Fetvasının kendi düşüncesi olduğunda, bunu söylemezse hatasını dine mal etmiş olacaktır.

Böyle bir davranış da Peygamber'in sünnetine ters düşecektir. Hz. Peygamber Allah'a yalan iftira etmediği gibi, üçüncü hadiste kendisine atfedilerek yalan fetva uydurulmasını da uygun görmemektedir. Böyle bir iftirayı cehennemde yer hazırlamaya denk bulmaktadır.

Hz. Peygamber'in onların aralanndaki tartışma hususunda hüküm vermesi yeterli değildir, verdiği hükme karşı içlerinde sıkıntı da duyma­ları gerekiyor. Âyetin bu bölümünde geçen £^r harecen kelimesi "öfke ve kinden dişlerini gıcırdatmak", harice kalıbı da, "göğsün daralması" anla­mına gelmektedir. Gözle beraber kullanılınca "gözün fersizleşmesi, ka­maşması"; ahrece kalıbı da "günah işlemek, dara sokmak, yeminini yerine getirmemek"; harrece kalıbı da "yasaklamak, haram kılmak"; teharrece de "günahtan sakınmak" mânalanna gelmektedir.

 

Harece Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Zorluk, güçlük. Mâide sûresinin 6. âyetinde harec kalıbında geç­mekte ve "zorluk" anlamına gelmektedir. Allah size herhangi bir zorluk çıkarmak istemez. Yüce Allah bu kelimeyi in­sanlara yüklediği ibadet görevlerini kullarının yerine getirmelerinde kar­şılaşacaktan olumsuz şartlarda, onlara farklı davranma imkânı tanıyıp, is­teğinin zorluk çıkarmak olmadığını beyan ederken kullanmaktadır. Hac sûresinin 78, Nûr sûresinin 61. âyetinde de aynı anlamı ifade etmektedir.

2) Şüphe. (Bu)' kcndisiV-le insanları uyarman, insanlara öğüt vermen için sana indirilen bir kitap­tır. Artık bu hususta kalbinde bir şüphe olmasın! (A'râf 7/2). Bu âyette de harec kalıbında yer almakta ve müfessirler ona "şüphe" mânâsım vermektedir.

3)  Günah. Kur'an'da "günah ve vebal" anlamında pek çok âyette geçmektedir. Meselâ "Allah ve Resulü için (insanlara) öğüt verdikleri tak­dirde zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur" (Tevbe 9/91) derken Allah günah yerine harec kelimesini kullanmaktadır.

4) Suç. Dünyevî bir eylem için kullanılınca "suç" mânası verilmek­tedir. Allah'ın peygamberine helâl kıldığı şeyde ona herhangi bir suç yoktur. (Ahzâb 33/38). Bunun anlamı Allah'ın helâl kıldığını kulların suç olarak değerlendirmeleri mümkün değildir.

5) Sıkışıklık. En'âm sûresinin 125. âyetinde yoldan çıkan insanların kalbine Allah'ın verdiği hali ifade ederken kullanılmaktadır.

6) Burukluk. Nisa sûresinin 65. âyetinde Hz. Peygamber'in verdiği hükme karşı münafıkların kalben duyduğu burukluğu ifade etmektedir. Kendi vicdanlarında ya da gönüllerinde bir burukluk hissetmedikleri tak­dirde iman etmiş olacaklardır. Bu da yeterli değildir. Tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça da iman etmiş olmayacaklardır.

Yüce Allah münafıkların kesin bir imana sahip olabilmeleri için üç boyutlu şartlar silsilesini gündeme getirmektedir. Bunlardan birincisi hu­kukî boyut: Tartıştıkları bir konuyu Hz. Peygamber'e getirmek, ona danış­mak ve onun hükmünü beklemektir. İkincisi kalbî boyuttur ki, Peygam­ber'in verdiği hükme karşı vicdanında hiç burukluk duymamaktır. Üçün­cüsü de davranışlarıyla tam bir teslimiyet göstermektir. Hukukî, psikolo­jik ve davranış boyutlarıyla münafıklar, Allah'ın istediklerini yerine getir­medikçe iman etmiş olmayacaklardır. Aslında buradaki anlatım sadece ta­rihî bir içerik değil aynı zamanda evrensel bir açılımı ihtiva etmektedir.

Hz. Peygamber'in sünnetine müracaat etmeyen, onun hükümlerini kabul etmeyen ve tam bir teslimiyet göstermeyenler gerçek iman etmiş olamazlar. Eğitim insanları hem gönülden hem de davranışlar itibariyle hazırlamalı, şekillendirmen ve geliştirmelidir. İnsanı içeriden ve dışarı­dan yakalayıp şekillendirirken gereken değişimi de yapmalıdır.

Bunu gerçekleştirebilmek için Hz. Peygamber'in Allah'tan aldığı vahyi yaşanılır hale getirip hayata geçirebilmek üzere verdiği hükümlere tam bir teslimiyet ortamı hazırlamalıdır. "Sünnet" dediğimiz bu hayatta, yaşanılır hale getirme metodu veya yolu, kesinlik taşıdığı durumlarda tam bir bağlayıcılık niteliğine sahip olduğundan kalben ve davranış açısından tam bir teslimiyet gerektirmektedir. Çünkü bu konuda tam bir teslimiyetle Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olacaktır (Nisa 4/80). Bu âyette de aklın boyun eğmesi gündeme getirilmektedir. Nisa sûresinin 65. âyeti hukukî, kalbî ve davranış boyutlarını, Nisa sûresinin 80. âyeti de aklın bo­yutunu ele alarak dört boyutlu bir oluşumla insanı kavramaktadır. [98]

 

Tavsiyeleri Dinlemek ve Uymak:

 

66. Fakat biz onlara "hayatlarınızı feda ediniz" yahut "yurtlarınızı terkediniz" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, ke­sinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı. .

67. Bu durumda biz onlara rahmetimizden büyük bir mükâfat verirdik.

68. Ve onları dosdoğru bir yola yöneltirdik.

Bu âyetler öncekilerle alâkalıdır. "Onlara yazmış olsaydık" ifade-sindeki "onlar" zamiri 60-65. âyetler arasında özellikleri, düşünüş ve dav­ranış biçimleri ele alınan münafıklara gitmektedir. Allah onlara yapabile­ceği ama yapmadığı iki konuyu gündeme getirmektedir.

1. Kendini feda etme ya da yurdunu terketmek. Ayetteki uktülû enfüseküm ifadesini çoğunlukla "Kendinizi öldürünüz" anlamına almışlardır. Ama Muhammed Esed bu emri "Hayatlarınızı feda ediniz" şeklinde tercüme etmiş ve bu tercüme bizim için daha doğrudur. Esed'in verdiği mânanın doğruluğuna âyetin devamı delil olmaktadır. Çünkü âye­tin devamında "Yurtlarınızdan çıkınız" emri yer almaktadır. Bir toplum ya hayatını feda ederek ülkesini kurtarır ya da her şeyi düşmana bırakıp ülke­sini terkeder. Düşmanıyla hayatı pahasına savaşan insanla ülkesini terke-den insan aynı düzeyde değildir.

Yüce Allah hayatını feda etme veya yurdunu terketme emirleriyle onlan imtihan etmediğini, ettiği takdirde başarılı olamayacaklarını açıklamaktadır. Allah onları bir konu etrafında tartıştıklarında imtihan ettiğini daha önceki âyetlerden öğreniyoruz. Münafıklar inkâr etmeleri istenen tâ-ğuta sorunlarını götürdikleri halde Hz. Peygamber'e iletmemişlerdir.

2. Çok azı bunu yapardı. "Hayatını feda etmek", yahut "ül­kesini terketmek" gibi ağır emirlerle karşılaşan münafıkların, çok azının bu yükümlülük altına gireceğini Allah beyan etmektedir. Çok azının bu yü­kümlülüğün altına girmesi onların fikir, cesaret ve inanç bakımından bir­liktelikleri olmadığına işaret ettiği gibi, ikiyüzlü olduklarına da delil teş­kil etmektedir. Çünkü onlar daha önce "Allah'ın Peygamber'e indirdiğine geliniz dendiğinde, nefretle yüz çevirdiler" (Nisa 4/61). "Ama kendi yaptık­larından dolayı başlarına bir belâ gelince, iyilik ve uzlaşı istediklerini söylerler" (Nisa 4/62). Buradaki ikiyüzlülükleri gibi, "Hayatınızı feda edi­niz" ya da "Ülkenizi terkediniz" emriyle de kalplerindeki ikili duygu ikili davranışa dönüşerek tepkilerini gösterecektiler. Âyetin ikinci kısmıyla bi­rinci kısmını bir araya getirince şu genellemeyi yapabiliriz: Allah kulla­rına üstesinden gelemeyecekleri yükü yüklememektedir. Daha önce Ba­kara sûresinin 86. âyetinde AIIah hiç kimseye taşı­yabileceğinden daha fazlasını yüklemez ilkesinin burada da işlevselleşti-rildiğine şahit oluyoruz.

3. Oysa tavsiye edilen şeyi yapsalardı kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılar­dı. Tavsiye edilenden kasıt, Nisa sûresinin 63. âyetindeki "O halde onlan kendi hallerine bırak, onlara öğüt ver ve onlara vicdanlarına işleyecek söz söyle!" dediği öğüttür. O öğüdün içeriğinde, 64. âyetteki peygamberlere itaat edilmesi, bağışlama dilemeleri, anlaşmazlıklarında Peygamber'e baş­vurmaları, Peygamber'in hükümlerine burukluk duymadan teslim olmaları ve Hz. Peygamber'e indirilene çağrıldıklarında emre uymaları vardı.

4. Bu şekilde yapsalardı, yani içeriği yukarıda verilen öğüdü tutsa­lar ve gereğini yerine getirselerdi, "Allah onlara rahmetinden büyük bir mükâfat verecekti." Büyük bir ödül yeterli değil 68. âyette onların dos­doğru bir yola iletilecekleri de vaad edilmektedir.

Bu üç âyeti birden göz önünde tutunca şu neticeye varabiliriz: Al­lah'ın içeriğini yukarıda belirlediğimiz öğüdü Peygamber'e emredip onla­ra vermesiyle elde edilecek dört önemli ödül olduğunu anlıyoruz.

a) Daha iyiye ulaşmak. 59. âyette medenî bir seviyenin yakalanması müslümanlara anlatılmış, tartışmada Allah'ın kitabına ve Peygamber'ine başvurmanın, doğru ve objektif bilgiye ulaştıracağı, bu şekilde hareket edenlerin daha iyiyi, daha güzeli yakalayacaktan bildirilmişti. Demek ki Allah'ın Peygamber'e öğrettiği şeyleri insanlara öğüt olarak sunmak gü­zelliği hayata geçirmek ve daha iyiye ulaşmak demektir.

b) Daha güçlü olmak. Daha iyiyi yakalamak demek daha güçlü olmak demektir. Doğru bilgiyi öğretenin öğüdünü tutmak, insana ve topluma güç kazandırır. Doğrunun hayata geçirilmesi hem ferdin ruhuna hem de top­lumun işlerliğine güç katar. İyi ile güç bir araya gelince, kendiliğinden ilâ­hî büyük ödülü beraberinde getirir. Bu ödül Allah katından gelen bir ödül­dür. Amelin getirdiği "daha iyi" ve "manevî büyük güç" beraberinde ilâhî âleme yücelmekte ve oradan büyük ödülü alıp gelmektedir.

Daha iyi, daha büyük güç ve ledünnî ödül doğru bir yolu inşa et­mektedir. Onun içindir ki yüce Allah 68. âyette Elbette biz onları dosdoğru bir yola iletirdik ifadesine yer vererek '"sırât-ı müsta­kim" dediği doğru yolu nelerin oluşturduğunu göstermiş, kendisinin hangi in­sanları bu yola sokacağını da açıklamıştır. Bu yolun kilometre taşlanın, tâğutu inkâr, Allah'a Peygamber'e itaat, yani sorunları tağuta götürmemek, mü­nafıklık etmemek, Peygamber'den uzaklaşmamak, Allah'tan af dilemek, ve tam bir teslimiyetle Peygamber'in öğütlerini dinlemek oluşturmaktadır. [99]

 

İyi ve Güzel Arkadaşlar:

 

69. Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler, Allah'ın kendi­lerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidİer ve sâlih kimselerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır. 70. Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.

Nisa sûresinin 69. âyetini anlayabilmek için 59. âyete gitmek gere­kir. 59. âyette Allah'a, Peygamber'e, aralarından siyasî erkin emanet edil­diği kimselere itaat edilmesi; tartıştıkları zaman konunun çözümü için Al­lah'a ve Peygamberi'ne gitmeleri emrolunmuştu. 60. âyetten 68. âyete ka­dar bunu yapmayanların durumu açıklandı. 69. âyette de 59. âyette verilen emri yerine getirenlerin durumu açıklanmaktadır. Yüce Allah, kendisine ve Peygamberi'ne itaat edenleri, peygamberlere, sıddîklara, şehidlere ve sâlih insanlara arkadaş yapmaktadır.

Müfessirler âyetin nüzulüne sebep olarak bazı olaylar naklederler. Bunları nakletmeksizin diyoruz ki, âyet kimlerin yukarıda sayılan insan­larla beraber olup olamayacaklarını cevaplandırdığı gibi, bu konudaki ev­rensel kuralı koyarken teşvik edici bir özellik de taşımaktadır.

1. Allah'a ve Peygamber'e itaat etmek. Âyetin bu kısmında yer alan itaat kavramının içini doldurmak gerekiyor, ttaat kelimesinin içini doldur­mak için âyetin arka planına gitmek en doğru metot olacaktır.

a) Çözümü Allah ve peygamberinde aramak. Münakaşa edildiğinde Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an ve Sünnet'e giderek çözüm aramak gerekiyor. Buradaki tartışma, elbette dinî konularla ilgilidir. Böyle hareket edildiğinde Allah'a ve âhiret gününe inanıldığı ispatlanmış olmaktadır. Nisa sûresinin 59. âyeti itaat kelimesinin içine bu esası koymaktadır.

b) Allah ve Resulü'nün önüne geçmemek. "Ey iman edenler! Allah ve Resulü'nün önüne geçmeyiniz. Allah'tan sakınınız. Şüphesiz Allah işi­tendir, bilendir" (Hucurât 49/1). Allah müslümanlarla yolda yürüyor mu ki önüne geçmeyiniz deniyor? Buradaki anlamı fizikî olarak düşünemeyiz; ama müslümanlar kendi görüşlerini, düşüncelerini, fetvalarını Allah ve Resulü'nün fetvasının önüne geçirebilirler. Âyetin devamında, bu dav­ranışın takvaya ters düştüğüne de işaret vardır. Çünkü âyetin devamında takvanın sakınma boyutu gündeme getirilmektedir. İtaat takva demektir, yani Allah'tan sakınarak yanlış iş yapmamaktır.

c) Çekişmemek. Enfâl sûresinin 46. âyetine göre Allah ve Resulü'ne itaat, insanların birbirleriyle çekişip dağılmalarını önlemektedir. Allah in­sanların dirlik düzenlik içinde olmalarını, tefrikaya düşmemelerini ister. Bu emri yerine getirdiklerinde itaati gerçekleştirmiş olacaklardır.

d) Dinî konulan tâğuta danışmamak. Allah tâğutun inkâr edilmesini emretmektedir (Nisa 4/60). Bu emri yerine getirmek Allah'a itaattir. Tâğu­tun inkâr edilmesi, insanın fikrî ve amelî alanına şeytanı sokmaması anla­mına gelir. İnşam olumsuzluklara iten bütün yanlış fikirler tâğut denen tanrıyı oluşturmaktadır. Bunlardan uzak durmak Allah'a itaat etmektir.

e) Allah'ın verdiği öğüdü yerine getirmek. İnsanın yapması için verilen emirleri yerine getirmek itaattir (Nisa 4/66). İnsanı olgunlaştıran, inşam Allah'a yaklaştıran, insanı insana dost yapan bütün eylemler itaat kapsamına girer. Kısaca günahlardan sakınıp, iyilikleri yerine getiren in­sanlar Allah'a itaat etmiş olmaktadırlar. Yüce Allah bunu gerçekleştirme­leri için insanlara peygamberlerin, sıddîklann, şehid ve iyilerin beraberli­ğini vaad etmektedir. Onların arkadaşlığını sunmaktadır. Çünkü sayılan bu dört grup insan ilâhî ihsana mazhar olmuşlardır. Yüce Allah burada müslümanlan münafıklar gibi, ikiyüzlülük yapıp sosyal yapıyı ve manevî alanı kirletmemeleri için bu amaca yöneltmekte ve önlerine bir hedef koy­maktadır. Hedef cennette sayılan dört grup insanlarla beraber olmak ve onlarla arkadaşlıkta bulunmaktır.

Sıddîklar kimlerdir? Bu sorunun cevabı bazı âyetlerde verilmekte­dir: "Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakı­nanlar onlardır" (Zümer 39/33). "Allah'a ve Peygamberi'ne inananlar, işte onlar sıddîklardır" (Hadîd 57/19). Doğruyu getiren, onu tasdik eden, takva sahibi, Allah'a ve Peygamberi'ne inananlar sıddîk sıfatını kazanmaktadır­lar. İinançlanna asla şüphe karıştırmazlar.

Şehidler ve iyi insanlar da onların ardınca gelmektedirler. Allah uğ­runda hayatlarını feda edenler, bilgide ve davranışta insanların problemle­rini çözecek kadar olgun insanlar da şehid kapsamına girmektedirler. Al­lah'a ve Peygamberi'ne itaat edenler bu grubun beşincisi olmaktadır. Bu dünyada Tevbe sûresinin emrini yerine getirenler, öteki dünyada da aynı şeyi bulacaklardır.

Ey iman edenler! Allah'tan sakını­nız ve sâdıklarla beraber olunuz! (Tevbe 9/119). Yüce Allah bu âyetinde grup psikolojisinin önemini vurgulamaktadır. Çünkü grup, üyelerinin ira­desini kullanır, kişinin bağımsızlığını elinden alır, sel gibi önüne katıp götü­rür. Sıddîklarla beraber olan, onların grubunda bulunan insanlar kötülük­lerden korunmuş olurlar. Onlar ne iyi arkadaştırlar. "Yu­muşak huyluluk, lutufkâr davranış" mânasına gelen nfktan türeyen refik "birbirlerine yumuşak davranan, birbirine destek olan, birbirinden istifade eden ve birbirine şefkat gösteren arkadaş" anlamına gelmektedir.

Demek âhiretteki birliktelik dünyada itaat eylemiyle kazanılmakta­dır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, refik denen arkadaşlık, eylemle olur sözle değil. Peygamberle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyilerle arkadaş olmanın, insanı teşvik edici bir ödül olduğu ortadadır. Bu dünyada Al­lah'ın emirlerini yerine getirerek O'na itaat, Peygamber'in sünnetine uya­rak Peygamber'e itaatin neticesinde nelerin elde edileceğinin bilincini ve­ren bu âyet, iman, amel ve itaatin arkadaşlığa nasıl dönüşeceğine açıklık getirmektedir. 70. âyette, yukarıda sayılan kişilerle beraberliğin ve arka­daşlığın ne olduğu ifade edilirken, Allah'ın bir lutfu olduğu gündeme geti­rilmektedir. "Bu lütuf Allah'tandır" denmekle, aslında başka bir ilkeye de işaret edilmektedir.

Fatiha sûresinin 7. âyetindeki "kendilerini nimetlendirdiğin kimse­lerin yoluna" ifadesini açıklarken, bu âyete intikal etmiştik. Peygamber­lik, sıddîklık, şehidlik ve iyi olma aslında Allah'tan bir lutuftur. Bir insa­nın bunlarla arkadaş olması da, başka bir ifade ile bu arkadaşlık için ge­rekli olan amelleri üretmesi de bir lutuftur.

Bunun gizlice işaret ettiği şey, insanların âhirette kazanacakları bu ödülü sadece kendi güçleriyle yaptıkları amellere mal etmemeleri, bir ilâhî lütuf olduğuna da inanmalarıdır. Çünkü "Bilen olarak Allah yeterli­dir" denirken, bütün işlerin ilâhî bilgi altında gerçekleştiğine işaret edil­mektedir. Bir insan âhirette peygamberler, sıddîklar, şehidler ve iyilerle beraber olabilecek amelleri üretecek de Allah'ın ondan bilgisi olmayacak ve bu bilgisini lutfa dönüştürmeyecek, bu mümkün müdür? Demek ki 70. âyetle insanların büyük bir hataya düşmesi önlenmektedir. Cuma sûresi­nin 4. âyetinde de, insanlara peygamber gönderip eğitmesinin de bir lütuf olduğu buyurulmaktadır. İnsanların bu dünyadaki gerçek imanları, yapıp ettikleri, bir lütuf olduğu gibi, âhirette de lutfa dönüşecektir.

Bilen olarak Allah yeter buyruğunun başka bir açıdan açıklaması yapılabilir. Yapılan amellerin bir lutfa dönüşüp cennette belir­lenen insanlarla arkadaşlık şekline dönüşmesi için, amellerin gösteriş maksadıyla yapılmaması gerekmektedir. Çünkü müslüman inanır ki, yapı­lan her şeyi Allah tam anlamıyla bilmektedir ve onun bilmesi kendisi için yeterlidir, başkalarının bilmesine ihtiyaç yoktur. Bu niyet ve bu samimi­yetle yapılan eylem ilâhî lutfu alıp getirmekte ve insanı o gruptaki insan­lara arkadaş yapmaktadır.

Buradan anlıyoruz ki ilâhî eğitim bu samimiyeti, niyeti ve bu tarz eylemi insana kazandırmaktadır. Öyleyse eğitimciler, din görevlileri müs-lümanlara bu bilinci aşılamak zorundadırlar. Amellerin bereketini, fayda­sını hem bu dünyada hem de âhirette görebilmemiz için bu samimiyetteki amelle yapma mecburiyeti vardır. "Başkası da bilsin" düşüncesi amelin ihlâs derecesini düşürmektedir. [100]

 

Düşmana Karşı Tedbir Almak:

 

71. Siz ey iman edenler! İster küçük gruplar halinde is­ter toplu 1ıâtde, savaşa giderken tehlikelere karşı hazırlıklı olun.                                       

72. Aranızda mutlaka geride kalanlar olacak ve o zaman başınıza bir felâket geldiğinde, "Onlarla birlikte bulunmama­mız Allab/tarçbize bk lutuftur" diyecekler.

73. Ama Allah'tan size bir zafer ihsan edildiğinde, hu kimseler kuşkusuz sizinle kendileri arasında bir sevgi, yani bağlılık sorunu olmamış gibi, "keşke onlarla birlikte olsaydık da o büyük başarıdan kapsaydtk" diyeceklerdir.

Kur'an'ın asıl amacı insanlar arasında barışı tesis etmektir. Diğer ta­raftan hayatın bir gerçeği de banşı bozanların mutlaka ortaya çıkacağıdır. İnsanlığın bu durumu insanın biyolojik yapısını andırmaktadır. Vücutta as-lolan sıhhattir, ama vücutta mikrobun olması da bir doğa kanunudur. Mik­roplar sıhhatin düşmanıdır. Onun işi bedenin herhangi bir hücresinde faa­liyet gösterip bedenin dirlik düzenini bozmaktır.

İslâm kendi mânası gereği insanlar arasında banş denen sosyal sıh­hati tesis edip korumayı amaçlamaktadır. Ama kötüler, insanlığı bir yerin­den kemirmeye başlayarak barışı bozmaya çalışırlar. Böyle bir durumda Allah tedbir alınmasını, tedbirin yeterli olmadığı durumlarda savaşı uy­gun bulur. Vücutta ameliyat ne ise sosyal yapıda da savaş odur.

Bakara sûresinin 208. âyetinde açıklandığı gibi, bütün müslüman-lann barışı amaçlaması dinin emridir. Bu banşı tehdit eden unsurların çı­kabileceği de bir gerçektir. Bakara sûresinin 217. âyetinde anlatıldığı gibi, saldırmazlık örfü insanlığın gerçekleştirdiği bir kültürdür, ama bunun teh­dide açık olduğu da bilinen bir gerçektir. Dünyada banşı ve saldırmazlık örfünü tesis edip yaşatmak sadece insana mahsus bir özelliktir.

1. Âyetin analizine girersek ilk emrin banşı veya saldırmazlık ör­fünü bozacak olanlara karşı tedbir alınmasıyla başladığı görülür, Ey iman edenler! Koruma tedbirinizi alınız âyetinin bü kısmındaki j j, hizr "koruma tedbiri" anlamına gelmektedir. Düşman ne ile hazırlanıyor ve saldırma planı düzenliyorsa, o alanda silâhlanma tedbi­rinin alınması demektedir. Düşman savaş teknolojisi üretiyorsa savaş tek­nolojisi, kültür savaşı yapıyorsa kültürünü koruma silâhlan ne ise onlarla tedbirini almak gerekiyor. Düşman ekonomik savaş için hazırlanıyorsa ekonomiyi güçlü tutmanın tedbirleri alınmalıdır.

Günümüzde hem savaşlar hem de savaş taktik ve silâhlan değişip çeşitlendi. Ekonomik, kültürel ve din savaşları eskiye nisbetle derinlik kazan­mış, kitle haberleşme araçları bunları hızlandırıp daha etkili hale getirmiş­tir. Sosyal hayatın bu mücadelelerinden yara almadan çıkabilmek için ted­bir alınmasını emreden Allah, zaferin iyilerden yana olmasını istemektedir.

2. Bölük bölük, yahut topyekün savaşınız. Âye­tin bu kısmî savaşın sadece meydan muharebesi olmayıp diğer savaş çe­şitlerini de kastetmektedir. Bir milletin içinden bazı gruplar kültür müca­delesini, bazı gruplar siyasî mücadeleyi, bazı gruplar da ekonomik müca­deleyi vereceğinden âyette "bölük" kavramı yer almaktadır. Bölük, sadece ordudaki bölüğü değil meslek gruplarını da ifade etmektedir. Ama bütün bir millet kendi bayrağını, vatanını, bağımsızlığını, kültürünü ve manevî değerlerini korumak için tedbirin alınmasına yardımcı olmalıdır.

Topyekün savaşa çıkınız ifadesinden bunu anlamak gereki­yor. Kadın, erkek, genç, ihtiyar bütün bir millet, millet olmanın şuurunu yaşatma, koruma ve gelecek nesillere bırakma savaşı vermelidir. Millî de­ğerlerin düşmanı çoktur. Bu düşmanlara karşı tedbirli olmak bir seçenek değil tam tersine ilâhî bir emirdir. İyiliği, güzelliği, doğruluğu ve hakkı korumak, yaşatmak ve geliştirmek için verilen bir savaş da bu âyetin kap­samına girmektedir.

3. 72. Ayette böyle bir mücadelede alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: 'Allah bana lütfetti de onlarla be­raber bulunmadım' der. Yüce Allah yukarıda sayılan savaşlara karşı gönülsüz olduğu için işi ağırdan alanların ruh hallerini açıklamaktadır. 73. âyette başka şartlar altında başka türlü konuştuğunu da gündeme getir­mektedir. "Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse, sanki sizinle onun arasın­da bir dostluk yokmuş gibi 'Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de bü­yük bir basan kazansaydım' der."

Münafık insanlar şahsiyet itibariyle ikili oynadıkları gibi, olaylara da aynı gözle bakarlar. İstikrarlı bir ruh haletine sahip değillerdir. Korkak olduklarından savaştan kaçarlar, ağırdan alırlar, ama arkadaşlarının yani aynı milletin kaderini paylaştıkları vatandaşlarının zaferini görünce de onlara katılmanın hasretini çekerler. Bu münafıklık, onların maneviyat­larını derinden yaralamakta, yıpratmakta ve Allah katında değerlerini düşürmektedir.

Bu üç âyetten çıkarılabilecek başka bir genelleme de şudur: Yüce Allah gerçekçi bir şekilde emirlerini verip istisnaları gündeme getirmek­tedir. Bölük bölük veya toplu halde savaşa çıkılmasını emrettiği halde, bu­na ters düşen insanların da olabileceğini göz ardı etmemektedir. Milletin ya da ordunun başına gelecek olan belâlara ortak olmak istemeyen, ama başarıları paylaşmak isteyen dönek ruhlu insanların olacağı ihtimali unu­tulmamalıdır. Bunun anlamı şudur, dışarıdaki düşmanın başarısını, içeri­deki insanların mücadeledeki yavaş davranmaları artırmaktadır.

Bu durumlarda eğitimin vereceği bilinç, iman, gönül ve akıl kültü­rü, münafıkların azalmasını temin edecektir. Bir millet düşmanları için tedbir alırken, içerideki düşmanlarını görmez, ihmal eder ve küçümserse; içeridekilerin yarasının daha büyük olacağını, hatta ihanete varabileceğini bu âyetler vurgulamaktadır. [101]

 

Âhiretten Yana Tercih:

 

74. O halde, dünya hayatını verip âhireti alanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat verece­ğiz.

Bu âyetin öncekilerle yakın ilişkisi vardır: Kur'an'ın genelinde yüce Allah, insanların inkâra sapmalarını, yanlış davranışta bulunmalarını çe­şitli sebeplere bağlamaktadır. Bunlardan biri de dünya ve âhiret arasındaki tercihtir. İnsanların dünya ve âhirete karşı tutumları, onların iman ve dav­ranışlarını etkileyip hata yapmalarına sebep olmaktadır. Meselâ İsrâ sûre­sinin 18-19. âyetleri dünya ve âhiret tercihini ele almaktadır. "Her kim, bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız." "Kim de âhireti ister ve bir mümin olarak ona yaraşır bir şekilde çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür."

Âhireti isteyenin, bu isteğini çalışmasıyla, emek vermesiyle ispat etmesi istenmektedir. Bu çaba ve emek nedir denirse, sorunun bir cevabı Nisa sûresinin 74. âyetinde verilmektedir. Âhireti isteyen insan dünyevî değerlerden ötürü değil Allah yolunda, yani uhrevî değerler adına savaş­maktan çekinmez.

Nisa sûresinin 74. âyetinde yer alan "Allah yolunda" kavramı, dün­yevî meseleleri dışanda bırakmaktadır. "Allah uğruna" kavramının kapsa­mında Bakara sûresinin 251 ve Hac sûresinin 40. âyetlerine göre iyinin ve manevî değerlerin yaşatılması vardır. Nisa sûresinin 148 ve Hac sûresinin 39. âyetine göre de zulüm, yani hakların çiğnenmesi vardır. İnsan hakları ve evrensel değerler Allah yolunu oluşturmaktadır. Bunlar için savaşılır. Namus, hürriyet, vatan uğruna verilen mücadele de Allah yolunda veril­mektedir. Çünkü Bakara sûresinin 84. âyetinde insanların öldürülmemesi, yurtlarından çıkarılmaması yapılan antlaşmanın maddeleri arasına kon­muştur. Bu maddelere muhalefet edenlere savaş açmak, Allah yolunda savaşmak anlamına gelmektedir. Bu savaşı dünya hayatını verip âhireti alanlar yapacaktır. Bu kutsal savaştan galip gelen gazilerle şehidler ilâhî ödüle lâyık görülmüştür. Böylece 72. âyette geçen savaşa karşı ağırdan alanların neden böyle davrandıklarının cevabını 74. âyet vermektedir. On­lar dünyayı alıp âhireti bırakanlardır. Çünkü âhireti alıp dünyayı bırakan­lar, Allah uğrunda savaşır ve bilirler ki sağ kalsalar da, ölseler de Allah onları ödüllendirecektir.

Bu durum bize şunu anlatıyor: Âhirete inanan insanla, âhirete inan­mayan insanın savaşması çok farklıdır. Öldüğünde şehid olacağını, ilâhî ödüle kavuşacağına inanan insan manen çok büyük bir güce sahiptir. Bu imana sahip olmayanın savaşması mümkün değildir, doğal olarak da sava­şa çıkmak istemeyecek ve ağır davranacaktır. Kur'an eğitimi insanların Allah yolunda mücadele vermelerini evrensel hakların ve değerlerin yaşa­ması uğruna savaşmalarını emrederken, onlann şehid olmasını yüksek bir makamla ödüllendirmektedir. [102]

 

Müminler Allah, Kâfirler Tâğut için Savaşırlar:

 

75. Nasıl olur da Allah yolunda, savaşmayı ve "Ey rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp özgürüğe kavuştur ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olarak bir yardımcı gönder" diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocukla* için savaşmayı reddedersiniz?

76. İman edenler, Allâfi ybluhdasavaşırlar, inanmayan­lar ise tâğut yolunda'savaşırlar. O halde şeytanin dostlarına karşı savaşın, şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.

Bu âyetin analizini yaparken tarihî ve evrensel boyutunu gündeme getirmek en iyi metot olacaktır. 75. âyetle 76. âyet arasında sebep-sonuç ilişkisi vardır. 75. âyette sorulan sorunun cevabını 76. âyette bulmak müm­kündür.

1. Müslüman zulmü kaldırmak ve insanlara hürriyet hakkını temin etmek için savaşır. Hz. Peygamber'le beraber Medine'ye hicret edemeyen müslümanlar, Mekke'de büyük baskı içindeydiler. Tevhid inancına sahip olmaları sebebiyle, müşrikler tarafından baskı yapılıyor ve zulme uğru-yorlardı. Bunun üzerine erkek, kadın ve çocuklar feryat ederek dualarıyla Allah'tan yardım dilediler. Bu dua arş-ı âlâya çıktı ve bu âyetin gelmesine sebep oldu. Unutulmamalıdır ki bu, insanlann hürriyetlerini, haklarını kı­sıtlayıp ağır baskı yapmanın ne ilkiydi ne de sonuncusu! Yüce Allah vah­yin geldiği dönemdeki bir olguyu seçerek, onun tahlilini yapmakta ve hükmünü koymaktadır.

Günümüz dünyasında inançlarından dolayı ağır baskı altında olan, özgürlükleri ellerinden alınan, sosyal haklardan istifade ettirilmeyen, sa­dece tevhid inancına sahip olmaktan başka farklı bir özelliği olmayan in­sanlann ahları, ilâhî âleme yükselenleri yok mudur? Bu açıdan bakılınca âyetin bugün indiğini söyleyemez miyiz? Allah zulme uğrayanların, elle­rinden özgürlükleri alınanların uğruna savaşmayı kendi uğruna savaşma olarak kabul etmekte ve böylece Allah uğruna savaşmanın ne anlama geldiğini de açıklamaktadır. Zulmü ortadan kaldırmak ve hürriyeti getir­mek Allah'ın yolu anlamına gelmektedir. Bu uğurda yapılacak mücadele­nin hem fikren hem de bedenen olacağı bilinmelidir.

2.  Erkek, kadın ve çocuklardan kendi haklarını savunamayan, sos­yal baskıdan bir çıkış kapısı bulamayanlar, ora halkım zalim olarak nite­lendirmektedirler. "Halkı zalim olan bu ülkeden" ifadesinden anlıyoruz ki, zulmü sadece toplumun ileri gelenleri yapmıyor, halkın tamamı bu zulme katılıyor, çaresiz, korumasız, yardımsız kalan, arkalan olmayan ve farklı inançlan olanlara nefes aldırmayacak şekilde baskı yapıyorlar. Güçlülerin güçsüzleri inançlarından çevirmek için başlattıklan bu ağır sosyal baskı, günümüz insanlığında farklı biçimlerde farklı yerlerde devam etmektedir. "Benim gibi inanmaz, benim gibi düşünmez ve benim gibi yaşamazsan sana hayat hakkı yoktur" şeklindeki zulüm hâlâ sürüp gitmektedir. Bunun anlamı şudur: İnsanlık hâlâ inanç farklılığına karşı bir tolerans kültürünü geliştirememiş; dinî alanı düşmanlık alam olmaktan kurtaramamıştır.

3.  Güçsüz insanlaı nefes alamayacak kadar zalim halkın baskısına mâruz kalınca, çıkış yolu olarak Allah'a yalvarma şekilleri de âyette konu edilmektedir. Rabbimiz! Bize tarafından bir sahip ve destek olacak bir yardımcı gönder! Bu dua levh-i mahfuz­dan, yani "korunmuş levha"dan bu âyeti alıp gelmiştir. Böylece Allah iyi­lerin, zulme uğrayanların uğruna savaşıp onlara sahip çıkmalarını, onlara yardım etmelerini istemektedir ve onlar adına neden savaşmadıklarını da sorgulamaktadır. Demek ki insanın insanı korumasını, elinden tutup kal­dırmasını şart koşmuştur.

4.  Allah müslümanları zayıfların uğruna savaşmaya teşvik edebil­mek için 76. âyette bir açıklama yapmaktadır:   İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkarcılar ise tâğut yolunda savaşırlar. Âyetin bu kısmı inananla inanmayanın zulme karşı tavır farkını göstermektedir. İnsanların neyin uğruna savaştıkları, onların hangi inanca sahip olduklarını gösteren bir ölçüt olmaktadır. İna­nan yani tevhid inancına sahip olanlar, beşerî istekler uğruna savaşmazlar, tam tersine ilâhî âlemi rencide edecek olan meseleler karşısında, yani Al­lah uğruna savaşırlar. İnkarcılar bâtıl düşüncelerin, davalann, felsefele­rin, rejimlerin ve şeytanın uğruna savaşırlar. Komünist felsefesinin uğru­na dünyada ölen insanların oranına bakınca, geçmişteki tâğut uğruna mey­dana gelen ölümlere rahmet okutmakta olduğu görülecektir.

Tâğut insanı insana kul eden, sömürten, zulmettiren, insanın onuru­nu ayaklar altına aldıran, hürriyetini elinden alan, insan ilişkilerini kirle­tecek kadar bozan Allah'ın gazabını yeryüzüne indirecek fikir ve davra­nışların tamamıdır. İnanan insanlar bunun uğruna savaşamaz, bunun uğru­na ancak inkarcılar savaşırlar. İman ile inkârın sosyal hayata yansıyan en belirgin farklarından biri budur.

Peygamberler tarihi ile genel tarih, Allah uğruna savaşıp insanın onurunu, özgürlüğünü, haklarını koruyan insanlarla, bunların tam tersi için mücadele verenlerin savaşlarıyla doludur. Tarihin örgüsünü bu tip savaşlar meydana getirmiş ve getirmektedir. Tâğutun başka bir anlamı da zulme uğrayan, özgürlüğü elinden alınan insanların âhını duymamak, on­lar uğruna mücadele vermemektir. Çünkü şeytan denen tâğut, bu figânlara karşı insanların kulaklarını tıkatır.

5. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşınız. Şüphesiz şeytanın kurduğu düzen zayıftır. Şeytanın dos­tu kimdir? Bu sorunun cevabını âyetin bu kısmı, 75. âyetle bağlantılı ola­rak vermektedir. Zayıf erkek, kadın ve çocuklara zulmeden, onlara inanç­larından dolayı ya da ana babalarının inançlarından dolayı baskı yapıp dünyayı dar edenlerdir. 76. âyete göre de tâğutun uğruna savaşanlardır. Peygamber'e tâbi olmayıp şeytana tapan insan şeytanın dostudur (Meryem 19/43-45); inanmayanlar şeytanın dostudur (A'râf 7/27); yoldan çıkıp ken­dini doğru yolda zanneden kâfirler (A'râf 7/29-30); neye inanacağını bile­meyen zalimler (Kehf 18/50); savaştan korkanlar (Âl-i İmrân 3/173-175); müs-lümanlarla mücadele edenler, besmelesiz et yiyenler (En'âm 6/121).

Yukanda verilen âyette şeytanın dostlanndan kastın, zayıf insanlara inançlarından dolayı zulmedenlerdir. Yüce Allah, bu insanların davranış­ları sözle önlenemediğinden, savaşla terbiye edilmelerini istemektedir. Tâğut denen şeytanın etkisiyle insanlara zulmedenler savaşın çıkmasına sebep olurlar. Bu açıdan bakınca, tâğutun uğruna savaşanların savaş çı­karttıkları fikrine varmak mümkündür.

6. Şüphesiz şeytanın kurduğu düzen zayıftır. Âyet­teki keyd "tuzalc, hile, düzenbazlık, işi bozmaya çalışmak" anlamına gel­mektedir. Bir kimse entrika yaparak birini zarara uğratırsa yapılan bu ey­lem keydle ifade edilir. Şimdi Kur'an'ın geneline bakarak bu üç kaynaklı hile ve tuzağı açıklayabiliriz.

a) Bu kavram Allah açısından ele alındığında "ceza" mânasına da gelir: "Âyetlerimizi yalanlayanları hiç beklemeyecekleri yerden, yavaş yavaş helake götüreceğiz. Onlara mühlet veririm, benim cezam çetindir" (A'râf 7/182-183). Buradaki keyd "tertip, ceza" mânasına gelmektedir. Aynı kavram Allah'a isnat edildiğinde "boşa çıkarmak, başkasının kurduğu pla­nı veya tuzağı yok etmek" anlamına gelmektedir: "Onlar bir tuzak kurar­lar, ben de bir tuzak kurarım" (Târik 86/15-16). Kur'an'ı kabule yanaşmayan insanlar ona karşı bazı tuzaklar kurarken, yani düzmece kanıt ararlar. Bu kanıtlarıyla Kur'an'ı çürütmeye çalışırlar. Yüce Allah da onların bu plan­larını, entrikalarını boşa çıkaracağını söylemektedir. Demek ki ilâhî mâ­nada keyd, azap ve şeytan ile insanın kurduğu tuzakları yıkmak anlamına gelmektedir.

b) Yukarıda belirtildiği gibi Târik sûresinin 15. âyetinde bir kutsal kitabı çürütebilmek için, düzmece kanıt aramak şeklinde tecelli eden tu­zağa verilen isim olmaktadır. Birbirini kıskanan ve haset eden insanların birbirine kurduğu tuzak ve kötü planı ifade etmektedir. Yûsuf sûresinin 5. âyetinde Hz. Yâkub oğlu Yûsuf a konuşurken bu kelimeyi kullanmaktadır: "Yâkub, yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır." Babanın kardeşlerden birini daha fazla sevmesi, ötekilerin kıskançlığına sebep olmakta, hasetliğe varan bu kıskançlık o çocuğun ölümüne kadar giden bir eyleme kadar uzanmaktadır. Kıskançlığın doğurduğu bu kötü eylemin adına tuzak denmektedir.

Bir kimsenin iyiliklerine rağmen, onun namusuna göz dikmek iha­nettir. Bu ihaneti gerçekleştirmeye çalışan insanın eylemine keyd adı ve­rilmektedir: "(Yûsuf dedi ki): Maksadım kralın yokluğunda ona ihanet etmediğimi ve hainlerin hazırladığı tuzakları Allah'ın asla başarıya ulaş­tırmadığını bilmesini sağlamaktı" (Yûsuf 12/52). Kâfirlerin İslâm'a ve Hz. Peygamber'e gösterdikleri tepkiyi Allah Tûr sûresinde 29-43. âyetleri ara­sında sorgulamaktadır. Bu sorgulamanın yapıldığı 42. âyette tuzaktan bah­sedilmektedir: "Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, inkâr edenlerdir" buyurulurken keyd kavramına yer verilmekte­dir.

c) Nisa sûresinin 76. âyetinde şeytanın tuzağından, planından, entri-kasından bahsedilmektedir. Şüphesiz şeytanın kurduğu tuzak zayıftır ifadesindeki şeytan kavramı "tâğufu mânalandırmaktadır. Şeytana tâğut, tâğuta şeytan mânası verince, o zaman cinlerden oluşan şeytanı değil, insanlardan oluşan şeytanın alanında olduğumuzu söyleye­biliriz. "Öyleyse o şeytanın dostlarıyla dövüşünüz" ifadesi de bunu ispat etmektedir. Yüce Allah burada kimlere savaş ilân edileceğini de açıkla­maktadır. Tâğutun uğruna savaşanlar şeytanın dostudurlar. Hz. Peygam­ber'e tuzak kurmak isteyenlerle vuruşmak hak olmaktadır. Diğer taraftan 76. âyeti 75. âyetle bağlantılandırdığımızda insanlara baskı yapan, onur­larını rencide eden, özgürlüklerini ve haklarını elinden alanlar tâğutun kendisi olduğu gibi, bunlara insanî şeytanlar da denmektedir. [103]

 

Allah'tan Korkanlar Savaştan Korkmaz:

 

7 7. Kendilerine, ellerinizi çekiniz» namazı kılınız ve ze­kâtı veriniz denilen, kimseleri görmediniz mi? Sonra onlara . savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah'tan kor­kar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimtz! Savaşı bize niçin farz kıldın! Bizi yakm bir süreye kadar ertelesen olmaz ıraydı?" dediler. Onlara de ınehraali Önemsizdir, Allah'tan korkanlar için âhiret dana hayrlıAr ve size lal pay» kadar haksızlık edilmez.

"Kimseleri görmediniz mi" sorusuyla kastedilen kimlerdir? Bazıları müslümanlar bazılan da münafıklar olduğunu söylemektedirler. Mekke'de iken kendilerine yapılan baskı ve zulüm sebebiyle sahâbîlerden bir kısmı Hz. Peygamber'den savaşmak için izin istemişti. Hz. Peygamber onlara, "Henüz savaşmak için izin almadım" diyerek sabretmelerini önermişti. Hz. Peygamber ve yanındakiler Medine'ye hicret ettikten sonra savaşın farz kılınması müslümanlara ağır geldi ve çekingenlik gösterdiler. Başka rivayetlere göre korkaklık gösterenler müslümanlar değil münafıklardır[104].

Bir önceki ve sonraki âyete bakıldığında bu âyetin müslümanlarla alâkalı olduğu ihtimali öne çıkmaktadır. Çünkü bir önceki, yani 76. Âyette müslümanlara kimin kimin uğruna savaşacağı bilinci aşılanmaktadır. İman edenlerin Allah uğruna, inkâr edenlerin tâğut uğruna savaştıklarını söy­lerken muhatap olarak müslümanları almaktadır. Zira kâfirlerin o âyeti okuması mümkün değildir. Savaşanların niyet farkını ortaya koymakla Allah'ın hedef aldığı kitle müslümanlardır.

Bir sonraki âyetin içeriğine bakıldığında da müslümanlann hedef kitle olduğu ortaya çıkacaktır. Muhammed sûresinin 20. âyeti de hedef kitlenin müslümanlar olduğuna netlik kazandırmaktadır: "İman edenler, (cihad hakkında) bir süre indirilmeliydi derler. Ama şimdi savaştan bahseden açık ve kesin hükümlü bir sûre indirildiğinde kalpleri hastalıklı olanların, sana ölüm korkusundan bayılmaktaymış gibi baktıklarını görür­sün! Korktukları başlarına gelsin!" Diğer taraftan Nisa sûresinin yorumu­nu yapmakta olduğumuz âyetin devamında "Namazı kılınız", "Zekâtı ve­riniz" emirleri müslümanlar içindir. Bu da âyetin müslümanlann durumu­nu açıkladığının başka bir delili olmaktadır.

Tevbe sûresinin 38. âyetine bakıldığında bu hitabın müslümanlara olduğunu anlamak zor olmaz. "Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında çok azdır." Bu âyetten anlaşıldığına göre, savaşa çıkın denildiğinde savaştan kaçıp olduğu yerde çakılıp kalanlar müslümanlann bir kısmı olduğuna göre Nisa sûresinin 77. âyetinin içeriğine münafıklar değil müslümanlar girmektedir. Burada şu soruyu sormak gerekir: Yüce Allah burada kimi muhatap aldığını neden bilinmez olarak bırakmıştır? Bize göre kimi muhatap aldığını kesin olarak belirtmiş olsaydı, âyetin ta­rihî boyutu öne geçecek, bir tarihî anlatım olarak kalacak ve gelecek ne­silleri ilgilendirmediği düşünülecekti.

Bu açıklamadan sonra âyetin tahliline geçebiliriz:

1. Kendilerine ellerinizi çeki­niz, namazı kılınız ve zekâtı veriniz denilen kimseleri görmediniz mi?

Âyetin bu kısmında üç emir yer almaktadır: Ellerinizi çekiniz, namazı kı­lınız, zekâtı veriniz. "Savaştan ellerinizi çekiniz", "Savaşa sebep olmayı­nız" anlamına gelir. Ağır baskılar altında kaldıklarında savaş için izin iste­melerine Hz. Peygamber'in, "Henüz savaşmak için emir almadım" demesi buna işaret etmiş olabilir. Demek ki müslümanlar savaş çıkaran taraf ol­mamalıdır. Müslümanlar için savaş bir nefis müdafaasından ibarettir. Va­tanına, namusuna ve bağımsızlığına tecavüz edilme kastıyla karşı karşıya kalınca savaşılır. Diğer taraftan zulme uğrayan bir toplum kendilerinden yardım dilerse, zulmü ortadan kaldırmak için savaşa izin alabilir.

Savaşa sebep olmayacak müslümanlara Allah iki ibadet sunmakta­dır: Namaz ve zekât. "Savaştan elinizi çekiniz" ifadesinin psikolojik bo­yutundan hareket ederek açıklaması yapılabilir. İnsanda doğuştan var olan saldırganlık içgüdüsü, küçük sebeplerden dolayı haksız yere şiddete baş­vurma eylemine dönüşebilir. Savaştan elin çekilmesi, haksız yere şiddete başvurulmamasını amaçlamaktadır.

Haksız yere şiddete başvumak suretiyle çıkan savaş tâğutun uğruna yapılan savaştır. Bir önceki 76. âyet kâfirlerin böyle haksız yere şiddete başvurup tâğut uğruna savaşacaklarına dikkat çekmektedir. Haksız yere şiddete başvurup savaş çıkartma müslümanlara yasaklandığına göre, on­lara düşen ahlâkın düzelmesini temsil eden namaz, sosyal faaliyet olan ze­kâtla meşgul olarak sosyal savaş vermektir. Savaştan el çekmekle, namaz ve zakâtm ne alâkası vardır? Namazdaki rükû ve secdenin insanın gururu­nu kırdığı; zekâtın da cimriliği engelleyen bir fedakârlık olduğunu düşü­nürsek nefisle mücadele, yani cihad yapıldığı rahatlıkla anlaşılmış olacak­tır.

Böylece Allah haksız yere insanlara şiddet kullanıp savaşmadan ön­ce, kendi nefsiyle cihad etmesini istemektedir. Çünkü nefsin insanın er­demlerini alıp götüren iki büyük gücü vardır. Bunlar cimrilik ve gururdur. Cimriliğin karşıtı cömertliktir. Cömertlik de zekât ibadeti gibi bir fedakâr­lıkla gerçekleşeceğinden, cimrilikle savaş ancak zekâtla olur. Gururu kı­ran en büyük ibadet de insanın rükû ve secdeye gitmesidir. Nefisle cihadın iki önemli boyutu ortaya çıkmaktadır. Kendi içindeki düşmanını yeneme­yen ve o cihadı tamamlayamayan ve orada zaferini ilân edemeyen müslü­manlara Allah savaş çıkartmamalarını emretmektedir. Savaştan elinizi çekiniz ile namaz ve zekâtın alâkası budur.

2. Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar ve 'Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı? dediler. Önceleri ağır baskı altında kalan müslü-manlar savaşmak için izin isterlerken sonra onlara savaş emredilince tavır değiştirmeye başladılar. Bunun sebebini Allah korkuya dayandırmaktadır.

Korku psikolojisi onların bütün benliğini sardığından, Allah'tan korkar gibi ya da ondan daha fazla bir korkuyla insanlardan korkmaya başladılar. Yüce Allah âyetin bu kısmında, onların korkularının boyutunu bir benzetmeyle açıklamaktadır. Allah'tan korkar gibi, hatta Allah korku­sundan daha fazla olan bir korku. Bakara sûresinin 155. âyetinde Allah müslümanlan korku ile imtihan ettiğini söylemektedir.

Korku psikolojisi onların ağızından şu kelimelerin çıkmasına sebep olmuştur: "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? Bizi yakın bir süreye ka­dar ertelesen olmaz mıydı?" Korku ile söylevleri arasındaki ilişkiye ba­kınca, insanların sözlerini ve davranışlarını onların psikolojilerinin yönet­tiğini görmek mümkün olacaktır. Ağızlarından çıkan bu duanın şeklini, içeriğini belirleyen bu korku psikolojisi olmuştur. Göğüslerindeki şiddetli korkunun baskısı, ağızlarından bu kelimeleri döktürmüş, savaşın emredil-mesini uygun görmemiş ve kendilerinin belli bir süreye kadar bırakılmala­rını istemişlerdir.

Korkunun meydana getirdiği savaştan kaçma ölüme çare değildir. Korku psikolojisi bir toplumu düşmana karşı zayıflatan en etkin bir silâh­tır. İnsanlığın medeniyet minderinde, düşmanından Allah'tan korkar gibi korkanların yeri yoktur. Çünkü o toplum içeriden çürümüştür. Korku, içe­riden çürümenin verdiği kokudan başka bir şey değildir.

Bu korkunun bir benzerim Hz. Musa dönemindeki İsrâiloğulları ya­şamıştır: "Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes toprağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz" (Mâide 5/21); "Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz" (Mâide 5/22); "Korkanların içinden Allah'ın kendile­rine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan giriniz, oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler ise­niz sadece Allah'a güveniniz" (Mâide 5/23); Bu konuşmanın üzerine isrâiloğullan şu cevabı verdi: "Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve rabbin gidin savaşın, biz burada otu­racağız, dediler" (Mâide 5/24).

Korku, İsrâiloğullan'nın bu tarz konuşmalarına sebep olmuştu. Aynı korkuyu müslümanlann içinde bir grup da yaşamış ama İsrâiloğulları ka­dar ağır konuşmadan dua şeklinde savaş emrine bir tepki göstermişlerdi. Aslında müslümanlardan bir grubun savaş emrine böyle bir tavır takınma­ları, onlarda bir eksikliğin varlığını ortaya koymaktadır. Eksik bilgi, eksik inanç düşmanı güçlü gösterir ve yersiz korkuya sebep olur.

3. De ki: Dünya menfaati önemsiz­dir. Allah'tan korkanlar için âhiret aaha hayırlıdır ve size kıl payı kadar hasızlık edilmez. Âyetin bu kısmı müslümanlarda eksik olan bilgi ve inancı açıklamaktadır. Dünya menfaatinin değersizliğii, âhiretin üstünlüğü ve âhi-rette hakkın teslim edileceği. Eğer dünya hayatının değerinin âhirete nazaran düşük olduğunu bilseler ve inansalardı korkmalarına gerek kalmayacaktı.

Dünya menfaatiyle âhiret menfaati arasındaki farkın öğretilmesiyle, korkunun ortadan kalkacağı vurgulanmaktadır. Âhiret yurdunun ya da âhiret hayatının getireceği faydanın takva sahipleri için daha üstün bir de­ğer ifade ettiğinin bilinmesi korku duygusunu dengeleyecektir. Savaşma-makla elde edilecek dünya menfaatiyle; savaşarak ölen insanın elde ede­ceği âhiret menfaatinin bilinci verilmelidir. Âhirete yönelik faydanın ve­rilmesinde, kıl kadar zarara uğramayacağını bilen ve buna inanan insanın gözünü kırpmadan savaşa gireceği gerçeği de öğretilmektedir. Savaştan kaçmanın başka bir psikolojik sebebi Bakara sûresinin 216. âyetinde anla­tılmıştır. İnsanların kendi iyiliğine olanı kötü, kötülüğüne olanı iyi görme hatasına düşmeleri mümkündür. Demek ki olaylar veya ilâhî emirler hak­kındaki değerlendirmelerde yanılma payı büyüktür.

Tevbe sûresinin 38. âyetinde savaşa çıkmayan müslümanlann ruh hali anlatılırken, dünya hayatına razı olma ve ona büyük bir değer atfetme bir sebep olarak gösterilmekte ve orada dünya hayatının getirişi konusun­da bir değerlendirilmesi yapılmaktadır. Yüce Allah'ın bütün bu değerlen­dirmeleri, savaş psikolojisinin tiksindirici boyutunu ortadan kaldırmak, âhiret menfaatinin üstünlüğünü ortaya koymak ve korkunun yersizliğini göstermekten ibarettir.

76. âyette belirtildiği gibi, kâfirler tâğut uğruna savaşırken, müslü-manların Allah yolunda savaşmalan gerekmektedir. İman farkı savaş kor­kusunu gidermelidir. İnandığı şeyin uğruna mücadele vermeyen insan, âhiret menfaatini nasıl kazanabilir? Hürriyet ve zulme uğrayan insanlar uğruna gerektiğinde savaşa girmek, müslümanın bir görevi ve Allah katın­da onu yükselten bir eylemi olmaktadır. [105]

 

Ölüme Çare Yoktur:

 

78. Nerede olursanız olunuz ölüm size ulaşın sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "bu senden" derler. "Hepsi Allah'tandır" de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.

Bu âyetin nüzul sebebi bir önceki âyettir. Âyetin içeriği tamamen Nisa sûresinin 77. âyetini açıklamakta ve ona bağlantılı olarak işlerlik ka­zanmaktadır. Savaş Allah tarafından emredilince Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde neden verildiğini sorarak tavır takınanlara bir uyarı niteliğinde bilgilendirme vardır.

1. Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır ifadesinden anlıyoruz ki, müslümanların bir kısmında ölüm korkusu oldu­ğundan savaşa tepki gösterdiler. Ölüm korkusuyla savaştan kaçmanın çok yanlış olduğu, kuvvetlendirilmiş burçlarda bile ölüm insana gelecektir ifa­desiyle ispat edilmektedir. Ölüm insana geldiğine göre insanın bulunduğu yer önemli değildir. Savaşta, sağlam kalelerde olmanın hiçbir farkı yoktur. Ahzâb sûresinin 16. âyetinde ölümden veya savaşta öldürülmekten kork-

manın asla size faydası olmaz! O takdirde de yaşatılacağınız süre çok değildir.

Bu âyetlere Bakara sûresinin 154. âyetini katarsak, ölüm korkusunu hastalık haline getirenleri tedavi ettiği anlaşılır. Allah yolunda ölen insa­nın ölü olmadığı, insanların idrakinin alamayacağı bir hayatı yaşadığını bildiren bu âyet, korkuyu asgari seviyeye indirmektedir. Allah'ın şehidle-re bahşettiği bu ödül, tedavi edici ve teşvik edici bir nitelik taşımaktadır.

2. Ölümden korkan ve savaşa gitme konusunda ağır davrananların iyi ve kötü konusundaki tutarsız fikirleri âyetin bu bölümünde açıklan­maktadır: Onlara bir iyilik dokunsa 'bu Allah'tan­dır' derler. Bunun anlamı savaşa gidip zafer elde edip ganimetlere ulaşır­larsa, bunun Allah tarafından geldiğini söylerler. Aslında "iyiliğin Allah­'tan olduğu" konusundaki fikir veya inanışları genel mânada iyiliği kapsa­mına almaktadır. Bu konudaki görüşleri tutarlıdır. Yani, iyiliğin O'ndan geldiğine inanmaları doğrudur. Ama musibet, yani kötülüğün kaynağı ko­nusundaki inanışları veya düşünceleri yanlıştır. Savaşta kaybettiklerinde suçu Hz. Peygamber'e atmaları ve kötünün kaynağında onu görmeleri yanlıştır. Başlarına bir kötülük gelince de 'bu sendendir' derler.

3. Yüce Allah bir soru ile 78. âyeti bitirmektedir: Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar? Nisa sûre­sinin 71. âyetinden itibaren iyilik, kötülük, savaş, zulüm gibi durumlar arasın­da bağlantılar kurularak pek çok açıklama yapılmaktadır. Diğer taraftan kâ­firle müslümanın savaşa karşı tavırları anlatılmakta ve müslümamn nasıl bir tutum içinde olması gerektiğine de ışık tutulmaktadır. Bütün bu açıklamalar, müslümanlann içindeki bir grubun anlayış kanallarının açılmasını hedef al­maktadır.

Biz buradan şu genellemeye varabiliriz: "Ölüm korkusu" sebebiyle bazılarının düşmandan Allah'tan korkar gibi korkması ve bu korkuyu daha da ileri götürmesi, anlayışı köreltmektedir. Savaş korkusu, daha doğrusu korku psikolojsi, anlamayı engellemekte ve söyleneni anlaşılamaz hale getirmektedir. Demek ki korku, insanın psikolojik yapısındaki hâkim duygu haline gelmekte diğer duyguların ve melekelerin saf dışı kalmasına se­bep olmaktadır.

Hatalan, eksikleri ve güzellik beğenisini saf dışı bırakan kara sevda gibi, savaşta ölüm korkusu da söyleneni anlama melekesinin çalışmasını engellemektedir. Çünkü yukarıda belirtilen korku hastalık halini almıştır, hasta olan insan söyleneni kolay kolay anlamaz. O zaman eğitim öğretim­le insanların duygu alanını diğer kabiliyetleriyle dengede tutmak gereki­yor. Şahsiyet bütünlüğü ancak bu yolla kurulabilir ve bütün melekelerin ve duyguların bir bütün halinde işlerliği temin edilebilir.

Ölüm korkusundan kaçan insanlara, o esnada söz dinletmek zordur ve hatta mümkün değildir. Sağlam kaleler içinde kendini hapseden insana ancak ölüm ulaşır, sözü ulaştırmak mümkün olmaz. Nefsiyle cihad yapan insan, nefsinin entrikalarından korkarsa bütün anlayış kanallarım kapat­mış olur. [106]

 

İyilik Allah'tan, Kötülük İnsandan:

 

79- Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük de nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.

Bu âyet 78. âyetin bir açılımıdır. Orada iyilikle kötülüğün kaynağı tartışılıp bu âyette sonuca bağlanmıştır. 78. âyette bazı kimseler iyiliğin Allah'tan, kötülüğü de Hz. Peygamber'den kaynaklandığını iddia etmişler, Allah bu düşüncenin yanlış olduğunu açıklamıştı. İyilik Allah'tandır, bu doğru, ama insanın başına gelen bir uğursuzluğu başkasına değil kendine bağlaması gerekir. Kötülüğü kulun yapıp etttikleri davet eder, Allah da yaratır denilerek konuya açıklık getirilmiştir. Demek ki iyiyi Allah ister, Allah yaratır; ama kötüyü insan ister, Allah yaratır. 79. âyette ahlâkın ve  sosyal hayatın üzerine oturduğu değerler sisteminin kaynağı verilmekte­dir.

1. Sana gelen iyilik Allah'tandır. Âyetin bu kısmın­da geçen ijjS- hasene "güzel, hoş, zarif, latif, süslü, mükemmel ve iyi ol­mak; münasip, muvafık, uygun ve lâyık olmak; saadete nail etmek, süs­lemek, geliştirmek, daha iyi bir duruma koymak, şefkatle muamele etmek, doğru yapmak" mânalarına gelmektedir. Hüsn fizikî güzellik olacağı gibi, ahlâkî güzellik de olabilir. Demek ki ahlâkî davranış bir sanatsal güzelliğe sahiptir. İhsan kalıbı da "lütfetmek" mânasına gelmektedir, " Doğrusu rabbim bana (çok şey) lütfetti. Çünkü beni zindan­dan çıkardı (Yûsuf 12/100). "Allah'ı görür gibi ibadet etmek de ihsandır"[107]. Muhsin kalı­bından alındığında "takva sahibi, sabreden, infak eden, işi vaktinde ya­pan, az uyku uyuyan, kin tutmayan, affeden, Allah'a bütün benliği ile tes­lim olan insan"ın sıfatı olmaktadır. Bu insan Allah'ın sevgisini kazanmış, O'nun beraberliğini elde etmiş, hikmet sahibi ve cennete hak kazanmıştır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette kubh ve sû1 yani "kötü" ke­limesinin zıt anlamlısı olan "iyi" mânasına gelmektedir. Âyette iyiliğin in­san ve Allah ile olan ilişkisi içinde ele alındığını görüyoruz. İyilik insanın olduğu yerde ortaya çıkan ahlâkî bir durumdur. Çünkü iyi denen değer pek çok eylemi kapsamaktadır. Bakara sûresinin 177. âyetinde geniş bir şekil­de bu amellerin ne olduğu açıklanmıştı. Ama âyette insanı mutlu eden, in­sanı geliştiren, kendine uygun düşen ve hoş gelen her şey "hesene" denen iyinin kapsamı içine girmektedir. Demek ki insanı içeriden saran mutluluk duygusuyla dışarıdan saran maddî ve sosyal nimetler iyilik kavramında yer almaktadır. Bu açıdan bakılınca iyiliğin merkezinde insanın, kayna­ğında da Allah'ın olduğu görülecektir. Hüsnâ Allah'ın sıfatlarından biri ol­duğuna göre, O güzelliklerin, iyiliklerin kaynağıdır. İşte bu sıfat insanda tecelli edince insan iyiliklere, güzelliklere, mutluluğa ulaşmış olmaktadır.

İnanç ve ahlâk sisteminin temel kavramlarından biri olan "iyi" Al­lah'tan gelmekte, insanın gönül ve eylemleriyle sosyal hayata inip hayatın bir parçası olmaktadır. Mâna olarak ilâhî irade ve kaderin ortaya çıkardığı iyi, insanların inançlarıyla ve amelleriyle hayat bulmakta, büyümekte ve yayılmaktadır.

2. Başına gelen kötülük de kendindendir. Kö­tülük yaratîkTarın yapıp ettiklerinden kaynaklanmaktadır, ama yaratıcısı Allah'tır. Kötülüğün kaynağında ve merkezinde insan, yaratma boyutunda da Allah vardır. Onun için yüce Allah, insanın başına gelen her belânın kaynağında kendisinin olduğunu söylemektedir. Felâk sûresinin 2. âyetin­de, O'nun yaratıklarının şerrinden derken, şerrin yaratıklardan geldiğini net bir şekilde beyan etmektedir.

Âyetteki "kötülük" kavramı seyyie kelimesiyle ifade edilmek­tedir. Bu kelime "kötü, fena, iğrenç, tehlikeli olmak; daha kötü olmak; ba­şarısız olmak; kötü durumda olmak; ıstırap vermek ve çekmek; kederlen­mek, keyfini kaçırmak; belâya düşürmek ve düşmek; rencide etmek; canı­nı sıkmak; azap etmek; üzüntü vermek; kabahat işlemek; zarar vermek; kötü günlerden geçmek" anlamına gelen sâe kelimesinden türemiştir. Ke­limenin sû1 kalıbı ise "kötü, fenalık, günah, haksızlık, adaletsizlik, zarar, ziyan, suç, cürüm, belâ, musibet, bedbahtlık" mânasını ifade etmektedir.

Kelimeyi musibet anlamında alınca, Şûra sûresinin 30. âyetinde bir eşinin olduğunu söyleyebiliriz: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi yaptıklarınızın yüzündendir. Allah çoğunu affeder." İnsanın isteği, çabası, eksik işleri ve yanlışlıkları bir araya gelince bunlar bir kötülük halinde ba­şına gelmektedir. İstekler zinciriyle kusurlar zinciri sebep-sonuç ilişkisi içinde akıp giderken bir yerde toplanmakta, toplandıkları yerde şer, musi­bet ve sû' denen oluşumları meydana getirmekte, insanı içine alıp çaresiz hale getirmekte; mutsuz ve bedbaht bir oluşumun içine sokmaktadır.

İşlenen günahların bu dünyadaki cezaları musibet şeklini almakta ve insanın başına gelmektedir, İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Geri dönerler diye yaptıklarının bazı sonuçlarını onlara tattıracaktır (Rûm 30/41). Demek ki Allah insanların yapıp ettiklerini onların önüne koyarak tattırmakta dola­yısıyla bu ameller onlar için musibet olmaktadır. Âyetlere dikkat edilirse kötülükler daima cümlede özne halinde gelmektedir. Meselâ İnsanların başına bir sıkıntı gelince (Rûm 30/33) ibaresinde sıkıntı özne durumundadır.

İnsan bir günah veya kötülük işleyince kötüye can verip onu semir­tir. Semiren kötülük, insan bu eylemine devam ettikçe ejderha haline gelir ve insanın başına sarılır; onun hayatını ve mutluluğunu yer bitirir. Fakat o ejderhanın kendi istek ve kötü eylemlerinden çıktığını göremeyip Allah'­tan geldiğini söyler; çünkü ejderha onu içten ve dıştan öyle yakalamıştır ki, doğruyu görebilme şansını kaybetmiştir.

Hz. Peygamber kötünün, musibetin beşerî kaynaklı olduğunu şu şe­kilde açıklamaktadır: "Kula erişen bir musibet, büyük küçük bir felâket hep kendi günahı yüzündendir. Allah'ın affettikleri daha çoktur"[108]. Kısaca diyebiliriz ki iyinin kaynağında Allah, kötünün kayna­ğında insan vardır. Çünkü kötü mutlak değil izafîdir, ama mutlak iyi var­dır.

3. Seni insanlara elçi gönderdik. Şa­hit olarak Allah yeter. Hz. Peygamber ilâhî âlemin insanlar alemindeki el-çisidir. Beşerî âlemin meselelerini çözümlemek için gönderilen bir elçidir. Günümüzdeki elçilik müessesesinin ilk kurucusu Allah'tır. Bir devlet di­ğer bir devlete elçi gönderir, bu elçi o devletin kültürel, siyasî, askerî, çalış­ma gibi sorunlarını çözmek için oraya gider. Yüce Allah insanlığın başlan­gıcından beri insanların içinden seçtiklerini kendilerine elçi olarak tayin et­miştir. Bunlardan biri de Hz. Peygamber'dir. Bu noktadan itibaren şöyle bir soru aklımıza gelebilir : Asırlardır neden ilâhî âlemin elçisi gelmiyor? Bu­nun cevabını çeşitli açılardan verebiliriz.

Bunlardan biri, artık insanoğlunun akıl faaliyeti öyle ince noktalara girip çözüm üretmektedir ki, Kur'an'a bakarak, son elçinin çözümlerinden hareket ederek yolunu tayin edecek duruma gelmiştir. Doğruya, güzele, iyiye götüren bir kitaptan hareketle sorunların çözecek seviyeye ulaşmış durumdadır. Artık insanın gelişmişliği elçinin gelmesine lüzum bırakma­maktadır. Çünkü insanlığın elinde beşer fikri karışmamış oijinal bir kitap vardır.

Âyetin bu bölümünde "insanlığa" kelimesi yer almaktadır. Bunun anlamı Hz. Peygamber'in bütün insanlığa elçi olarak gönderilmesidir. Hz. Peygamber'in peygamberliği, mahallî veya millî bir yapıda değil evrensel­dir. Hz. Muhammed'in elçi olduğuna dair bir tanık aranıyorsa Allah'ın ta­nıklığı yeterlidir. Âyetin son kısmı, Allah'ın Hz. Peygamber'in elçiliğine dair şahitliğini ortaya koyarak kesinlik kazandırmaktadır. [109]

 

Peygambere İtaat:

 

80. Kilin peygambere İtaat ederse Allah'a itaat etmiş ölür; yüz çevirenlere sefihte: seni onlara 'beltçitik yapmak danayrıhnca oçteedan jbir isenln dediğinden, başkasını

gizUce kurar. Allah da onlafin . azar. Sen araaldirma ve Allah'a dayan, şana vekil oİaralt Allah yeter.

1. Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Bu ifadenin birin­ci amacı Peygamber'e uymanın, ona itaat etmenin önemini vurgulamaktır. Tıpkı Âdem'e secde etmenin Allah'a secde olması gibi (Bakara 2/34), çünkü beşere secde olmaz. Âdem'e secde ondaki bilgiden dolayı olmuş, ama bil­gi de Allah'tan gelmişti. Dolaylı olarak secde Allah'a yapılmıştır. Olgu olarak itaat kavramında da aynı metot geçerlidir. Peygamber'e olan itaat aslında Allah'a itaatir, çünkü Peygamber'in zatına değil onun getirdiği, tebliğ et­tiği ve hayata geçirdiği ilâhî mesaja itaat edilmektedir.

"Uymak" mânasına gelen itaat kelimesi dinin önemli bir kuralını teşkil eder. Nisa sûresinin 59. âyetinde üçlü bir itaat zinciri ortaya konmuştur. Fakat diğer âyetlerde sadece Allah'a ve Peygamber'e itaat gündeme geti­rilmektedir. Nisa sûresinin 59. âyetinde itaat eyleminin, münakaşa anında hükmüne başvurma şeklinde tezahür edeceği belirlenmektedir. İtaatin en önemli ürünü toplumda birlik beraberliğin oluşması, tefrikanın ortadın kalk maşıdır. Enfâl sûresinin 46. âyeti itaatin meydana getireceği birlik bera­berliğe ve sosyal güce dikkat çekmektedir. İtaatin farz olduğu hükmünden hareket edersek yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin yapısından an­lıyoruz ki itaatte zorlama yoktur.

2. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik. Demek ki Peygamber'e itaat etmenin Allah'a itaat etmek olduğu açıklamasını dikkate almayacak insanlar olabileceği için, bundan yüz çevirenlerin varlığından bahsedilmektedir. Allah itaatten yüz çevirme seçeneğini insana vermektedir. "Yüz çevirme" eyleminin fa­ili insan olduğuna göre böyle bir eylemi gerçekleştirmekte serbest olduğu ortaya çıkmaktadır. "Yüz çeviren"i zorla itaat ettiremeyeceğinin delili de Peygamber'in onlara bekçi olmadığı esasıdır.

Şûra sûresinin 48. âyetine göre Hz. Peygamber'e düşen görev dini, yani Allah'ın mesajını tebliğ etmektir. Onların yüz çevirmelerinden dolayı onlara bekçilik etmek değildir. Peygamber'e itaat, Peygamber'e tâbi olmak anlamına gelmektedir. Peygamber'e tâbi olmak insanın Allah'ı sevdiğinin

olmak Allah'ın Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin (Âl-i İmrân 3/31). Bu âyetin açıklamasını daha önce yapıldı.

Âyette geçen tevellâ "yüz çevirme" eyleminin hem gönülden hem de davranışlarla olabileceği bir gerçektir. Gönülden olan dönüşlere hükmet­mek mümkün olmayacağı için, âyetin sonunda Peygamber'in onların bek­çisi olmadığına dikkat çekilmektedir. Dönüşler gönülden olunca itaatin de gönülden olması, oradan başlamasının zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Eği­tim, faaliyetini insan aklı ve gönlü üzerine yoğunlaştırmalıdır.

3. İtaat sözle olmaz. Nisa sûresi 81. âyette, Onlar, biz sa­na itaat ediyoruz derler ifadesi itaati sözle yaptıklarına dikkat çekmektedir.

4. Senden ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar. Ayetin bu kısmında geçen «S£ beyyete fiili bâteden türemiştir. Kelimenin asıl mânası "geceyi geçirdi"dir. Beyyete ise "gece boyunca bir şeyi düşünerek geçirmek" an­lamına gelir. Bu manasıyla kelime "geceleri birtakım entrikalar kurma, gizli ve yeraltı faaliyetlerinin planlarını yapma"yı ifade eder. Nisa sûresinin 108. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir: "Gecenin karanlığında Allah'ın tasvip etmediği düşünce ve inançtan her ne zaman tasarlasalar..."

Gecenin olumlu veya olumsuz mânada düşünceye dalmanın en mü­sait vakit olduğu unutulmamalıdır. Düşünce ve plan kurma ile geceyi Allah aynîleştirmektedir. Bütün entrikalar gece vakti olur. Zira gecenin karanlı­ğı kötülükleri örter. Şeytanın ve nefsin insanı en çok etkilediği anlar gece­dir. Münafıklar gündüz vakti sözle itaat etiklerini bildirirken, gece vakti Pey-gamber'in dediğinin tersi olan düşünceleri ve inançları kurmaya çalışırlar.

5. Allah, onların gizlice kurduklarını yazıyor. Bu­radaki yazma eylemi tesbit ediyor anlamına gelmektedir. Allah her şeyi bil­diği halde yazmasının anlamı, mahşerde insanın reddedemeyeceği objektif bir delilin bulunması; kulların "Rabbim bana zulmediyor, ben bunları yap­madım" düşüncesine kapılmamasıdır. Tesbit etme eylemi İnfitâr sûresinin 11-12. âyetlerinde şöyle açıklanmaktadır: "Değerli kaydediciler, yaptığınız her şeyi bilirler." Kaydedici ifadesi âyette kâtip, yani yazıcı olarak geçmektedir.

"Allah, onların gizlice planladıklarım yazıyor" ifadesi, müslüman-lara derunî bir şuur ve anlayış vererek, yapılan bütün davranışların Allah tarafından görevlendirilen melekler tarafından kaydedildiği ve insan vü­cudunun ve vicdanının da onları tesbit ettiği esasını hatırlatmaktadır. Eği­timin ahlâkî bakımdan insana kazandırması gereken meziyet bu bilince ulaştırmasıdır. Andolsun insanı yaratan biziz ve onun nefsinin (iç benliğinin) ona ne fısıldadığını biz biliriz; çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.

Yüce Allah insanı içeriden ve dışarıdan kuşatmış vaziyettedir. Dü­şünce ve eylem planında neler yaptığını bilir ve tesbit eder. Münafıkların geceleyin Hz. Peygamber'in söylediklerini çürütmek için kurdukları sahte düşüncelerle ve inançlarla entrikalarını bilmekte ve tesbit etmektedir.

6. Onlardan yüz çevir ve Allah'a dayan, sana vekil' olarak Allah yeter! Şahsiyet parçalanmasına uğrayan müna­fıkların, gündüz Peygamber'in söylediklerine itaat ettik deyip, geceleri entri­ka kurmaya çalışmaları onlara itibar etmemeyi gündeme getirmektedir.

Yüce Alah, Hz. Peygamber'e emerederek "Onlardan yüz çevirme­sini istemektedir. Hz. Peygamber'in aldırış etmemesi en iyi metot ola­caktır. Çünkü bunlar eğitilmesi mümkün olmayan insanlardandır. Yüce Allah'ın "onlara aldırma", yani "Onlardan yüz çevir" demesi manidar bir emirdir. Çünkü Peygamber insanlarla diyalog kurmak, iletişimi sağlamak ve bu yolla ilâhî mesajı tebliğ etmekle mükelleftir. Ama Allah şahsiyet parçalanmasına uğrayan münafıkların eğitilmesinin imkânsızlığı sebe­biyle bu emri vermektedir. Râzi "Onlardan yüz çevir" emrini, onların du­rumunu yüzlerine vurma, isimlerini ifşa etme ve gizli planlarının perde­sini yırtma anlamında yorumlamıştır[110]. Bu durumda "emir" eğitim manasıyla değil siyasî boyutuyla yorumlanması gerekir. Yaptıklarını yüzlerine vurmak ve isimlerini ifşa etmekle, müslümanlara daha fazla düşmanlık besler hale gelebilirlerdi.

"Ve sen Allah'a dayan" emri, güvenilecek en büyük sığmağın Allah olduğunu anlatır. Allah'a tevekkül etmek, bütün emeğin sarfedilme^inden sonra olmalıdır. Nisa sûresinin 78. âyetinde olduğu gibi uğursuzluğu, yani musibeti Hz.Peygamber'den bilmeleri, "itaat ettik" deyip itaat etmemeleri göstermiştir ki, münafıkların şerrinden kurtulmanın yolu Allah'a dayan­maktan geçmektedir. Zaten Allah vekil olarak yeterli olduğunu âyetin so­nunda söylemektedir.

Kısaca verilen emri "yerine getirmek, kabul etmek, boyun eğmek, emre uyup muhalefet etmemek, uyum sağlamak" mânalanna gelen itaat kavramı tav1 kökünden türemiştir. "Meyvelerin olgunlaşarak devşirelecek hale gelmesi, otlağın hayvanların otlayacak hale gelmesi" anlamıyla bu kavram "olgunlaşmayı, yetişmiş olmayı, başkalarının istifade edecek hale gelme"yi ifade eder. Bu anlamlarıyla itaatin siyasî ve eğitim içerikli mâna taşımış olduğu ortaya çıkmaktadır. "Tavım buldu" yani olgunlaştı anla­mıyla bu kelime belli bir seviyeyi yakaladı mânasını ifade etmektedir. [111]

 

Kur'an Üzerinde Düşünmek:

 

82. Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı onda birçok çelişki bulurlardı.

Bu âyetin önceki iki âyetle olan ilgisine bakınca çıkarılabilecek önem­li genellemeler olacaktır.

1. Kur'an üzerinde düşünüp Hz. Muhammed'in peygamber olduğunu anlamak. Bir önceki âyette, Peygamber'e gündüz vakti itaat ettik dedikleri halde, bir grup insan geceleyin Peygamber'in dediğinden başkasını kuru­yorlardı. İşte bu âyet onlara, Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmediklerini soru olarak yöneltmektedir. Âyetin birinci bölümünde yetedebbera ke­limesi yer almaktadır. Bu kelimenin farklı kalıplan farklı mânaya gelmek­tedir.

 

Debere Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1) Yönetmek. Yûnus sûresinin 3. âyetinde debbere kalıbından gelmiş "yönetmek, idare etmek" mânasını ifade etmektedir. "Varlığı, işi yöneten Allah'tır." Yûnus sûresinin 31. âyetinde de hemen hemen aynı mânaya gelmektedir. "Kimdir var olan her şeyi çekip çeviren?"

2) Anlamak. "Peki, onlar (Allah'ın bu) sözünü anlamaya hiç çalışma­dılar mı?" buyururken düşünmeden önceki anlama safhasını gündeme ge­tirmektedir.

3) Sırtını dönmek. Meâric sûresinin 17. âyetinde edbere kalıbın­dan gelmektedir. "O, (iyiye ve doğruya) sırtını dönenleri ve (hakikatten) uzak­laşanları kendine çeker."

4) Çekip gitmek. Yüce Allah geçip gitmekte olan gece için bu keli­meyi kullanmaktadır: "Geçip gitmekte olan geceyi düşün" (Müddesir 74/ 33). Tûr sûresinin 49. âyetinde teşbih etme anı belirlenirken yine aynı an için bu kelimeye yer verilmektedir: "Gece ve bütün yıldızların çekildiği an O'nun şanını yücelt!" Günün doğmasıyla yıldızların kaybolmasını ifa­de etmektedir.

5) Yerine getirmek. Nâziât sûresinin 5. âyetinde müdebbirât kalıbında yer almaktadır. "Böylece (yaratanın) buyruğunu yerine getiren" derken Allah bu kavramı kullanmaktadır. Kelimenin aslı debberedir.

6) Kalıntı. En'âm sûresinin 45. âyetinde dâbir kalıbında "kalıntı" anlamınadır: "Ve (sonunda) zulüm işlemeye şartlanmış olan o toplumların son kalıntıları da yok olup gitti."

7) Kök. Enfâl sûresinin 7. âyetinde yine dâbir kalıbında yer al­makla beraber âyetin içeriğine göre "kök" anlamına gelmektedir. Oysa Allah sözleriyle hakkı gerçekleşiir

Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleşiir-mek ve kâfirlerin kökünü (ardını) kesmek istiyordu.

8) Arka. Yûsuf sûresinin 25. âyetinde dübur kalıbında gelmekte­dir. "İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı."

9) Düşünmek. Sâd sûresinin 29 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Nisa sûresinin 82. âyetinde, tedebbere kalıbında fiil olarak gelmekte­dir. "Düşünmek, mütaala etmek, dikkat etmek, hürmet etmek" mânalarına gelmektedir.

Sâd sûresinin 29. âyetinde Allah âyetlerini "düşünmek" için indir­diğini söylemekte ve düşünmeyi tedebbere kelimesiyle ifade etmekte­dir. "Yönetmek, anlamak, sırtını dönmek, çekip gitmek, yerine getirmek, kalıntı, kök, arka" mânalarının düşünmekle alâkası vardır. "İşlerin netice­sini, arka planını, özünü ortaya çıkarmak için yapılan eylemi düşünmek" anlamına tedebbür denmektedir. Bir işin başını, sonunu, köklerini, arka­sını tesbit etmek için sarfedilen akıl faaliyetine düşünme mânası verilir. "Onlar Kur'an üzerinde düşünmüyorlar mı?" derken Kur'an, hakkında iki şeyi ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Bunun birisi Nisa sûresinin 82. âyetinin devamında, diğeri de Sâd sûresi 29. âyetin devamındadır.

2. Eğer Kuran, Allah'tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı. De­mek ki Kur'an üzerinde düşünen ve onu iyice tetkik eden insanın anlaması ve varması gereken netice onun Allah tarafından indirildiğidir. Eğer onu bir beşer yazmış olsaydı onda tutarsızlıklar, ihtilâflar, çatışmalar, zıtlaş­malar bulacaklardı. Çünkü bir önceki âyette, Hz.Peygamber'in tebliğ etti­ğinin dışında başka şeyleri geceleyin uydurmaları, onlardaki tatminsizliği ortaya koymaktadır. Onların tatminsizliği, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği ilâhî vahyin, yani Kur'an'm üzerinde düşünmemeleri, onun doğasını, ma­hiyetini, amacını ve kurgusunu tesbit edememelerinden kaynaklanmakta­dır. Günümüzde Kur'an'a karşı takınılan tavırların arkasında da Kur'an üzerinde yeterince düşünmeme vardır.

Kur'an üzerinde düşünülünce varılacak en önemli sonuç şudur: Onu beşer yazsaydı, bazı tutarsızlıkları olurdu. Olmadığına göre Allah tarafın­dan indirilmiştir. İnsanların yazdıklarında zamanla tutarsızlıkların olduğu ortaya çıkar. Hatta o kitabın yazarı yazdığının eksikliğini veya yanlışlı­ğını zamanla kendisi tesbit eder. Felsefe tarihi filozofların çatışmalarıyla doludur. Demek felsefede ihtilaf olur ama vahiyde olmaz. Kur'an'da ihtilâfın olmadığının tesbiti, onun Allah tarafından gönderildiğini ispat etmektedir.

Sâd sûresinin 29. âyetinde Kur'an âyetleri üzerinde düşünmekten, akıl sahiplerinin, öğüt alması amaçlanmaktadır. Demek ki Kur'an üzerinde düşünen, onu araştıran, insan, zihnindeki soruya cevap bulacaktır. Hangi şeyi araştırıyorsa onu tesbit edecektir. Kurgusunda, ele aldığı konularda, açıklama tarzında ihtilâf olmayan Kur'an'ın üzerinde düşünmenin varaca­ğı nokta onu Allah'ın indirdiğidir. Bunun tesbiti de arka planda Hz. Pey-gamber'in gerçek peygamber olduğunun ortaya çıkması ve ispatlanma-sıdır. Mülk sûresi 3. âyetinde dendiği gibi, "O rahmanın yaratışında hiçbir kusur bulamazsınız." Allah'ın sözlerinde de hiçbir tutarsızlık bulunamaz.

Fizik âlemdeki kusursuzlukla Kur'an'daki kusursuzluk aynı mânaya gelmektedir. Çünkü ikisinin de kaynağı ilâhî irade ve bilgidir. Kâinattaki düzen, ahenk ve kusursuzluk, aynen Kur'an'da da vardır. Kur'an'ı araştı­ran, onun üzerine derinlemesine düşünen insanlar ondaki edebî ahengi, kusursuzluğu, hükümlerindeki uyumu tesbit edecek, ilâhî bilginin eseri olduğunu anlayacaklardır. Burada önemli olan Kur'an hakkında araştır­madan fikir beyan etmemektir. Kur'an hakkındaki çarpık düşünceler, ona karşı olan tavır ve saldırılar, onunla ilgili bilgi yetersizliğinden kaynaklan­maktadır. "İnsan bilmediğinin düşmanıdır" düşüncesi burada da işlemek­tedir. Eğitimciler insanları bilgilendirdikçe Kur'an'a karşı gönüllerinin ye­şereceğini bilmelidirler. Hurafeden arınmış bilgilerin, Kur'an'ın büyük bir uzmanlık örneği ile halka sunulması ona karşı muhabbeti arttıracaktır. [112]

 

Bilene Sormak:

 

83. Onlara, güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Halbuki onu Peygamber'e ve aralarında otorite sahiplerine götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne okluğunu bilirlerdi. Eğer size Allah'ın lutfu ve rahmeti olmasaydı içinizden pek azı müstesna şeytana uyardınız.                                 ,

Âyetin analizinden bazı genellemelere varmak mümkündür:

1. Yüce Allah münafıklık yapan insanların topluma haber yayma ko­nularını ele almaktadır. "Güven veya korkuya dair" ifadesinden anlaşılan savaş ve barıştır. Güven bansın, korku da savaşın karşılığıdır. Savaş ve ba­rışla ilgili haberleri topluma yaymakla toplumda bir tedirginlik yaratmak­tadırlar.

Savaş ve barış haberlerini, yani güvenlik ve korkuyu topluma yay­manın ne kötülüğü olurdu? Münafıklar bu tip haberleri Peygamber'e isnat ederek yayıyorlardı. Haberin kaynağında Peygamber'in olduğunu söylü­yorlardı. Bu asılsız haberler müminlerin gönlünda tedirginlik ve karışıklık doğuruyordu. Haberin Peygamber'e dayandırılması, buna başka bir yoğun­luk kazandırıyordu. Yüce Allah Hucurât sûresinin 6. âyetinde böyle haber taşıyanları "fâsık" olarak ilân etmektedir. Toplumu karıştıran, toplumda ge­rilim yaratan ve toplumun çalışma gücünü kıran bu tip asılsız haberleri yaymak fâsıklık damgasını yemeye sebep olmaktadır.

Günümüzde asılsız haber yayan basının aynı durumda olduğunu söyleyebiliriz: Artık kitle haberleşme vasıtaları kapalı bir toplum içinde kalmıyor, haberi bütün dünyaya yayıyor. Asılsız haberlerin yarattığı tedir­ginlik dar bir sosyal çevreyi değil, bütün dünyayı etkiler hale geliyor. Yü­ce Allah âyetin devamında bu tip haberlerin yayılmadan önce nelerin ya­pılması gerektiğine ışık tutmaktadır.

2. Halbuki onu Pey­gamber'e veya aralarındaki yetki sahibi kimselere götürselerdi onların içinden işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Haberi top­luma yaymadan önce, onun doğruluğunun araştırılması basının önemli bir ilkesi olmalıdır. Doğruluğu araştırılmayan bir haberin topluma yayılmasının yanlış olacağını söyleyen âyet, günümüz ve geleceğin medyasına çok önemli ahlâkî ve siyasî bir kanun bırakmaktadır. Peygamber'e ve otorite sahiplerine sormak ve haberin doğruluğunu kaynağından öğrenmek basın ahlâkının temelini oluşturmaktadır. Elbette o dönemdeki basın ağızdan ağ­za, kulaktan kulağa intikal eden haberlerden ibaretti. Güvenlik ve korku, savaş ve barış toplumların en önde gelen haberlerini teşkil etmektedir. Bu konularda toplumda asılsız haberleri yaymak, topluma büyük bir haksızlık olacağından zulüm kavramının kapsamına girmektedir.

Yüce Allah bu konuyu önemsediğinden Hucurât sûresinin 6. âye­tinde ne yapılması gerektiğine ışık tutmaktadır: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bil­meden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursu-

nuz."

Fâsıkların işi asılsız haberler yaymaktır; müminin işi ise onun doğ­ruluğunu araştırmadan karşısındakine bu haberi yaymamasıdır. Başka bir ifade ile, pişman olacağı bir girişimde bulunmamasıdır. Toplumu ilgilen­diren bir haberi, o işin uzmanına danışmak hem siyasî ahlâkın hem de sos­yal ahlâkın esasını teşkil etmektedir. Âyetin ikinci bölümünden anlaşılma­sı gereken ilke budur.

3. Bu durumlarda şeytan rol oynar. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstes­na, şeytana uyup giderdiniz. Çok az insan aklını kullanarak yalan haber­lere kendini kaptırmaz ve etki altında kalmaz. Yüce Allah lütuf ve rahme-tiyle, müslümanları korumuş ve şeytana tâbi olmalarını engellemiştir.

Peygamber'e ve uzmana danışmak, şeytanın etkisine karşı koruyucu bir tedbir olmaktadır. Uzmanlık bilgi ve tecrübeyi kapsamaktadır. Mesele­nin iç yüzüne inen, bağlantılarını kuran, sonucunu kestiren uzmanlara baş­vurmak, onlara danışmak bu âyetle zorunlu hale getirilmekte ve yayılan haberlere hemen kapılmanın yanlışlığının eğitimi verilmektedir. Uzmana danışmayan insanın, şeytana tâbi olmasını engelleyecek tek şey ilâhî lütuf ve rahmettir. Hz. Âişe yapılan iftira haberinden, ancak vahiy yoluyla ko-runulabilmiştir. Çünkü yalan haberler geometrik olarak yayılır, yayıldıkça da etkisi artar. [113]

 

Allah Yolunda Savaşmak:

 

84.O halde sen.Allahyolunda sayaş, çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden sorumlusun ve müminleri teşvik eti Al­lah kâfirlerin gücünü kırmaya muktedirdir Çünkü Allah'ın gücü daha çetin ve cezası .

Âyetin analizinden İslâm'ın temel ilkeleri çıkmaktadır:

1. Allah yolunda savaşmak gerekiyorsa ve insan tek başına bile kal­mışsa bu görevi yerine getirecektir. Âyetin bu kısmında savaşa muhatap olan Hz. Peygamber'dir. Bu emri tarihî boyutuna hapsetmek doğru değil­dir, çünkü mümini muhatap almaktadır. "Sen" zamiri, Allah yolunda sa­vaşma şartlarıyla karşı karşıya kalan Hz. Peygamber olduğu kadar, mümi­ni de muhatap almaktadır. Öyleyse Allah yolunda savaşınız

emri, o anda devam eden savaşı kastetmektedir. Yoksa tek yönlü düşmana savaş aç anlamına gelmemektedir. Başka bir ifadeyle savaşa tahrik etmeyi kastetmemekte, sürmekte olan savaşa devam etmeyi amaçlamaktadır.

2. Sen, yalnızca kendinden sorumlusun hükmüyle Allah, ilkel hukuk anlayışını yıkıp modern hukukun temellerini atmıştır. Bi­lindiği gibi ilkel toplumlarda suçu işleyen kişinin toplumu ya da ailesi o suçtan sorumlu tutulurdu. "Hiç bir suçlu (günahkâr), başkasının suçunu üst­lenemez" (İsâ 17/15). Bunun anlamı şudur: Yapılan kötü davranış dünyevî bakımdan kötü bir netice veriyorsa suç, uhrevî bakımdan kötü bir netice veriyorsa günah olur. Suç ve günah ferdîdir. Bu dünyada herkes kendi su­çundan, öteki dünyada da herkes kendi günahından sorumlu tutulacaktır.

3. Yüce Allah âyetin üçüncü bölümünde müminleri savaşa teşvik et­meyi emretmektedir. Âyetin bu kısmında  harrada kelimesinin emir kalıbı yer almaktadır. "Teşvik etmek, dürtmek, tahrik etmek, sevketmek, mahmuz vurarak hareket ettirmek, kışkırtmak, gayrete geçirmek, uyan­dırmak, saklandığı yerden kovup açığa çıkarmak, öfkelendirmek, söz ve­ya fiille cesaretlendirmek, karıştırmak, çalkalamak, kandırıp yaptırmak" mânalarına gelen herede fiili, Muhammed Esed'in Kamus'tan naklettiğine göre, "zihin veya bedenin ifsadı" veya "bir kimsenin davranışlanndaki yozlaşma ve aynı zamanda zihnin sürekli rahatsızlığı" anlamına gelmekte­dir. Râgıb el-İsfahânî'ye göre herredehû kalıbı, "Onu her türlü karışıklık­tan korudu" mânasını ifade etmektedir. Bu kelime Kur'an'da üç yerde geç­mektedir. Nisa sûresinin 84 ve Enfâl sûresinin 65. âyetlerinde "teşvik et­mek, müminleri her türlü akıl rahatsızlığından uzak kılmak", ya da "her türlü ölüm korkusundan uzaklaştırıp bu korkuyu üzerlerinden atmak"tır. Sözlük mânasından hareket edersek "müminleri harekete geçir, onlan canlandır, teşvik et" anlamına gelmektedir.

Yûsuf sûresinin 85. âyetinde, sjv harada kalıbından gelmekte ve "hastalık" mânasını taşımaktadır. Nisa sûresinin 75. âyetine dönersek ve oradaki mâna ile buradaki kavrama anlam verirsek şöyle bir yorum yap­mak mümkündür: "Size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz" so­rusunu soran Allah, müminlerin hareket kabiliyetini ortadan kaldırmıştı. Onlar manevî hastalık diyebileceğimiz cesaret kaybına uğratmıştı. 84. âyetteki Müminleri harekete geçir, yani onları bu cesareti kı­ran korku hastalığından kurtar mânasına gelmektedir. Böylece hastalıktan kurtarmak anlamıyla teşvik etmek mânası bir araya gelmiş olmaktadır. Zulme uğrayan, hicret edemeyen Mekke'deki kadın, çocuk ve güçsüz er­keklerin kurtarılması için Allah uğrunda savaşmak (Nisa 4/7S) bir ihtiyaçtı. Bu ihtiyacı yerine getirmek için müminleri harekete geçirip teşvik etmek, onları motive etmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamberin bizzat tek başına savaşa çıkması, ardından müminleri teşvik etmesi ve böylece top-yekün savaşa çıkmalarının bir ödülü de olacaktı.

3. Allah kâfirlerin gücünü kırmaya muktedirdir. Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir. Âyetin bu kısmında geçen asâ kelimesi, insan için kullanı­lınca "ihtimal"i yani umudu ifade ettiği halde, Allah için kullanılınca kesinliği ifade etmektedir. Keffe kelimesi de "engellemek, menetmek, kırmak, önlemek" mânalarına gelmektedir. Allah'ın engellemesinde ihtimal olmaz, kesinlik olur. Be's kelimesi "kötü olan şey" anlamına gelmek­tedir. Allah'tan insana doğru olan bir eylemin tanımlayıcısı olunca "azap" anlamına geldiğ gibi, bazan da azabın sıfatı olmaktadır. Meselâ A'râf sûre­sinin 165. âyetinde azabın sıfatı durumundadır: "Zulmedenleri de yap­makta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azapla yakalatır" buyu-rulmaktadır. Azabın sıfatı olunca j-Jf beis kalıbında gelmektedir. O zaman "şiddetli, hoş olmayan, kötü" anlamına gelir. Fakat bu kelime bazı âyetler­de doğrudan doğruya azap anlamını da ifade etmektedir. Meselâ "Allah'ın azabına karşı bize kim yardım eder?" (Mü'min 40/29); "Onlar bizim azabı­mızı hissettikleri zaman" (Enbiyâ 21/12); "Onlar bizim azabımızı gördükleri zaman" (Mü'min 40/84). Bu âyetlerde "azap" olarak tercüme ettiğimiz keli­me be's kavramıdır.

Yüce Allah Uhud Savaşı'ndan sonra şu âyeti gönderdi: "Onlara bazı kimseler, insanlar size karşı bir araya geldiler, demişlerdi" (Âl-i İmrân 3/ 173) buyurulduğunda, Hz. Peygamber Uhud Savaşı'ndan sonra Ebû Süf-yân'a karşı Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz ver­mişti. Zamanı geldiğinde insanları davet etti, fakat onlardan bazısı çekin­di. Bunun üzerine bu âyet indi ve Hz. Peygamber "Ben yalnız kalsam yine giderim" dedi. Müminleri teşvik ederek yetmiş atlı ile Küçük Bedir'e gel­mekten onları caydırmış oldu. Böylece âyetteki "Allah kâfirlerin gücünü kırmaya muktedirdir" şeklindeki vaadi gerçekleşmiş oldu.

Yüce Allah'ın bunu yaptığına ve yapacağına dair en önemli delil âyetin sonunda gündeme getirilmektedir: Allah'ın gü­cü daha şiddetli ve azabı daha çetindir buyururken, bu yardımı yaparak kâfirlerin zararını ve güçlerini kıracak durumda olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı Allah'a karşı kimsenin duramayacağı, O'nun yolunda müca­dele verenlere yardım edeceğidir. Âyetin son kelimesi yg£: tenkîlâdır. nekele "cezalandırmak" anlamına gelmektedir. Bu amacına ulaşan bir cezalandırmadır. Bir kimse işlediği kötü davranıştan dolayı cezalandırılıp ondan vazgeçip bir daha işlemiyorsa, o cezaya nekâl denir. Bakara sûresinin 66. âyetinde bu kelime "ceza" anlamında yer almaktadır: "Biz bunu hem öndekilere hem arkadakilere ibret verici bir ceza kıldık." Mâide sûresinin 38. âyetinde de aynı mânaya gelmektedir: "Allah'tan ibret verici bir ceza almak üzere" yemin etmekten çekinmeyi ifade etmek için de bu kelime kullanılmaktadır. [114]

 

Her İşin Bir Karşılığı Vardır:

 

85. Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyi gözetleyicidir.

1. Bu âyetin bir öncekiyle bağlantısı olduğunu müfessirler kabul et­mektedirler. Bir önceki âyetle bağlantılı olarak açıklandığında "cihad" ey­lemiyle sınırlı kılmak zorunlu olacaktır. "İyi bir işe aracılık etme"nin an­lamı Hz. Peygamber'in müminleri cihada teşvik etmesi ve onların cihada çıkmalarıyla işledikleri iyi amelden dolayı teşvik edenin bir pay alacağı­dır. Çünkü cihad ibadetlerin büyükleri arasında yer almaktadır. Âyetin bi­rinci kısmında şef "çift" anlamına gelmektedir. Fecr sûresinin 3. âye­tinde "çifte ve teke yemin olsun" buyururken yüce Allah, bu kelimeyi "çift" anlamında kullanmaktadır. İhtiyaç sahibi olan insan tek kalmış, onun yardımına koşanla onu çiftleştirmiştir. Âdeta onun bir parçası haline gelmiş demektir. Cihada teşvik etmek bir bakıma yalnız kalan ilâhî davayı çiftleştirmek, ona yardım etmek, o yolu açmak mânasını ifade etmektedir. 84. âyetle bağlantılı olarak düşünürsek iyi bir yol açan insana o yoldan bir pay olacağı ilkesini getirmektedir diyebiliriz. Ama âyeti genig, olarak ele aldığımızda tü şefaat kelimesine "bir dava" diyebiliriz.^*^» yeşfa' fi­iline de o "dava uğruna gösterilen çaba" mânasını verebiliriz. "Kim bir da­va uğruna çaba gösterirse, o davanın elde edeceği iyiden ona pay vardır" şeklinde mânalandırmak mümkündür.

Diğer taraftan şefaat kelimesini "yol, sistem, çözüm, çığır açma" şeklinde yorumlayabiliriz. "Kim, dünyada iyi bir yol açarsa" iyi bir mües­sese kurarsa, insanların hayatını kolaylaştıran, dünya sorunlarına çözü­münü getiren bir sistem getirirse ondan kendisine bir pay vardır. Bu "pay" hem bu dünyada hem de öteki dünyada verilecektir. Şefaat kelimesine "çı­ğır" mânasını da verebiliriz. Teknolojik buluşlar insan hayatına yeni bir yaşam tarzı getirmekte; tıpta bulunan ilâçlar, âletler ve tedavi usulleri hep bir şefaat, yani çığır olmaktadır. Açılan bu çığırlardan dolayı, onu gerçek­leştirenlere bu dünyada nimet olacağı gibi âhirette de sevap olacaktır.

Zemahşeri güzel şefaati "müslümanın hakkına riayet etmek, ondan bir kötülüğü savmak, ona iyiliği getiren sırf Allah rızâsı için yapılan bir iş" olarak tanımlamaktadır[115]. Hz. Peygamber, "Şefaatçi olun sevap kazanın"[116]. derken, "İhtiyaç sa­hibinin ihtiyacını giderip sorununu çözünüz" demektedir. Bu çözüm ferde ait bir çözüm olacağı gibi, kamuya ait bir çözüm de olabilir. Çözüm ekonomik olacağı gibi fikrî ve siyasî de olabilir. Önemli olan o ihtiyacı güzel bir şekilde giderip problemi çözmektir. Vatanını ve halkın namusunu düşmandan ko­ruyan ordu da aynı mânada bir ihtiyacı iyi bir yolla gidermiş olmaktadır.

2. Kim kötü bir (işe) destek olursa, onun da o işten bir payı olur. Âyetin bu kısmındaki kifl kelimesi "birine bakmak, kefil olmak, beslemek, orucu peşisıra tutmak, garanti etmek, katıksız ekmek yemek, birbirine yardım etmek üzere ahidleşmiş" mânasına gelen kefele kelimesinden türemiştir.

 

Kifl Kelimesinin Kur'an'daki Mânalar­ı:

 

1) Hami olmak. Kur'an'ı Hz. Muhammed'in yazmadığına delil olan en önemli olgulardan biri, Hz. Meryem'in hâmiliği meselesidir: "Sana (şimdi) vahyettiğimiz şey, senin idrakini aşan bir hususla ilgilidir, zira hangisinin Meryem'in hâmisi olacağını kura ile belirlediklerinde, sen onlarla birlikte değildin" (Âl-i İmrân 3/44). Aynı anlamda Âl-i İmrân sûresinin 37. âyetinde Zekeriyyâ'nın himayesine verdi şeklinde yer almaktadır. Bir ço­cuğu veya muhtaç birini himayesine alma işini Allah bu kelime ile ifade etmektedir.

2) Bakmak. "Himayesine almak" ifadesiyle aynı anlama gelmesine rağmen, farklı mânada almayı uygun buluyoruz:  

 Kız kardeşin (Firavun'un ailesine) gidip de onlara: Ona bakabilecek birini size göstereyim mi? dediği zaman (Tâhâ 20/40). Aynı mânada Kasas sûresinin 12. âyetinde geçmektedir. Hz. Musa'yı himayesine almak başka, bakımıyla ilgilenmek başkadır. Firavun onu himayesine almış ama bakımıyla ilgilenecek birini arıyordu. O yüzden himaye ile bakma mânalarını ayırdık.

3) Vermek. Aslında bu mânada "himayesine, bakımına vermek an­lamı bulunmasına rağmen nüans ayrılıkları vardır. Bu benim kardeşim: Onun doksan doEuz koyunu var; benimse (sadece) bir koyunum: Buna rağmen, 'onu bana ver' dedi...

(Sâd 38/23).

4) Kendini Allah'a bağlamak. Enbiyâ sûresinin 85. âyetinde "Ve İs­mail ile İdrîs, (onlar gibi) kendisini andla (Allah'a) bağlayan herkes; onların hepsi darlığa göğüs geren kimselerdi" buyurulmaktadır. Âyette Zelkifl şeklinde geçen isim, aslında zülkifl kalıbındadır. "Sorumlu olan" ya da "andla bağlanan" demektir. Bu kelime aslında bir peygamberin adıdır.

5) Pay. Hadîd sûresinin 28. âyetinde kifleyn kalıbında geçmektedir: "Allah size rahmetinden iki kat versin" derken, iki kat yani "iki misli" an­lamında kifleyn kalıbına yer vermektedir. Yorumunu yapmakta olduğu­muz âyette de aynı anlama gelmektedir.

6) Tanık tutmak. "Ve yeminlerinize Allah'ı tanık tutarak" (Nahl 16/91) buyururken "kefil" kalıbında kullanmaktadır. Kötü bir çığır açan insana da ondan bir pay vardır. Bu pay "nasip"ten farklıdır, çünkü kifl insana azap getiren bir pay olmaktadır. Yüce Allah, âyetin birinci bölümünde iyi bir çığır açan, insanlara fayda getiren bir yol bulan, insanlığın sorunlarını çözen bir sistem getirenleri ele alırken, ikinci bölümünde kötü bir çığır açıp insanlara zarar verenlerin durumu gündeme getirmektedir. İyi çığır açana bir pay, kötü çığır açana da bir pay vardır.

Böylece Allah, herkesin yaptığının karşılığını göreceğini, insanlara faydalı olanla, zararlı olanın ayrılacağını ilke haline getirmektedir. Mese­lâ insanlığa barışı getirecek bir hizmet sunmak, insanlara ekmek kapısı açmak, sağlık işlerinde bir tedavi usulü geliştirmek faydalı bir çığır aç­maktır.

Hz. Peygamber aynı konuyu şu ifadelerle gündeme taşımaktadır: "İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye bunu sevabı (ecri) vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da çığın açana verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa onun günahı (vizr) onundur. O çığırda yürüyenlerin günahından da çığın açana verilir. Fakat onlann günahından hiçbir şey noksanlaşmaz"[117]. Âyette geçen "şefâaten heseneten" ifadesinin yerine Hz. Peygamber sünnet-i hesene ifadesini kullanmıştır. Âyette ge­çen nasip kelimesi yerine ecr, kifl kelimesi yerine de vizr kelimesini kul­lanmış, böylece Hz. Peygamber bu kelimlerin ne anlama geldiğini de açık­lamıştır.

3. Allah her şeyin gözlemcisidir. Âyetin son kelimesi mukîtâ-dır. "Allah her şeye mukittir" demek, "Her şeye kadirdir" anlamına geldiği gibi "Her şeyi gözleyendir" mânasına da gelmektedir. Râzî'nin ifadesine göre bu kelimenin iki mânası vardır: Birisi "her şeye kadir olmak"; ikin­cisi de "azık" anlamına gelen küt kelimesinden türeyen "ihtiyacı kadar veren, gözeten, bekçi" demektir. Kaffâl her iki mânayı da uygun bulmuştur. Allah her şeyin koruyucusu olup onlann şahidi ve gözcüsüdür. Hiçbir halimiz O'na gizli kalmaz. Çığır açanın iyi veya kötü olması duru­munda karşılığım tam verir[118]. Demek ki Allah, in­sanlar âlemini idare ederken, en çok önem verdiği konulardan biri insan­ların açtığı çığırlardır. Bu çığırların iyi veya kötü oluşunun ölçüsü de in­sanlara sağladığı fayda ve Allah uğruna yapılan bir eylem olup olmadı­ğıdır. [119]

 

İyi Bir Davranışa Daha İyisi ile Mukabele:

 

86. Bir selâmla selâmlandığınızda, daha güzel bir se­lâmla kargılık verini/, yahut aynıyla karşılık veriniz. Şüphesiz Allafı her şeyin hesabını tutmaktadır.

Âyeti öncekilerle bağlantı kurarak açıklamaya çalışan Râzî, burada­ki selâmlamanın banş anlamında alınabileceğini söylemiştir. Düşman ba­rış yapma isteğinde bulununca hemen barışa girilmesi gerektiğini söyler­ken, Enfal sûresinin 61. âyetini delil olarak getirmektedir: "Eğer onlar ba­rışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et! Çünkü O, işiten­dir, bilendir" (Râzî, a.g.e., VIII, s. 202). Râzî bu açıklamada yani selâma "ba­rış" mânası vermekte haklı mıdır? Âyetteki selâm mânası verdiğimiz keli­meye dikkat edersek haklı olduğunu anlayabiliriz.

Huyyîtüm selâmlandığınızda, tahiyye de "selâm" anlamına gelmektedir. Tahiyyenin mânası "birine hayat dilemek"tir. Hayyekellah "Allah sana ömür versin" demektir. Bu mânadan hareket edersek savaşta ölüm, barışta ise hayat vardır. O zaman Râzî'nin yorumuna hak vererek barış teklifinde bulunana, daha güzeliyle cevap veriniz, en azından eşit derecede olanıyla karşılık veriniz yorumunu yapmak doğru olur.

Râzî âyete ikinci bir yorum getirmektedir, ama bu yorumunu birinci yorumdaki gibi delillendirmemektedir. Savaş alanında ya da savaş alanına yakın bir yerde, bir müslümana rastlayan biri ona selâm verirdi. Müslü­man onu kâfir bildiği için selâmına iltifat etmeyip onu öldürürdü, ya da müslüman selâm verirdi, selâmını almayanı öldürürdü. Çoğu zaman o in­sanların müslüman olduğu ortaya çıkardı. Bu âyetle Allah duruma müda-hele edip düzenlemesini yapmıştır. Aslında Râzî Nisa sûresinin 94. âyetini

delil getirebilirdi: Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktı­ğınız zaman iyi anlayıp dinleyiniz. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyiniz.

"Allah sana ömür versin" şeklindeki selâm, Kur'an'da bazı değişime uğrayarak sadece "selâm"la yapılmaya başlanmıştır. Tahiyye kavramının kökü hay "diri, canlı" mânasına gelen kelimedir. Hay, Allah'ın isimle­rinden biri olduğu gibi, selâm da Allah'ın isimlerinden biridir. Tahiyye ile lâm kelimesi Yûnus sûresinin 10. âyetinde bir arada geçmektedir: Orada birbirleriyle karşılaştıklarında söyledikleri ise selâm'dır.

Selâm kelimesi "esenlik, huzur, banş, kurtuluş ve rahmet" anlamına gelmektedir. Selâmünaleyküm dendiğinde "esenlik, huzur, barış, kurtuluş ve rahmet üzerine olsun" anlamı kastedilmektedir. Selâm vermenin ilâhî uy­gulama olduğu Kur'an'da görülmektedir:

1. Yüce Allah'ın isimlerinden biri kurtuluşun tek kaynağı anlamına gelen selâmdır. Allah, Haşr sûresinin 23. âyetinde kullarına selâm ismiyle selâm vermektedir. Mâide sûresinin 16. âyetinde de selâma "kurtuluş" mâ­nası verilmektedir. Sübülesselâm "kurtuluşun yolları" anlamına gelmekte­dir. Yüce Allah Hz. Nuh'a selâm vermiştir: "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve se­ninle beraber olan ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle (gemiden) in." (Hûd 11/48). Buradaki selâm "rahmet, barış, esenlik" anlamına gelmektedir. Diğer taraftan yüce Allah Hz. Musa'nun diliyle hidayete, yani doğru yola tâbi olanlara selâm vermektedir: "Kurtuluş, hidayete uyanlarındır" (Tâhâ 20/ 47). Buradaki selâm kelimesi "kurtuluş" anlamına gelmektedir. Ayrıca Al­lah Hz. Muhammed'in diliyle seçkin kullarına selâm göndermektedir: "De ki: Hamdolsun Allah'a, selâm olsun seçkin kıldığı kullarına!" (Nemi 27/59).

Ölen insan uğurlu, yani amel defteri sağdan verilecek insanlardan ise yatağında selâmlanacaktır: Ey uğurlu insan, sana se­lâm olsun! (Vakıa 56/91). Bu sefam doğrudan doğruya Allah tarafından ve­rilecektir, ama müfessirler bunun Azrail vasıtasıyla verileceğini söylemek­tedir. Yâsîn sûresinin 58. âyetinde cennete girenlere Allah'ın selâm vere­ceği belirtilmektedir: "Onlara merhametli rabbinin söylediği selâm vardır."

2. Rabbine karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük

cennete sevkedilir, oraya varıp da kapılar açılınca bekçileri onlara: 'Se­lâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya' der­ler (Zümer 39/73);. Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun (Ra'd 13/23-24).               

3. Selâm vermek ihtiyarî bir eylem değildir. Hz. Peygamber'e Allah selâm vermesi için emretmiştir: Âyetleri­mize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! (En'âm 6/54). Hz. Peygamber, yüce Allah'tan bu emri aldıktan sonra insanlara şöyle seslen­di: "Selâmı aranızda yayinız, yemek yediliniz, akraba ziyaretinde bulunu­nuz, insanlar uyurken siz geceleyin namaz kılınız. (Eğer bunları yaparsanız) esenlikle (selâm) cennete girersiniz"[120]. Hz. Peygamber selâm vermenin, yemek yedirmenin, akraba ziyareti yap­manın önemini öğretmekte, ayrıca sevgi ile selâm arasında bağlantı kura­rak şöyle demektedir: "Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir iş gös­tereyim mi size? Birbirinize selâm vermeyi yaygın hale getiriniz"[121]. ve gece namazı kıl­manın âhiretteki ecrine dikkat çekerken selâmı öne çıkarmaktadır.

Hz. Peygamber selâm vermenin ne kadar önemli bir ibadet olduğu­nu belirtmek için, hangi amelin daha üstün olduğunu soran sahabeye şöyle cevap vermiştir: "Yemek yedirmen; tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir"[122]. Hz. Peygamber, Enes'e şöyle dedi: "Oğlum evine gittiğin zaman selâm ver, sana ve ev halkına bereket olur"[123].

Buraya almadığımız selâmla ilgili başka hadisler de vardır. İnsanın insana esenlik, rahmet, bereket, banş dilemesi önde gelen ibadetlerden bi­ridir. Eve girerken selâm vermenin haneye bereket getireceğini söyleyen Hz. Peygamber, bereketle selâm arasında da bir bağlantı kurmuştur.

4. Yüce Allah ve melekler, Hz. Peygamber'i kutsadıklan gibi bizim de kutsamamızı ve selâm vermemizi istemektedir: Allah ve melekler şüphesiz pey-gamberi kutsarlar: (O halde) ey iman edenler! Sizde onu kutsayınız ve tam teslimiyetle selâm veriniz (Ahzâb 33/56). Onun içindir ki Hz. Peygam­berin isminin anıldığı anlarda ona salâtü selâm getirilir. Bunu getirmek ihtiyarî değildir, zorunludur.

Hz. Yahya ile Hz. İsa'ya verilen selâmlar da şöyledir: "Bunun için­dir ki doğduğu gün de, öldüğü gün de (Allah'ın) selâmı onun üzerindeydi, ve diri olarak kaldırılacağı gün de (yine onun) üzerinde olacaktır" (Meryem 19/15); "Bunun için doğduğum gün selâm benim üzerimdeydi, öleceğim gün ve hayata döndürüleceğim gün (yine benim üzerimde olacaktır" (Meryem 19/33). Demek ki ilâhî rahmet, esenlik, bereket insanın üç önemli anında gerekli olmaktadır: Doğumda, ölümde ve öldükten sonra dirilmede. İnsan denen varlığın hayatındaki bu üç dönüm noktası, çok büyük önem kazan­makta ve bunlarda da selâma büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Bu âyetler selâmın önemini vurgulamakta, onun evrensel bir ibadet olduğuna da dikkat çekkmektedir.

Yukarıda belirlenen üç önemli zaman insan hayatı için büyük de­ğişim anlarını göstermektedir. Değişimlerin esenliğe, rahmete, berekete ve barışa ihtiyaçları vardır. Onun içindir ki ölen insan cennetlik, yani uğurlu insan ise Allah onu erdemli insanlann selâmlanyla karşılayacak ve canını öyle alacaktır (Vakıa 56/92). Böylece Allah, ölüm ânı gibi çok ciddi bir de­ğişimde selâmı hatırlatmakta ve selâmın ne kadar öne çıkan bir ibadet ol­duğuna işaret etmektedir. Selâm kelimesinin özünde güven telkin etmek vardır. Yüce Allah, "Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, sa­kinlerinden izin almadan, onlara selâm vermeden girmeyiniz. Eğer dikka­te alacak olursanız bu, sizin kendi iyiliğiniz içindir" (Nûr 24/27).

Dışarıdan gelen birinin düşman olup olmadığını anlamanın yolu vereceği selâmdan anlaşılır. Evdekilerin gelenin "selâm" demesiyle güven duyacaklan bir gerçektir. Demek ki selâm güven telkin ettiği için önemli bir parola olmaktadır. Bu güven için Hz. Peygamber, "Müslüman, elinden ve dilinden, müslümanlarm güvende olduğu kimsedir"[124]. buyurmuştur. Bu hadiste Hz. Peygamber selâm kelimesinin yüklem hali olan selime kelimesini kullanmış ve ona güven mânasını vermiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki rahmet, barış, esenlik, bereket, güven ve kurtuluş manasıyla selâm, insan hayatı için çok önemli bir işleve sahiptir. Dünya ve âhiret hayatı için her an ihtiyaç duyulan bir değer ve eylemdir. Nisa sûresinin 86. âyetine, Râzî'nin verdiği "barış" mânasından hareket edersek düşman savaştan vazgeçerse saldırı ortadan kalkacaktır. (Bakara 2/ 193). Onlar barışı isterlerse barışla karşılık vermek, hatta barışa uçurak koşmak zorunludur (Enfâl 8/61). Demek ki Nisa sûresinin 86. âyeti sadece ağızla verilen selâm mânasını değil, eylemle banşı, saldırmazlık paktını gerçekleştirmektir. Düşman savaştan vazgeçer ve barış isterse, müslüman ona daha iyisiyle nasıl mukabelede bulunacaktır? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Barış teklif eden düşmana, bu banşı resmîleştirerek antlaşmaya bağlayarak kayıt altına alma ile cevap verilebilir. Hatta bir saldırmazlık paktı yaparak teklife daha iyisiyle mukabele edilmiş ola­caktır. Bunun anlamı şudur: Banşı, hukukî boyuta taşıyarak, kalıcı bir sal­dırmazlık paktına çevirmektir. Farklı inançların, düşmanlığa değil tolere edilmeye ihtiyacı olduğunun kültüre dönüştürülmesine çalışılır.

Verilen selâmı daha iyisiyle almak vaya aynısıyla karşılık vermek ya da teklif edilen banşa mukabelede bulunmak emrini yerine getirmek veya getirmemenin sonucu ne olacaktır? Bu sorunun cevabı âyetin son kısmında mevcuttur. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabim arayandır. Buradaki hesap kelimesini "değerlendirmek" mânasına alabiliriz. Allah her şeyi değerlendirmektedir. Selâm vermeye nasıl bir karşılık verildiğini ya da teklif edilen barışa nasıl bir mukabelede bulunul­duğunu Allah mutlaka değerlendirecektir. Demek ki emrin yerine getirilip getirilmediğinin mutlaka değerlendirileceğini söylemekle Allah, eylemin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir.

Müslümanın bahanesi savaşı sürdürmek değil teklif edilen barışa kanat açmaktır. Başka bir açıdan bakınca selâm vermek ilâhî sünnettir. Bu sünnetin uygulanıp uygulanmadığı mutlaka değerlendirmeye tâbi tutul­malıdır. [125]

 

Kıyamet Gününde Toplanma (Mahşer):

 

87. Allah -ki ondan başka hiçbir tanrı yoktur- elbette sizi kıyamet günü toplayacaktır, bunda asla şüphe yoktur. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir?

Bu âyet 86. âyetin bir devamını teşkil etmektedir. Bir müslüman ken­dine selâm veren veya barış teklifinde bulunan insana kötü muamelede bulunmayıp, daha güzeliyle veya dengiyle karşılık vermelidir. "Sen selâm ve­riyorsun ama müslüman değilsin" diyerek kötü muamelede bulunması ve­ya öldürmesi doğru değildir. Nisa sûresinin 94. âyeti buna açıklık getir­mektedir.

Peki selâm veren kişi bir münafık ise ne olacak? O zaman Allah her şeyin hesabını soracağım 86. âyette söylemişti. 87. âyette de sorunun diğer bir cevabını vermektedir: tnsanları kıyamette toplayıp bu ikili oyna­manın hesabını soracağını garanti etmektedir. İkili oynamak isteyenler veya oynayanların durumu bu dünyada değerlendirilmeye tâbi tutulmasza, öteki toplantı gününde elbette ele alınıp değerlendirilecektir. Böylece bu dünyada uğranan haksızlığın, öteki dünyada adaletin gerçekleşmesiyle yerini bulmasında şüphe edilmemesini Allah istemektedir. Bu adaleti kim gerçekleştirecektir? Bu sorunun cevabı ile 87. âyetin açıklamasına gire­biliriz.

1. Yüce Allah 86. âyetin sonunda her şeyi değerlendirecek güçte ol­duğunu, 87. âyette de tek olduğunu gündeme getirerek haksızlıkların gi­derilmesinde, hakların alınmasında muhalefet edecek gücün olmadığına işaret etmektedir.

2. Allah hem toplantı fiilinin başına kuvvetlendirici lâm harfini hem de "Onda şüphe yoktur" ibaresini koymuştur. Allah şüphe edilmesi müm­kün olmayan kıyamet günü bütün insanlan mahşerde bir araya getirecetir. Bunun anlamı Râzî'nin dediği gibi "adalef'tir. Allah bütün insanları mah­şerde bir araya getirip adaleti gerçekleştirecektir. Böylece tevhid inancı ile adalet arasında bir bağlantı kurulmaktadır.

Akıl ve bilgiden sonra gelen değerlerden biri de adalettir. Adaletin bu dünyada nihaî olarak gerçekleşmesi imkânsızdır. Onun için mutlak adalet âhirette gerçekleşecek ve bu sebeple tek olan Allah bizi orada top­layacaktır. Mutlak ya da nihaî adaleti ancak Allah gerçekleştireceğinden, 87. âyette tevhid inancından bahsedilmektedir.

3. 87. âyetin sonunda şu soru sorulmaktadır: Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir? Bu sefer de Allah "en doğru" denen değeri gündeme getirmektedir, ama bu değerler Allah'tan kaynaklanmaktadır. Adalet ve doğruluk tevhid inancına bağlanmakta, on­dan beslenmekte ve ondan hayat bulmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 18. âyetinde adaletle tevhid arasında bir bağlantının kurulduğu görülür. Bu dünyada insanların peşinden koştukları şeylere âhirette kavuşmaları da adaletin başka bir boyutunu teşkil etmektedir:  

 Çünkü zamanını gizli tutmuş olsam da herkese, (hayatta ikenf peşinden koştuğu şeylere göre, hak ettiği karşılık verilebilsin diye, son saat gelecektir. (Tâhâ 20/15). İnsan bu dünyada peşinden koşup ger­çekleştirdiği eylemlerle, öteki dünyada hak ettiği şeyleri elde edecektir. Bu­nun gerçekleşebilmesi için kıyamet mutlaka kopacaktır.

Nisa sûresinin 87. âyetinin sonunda yer alan "Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğrudur?" ifadesinin bir benzeri Âl-i jmrân sûresinin 9. âyetinde geçmektedir: 'Rabbimiz! Gelmeşinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez. Bu âyette hem kıyamette toplanma meselesi hem de Allah doğru söylediği için sözünden dönmeyeceği gün­deme getirilmektedir.

Allah kıyamette insanları adaletin gerçekleştirilmesi için bir araya toplayacağından, o güne "duruşma günü" adını vermiştir: "Onlar düşün­mezler mi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler! Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin rabbinin huzurunda divan duracak­lardır" (Mutaffifin 83/5-6).

Fatiha sûresinin 4. âyetinde kıyamet gününün tanıtımı için "ceza günü" ismi verilmektedir. Ceza ve ödülün verilip adaletin gerçekleştirile­ceği gün analamına gelmektedir. Burada da bu gün ile mutlak hükümran­lık arasında bir bağlantı kurulduğu için bir arada zikredilmektedirler. En­am sûresinin 12. âyetinde rahmetle gerçekleşmesinden şüphe edilmeyen toplantı günü denen kıyamet arasında bir bağlantı kurulmaktadır. Çünkü adaletin bir boyutu da merhamete uzanmakta, oradan beslenmekte ve oradan kuvvet bulmaktadır. [126]

 

Münafıklarla İlişkiler:

 

88 Size ne oldu kî münafıklar hakkında iki gruba ayrı­lıyorsunuz? Oysa yaptıkları işlerden dolayı Allah onitari baş yolâ iletmek mi istiyorsuMu? AHah-birîni sapttmsa artık onun için blrçıktş yom

89. Shm dekendaen sibi inkâr etmenizi istedtfer ki nbuçdan hiçbirini. dq$jt edgimeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse ontan yakalayınız, bulduğunu yerde öldürünüz ve hiç birini dost ve yardımcı edinmeyiniz.

1. Bu âyetin iniş sebebi olarak üç olay nakledilmektedir. Bunları en iyi şekilde izah eden Râzî'dir:

a) Hz. Peygamber'e bir müslüman topluluk geldi. Bir müddet Me­dine'de kaldılar, sonra gitmek için Hz. Peygamber'den izin istediler. Hz. Peygamber de onlara izin verdi. Yolda müşriklere yetiştiler. Müslümanlar arkalarından konuşmaya başladı; bir kısmı onların müslüman olmadığını, diğerleri de müslüman olduklarını söylüyordu. Müslüman olmadıklarını söyleyenler, ölçü olarak onlarla beraber kalmalarını ileri sürüyordu. Bu görüşte olmayanlar da, durumları ortaya çıkıncaya kadar onlar hakkında kâfir diyemeyeceklerini söylüyorlardı. Bu tartışma sürüp giderken, Allah Teâlâ bu âyeti göndererek onların münafık olduğunu söyledi ve tartışmayı sona erdirdi.

b) Mekke'de müslüman olduklarını ileri süren ama müslümanların aleyhine müşriklere yardım eden bir grup hakkında inmiştir. Müslümanlar bunlar hakkında tartışmaya girişti ve bu tartışmaya âyet son vermiştir. Bu görüş İbn Abbas ve Katâde'nindir.

c) Uhud günü, Hz. Peygamber'den geri kalan, ayrılan ve "Eğer biz savaşı bilseydik seninle beraber gelirdik" diyenler hakkında inmiştir, bu şekilde davrananlar hakkında ashap "kâfirdir", "kâfir değildir" diyerek iki kısma ayrıldı. Çözümü 88. âyet getirmiştir. Bu görüş de Zeyd b. Sâbit'indir[127].

Bu görüşlerin ortak noktası bir grup insanın davranışları sebebiyle müslümanların onları değerlendirme konusundaki ayrılıklarıdır. Ayrıldıklan noktalardan biri mekândır. Birinci görüşte Medine yer alırken, ikinci görüşte Mekke yer almaktadır. Üçüncü görüş Uhud Savaşı'nı andığına gö­re, o da Medine döneminde geçtiğini ileri sürmektedir. "Görüşlerden han­gisi doğrudur" sorusunu cevaplandırabilmek için 89. âyete bakmak gere­kir. "Allah yolunda göç edinceye kadar onların hiçbirini dost edinmeyi­niz" ifadesinden olayın Mekke'de geçtiği anlaşılmaktadır. Çünkü hicret Mekke'den Medine'ye oldu. Âl-i İmrân sûresinin 167. âyetinde "Savaş­mayı bilseydik elbette sizin peşinizden gelirdik" diyen grup da Medine'de bulunuyordu. Buradaki tercihi Nisa sûresinin 89. âyetiyle Bakara sûresi­nin 167. âyeti belirlemektedir. Savaşa izin Medine döneminde verildiğine göre, İbn Abbas ve Katâde'nin görüşü elenmiş olmaktadır. Demek ki üçüncü nüzul sebebi, yani Zeyd b. Sâbit'in açıklaması doğrudur.

Şimdi nakledilen bu tarihî olayları dikkate almakta yarar vardır, ama âyeti o sınırlar içerisine hapsetmek de doğru değildir. Günümüzde ve gelecekte âyetin işlerliğini temin edecek şekilde yorumlamak zorundayız. Âyetin başındaki Size ne oluyor? ifadesindeki "siz" zamiri âyeti oku­yan herkese hitap etmektedir. Siz ifadesi ölüler için kullanılmayıp yaşa­yan ve Kur'an âyetini okuyan müslümanı muhatap aldığına göre, âyeti inanç hareketlerine göre yorumlamak durumundayız. O devrin müslüman-lan da münafıkları da ölmüştür. Artık onunla, yaşayan nesiller amel ede­cektir. Âyeti günümüze uyarlayacak şekilde genellemeler çıkararak nasıl yorumlarız?

2. Müslümanlar münafıkları değerlendirirken ortak bir ölçüt bulma­lıdırlar. Günümüzün ve geleceğin müslümanı ashaptan bir kısmının düş­tüğü gibi hataya düşmemelidir. Günümüzde birtakım gruplar, devletler ve siyasî erki ellerinde bulunduranlar, sahip oldukları imkânlar konusunda münafıklık yapmaktadırlar. Bunlar devletlerarası ilişkilerde, siyasî uygu­lamalarda, politikada farklı inanca mensup topluluklara karşı ikiyüzlülük­lerini sürdürmektedir. Hatta halkı müslüman olan devletler birbirlerini de­ğerlendirirken daha büyük hatalara düşmektedirler. Müslümanlar iman ko­nusunda değil de mezhep konusunda birbirlerine münafıklıkla suçlamak­tadırlar. Şiî, Vehhâbî, Ehl-i sünnet gibi gruplara ayrılarak kapanması müm­kün olmayan, sosyal ve siyasî yaralar açmaktadırlar. Siyaseti mezheplere göre yönlendirenler sahabeden daha büyük hataya düşmektedirler. Âyetin birinci bölümü olan "Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ay­rıldınız? Halbuki Allah kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir" ifade­sinden bu genellemeyi çıkarabiliriz.

3. İnsanın başına gelen kendi yaptıklarıdır. Yüce Allah âyetin ikinci bölümünde Allah onları, kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir ifadesine yer vermiştir. Bu kısımdaki reks kelimesi "bir şe­yin altını üstüne çevirme" anlamına gelmektedir. Tırnaklı hayvanların pis­liğine de reks denmektedir. Bu kelimeyi iki şekilde yorumlamak mümkün­dür. Bunlardın birisi psikolojik diğeri de sosyolojiktir. Psikolojik açıdan münafıkların altüst olması, beyin, gönül ve nefis bakımından şahsiyet par­çalanmasına uğramalarıdır. "İşledikleri yüzünden" ifadesi ikili oynama­ları anlamına gelmektedir. Allah'ın onları altüst etmesinin altındaki sebep onların ikili oynamaları yani amelleridir. Allah kullarına zulmetmediği, tam tersine kendi yaptıklarını önlerine koyduğu gerçeğini hükme bağla­maktadır. Diğer taraftan, münafıkların imandan dönmüş olmaları sebe­biyle Allah onları hor ve hakir bir duruma düşürmüştür. Demek ki Allah burada şu ilkeyi koymaktadır: İnsanlara psikolojik ve sosyolojik bunalımı Allah verir ama insan onu kendi yaptıklarıyla ister, davet eder ve oluş­turur. Dünyada oluşan kötülük için Allah suçlanamaz.

4. Her kötü şarttan bir çıkış yolu vardır. Her zorluktan sonra bir ko­laylık vardır. (İnşirah 94/5-6); bazı şartlar altında her şeyden bir çıkış kapısı vardır (Talâk 65/2). Allah, kendi yaptıkları sebebiyle münafıkları altüst edince, bu insanların eğitilmesi, doğru yola getirilmesi içjn bir çıkış kapı­sı olamayacağını da gündeme getirmektedir: Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için çıkış yolu bulamazsınız. Allah kulunu saptır­maz, onun kötülüğünü asla istemez. Daha önce bir örnekle belirttiğimiz gibi hiçbir anne çocuğu ne kadar kötü olursa olsun, ona bir kötülüğün gel­mesini istemez. Müslümanların bir kısmının münafıklara kötü dememesi­nin sebebini Allah, onların yola gelebileceği ümidini beslemelerine bağ­lamaktadır. Müslümanların bir grubu, hâlâ münafıkların doğru yola gele­bileceği ümidini beslediklerinden, "Allah'ın lutfunu kestiği kimseleri siz doğru yola mı getireceksiniz" sorusuyla karşılaşmaktadırlar.

"Ona bir yol bulamazsınız" âyetini şu şekilde yorumlayabiliriz: O insanı eğitmek için beynine, gönlüne ulaşacak bir yol bulmak mümkün değildir. Münafık ya da Allah'ın uzaklaştırdığı, lutfunu kestiği kimse kendi psikolojik, yani manevî alanının etrafına kalın bir duvar örmektedir. Al­lah'ın kendisinden uzaklaştırdığı, lutfunu kestiği kimsenin gideceği doğru bir yol bulması imkânsızdır. Münafıklar yoldan çıkmıştır, bunları doğru yola getirmek için hiçbir eğitim metodu geçerli değildir. Münafıkları Al­lah terkettiği için karanlıkta kalmışlardır. "Allah, göklerin ve yerin nuru­dur" (Nûr 24/35) ilkesine göre, Allah'ın nurunu esirgediği, nurundan uzak tuttuğu kimse karanlıkta kalmıştır. Onu oradan çıkaracak bir yolun bula-namayacağına âyetin sonunda işaret edilmektedir.

5. 88. âyette "Allah'ın lutfundan uzaklaştırdığı kimseyi siz doğru yola getirmek mi istiyorsunuz" sorusunu sorarken, müslümanlann onlara karşı isteğini dile getirmişti. Münafıkların esas inanç yapıları inkârdır. Yeri geldiğinde kâfir, yeri geldiğinde mümin gibi davranırlar. Bununla beraber inkâr psikolojisine sahiptirler. Kendileri iman etmeyeceklerinden dolayı, müminlerin inkâr etmesini ister ve o inkâr psikolojisinde buluşmalarına can atarlar. Bilindiğ gibi komünist felsefe yoklukta eşitlik aradığı gibi mü­nafıklar da iman yokluğunda, yani inkârda eşitlik ararlar. Âyette geçeni i) veddû "isterler, severler" kelimesinin özünde tutku derecesinde isteme mânası vardır. Bu anlamdan hareket edersek 88. âyette müslümanlann hi­dayette buluşması, yani tevhid inancında ortaklığı, münafıkların da inkâr­da eşitliği tutku derecesinde istediklerini söyleyebiliriz. 88. Âyetteki istiyorsunuz kelimesiyle 89. âyetteki   tutku derecesinde istediler ke­limesi arasındaki fark budur. Müminin inkâra sapmasını kara sevda dere­cesinde isteyen münafıklara karşı müminin tavrının ne olması gerektiğini âyetin devamı cevaplandırmaktadır.

6.  Daha önce 86. âyette geçen selâm kavramı "barış" mânasında yorumlanmıştı. Barış teklifinde bulunana daha iyisi ya da en azından aynı derecede olan bir davranışla cevap vermenin önemi açıklanmıştı. Kendi inkâr psikolojisini müminlere bulaştırmak için bu barışı bozan ve dini, ya da inanç alanını savaş alanına çeviren insanların dost edenilemeyeceğini vurgulayan 89. âyetin ikinci kısmı, onlarla mücadele edilmesini de emret­mektedir. Allah yolunda göç edinceye kadar onların hiçbirini dost edinmeyiniz. Bilindiği gibi hicret baskı ve zulüm altında kalan müslümanlann Mekke'den Medine'ye hicret etmeleri şeklinde tarihte yerini almıştır.

Hicreti sadece tarihî bir olgu olarak almak onun mânasını daraltır. Hicrete genel ve evrensel bir eylem mânası vermek gerekiyor. İnsanın kö­tülükleri, yani yanlış düşünce, yanlış davranış ve yanlış yoldan tevhide dönmesi de bir bakıma hicrettir. İnsan yanlış düşünce, davranış ve inançla kendi kendine zulmetmektedir. Bu zulüm diyarından hicret etmesi gerekir. Meselâ nefs-i emmâre, yani kötüyü emreden nefis ortamından, akıl ve gö­nül ortamına hicret etmek hicretin en büyüğüdür. Nefs-i emmâre ortamın­da bulunan kişi, Mekke döneminde zulüm gören müminlerden daha kötü durumda değil midir? Diğer taraftan cehaletin karanlık ülkesinde bulunan kişinin bilginin aydınlık yurduna intikal etmesi de bir hicrettir. Savaş or­tamından banş ortamına geçiş de bir hicrettir.

Âyetteki "Allah yolunda hicret etmedikçe" ifadesine bu mânaların hepsini verebiliriz. Bu mânalann hangisinin uygun olduğunu, münafık grubun içinde bulunduğu şartlar belirleyecektir. Demek ki grup veya top­lumların içinde bulunduğu şartlar, hicret kavramına ve eylemine mâna ve­recek, hicretin ne demek olduğunu belirleyecektir. Meselâ fakirliğin altın­da kemikleri kırılırcasına ezilen toplumlar için çalışmak, gayret sarfet-mek, alınteri dökmek, emek harcamak ve böylece ekonomik imkânlara kavuşmak da bir hicrettir. Böylece biz hicreti sadece bir mekândan başka bir mekâna geçiş anlamında yorumlarsak onun anlamını daraltmış oluruz.

89. âyetteki hicreti, münafıklığı bırakıp tevhide intikal etmek anla­mında alabilir, onu çağlara hitap edecek hale getirebiliriz. Allah yolunda hicret etmekten yüz çeviren münafıkların yakalanıp bulundukları yerde öldürülmeleri emredilmektedir. Savaşı bırakıp banş yurduna hicret etme­yenler öldürülmeyi hak etmişlerdir. Çünkü Allah müminlere 86. âyette banş teklif edildiğinde derhal kabul etmelerini emretmişti. Müminlerin banş teklifini reddetmesi, münafıkların savaşa devam etmek istemeleri anlamına gelmektedir. Banşa yanaşmayanlar, yakalanıp öldürülmeyi hak ettiklerini bilmelidirler. Âyeti bu şekilde yorumlarsak, bansın Allah'a gi­den yol olduğunu, onun uğruna insanın öldürülebileceğini, onun buna de­ğer olduğunu söyleyebiliriz. Onun içindir ki Allah, "Eğer yüz çevirirlerse onlan yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz" demektedir. Bundan gü­nümüz için şu genellemeyi çıkartabiliriz: Dünya barışını öldürenler öldü­rülmeyi hak etmişlerdir.

Barışı öldüren, insanların inkâr psikolojisinde buluşmaları için tan­rıtanımazlığı savaşacak kadar önemseyip yaymaya çalışanlar "Dost ve yardımcı edinilemezler." Nisa sûresinin 88-89. âyetlerinde, Allah devlet­lerarası ilişkilerde önemli kurallar getirmektedir. Devletler inançları istis­mar ederek, birbirleriyle savaş bahanesi aramamalıdır. İnsanlığın ana ga­yesi bir barış kültürü geliştirmek, insanlararası ilişkileri inanç adına kir­letmemektir. Çünkü İlâhî çağrı barış yurdunadır (Yû­nus 10/25). Barışta esenlik, güvenlik, mutluluk ve kurtuluş vardır. Yûnus sûresinin 25. âyetindeki çağrıya uyan, Allah'ın yoluna girmiş olacaktır. [128]

 

Barışı Seçme:

 

90. Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşma (istemeyenlerden yürekleri ürküntü İçinde size ge­lenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi ve sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durum­da Allah size onların aleyhinde bir yola girme hakkı verme­miştir.

Yüce Allah bu âyette Nisa sûresinin 84. âyetinden 89. âyetine kadar açıkladığı konuların istisnalarının neler olduğunu ve bu istisnaların dev­letlerarası ilişkiler çerçevesinde nasıl uygulanacağının izahını yapmaktadır.

1. İltica öldürülmeyi ortadan kaldırır. Allah üçüncü toplumu devre­ye sokarak meseleyi ele almaktadır. Ancak kendileriyle aranızda antlaşma olan bir topluma sığınırlarsa. 89. âyette Allah,  müminlerin inkârda buluşmasını isteyen ve Allah yolunda hicret etmeyen, yani savaşı bırakıp barışa yanaşmayan münafıkların, müs-lümanlann barış paktı yaptığı başka bir topluma sığınmaları, iltica etmeleri halinde, müslüman toplumların onları öldürmekten vazgeçmeleri gerektiği­ni anlatmaktadır. Barış o kadar önemlidir ki, müslüman toplumla başka bir toplum arasında bir antlaşma varsa, bu antlaşma iltica eden insanların ölü­mü haketmiş bile olsalar öldürülmesinden vazgeçmeyi gerektirmektedir. Çünkü o toplumun rahasız olma ihtimali vardır. 90. âyette geçen ya-sılûne kavramı "bitişen, katılan, iltica eden, sığınan" mânalarını ifade et­mektedir. Buradaki anlamı tamamen devletlerarası savaş politikasıyla il­gilidir. Bir topluma sığman insanlar ölümden kurtulurlar; onları öldürmek için takip etmek doğru değildir.

2. 90. âyette öldürülmeleri istisna edilenlerin ikinci durumu ele alın­maktadır. Yahut ne sizinle ne de ken­di toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri kısılarak size gelenler. Âyetin bu kısmındayer alan Hıasıra fiili kalpteki oluşumu an­latır, psikolojik anlamlıdır. Tasa, keder sebebiyle "dili tutuk olmak", göğüs­le kullanılınca "göğsü daralmak"; sırla birlikte "sırrı saklamak; "devenin meme deliklerinin dar olması; kabız olmak" mânalarına gelir. Kur'an'daki anlamları Bakara sûresinin 273. âyetinde açıklanmıştır. Bu âyette göğsün daralması, "yüreklerin sıkılması, kalbin ürpermesi" anlamına gelir. Âyet kalpleri ürperdi ifadesiyle psikolojik oluşumun öldürülmeyi engelleyeceğine işaret etmektedir.

3. Yüce Allah, âyetin ilk iki bölümünde yapmış olduğu istisnanın dikkate alınmaması durumunu gündeme getirerek, kendi dileğinin her şeyi değiştirdiğine dikkat çekmektedir: şeydi onları başınıza belâ ederdi ve sizinle savaşırdı. Allan Daşka topluma sığınan vaya kalben korkan insana saldırılmaması, onunla savaşılmaması ve ona yaşama fırsatının tanınması emrini verirken, bu oluşuma hem irade­sini hem de emrini koyduğuna işaret etmektedir. Bu toleransı göstermeyen müminlere gözdağı vererek "Dilesem onları sizin başınıza belâ ederim ve sizinle savaştırırım" tehdidinde bulunmaktadır. "Saldırmazlık paktı yaptı­ğınız devlete sığınan kişiye, saldırmazlık paktı uğruna saldırmayın, kalbi savaş korkusundan titreyen insana dokunmayın, aksi takdirde başınıza belâ açarım" diyerek, milletlerarası ilişkilerde barışın önemini öne çıkarmayı amaçlamaktadır.

4. Âyetin son bölümünde, bir kenara çekilip barış isteyen, barış tek­lifinde bulunan münafıklara, zarar verilmesine müsaade edilmemektedir. "Allah, size onların aleyhine bir yol vermemiştir" ifadesiyle yüce Allah savaşmak isteğinde olmayan ve barış teklifinde bulunanlara karşı yapıla­cak saldın yolunu tıkadığını beyan etmektedir. Barışa kanat açana saldır­mak, erdeme mermi atmaktan başka bir şey olmadığından yolu bizzat Al­lah kapatmaktadır. Barışı isteyene karşı savaşa yol yok derken, bir ta­raftan 86. âyetteki esasın gerçekleştirilmesini istemekte, diğer taraftan Enfâl sûresinin 61. âyetinin de yürürlüğe konmasına işaret etmektedir:

Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ...

86-90. âyetlerde, devletlerarası hukukun ve ilişkilerin üzerine otu­racağı, besleneceği temel değer olarak barış alınmaktadır. İnanç âleminin savaş için istismar edilip kirletilmemesine özen gösterilmesi vurgulana­rak, inanç kapısının düşmamik kapısı olmadığına dikkat çekitaüştii. Müna­fıkların psikolojisinin tahlili yapılarak, ikili oynayanlara dikkat edilmesi ve onların eğitilemeyeceğinin de bilinmesi hükme bağlanmmıştır. [129]

 

Barışa Yanaşmayanların Durumu:

 

91. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin ol­mak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona bas aşağı dalarlar. Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yaka­layınız, rastladığınız yerde öldürünüz: İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.

Müfessirler ve Muhammed Esed, âyetin Katafan kabilesinden Me­dine'ye geldiklerinde müslüman olup antlaşma yaparak müslümanlardan emin olmak isteyen, kendi kabilelerine döndüklerinde ise, inkâra saparak ahidlerini bozan bir grup hakkında indiğini söylemektedirler. Râzî'nin naklettiği bu nüzul sebebine denecek hiçbir şey yoktur. Ancak âyeti bu nüzul sebebinin sınırlan içine hapsetme hakkımız da yoktur.

1. Âyetin birinci bölümünde bir topluluğun, iki topluluk arasında nasıl ikili oynadığını ve bunun altında yatan sebebi açıklamaktadır. İkili oynamanın ana sebebi "güven"dir. Yukarıda belirtilen kabilelerden bir grup insan, müslümanlardan güvende olmaları için müslüman olduklarını söy­lüyorlar, kendi kabilelerine döndüklerinde ise müslüman olduklarını söyle­diklerinde dışlanacaklarını bildikleri için eski inançlanna dönüyorlardı.

Bu durumun, yani ikili oynamanın ana sebebi olarak âyette yer alan "güvende olma isteği"dir. Günümüzde ve gelecekte bu tip devletlerin ola­cağı bir gerçektir. Bir müslüman toplum, farklı inanca ve kültüre mensup başka bir devletin saldırısından emin olmak için onlarla saldırmazlık paktı yaparken, gelip müslümanlara biz sizinle beraberiz demiyorlar mı? Bir müslüman devletin aleyhinde onunla antlaşma yapmıyor mu? Diğer taraf­tan farklı inanca mensup müslüman olmayan bir milleti idare edenler, müslümanlarla antlaşma yaparak, sonra ortak kültüre sahip oldukları başka bir devletin yöneticileriyle bir araya geldiklerinde müslümanlarla iş olsun diye antlaşma yaptıklarını söylemiyorlar mı?

Tarihte ve günümüzde hem müslümanlar hem de müslüman olma­yan topluluklar arasında güven uğruna ikili oynayan topluluklar vardır. Bu tür davranışlar Mâide sûresinin 52. âyetinde "kalp hastalığı" olarak nitelenmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların; 'Başımıza bir felâke­tin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına daldıklarını görür­sünüz." Bir grup müslümanın, müslüman olmayanlarla her şeyini teslim edercesine antlaşma yaparken, dönüp müslümanlara onlardan bize bir belâ gelmemesi ümidiyle böyle yaptık diyenlerin olacağını ispatlamaktadır.

Güvende olma isteği veya başkalarından korkma psikolojisi müs-lümanları ikili oynamaya şevketine ihtimalini gündeme getiren bu âyetle, Nisa sûresinin 91. âyeti örtüşmektedir. Her inanca mensup ikili oynayan­lar her devirde vardı, istikbalde de var olacaktır.

2.  İkili oynama psikolojisine sahip olanlar korkak olduklarından, güçlü gördükleri toplumların, grupların hemen etkisi altına girerler. Her sesten, konuşmadan, davranıştan mâna çıkarmaya, endişe etmeye yatkındırlar. Allah onların bu zayıf durumunu anlatmaktadır: " Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalar­lar' (daldırılırlar). Meselâ müslümanlarla saldırmazlık paktı yapmalarına rağmen, başka bir topluluk onları müslümanlara karşı kışkırtır ve onlar da onları müslümanlardan güçlü görürlerse hemen onların fitnesine kucak açarlar. Etkiye tepki veremeyen, etkinin altında ezilen bu insanların ikili oy­nama sebeplerinden biri daha ortaya çıkmaktadır. Münâfıkun sûresinin 4. âyetinde münafıkların bu psikolojisi analiz edilmektedir: "Onları gördüğünüz zaman kalıplan hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar san­ki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her konuştuğu kendi aleyhlerine sanır­lar. Düşman onlardır. Onlardan sakınınız. Allah onların canlarını alsın. Na­sıl bu hale geliyorlar?"

Münafıklar bir konuşmayı, makaleyi, kitabı duysalar, okusalar, he­men ondan etkilenerek kendi aleyhlerinde olduğu vehmine kapılıp düş­manlık damarları kabarır. Sen onun dostu bile olsan, hemen seni düşman ilân eder; ama doğrudan sana karşı çıkamadığından senin düşmanınla be­raber olarak sana karşı entrikalar düzenler. Bunu kendisi yapacağı gibi, onun bu kolayca etkilenen durumundan istifade etmek isteyen senin düş­manın da yapabilir. Düşmanın doğrudan sana karşı çıkamıyorsa, böyle mü­nafık grupları kullanarak seni zayıflatmaya ve tesir altına almaya çalışır.

3. Âyetin son kısmında bir topluma hangi şartlar altında savaş açıla­cağı açıklanmaktadır: Eğer sizden uzak durmaz, sulh teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayınız, rastladığınız yer­de öldürünüz, işte onlar üzerinde sizin için apaçık yetki verdik.

a) İkili oynama psikolojisine sahip olan gruplar, toplumlar başkası­nın etkisi altında kalmaya çok yatkın olduklarından müslümanlara karşı fitne içine daldınlabilirler. Âyetin ikinci bölümü buna işaret etmişti. Bu in­sanlar müslümanlardan uzak durmaz, düşmanlıklarını eyleme dönüştürür-lerse, kendileriyle savaşmanın ortamını hazırlamada ilk adımı atmış olurlar.

b) Bu insanlar saldırmazlık paktı yaparlar ama başka toplumların etkisinde kalarak müslümanlara karşı bu saldırmazlık paktını bozarlar. Bu anda onlar sizden uzaklaşmaz ve size barış teklifinde bulunmazlarsa ikin­ci adımı atmış olurlar.

c) Münafıklar, güçsüz gördükleri grup veya toplulukları ezmek, sö­mürmek, baskı altında tutmak, dinî hayatlarını serbestçe yaşamalarına müsaade etmemek gibi, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olan davra­nışlarda bulunurlar. İkili oynadıklarından, saldırılarının yönünü tesbit et­mek imkânsız hale gelir. Ama onlar, bir kere zayıf buldular mı, ellerini asla geri çekmek istemezler. Yüce Allah bu durumu Mümtehine sûresinin 2. âyetinde şöyle açıklamaktadır: "Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler; size ellerini, dillerini kötülükle uzatacaklardır. Za­ten inkâr edivermenizi istemektedirler."

Dilleriyle yani yazılarıyla, konuşmalarıyla ve başkalarıyla yapa­cakları antlaşmalarla müslümanlara kötülük kusarlar. Bu yetmiyormuş gi­bi düşmanlıklarını eylem haline dönüştürürler. Nisa sûresinin 91. âyetin-deki el ile Mümtehine sûresinin 2. âyetindeki el kelimeleri kötülüğü ey­lem haline dönüştürmeyi ifade etmektedir.

"Ellerini çekmezlerse" ifadesini, Bakara sûresinin 190. âyetiyle açık­larsak: "Size savaş açanlarla Allah yolunda siz de savaşınız" mânasını ve­rebiliriz. Böylece Allah uzak durmamayı, barış teklif etmemeyi ve devam­lı savaş tehdidinde bulunmayı savaş ilânı için sebepler olarak sıralamıştır. Âyetin sonunda, yukarıdaki şartların oluştuğu ortamda, onlarla savaşmak için müslümanlara yetki verilmektedir. Bu yetkinin, savunma amacına bağlı olduğu bilinmelidir. Kötülüğü savunanlar, iyiliği savunanlara rahatsızlık verirlerse başka bir ifade ile saldırırlarsa, savunma amaçlı savaşmak müs-lümanlar için meşru hale gelir. Müslüman, Bakara sûresinin 190. âyetine göre saldırganlık amacıyla değil müdafaa amacıyla savaşacaktır. Bunun açıklaması Hac sûresinin 39. âyetinde yapılmıştır: "Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere (savaşma) izni verilmiştir; ve şüphesiz Allah on­lara yardım ulaştıracak güçtedir." Âyetteki haksız yere saldırma, zulme uğrama demektir. "İşte onlara karşı size apaçık bir otorite verdim" ifadesinden maksat "Savaş izni verdim" demektir. "Ellerini çekmezlerse" ifa­desi Bakara sûresinin 190. âyetinde "savaş açmak"; Hac sûresinin 39. âye­tinde "zulüm yapmak"; Mümtehine sûresinin 9. âyetinde "din uğruna sa­vaşmak ve yurtlarınızdan çıkarmak" mânalanyla açıklanmaktadır.

Bütün bu açıklamalardan öyle anlıyoruz ki, müslüman saldırma amaçlı savaşa asla girişemez. Müslüman İslâm adlı barış dinine mensup olması sebebiyle, barışı yaralayacak hiçbir davranışta bulunamaz; ama müslüman barışı korumakla yükümlü olduğundan onu bozanlarla savaş­makla da görevlidir. Müslüman, münafıkların psikolojisini iyi bilmeli ve saldırmazlık paktını bozanlara karşı ilişkilerini sağlam zemine oturtmalı­dır. Bu bakımdan dünya devletlerini ve aralarındaki ilişkileri iyi tanımalı ve kendi ilişkilerini bilinçli bir şekilde yapmalıdır. [130]

 

Yanlışlıkla Bir Mümini Öldürmenin Hükmü:

 

92. Yanlışlık dışında bîr mümin bir mümini öldüremez. Yanlışlıkla bir mümini öldürenin, mümin bir köle azat etmesi ve (ölenin) ailesine de bir diyet vermesi gerekir. Eğer (ölenin ailesi), bağışlar (diyetten vazgeçerlerse başka! (Öldürülen) mümin, düşmanınız olan bir topluluktan ise mümin bir köle azat etmek gerekir. Ve eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü­min bir köle azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay ardardına oruç tutması gerekir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Mümin birinin bir müslümanı kasten öldürmesi mümkün değildir. Böy­le bir öldürme ancak hata ile olabilir esasını getiren Allah, hata ile öldür­menin hükümlerini koymaktadır. Yüce Allah daha önce Tevrat'ta ve sonra da Kur'an'da insanın insanı öldürmesini şiddetle yasaklamıştır. Mâide sû­resinin 32. âyetinde "bir cana kıymayı, bütün insanlığı öldürmeye denk tu­tarak" eylemin ne kadar kötü olduğuna işaret etmektedir. Onun için birisi kalkıp da, Nisa sûresinin 92. âyetinde Allah müminin mümini öldürmesi meselesini hükme bağlıyor da, diğer insanların durumuyla ilgilenmiyor di­yemez. Çünkü Furkan sûresinin 68. âyetinde rahmanın kullarının yapama­yacağı üç davranıştan birinin "Haksız yere bir cana kıyamayacağıdır." Oradaki can meselesi bütün insanları ifade ettiği gibi hayvanları ve tabiatı da kapsamına almaktadır.

1. Râzî, bu âyetin iniş sebebi olarak üç rivayet nakletmektedir. Sü­leyman Ateş bu rivayetleri tenkit edip elemiştir ve bir tanesine karar kıl­mıştır. Süleyman Ateş'in Râzî'nin rivayet ettiklerini elerken kullandığı öl­çü doğrudur. Fakat kendisinin kabul ettiği husus ele alındığında karşımıza başka bir görüntü çıkmaktadır: Müslümanlar Uhud'da Huzeyfe b. Ye-mân'ın babası Yemân'ı müşrik sanarak yakalayıp öldürmüşler, bu âyet onun hakkında inmiştir[131]. Râzî bu rivayeti daha geniş olarak ele almakta, Hu-zeyfe'nin bu olaya karşı tavrını da anlatmaktadır. Râzî'nin naklettiği her üç rivayetten anlaşılıyor ki, müslümanlar tuttuklarım öldürüyor ve bunu şuursuzca yapıyorlardı. Böyle bir görüntüyü âyetin iniş sebebi olarak sun­mak çok ağır görünmektedir. Biz bu rivayetlerden Süleymen Ateş'in kabullendiğini ihtimal dahilinde tutarak, âyetin evrensel oluşumlara genel bir hüküm koyduğundan hareket etmek istiyoruz.

2. "Bir mümin bir mümini kasten öldüremez de, hataen öldürürse ne olur" sorusu çeşitli şartlar altında değerlendirilip cezası verilmektedir. Öl­dürülen kimse, müslüman bir topluluktan ise, yanlışlıkla öldüren kimse ceza olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturur, öldürdüğü kimsenin ailesine de diyet öder. Fakat, öldürülenin ailesine diyetten vazgeçme seçeneği ta­nınmaktadır. Aile affetme yetkisini kullanırsa diyet düşer.

3. Öldürülen mümin, müslümanlara düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köleyi hürriyetine kavuşturmak ceza için yeterlidir. Böylece âyet, düşmana diyet ödenmeyeceği hükmünü devreye sokmaktadır. Zaten bir mümin düşman toplumda yaşayan bir mümini yanlışlıkla öldürünce, düşman toplum bundan zevfc alacaktır ve bundan dolayı da diyet isteme­yecektir. Buradan şu sonuca varabiliriz: Düşmanlık psikolojisi ve tutumu diyetin kaldırılması hükmünü etkilemekte ve onun bir nevi ölçüsü olmak­tadır.

4.  Öldürülen mümin müslümanlarla aralarında saldırmazlık paktı olan bir toplumdansa, öldüren kişi hem köle azat edecek hem de diyet ödeyecektir. Çünkü o toplum müslüman olmayan bir toplum olsa bile, sal­dırmazlık paktına bağlı olduğundan mümini korumak zorundadır. Kendi mü­min halkından birini yanlışlıkla öldürene Allah bu cezayı yüklemektedir.

5. Yüce Allah bazı insanların köle azat edip diyet ödeyecek kadar imkânı olamaması durumunu da ele almaktadır. Bunlar iki ay peşpeşe, ara vermeksizin oruç tutarak tövbe etmiş olur. îki ay oruç kefaretini tutması tövbesinin kabul olması içindir. Yüce Allah alîm ve hakîm sıfatlarını âye­tin sonuna koyarak, hükmün dayandığı sıfatları gündeme getirmiş olmak­tadır. Demek ki ceza hukukunda kanun koymak için bilgi ve hikmet sahibi olmak gerekiyor. Diyet için aile seçeneğine başvurmakla modern hukukun temelleri atılmıştır. "Köle azat etmek" cezasıyla, hürriyet için çalışmaya ne kadar önem verildiği, köleliğin kaldırılması uğruna çalışıp kamu görevi yapması hükme bağlanmıştır. Diyet ödeme de karşı tarafın kan davası gütmesini önleyici bir tedbir olarak konmuştur.

Bu cezalan yerine getirecek kadar ekonomik güce sahip olmayan kişi, oruç ibadetiyle tövbesinin kabulünü temine çalışacaktır. Âyette dikkati çeken en önemli esaslardan biri cezanın ibadetlerle karşılanmasıdır. Köle azat etmek bir ibadettir, ama infakla ilgili bir ibadettir. Diyet de zo­runlu olarak fedakârlığa dayanan bir infaktır. Bunları yapamayanın tövbe etmesi ve oruç tutması da ibadettir. Bu da cezanın eğitici yönünü ortaya koymaktadır.

6. Yüce Allah diyetin miktarım tesbit etmemiş bunu beşerî hukukun belirlemesine bırakmıştır. Bu konuda Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislerin farklı olmasından şunu anlıyoruz: Diyet zamanın şartlarına gö­re değerlendirilebilir. Hz. Peygamber Yemen'e yazdığı mektupta deveden verilecek diyetin yüz deve; altından verilirse bin dinar olarak tesbit et­miştir[132]. Elbise ticareti yapanlara da iki yüz elbise ver­melerin[133]. Daha sonraları müctehidlerin, diyetin fiyatlara göre azalıp çoğalacağı şeklinde ictihad ettiklerini görü­yoruz. Tabii ki aynı toplumda yanlışlıkla bir müminin diğerini öldürme­sinin diyetiyle uluslararası böyle bir yanlışlığın giderilmesi için ödenecek diyetin farklı olacağı bir gerçektir. Demek ki diyeti zamanın hukukçuları belirleyecektir. [134]

 

Kasten Öldürmenin Cezası:

 

93. Her kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası, içinde.sürekli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.

Âyet kasten bir mümini öldürmenin manevî ve âhiretteki cezasını açıklamaktadır.

1. Bakara sûresinin 178. âyetinde genel olarak bir insanın kasten öldürülmesinin cezası kısas olarak belirlenmiştir. Aynı âyette diyet ceza­sını da gündeme getirilmektedir.

2. Nisa sûresinin 93. âyetinde ise mümin mümini kasten öldürürse, Bakara sûresinin 178. âyetinin uygulanması, dünyevî ceza için yeterli olacaktır. Dünyada cezayı çekmiş olmak âhiretteki cezayı ortadan kaldırır mı? Kasten insan öldürmenin dünyevî boyutuna "suç"; uhrevî boyutuna da "günah" diyoruz. Kısas veya diyetle dünyevî suçun cezası yerine geliyor ama, günahın cezası âhirete kalıyor. Nisa sûresinin 93. âyetinde de güna­hın cezasının âhirette nasıl verileceği açıklanmaktadır.

a)  Mümin, mümini öldürürse Allah onu ebedî olarak cehenneme koymaktadır. Ama mümin bir günah işlerse onun cezasını âhirette çekip cennete girmeyecek mi? Bu soruya "evet" cevabını veriyoruz ama Allah kasten bir mümini öldürmeyi neredeyse şirke denk bir günah olarak tak­dim etmektedir.

b) Gazabın anlamlan arasında "kesmek" de vardır. Kesmek anlamın­dan hareket edersek Allah'ın o insandan alâkasını, lutfunu ve ihsanım kesmekle meydana gelecek olan durumu ifade etmektedir.

c)  Mareü "kovmak, uzaklaştırmak, beddua etmek, eziyet etmek" mânasına gelmektedir.

d)  Ona büyük bir azap hazırladı. Bu insan ceza içinde ceza çeke­cektir.

Bize öyle geliyorki ikinci ve üçüncü cezaların bu dünyayı da ilgi­lendiren tarafları vardır. Burada sıralanan cezalarla Bakara sûresinin 178. âyetindeki kısası bir araya getirince insan öldürmenin ne kadar büyük suç ve günah olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu cezalann bir amacı da caydırıcı olmaktır.

Allah, ceza hukukunda adam öldürmenin hem dünyevî hem de âhiretteki cezasını tesbit etmiştir. Bir insanı kasten öldüren, öleni belki bir kere öldürmüştür, ama kendisi bin kere ölmektedir. Kur'an insan öldürme­ye salt hukuk açısından bakmamış, ona manevî bir boyut kazandırarak, Allah ile olan ilişkilerini bozduğunu belirtmiş ve böylece cezanın caydırı­cı özelliğini ve etkinliğini artırmıştır. [135]

 

Araştırmadan İtham Etme Yasağı:

 

94. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyiniz. Size selâm verene, dünya haya­tının geçici menfaatine göz dikerek "Sen mümin değilsin" demeyiniz. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyleyken Allah size lütfetti; o halde iyi anlayıp dinleyiniz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Bu âyette müslümanın müslümanı öldürmesi konusundaki hatanın dayanağı açıklanmaktadır. Günümüzde olduğu gibi çeşitli mezheplere, gruplara ayrılan müslümanlar, her bir grup kendini doğru yolda, diğer­lerini yanlış yolda görürler ve birbirlerini dinsizlikle suçlayarak tavır ta­kınırlar. Bu kadar ileri giden gruplar, savaş anında karşılaşsalar "selâm" demelerini yeterli görmeyip birbirlerini öldürürler. Bunu bilerek yapanlar 93. âyetteki cezaya çaptırılırlar; ama yanlışlıkla yapana ise 92. âyetteki ceza uygulanır. Grupçuluk bazı müslümanlann tanrısı haline gelmekte, di­ğerlerini yani kendi grubundan olmayanları inkârla itham edecek seviyeye ulaşmaktadır. Bir grubun içinde olmak kötü değildir ama bir müslümanla diğerinin arasına giren, ona karşı sevgisini azaltan veya çoğaltan bir hal alıyorsa bu tehlikelidir. Çünkü müslüman Allah için sever, Allah için nefret eder.

Başka bir açıdan bakınca, savaş anında düşman olarak görülen kişi "selâm" derse, ona "Sen müslüman değilsin" demeyi Allah yasaklamakta­dır. Buradaki selâmı "rahmet, barış, güven" mânalarına alabiliriz. Selâma "barış" mânası verilirse mümin kelimesine "emniyet" mânasını verebi­liriz. Çünkü Zemahşerî âyetteki mümin kelimesini, mü'men şeklinde oku­yarak "eman vermek" anlamına geldiğini söylemektedir. "Sana eman ver­miyoruz" mânasını vermektedir[136]. Selâm kelime­sini "teslim olmak" mânasına alırsak, yani "Ben iman ettim, müslüman oldum" veya "müslümanım" diyen kişiye "Sen iman etmedin", "Sen müs­lüman değilsin" denemeyeceğini Allah hükme bağlamaktadır.

Her iki yorumdan şu genellemeye varabiliriz: Müslüman olduğunu ilân eden kişiye, "Sen mümin değilsin" demek, onu düşman ilân etmek; savaşa girmeyeni savaşa itmek anlamına gelmektedir. "Müslümanı bu ko­nuda hata yapmaktan alıkoyacak güç ne olabilir? Müslüman neyi düşü­necek veya ona ne öğretilecek ki, dünya menfaati uğruna insan öldürme­sin?" Âyetin devamı bu soruların cevabını vermektedir.

a) Allah katında sayısız ganimetler vardır. Ganimet insanı öldürerek elde edilmemeli, ganimet çalışarak Allah katından elde edilmelidir. Hak­sız yere öldürülen insanların bıraktığı ganimetler, müslümanın geçim kay­nağı olmamalı, tam tersine alınteri sarfederek kazanılan mal müslümanın helâl geçimi olmalıdır. Bu bilgi ve eğitim müslümana verilmelidir. Dikkat edilirse Allah da bunu yapmaktadır.

b) Müslüman geçmişini aklından çıkartmamalıdır. Bu durum Al­lah'ın ona nasıl lütfettiğinin kıymetini bilmeye götürecektir. Bunun anla­mı şudur; düşmanın güçlü olduğu, müminlerin sayısal bakımdan güçsüz olduğu dönemlerde düşmandan eman isterdiniz. Düşmanınızdan kendini­ze nasıl davranılmasını istiyorsanız, siz de düşmanınıza öyle davranınız. Böylece Allah yaşanan tecrübenin, davranışlara yön vermesini istemek­tedir. Allah, insanı geçmişindeki hayat tecrübesine çevirmekte, o tecrübe­ye sırtını dönmemesini istemektedir.

c) Âyette 'fetebeyyenû "anlayınız" yani "muhakemenizi kul­lanınız" emri verilmektedir. Demek ki müslüman olduğunu söyleyen kişi­ye "Sen mümin değilsin" diyerek onu öldürme hatasından kurtaracak olan, insanın muhakemesi, aklı ve gönlü olacaktır. Fakat fetebeyyenû emrine başka bir anlam vermek de mümkündür. Razı bu mânanın "araştırmak" olduğunu söylemektedir. Diğer müfessirler buna acele ederek öldürme­mek mânasını vermişlerdir. Buradaki fetebeyyenû emrinin "araştırınız" mânasına geldiğini nasıl ispat ederiz? Hucurât sûresinin 6. âyetinde aynı kelime aynı şekilde emir kalıbında geçmektedir: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bil­meden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olur-

sunuz."

Demek ki müslüman araştırmadan bir kimseye karşı tavır alıp her­hangi bir muamelede bulunmamalıdır. Bir bakıma sonunda pişmanlık du­yacağı davranıştan sakınmalıdır.

Buhârî'de Nisa sûresinin tefsirinde nakledilen bir haber ve hadise göre, savaş için yola çıkan bir grup müslüman, yanında birçok eşyası, ya da koyunları olan bir adama rastladılar. Adam bunlara selâm verdi, fakat müslümanlar onun gerçekte müslüman olmayıp can korkusuyla selâm verdiğini sanarak onu öldürdüler.

Olayı duyan Hz. Peygamber, "Adamın kalbini yarıp baktınız mı? di­yerek bunu yapanları azarladı. Diyet ödenmesini, alınan ganimetin geri verilmesini ve bir köle azat edilmesini emretti. Âyetin iniş sebebi olan bu olaydan şunu anlıyoruz: Araştırmadan, muhakeme etmeden, geçmişini dü­şünmeden ve dünya nimetinin değerini vermeden hareket etmek müslü-manlara yasaktır.

d) Yukarıda sorduğumuz sorunun diğer bir cevabı, ya da cevabın dördüncü ayağı da, insanın eylemlerinin Allah tarafından eksiksiz bilin­diğinin akıldan çıkanlmamasıdır. Savaşa giderken eman isteyen veya müs­lüman olduğunu ilân eden insanı yanlışlıkla öldürmeyi önleyecek olan dört basamaklı bu eğitim din ve insanlık adına her çağda eğitimin bir par­çası olarak verilmelidir. [137]

 

Cihad Yapanlarla Yapmayanların Farkı:

 

95. İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar­la, mallarıyla, canlarıyla, Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri derece ba­kımından oturanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah hepsine de güzellik vaad etmiştir ama mücahidlerin ödülünü, oturan» larınkinden üstün kılmıştır.

96. Kendi katından yüksek dereceler, bağış ve rahmet! Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

Âyetin iniş sebebi içeriğinden anlaşılmaktadır. Özürsüz savaşa katıl­mayan korkakların durumu hakkında sorulan sorunun cevabı olarak indiril­miştir. Âyeti kısımlara ayırarak açıklamayı uygun buluyoruz:

1. Müminlerin Farkı. Âyetin amacı inanan insanlar arasındaki farkı belirleyen eylemi ortaya koymaktır. Zümer sûresinin 9. âyetinde "bilenle bilmeyenin bir olmayacağı" ifadesiyle bilmeyenin fark oluşturduğuna dikkat çekilmişti. Yûnus sûresinin 100. âyetinde aklım kullananla kullanmayanın; En'âm sûresinin 125. âyetinde inananla inanmayanın farkı belirlendiği gibi, Nisa sûresinin 95. âyetinde de Allah uğrunda malı ve canıyla cihad edenle özürsüz evde oturanın farkı tesbit edilmektedir.

Kur'an'ın "furkan" ismi açıklanırken iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini birbirinden ayıran bir kitap olduğu ifade edilmişti. Kur'an sadece bu farkları tesbit etmekle kalmıyor aynı zamanda bilenle bilmeyenin, aklını kullananla kullanmayanın, inananla inanmayanın, cihad edenle etmeyenin, emek sarfedenle sarfetmeyenin, ibadet edenle etmeyenin birbirinden ayırıp farklarını ortaya koyuyor. Diyebiliriz ki Kur'an'ın gönderiliş sebebi bu farkları ortaya çıkarmaktır.

Nisa sûresinin 95. âyeti, müminlerin cihad eylemiyle olan ilişkileri açı­sından farklarım tesbit etmekte, atanını, bağımsızlığım, genel anlamda dinini savunan ve bu uğurda mal ve canından fedakârlık yapan müminlerle evinde oturan müminlerin bir olamayacağım vurgulamaktadır.

"İnsanlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla, mallarıyla canla­rıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır" bölümündeki bazı kavramların açıklanması gerekiyor. "Ğayru uli'd-daran" ifadesi zarar sahibi, yani özürlü olandan başka anlamına gelmektedir.

Bunun mânası şudur: Allah kullarının durumuna göre hüküm koymakta, hükmünün uygulanmasında istisnaların olabileceğine de işaret etmektedir. Bir ibadetin yerine getirilmesinde mazeretin, yani özrün rol oynayacağı dikkate alınmış ve bunun beşerî uygulamalarda da yer alması ön görülmüştür. Meselâ hasta ve seferi olmak oruç ibadeti için bir mazeret sayılmıştır. Se-ferîliği ve bazı şartları namaz ibadetinin yerine getirilmesinde kısmen bir özür olarak belirlemiştir. Bu mazeretler geçicidir. Ama bazı ibadetler ve ci­had için devamlı olanları da vardır. Kör, topal, hasta, zayıf, harcayacak bir şey bulamayan kimseler sorumluluk yüklenmezken "onlar için güçlük yoktur" (Feth 48/15-17; Tevbe 9/91) hükmünü getirmektedir.

Yukarıda sıralanan özür sahiplerinin cihadla ilgili olduklarının bilinmesi gerekir. Nisa sûresinin 95. âyetinde "özürsüz olarak" nitelenen kişiler bunların dışında kalanlardır. Demek ki özür gruplarından birine girmeyen kişilerin cihada çıkmamasını Allah kınamakta, bu insanların durumunu değerlen­direrek cihad yapanlarla aralarındaki farkı ortaya koymaktadır.

Savaşa katılmak isteyip de mazereti dolayısıyla katılamayanının du­rumu, Buhârî'nin, Nisa sûresinin tefsirinde Zeyd b. Sâbit'ten rivayet ettiği bir hadisle açıklanırken, onların cihada katılanlarla eşit sevap alacağı belitilmektedir. Demek ki mazeretsiz ile mazeretlinin farkını hadis belirlemekte-Malı ve canıyla Allah yolunda cihad etmek sadece savaşmak anlamına da alınmamalıdır. Meselâ köleliği kaldırmak, hürriyet sağlamak için malî im­kânlarıyla fedakârlık yapıp müesseseler kurmak, basında bu hizmeti görecek işlere girişmek ve yayın faaliyetlerinde bulunmak da bir nevi cihaddır.

2. Yüce Allah "inanan" herkese dünya ve âhirette güzellik vereceğini vaad etmektedir. Gerçi Allah hepsine de güzellik vaad etmiştir ama mücahid-lerin ödülünü oturanlardan daha üstün kılmıştır. Cihad gibi çok önemli bir ibadeti yerine getirenle evinde oturanın ödülü aynı olamaz. Malı ve canıyla savaşa katılan elbette daha büyük ödül alacaktır. Demek ki ilâhî ödül eyleme göre ayarlanmaktadır. Emeğin sarfedildiği ve çeşitli fedakârlıkların yapıldığı yerde ödülün büyüğü vardır.

a) Bu derecelerin neler olduğuyla ilgili Hz. Peygamber bir açıklama yapmıştır. Mücahidlere Allah'ın tahsis ettiği yüz derece vardır.[138] Buradaki dereceler diğer müslümanlarla mücahid-lerin elde ettikleri farkların âhirete yansımasını ifade etmektedir. Meselâ Hadîd sûresinin 10. âyetinde savaş anında infak eden, yani servetini harca­yanla savaştan sonra harcayanların derecelerinin farklı olduğu bildirilmekte­dir. En'âm sûresinin 132. âyetinde, yapılanlara göre derece kazanılacağı hükme bağlanmaktadır. Allah'ın yaptığı manevî imtihanları kazananların siyasî bakımdan derecelendirildiği de En'âm sûresinin 165. âyetinde belirtilmektedir.

Takva sahibi, aralarında barış ilân eden, peygambere itaat eden, Al­lah anıldığında yürekleri titreyen, âyetleri okunduğunda imanları artan, sadece Allah'a dayanan, namazlarını dosdoğru kılan, infak eden gerçek müminler için dereceler vardır (Tâhâ 20/75). İnananlar, ilim verilenler ve ahlâklı olanlar için dereceler vardır (Mücâdele 58/11). Ahkaf sûresinin 19. âyetinde de belirtil­diği gibi dereceler amellere göredir. Şartlara göre bazan amellerin başında Allah yolunda savaş gelmektedir.

b) Af. Büyük ödül ve dereceler yeterli görülmemekte, onların yanında bir de "af yer almaktadır. Bunun anlamı şudur; Allah uğruna savaşan insan­ların hataları, günahları olabilir, savaşırken gösterilen samimiyet günahları temizlemektedir.

c) Rahmet. Günahlar temizlenince devreye rahmet girmektedir. Bura­daki rahmet Allah'ın lutfu, ihsanı ve rızâsıdır. Bunun miktarını belirlemek mümkün değildir. Dikkat edilmesi gereken şey, bu ödüllerin hem bu dünyada hem de âhirette gerçekleşeceğidir. Savaşta ölen insan bu ödüllerin tamamım öteki dünyada görecektir ama, geriye bıraktığı miras da onun rahmeti anlamı­na gelecektir. Sağ kalanlar ödüllerinin bir kısmını dünyada görecektir. Allah o insanlara hem dünyada hem âhirette dereceler verecek ve lutfedecektir.

Bütün bu ödüller müminleri Allah uğrunda savaşmaya teşvik etmek içindir. Bir toplumun kendini düşman topluma karşı savunması anlamıyla savaş siyaset, ekonomi, eğitim, kültür ve bireysel anlamda psikolojik alanlarda da söz konusudur. Bu alanlarda hareketi kaybeden, tembellik gösteren, emek sarfetmeyen fertler ve toplumlar, savaşı kaybetmekle yüz yüze gelecek ve ilâhî ödülü de kaybedeceklerdir. Gelecek nesiller şimdiki nesillerin siyasî, kültürel, ekonomik ve eğitim alanlarında yordukları beyin ve akıttıkları terle beslenecek ve büyücektir. Onun için Allah eylemi öne çıkartarak bu alanlarda gayret sarfedenlere büyük ödüller vermektedir. Dünyanın geleceği beyin yoran, emek verenlerin elinde olacak ve kaderini onlar belirleyeceklerdir. [139]

 

Tembellik Ve Zulüm:

 

97. Melekler, kendilerine zulmedenlere, canlarını aür-ken, "Sizin neyiniz yardı" diye soracaklar. Onlar, "Biz yeryü­zünde çok güçsüzdük" şeklinde cevap verecekler. Melekler, "Allah'ın yeri sizin kötülük diyarını terketmenize yetecek' kadar geniş değil miydi?" diyecekler. İşte onların barınağı cehennemdir, orası ne kötü bir gidiş yeridir.

98 Erkekler, kadınlar ve çocuklardan âciz olup hiçbir çareye, gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar, müstes­nadır.

99. işte bunları,umulur kî Allah affeder; Allah çok af­fedicidir, bağışlayıcıdır.

Bu âyetteki "kendilerine zulmedenler" ifadesini 95. âyetle irtibatlandır-mak gerekiyor. İnsan için adalet, bir iş üretmek, eylem halinde olmak, emek sarfetmektir. Bir şeyi yerli yerine koymak anlamına gelen adalet, insan için yerli yerinde olmak, eylem halinde olmak, faydalı iş üretmektir. Bunu yapma­yan kendine zulmetmektedir. Demek ki tembellik, eylemsizlik, aklını kullanıp düşünce üretmemek bir zulümdür. İnsan için âdil olan vatanını, namusunu, bağımsızlığını, kültürünü savunmaktır; bunu yapmaması kendine zulmetmesi anlamına gelmektedir.

Zulüm kelimesinin bir diğer anlamı da karanlıktır. Aklını kullanmayan, emek sarfetmeyen insanlar hem kendilerini hem de toplumlarını karanlığa itmektedirler. Câhiliye karanlığı bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Çaresizlik mazeret değildir, çünkü yeryüzü geniştir; çaresizlik sebebiyle hicret etmeme­yi melekler kınayacaktır. Söz konusu hicret sadece maddî anlamda Mekke'­den Medine'ye hicret değildir. Kötülüklerden iyiliklere, nefisten akla hicreti de kapsamaktadır. Ahlâkî anlamdaki hicret, cehaletten bilginin aydınlık yur­duna manevî hicreti de içermektedir.

Genel mânada "Ne işte idiniz" sorusu, eylemi ifade etmektedir. Melek­ler bu soruyu ve kınamayı, tembellik ederek kendilerine zulmeden insanlara ölüm anında soracaklardır. Bunların varacağı yer cehennemdir. Demek ki tembellik ve eylemsizlik, vatanı, imanı, bağımsızlığı, namusu uğruna savaşma­mak cehennemi oluşturmaktadır. Bu cehennem insanı içine alıp yutmaktadır. 98. âyette âciz durumda olan erkekler, kadın ve çocuklar istisna edilmektedir.

Hiçbir gücü olmayan ve doğru yolu bulamayanlar sorumlu değillerdir. Âyet­teki hile kelimesi "çare" mânasına gelmektedir; yani bir şeyi değiştirecek çare demektir.

Bu insanların, kâfirlerin baskısından kurtulmaya güçleri yetmiyor ve bir çıkış yolu bulamıyorlar ya da o yola iletilmiyorlar. 99. âyette bu şartlar altında olanların bağışlanma imkânı doğmuştur. Çıkış yolu bulamama, affın şartlarını oluşturmaktadır. Bu âyetle önceki iki âyeti irtibatlandınrsak şu hu­kukî gerçeği yakalamış oluruz: Allah af ilân ederken, affın kapsamına girecek suçlarla girmeyecek suçların neler olduğunu göstermektedir. Hicret edebile­ceği halde etmeyen ve zillet içinde yaşamayı kendine reva gören, çalışmayan, beynini yormayanların suçu af kapsamına girmiyor.

Allah çaresiz olan ve bir çıkış yolu bulamayan veya o yola götürülme-yenleri af kapsamına almaktadır. Böylece siyasî ve hukukî alanda af çı­karmak isteyenlere siyasî ve hukukî bakımdan ders vermektedir. Diğer ta­raftan Allah "af ilânını, affedici ve bağışlayıcı sıfatıyla gerçekleştirmekte­dir. 98. âyette acizlikten dolayı Allah'ın beklediği davranışı gerçekleştiren insanların, 99. âyette affedilebilecekleri ifade edilirken, Allah'ın affedici ve bağışlayıcı sıfatlan hatırlatılmaktadır. [140]

 

Hicret ve Ödül:

 

100. Allah yolunda hicret eden, kimse yeryüzünde gi­decek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğurunda hicret ederek evinden çıkar da, sonra kendine Ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok affedici ve merhamet sahibidir.

Âyetin açıklamasına farklı açılardan bakmayı uygun buluyoruz:

1. Kişiyi hicretten engelleyen sebepler. Birinci bölümde Allah uğruna hicret edenin bulacağı dünyevî nimetler açıklanmaktadır. Bunların veriliş sebebi nedir, niçin veriliyor? Vatanında rahat içinde, malının ve çocuklarının başında bulunması hicret ettiği yerde bu güzelliklere sahip olamama endişesi hicret etmesini engelleyecektir. Endişenin hicrete engel olmasını ortadan kaldırmak için, "Allah uğrunda hicret eden"in bunları bulabileceğine işaret edilmektedir.

Yerleşik hayatın nimetlerinden istifade eden insanı, onlardan koparıp endişeler içinde karanlık bir geleceğe hareket ettirmek çok zordur. Onun için Allah, aynı güzelliklerin ve imkânların hicret edilen yerde de bulunacağı garantisini vermekle bu engeli ortadan kaldırmaktadır.

Diğer bir engel de "ölüm korkusu"dur. Hicret sırasında yol emniyeti yoksa ya da ülkesine geri dönme fırsatı bulamadan ölürse vb. endişeler hic­reti engellemektedir. Bunları ortadan kaldırmak için, ölenin ödülünün Allah'a düştüğü söylenmektedir. Buradan anlıyoruz ki söz konusu engeller olmasaydı, "Şunu bulacaksın, şöyle olursa ödülü benim katımdadır" demesine lüzum kalmayacaktı. Demek ki âyetin yapısı, müslümanın gönlüne göre şekillenmiş, oradaki korku veya endişe dikkate alınmıştır. Âyetin içeriği insan gönlünü ortaya koyarken, oradaki olumsuz engelleyici oluşumlara çare aramaktadır.

2. Âyetin birinci bölümünde yer alanmürâğam kelimesi "toz, toprak" anlamına gelen râğam kelimesinden türemiştir. "Burnu toprağa yapıştırıldı, yani aşağılandı ve istemediği şeyi yapmaya zorlandı" anlamına gelen râğime enfühû ifadesiyle bağlantılıdır. Bu mânadan hareket edince, mürâğam kişiyi kendi toplumundan, ülkesinden toplumun arzusu dışında uzaklaştıran yolu ifade ettiğini söyleyebiliriz[141].

Verilen bu mânayı Râzî hicretle ilgili ayrılışın, varılan ülkede muhacirin başarılı olup pek çok nimete kavuşması, maddî ve manevî imkânlar elde et­mesi, onu zulmederek toplumdan, ülkesinden koparanları mahcubiyete sürük­ler; bir nevi onların burnunu toprağa sürdürüp aşağılık duygusuna çarptırır.

Mürâğama "güzellik" mânası verilmesinin sebebi budur. Kötülükler ülkesinden çıkıp başka bir yerde güzelliklere kavuşmak, terkettiği ülkedeki düşmanları için bir kahır halini alır. Onun için hicret eden kimsenin gideceği yerde barınak, bol nzık ve imkân bulacağının söylenmesi hicretin engellerini ortadan kaldırmaktadır.

3. Hicreti bir yerden bir yere maddî anlamda göç etmek mânasının dışına çekersek ve onu toplumsal ve ahlâkî boyutuyla ele alırsak aslında bir değişim olgusunun karşısında olduğumuzu rahatlıkla anlanz.

Kötülüğe boğulmuş kişiler, söz konusu durumlarıyla toplumda yüksek bir statüde bulunuyorlarsa, o statülerini bırakıp, iyiler âlemine göç etmeleri imkânsız denecek kadar zordur. Hicret edeceği iyilikler grubunda ona o statüyü verebilseler hicret karan daha kolay alınacaktır, yani değişim daha rahat bir şekilde gerçekleşecektir. Statüyü bulamama endişesi bu değişimi engeller. Onun içindir ki yeni bir fikre intibak edip onun istediği değişimi ger­çekleştirmek çok zordur. İslâm'ın getirdiği tevhid inancı ve ahlâk anlayışına Câhiliye inanç ve ahlâkını bırakıp hicret etmek, gerekli olan değişimi gerçek­leştirmek büyük uğraşı gerektirmiş ve gerektirmektedir.

İnsanın beyninden eskiyi çıkarıp atması, yeninin ufuklarına doğru me­safe alması bir hicrettir. Geçmişin, geçersiz, işe yaramayan, insanlığa bir şey getirmeyen, yozlaşmış fikirlerinin bağından kurtulup, sevdalanmışçasına aklın yeniye koşması, ona hicret etmesi kolay mıdır? Allah bu uğurda hicret eden akla, gittiği ufuklarda daha güzel şeyler ve imkânlar bulacağını garanti etmek­tedir.

Fayda vermeyen, insanın gelişmesine mani olan anlayışların, Hz. Peygam-ber'in hicret etmesine sebep olan Ebû Cehil, Ebû Leheb ve benzerlerinden ne farkı vardır? Bunlar bizim zihnimizde Ebû Cehil, Ebû Leheb şeklinde ge­ri götüren düşünceler olarak yaşamaktadır. Onlardan hicret etmek esas kur­tuluştur. Başka bir ifade ile kötülükler ülkesi olan nefisten, akıl ülkesine ve ilâhî vahiy ülkesine hicret etmek gerekir. Âyette geçen ölüm, maddî anlamda hicret ederken meydana gelecek ölümü ifade etmektedir. Ama bu ölüm, kötülükler grubundaki statüsünü terkedip iyilikler ülkesine hicret ederken, öldürülen "benlik" olarak da alınabilir. "Ölmeden evvel ölünüz" sözüyle ifade edilen de bu ölümdür. Bu ölümün büyük ödülü vardır.

Zaten, Allah af ve merhametiyle bu hicreti takip etmektedir. Mekke'nin fethinden sonra bir hadise dayanarak hicretin kalktığım iddia edenler olmuştur[142]. Hz. Peygamberin böyle bir şey söylemesinin mümkün olup olmadığının araştırılması ve sorgulanması gerekir. Çünkü Nisa sûresinin ve Kur'an'da hicretle ilgili âyetlerin sadece belli bit zamana ait olduğunu iddia etmek, onların evrensel boyutu olmadığını söy­lemek olacaktır ki, bu da Kur'an'a ters düşer.

Dünya hayatının önemli sosyolojik gerçeklerinden biri de muhacerettir. Her devirde ağır baskı altında kalan insanlar olabilir ve insanlar zulüm, kötülük ve korku diyarından emniyet ve iyilikler diyarına hicret etmek zorunda kalabi­lirler. O zaman bu âyetlerin işlerliği gündeme gelecek ve hicretin ne anlama geldiği ve dindeki önemi bilinecektir.

"Düşmanla çarpışildığı sürece hicret devam eder"[143] hadisi evrensel boyutu ortaya koymaktadır. Burada bir soru sormakta yarar vardır, "hicretle göç etmek arasındaki fark nedir?" Hicret göçün ibadet olan şekline denmektedir. Bir davranışın ibadet olabilmesi için niyetinin Al­lah adına olması gerekir. Bu niyet göç hareketini hicrete yani ibadete çe­virmektedir. Bu açıklama Kur'an ve hadis kaynaklıdır. Meselâ Nisa sûresinin 100. âyetinde "Allah uğruna" ifadesi yer almaktadır. Bunun anlamı maddî anlamda bir yerden bir yere göç ederken niyet "Allah adına" ise o harekete hicret denir ve o bir ibadete dönüşür.

Hz. Peygamber de âyetteki bu ifadeyi şöyle açıklamaktadır: "Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Kim Allah ve Resulü için hicret ederse o, Al­lah ve Resulü için hicret etmiş sevabı alır. Kim de elde etmek istediği dünya malı ya da evleneceği kadın için hicret ederse, onun hicretinin karşılığı da hicret ettiği şeydir."[144]

 

Yolculukta Namaz:

 

101. Yeryüzünde sefere çıktıma zankan irierin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanız da size bir günah yoktur. Şüphesiz siz apaçık düşmanınizdır.

1. Bakara sûresinin 184-185. âyetlerinde, orucun kazaya bırakılmasıyla ilgili şartlardan biri olarak sefer belirlenmiştir. Orada sefer için doğrudan sefer kelimesi kullanılmıştır. Namazla ilgili seferîlikte, sefer kelimesi değil de yeryüzünde sefere çıktığınız vakit" ifadesi kullanılmıştır. Darabe "vurmak ayrılmak" mânasına gelir. Kişinin kendi evinden ayrılıp başka bir mekâna gitmesi darabe fiili ile ifade edilmektedir. İnsanın gezerken ayaklarını yere vurmasından gelen bir ifade tarzıdır.

Bakara sûresinin 283. âyetinde de ticaret hukukunda antlaşma yapma meselesinde de seferde olma konusu gündeme getirilmektedir. Antlaşmayı yazacak kâtibin bulunmaması durumunda neler yapılacağı ele alınmaktadır.

Maide sûresinin 6. âyetinde namazdan önce alınacak abdest konu­sunda da seferîlik durumu gündeme getirilirken, yine sefer kelimesine yer verilmektedir. Aynı şekilde yolculuğun meşakkatli bir iş olduğu Tevbe sûre­sinin 42. âyetinde anlatılırken, yine sefer kelimesi kullanılmaktadır.

Bu âyetlerden anlaşılan şudur: Bazı ibadetlerin yerine getirilmesinde yolculuk önemli bir şart ortamı hazırlamaktadır. İbadette bu şartlar altında bazı değişimlerin meydana gelmesine müsaade verilmektedir. Orucun terke-dilmesinde, namazın kısaltılmasında, abdestin alınış biçiminde, antlaşmanın düzenlenmesinde ibadetin yapısına göre değişim meydana gelmektedir.

Demek ki Allah hükmünü, kulunun şartlarına göre belirlemektedir. Bu bize şartlara göre hukukta esneklik olabilecek şekilde kanun düzenlenme­sini öğretmektedir. Allah yolculuk şartlarında çeşitli ibadetleri yerine getirme hususunda, esneklik göstererek farklı uygulama şekilleri sunduğu gibi; beşeri hukukta da şartlara göre, onları dikkate alarak farklı uygulamalar için esnek­lik bulunmalıdır.

Allah bir taraftan kullarına karşı "Mutlaka böyle hareket etmen gerekir, senin şartlarını dikkate almıyorum" gibi bir zorlamaya girmeyip kolaylık sağlıyor; diğer taraftan da insanlara da kanun yaparken şartları dikkate alarak esnek davranmanın gereğini öğretiyor. Hangi şartlar altında hangi suç işlenirse hangi ceza uygulanır konusu, hukukta önemli bir yeri işgal eder.

2. Namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Ayetin bu kısmında namazda yapılacak kısaltmaya bir ruhsat ve­rilmektedir. Herhangi bir emir söz konusu değildir. Önemli olan konu, namaz­da yapılacak kısaltmadır. Bilginler kısaltmanın ne anlama geldiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları rekâtların azaltılması, diğerleri de keyfiyetle, yani rükû ve secdenin yapılmaması anlamında yorumlamışlardır. Biz bu tar­tışmalara girmeyi faydalı bulmuyoruz, çünkü çözümü ortadan kaldırmaktadır[145].

Meseleyi çözebilmek için, namazların kaç rekât farz kılındığı sorusunun cevaplandırılması gerekir: "Namaz ikişer rekât olarak farz kılındı."[146] Bunun anlamı, Allah Cebrail'i gönderip namazın nasıl kılınacağını Hz. Peygamber'e öğretirken bütün namazlar ikişer rekât olarak farz kılındı. Allah "Kısaltmada size bir günah yoktur" derken, dört rekâtlı farzları mı yoksa iki rekâtlı farzları mı kastetmektedir? Bu sorunun tek bir cevabı vardır, o da iki rekâtlı namazı kastettiğidir. Çünkü farzlan dört rekâta çıkaran Hz. Peygamber'dir. Kendi ilâve ettiklerine Fatiha sûresinden sonra zamm-ı sûre okumamıştır. Böylece kendi ilâve ettiği ile Allah'ın farz kıldığı rahatlıkla ayırt edilmiş oluyordu.

İki rekâtı eksiltme mümkün olamayacağına göre, yani namazı tek re­kâta düşürme gündeme getirilemez. Gerçi Râzî'nin naklettiği ictihadlar ara­sında tek rekâta düşürülecek de vardır. Bu ictihadlann doğruluğunu düşün­mek mümkün değildir. O zaman namazı kısaltmanın anlamı, iki rekât kılarak namazları cemetmek, yani birleştirmektir diyebiliriz. Öğle namazını ikindi, akşamı yatsı ile birleştirmek namazı kısaltmak mânasına gelebilir.

Bu durumda şöyle bir itiraz yapılabilir: Bir vakit kılınmıyor ama öteki vakitte namaz çoğalıyor. Öğleyi ikindi ile birlikte kılınca ikindide bir artış olu­yor. O zaman kısaltmanın bir mânası kalmıyor. O takdirde namazın kı­saltılmasından başka bir şey mi kastediliyor? Kastedilen rekât azalması değil, namazın rükünlerinde ki azalmadır: tehlike­de iseniz, yürürken veya binek üzerinde namazınızı kılınız (Bakara 2/239).

Nisa sûresinin 101 ve Bakara sûresinin 239. âyetleri tehlikeli bir sefer sırasında namazın nasıl kılınacağına ışık tutmaktadır. Yürürken veya binek halinde rükû ve secde yapılamaz. Bunun dışında tekbir ve Kur'an okunup teşbih yapılabilir, kıbleye yönelme şartı da ortadan kalkmaktadır. Bu durumda Allah farzın kısaltılmasına ruhsat veriyor, kısaltma rekâtın sayısında değil rükû ve secdesinde olacaktır. Çünkü farzı iki rekât kılınca kısaltılmış olma­maktadır. Âyetin devamında namazın niçin böyle kılınacağı açıklanmaktadır.

3. Kâfirlerin size kötülük etmesinden korkar­sınız. Namazın kısaltılmasının şartı "hayat tehlikesidir. Bakara sûresinin 239. âyetinde aynı korku gündeme getirildiğinden, yürürken ve binek halinde göz işareti ve beynin yoğunlaşmasıyla namazın kılınmasına müsaade veril­mektedir. Demek ki seferîlikte namazın kısaltılmasına verilen ruhsat mesa­feye, zamana göre değil hayat tehlikesine göredir. Çünkü öyle tehlikeli şartlar olur ki, evinin dışına çıkmakla bile seferi namazı kılarsın. Orada mesafe ve zamanın geçerliliği yoktur. Diğer taraftan mesafe kullanılan araca bağlı ola­rak uzayıp kısalabilir. Yaya 90 kilometreyi, kara taşıtı iki saatte, uçak ise çok kısa bir zaman diliminde ulaşabilir.

O zaman her asrın getirdiği taşıta göre mesafenin ayarlanması gere­kiyor. Demek ki seferîlikte meşakkat yani hayat tehlikesi esas ölçüt olmakta­dır. Hayat tehlikesine rağmen "namazı kısaltacaksın" diye bir emir yoktur, sadece ruhsat vardır. Âyetteki ruhsatın tatbikatında Râzî'nin naklettiğine göre, Medine'den Mekke'ye yolculuk eden Hz. Peygamberle hanımı Hz. Âişe farklı seferîlik uyguladılar. Hz. Peygamber namazı seferi olarak kıldı ve oruç tutmadı. Ama Hz. Âişe oruç tuttu ve namazı tam kıldı. Hz. Peygam­ber Hz. Âişe'yi kusurlu bulmadı. O dönemde Medine'den Mekke'ye yolculuk etmekte hayat tehlikesi vardı.

Netice olarak diyebiliriz ki hiç hayat tehlikesi olmayan bir ortamda yolculuk yapan kişi seferîlik namazı kılamaz. Çünkü âyet seferîliğin ruhsatını hayatî tehlike şartına bağlamıştır. "Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanı-nızdır" ifadesiyle, düşmanlık ortamında seferîliğin olacağına işaret etmektedir.

Yolculukta meydana gelen meşakkatin, oruç ibadetine olan etkisiyle abdest ve namaza olan etkisi farklıdır. Onun içindir ki orucu kazaya bırakma imkânım tanıdığı halde, namazı kazaya bırakma müsaadesini vermemektedir. Çünkü namazı yürürken ve binek halindeyken, teyemmümle kılma imkânı vardır, ama oruç büyük güç kaybına uğrattığı için meşakkati fazladır. Hayat tehlikesinin olduğu bir yolculuk ortamında, namazı kısaltmada sadece ruhsatın geçerli olması, ama hayat tehlikesinin olmadığı bir yolculukta seferîlik yaparak namazın mutlaka kısaltılacağını söylemek isabetli değildir.[147]

 

Savaşta Kılınacak Namaz:

 

102- Sen de pnlaruı içlerinde bulunup namaz kıldırdığıntan, onjafdası bir kısmı soninte beraber.namaza dur-,, şunlar, sUâhlanni (yan|anna) alsmlar, bpyiece (namaz kılıp), secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda odunlar. Sonra henüz namazım kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber na-mazlanra kıtsıtdar da ihtiyat tedbirteriaft ve silâhlart-m abmlar. ve eş­yanızdan gafillaştnıı üstünüze, birden baskın yapsalac. Eğer size yağmurdan bir eziyet okar, yahut hasta iseniz, silâhla­rını bırakmanızda size gpinah yoktur. Yine de tedbirinizi ahmz. Şüphesiz Allah kârlrler için ajçalttcı bir azap hazırlamıştır.

1. Ayetin ilk kelimeleri olan Sen de onların içinde bulun­duğun zaman ifadesindeki "sen" zamiri, âyetin indiği zamanda Hz. Peygamber'i kastetmektedir. Hz. Peygamberin vefatından sonra böyle bir savaş durumunda ise ordunun kumandanını ifade etmektedir. Fakat kumandan na­maz kıldıracak durumda değilse, orduda namaz kıldıracak nitelikte olan kimseye işaret etmektedir.

2. Savaş durumunda, yani düşmanın saldırıda bulunmadığı anlarda kı­lınacak olan bu namaz (korku namazı) şeklinden şu esası çıkartabiliriz: Böyle tehlikeli anlarda bile, namazı kazaya bırakma imkânı yoktur. Çünkü namaz kazaya kalmamalıdır. Bakara sûresinin 222. âyetinde anlatıldığı gibi, aybaşı olan kadın namazını kılmaz, orucunu tutmaz, sonra orucunu kaza eder ama namazını kaza etmez. Demek ki savaş aybaşı kadar önemli bir mazeret teş­kil etmemektedir.

3. Düşman tehlikesi olduğu anlarda namazın kılmışında da bir değişimin olması bize gösteriyor ki sosyal, fizikî ve psikolojik şartlara göre esnek dav-ranılması dinde bir ilkeyi teşkil etmektedir.

4. Âyette kastedilen savaş, süngü ve kılıçla yapılan savaş şekli gibi görünmektedir. Artık savaş uçak, tank, bomba, makineli tüfeklerle yapılmak­tadır. Daha doğrusu kara, hava ve deniz kuvvetleriyle yapılan savaşın silâhlan çok değişmiştir. Namaz kıldıracak kumandanın bütün askerlere imamlık yap­ması mümkün değildir. Cephenin çok geniş olduğu yerlerde bu namazı oradaki namaz kıldıracak olanlar yerine getireceklerdir. Dağın başında, topu kullanan bir erin, toplu namaza katılma imkânı yoktur. O zaman âyette vurgulanan ana konu savaşta bile namazın kılınacağıdır. Bakara sûresinin 239. âyetinde olduğu gibi yaya ve binek halinde rükû ve secde etmeksizin kılınacaktır.

5. Âyette geçen matar kelimesi "yağmur" anlamına gelmektedir. An­cak Kur'an'da "tehlike" mânasına da gelmektedir. Bazı âyetlerde fiil kalıbında "yağmak" anlamını ifade etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette yağmur gibi müsait olmayan fizikî şartlar kastedilmektedir. Söz gelimi hava şartlarının çok ağır olduğu durumlarda füzelerin kullanılmaması; denizin çok dalgalı olduğu anlarda denize gemilerin açılamaması; büyük kayaların bu­lunduğu bir arazide tankların hareket edememesi gibi. Demek ki matar, yağ­mur şartlarım ifade ettiği gibi diğer olumsuzluğu da ifade etmektedir. Arabis­tan gibi yerde yağmur, başka ülkelerde kar yağması ve yüksek arazideki savaşlarda karın etkisini de düşünmek gerekir. Demek ki matar olumsuz şartların hepsini ifade eder.

6. Allah bu âyette düşman, kâfir, silâh, namaz ve savaş gibi kavramların ilişkisini açıklamaktadır. Ancak buradan yola çıkarak, farklı inanca mensup insanlar arasındaki ilişkinin savaşa kadar varabileceğini ve inkarcıların oluşturduğu bu düşmanlık ortamındaki olumsuzluklarda müminlerin ibadet­lerini nasıl yerine getireceklerini de anlayabiliriz. Aslında bu âyet din ve inanç hürriyetiyle ibadet hürriyetini işlemektedir. Namaz, ibadet hürriyetine bir örnek olarak verilmekte, müminlerin ağır olumsuz şartlan bahane ederek ibadetlerini terketmemeleri istenmektedir.

Bir inanç savaşı olan bu durumda Allah kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladığını beyan ederken, inanç ve ibadet özgürlüğünü ortadan kaldır­manın veya kaldırmaya çalışmanın ne kadar kötü olduğunu da vurgulamış olmaktadır.[148]

 

Namaz ve Vakitleri:

 

103. Namaz bitirime fefeyakte, görürken ve yaranız üzerine dosdoğru kimşe, çirokü namaz müminler melerine vakitleri belli bir faradv.

Bu âyette iki namaz şeklinden bahsedilmektedir. Birincisi düşman kor­kusundan dolayı rükû ve secdesi yapılmaksızın zikir şeklinde kılınan namaz; bir de normal şartlar altında bütün eylemleri yerine getirilerek kılınan namazdır. Bakara sûresinin 239 ile Nisa sûresinin 102. âyetleri düşman korkusuyla kılınacak namazı belirlemektedir. Yürürken, binek halinde, savaştaki duruma göre, öndekiler düşmana karşı durur arkadakiler kılar; sonra onlar öne geçe­rek öndekiler namazlarını kılarlar.

Rükû ve secdesi olmayan bu korku namazında, önemli olan her pozis­yonda Allah'ı düşünmek, anmak ve hatırlamaktır. Allah'ı anmanın belli bir durumu söz konusu değildir. Ayakta, otururken ve yatarken bu anma ibadeti yapılabilir ve âyete göre yapılmalıdır.

Bakara sûresinin 239. âyetinde güvene kavuştuğunuz zaman derken, Nisa sûresinin 103. âyetinde huzura kavuştuğunuz zaman denmektedir. Eminlikle itminan aynı anlama gelmektedir. Huzur ve güvene ulaşma durumunu ifade etmektedirler. Savaş tehlikesinin ve korkusunun geçmesi demektir. Güvene kavuşunca Bakara sûresinin 239. âyetinde zikir yapılması; huzura kavuşunca Nisa sûresinin 103. âyetinde "tam namaz"ın kılınması emredilmektedir.

Her iki âyette korku namazından sonra zikir yapılması emredilmesi, zikirle namazın aynîleştirilmesi anlamına gelir. Tâhâ sûresinin 14. âyetinde Allah'ı zikretmek için namaz kılınması Hz. Musa'ya emredilirken namazın zikir olduğu tanımı yapılmıştır. Bakara sûresinin 239 ile Nisa sûresinin 103. âyetinde de namazın zikir, zikrin namaz olduğuna işaret edilmektedir.

Rükû ve secdesiz namaz teşbih ederek kılınan namazdır. Cenaze na­mazı tam bir namaz değil bir duadır. Aynı şekilde yürürken ve binek halinde kılınan namaz da bir zikirdir. Çünkü namazın canı zikir, kalıbı da rükû ve secdedir. Tehlikeli anlarda namazın ruhu olan zikri ima ile yaparak namaz kılınabilir. Rükû ve secdeyi insanın gönlü yaparak tamamlamış olur. Beyin ve gönül huşu halinde kendini Allah'ın huzurunda hissetmesi, niyetin yapılması, teyemmümün alınması Fâtiha'nın okunması namaz için yeterlidir.

Bu konuda şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın savaş anında bile nama­zın ertelenmesini istememesi, işaretle kılınmasını emretmesi ve güvene ula­şınca tam olarak kılınmasını hükme bağlamasının sebebi nedir? Bu soru 103. âyetin sonunda cevaplanmaktadır: "Şüphesiz namaz müminlere vakitli olarak yazılmıştır." Âyetin bu kısmındaki "yazılma" kelimesi farz kılınması, gelişigüzel değil tam tersine vakti belirlenmiş bir görev olarak tesbit edilmesi demektir. Bu görev müminlere özgüdür. İnanmayan insanlar namaz kılmakla mükellef değillerdir.

Namazın vakitleri Kur'an'da acaba nasıl tesbit edilmiştir?

Bakara sûresinin 238. âyetinde "namazlar" ifadesiyle kılınacak olan namazın birden fazla olduğuna işaret edilmektedir. Ayrıca aynı âyette "orta namaz" kavramı da gündeme getirilmektedir. Namazlar ve orta namaz ifade­leri ikiden fazla vakitte kılınacağına delil teşkil etmektedir. Hud sûresinin 114. âyetinde üç namazın vakti belirlenmektedir: (gündüzün başında ve sonunda, bir de gecenin erken saatle­rinde namaz kılınız... Bunlar, sabah, akşam ve yatsı namazlarıdır.

Yine namazın vakitlerini konu edinen İsrâ sûresinin 78. âyeti vardır:

ğu aşmasından, gecenin kararilığrbastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kılınız; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şahitlidir."

Âyet sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kapsamaktadır.

Tâhâ sûresinin 130. âyetinde namaz teşbih ibadetiyle aynîleştirilmekte,

lediklerine sabret, güneşin doğmasından önce; batmasından önce de rabbini övgüyle teşbih et, gecenin bir kısım saatleri ile gündüzün iki ucunda da teşbih et ki sen, Allah'tan hoşnut olasın. Doğmasından önce sabah namazı, batmasından önce ikindi namazı, gecenin bir kısmı saatlerinden kasıt da akşam ve yatsı namazlarıdır.

Öyle ise akşama girerken ve sabaha girerise akşama girerken ve sabaha girer­ken Allah'ı teşbih etmeniz gerekir. Göklerde ve yerde, günün sonunda da öğleye erdiğiniz zamanda hamd O'na mahsustur (Rûm 30/17-18).

Yukarıdaki âyetlerde beş vakit namaz belirlenmektedir. Allah "namaz kıl", "teşbih et" emirleriyle bu vakitleri belirlemektedir. Kur'an vakit olarak belirlerken saat olarak tesbit etmemektedir. Âyetlerde fecr sabah, zuhur öğle, asr ikindi, mağrub akşam, işâ yatsı namazlarıdır. Bazan güneşin doruk noktasından sonra derken öğle namazını, orta namazı derken ikindiyi, gündü­zün iki ucu derken sabah ve akşamı kastetmektedir.

Âyetlerin hepsini bir araya getirince beş vakit namaz ortaya çıkmak­tadır. Dendiği gibi Kur'an'da üç vakit diğer iki vakit de hadisle belirlenmiş değildir. Ama burada bir soru akla gelmektedir: Acaba neden beş vakit na­maz tek bir âyette sıralanmadı? Bu sorunun cevabı Bakara sûresinin 238. âyetinin açıklamasında verilmişti. Demiştik ki namaza ilk başlayan insana beş vakit namaz kılması zor gelebilir. Bu insana ilk önce bir vakit namaz kıl­mayı öğütleriz ki bu da sabah namazı olmalıdır. Zamanla bu bir vakit namaz diğerlerini de çağıracaktır. Bir vakti süreli kılan kişi, bir zaman sonra iki vakte, daha sonra da beş vakte çıkaracaktır. İşte ayrı ayrı âyetlerde olmasının ana sebebi eğitim açısından, insanı yavaş yavaş namaza alıştırmaktır.

Beş vakit namaz bir âyette olsaydı, bu sistemi tatbik etme imkânı ol­mayacaktı. Kişinin durumuna göre farklı âyetleri tatbik imkânını bize ta­nımaktadır. Beş vakit namazı ilk başlayan adama dayatmanın eğitim açısından sakıncası vardır. Yavaş ve ısındırarak, önce bir sonra iki ve sonra beş olacaktır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'an'da "Namazı kılınız" emri yanında, "Namaz müminlere belli vakitlerde farz kılınmıştır" ifadesi de onun farz bir ibadet olduğunun delilleri olmaktadır. Bakara sûresinin 3. âyetinde açıklandığı gibi namaz ahlâkî değerlerin korunmasını temin eden, ahlâksızlığı önleyen (Meryem 19/59; Ankebut 29/45); insanı Allah'a yaklaştıran (Alak 96/19); ibadet olduğundan, şifa veren bir ilâcın belli saatlerde alınması gibi, günün belli va­kitlerinde yerine getirilmesi gerekmektedir. Günde bir vakitte değil de beş vakitte kılınmasının sebebi manevî etkinliğinin artırılmasını temin etmek için­dir. Günün yirmi dört saatinde namazın belli vakitlerde yerine getirilmesi, insanın manevî hayatı için önem taşımaktadır. Pek çok eğitim metodunu kullanılarak temin edilemeyen başarı, namaz ibadeti gereği gibi yerine getiril­diğinde temin edilecektir. Onun bu etkinliği dolayısıyladır ki, terkedilmesinde savaş bile mazeret değildir (Nisa 4/103). [149]

 

İman ve Umut:

 

104. O (düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik gös-termeyiniz. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da, sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz, Allah'tan onların ümit et­mediklerini ümit ediyorsunuz. Ve Allah her şeyi bilendir, hik­met sahibidir.

1. Gevşeklik. Savaş durumunda olan iki toplumdan mümin olanlara Allah, gevşememe emrini vermektedir. Gevşeklik korkaklığın işaretidir. Ama gevşeme acı çekmenin, elemin neticesi de olabilir.

Mümin topluluk başkalarına durup dururken savaş açmaz, ama kendine açılan savaştan geri durmaz ve asla gevşeklik göstermez. Düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterip göstermemesinde seçeneği olmadığını, bunun bir ilâhî emir olduğunu bilir ve bilmesi gerekir. Düşmanı takip etmekte gevşe­memenin başka bir anlamı da, İslâm'a felsefeleriyle düşmanlık edenleri felse­fe üreterek takip edip çürütmektir. Yani gevşeklik sadece savaş anını değil kültürel mücadelenin doğurduğu savaşı da gündeme getirmektedir. Âyetteki gevşeme kelimesine bu mânayı verebilmek için Bakara sûresinin 205. âyetine gitmek gerekir. O dö­nüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, kültürü ve nesilleri tahrip etmek için çalışırlar. İşte bu tahribatta düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermenin yanlış olacağını da Nisa sûresinin 104. âyeti söylemektedir. Kültüre ve neslin asaletine giren düşman mikrobunu takip ederek asla gev­şeklik göstermeden kültürün ve nesillerin çürümesini önlemek ve zinde kal­masını temin etmek zorunludur.

2. Elem. Yüce Allah savaşın elem verici bir eylem olduğuna işaret et­mektedir. Bu elem hem inanan hem de kâfir tarafına aittir. Savaşın verdiği ıstırap düşman tarafının savaşmasını engellemiyorsa müslüman tarafını niçin engellesin? Demek ki düşmana karşı gevşek davranmanın sebebini Allah eleme bağlamaktadır. Elem psikolojik bir durum olduğundan Allah düşmanı takip etmekteki gevşekliğin sebebini psikolojik sebebe bağlamaktadır.

Allah savaştaki yanlışların analizini yaparak müslümanlara kendi duydukları elemi düşmanın duyduğunu söyleyerek cesaretlerinin kırılmamasmı temin etmek istemektedir. Savaşta ölünce şehid olup cenneti elde edeceğine inanan insanla, öldükten sonra dirilmeye inanmayan insanların savaşma psi­kolojisi aynı değildir ve olmamalıdır. Demek ki savaş gönülde kaybedilmektedir. İnanan insan savaşın verdiği elemin üstesinden gelebilecek sabn göstere­bilir. İman farkı, sabır farkını oluşturacağından, gevşeklik göstermeme konu­sunda da etkili olacaktır.

Bu savaş kültür, siyasî ve ekonomik de olabilir. Dünyada kültür emper­yalizmini kurmaya çalışan insanlar, bu işte büyük yatırımlar yapmakta ve bu mücadelelerinden elem duymaktadırlar. Bu yol onların faaliyetini engelleme­mektedir, onları gevşetmemektedir. İktidarı ele aldıklarında akrabalık bağlarını kesmekten kaçınmamaktadırlar (Muhammed 47/22). Kültürel sömürgeciliğin kültürleri ısırması ve zehrini akıtması, o kültüre mensup insanlara ıstırap ve­rir. Bu ıstırap kültürün korunmasını ve düşmanın ne yaptığının takip edilmesini engellememelidir. Düşman ısırıp elem verirken kendisi de elem duymaktadır.

3. Ümit etmek. Âyetin Allah'tan, onların ümit etmedikleri şeyleri ümit ediyorsunuz şeklindeki bölümü kâfir ya da müşriklerin tapındıkları putlardan bir yardım alma ümitlerinin olmadığım, ama müminlerin Allah'tan yardım bekleme ümitlerinin olduğunu vurgulamaktadır. Allah'ın yardımım ümit edenlerle, böyle bir ümidi olmayanların savaştaki cesaret ve sabırlarının aynı olmamasına işaret etmektedir.

Allah yolunda savaşanlara, Allah'ın yardım edeceğine inanan insanın düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermesi mümkün değildir. Çünkü Saf sûresi tedir. ber! Sana ve sana uyan müminlere AİÎâh yeter (Enfal S/64) buyurmaktadır.

Allah'ın yardımı, düşmanı takip etmekte gevşeklik gösteren gönüle gelmez. Mümin Allah'ın yeterliliğine inandığı için savaşın verdiği elem onun metanetini, sabrını ve eylemini asla engellemez ve kıramaz. İlâhî yardım

lük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, rabbine hamdederek O'nu teşbih et ve ondan af dile... (Nasr 110/1-3).

Müslüman Allah'tan kâfirlerin büyük bir değişimle Müslümanlığa gire­cekleri ümidini de beslemelidir. Kültür savaşında müslüman, düşmanın kaza­nılmasını Allah'tan ümit eder ve ister. Mümin kâfirin durumundan elem duyar­ken; zaten kâfir inkânyla bir elem içerisinde olduğunu bilir. Mümin onun elemine çare bulamadığı için elem duyarken, kâfirin inkârı kendine zaten elem olmaktadır.

Mümin kâfirin iman açısından değişeceğini ümit edebilir, ama kâfirin böyle bir ümidi, yani müminin küfre dönme beklentisi onda olamaz. Müminin inkâra dönmesinden ümit kesmiş olması ona elem vermektedir. Müminle kâfirin arasındaki temel farklardan biri ve en önemlisi "ümit etme" eylemidir. Mümin savaşırken ümidi Allah'ın yardımıyla zafere ulaşmak, âhirette cenneti elde etmektir. Ama kâfirin böyle bir ümidi yoktur. Şehid veya gazi olup Al­lah rızâsını kazanma ümidinin önünde ne düşman ne de elem durabilir.

İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Yüce Allah neden namaz konu­sundan hemen sonra böyle bir âyeti gündeme getirmiştir? Allah savaş anında namazın kısaltılabileceğini gündeme getirmekle, düşmanın takibinde namaz ibadetinin tam olarak yerine getirilmesi yüzünden bir gevşeme olmamasını sağlamak istemiştir.

Allah uğruna savaşmak bir ibadet olduğuna göre, bu ibadette eksiklik yapılamaz ve bu ibadete başka bir ibadetin mani olması doğru değildir. Namaz savaşta gevşemeye sebep olmamalıdır. Gerekirse namazı kısaltılır, ama düş­manı takip etmekte eksiklik yapılamaz. Nisa sûresinin 102-103 ve 104. âyetlei namaz-savaş ilişkisini ele alıp çözüm getirmektedir. Bu âyetlerden anlıyoruz ki namaz savaş anında bile terkedilemez, ama savaşta herhangi bir ihmale, eksikliğe de sebep olamaz. Her iki ibadetin çatışma ortamına itilmeden ba­hane olmasını engelleyerek nasıl yerine getirileceğine açıklık getirilmektedir.

4. Allah bilgi ve işleri yerli yerinde yapmasıyla bu işi çözümlemektedir. Kim gevşeklik gösterirse Allah onu bilmekte ve hikmetiyle değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. Gevşeklik göstermeyene de aynı şekilde muamelede bulun­maktadır. Gevşeklik, acı çekme ve ümit etmek gibi savaş anının meydana getirdiği duygulardan ve eylemlerden sıyrılmak ve ümidi elden bırakmamak dinin en önde gelen erdemlerindendir. İnsan zor gördüğü İşte gevşeklik gösterir, acı çeker, ama o daima bir ümit adamı olma erdemini de gösterebilir. Allah ilâhî yardım ümidinin, gevşemeyi ve acı duymayı bir tarafa itip eyleme dönüşmesinin eğitimini bu âyetinde vermektedir.

Korku psikolojisi gevşeklik verir ve acı çektirir, ama ümit ilâhî yardımı çağınp zaferi getirir. Bu oluşumlar gönülden çıkıp hayata geçince, düşmanla ilişkiler farklılaştığı gibi ilâhî lutfiı da harekete geçirmektedir. Gönüldeki korku ve acı düşmanla müminler arasında yıkıcı bir depreme sebep olurken, oradaki ümit de ilâhî âlemi olumlu mânada sarsarak yardım getirmektedir. [150]

 

Kur'an'ın İniş Sebebi:

 

105. Allah sAna gösterdiği şekilde insanlar arasında bükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; o halde ihanet edenlerle tartışmaya girme.           .                                     .

106. Ve Allah'tan af  çünkü Allah çok bağışlayıcı­dır; merhamet edicidir.

107.  Kendilerine ihanet edenleri savunma! Çünkü Allah Kendilerine ihanet edenleri ve günahkarları sevmez.

1. Âyetin nüzul sebebi. Nisa sûresinin 10S. âyetinin iniş sebebinde it­tifak edilen olay, bir zırh çalıp sonra kendisinden bu zırh istendiğinde onu bir yahudinin çaldığını söyleyen Tu'me olayıdır. Tu'me'nin bu iftirası neticesinde yahudi ailesi ile münafık Tu'me'nin ailesi arasında büyük tartışma çıktı. Tu'­me'nin ailesi Hz. Peygamber'e gelerek yardım etmesini ve yahudinin hırsızlık yaptığına hükmetmesini istediler. Hz. Peygamber onların sözüne güvenerek yahudinin hırsızlığına hükmedince bu âyet inmiştir.

Bu tarihi olayın doğru olduğunu kabul etsek bile, âyetin içeriğini evrensel boyuta taşımamız gerekiyor. Tu'me gibi nice insanlar yaptıkları şeyleri başkalarının üzerine atmaktadırlar. Nice insanlar bir olayı çıkarıp bunu başkasının yaptığını söyleyerek münafıkça davranmaktadırlar. Yine nice in­san başkasının becerdiği bir işi kendisinin yaptığını göstererek onur alma peşinde koşmaktadır.

Tu'me, burada belli hareket noktasını teşkil eden bir model olabilir. Ama âyet bütün insanlığa ait ve bütün zamanların nesillerini kapsamakta­dır. Kimse kalkıp da, bu âyet Tu'me ile ilgili inmiştir, bizimle alâkası yoktur diyemez. Nice Tu'me gibi münafıklar gelip geçecektir ama âyet hep onlara hitap eder gibi tazeliğini koruyacaktır.

2. Âyetteki kitap kelimesini "ilâhî kelâm" olarak mayalandırmak müm­kündür. İlâhî kelâmın hakikati ortaya koyduğunu gündeme getirmektedir. "Hak ile indirdik" ifadesi, hakikati ortaya koyan ilâhî kelâmı indirdik mânasına gelmektedir. Bunun anlamı Kur'an'ın hakikati konuştuğudur. Kitabın hakikati konuştuğu kavramını Mü'minûn sûresinin 62. âyetinden öğrenmekteyiz.

Biz sana hakikati ortaya koyan bu kitabı indirdik

derken, Kur'an'ın önemli bir görevini de açıklamaktadır. Kur'an hakikati konuşan bir kitaptır ve bu onun görevidir. Zaten Kur'an, okumak mânasına geldiğine göre hakikati okumakta ve okutmaktadır.

3. Hak doğru hüküm vermeyi getirir. Allah hakikati konuşan ve ortaya koyan bu kitabı niçin indirdiğini de cevaplandırmaktadır. "Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye." Buradaki gösterme fiiline Zemahşerî, Gazi, Nesefî "bildirmek", İbn Abbas ve Hâzin "öğretmek" mânasını vermektedirler.

"Sana indirdik", "hükmetmen için" ve "sana Allah'ın bildirdiği" ifadeleri birinci muhatap zamiriyle gelmektedir. Bu durumda göstermek, bildirmek ve öğretmek eylemi, Hz. Peygamber'e olmaktadır. Tarihi açıdan bu doğru olmakla beraber, Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, günümüzde âyet hü­kümsüz mü kalacaktır? Böyle bir bakış açısı ve açıklama sadece âyetin mânasını daraltır ve günümüzde işe yaramayan, günümüze hitap etmeyen bir âyetle karşı karşıya kalmış oluruz. Acaba âyetteki "sen" zamirini 109. âyetteki gibi, Kur'an'm rehberliğini kabul eden bütün müminleri kapsamına alamaz mı?

"Allah'ın bildirdiği, yani öğrettiği şekilde insanlar arasında hükmedesin" ifadesi, sosyal olayları hukukî açıdan çözümlemenin yollarını, onlarla ilgili kanun koyma ve onları değerlendirme konularında nelerin yapılacağını, yani Kur'an'ın bir hukuk yapma metodolojisini öğrettiğini de göstermektedir.

Böylece âyetin birinci bölümündeki hüküm, kitap, hak ile ikinci bölü­mündeki hüküm verme ve öğretmek kavramları bir örgü kurmaktadır. Kitap ile hak yazılı hukuku ifade etmektedir. Bunun anlamı örf ve âdetlerin hukuk yerine geçtiği topluma Kur'an, yazılı hukuku getirmiştir. Kitap yazılı olanı, hak da hukuku ifade etmektedir. Yazılı hukukla hükmetmek, verilecek hüküm­leri gündeme getirmektedir. Öğretildiği şekilde hüküm vermenin anlamı, bir hukuk öğretiminin var olduğudur.

Hüküm veren kişi vereceği hükmü kendi arzularına göre değil yazılı hukuka göre verecektir. Bu hukuk ahlâkına peygamber de dahildir. Diğer taraftan hukuk öğretimi almayan kişinin hüküm veremeyeceği de vurgulanmaktadır. "Allah'ın sana öğrettiği şekilde" ifadesi bunu göstermektedir. Kur'an, üm-mü'1-kitâb yani kitapların anası, anayasa kavramım gündeme getirip mo­dern hukukun temellerini atarken, yazılı hukuk kavramıyla da objektif hukuk kavramına işaret etmiş ölüyor. Bir yerde yazılı hukuk varsa orada hukuk öğretimi de var demektir.

Diğer taraftan bu âyetin ikinci bölümünde nâs kelimesi geçmektedir. "İnsanlar" anlamına gelen bu kelime bize gösteriyor ki hukuk evrenseldir. Toplumda bir grup için hukuk olmaz, bütün insanlık için olur. Yazılı ve evrensel hukuk insanlar arasında tarafsız hüküm vermeyi de şart koşar.

4. ihanet edenlerin tarafı tutulmaz. Allah, ihanetin ne olduğunu burada tanımlamaktadır. Bir önceki âyetle irtibat kurulursa ihanet, düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermektir. Vatanım, bağımsızlığım, dinim ve değerlerini, yani kültürünü müdafaa etmekte düşmana karşı gevşeklik göstermek ihanet­tir. Âyetin sonundaki "ihanet edenleri savunma" emri de, bu tip insanların savunulamayacağının hükmünü vermektedir.

Âyetin son kısmına şu mânayı verebiliriz: İhanet edenlerle tartışmaya girme! Âyetin bu kısmındaki hasım kelimesi "bir şeyin ucu, köşesi, tarafı" anlamını ifade etmektedir. Açının bir tarafına, uçlardan birine hasım denmektedir. Mahkemede dava edenle dava edilene hasım denir. Çünkü bunlar davanın iki ucunu teşkil etmektedirler. Demek ki Allah ihanet eden tarafın savunulamayacağını hükme bağlamaktadır.

Başka bir açıdan bakarsak, işlediği suçu başkasına atan ve bunu mah­kemede savunan kişi hukuku yanıltmakta olduğu için ihanet fiilini işlemektedir. Bir taraftan iftira ediyor diğer taraftan hukuku yanıltıyor. Bu iki kötü eylemi gerçekleştiren insanları Allah hain ilân ediyor ve onlarla tartışılamayacağını, onların müdafaa edilemeyeceğini âyetin sonunda hükme bağlıyor. Bu durum günümüzde iftira eden ve hukuku yanıltan kimseyi hâkimin asla müdafaa etmemesi gerektiğini de anlatıyor.

"İhanet edenlerle tartışma" mânasını verince, bu âyeti Nisa sûresinin 81. Âyetiyle irtibatlandırmak mümkündür. "Biz sana itaat ediyoruz" deyip yanından ayrıldıklarında, peygamberin dediklerinden başkasını kuranlar ihanet edenlerdir. Allah bunlarla tartışılmayacağına işaret etmektedir.

O zaman ihanet verdiği sözü yerine getirmeyen ve tam tersini yapan insanın eylemi olmaktadır. Demek ki ihanet kavramının içi, düşmanı takip etmekte gevşeklik göstermek, yaptığım başkasının üstüne atarak iftirada bulunup hukuku yanıltmak ve tâbi olacağını söylediği halde tam tersini yapmak gibi fiillerle doldurulmaktadır.

Bu emir birinci elden peygambere verildiğine göre, peygamber bu ko­nuda hata mı yapmıştır? Bize göre münafıklar bu fiili işlerken, yani iftira edip hukuku yanıltmaya çalışırken bu emir gelmiştir. Ya da düşmanı takip etmekte gevşeklik gösteren müslümanlann fiillerine karşı bir uyan olarak gelmiştir. Başka bir ifade ile peygamberin hata yaptığını aramanın bir mânası yoktur. Hz. Peygamber'in yanıltılması anında emrin gelmiş olması en doğal olanıdır.

Hâkimlerin hukukî kararlan anlatılan olayın görüntüsüne aittir, onlar işin vicdanî yönünü, iç boyutunu bilemezler. Peygamberler de gaybı bilmedik­lerinden, olaylann görüntüsüne göre hüküm verirler, bu sebeple hata yapma ihtimalleri vardır. Ancak bu hatalan dinle ilgili ise, yukandaki âyette olduğu gibi Allah tarafından düzeltilir, hata olarak bırakılmaz. Yanılma ihtimaline iki âyetle bir hadisi delil olarak getirebiliriz: EyDâvâd! Bizseni yeryüzünde halife yaptık. O halefe insanlar asında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır (Sâd 38/26). Eğer Hz. Davud'un nefsinin isteklerine kapılarak doğru hüküm verememe ihtimali Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söyleyemezler (En'âm 6/116). Allah, insanların hâkimi yanıltacağım, bu yanıltmaya Hz. Peygamber'in de dahil olduğunu ifade eden bu âyetle, zan ve yalana tâbi olanların bunu becerebileceklerini vurgulamaktadır.

"İki kişi miras meselesinde Allah'ın elçisine geldiler. Her ikisinin de delilleri yoktu. Allah'ın elçisi buyurdu ki: 'Siz bana davanızı getiriyorsunuz. Ben de insanım. Olur ki biriniz, delilini ötekinden daha güzel anlatır. Ben de duyduğuma göre aranızda hüküm veririm. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmedersem, onu almasın. Çünkü ona ateşten bir parça biçmişimdir. O hak, kıyamet gününde o kimsenin boynunda ateşte kızarmış bir demir parçası olur.' Adamların ikisi de ağladı. Her biri 'Hakkım kardeşimindir' dedi. Allah'ın elçisi, 'Madem ki böyle diyorsunuz, öyleyse onu aranızda kardeş payı bölüştü­rünüz. Kura çekiniz ve her biriniz diğerine helâl etsin' buyurdu."[151] Görüldüğü gibi Hz. Peygamber bizzat, anlatılan delillere göre hüküm verdiğinde yanılma payının olacağını itiraf etmektedir. Burada delilin getirdiği yanılma payının hâkime değil, hukuku yanıltana ait olduğuna da dikkat çekilmektedir. Zaten Nisa sûresinin 105. âyetinin sonunda, yalan delil getirerek hukuku yanılttığı ortaya çıkanın müdafaa edilemeyeceği de açıkça belirtilmektedir.

Âyette Allah Hz. Peygamber'in yanılmasını önlüyor; ama hâkimin yanılmasını kim önleyecek? Bu sorunun cevabını Hucurât sûresinin 6. âye-tiyle verirsek, hâkimin "araştırma yaptırması"nın yanlış hüküm vermesini önlemiş olacağını söyleyebiliriz.

Nisa sûresinin 105. âyeti sadece hâkimin değil, savunma işini yapan avukatların mesleği ile ilgili temel ilkeleri de ortaya koymaktadır.

Avukatlık mesleğini icra edenler, iftira edip hukuku yanıltan insanları müdafaa etmemelidirler. Çünkü hak Allah'ın yoludur. Hakkın gasbedilmesi, bu yoldan dönüş olacaktır. İhaneti savunmak da hukuku yanıltmaktır. Peki böyle bir yanılgıya düşen hâkim ne yapmalıdır? Cevabı 106. âyet vermektedir.

5. Af dilemek. Ve Allah'tan af dile, çünkü Allah çok bağışlayıcıdır ve merhamet edicidir. 105. âyeti tarihî boyutuyla ele aldığımızda, 106. âyetteki emrin Hz. Peygamber'e ait olduğunu söylemek gerekir. O zaman, Hz. Peygamber'e, yaptığı hatayı başkasının üstüne atan iftiracının ve hukuku yanıltanın lehine hüküm vermesi sebebiyle Allah'tan af dilemesi emredilmektedir.

Muhammed Esed âyetteki "af dile" emrini başka türlü mânalandırarak "Allah'a (onları) bağışlaması için dua et!" demektedir. Başka bir ifade ile Hz. Peygamber kendisi için af dilemeyecek, ihanet edenlerin affı için dua edeceğinin emri verilmektedir. Bu tarihî yorumu ve mânayı dikkate alırsak 105. âyetin sonunda yer alan "ihanet edenler", ifadesini 104. âyetteki "düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenler" olarak yorumlamak gerekiyor. Çünkü Hz. Peygamber'e Allah, münafıklar için af dilemesini istemez, ama düşmanı takip etmekte gevşeklik gösteren müslümanlar için af dilemesini emreder.

Muhammed Esed'in bu mânasını haklı çıkaracak delil var ıhıdır? Muhammed sûresinin 19. âyeti şöyledir: Bil ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Hem kendinin hem de mümin erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Demek ki Hz. Pey­gamber müminlerin günahı için af dileyebilmektedir. Ama âyeti tarihî boyutuyla beraber, evrensel yönüyle de ele aldığımızda, bilmeyerek ihanet edenleri savunanlar hukukî suç işledikleri gibi, Allah'a karşı günah da işlemişlerdir. Bunu yapanlardan Allah af dilemesini istemektedir. Elbette ki Allah bu af dilemeye bağışlayıcı ve merhamet edici sıfatlarıyla mukabelede bulunacaktır.

Âyetlerin bir araya getirilmesinden şu genellemeye varıyoruz: Hukuku yanıltan insanları savunmanın hem dünyevî suçu hem de manevî bakımdan günahı vardır. Günahın affolunması için çıkış kapısı, dua etmektir. Kur'an'ın, yani yazılı hukukun öğrettiği temel ilke ihanet edenlerin savunulamaya-cağıdır. Bunu yapanlar günah işlemiş olurlar. Hâkimler veya avukatlar, hüküm verirken ve savunma yaparken haksızı haklı göstermenin yoluna asla gir­memelidirler. Bu bir anlamda evrensel hukuktan sapmaktır.

6. Muhammed Esed kısmını "O halde iha­net edenlerle tartışmaya girme!" şeklinde mayalandırmaktadır. 105. âyet, 107. âyetle örtüşmektedir. Çünkü 107. âyet ihanet edenlerin kime ihanet ettiklerini açıklamakta ve onlarla mücadele edilmemesini gündeme getirmektedir. "Kendi kendilerine ihanet edenleri savunma!" Bu ifadeyi iki anlamda düşünmek gerekir. Birinci mâna 103. âyette geçen düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenler, kendi vatanlarına ihanet etmiş oluyorlar. Kendi vatanına, milletine ve dinine ihanet eden kendi kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bu anlam âyetin sosyolojik mânası olmaktadır. Diğer taraftan âyetin "kendi kendine ihanet" bölümüne psikolojik mâna verebiliriz. Kişi günah işlediği zaman, o günahın veya suçun karşılığı kendisine dönmektedir. Böylece kendine ihanet etmiş olmaktadır.

İnsana emanet edilen bir görev veya maddî bir şeye ihanet etmesi savunulacak bir şey değildir. Düşmana karşı vatanım, namusunu, bağımsızlığı­nı ve inancını savunma işi bir emanettir. Bunda gevşeklik gösteren ihanet ettiği için savunulacak bir tarafı yoktur. Aslında emanete ihanet eden kişi, kendine ihanet etmektedir. Çünkü emanete ihanet eden kendini Allah'ın ihsa­nından uzaklaştırmış, azabına atmış olmaktadır. Kendini azaba atan da ken­dine ihanet etmiş olmaktadır. Bakara sûresinin 187. âyetinde ihanet "kendini sıkıntıya" sokmak anlamını ifade etmektedir. Oruç ayında geceleri cinsel ilişki helâl olduğu halde, bundan uzak durmanın meydana getirdiği "sıkıntı" anlamına gelmektedir. Emanete ihanet eden hem kendini hem de emanetin sahibini sıkıntıya sokmaktadır.

Allah kendine ihanet edenleri ve gü­nahkârlıkta inat edenleri sevmez. Demek ki ihanetle günahta ısrarı sev­memektedir. Allah'ın sevgisini esirgemesi, onlar için çok daha büyük ceza olmaktadır. Emanete ihanet ilâhî sevgi ortamının dışına itilmektedir.

Âyetin son kısmı eğitimde ceza uygulamasına önemli bir ilke getirmek­tedir. Yanlış yapan çocuğa anne babalar veya öğretmenler sevgilerini esirge­me yoluyla ceza verebilirler. Sevgiden mahrum bırakmak eğitim metotların­dan biridir. Sevgiden mahrum bırakmak, yanlış davranıştan caydırmak bakı­mından etkili bir yoldur. Çocuklar sevgisizliğe dayanamazlar. Sevgiden mah­rum bırakmanın izi kolay kolay silinemez. Onun bu etkinliği, caydırıcı olmasını kuvvetlendirecektir. [152]

 

Allah a Hiçbir Şey Gizli Değildir:

 

108. İnsanlardan gizlerler de, Allah'tan, gizlemezler. Halbuki geceleyin, O'nun razı olmadiği.sözü düzüp dururken Allah onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.

1. insanlardan gizlerler ama Allah'tan gizlemezler. Âyetin bu bölümün­den şu genellemeye varıyoruz: Toplumda fertlerin üzerinde sosyal kontrolün etkisi büyüktür. Sosyal baskı insanı alenî bazı davranışları yapmaktan alıkoy­maktadır. Bu kontrol veya baskı neticesinde, insanlar yani fertler, bazı davra­nışlarını toplumdan gizleme yolunu tutarlar.

Bu sosyal kontrolün getirdiği baskı fertlerin ikili oynamalarına sebep olur ve davranışlarının ahlâkî boyutunun süreliliği ortadan kalkar. Eğer bu kontrolün getirdiği baskı ilâhî kontrolün önüne geçerse şirk derecesine varır. İnsan toplumdan çekindiğinden daha çok Allah'tan çekinmelidir. Toplumdan gizlediğinden daha çok Allah'tan gizlemelidir.

Bunun neden böyle olması gerektiği âyetin devamında anlatılmaktadır. Ancak âyetin birinci bölümünü şu şekilde mânalandırmak da mümkündür: "Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebilirler ama Allah'tan gizleyemezler." O zaman âyet, sosyal kontrolün acizliğini, ama ilâhî kontrolün gücünü göster­miş olur. Toplumun kontrolünden saklanmak mümkündür. Ama ilâhî kontrol­den gizlenmek mümkün değildir.

Demek ki âyetin birinci bölümüne iki türlü mâna verebiliriz: "insanlar­dan gizliyorlar ama Allah'tan gizlemiyorlar." "Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebilirler ama Allah'tan gizleyemezler." Âyetin bu bölümü bize şunu öğretiyor: İnsanların gizledikleri bazı eylemler, düşünceler ve planlar vardır.

2. Allah daima insanlarla beraberdir. Allah'tan niçin gizlenemez? Bu sorunun cevabı âyetin ikinci bölümü, O onlarla beraberdir ifade­siyle cevaplandırılmaktadır. Toplumun kontrolü her zaman fertlerle beraber olmayabilir, ama Allah her zaman insanla beraber olduğu için, onun kontro­lünün dışında kalması mümkün değildir.

rattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarın­dan daha yakınız (Kaf 50/16) âyeti Allah'ın nefsi ile arasındaki ilişkiyi bilecek kadar kişiye yakın olduğunu ifade etmektedir. "O, gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra arşın üzerini kaplayandır. Yere gireni ve ondan çıkanı gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olursanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür" (Hadîd 57/4). Evrendeki bütün oluşumları meydana ge­tirmekte, bilmekte; insanların her şeyini bilip görme özelliğine sahiptir. Al­lah mekândan münezzeh yani her yerde bulunduğuna göre insanla yakın bir beraberliği söz konusudur.

"Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlak O, onlarla beraberdir" (Mücâdele 58/7). "Hele can boğaza dayandığı zaman, o vakit siz bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz" (Vakıa 56/83-85). Mücâdele sûresi­nin 7. âyetinde insanlar arasındaki ilişkileri tam anlamıyla bilebilecek bir be­raberliğe sahip olduğunu, Vakıa sûresinin 85. âyetinde de ölen insanın yanın­da olanlardan ona daha yakın olduğuna dikkat çekmektedir.

Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir'le hicret ederken sığındıkları mağarada Ebû Bekir'in üzüntüsünü gören Hz. Peygamber şöyle dedi: Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir (Tevbe 9/40). Bilinçli bir müslü-manın her an Allah'ın beraberliğini hissetmesi, bilmesi, inanması ve ona göre davranışlarını ayarlaması gerekir.

Firavun ve askerleri İsrâiloğullan'nı tam yakalamak üzere iken Hz. Musa şöyle dedi: Şüphesiz rabbim benimle beraberdir ve bana yol gösterecektir (Şuarâ 26/62). Tevbe sûresinin 40 ile Şuarâ sûresinin 62. âyetlerinde aynı olgunun farklı zaman ve mekâna bir tekrarı gibidir. Ama ifade aynıdır, Allah daima iyilerle beraberdir. Bu âyetlerle Allah, insan ile yaratanı arasındaki beraberliğin eğitimini yapmakta, kötüleri yanlış dü­şünce, plan ve entrikalardan caydırmayı, iyilere de destek olmayı amaçla­maktadır.

3. O'nun beraberliğine aldırmadan plan kuruyorlar. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurarken! Bunun anlamı şudur: "Münafıklar planlarım kalplerinde taşıyor, zihinlerde kuruyor ve aralarında gizlice nasıl uygulayacaklarını tartışıyorlardı. Buradaki "geceleyin" kelimesi, kalplerdeki gizliliği ifade edeceği gibi, bilenen gece vaktini de ifade edebilir.

Nüzul sebebinde anlatıldığı gibi Tu'me'nin yaptığı iftirayı doğru göster­mek için geceleyin Hz. Peygamberle nasıl konuşacaklarım düzenliyorlardı. Aslında gece, karanlık işlerin düzenlenmesini ifade etmektedir. Hukuku yanılt­ma gibi kara işlerin yapıldığı ânı göstermektedir. Yaptıkları kara planı değer­lendirirken Allah ölçüt olarak "kendi nzâsı"nı ortaya koymaktadır. "Allah'ın razı olmayacağı" ifadesiyle, insanın yapıp ettiklerinde ilâhî nzâyı göz önünde bulundurmanın önemi vurgulanmaktadır.

Buradaki kara plan Tu'me'nin durumu değil de, 81. âyette belirlenen münafıkların tavrı olabilir: "İtaat ediyoruz, derler; ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, senin dediğinden başkasını gizlice kurar." Münafıkların toplumun kontrolünden kaçırdıkları ama Allah'ın kontrolünden gizleyemedik-leri planlandır. Bütün bu eylemler İslâm'a karşı takınılan tavırları yansıtmak­tadır.

Durum sadece Hz. Peygamber döneminde yaşayan Tu'me gibi müna­fıklara bağlı kalmamalıdır. Günümüzde ve gelecekte nice kara ses bulutları müminlerin üzerinde dolaşacaktır. Ama müminlerin gönlündeki samimiyet, akıl ve imanın gereği Allah onlara Hz. Musa'nın dediği gibi bir çıkış yolu bu­lacak ve lutfedecektir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir gibi mağaraya sığınsalar bile Allah'ın beraberliği onlara yetecektir.

4. Allah her şeyi kuşatır. Allah her şeyi kuşatıcı olduğundan, O'ndan hiçbir şey gizlenemez. Âyetin sonu, Allah beraberliğinin bir açıklamasını da vermektedir. Allah insanlara yakındır, onlarla beraberdir; çünkü ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Her şeyi kuşatan, elbette her şeye yakın ve her şeyle bera­ber olmaktadır. Yüce Allah bu âyette sosyal oluşumlarla, metafizik oluşumları bir araya getirmektedir. Fizik ötesi oluşumlarla sosyal ilişkileri düzenlemekte ve bu sosyal oluşumların yanlışlığını manevî oluşumlarla göstermektedir.

Allah yakınlığı, beraberliği ve kuşatıcılığı ile, polisin ve toplumun kontrol edemediği şeylerin kontrolünü ve caydırıcılığım temin etmektedir. İnsanda bir iç disiplini oluşturarak, toplumsal baskı altında değil de insanın iradesine dayanan bir ahlâkî yapı oluşturmayı amaçlamaktadır. [153]

 

Savunulma Hakkı:

 

109. Şistler belki bu dünya hayatında onları savuna­bilirsiniz, ya kıyamet günü kim onlan Allah'a karşı savuna­cak, kim ferm koraguensu olacaktır?

Allah 105. âyetin sonunda o halde ihanet edenleri savunma!; 107. âyette de "Kendi kendilerine ihanet edenleri savunma, yani onlar için mücadele verme!" buyrulmuştu. Her iki âyetten çıkaracağımız genelleme şudur: Düşmanı takip etmekte gevşeklik gös­terenlerin veya münafıkların savunulacak taraftan yoktur. Ama savunulsa ne olur? İşte 109. âyet bu sorunun cevabını vermektedir.

Dünya hayatında bu insanlar savunulabilir ama âhirette Allah'a karşı onlan kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır? Bunun anlamı şudur: Dünyada bazan insanlar haksız olanlan savunur hukuku yanıltarak onların suçsuz olduklannı ispat edebilirler. Hukuk zahire göre hüküm vere­ceğinden, haksız olanı savunanlar davayı kazanabilirler. Dünyada münafıkları savunursunuz ama büyük mahkemede Allah'a karşı onlan kim savunacak veya onlara kim vekillik edecek? Demek ki Allah haksız olanın savunulmasını istememektedir.

Dünya savunması dünyada, dünya vekâleti, avukatlığı dünyada kalacak ama âhirette büyük mahkemede artık haksızın savunucusu veya avukatı ol­mayacaktır. Dünya hayatında haksızın haklı gösterileceği savunmayı yapan­lar olacaktır, ama bunun ilâhî hukukta geçerliliği olmaz. Diğer taraftan Al­lah bu dünyada hakkını savunmayıp, haksız gösterilenleri de teselli etmektedir. Kimsenin kimseyi savunmayacağı, kimsenin kimseye vekil olamayacağı günde bütün bu haksızlıklar ortaya çıkacak ve hak sahipleri hakkını alacaktır.

Tu'me'nin akrabaları, Tu'me'yi haksız yere Hz. Peygamber'in huzurun­da savundular. Onun suçunu başkasına attılar. Bu savunma şeklinin her de­virde olduğu ve olacağı da bir gerçektir. Güçlü aileler, kendi adamları haksız bile olsa, onu haklı çıkarmak için mücadele verirler, bu mücadelede her ça­reye başvururlar. Kendi adamlan uğruna hem hukuku yanıltırlar hem de in­san haklarını çiğnerler. Böylelerine Allah âyetteki soruyu yöneltmektedir: Bu dünya hayatında haksızı savundunuz ama âhirette Allah'a karşı onlan kim savunacak ya da onlara kim vekâlet edecek?

Mücâdele sûresinin 22. âyetinde Allah'a ve Resulü'ne karşı gelen in­sanların, bir toplumun veya grubun babaları, çocukları, kardeşleri ve akraba­ları bile olsalar sevilemeyecekleri ifade edilmektedir. Başka bir deyişle haksız olan baba, çocuk, kardeş ve akraba olsa bile savunulamaz. Nisa sûresinin 135. âyetine göre zengin de fakir de olsa doğruyu söylemek ve hukuku ya­nıltmamak, müslümanın en önemli vasıflanndandır.

Bundan şu neticeyi çıkarabiliriz: Allah bir insanı dünyada savunurken âhiretteki büyük mahkemede nasıl olacağını göz önünde bulundurmanın öne­mini vurgulamaktadır. Âhirette ortaya çıkacak olan bir hatanın bu dünyada işlenmemesini istemektedir. Böylece hukuka hem âhiret inancını hem de ahlâkı sokmaktadır. Bu dünya mahkemesinde haksızı savunan insanlar, imanlarını bir kere daha sorgulamalıdırlar.[154]

 

Af Dileyeni Allah Affeder:

 

110. Kim bir kötülük yapar veya kencline. zulmeder de sonra Allah'tan af dilerse, Allah'ı,'çok bâğışİayicı ve merhamet editî bulacaktır.              

Âyette iki türlü günah yer almaktadır. Bunlardan biri sû'dur. "Kötülük" anlamına gelen bu kelime, kişinin başkasına zararı dokunması ve onu derinden üzmesidir. İnsanın yaptığı bir amel, başkasına zarar veriyor ve onu üzüyorsa, bu durum âyette geçen "kötülük" kelimesiyle anlatılır. Meselâ bir insan yaptığı yanlış bir işi, başkasının üzerine atarsa o kişiye zarar verdiğinden bu da bir "kötü iş işlemek"tir. Bir de insanın "kendine zulmetmesi" vardır. Kişinin yaptığı yanlış başkasına değil de kendisine dokunuyorsa bu, kendine zulmetme eylemi olmaktadır. Meselâ A'râf sûresinin 23. âyetinde Hz. Âdem Allah'tan af dilerken, kendine zulmettiğini itiraf et­mektedir. Yasaklanan ağaçtan yemesinin kimseye zararı dokunmadı ama Allah'a karşı bir günahın zararı kendine dokunmuştur. Nisa sûresinin 104. âyetinde düşmanı takip etmekte gevşeklik gösterenlerin 105 ve 107. âyetler­de kendi kendilerine ihanet ettikleri ilân edilmektedir. Demek ki yapılan ey­lemin zararı başkasına dokunuyorsa "kötülük", kendisine dokunuyorsa "kendine zulüm" olmaktadır.

Bir eylem hem "kötü" hem de insanın kendisine zulüm olabilir. Meselâ yalan yere yemin eden kişinin birinci derecede zararı kendisinedir. Ama bu yeminiyle hukuku yanılttığı ve haklıyı haksız, haksızı haklı göstermekle de başkasına zararı dokunduğu için kötülük yapmış olmaktadır.

Başkasına zarar veren bir eylemi gerçekleştiren veya kendine karşı bir hata işleyen kişinin çıkış yolu veya kurtuluş yok mudur? Âyetin devamı bu çıkış yolunu "af dileme" olarak belirlemektedir. "Affetmesi için Allah'a yalvarmak" Allah'ın affedici ve merhamet sıfatlarının hareket geçirilmesi anlamına gelmektedir. Âyetin sonuna Allah, gafur ve rahîm, yani bağışla­yıcı ve merhamet edici sıfatlarını yerleştirmiştir. Genel anlamda Kur'an'da şu esası görüyoruz, günahın işlendiği yerde ya cezalandırma ya da affetme gündeme getirilmektedir. Âyetten şu sonuç çıkarılabilir: İşlenen bütün günah­lar için af dileme fırsatı vardır ve bu çıkış yolu mutlaka denenmelidir. Zaten Nisa sûresinin 116. âyetinde şirkin dışında kalan bütün günahların atfedilebile­ceği vurgulanmaktadır.

Buradaki "af dileme" ile ilgili emir günah işleyen insanların, yani sosyolojik mânada başkasına zarar veren, ya da psikolojik anlamda kendine zarar veren insanın, bu kötü çemberden çıkamayacağı kötümserliğine kapıl-mamasını sağlamaktır. Allah af dileme konusunda çok önemli bir garanti vererek, kulunun kendini affedici ve merhamet edici olarak bulacağına işaret etmektedir.[155]

 

Günahkâr Kendine Zarar Verir:

 

İli. Çünkü günah işleyen kimse kendine zarar bilyük hikmet sahibidir.

110. âyette "kötülük" kavramı işlenirken, burada ism, yani "günah" kavramı ele alınmaktadır. Kesb ile ism, yani "kazanmak"la "günah" bir araya gelmektedir.

Kesb fiili hem olumlu hem de olumsuz mânada kullanılmaktadır. Bir faydayı elde etmek, kazanmak için de kullanılıyor, bir zararı gidermek için de. Zaran gidermekle faydayı elde etmek aynı anlamdadır. Ama aynı kavram, maddî ve manevî alana zarar vermek için de kullanılmaktadır. Rûm sûresinin 40. âyetinde "kara ve denizde fesat çıkarma" eylemine kesb denmektedir.

İşlenen eylem, kazanılan günah insanın kendi aleyhinedir. Bu âyeti bir önceki âyetlerle bağlantı kurarak açıklarsak Tu'me'nin yapmış olduğu iftira, yani kendi yaptığını başkasına atmasıyla kazandığı günah kendi aleyhine olmuştur. Bu âyet Kur'an'ın getirdiği şu temel prensibin bir organını teşkil etmektedir: Herkes kazandıklarına bir rehindir (Tûr 52/ 21). Bir iyilik yaptı ise İtendi lehine, bir kötülük yaptı ise kendi aleyhinedir.

Bunun başka bir açıklama şekli de Fussılet sûresinin 46. âyetindedir: "Kim iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir: Kim de kötülük yaparsa aleyhine­dir"; "Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz" (İsrâ 17/7).

Daha önce hukukta cezanın ferdîleşmesinin ilk örneğini Kur'an'ın verdiğini söylemiştik. Şimdi de günahın ferdîleşmesi ilkesiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Suç ve günah işleyene aittir. Bir taraftan suçun veya günahın  karşılığı başkasına yüklenemeyeceği gündeme getirilirken, diğer taraftan da yaptıklarıyla Allah'a zarar veremeyeceklerine işaret edilmektedir.

İnsan eyleminde hür olduğunu ve olması gerektiğini kim ka­zanırsa ifadesinden anlıyoruz. Kendi hür iradesiyle gerçekleştirdiği eyle­minden de sorumludur. Âyet başkalarının zorlamasını konunun dışında tut­maktadır.[156]

 

İftira ve İftiracının Dununu:

 

112. Kim bir hata yapar ve günah işler de' sonra onu suçsuz bir kimsenin üstüne atarsa, büyük bir iftira ve iğrenç bir günah yüklenmiş olur.

110. âyette sû1 "kötülük" ve "kendine zulmetme"; 111. âyette ism "günah"; 112. âyette de hata ve günah kavramları ele alınmaktaydı.

110. âyette kötülüğü işleyene ve kendine zulmedene bir af kapısı açılmakta;

111. âyette günahın işleyene ait olduğu bildirilmekte, 112. âyette de günahı baş­kasına atmanın nasıl bir davranış olduğunun değerlendirilmesi yapılmaktadır.

Hata veya günahı işleyip, suçsuz birine atanın, bir iftira ile iğrenç bir günah yüklendiğine işaret edilmektedir. Bu işi yapan insan ikili bir günah iş­lemektedir. Birincisi hata ve günah işlemesi, ikincisi de bu yaptığını suçsuz birine atmasıdır. Bunda da iftira ve iğrenç bir günah yüklenmiş olmaktadır.

110. âyetteki "kötülük"ten başka ele alınan günahların kişinin kendisine ait olduğu beyan edilmişti. Kendisine zulmetmek ve işlediği günahın kendisine ait olması gibi. Ama 112. âyette, kişi işlediği günahı başkasına atarak toplum­sal hayatı kirletmekte, ve onun kirini başkalarına bulaştırmaktadır. Böylece

112.  âyette Allah, günahın toplumsal boyutunu ele almakta ve onun nasıl katlandığına dikkat çekmektedir. İşlenen kötülükler oldukları yerde durmu­yorlar; onlar biyolojik bir mikrop gibi sosyal mikrop haline gelmektedirler.

Kimi kötülükler topluma ve ferdin kendi yapısına zarar verirler ama bulaşıcı değillerdir.

Bazı günah ve hataların mikropları bulaşıcıdır. Toplumda, yani sosyal hayatta geometrik olarak çoğalır, toplumun manevî direncini, yani bağışıklık sistemini kırarlar ve zamanla yok ederler. Allah 112. âyette buna iftira ve iğrenç günah adını vermektedir.

Muhammed Esed'in tercümesini doğru bularak âyetin sonundaki mü-bîn kelimesine "iğrenç" mânasını vermeyi yeğledik. Çünkü apaçık olan günah, açıkta duran günah anlamına geldiğine göre, açıkta duran pislik de kokar ve iğrenç bir hal alır. Buradaki "apaçıklık", iğrençliği, rahatsız ediciliği ve bulaşı-cılığı ifade etmektedir.

İşlediği hatayı veya günahı başkasına atan insan hem kendi şahsiyetini, erdemini çürütmekte, hem de toplumun asaletini yozlaştırmaktadır. Demek ki Nûr sûresinin 11. âyetinde geçen ifk kavramıyla Nisa sûresinin 112. âye­tinde geçen bühtan kavramları iftira anlamına gelmelerine rağmen aralarında derin bir fark vardır.

İfk denen iftira genelde başkasına işlemediği bir suçu işlemiş gibi gös­termek iken, bühtan kendi işlediğini başkasına atmaktır. Sonuçta ikisi de if­tiradır ama bühtan daha kötü bir iftira durumunun adı olmaktadır. İkisinin müşterek tarafı "atma" fiilidir. Gerek Nisa sûresinin 112. âyetinde gerekse Nûr sûresinin 4. âyetinde bu fiil geçmektedir. İfk de olmayan bir fiili, bühtanda ise olan bir fiili başkasının üstüne atmak vardır. Meselâ birini öldürüp de su­çu başkasına atmak bühtandır ifk değildir. Fakat işlemediği bir zina fiilini başkası için o işlemiştir demek ifktir, bühtan değildir. Ama bazı âyetlerde bühtan ifk anlamında da kullanılmıştır (Nisa 4/156).

Açıklanan son üç âyetten şu neticeye varabiliriz: Allah insan ruhunu karartan, erdemini alıp götüren, şahsiyetini çürüten ve toplum hayatmı kirleten ve asaletim yaralayan eylemleri açıklayarak ahlâk dersi vermektedir.

112. âyette geçen hatîeh kelimesi "kasıtsız olarak yapılan kü­çük günah"; ism ise "kasıtlı, bile bile yapılan günah"tır. Bu tür günahları insanlardan saklamak mümkün ama Allah'tan saklamak mümkün değildir. Son üç âyeti 108. âyete bağlamak gerekiyor. Sosyal kontrol her yere özellikle insanın iç dünyasına ulaşamaz, ama Allah hem görüneni hem de insanın iç dünyasını bilir. İnsanlardan kaçırılan planlar ve niyetler, Allah'tan gizlenemez.[157]

 

Kötülüklerin Etkisi:

 

113. Allah'ın sana lutfu ve rahmeti olmasaydı, onlar­dan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zaman zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lutfu sana gerçekten büyük olmuştur.

Âyeti kısımlara ayınp açıklamayı daha uygun buluyoruz:

1. Allah'ın sa­na lutfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yelten­mişti. Âyetin bu kısmını 107. âyetle ilişkilendirip tarihî boyutuyla ele aldığı­mızda, burada kendi kendine ihanet eden Tu'me ve ailesi kastedilmektedir. Hırsızlığı yapan Tu'me, suçu bir yahudinin üzerine atarken, Hz. Peygamber'in huzuruna gelip yalan yere yemin ederken, Hz. Peygamber'i hüküm verirken saptırma düşüncesi taşıyordu. Âyette geçen güruh, Tu'me'nin kabilesidir. Saptırmadan kasıt da, sorgularken vereceği kararda hata etmesidir.

Onların bu saptırma niyet ve eylemlerini Hz. Peygamber'den uzaklaş­tıran "Allah'ın fazlı", yani lütuf ve rahmeti olmuştur. Hz. Peygamber gaybı bilmediğjjçin, böyle kötü etkilerin etkisinden kendisini koruması mümkün değildi. Eğer ben gaybı bilseydim elbette hayrı çoğattirdım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı (A'râf 7/188).

Bu âyette Hz. Peygamber'e Allah gaybı bilmediğini insanlara ilân et­mesini istemektedir. Gaybı bilmek demek her zaman iyiyi işlemek ve çoğaltma imkânına sahip olmak, kötülüğün geleceği yönü ve ânı bilmek demektir. Bunu bilmek de ondan korunmayı temin edecektir. Gaybı bilmeyen Hz. Peygam-ber'in Tu'me ve ailesinin hukuku yanıltma gayretlerini kendiliğinden tesbit edemeyeceğini Nisa sûresinin 113. âyeti belirlemektedir. Demek ki peygam­berler bile kötü etkilere açıktırlar ve bu etkilerin tesiri altında kalabilirler, ama Allah kendi müdahalesiyle bunu engellemektedir. Onun için bu âyette, Allah'ın lutfu ve rahmetinin devreye girdiği hatırlatılmaktadır.

Yûsuf sûresinin 24. âyetinde bu müdahaleye "rabbinin burhanı" den­mektedir. Buradaki burhan "işaret ve ikaz şeklinde olan müdahale" anlamına gelmektedir. Demdeki fazl ile burhan hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Allah'ın fazl ve burhanı gereği müdahale edip, peygamberini kötülerin et­kisinden kurtarması, onların bu etkilerden kendi irade ve güçleriyle kurtulma­larının çok zor olduğunu ifade etmektedir.

Bu noktadan hareket edersek, Felâk süresiyle Nâs sûresinin kötülerin etkisinden kurtulmak için indirildiği sonucuna ulaşabiliriz.

Nisa sûresinin 113. âyetindeki dalle fiilini "saptırmak" anlamına değil de "tereddüde düşürmek, kararında yanlış yaptırmak" mânasına almak daha doğru olacaktır. Bu mânaya alırsak âyetin başında geçen fazl kelimesini "hi­dayet" anlamına alabiliriz. O zaman Duhâ sûresinin 7. âyetine gitmek gerekir: sasirmis bulup da yol göstermedi mi? Herhangi bir şeyde şaşırıp çıkış kapısını buldurması fazl veya hidayet anlamına gelmektedir.

2. Onlar sadccc kendileri­ni saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah'ın lutfu ve rahmeti gelmekle nasıl bir değişim oldu? Bunun cevabını âyetin yukarıdaki kısmı vermektedir. Tu'me ve kabilesinin yalan yere yemin ederek, Hz. Peygamber'i kararında yanıltmalarının etkisini kendilerine çevirtmekle Hz. Peygamber'e lutfunu, zararlarından korumakla da rahmetini icra etmiştir.

Âyetin bu kısmıyla Allah önemli bir ilkeyi gündeme getirmektedir: Yüce Allah kötülerin etkilerini yine kendilerine çevirmektedir. Sapık insanlar sadece kendilerini sapıttırırlar. Bunu biraz daha ileri götürürsek, toplumda birine ya da grupların gruplara zarar vermesi aslında o zararın kendilerine verilmesi anlamına gelmektedir.

Hukuku yanıltan insanlar, aslında kendilerine zarar vermektedirler. Çünkü bu konudaki günah zararı verene dönmektedir. Hukuku yanıltmak, toplumun temellerine dinamit koymaktır ki, çöken toplumun enkazı altında kalacak olan da o zararı verenler olacaktır.

Âyetin birinci ve ikinci bölümünü Tu'me olayından çıkarıp evrensel çizgiye taşıyacak olursak, âyetin muhatabının, bütün asırlarda yaşayan nesil­ler olduğunu kabullenirsek o zaman çok daha geniş bir alan üzerinde olduğu­muz anlaşılır. Allah burada kültürler arası etkileşimi ele almaktadır. İyilerin kötüler tarafından nasıl etkileneceğini işlemektedir. Aynı toplumun içinde bazı grupların hukuku etkileyip yanıltacaklarını, hukukun boşluğundan istifade ederek insanların haklarını gasbedeceklerini gündeme taşımaktadır. Gelişmiş toplum, suçlu kendi ailesinden olsa bile onu savunamayacak olan kültürü ve hukuku geliştiren toplumdur.

3. Allah sana kitabı, hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Bakara sûresinin 2. âyetinde kitabın ne olduğu anlatıldı. Hikmet de Bakara sûresinin 269. âye­tinde açıklandı. Ancak burada kitaba iki mâna, yani iki görev yüklemiş ola­cağız. Birincisi "kitap" Allah'ın gönderdiği yazılı hukuku ifade etmektedir. Bu durum Arap toplumunda bir ilktir. Örf ve âdetlerle idare edilen aşiret toplumu yazılı hukukla gelişmişliğin birinci basamağına yükseltilmiştir. Yazılı hukuk kendiliğinden objektif, yani tarafsız bir hukuk kavramım getirmektedir.

Diğer taraftan kitap, insanı yanıltmaktan alıkoyan Allah'ın bir lutfudur. Nisa sûresinin 113. âyetine göre, âyetin başındaki fazl, yani lütuf ve rahmetin ne ifade ettiğini de açıklamaktadır. Hz. Peygamber'i yanıltacaktan an, bu âyetler gönderilerek ona rehberlik edilmiş ve uyarılmıştır.

Kitap hukukun yazılı olan kısmını, hikmet de onun hayatın meselelerine uygulama yeteneği, kültürü ve dehasıdır. Hangi olayın, hangi kanunlarla çö­zümleneceğini bilmek ve hukuku yerli yerinde kullanmak hikmeti gerektirir.

Diğer taraftan Hz. Peygambere "Sana bilmediğini öğretmiştir" demesi, lutfun ve rahmetin hikmetle beraber diğer parçalarını teşkil etmektedir. Âye­tin "Sana bilmediğini öğretmiştir" kısmını, Alak sûresinin 5. âyetine bağlaya­biliriz: "insana bilmediklerini öğretti." Genel mânada Allah'ın uygulaması insan­lara bilmediklerini öğretmektir. Diğer taraftan âyetin bu kısmını Şûra sûresinin 52. âyetiyle de irtibatlandırabiliriz: "Sen kitap nedir; iman nedir bilmezdin." Demek ki kitabı ve hikmeti Hz. Peygamber'e göndermekle ona bilmediklerini öğretmiştir.

4. Allah'ın sana olan lutfu gerçekten bü­yüktür. Âyetin sonundaki fazl ile başındaki fazl aynı anlama gelmektedir. Demek ki lütuf kitabın ve hikmetin verilmesi, bilmediğinin öğretilmesidir.

Âyetin bu bölümünden şu neticeleri çıkartabiliriz: Kötülerin etkisinden korunabilmek için kitabı ve hikmeti bilmek gerekiyor. Kitap ve hikmeti bilmek, kötülüklere karşı bağışıklık sistemini güçlendirmektir. Gençleri kötü etkilerin dışında tutabilmek için onlara Kur'an'ı ve akıllarını kullanmasını öğretmek gerekiyor. Aklını kullanmayı hikmetin yerine koyarsak, kitap ile akıl insanları kötü etkilerden koruyacaktır diyebiliriz.

Bilinmeyen alanları araştırarak bilinir hale getirmek manevî bağışıklık sistemini canlı tutar. Çalışıp kanunlar üzerinde kafa yoran insanlara Allah ilham ederek bilmediklerini öğretir. Bilinmeyen üzerine zihnini yoğunlaştırarak araştırma yapan insanlara Allah lütfederek bilinmeyeni bilinir hale getirir. Bu da insanlığın gelişmesine, yenilenmesine ve canlı kalmasına yardım eder.

Bilinmeyeni öğretmek bilimin ahlâkı olmalıdır. Bilinenleri tekrar etmek öğretim faaliyetinin çürümesine, geri gitmesine sebep olmaktadır. Bilinmeye­ni öğretmek, ilâhî uygulamayı yeryüzüne indirmek ve Allah'ın lutfuna mazhar olmaktır. Bilinmeyenleri öğretenler anne gibi insanlığa hayat verip devamını sağlamaktadırlar. Diğer taraftan bilinmeyenleri öğrenenler de büyük bir lutfa mazhar olmaktadırlar.[158]

 

İnsanlararası İlişkilerin Hayırlısı:

 

114. Onların fıstldaşmalannın birçoğunda hayır yok­tur. Ancak bir sadaka, "bir iyflik, ya da insanların arasını dü­zeltmeyi isteyeri(İn fisıldaşması)'hiiistesnadir. Kim Allah'ın zâsîrtt elde etmek için bunu yaparsa, W* ona yalanda bâyük bir mükâfat vereceğiz.                      

Bu âyeti Nisa sûresinin 108. âyetine bağlı olarak açıklamak gerekir: "insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki geceleyin, Allah'ın razı olmayacağı sözü düzüp dururken, O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır." Nisa sûresinin 114. âyetindeki s£ necvâ kelimesi "iki kişi ara­sındaki sır" mânasına gelir. Mücâdele sûresinin 7. âyetinde, "iki veya daha çok kişinin kendi aralarında fısıldaşmalan" demektir. İsrâ sûresinin 47. âyetinde de "fısıldaşmak" anlamına gelmektedir. Fısıldaşmak için bir araya gelmelerinin anlamı "toplantı" yapmalarıdır.

1. "Onların toplantılarının çoğunda hayır yoktur." Âyette geçen necvâ kelimesini 108. âyette geçen Halbuki gece­leyin, Allah'ın razı olmayacağı sözü düzüp kurarken ifadesiyle eşleştirmek gerekiyor. Münafıklar Hz. Peygamber'e zarar vermek için geceleyin topla­nıyor ve aralarında çeşitli uygulamalar için fikir tartışmasında bulunuyorlar. Buna 114. âyette fısıldaşma toplantısı adı verilmektedir. Toplantının gece yapılmasından dolayı 108. âyette gece ifadesi yer almaktadır. Necvâ ile ge­ceyi bir araya getirirsek "gece toplantısı" anlamını ifade edecektir.

Her iki âyeti evrensel boyuta taşırsak, günümüzde hakikati boğmak, Allah'ın yolunu tıkamak için yapılan toplantılar, kurulan paktlar yapılan ko­nuşmalar, hazırlanan planlar ve fısıldaşmalann aynı amacı taşıdığı anlaşılır.

Münafıkların yapacakları saldırmazlık paktlarında bir hayır yoktur; çünkü onların menfaati uğruna kurulduğundan başkalarının faydasını düşün­mezler. Kendi zararları ortadan kalkınca paktı dağıtmaya çalışırlar. Kurdukları birliklerin amacı iyiyi barışı dünyaya yaymak değil tam tersine kendi kültürleri­ni ihraç etmek, ekonomik bakımdan başka toplulukları sömürmek ve kendi güvenliklerini garanti altına almaktır.

Âyetteki necvâ kelimesini yazılı, sözlü ve görüntülü basın olarak da düşünebiliriz. Münafık insanların yazdıkları kitap, makale ve yaptıkları prog­ramlarda içerik olmadığından hiçbir fayda yoktur. Maksatları insanlara bir şey vermek değil insanları oyalayıp kendi reklamlarını yapmaktır.

Günümüz dünyasında İslâm'a, yani Kur'an'a karşı takınılan tavrın ar-

diklerini, kendi aralarında fısıldaşırken de o zalimlerin: 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini çok iyi biliriz (İsrâ 17/47).

Münafıklar paktlar ve birlikler kurarlar. İslâm'a gönül veren müminleri oraya çağırıp konuştururlar. Onları dinlerken maksatları kötü olduğundan, konuşmalarından birtakım neticeler çıkartıp onları mahkûm etmenin veya kötülemenin yolunu seçerler. Müminleri dinledikten sonra kendi aralarında fısıldaşarak ayrı toplantılar yaparak müminlerin konuşmalarını değerlendirir­ler, onların en büyük değerlerine hakaret etmekten de geri durmazlar. O de­ğerlere saldırıda bulunan kitap, makale yazarlar; film çevirirler.

Dikkat edilirse âyette "birçoğunda" ifadesi yer almaktadır. Bunun anla­mı şudur: Birçoğunda fayda yoktur ama çok azında fayda vardır, yani toplum­lar arası barışı gerçekleştirecek, topluma fayda verecek bazı toplantı ve fı-sıldaşmalan olabilir. Ama En'âm sûresinin 112. âyetinde bu hakikati boğmaya çalışan ve bu tip toplantıları düzenleyenleri düşman olarak ilân etmektedir:

Böylece biz peygamberlere, insan ve" cifTşeytanTarını düşman kıldık. (Bunlar) al­datmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar."

Geceleyin Allah'ın razı olmayacağı sözleri düzüp kuranlar, birbirlerine yaldızlı sözler öğreterek, fısıldayarak düşmanlık yapanlar, dinledikleri halde müminlerin peygamberlerine hakaret edenler insanlığa iyilik getirmeyen top­lantılar peşinde koşanlardır. Yüce Allah Nisa sûresinin 114. âyetinde mümin-

2. Hangi toplantılar iyidir? Bir kuruluşun, birliğin, paktın, kongrenin ve eylemin hayırlı olup olmadığı âyetin devamında verilmektedir.

a) Âyette sadakayı isteyen ya da "sadakayı emreden" ifa­desi yer almaktadır. Sadakayı isteyen bir toplantı denince, toplumlar arası ekonomik ilişkileri düzenleyen, fakir insanlara veya ülkelere yardımı esas alan toplantılar kastedilmektedir.

Fakir fert veya milletlere ekonomik yardımı esas alan toplantıları Allah hayırlı toplantılar olarak nitelendirmektedir. Necvâ kelimesini medyadaki yazılar, makale ve paneller olarak düşünürsek insanlan ekonomik yardımlaş­maya teşvik eden bütün yazılar, konuşmaların hayır getireceğini söyleyebiliriz. Fakirlikle mücadele veren her toplantı iyidir. Çünkü Tevbe sûresinin 103. âyetine göre yardımlaşma hem ferdin ruhunu hem de toplumu kıskançlığın kirlenmesinden temizler.

b) Âyette geçen ma'rûf kelimesi "iyilik" anlamına gelmektedir. Mâruf olanı emreden bir toplantının anlamı, eğitim faaliyeti için yapılan programları, kongreleri ve bütün eylemleri kapsamına almaktadır. İyi ve yararlı iş üreten ve üretmeye teşvik eden bütün kitap, makale, sempozyum ve diğer toplantıları ifade etmektedir. İyiyi beslemek, geliştirmek ve yaymak için yapılan konuşmaları, toplantıları yüce Allah iyi olarak değerlendirmek­tedir. Âyetteki "iyiyi emreden" ifadesi, iyiyi dünyaya yayan ve kötüye geçit vermeyen faaliyeti ifade etmektedir.

Dikkat edilirse önce ekonomik yardımlaşma sonra iyiyi emretmek gün­deme getirilmektedir. Bunun anlamı ekonomisi düzgün olmayan toplumlarda iyinin ağacına su dökmenin ve onu büyütmenin zor olduğudur. Fakirlik azal­dıkça iyiyi yaşatmak ve yaymak kolaylaşır. Fakirlikten inleyen toplumlar iyinin öğretilerini duymaz.

Açlık kulakları tıkar, gözleri görmez hale getirir. Açlık iyinin yayılması için yapılacak faaliyetin gücünü, dermanını keser. İyinin yayılması için ekono­mi bir güçtür, bir dermandır ve bir enerjidir. Ekonomik gücün ulaştığı yere kadar iyinin ırmağı ulaşır. Elektrik enerjisini uzaklara taşıyan teller olduğu gibi iyiyi de uzaklara taşıyan ekonominin gücüdür.

c) İnsanların arasını düzeltmeyi öngören... Âyetteki ıslah kelimesi "düzeltmek" mânasına alınacağı gibi "barış" anlamına da alınabilir. Bozulan sosyal ilişkileri düzeltmek, bozulan milletlerarası ilişkileri düzeltmek, bozulan barışı yeniden tesis etmek bu âyetin kapsamına girmek­tedir. Saldırmazlık paktı veya barışı temin eden kuruluşlar da âyetin içeriğinde yer almaktadır. Ailede, toplumda ve milletler arasında banşı sağlamak için yapılan toplantıların hepsine dikkat çekilmektedir.

Görüldüğü gibi ekonomi, eğitim ve siyaset alanlarını içine alan bu âyet sosyal hayatın tamamını kapsamaktadır. Ama bunların âyetteki sıralanış biçi­mi çok manidardır. Ekonomiden eğitime, oradan siyasete giden bir yol izlen-

inektedir. Ekonominin güçlü olması eğitimin güçlü olmasına, ekonomi ve eğitimin güçlü olması da güçlü siyasete bağlıdır. Ekonomisi zayıf olan top­lumun eğitimi güçlü olamaz, ekonomisi ve eğitimi zayıf olan toplumun da siyaseti güçlü olamaz. Fakiri olmayan, yardımlaşma kanallarını iyi işleten toplumlar ekonomik açıdan güçlü demektir. Âyetin bu bölümü ekonomiyi bir bakıma alt yapı olarak görmektedir.

3. Niyet Allah'ın rızâsı olmalıdır. Ve bütün bu güzel eylemleri Allah'ın rızâsını kazanmak için ya­pana zamanı geldiğinde büyük bir mükâfat vereceğiz. İşte ekonomi denen alt yapının alt yapışım da "Allah'ın rızâsını kazanma" niyeti oluşturmaktadır. İyiyi ve barışı emreden, yardımlaşmayı öngören, isteyen toplantı veya yazı­larda hayır vardır. Bütün bu toplantı, organizasyon konuşma ve yazışmalar Allah'ın nzâsı uğruna yapılınca büyük ödül kazanılmaktadır.

Ekonomik teşkilâtlanmalar, eğitimin daha verimli ve kaliteli olması için yapılan faaliyetler ve insanlığın barış içinde yaşaması için yapılan saldırmazlık politikalarından amaç Allah'ın rızâsı ise bunlar birer ibadettir. İbadet de beraberinde ödül getirmektedir. Yüce A\\aihburada,büyük ödülün ne olduğunu belirlememektedir. Ödülün ne olacağını kendisine bırakmaktadır. Allah bu âyetle faydalı konuşma, yazma ve toplanmanın ölçüsünü vermekte­dir. Fakat münafıkların faydalı faaliyette bulunmasının çok zor olduğuna da dikkati çekmektedir.

Bu âyette geçen mâruf kelimesini iyi olarak alınca, ahlâk alanında ol­duğumuzu söyleyebiliriz. O zaman ekonomi, ahlâk ve siyaset üçlüsünü sırala­mak gerekir. Mâruf kelimesi "örf"ten türediğine, örf de hukukî bir kaynak olduğuna göre örf yerine hukuk diyebiliriz. O zaman da ekonomi, hukuk ve siyaset üçlüsünden bahsedebiliriz. Islah kelimesine siyaset dememizin asıl sebebi, barışın ve düzeltmeyi yapacak olan eylemin adına siyaset denmesin-dendir.

Bu üç kavram hayatın bütününü kapsamakta ve diğer müesseseleri içine almaktadır. Bunları ekonomi, eğitim, hukuk, ahlâk, barış, ıslahat ve si­yaset şeklinde sıralayabiliriz. Bunların hepsi toplumun üzerine oturduğu temel taşlardır. Konuşmalar, yazılar, toplantılar, düşünceler ve eylemler bunlar üze­rine cereyan etmeli onların sorunlarını çözmeye yönelik olmalıdır. Çözümler­de daima Allah'ın rızâsı aranmalıdır.[159]

 

Peygamberlerle Bağlan Koparmak:

 

115. Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu oyönde bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir.                    

Bu âyeti tarihî boyutuyla ele alırsak, hatırlanacağı gibi önceki âyetlerin iniş sebeplerinden biri, Tu'me'nin yaptığı hırsızlığı, bir yahudinin üzerine atmasıydı. Bu sebepten hareket edersek şu noktaya varabiliriz: Âyet, Tu'­me'nin ailesiyle birlikte Hz. Peygamber'in huzurunda yalan söyleyerek onu yanıltmasını önledi, Hz. Peygamber'i yanlış karar vermekten korudu ve Tu'me'nin iftirasını ortaya çıkardı. Bu olay Tu'me'nin Hz. Peygamber'le olan bağlarını koparmaya sebep olmuştur. 115. âyet bu bağların kopmasını ele almakta ve işi sonuna kadar götürmektedir.

Âyette geçen şikak kelimesi şu mânalara gelmektedir: "Bir şeyi yar­mak, nehrin mecrasını kazmak"; toprakla beraber kullanınca "yeri sürmek"; sabahla kullanılınca "sabahın belirmesi; azı dişinin çıkması; bitkinin ilk olarak belirmesi; karşı gelmek, isyan etmek; cemaatten ayrılmak; işin güç gelmesi; şimşeğin uzun zaman çakması."

 

Şikak Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Göz göz yarmak. Kur'an'da çeşitli âyetlerde farklı şeylerin yarılması mânasında geçmektedir. Meselâ taşın yarılması (Bakara 2/74), ayın yarılması (Kamer 54/1) ve bitkiyi çıkarması için toprağın yarılması (Abese 80/26). İçinden su akması için taşın yarılması; kıyametin kopması anında gök gezegenlerinde olacak olan değişimin ayda yarılma şeklinde tecelli etmesi, bitkinin dışarıya çıkması için yerin göz göz yarılmasını ifade etmektedir.

2) Yük yüklemek. Bu anlamda Şuayb peygamberle Hz. Musa'nın ko­nuşmasında yer almıştır: "Sana fazladan yük yüklemek istemem." Bunun anlamı insanın altmdan kalkamayacağı yükü yüklenip meşakkat altına girme­sidir.

3) Çekişmek. Son­ra kıyamet gününde (Allah) onları rezil eder ve der ki: Kendileri hakkında (müminlerle) çekiştiğiniz ortaklarım nerede? (Nahl 16/27). Bu âyette "tü-şâkkun" kalıbıyla kullanılan kelime, "ayrı düştüğünüz, düşman kesildiğiniz, çekiştiğiniz" mânalarına gelmektedir. Biz bunlardan çekişmeyi uygun bulduk.

4) Parçalanmak. "Yarılmak" mânasına çok yakın düşmekle beraber küçük bir fark bulunmaktadır. O gün ki, gök bulutlarla birlikte bütün yüküyle parçafanacak ve birbiri ardından me­lekler indirilecektir (Furkan 25/25). Gök parça parça varıldığı ve (yanık) yağ gibi kizıllaştığı zaman (Rahman 55/37). Kıyamet gününde göğün değişimi anındaki durumunu anlatırken Allah bu kelimeyi "parçalanma" anlamında kullanmaktadır.

5) Büyük sıkıntı. Nahl sûresinin 7. âyetinde psikolojik anlamında yer almaktadır: Kendinizi büyük sıkıntı­lara sokmadan varamayacağınız nice yerlere yükünüzü onlar taşır. Büyük sıkıntı "can zahmeti" anlamına gelmektedir. Âyette nefis kelimesiyle şıkk kalıbında birlikte kullanılmaktadır. "Canı çatlatan sıkıntı" demektir.

6) Meşakkat. Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi (Tevbe 9/42). Vatanı korumak üzere, sınır boylarında askerlik yapmak için çıkılan yolculu­ğun zorluğunu ifade etmektedir. Böyle bir görev insana meşakkatli gelir.

7) Çetin, şiddetli. Yüce Allah Ra'd sûresinin 34. âyetinde dünya azabı ile âhiretteki azabı mukayese ederken bu kelimeyi kullanmaktadır: Böyleleri için dünya hayatında zaten bir azap vardır, âhirette ki azap ise daha da çetin olacak.

8) Çıkmaz. Çaresjzliği, anlaşmazlığı, çıkış yolu bulamamayı ifade etmek-

tedır: Eğer onlar da sizin inandı­ğınız gibi 'inanırlarsa doğru' yolu Bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka çıkmaza sapmış olurlar... (Bakara2/137). Yüce Allah inançsızlığın bir çıkmaz yol olduğunu ifade ederken bu kelimeyi kullanmaktadır. Buradaki şikak keli­mesi "anlaşmazlık, ayrılık" anlamına da gelmektedir.

9) Aranın açılması. Nisa sûresinin 34. âyetinde şikak kalıbında "eşlerin arasının açılması" anlamına gelmektedir. Bu aynen Kamer sûresinin 1. âye­tinde geçen "ayın yarılması" anlamım taşımaktadır. Ayın yarılması kıyametin kopmasının işareti olduğu gibi, ailede eşlerin arasının açılması da aile içi kıyametin kopmasıdır.

bir deneme (vesilesi) yapar. Zalimler gerçekten derin bir yanılgı içindedir­ler. Buradaki şikak kelimesine "ayrılık" mânası da verilebilir. Yanılgı doğru­dan insanı ayırdığı için, yanılgı mânasını vermeyi daha uygun bulduk.

10) Tefrika. Sâd sûresinin 1-2. âyetleri şöyledir: "Sâd. Öğüt veren Kur1-an'a yemin ederim ki, küfredenler, (iddia ettiklerinin) aksine, bir gurur ve tef­rika içindedirler." 2. âyetteki şikak kelimesine sosyal mâna yüklendiğinde sosyal parçalanmayı, yarılmayı ve bölünmeyi ifade etmektedir. Psikolojik mânada gurur içinde olanların, sosyal yapılarında çatlamalar meydana gele­cektir. Yüce Allah bu sosyal çatlamaları, yani tefrikayı şikak kelimesiyle ifade etmektedir. Bu tefrika da yanlış yollara sapmaktan başka bir şey değildir.

11) Düşmanlık. Hûd sûresinin 89. âyetinde Şuayb peygamberin kavmine konuşurken kullandığı bir kelime olarak karşımıza çıkmaktadır, Ey kavmim! Sakın bana karşı olan düşmanlığınız, Nûh veya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin baş­larına gelenler gibi size de bir musibet getirmesin! Ayette şikak kalıbında gelen kavram "ayrı yol tutarak düşmanca tavır sergileme"yi ifade etmektedir.

12) Koparmak. Enfâl sûresinin 13 ve Nisa sûresinin 115. âyetinde "ko­parmak" anlamım ifade etmektedir. Kopan ilişki bağlandır.

Onların kendilerini Allah'tan ve O'nun elçisinden koparmış olma­ları yüzündendir (Enfâl 8/13). Nisa sûresi 115. âyetinde "peygamber ile bağını koparan" mânasını verirken peygambere karşı gelmeyi ifade etmiş oluyoruz.

Toprağın, taşın ve ayın yarılması ve kıyamet günü göğün parçalanması ile fizikî; çekişmek, meşakkat, çetin çıkmaz, aranın açılması, yanılgı, düşman­lık ve bağlan koparmak, yük yüklemek ve tefrika mânalanyla psikolojik ve sosyolojik alam ilgilendirmektedir. Şikak kelimesinin mânasının açıklanmasın­dan sonra âyetin analizine geçebiliriz.

1. Doğru yolun bilinmesinden sonra peygamberden kopmak: Kendisine hidayet bahşedildikten sonra ifadesinde önemli bir eğitim faaliyeti yer almaktadır. Tebeyyene kelimesi "belli olduktan, bahşedil­dikten, öğretildikten, açıklandıktan (sonra)" mânalarına gelmektedir. Hüdâ kavramı da burada "doğru yol" anlamını ifade etmektedir. Doğru yol kendi­sine öğretildikten sonra peygamberden bağları koparmak, ona düşmanlık beslemek, ona karşı gelmek Allah tarafından kınanmakta ve cezaya lâyık görülmektedir.

Doğru yolun açıklanması, öğretilmesi bir din eğitimi faaliyetine işaret etmektedir. Bu da din eğitiminin amacının doğru yolu öğretmek olduğunu gösterir. Zaten Kur'an'ın gelişinin ana sebeplerinden biri doğru yolu insanlara öğretmek, o yolun nelerden teşekkül ettiğini açıklamaktır.

Doğru yolun ne olduğu bilgisi kendisine ulaşan insanın, buna rağmen peygamberden bağlarını koparması durumunda hükmünün ne olacağı bu âyette anlatılmaktadır. Bunun anlamı şudur: "Doğruyu öğrenen, o bilgiye sahip olan insan, o bilgiye ihanet edemez ve etmemelidir. Bunu yapan insan iki çeşit günah işlemektedir: Bir taraftan sahip olduğu bilgiye ihanet ediyor, diğer taraftan da peygamberle olan bağlarını koparıyor. Bu durum bir bakıma Âl-i İmrân sûresinin 86-91. âyetlerinde açıklanan mürted, yani imandan sonra inkâra dönenin halini gündeme getirmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 86. âyetinde "Kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra inkarcılığa sapan bir topluluğu" derken, burada "kendisine doğru yol açıklandıktan sonra peygamberle bağlarını koparan" ifadesine yer verilmektedir. Aslmda çok küçük farklılıklarla aynı konu üzerine yoğunlaşmaktadır.

Başka bir açıdan bakınca şu neticeye varmak mümkündür: Doğru yolun bilgisi peygamberle olan bağlan kurmakta ve kuvvetlendirmekte olan bilgidir. Öyleyse doğru yol denen din, insanlar arasındaki psikolojik ve sosyal bağlan kuran değerlerinin bütününü teşkil etmektedir diyebiliriz. Sevgi, saygı, hoşgörü, merhamet, sadakat, yardımlaşma, değer verme ve hukuk bağlamım kurulması, çalıştınlması ve kuvvetlendirilmesi bu doğru yol bilgisine bağlıdır ve onunla hayata geçirilecektir.

Diğer taraftan âyetteki şikak kelimesine bağlann kopmasınm ötesinde düşmanlık mânasını verirsek şöyle bir genelleme yapabiliriz: Doğru yolun bilgisi, düşmanlık duygusunu ve onun hayata yansımasını ortadan kaldırmanın bilgisidir. Hidayet yolunda düşmanlığa, kopmaya ve tefrikaya yer yoktur. Böylece Allah doğru bilginin düşmanlığı nasıl erittiğini, sevgi bağlarını nasıl kuvvetlendirdiğini gündeme getirmiştir.

Doğru yolun bilgisinin bu güçlü etkinliğine rağmen, onun tersini yapan insan aslında ayın parçalanması kadar büyük bir iş yapmaktadır. Ayın parça­lanması, göğün yarılması kıyametin işaretidir: Doğruluk bilgisine ters düşmek de insanı, insanlararası bağların kopmasına götüreceğinden sosyal kıyametin meydana gelmesine sebep olacaktır. Sosyal parçalanma ve tefrikaya işaret etmek için Allah burada şikak kelimesine yer vermiştir.

2. Peygamberden bağım koparan kişi, müminlerin yolundan çıkarak başka bir yola girecektir. Böylece Allah aynı değerler etrafında toplanan insanların davalarından ve ideallerinden kopmalarına dikkat çekmektedir. Doğru yolun bilgisinin oluşturduğu iman ve o imanın meydana getirdiği grup psikolojisinden sapmak ve başka bir yola girmek şahsiyet parçalanmasının işaretidir. "Sürüden ayrılanı kurt kapar" anlayışının ifade ettiği gibi, yolundan ayrılan müminleri cehennem kapar demek uygun düşmektedir.

3. Onu o yönde bırakırız. Yüce Allah insanın isteğine değer vermekte olduğuna işaret etmektedir. Kulun seçeneği, doğru yoldan çıkmak ise Allah buna müsaade etmekte ve asla onu zorlamamaktadır. Bilgisine rağmen peygamberlerle bağlarını koparan ve müminlerin yolunun dışındaki bir yola sapan kişinin bu tercihine karşı çıkmayan Allah "Onu o yönde bırakırız" fermanını vermektedir.

4. Varılan yer cehennemdir. İnsanın iradesi tecelli edip tercihini yapınca bu eylemine göre Allah onu değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. İnsanın iradesi ve eylemi, ilâhî değerlendirmenin şeklini ve yönünü belirlemektedir. İnsanın tercih ve eylemi cehennemden yana ise Allah onu vermektedir. Doğru yolu öğretip insanın gönlünü tevhid inancıyla ilişki kurdurarak gerekli olan bağlan sağladıktan sonra, insanın iradesi bu yoldan çıkmak ve bu bağları kopar­maktan yana tecelli ediyorsa, Allah da buna müsaade etmektedir. Müminlerin yolunun dışındaki yol cehenneme çıkıyorsa, o da cehenneme varacaktır.

Bilginin ve hidayetin çare etmediği yerde cehennem ateşi alevlenir. Doğrudan ayrılmak, peygamberle olan bağlan koparıp düşmanlık yapmak bu cehennem ateşini şiddetlendirir ve insanlığın bütün erdemlerini yakıp kül eder. Âyetteki çok kötü yer olan cehennemi dünyevî ve uhrevî olarak ele almak ve anlamak gerekiyor. Çünkü bağlan koparıp tefrika yaratma Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde cehennem çukuru olarak nitelendiril­mektedir.[160]

 

Şirk Koşmak:

 

116. Allah kendisine şirk koşülniasıriı asla bağışlamaz; şirkten başka günahlarr dilediği kimse için bağışlar. Kim Al­lah'a şîrk koşarsa büsbütün sapttmıştır.

Bu âyet sanki Nisa sûresinin 48. âyetinin bir tekrarı olmaktadır. Kur'-an'da tekrar gibi görünen âyetleri kimyadaki formüller tarzında ele almak gerekiyor. Meselâ suyun birleşimindeki hidrojen ve oksijen, aynı zamanda sülfirik asidin birleşiminde, oksijenli suyun birleşiminde de vardır. Ama bu birleşimler suyun aynısı değillerdir. Aynı şekilde yüce Allah benzer âyetleri farklı muhteva içinde kullanmakta, ama orada farklı bir oluşum meydana getirmektedir.

Nisa sûresinin 48. âyeti yahudilerin, daha sonra kitap ehlinin İslâm'a karşı olan hatalarının, bundan döndükleri takdirde affolacağını beyan etmekte ve bu yolla onları teşvik etmektedir. Bu teşvikinde genel af ilân ederken sa­dece şirk koşanlann af kapsamının dışında kalacaklarını beyan etmektedir.

Nisa sûresinin 116. âyetinde ise peygamberden bağlarını koparan mü­minlerin gittiği yoldan başka yola sapanların affolma ihtimalini gündeme geti­rerek genel af ilân etmektedir. Bu genel aftan müşriklerin istifade edemeyip af kapsamının dışında kalacaklarını ilân etmektedir. Burada dönüşe bir teşvik olduğu gibi, şirke sapmamaya da bir uyan vardır. Teşvikle uyan aynı âyetin içinde yer almaktadır.

Nisa sûresinin 48 ile 116. âyetlerinden şu genellemeyi yapmak müm­kündür: Kalbinde gerçek iman olup şirk koşmayan insan eninde sonunda affolup cennete gidecektir. Demek ki şirkin bulunmadığı gönül, insanı umumi affın kapsamına aldıracak ve bir zaman mutlaka cennete götürecektir. îşte şirkin karışmadığı imanın önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Âyette geçen »tli^, dilediği kimse için ifadesi, affın ilâhî dilemeye bağlı olarak yürürlüğe gireceğine işaret etmektedir. Bu ifadede yer alan ye-şâe fiilinin faili insan olamaz mı? Eğer onun faili insan olursa mâna şöyle olur: "Dileyen kimse için affeder", ama bu tip mânaya müfessirler yanaş-mamaktadır. Kul af dileyecek Allah da onu affetmeyi dileyecektir. Bu iki dilek bir araya gelip çakışınca af olayı gerçekleşecektir.

Varılabilecek diğer bir genelleme de şudur: Müşrik, şirk günahı için şirki terketmediği sürece Allah'tan af dileyemez. Şirkin dışında her günah için af dilenirken, şirkin affı için af dileme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Çünkü şirk bir taraftan Allah'a büyük bir günah (ile) iftira etmektir (Nisa 4/ 48); çünkü şirk büyük bir zulümdür (Lokman 31/13). Buradaki zulüm Allah'a hakkını vermemektir. Allah'ı birlemek O'nun hakkıdır. Şirk koşan bu hakkı gasbettiği için zulüm işlemektedir.

Âyetin son bölümünde Allah şirk koşanın çok uzak ve şiddetli bir sa­pıklığa düştüğüne dikkat çekmektedir. Böylece şirkin tanımını vermektedir: Şirk büyük bir zulümdür (Lokman 31/13); şirk Allah'a büyük bir günah (ile) if­tiradır (Nisa 4/48); şirk uzak bir sapıklıktır (Nisa 4/116); şirk amelleri boşa çıkarır (Zümer 39/65); şirk düşmanlık yaptırır (Mâide S/82); şirk cenneti haram kılar (Mâide 5/72).

Nisa sûresinin 116. âyetine göre şirkten daha büyük bir sapıklık yoktur. Gönül ekranım Allah'tan başka yere çeviren şirk, insanı rabbinden uzaklaştır­makta ve kapanması mümkün olmayacak mesafe koymaktadır.

Kur'an'ın genelinde şirk ve müşriklerin durumu açıklanırken Allah tevhid inancını insanların gönlüne yerleştirmenin önemini; şirkin meydana getirdiği olumsuzluğu öğretmeyi amaçlamaktadır. Kur'an "insanlıktan şirki temizlemek ve tevhid inancını yerleştirmek için gelmiştir" dersek hata etmiş olmayız. Yüce Allah, şirkin gönülde ve insanla Allah arasındaki ilişkilerde meydana getirdiği kirlenmeyi anlatarak ondan caydırmanın eğitimini vermek­tedir.[161]

 

Şirk Koşanlar:

 

İ17. Müşrikler, Allah'ı bırakıp yalnızca birtakım kişiler­den istiyorlar ve isyankâr şeytandan dilekte bulunuyorlar.

Yüce Allah şirke açıklık getirirken bu âyette dua kavramını gündeme getirmektedir. "İstemek, yalvarmak, dilekte bulunmak" yani "dua etme"nin yönü şirki belirlemektedir. Allah'ı bırakıp başka bir varlığa dua ederek bir istekte bulunmanın şirk olduğunu söyleyen Allah, böylece günümüzdeki uygu­lamaların bazılarında şirk olduğuna da işaret etmiş olmaktadır. Evlenemeyen, çocuğu olmayan veya herhangi bir problemi olan kişiler bir yatıra gidip dua ediyorlarsa, onun yardımını umuyorlarsa şirk yapmış oluyorlar. Tevhid inancı­nı kirleten en önemli davranışlardan biri de budur.

Âyette geçen inâs kelimesi birkaç mânaya gelmektedir. "Kadın" anla­mını ifade edenünsâ kelimesinin çoğuludur. İslâm öncesi Araplar'da putlara verilen isim olduğu da söylenmektedir. O dönemlerde putların çoğunun dişi olduğuna inanılıyordu. Demek ki mitolojideki dişi tanrıçaların varlığı da bunu göstermektedir.

Râzî"ye göre Uzzâ denen put "aziz" kelimesinin dişisidir. Hasan-ı Basrî de "Arap kabilelerinin her birinin yaptığı putu vardı. Onlar o putlarına 'falan­ca oğullarının dişisi' derlerdi" diyor. Hareketsiz ve cansız olan şeylere de bu adın verildiği de nakledilmektedir. Görüldüğü gibi cansız ve hareket etmeyen her kabilenin putu Lât, Menât, Uzzâ denen büyük putlar da dişi olarak kabul edilmekteydi. Yüce Allah dişi olarak kabul edilen tanrıçalardan dilekte bulun­manın, onlara dua edip derdine çare aramanın şirk olduğunu vurgulamaktadır.

Âyette geçen inâs kelimesinin "dişi" mânasına başka bir yorum getir­mek de mümkündür. Bakın, (ancak) öteki dünyaya (samimiyetle) inanmayanlar, melekleri dişi varlık olarak görürler (Necm 53/27). Araplar'ın melekleri dişi olarak görmesinin konumuzla ne alâkası vardır? Çünkü melekleri dişi olarak görmek ayrı bir şey, dişi var-

rakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler, 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler... Burada Allah'a yaklaştıran varlıkların kimler olduğu cevaplandırılırken "melekler" olduğu söylenmektedir. Zemahşerî ve ondan sonraki müfessirler, Allah'a yaklaştıracağına dair tapındıkları varlıkların melek, İsa, Lât ve Uzzâ olduklarını söylemektedirler.

İnâs kelimesine farklı bir mâna yüklemek mümkün müdür? Bu kelime­nin dişi olması da manidardır. Dişi doğurgan ve çoğalma niteliğinde olduğun­dan, Allah'tan başka varlıkları tanrı edinenlerin zamanla farklılık kazanacağını söyleyebiliriz. Lât, Menât ve Uzzâ'nın yerini, zamanla uğruna ölünen ve öl­dürülen ideolojiler alabilir. O putların dişi olmasından, tanrılaştmlan şeylerin çokluğu, zamanla değişkenliğini anlamak mümkündür.

Zulüm, derin ayrılık ve Allah'a büyük bir günah iftirası olan şirkin ger­çekleşme şekli, Allah'tan başkasına dua ederek faydalar ummaktır. Günümüz dünyasında da aynı tarzda ama farklı biçimlerde, Allah'ı bir tarafa iterek fayda beklenilen pek çok tanrı şekilleri vardır. Yüce Allah 117. âyette şirkin burada kalmayıp isyan eden şeytana tapınmaya kadar uzandığına dikkat çekmektedir.

İsyankâr şeytandan dilekte bulunuyorlar ifadesiyle yüce Allah insanların, düşmanı olan şeytandan bir fayda umması ve buna bağlı olarak bir dilekte bulunmasını da şirkin başka bir çeşidi olarak gündeme getirmektedir.

Dikkat edilirse şeytan "âsi, itaat etmeyen, hayırdan ve iyilikten arman" mânasına gelen merîd kavramıyla anılmaktadır. Sonbaharın veya kuruduğun­dan dolayı yaprakları dökülüp çıplak dallan ortaya çıkan ağaca da merîd denmektedir. Şeytan da bütün erdemlerden sıyrılmış, fazilet adına hiçbir şe­yi kalmamış bir varlık olduğundan merîd sıfatıyla vasıflandınhnaktadır. Böyle hiçbir erdemi olmayan, iyilik adına ne varsa sıyrılmış ve cascavlak ortada kalıp yalın kötülüğü temsil eden şeytandan yardım dileğinde bulunmak derin ve dönülmesi zor olan bir şirk olmaktadır.[162]

 

Şeytanın Görevi:

 

118. Allah şeytanı lanetlemiş, o da "yemin ederim ki, kullarından bir pay edineceğim" demişti.     

Şeytan Allah'ın lanet ettiği bir varlıktır. Allah'ın lanet etmesi onu kova­rak cezalandırmasıdır. Lanetin anlamının bir kısmım, A'râf sûresinin 13. âyeti

açıklamaktadır: 'in oradan', orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. İşte lanetin bir anlamı da kovulmaktır.

Şimdi Allah'ı bırakıp, lanetlenmiş şeytandan dilekte bulunmanın ne kadar uzak bir sapıklık olduğu anlaşılmıyor mu? Şeytan lanetlenince, yani Allah onu rahmetinden kovunca o da karşıt eylemini şu şekilde yapacağını bildirmiştir: "Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim." "Kulla­rından belli bir pay edineceğim"in mânası onları etkilemektir. "Ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarım şükredenlerden bulamayacaksın" (A'râf 716-17). Şeytan kovulduğun­da, yani lanetlendiğinde insanları çeşitli entrikalarla etkileyeceğini ve yoldan çıkaracağını itiraf etmişti.

"Kullarından bir pay alacağım" ifadesinin bir başka mânasını da İsrâ sûresinin 64. âyeti vermektedir: "Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez."

"Pay almak" insanların görüşlerine, mallarına ve evlâtlarına ortak ol­mak anlamına gelmektedir. Aslında pay almak ifadesinin ne olduğunu bir sonraki âyette şeytanın söylevi açıklamaktadır.[163]

 

Şeytânın Etkilemesi:

 

119. Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim; hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah'ın yaratışı­nı değiştirecekler! Kim Allah'ın yerine şeytanı dost tutarsa, . elbette ki açık bir ziyana uğramıştır.

Yüce Allah burada insanları şeytana karşı sınırlandırmaktadır. Şeyta­nın insanı nasıl etkileyeceğini açıklayarak onun tuzağına düşülmemesinin taktiğini vermektedir.

a)  Şeytan saptırır. Nisa sûresinin 119. âyetinde şeytanın saptırması dalle fiili kullanılarak söylendiği halde; A'râf sûresinin 16 ve Sâd sûresinin 81. âyetinde gava fiili kullanılarak ifade edilmektedir. Bu saptırmayı A'râf sûresinin 17. âyetinde, insanları önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından etkileyerek, onlan şükretmekten uzaklaştırarak, ayrıca onlara haram lokma yedirterek haya duygularını zayıflatmak yoluyla! (A'râf 7/20); insanlara hile ile yaklaşarak (A'râf 7/22), vesvese vererek (Nisa 4/5) yapacağını söylemektedir.

b) Boş kurundular verir. Şeytan insanları kuruntu peşinde koşturur. Âyette geçen ümenniyennehüm kelimesi "Boş kuruntulara salaca­ğım" anlamına gelmektedir. Boş kuruntu dibi belli olmayan emeller, yani onların gönlünde inilmesi mümkün olmayan emel kuyuları oluşturacağım, dipsiz ümitler meydana getireceğim, yalan, sahte sevdalar, tutkular salacağım, bâtıl düşünce, felsefe ve idealler peşine koşturacağım demektir. Gerçekle alâkası olmayan düşünce, ideal ve sevdalar peşinde koşan insanların şeytanın etkisi altında oldukları bilinmelidir.

c) Hayvanların kulaklarını kesmeyi emreder. Şeytanın üçüncü etkileme yolu, insanların hayvanlara olan sapık müdahalelerini temin etmektir. Âyetin bu kısmının tarihî boyutu şöyledir: Araplar Bahîra dedikleri develerin kulakla­rını keserlerdi. Onlar, deve beş kere doğurup beşincisinde erkek yavru do­ğurursa, o devenin kulağım deliyor ve ondan istifade etmeyi kendilerine haram kılıyorlardı. Başka bir açıklamaya göre putlara ibadet olsun diye deve, sığır ve davarların kulaklarım deliyorlardı[164].

Âyetin bu kısmını tarihî boyutu içine hapsetmek doğru değildir. Bakara sûresinin 35. âyetinde Hz. Âdem ve hanımına ağaca yaklaşmamaları yasak­landığı gibi, Semûd kavmine de dişi deveye yaklaşmaları yasaklanmıştı. Allah insanlann geçim kaynaklarına kötü müdahalenin olmasını yasaklamaktadır. Hz. Âdem döneminde insanlann geçimi ağaç meyvelerinden, Semûd döne­minde de hayvancılıktan temin ediliyordu.

Araplar'ın döneminde ise hayvanların kutsallaştınlması meselesi gün­deme gelmişti. Şeytanın bu kutsallaştırmada rolünün olduğunu bu âyet günde­me taşımaktadır. Şeytan insanla hayvan arasındaki ilişkileri bozmakla ekolojik dengeyi bozacağını söylemektedir. Nitekim âyette geçen tebk kelimesi "kes­mek", tebtik de "parçalamak" anlamına gelmektedir. Dikkat edilirse bu âyette "saptıracağım" ve "Boş kuruntulara salacağım" ifadeleri ya da etkileşim insa­nın kendisiyle alâkalıdır. Ama "Onlara emredeceğim, onlar da hayvanların kulaklarını kesecekler" etkisi ise insanla hayvan arasındaki ilişkileri içermek­tedir.

Aslında "kulak" kavramının kafa ile alâkası vardır. "Parçayı söyleyerek, bütünü kastetme" ilkesinden hareket ederek kulak kesmenin kafayı kesme anlamına geldiğini düşünürsek, o zaman hayvanları lüzumsuz ve haksız yere kesip tanrılarına adamaları eylemini ifade etmek için de bunu kullanabiliriz. En'âm sûresinin 136. âyeti de buna işaret etmektedir.

"Kulak kesme"yi kafa kesmek anlamına alınca, şu genellemeye de varabiliriz: Hayvanlar âleminde telef meydana getirip, bazı hayvan türlerinin nesillerinin kesilmesini, kurumasını temin etmek...

Şeytan insanların müdahalesiyle hayvan nesillerinin tükenmesini temin edecek bir etki planladığını ifade etmektedir. Hayvana bir ihtiyaç için yaklaş­mak olduğu gibi; şeytanî bir yaklaşımın olacağını da gündeme getirmektedir. Bu noktadan hareketle de diyebiliriz ki, avlanma yasağının bulunduğu günlerde avlanan insanlar, aslında şeytanın emrini yerine getirmektedirler. Mâide sûre­sinin 96. âyetinde ve Bakara sûresinin 65. âyetinde av yasağı gündeme ge­tirilmektedir. Demek ki av yasağını ihlâl etmek şeytanî bir harekettir. Görül­düğü gibi hayvanların kulaklarını delme veya kesme eylemini, evrensel boyuta taşıyınca ekolojik dengenin korunması ve av yasağı gibi eylemlere gitmek mümkündür. Diğer taraftan hayvanları kutsallaştırmanın yanlışlığına da işaret etmektedir. Böylece din eğitiminde hayvanlarla insan ilişkisinin önemli bir yeri olduğunu da vurgulamaktadır.

d) Allah'ın yaratışını değiştirme. Şeytanın, insanlardan alacağı diğer bir pay da, onların Allah'ın yaratışını, yani fıtrat kanunu değiştirtmesidir. Al­lah'ın yaratışını değiştirmek ne anlama gelmektedir? Buna çeşitli açılardan yaklaşmak mümkündür:

1. İnanç duygusunun akış mecrasını değiştirmek. Yüce Allah, A'râf sûresinin 172. âyetinde geçen elest bezmine göre insanın doğasına, yani aklına Allah'ı bulacak ve O'na inanacak şekilde bir yetenek koymuştur, yani insan ruhunu Allah'a inanacak şekilde programlamıştır. Bu programı bozup insanı inkâra götürmek fıtrat kanunun bozmak anlamına gelmektedir. Yanlış düşünce ve felsefeler bu programı bozan virüs yerini tutmaktadır. Çünkü insan yaratılışı gereği imana temayüllü olduğu halde, inkâr etmesi doğaya ters düşmektedir. Şeytan insanı inkâra sevkettirerek doğayı değiştirmesine sebep olacağını beyan etmektedir.

2. Din Allah'ın emirlerinden meydana gelmiştir. Allah'ın gönderdiği şekildeki din fıtri bir dindir. Ona müdahalede bulunmak, onun bazı âyetlerini değiştirmek, fıtrî olan dini değiştirmek anlamına gelmektedir. Yahudilerin Tevrat'ı, hıristiyanlann İncil'i değiştirmeleri fıtrî olan dinin tabiatını bozmaları anlamım ifade etmektedir. Dine beşerî fikirleri sokmak, onları Allah'ın dini gibi göstermek, fıtrî olan Allah'ın dinini bozmaktır. Dine bu şekilde müdahale­lerde bulunmanın kaynağında, şeytanın emri olduğuna bu âyet işaret etmektedir.

3. Tabiat kanunlarını değiştirmek. İnsanların yapıp ettikleriyle ta­biatta büyük değişim meydana gelebilir. Rûm sûresinin 41. âyeti şöyledir:

İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Tabiatın düzeninin bozmayı emreden şeytandır. İnsan bu emrin etkisi altında kalarak tabiatın düzenini değiştirebilir. Tabiatın tabii bir düzeni vardır; bunu değiştirmeye kalkmak bir şeytan işidir.

4. Allah'ın yaratmasını değiştirmenin bir de ahlâkî mânası vardır. Yüce Allah insanın doğası gereği, erkeğin kadına yanaşmasını kanun olarak koy­muştur. Ama erkeğin kadını bırakıp erkeğe yanaşması insan doğasında bir değişme meydana getirmektedir. Bu değişim, tabiat kanunlarını değiştirecek nitelikte, güçte bir değişimdir. Erkeğin erkeğe cinsellik açısmdan yaklaşması, Lût kavmini batıracak şekilde tabiat kanunlarında değişimi yapmıştır. Şeytan, Allah'ın yarattığı ahlâkî kanunu, bu şekilde değiştirmeyi emretmektedir. Bunun anlamı sosyal hayatta ahlâkî denge tabii olandır; ama bu tabii dengeyi bozmak şeytanî bir iştir. Onun içindir ki homoseksüel davranış, fıtrata aykın bir dav­ranış olduğundan fıtratı değiştirmeyi ifade etmektedir.

5. Allah'ın yaratılışını, yani fıtrat kanunu değiştirmenin başka mânası da bilimsel araştırma yapma uğruna doğa kanunlarının değiştirilmesidir. Çün­kü bilimsel araştırma fıtrat kanunu tesbit etmekle amacına ulaşır. Ama bu amaç doğa kanunun formülüyle uğraşmak olursa bu şeytanî tehlikeyi doğurur.

Yüce Allah Nisa sûresinin 117-119. âyetlerinde insanı büyük zulüm, sapıklık ve şirkin kaynaklarının neler olduğunu anlatarak uyarmaktadır. Şirk olayında şeytanın etkinliğinin analizini yapmakta, bu etkinliğin insanı dört tarafından nasıl sarmaladığına dikkat çekmektedir. Buna göre şeytana yar­dımı için dilekte bulunulmaz, çünkü şeytan Allah'ın lanetine uğramıştır. Bu lanet onu insana düşman etmiştir. 119. âyette şeytan bu düşmanlığını nasıl gerçekleştirdiğini anlatmaktadır. Bu metot bize çocukları, genç ve yetişkinleri eğitirken onlara olumlu fikirleri ve davranışları kazandırmanın yanıda, kötülük­lerin nereden ve nasıl geleceğini de öğretmemiz gerektiğini göstermektedir.

Bütün bu açıklamalara rağmen, insanın şeytana yanaşması ve onu dost edinmesi âyetin sonunda değerlendirilmektedir. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.

Allah 119 ve 118. âyetin sonunda, şeytanın yapacağı kötülükleri, onun ifadesiyle vermektedir. Şeytanın insanı etkilemek için yapacağı şeyleri Al­lah belirlemektedir; ama şeytanın kendisi bunları açıklamaktadır. Bu da bize çok önemli bir metot öğretmektedir. Kötü insanların yapacakları fenalıkların neler olduğunu bizlerin bizzat onların sözlerinden çıkarıp değerlendirmemiz gerekiyor. Hukukun yanıltılmaması için, bizzat kişinin söz ve davranışlarına başvurmak ve onları delil olarak kabul etmek gerekiyor. Kişilerin sözlerini tırnak içine alarak nakletmek en doğru yollardan biridir.

Şeytanı dost edinme aslında apaçık düşmanı olan ve bu düşmanlığı asla değişmeyecek olan varlığı dost edinmektir. Bu da manen bir hüsrandır. Ama bu aldanış büyük ve düzelmesi çok zor olan bir kayıptır. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinmek doğal olarak birinci derecede şirktir. Şirkin anlamı da tevhid inancını kaybetmektir. Tevhid inancım kaybetmekte büyük bir ziyandır.

Bu açıklamadan sonra şu soruyu sorabiliriz: İnsan şeytanı nasıl dost edinir? Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz: Allah'ın emrettiklerini yapma­yan, O'nun yasakladıklarını yapan kişi Allah'ı dost edinmekten vazgeçmiş demektir. Ama şeytanın dediklerini yapan insan ise onu dost edinmiş demek­tir. Böylece şeytanın emrettikleri Allah'ın emrettiklerinin yerine geçmektedir. Demek ki dostluğun kaynağında sevgi, ama yaşatılmasında emirleri yerine getirmek vardır. Dost çağrıya uyan ve emredileni yapandır. 118. âyette şeytan Allah'a kullarından bir pay edineceğini söylerken, ona o payı veren insan da onun dostu olmuş demektir. Şeytanın dostluğu için, imanını veren insan ne kötü manevî bir ticaret yapmaktadır. Yukarıdaki sorunun cevabını özel mâna­da bir sonraki âyet ve Kur'an'ın diğer âyetleri vermektedir.[165]

 

Şeytan ve Umut:

 

120. (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir. Ama şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.

119. âyetin son kısmı açıklanırken insanın şeytanı nasıl dost edindiği sorusu sorulmuş ve orada genel anlamda açıklanmıştı. 120. âyetle buna baş­ka açıklamalar da ekleyebiliriz.

1. Şeytanın sözünün gerçekliğine inanarak. Yüce Allah, şeytanın insan­ları boş vaadlerle çağırdığını ve bu boş sözlerle onları etkilemeye çalıştığını söylemektedir. Şeytanın bu sahte sözlerini gerçek olarak alan ve davranışları­nı ona göre ayarlayan kişi şeytanın dostu olmuş demektir. Çünkü dost, dostun doğru söylediğine inanır. Şeytanın doğru vaadlerde bulunduğuna inanan, Al­lah'ın doğru dediğine sırtını çevirir.

2. Onları boş özlemlerle doldurur. Şeytan insanlara ümitler verir, hayal­ler aşılar, insanın gönlünü boş özlemlerle doldurup, sahte sözleriyle insanı avutur. Şeytanın bu gayretlerine uyup boş özlemler peşinde koşan insan onun dostu olmuş demektir. Yüce Allah şeytanın vaadlerde bulunup insanın gönlü­nü boş özlemlerle doldurduğunu söylerken, onun bu tip çalışmasının sonuç değerlendirmesini de yapmaktadır. "Ama şeytanın onlara verdiği her söz al­datmacadan başka bir şey değildir."

Âyetin sonundaki gurur kavramı "aklı çelen veya saptıran aldatmaca" anlamına gelmektedir. Şeytanın vaadinde bir aldatmaca olduğunu söylerken Allah, Fâtır sûresinin: çekmektedir

lar! Allah'ın verdiği söz gerçektir, sakın dünya lıayati sizi aldatmasın ve o şeytan da Allah ile sizi aldatmasın! Yüce Allah bu âyette şeytanın sıfatını "aldatıcı" (garûr) olarak belirlemiştir. Şeytanın sözleri sadece aldatmacadan ibaret olduğunu söylerken Fâtır sûresinin 5. âyetini hatırlatmaktadır.

Akıl gerçeğin peşinde koşarken, şeytan onun önüne boş kuruntularla ve sahte sözleriyle çıkar ve onu yolundan saptırıp ona engel koyar. Bunun anlamı aklı devre dışında bırakarak, dünya hayatını ebedî imiş gibi göstemesi ve insana ölmeyecekmiş gibi hırs aşılamasıdır. İnsana yapması gereken manevî görevlerini ertelettirerek, pişmanlığın çare vermeyeceği döneme kadar uzatır.

"Daha gençsin, ihtiyarlayınca yaparsın" şeklindeki vesveselerle aslında insanı aldatmaktadır. Böyle aldatmalardan başka bir vaadde bulunmayan şeytanı dost edinmek büyük bir hüsrandır. Şeytan tarafından aldatıldığının farkına varmayan insan dünyada manen iflâs ederken âhirette ne olacağını da bir sonraki âyet açıklamaktadır. Şeytanın etkisiyle aldanan insanın, onun dostluğu ile başlayan hayat akışının sonu âhiretteki oluşumlarla noktalan­maktadır.[166]

 

Şeytanın Dostlarının Varacağı Yer:

 

121. Böylelerinin varacakları yer cehennemdir ve ora­dan kaçış yolu bulamayacaklardır.

Yüce Allah 117. âyetten itibaren insanın şeytanla, şeytanın insanla olan ilişkilerini anlatmakta ve onun insanı nasıl kıskıvrak yakaladığını açıkla­maktadır. İnsanın şeytandan dilekte bulunması, onun etkisi altında kalıp Al­lah'ın yolundan çıkması, onun etkisiyle kuruntulara, hayallere kapılması, hay­vanları kutsallaştırması; Allah'ın yaratışını onun emriyle değiştirmeye teşeb­büs etmesi; onun boş sözlerine kanması ve ona aldanması cehennemi tutuştur­maktadır. "Böylelerinin varacağı yer cehennemdir" buyururken bir taraftan insanı şeytanın dostluğundan kurtarmaya, diğer taraftan da yanlış işlerden caydırmaya yönelik bilinç aşılamaktadır.

Buraya kadar anlatılan şeytan-insan ilişkisi, 116. âyetteki affolması mümkün olmayan şirk olgusunu açıklamaktadır. Âhirette aftan yararlanama­yacak olan kâfir ve müşriklerin bu dünyada nasıl şeytanın etkisinde kalıp şirke saptıktan anlatılarak, çıkış yolu olmayan cehenneme gidecekleri belirtil­mektedir.

Şeytanın etkisinde kalıp onun dostluğunu elde edenler, Allah'ı bir tarafa ittiklerinden şirke düşmektedirler. Şirk de çıkış yolu olmayan cehennemi oluşturmaktadır. Şeytanın her çağrısına uyan, her sözüne inanan insan, kendi gönlünde şirk ateşini yakmakta ve âhirette de cehennemini oluşturmaktadır. Şeytanı dost edinen, 115. âyetteki gibi peygamberden bağlan koparır ona âsi olur; müminlerin gittiği yoldan çıkar; çünkü şeytan denen tannsı ondan onu istemiştir.

"Oradan kurtulacak bir yer de bulamayacak" ifadesi bize, şirkin bütün cehennem kapılanın kapatacak ve oradan bir çıkış yolu bulunmasını önleyecek çok büyük bir günah olduğu fikrini vermektedir. İnkâr ve şirkin bulunma­dığı gönüller günahkâr olsalar bile, bir gün ilâhî rahmet, mağfiret ve merhamet onları oradan kurtaracaktır; ama kâfir ve müşrikler için bu af olmayacaktır.

118. âyette "Elbette senin kullarından bir pay edineceğim" dediği insan­lar bunlardır. Onlar kaçış ve kurtuluş yeri bulmalarını, şeytanı tanrı edinmekle yok etmişlerdir. Şeytanın dostluğu, cehennemde çıkış yollarını kapatan bir dostluktur. Bu dostluk gönlü ve aklı Allah'a akmaktan alıkoyan bir dostluktur. Bu dünyada sahte bir güvence veren bu dostluk, öteki dünyada sonsuz bir ıstıraba dönüşmektedir.[167]

 

Yararlı İş Yapmak:

 

122. İman eden ve yararlı işler yapanları da içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacağız; orada sürekli kalacaklar­dır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?

Yüce Allah'ın Kur'an'da anlatım metotlarından biri, kâfirlerin dünya ve âhiretteki durumlarını anlattıktan hemen sonra, müminlerin dünya ve âhi-retteki hayatlarını ele almasıdır. Olumsuzdan olumluya geçiş şeklinde açıkla­yacağımız bu metot, kötümserliğin süreklilik kazanmasını önlemektedir. Çün­kü Allah Nisa sûresinin 106. âyetinden itibaren, kendilerine ihanet edenleri; Müslümanlara karşı plan kuranları; kötülük işleyen ve zulmedenleri; günah işleyip sonra onu başkasına atanları; Hz. Peygamber'i ve dolayısıyla mümin­leri yoldan çıkaranları; sözleriyle, yazılarıyla insanlığa kötülüğü yayanları; Peygamber'den bağlarını koparıp ona isyan edenleri; müminlerin yolundan sapanları; şirk koşanları; Allah'tan başkasından dilekte bulunanları; şeytandan yardım umanları ve çeşitli açılardan şeytanın etkisinde kalıp onu dost edinen­leri açıklamıştı. Bu açıklamalar karamsar bir tablo çizdiğinden insan psikoloji­sini germektedir. Bu gergin psikolojinin insanı derin bir karamsarlığa itme ihtimali vardır. Allah bu ihtimali ortadan kaldırmak için, hemen 122. âyetten itibaren iman edip yararlı işler işleyenlerin âhiretteki ödüllerini ve hayatlarını ele almıştır.

İman edip iyi işler yapanlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Yüce Allah, Kur'an'da cenneti anlatırken birinci vasıf olarak ırmaklara sahip olmasını gündeme getirir. Su, cennetin önemli özelliklerinden birini teşkil et­mektedir. Bu mânada cenneti dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Yüce Allah iman edip iyi iş işleyenleri bu dünyada altından ırmaklar akan cennete koyacaktır. Buradaki "su"yun yani nehirlerin mânası bereket, bolluk ve yeşilliktir. Gönüldeki iman ve yapıp-etmelerdeki iyi ve verimlilik dünya hayatını bereket dolu cennete çevirecektir.

Diğer taraftan iman ve yararlı iş âhiretteki hayatı da içinden ırmaklar akan cennete çevirecektir. Dikkat edilirse cennetteki ırmaklar çoğuldur. Bu ırmaklar nitelikleri farklı ırmaklar mıdır yoksa hepsinden su mu akıyor? Bu sorunun cevabını verebilmek için Muhammed sûresinin 15. âyetine bakmak gerekir. Orada takva sahiplerine vaad edilen cennetteki ırmakların, bozulma­yan sudan, tadı değişmeyen sütten, içenlere lezzet veren şerbetten ve süzme baldan oluşan ırmaklar olduğu söylenmektedir. Bu nitelikteki ırmakların ne olduğu o âyette anlatılacaktır.

Orada sonsuza kadar kalacaklar ifadesinden, âhiret­teki cennetin kastedildiği anlaşılmaktadır. Hâlid ya da huld kelimesi "de­vamlılık" mânasını ifade ederken ebedâ kelimesiyle beraber sonsuzluğu gün­deme getirmektedir. Demek ki sonsuz mutluluğu insan âhirette yakalaya­caktır. Ama bu sonsuz mutluluğu tattıran dünya hayatındaki iman ile ameldir. İman edip, kendine ve insanlığa yararlı iş üretip Allah'a karşı kulluğunu ye­rine getirenlerin bu eylemleri dünyada kalmayıp âhirete intikal etmektedir.

İman edip yararlı işler işleyenlere bahsedilen, içinden ırmaklar akan cennetin verileceği Allah'ın bir vaadidir. "Yüce Allah âyetin bu kısmını niçin koymuştur" sorusuna cevaben şöyle deriz: Beşer olarak hiç kimse cennet ve cehennem vaad edemez. Cennet ve cehennem gibi ceza ve ödülün olmadı­ğı bir felsefî düşünce de din olamaz. Böyle bir cenneti ancak Allah vaad edebilir. Çünkü peygamberlerin cennet ve cehennemi olsaydı ve insanlara sonsuz mutluluğu olan bir hayatı verebilselerdi, kendileri din koyarlardı. Onun içindir ki dini sadece Allah koyar peygamber onu tebliğ edip hayata geçirir.

Beşerin böyle sonsuz mutluluğu içeren bir cennet hayatı hakkında söz veremeyeceğini Allah âyetin sonundaki soruyla beyan etmektedir: Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğrudur?

Yüce Allah insanlan imana ve yararlı işler işlemeye teşvik etmek için, onlara hak bir söz olarak içinden ırmaklar akan cennette sonsuz mutluluk hayatını vaad etmektedir. Çünkü insan böyle karşılığı olmayan davranışları kolaylıkla sergileyemez ve sergilemek istemez. Şirkin kirini ve şeytanın insanı kul edinmesini önlemenin en önemli metotlanndan biri, sonsuz mutluluğun Allah tarafından garanti altına alınmasıdır.

"Allah'ın sözü yücedir" (Tevbe 9/40), çünkü "Allah'tan daha doğru söz söyleyen yoktur" (Nisa4/122), "Şüphesiz Kur'an en doğru olana götürür" (İsrâ 17/9). Demek ki en doğru ve en yüce sözü Allah söylüyor; öyleyse kendisinden şüphe edilemeyecek ve ardına düşülecek söz de O'nundur.[168]

 

Kötü İşin Karşılığı:

 

123. (İş) ne sizin kuruntularınızla ne de. kttap ehlinin, kuruntularıyla olur. Kötülük, yapan, onunla cezalandırılır ye kendisine Allah'tan başka ne dost ne de yardımcı bulur.

Bu âyetin bir önceki ile bağlantısı vardır. Bu âyetin içeriğini öne alıp bağlantıyı kurarsak: tş kuruntularla yürümez; iş iman ve iyi amelle yürür. Cennet veya üstünlük şu gruptan bu gruptan olmakla değil, üstünlük doğru iman, iyi eylem yani akla dayanan işle elde edilir. Cennet, "Sonsuz mutluluk sizin değildir, bizimdir" demekle değil, doğru iman ve faydalı iş yaparak elde edilir.

Kuruntuya "Bu mânayı neden verdik" sorunun cevabını verebilmek için Bakara sûresinin 78. âyetine bakmak gerekir: Bu âyet, yahudilerin ceha­letten dolayı bazı kuruntuların yani asılsız, kulaktan dolma bilgilerin peşine düştüklerini söylüyor. Çünkü onlar kitabı bilmiyorlardı. Kitaplarım bilmeyen müslümanlar da böyle kuruntu, yani kulaktan dolma bilgilerin peşine düşebilir­ler. Diğer taraftan Bakara sûresinin 113. âyetine bakmak gerekiyor: Yahudi­ler ve hıristiyanlar kitaplarını okudukları halde yahudiler hıristiyanlara; hıristi-yanlar da yahudilere doğru yolda olmadıklarını söylüyorlardı. Kitabı bilmeyen­ler de onlar gibi söylediler. Bu tarz tavırlar ve söylentiler kuruntudan ibarettir.

Ayrıca Mâide sûresinin 18. âyetinde yahudilerin ve hıristiyanların de­rin, derin olduğu kadar sirke götüren kuruntularının doruk noktasına rastlarız: 'Yahudiler ve hıristiyanlar Biz Al­lah'ın oğullan ve sevgilileriyiz' dediler. Kuruntunun en katısı ve en teh­likelisi budur. Yahudilerin Hz. Üzeyir'i; hıristiyanların Hz. İsa'yı "Allah'ın oğludur" deyip kuruntularını şirke götürmeleri yetmiyormuş gibi, kendilerini de Allah'ın oğlu görmeye başladılar. Doğru bilgiye dayanmayan, sadece di­ğer dinlere mensup olanlara üstünlük sağlamak için uydurulan bu safsatalar kuruntunun kendisini teşkil etmektedir.

tılmaktadır:

(Kitap ehli) yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete gidemeyecektir dediler. Bu, onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin' de! Yahudilerin ve hıristiyaniann cenneti parselleyip kimseye vermemeleri de kuruntunun en ağındır. Başka bir kuruntu çeşidini Bakara sûresinin 135. âyetinde buluyoruz: "Yahudi ya da hıristiyan ol ki, doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: "Hayır! Biz, hanif olan İbrahim'in dinine uyanz. O müşriklerden değildi."

Kendilerini Allah'ın oğlu görmeleri, O'nun sevgili kullan olduklarını iddia etmeleri, cenneti kendilerine tahsis etmeleri, birbirlerine üstünlük id­diasında bulunmaları, doğru yolun kendi yollarının olduğu inancını taşımaları ve bu inanç, fikir ve iddialannı hiçbir delile dayandıramamaları onların ne kadar geniş ve derin bir kuruntu çukurunda oldukların göstermektedir.

Kitaplar ve peygamberler arasında üstünlük mukayesesi yapmanın kuruntusu dile getirilmektedir. Dikkat edilirse Allah müslümanlan da devreye sokmaktadır. Bu tartışmalara, yahudilerle hıristiyanlar kendi aralarında ve müslümanlara karşı yaptıkları halde, müslümanlar niçin devreye sokulmuştur? Bu sorunun cevabı müslümanların içerisinde teşekkül eden grup ve cema­atlerin de kendi aralarında üstünlük iddiasında bulunma ihtimalinin olmasıdır.

 Dinlerini parça parça edip grup­lara ayrılanlar var ya, onlar için yapabileceğin hiçbir şey yoktur (En'âm 6/ 159). inançlarım bütünlüğünü bozarak fırkalara ayrılanları gündeme getiren bu âyet, onların çaresiz hastalığa yakalandıklarına dikkat çekmektedir. Bu kuruntunun tedavisi yoktur.

Mü'minûn sûresinin 53. âyeti kuruntunun, dinde hizipleşmelere, bölün­melere ve birbirine üstünlük kurmaya çalışan bütün dinî gruplaşmalara nasıl götürdüğünü anlatmaktadır. Tevhid inancından ayrılıp kendi elindekiyle rahat­lamaya, kendi beyninde bir kuruntu alanı kurup, orada iktidannı yürütmeye çalışan bütün dinlere mensup insanların dikkatini çekmektedir. "Benim kita­bım, benim peygamberim, benim mezhebim, benim grubum, benim cemaatim üstündür; sizinkiler üstün olmadığı gibi doğru yolda da değilsiniz" diyerek birbirini itham edenler kuruntu denizinde boğulmaktadırlar. Allah böyle düşü­nen, inanan, iddia eden insanları âyetin kapsamına almaktadır.

Râzî haklı olarak şöyle demektedir: Dinin konması ve sevapla ceza sizin kuruntularınıza göre belirlenmemektedir[169]. Allah'ın sev­gili kulu olmak, âhirette sonsuz mutluluğu yakalamak, öyle lafla değil gerçek iman ve yararlı işle olacaktır. Bu alanda kuruntuya yer yoktur. "Ne sizin ku­runtunuzla ne de kitap ehlinin kuruntulanyla iş olur" derken işi Allah'ın emrine uygun düşen imanla ve amelle olacağını âhiretteki hayatı bunların belirleyece­ğini ifade etmektedir.

"Kuruntu" bir önceki âyetle olan irtibatı gibi, âyetin son bölümünün de temelini oluşturmaktadır. Âhirette ebedî mutluluğun nasıl elde edileceğini, insanlar veya dinî gruplar değil Allah belirler. Aynı zamanda kötülüğü işleyen, işlediği kötülükle cezalandırılacağından bu konuda dinî grupların delilsiz, daya­naksız fikir beyan etmesi yanlıştır. "Kim bir kötülük işlerse ondan ötürü ce­zalandırılır" ifadesi evrensel mânada hukukî ve dinî bir kural koymaktadır.

Cezayı belirleyen insanın amelidir. Eylem iyi ise cenneti, kötü ise cezayı ça­ğıracaktır. Böylece hukuk eylemlere göre kanun koyacaktır, insanlara göre değil.

Kötüyü işleyen kişi, Al­lah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. 117. âyette Allah'tan başkasına ve şeytana çağrıda bulunup yardım isteyenlerin olduğunu, 118. âyette Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinenlerin bulunduğunu görmüştük. 123. âyetin sonunda Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulunacağı ilkesi söylenerek, böyle yapanların yanlışlığı tesbit edilmektedir.

Gerçek dost ve gerçek yardımcı Allah olduğuna göre, ondan başkasın­dan dilekte bulunmanın şirk olduğu kanununu insana bildirmektedir. Dinin ana ilkesi ve amacı insanları şirkin kirinden, batağından ve karanlığından kurtarmaktır. Tevhid inancının temel alınmadığı uygulamaların insanı mut­luluğa taşıması mümkün değildir.[170]

 

Ödülde Eşitlik:

 

124. Erkek olsun kadın olsun her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler, ve zerre kadar haksızlığa uğramazlar.                       

Âyetin analizi yapılırken bazı genellemelere gitmek gerekecektir:

1. Kadın ve erkeği eşit hale getiriyor. Dikkat edilirse âyet kadınla erkeği ayrı ayrı anmakta ve ortak noktalarının iman ve faydalı işler olduğunu tesbit etmektedir. İman ve yararlı işlerde cinsiyet farkı gözetmemektedir. İman eden gönül ve yararlı işler yapan bir varlığın kadın veya erkek oluşu önemli değildir; önemli olan yaptığı eylemdir.

2. Ödül cinsiyete göre değildir. Erkek veya kadın iman edip yararlı iş­ler işlerlerse, cennete girecek ve bu konuda asla haksızlığa uğramayacaklar­dır. Nakr kelimesi Nisa sûresinin 54. âyetinde açıklandı. Hurma çekirdeğinin çukurunda, hurmanın çıkıp bittiği noktaya denmektedir. Bu insanlar hurma çekirdeğinin üzerindeki nokta kadar haksızlığa uğramayacaklardır. Yüce Allah "Zerre kadar haksızlığa uğramazlar" ifadesiyle zulme başka bir tanım getirmektedir. Bir insana, yaptığı eylemden dolayı verilmesi gereken karşılığı vermemek zulümdür. Allah âhirette erkeklerin ve kadınların bu dünyada iş­ledikleri yararlı işlerin karşılığını verecektir; bunun verilmemesini zulüm ola­rak nitelendirmektedir.

Bunu insanlar arasına çekersek Allah bize bir öğretide bulunmaktadır. Farklı başarı gösterenlere, başarılarının karşılığında ödüllendirilmeleri gerekir. Basanlar ödüllendirilmezse zulüm olur. Başanlı insanları çeşitli şekilde ödül­lendiren toplumlar bu konuda haksızlık yapmazlarsa, ilâhî ahlâkı tatbik etmiş olurlar.[171]

 

Allah'a Teslimiyet:

 

125.  Bütün benliğini Allah'a teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü bâtıldan .yüz çeviren İbrahim'in inanç sis­temine Allah'ın onu sevgisiyle yücelteceğini görerek uyan ki­şinin dininden daha güzel bir din var imdir?

126.  Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.

Bu âyetlerde, din konusunda delilsiz ve dayanaksız konuşulamayacağı ve bunu yapanların bir kuruntu gölünde boğuldukları açıklanmaktadır:

1. Bütün benliğini Allah'a teslim etmek. Bunun açık­laması Bakara sûresinin 112. âyetinde yapıldı. Âyetin bu kısmındaki vech kavramı "bütün benliği" ifade etmektedir. Yüz, vücudun tamamında başı temsil ettiği için İslâm'ın tevhid inancının, yani imanın farklı bir açıdan bir tanımını vermektedir.

İman demek bütün benliğini, Allah'a teslim etmek demektir. Allah burada bunu niçin ele almıştır sorusunu sorabiliriz. Dinî meselelerde kuruntu yapanların, kendi görüşlerine göre fetva verenlerin yanlışını göstermek, aslında onların bütün benliklerini Allah'a teslim etmediklerini ispat etmek amacını gütmektedir. Benliğini Allah'a teslim eden için kuruntu söz konusu değildir. Dinî konularda cenneti kendine ait sanmanın, kendi kitabını, pey­gamberini üstün görmenin ve dinî konularda beşerî fetvalarla ayrılık yarat­manın teslimiyetteki problemden kaynaklandığını açıklamak için bu âyete yer verilmiştir.

Dinlerin özü ve temel ilkesi "bütün benliğim Allah'a teslim etmek" olarak tanımlanan imandır. Kuruntu imanın azlığına delil teşkil etmektedir. Kendini Allah'a teslim eden O'ndan başkasını dost edinmez ve dilekte bulunmaz.

2. Kaliteli iş üretmek. Allah muhsin ifadesine yer vermekte­dir. Bunun anlamı "yaptığı işi mükemmel yapmak"tır. Muhsin insan sadece Allah'ın rızâsını umarak iyilik yapan, Allah'ın kendini gördüğünü bilerek ha­reket edendir. Bunun anlamı ibadetlerinde ve diğer işlerinde iyi olanı üreten kişidir. Bütün benliğini Allah'a teslim etmekle muhsin arasında bir bağlantı kuran Allah, muhsin olmayan insanın böylesine seviyeli bir teslimiyete, yani imana sahip olmayacağına işaret etmektedir.

3. Her türlü bâtıldan yüz çeviren ibrahim'in inanç sistemine uymak. Hanîf kavramı bâtıl olan inançlardan sıyrılmayı ve katıksız bir imana sahip olmayı, yalnız Allah'a yönelmeyi ifade etmektedir. Bu kavram Bakara sûresinin 135. âyetinde açıklandı.

"Neden hanîf olan Hz. İbrahim'in inanç sistemine tâbi olmak dinin bir esası olarak kabul ediliyor" sorusunun cevabı âyetin sonunda verilmektedir. Allah İbrahim'i dost edindiği için onun inanç sistemine tâbi olmayı şart koşmaktadır. Bunun anlamı şudur: Yahudi ve hıristiyanlar müslümanlara:

"Yahudi ya da hıristiyan olunuz ki doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: Hayır! Biz hanîf olan İbrahim'in dinine uyanz. O müşriklerden değildi" (Bakara 2/ 135). Yahudilerin ve hıristiyanlann bu kuruntularının etkisinin dışında kalmayı becerebilmeleri için bunu şart koşmaktadır.

Allah Teâlâ niçin Hz. İbrahim'i dost edindi? Bakara sûresinin 125. âyetinde Allah Hz. İbrahim'i imtihan etti, o da imtihanı başarıyla verdi. "Kesin iman edenlerden olması için Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdi" (En'âm 6/7S); "Rabbi ona teslim ol demiş, o da âlemlerin rabbine teslim olduğunu beyan etmiş" (Bakara 2/131); "Allah ona oğlunu vaadinden dolayı kurban etmesini isteyince tereddütsüz bunu yerine getirmiştir" (Sâffat 37/ 102-107). Soyundan peygamber gelmesi için Allah'a dua etmiş ve Allah da onun duasını kabul etmiştir (Bakara 2/129; Ankebût 29/27). Bütün bu olanlar Allah'ın İbrahim'i hem dost edinmesinin sebepleri hem de işaretleri olmuştur.

Halîl kavramı sevginin doruk noktasını teşkil etmektedir. Zemahşerî bu âyetin tefsirinde halîl kavramına "senin yolunda seninle birlikte hareket etme" mânasını yüklemiştir. Aynı âyetin tefsirinde Râzî, halîl denen "dost" kavramına "işlerini ve sırlarını bilen, sevginin kalbin cidarına işlediği şekilde seven" mânasını vermiştir. Demek ki Allah dinin üç temel şartını burada vermektedir: Bütün benliğini Allah'a vermek, kaliteli iş üretmek ve hanîf olan Hz. İbrahim'in inanç sistemine uymak. Bu üç şey hem en güzel dinin tanımını vermekte hem de Allah'ın sevgisini kazanmanın yolunu tesbit etmek­tedir.

Din adına bütün bölünmelere, kuruntulara son veren üç temel esas bu âyette yer almaktadır. Kur'an, bütün benliğini Allah'a vermenin eğitimini yapmak için gelmiştir. Böylesine köklü ve sağlam imanın yanı sıra ihsan de­nen mükemmel iş üretmeyi ve Allah'ın dostluğunu kazanan Hz. İbrahim'in inanç sistemine tâbi olmayı da getirmektedir. "Ben üstünüm, sen gerisin; ben doğru yoldayım sen sapıksın" tartışmalarıyla yaratılan kuruntu âleminden çıkmanın yolu sağlam iman, kaliteli iş ve takip edilen yolun sağlamlığıdır.

"Neden bütün benliğimizi Allah'a teslim edeceğiz" sorusunun cevabını 126. âyet vermektedir. Bu âyet neden Allah'a şirk koşup O'ndan başkasından dilekte bulunulamayacağının da cevabı olmaktadır. Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir ve O, her şeyi kuşatmıştır. Bu güçte ve bu sıfatlara sahip olan varlığa eş koşulamaz, O'na teslim olunur ve ancak ondan yardım dilenir.[172]

 

Kadın Hakları:

 

127. Senden, kadujlar hakkında.fetva itiyorlar. De ki; "Allah, size onlar hakkmda Hükmünü açıfdıyor: Kendile­rine yazılmış olanı venneyip kendilenyİe evjenmekjştediğiniz öksüz kadınlar; zavallı çocuklar ve öksüzlere karşı adaleti yerin getirmeniz: hakkında olaınattia de Allah'm hükmünü açıklamaktadır ptiğuus hakkak ki Allah bilir."       

Bu âyette kadın haklarının temelleri atılmaktadır. Ashap, Hz. Peygam-ber'den kadınlar hakkında İslâm'ın görüşünü sormuştu. Onların sorusunun cevabını Hz. Peygamber değil de, bizzat Allah'm vereceği beyan edilmektedir. Bu beyan kadın haklan konusunda bir devrim yapmıştır. Kadın hakları, aşiret toplumunda geleneklerle tesbit edilmiş ve erkeklerin zulmüne uğramıştır. Kadınlar hakkında fetvayı Allah'ın vereceğinin anlamı, kadınların haklarının objektif hukuka göre belirleneceğidir. "Senden kadınlar hakkmda fetva istiyor­lar. Deki: Onlara ait hükmü size Allah açıklıyor." Câhiliye döneminde kadınlar ezilmiş, horlanmış, bir eşya muamelesi görmüş, cinsel tatmin aracı olarak kullanılmıştın-. Bu muamelelerin doğurduğu feryat ve figânlar arş-ı âlâya çıkmıştır. Kadınlar hakkında hükümleri erkekler koymuş, bu hükümler vic­dandan değil nefisten çıkmış ve şeytanın vesvesesinden öteye geçememiştir.

Kadınların yaptıkları görmezlikten gelinmiş, mirastan mahrum edilmiş, bazan hayat hakkı bile tanınmamıştır. Böyle kirli bir ortamda bu âyet bir ışık, bir soluk getirmiştir. Allah kadınlar hakkında fetva vermeyi Hz. Peygamber'e bile bırakmamıştır. Şimdi kadınlara getirilen hakların tesbitine çalışabiliriz.

a) Miras hakkı. Kitapta kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikahlamak istediğiniz yetim kadınlar ifadesinden anlıyoruz ki yetim kadınların miras haklannı yüce Allah Kur'an'da koymuştur. Âyetteki kitap "yazılı ilâhî hukuku" ifade etmektedir. Ayrıca "nikâh" yapmanın farziyetini de gündeme getirmektedir. Miras hakkını vermeden evlilik olayının olmamasını hükme bağlamaktadır. "Size kitapta okunup duran âyetler" cümlesi, fetvayı Allah'ın Kur'an vasıtasıyla verdiğini söylemektedir. Bu şu demektir: Allah Kur'an âyetleriyle fetva verirken, peygamber de öyle yapmalı, din âlimleri de fetvayı Kur'an âyetleriyle vermelidir.

Nisa sûresinin 7. âyetinde bire bir; 11. âyetinde erkeğe bir, kadına yarım; 32. âyetinde erkekle kadın emek sarfedince ikisinin de eşit pay alacağı görülmüştü. Nisa sûresinin 127. âyetinde kadının miras hakkının hukuka bağlandığı ve kadınlar hakkında Kur'an âyetleriyle verilen ilk fetvalardan birinin miras hakkı olduğu ortaya çıkmaktadır.

b) Adalet hakkı. Çaresiz çocuk­lara ve yetimlere âdil davranmanız hakkında...   Âyetin bu kısmında çocuk ve yetim haklan gündeme taşınmaktadır. Yetimlere ve çaresiz çocuklara karşı âyetin hükmü "âdil" davranmaktır. Câhiliye döneminde çocukların ve kızların miras hakkı yoktu. Kur'an bunun adalete sığmadığını ve bu konuda âdil davranmanın gerekli olduğunu bildirmektedir. Nisa sûresinin 3. âyetinde yetimlere karşı âdil davranmanın farz olduğu ve bunun onların hakkı olduğu buyurulmaktaydı. Bu sefer çaresiz çocukları yetimlerin yanma ilâve etmekte­dir. Demek ki Kur'an çocukların, yetimlerin ve evlenilecek yetim kadınların sosyal, medenî ve ekonomik haklannı gündeme getirmiş ve onlara âdil davranılmasım da şarta bağlamıştır.

Nisa sûresinin 127. âyetinde Allah, kadınlar konusunda hükmünü açık­larken Kur'an âyetlerinin okunmasına dikkat çekmiş ve yukanda belirtilen haklan fetvanın kapsamına almıştır. Âyetin sonunda  iyilikten ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilmektedir kıs­mında, "iyi" kavramına farklı bir tanım getirmektedir. İyi, yetim kadınlara miras hakkım vermek, çaresiz çocuklara ve yetimlere âdil davranmaktır. Al­lah bu iyinin hayata geçirilmesini istemekte, bunu yapanları bildiğini söylerken, onların bu davranışlarını değerlendirip ödüllendireceğine işaret etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki kadınlar hakkında fetva verebilmek için Kur'an'ın kadma bakışını bilmek gerekiyor. Bu konuda Kur'an'sız fetva verile­mez. Çünkü âyette fetva kelimesine yer verilmesi manidardır. Fetva "genç" mânasına gelen fetâdan türemiştir. Genç de gücü ve sağlamlığı ifade etmek­tedir, güçlü oluşu ve sağlamlığı açısından bu kelimeden türetilmiştir. Demek ki kadınlar hakkında en sağlam fetvayı Allah vermektedir. Allah da bu nitelik­teki fetvasını Kur'an'da ortaya koymuştur. Diğer taraftan kadınlar hakkındaki fetvanın içeriği evlilik, yetim meselesi, miras hukuku ve çaresiz çocuklara âdil davranmaktan oluşmaktadır. Bu içerikle âyet kadınlar ve yetimler konu­sunda köklü bir yenilik yapmaktadır.[173]

 

Aile İlişkileri ve Çözüm Yolları:

 

128.  Ve eğer bir kadtn, kocasının huysuzluğundan, yahut kendisinden yüz çevinAesbıden korfcarsa, Anlaşma ile aralarım düzeltmelerinde ikisine de giinah yoktu*, rîarış da­ima iyidir. Eğer güzel geçinir ve Allah'tan sakınırsanız, şüphe­siz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Bu âyet, kadının aile içindeki ilişkilerini ele almakta ve gelişen tatsız durumların neler olabileceğini, bunların nasıl çözüleceğini açıklamaktadır. Râzî ve Râzî'den önceki müfessirler âyetin gönderiliş sebebi olarak üç rivayet nakletmektedirler. Bu rivayetlerin ilki olan Sâib'inkini burada zikretmeyi uygun buluyoruz. Sâib, hanımı ihtiyarladığında onu boşamak istedi. Hanımı, bo­şanmak istemedi ve evlenmesine müsaade etti. Kendisi de çocuklarının anası olarak kalıp onları büyütmek istedi. Zaten âyetin içeriği hem tarihî bir olayın olduğunu hem de evrensel mânada bu işlerin ortaya çıkacağını göster­mektedir. Evrensel mânada aile içi ilişkilerde bunların olma ihtimali büyüktür.

1. Kadının endişesi. Eğer bir kadın, kocasının kötü muamelesinden veya kendini terketmesinden korkarsa! âye-tindeki hâfet fiili, "bilmek, zannetmek, korkmak, endişe etmek" mânalarına gelmektedir. Kocanın olumsuz tavır veya davranışlarının kadında meydana getirdiği psikolojik durumu anlatmaktadır. Kocasının nüşûzü "geçimsizliği, hoşnutsuzluğu ve bu sebeple olumsuz muamelede bulunması" anlamına gel­mektedir. Kocanın i'râdı "yüz çevirmesi, yüzünü ekşitmesi, cinsel ilişkide bulunmaması ve aile ilişkilerine riayet etmemesi" demektir. Bu iki hareket biçimi, kadının gönlünde bir korku ve endişe meydana getirir. Âyet bunun doğal bir korku olduğuna da işaret etmektedir.

2. Barış yapılmalı. Kocanın bu davranışları gerçek olabilir, ama ilk yapılacak şey derhal aileyi yıkmak değildir. Sürecin ilk basamağı eşler arasın­da bansın gerçekleştirilmesidir. Başka bir açıdan bakarak kocanın kötü bir niyetle böyle yapmadığı, ama kadının aşın kıskançlığı sebebiyle böyle bir korkuya kapıldığı da olabilir. O zaman kadının kıskançlığını giderecek bir banş yapılmalıdır. Anlaşırlarsa kendilerine bir günah yoktur[174]. Ayetin bu kısmında, sanki banşı eşlerin kendilerinin yapması gerektiğine bir işaret vardır. Bunun anlamı, kadın kocasına endişesini, yani korkusunu anlatacak, koca da bu davranışlardan vazgeçeceğini, yaptıklarından üzüntü duyduğunu bildirerek aralarındaki bu olumsuzluğu kaldınp banşacaklardır. Âyetten anlıyoruz ki bu, aile içindeki olayların, dışanya yansıma safhasına gelmediği durumlarda söz konusudur. Eşler aile sırlarını ifşa etmeden, topluma yansıtmadan kendi aralannda sulh ile sona erdirmelidirler. "Kol kınlır yen içinde kalır" ifadesinin aile ilişkilerinde uygulanmasıdır.

Âyetin bu kısmı medenî ilişkiler içinde olan eşlere yöneliktir. Çünkü kocasının geçimsizliğini çevresine anlatmayan ve sorunun aile içinde çözülme­sini sağlayan bir kadın medenî bir seviyededir. Eşinin endişesini gidermek için aile ilişkilerine olumlu mânada katkıda bulunan koca da medenî seviyesini ortaya koymuş demektir. Sorunlarını kendi aralarında çözecek kadar olgun olan eşler, ailenin yıkılmasına fırsat vermeyeceklerdir.

Âyetin bu kısmından çıkarılabilecek bir ilke de şudur: Kur'an, kocanın her istediğini yapacağı; ama kadınm, barış yapacak, barış için masaya oturup, söz söyleyecek şahsiyete sahip olmadığı fikrini, anlayışını yıkmış; ona eşiyle oturup meselelerini tartışacak ve sorunlarım çözecek bir kimlik kazandırmıştır. Endişelerini, korkularını kocasına anlatacak ve gerektiğinde affedip barış yapabilecek bir onuru kadına vermiştir. Böylece Kur'an, korkunun yuvayı yıkmasını önleyip, ailede endişelerin rahatlıkla kelimelere dökülerek gündeme getirilmesinin ortamını hazırlamıştır.

3. Sulh. Yüce Allah Barışta hayır vardır buyurarak ailenin yıkılmasından yana değil yaşamasından yana olduğunu beyan etmiştir. Barış gruplar ve devletler arasındaki siyasette ve aile hayatında vazgeçilmeyen bir değerdir. Diğer taraftan insanın iç âleminde akıl, gönül ve nefis arasında oluşan banş ağacı, aileye, topluma ve nihayet insanlığa dal budak satmalıdır.

4. Kıskançlık. Şuhh hem "cimrilik" hem de "kıskançlık" anlamım ifade etmektedir. Zemahşerî bunu mal sevgisi olarak mânalandırmaktadır. Çünkü mal sevgisi cimrilik meydana getirir. Ama bunun doğuştan var olduğunu da söylemektedir. Fakat âyetin içeriğine bakıldığında, burada anlatılan cimrilik değil kıskançlıktır. Kadının kocasını kıskanmasını ele almaktadır. Eşini kıskan­mak veya başka türlü bir kıskançlık doğuştan insana verilmiştir. Âyette yer almasının sebebi kadının aşırı kıskanmasında kocası hakkındaki korkusu doğ­muş olacağını göstermekte, korku ile kıskançlık arasında bir ilişki kurmakta­dır. Sebep-sonuç ilişkisi bağlamında kıskançlık sebep, korkmak da sonuç olmaktadır. Demek ki insanın duygu âleminde de sosyal olayların arasındaki sebep-sonuç ilişkisi gibi ilişkiler vardır.

5. Allah yapılanlardan haberdardır. Fakat iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. Âyetteki Eğer iyilik yaparsanız ifadesi, eşlerin iyi geçinmesine işaret etmektedir. "İyilik" kelimesinin yerine, "iyi geçinirseniz" ifadesini koymak mümkündür. Buradaki ihsan kelimesi "iyi geçinmek" olduğu gibi "güzel geçinmek" de olabilir. Eşlerin banş yaparak aileyi yıkmadan birlikte yaşamalarının sanatsal bir güzelliği olduğu kadar ahlâkî bir iyiliği de vardır. İhsan kavramı hem ahlâkî iyiliği hem de sanatsal güzelliği ifade etmektedir.

Böylece Allah ihsan kelimesinin başka bir açıdan tanımım yaparak, ailede eşlerin barış ve mutluluk içinde yaşamalarına işaret etmektedir. Âyetin bu bölümünde ihsandan sonra takva kelimesinin gelmesi manidardır. Takva­nın "sakınmak, korumak" mânalanndan hareket edersek, bu ilişkinin ne anla­ma geldiğini söyleyebiliriz. Buradaki sakınmak manasıyla takva, ihsan denen güzelliğin kaybolmasından, o ahlâkî iyi denen barış içinde yaşamın yok olma­sından sakınmaktır. "Korumak" manasıyla takva ailede oluşan güzelliğin ve iyiliğin bir daha incinmemesi için korunmasının buyruğunu ifade etmektedir.

Ailedeki bansın getirdiği iyilik ve güzellikte süreklilik esas alınmalıdır. Onun içindir ki Allah ihsandan sonra takvayı getirmiştir. Önce iyiyi ve güzeli üreteceğiz, sonra onlan koruyacağız. Takvaya başka bir mâna yüklersek şöyle deriz: Takva Allah'tan sakınmak olduğuna göre, ailedeki iyi ve güzelliği yıkmamak için Allah'tan sakınmak gerekiyor. Muhammed Esed'in takvaya verdiği mânadan hareket edersek deriz ki, iyi ve güzeli aile hayatında üretmek bir bilinç işidir, bir sorumluluk şuurudur. Allah'a karşı sorumluluğunun bilin­cinde olan insan, iyi ve güzeli korur. İyi ve güzeli ailede üreten, yaşatan ve koruyan insanların amellerinden Allah haberdardır. Bunun anlamı, bu insan­ların eylemlerini ve düşüncelerini değerlendirecektir.

Kısaca diyebiliriz ki aile hayatındaki huysuzlukların, ihmallerin ve kıs­kançlıkların doğurduğu korkunun bertaraf edilmesiyle meydana gelen değişi­min doğurduğu barış, aileye iyiliği ve güzelliği getirmektedir. Bu durumun devam ettirilmesi ve korunması için yapılan bütün eylemler Allah tarafından değerlendirilecektir. Kötüden iyiye doğru olan olumlu değişimin eylemi ve ürünü elbette karşılıksız kalmaz.[175]

 

Adil Olmak:

 

129. Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında (tam) ada­let yapamazsınız. Öyleyse (birine) tamamen meyledip ötekini askıda (köcasızmış gibi bırakmayınız. .Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız, Allah bağışlayan ve merhamet edendir.

Allah bu sûrenin 3. âyetinde yetim kızlarla evlenip onlara âdil davran-mayacak olanlara birden dörde kadar evlenme ruhsatını tanımaktadır. Eşler arasında âdil davranamayacak olanların da tek eş almalarını hükme bağlamak­tadır. Nisa sûresinin 129. âyetinde adaleti tekrar gündeme getirerek, bu de­ğerin çok evli kişiler tarafından yaralanmamasını istemektedir. Hanımları arasında adaleti temin edecek eşlere çok ender rastlanır. Belki de bu imkân­sızdır. Onun içindir ki Allah, "Ne kadar arzu etseniz bile kadınlar arasında tam adaleti sağlayamazsınız" buyurmaktadır. Bunun anlamı duygu, adaletin tam gerçekleşmesine manidir. Çünkü duygular çoğu zaman insanın kontrolü­nün dışına çıkar ve onun iradesini işlemez hale getirir. Bu durumun en çok zarar verdiği değer de adalettir.

Duygularının etkisi altına kalmayıp hammlanyla ilişkilerini aklî boyutta temin edecek olan insanların erdemin doruk noktasında olduğu da bir gerçek­tir. Âdil davranmayı tutku derecesinde istese bile insanın bunu beceremeyece­ğine işaret eden Allah, çare olarak bir çıkış yolun getirmektedir: "Birine ta­mamen yönelip ötekini askıda(kocasızmış) gibi bırakmayınız." Eşleri arasında duygu bakımından âdil olamayana Allah, birine tamamen meyletmemesini ötekini de tamamen boşlukta bırakıp ihmal etmemesini emretmektedir. De­mek ki mutlak adaleti gerçekleştirmenin imkânsız olduğu şartlarda, tamamen birine meyletmemeyi gündeme getirerek şartlara göre adaleti koruma kanu­nuna başvurmaktadır.

Bu ilişkiler sisteminde hata yapmak kaçınılmazdır. Önemli olan İşleri yoluna koyarsanız yani mümkün mertebe eşler arasında adalet göstermeye çalışırsanız ve bu konuda Allah'tan sakınırsanız, Allah'ı affedici ve merhamet edici olarak bulursunuz. Bu âyette de ıslah ile takva arasında ilişki kurulmaktadır. Islah kavramı "işleri yoluna koymak" anlamına gel­mektedir. Bunun anlamı duygularının esiri olmadan, adaleti elinden geldiğince eşler arasında gerçekleştirme gayretinde olan ve bu durumu korumaya ça­lışan insan, ufak hatalarında Allah'ın affını ve merhametini görecektir.[176]

 

Eşlerin Ayrılması:

 

130. Eğer eşler aytıfıtlarea, Allah her birini lutfuyla bes­leyip geçindirir. Çünkü Allah (lotfunda) sıhtrstzdır, hikmet       .' sahibidir.

128. âyette bansın, 129. âyette adaletin gerçekleşmediği durumlarda boşanma ihtimali gündeme getirilmektedir. Banşı ve adaleti gerçekleştirip işi yoluna koyamamanın varacağı nihaî nokta ayrılıktır. Ayrılık durumunda ne olacaktır? Ayrılığın kaçınılmaz olduğu durumlarda Allah müdahale edece­ğini bu âyette ifade etmektedir. Eşlerden her birine kendi rahmetinden istifa­de ettirerek geçimlerini temin edecektir.

Bundan anlıyoruz ki eşler arasındaki ilişkilerin çıkmaza girdiği anlarda boşanma helâldir. Ama boşanma Allah katında meşruluk kazanırsa, Allah kendi katından onların ihtiyaçlarını giderecek imkânları temin edecektir. "Ka­dının ekonomik bağımsızlığı yoktur" diye zalim bir kocanın zulmünü çekmesi doğru değildir. Ama genelde erkekler ekonomik güçlerini mesleği olmayan hanımlarına karşı kullanıp eziyet edebilirler ve hatta eziyet etmekte olanları vardır. Bu tip kocaların baskısı altında inlemektense ayrılıp Allah'ın lutfunu beklemek daha doğrudur. Allah bu durumdaki eşe ayrıldığında kendi lutfunu devreye sokarak, aç bırakmayacağına dair garanti vermektedir.

Başka bir açıdan bakarsak şöyle bir neticeye varabiliriz: Uyuşamayıp ayrılanlara Allah daha iyi eşler nasip edeceğini vaad etmektedir. Ayrılma meşrudur ve ayrılma meşru şartlar altında olursa ayrılan eşlere daha iyi eş bulmayı lutfedecektir. "Allah (lutfiında) sınırsızdır; hikmet sahibidir." Yüce Allah ayrılan eşlerin durumuna lütuf ve hikmetiyle müdahale etmektedir. Âyetin sonundaki bu ifade Allah'a inanan insanlar için çok önemli bir destek, dayanak ve moral kaynağıdır. Âyetin bu kısmıyla Allah boşanan bir kadına veya erkeğe, güvence vermekte, "Boşanırsam ben mahvolurum" karamsarlı­ğını gereksiz bulmaktadır. Onlara lutfiında sınırsız olan ve yaptığını yerli ye­rinde yapan ilâhî gözetimin altında olduklarının güvencesini vermektedir.

Burada şu soruyu sorabiliriz: Ayrılıklar sırasında genellikle kadınlar ağır problemlerle karşılaştıkları halde, neden âyette her ikisi denip koca da devreye sokulmaktadır? Bunun cevabı şudur: Kadın da kendi kocasından ayrılma davası açabilir. Başka bir ifade ile kadınm ayrılmasıyla erkek mağdur duruma düşebilir.

Âyetin ilk kelimesine bakarsak "aynlırlarsa" ifadesinden, ayrılık olayın­da her ikisinin iradesinin söz konusu olduğunu anlarız. 128. âyetteki barışı gerçekleştirmenin çıkmaza girmesi demek, eşlerden birinin veya ikisinin barı­şa yanaşmaması demektir. Barışa yanaşmamak ise hür iradesini kullanmak demektir. 130. âyetin başındaki yeteferreka "aynlırlarsa" fiilinde her iki ta­rafın iradesi söz konusudur. Demek ki kadın kendi isteği ile çekip gidemez; koca da kendi isteği ile karısını boşayamaz. Nisa sûresinin 35. âyetine göre, iradelerini hâkimin huzurunda mahkemede beyan edip ispatlayacaklardır.

Her iki iradenin mahkemede hâkimin huzurunda beyan edilmesi, bo­şanmanın meşruluğunu hukuk açısından ortaya koyacağı için, Allah da kendi lutfu ile eşleri çaresiz hale getirmeyecektir. Böylece Allah kullarının medenî durumlarıyla yakinen ilgilendiğini de beyan etmektedir.[177]

 

Allah'a Karşı Sorumluluğun Şuurunda Olmak:

 

131. Ve göklerde ve yerde olan her şey -Allah'a aittir. Biz hem sizden önce kitap verilenlere hem de size Allah'a

saygılı olmanızı andolsun emrettik. Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hudutsuz zengindir, övülmeye lâyık olandır.

132. Göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir. Vekil olarak Allah yeter.            

133. Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok edip, başkaları­nı getirir. Allah buna kadirdir.

Bu âyetler bir önceki âyetin sonundaki "sınırsız lütuf sahibi olma" ile "hikmet sahibi obua" sıfatlarının açıklaması olabilir. "Allah vasîdif", "hakimdir" sıfatlarının ne anlama geldiğini bu âyetlerden daha iyi anlıyoruz. Allah vasîdir ifadesini açarsak "göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir" mânası çıkar. Göklerde olanlarla yerde olanların kendisine ait olduğu Allah'ın lutfu da son­suzdur. Demek ki 131. âyet, 130. âyetin son kısmının açılımı olmaktadır.

131. âyetin devamı, böyle bir lutfa ve kudrete sahip olan Allah'a ne yapılması gerektiğini açıklamaktadır. Allah bunu şu şekilde izah ediyor: "Andolsun sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size 'Allah'a saygılı olunuz' diye emrettik." Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli ilke şudur: Lutfu sonsuz olan göklerdeki ve yerdeki her şey kendisine ait olan Allah'a saygı duymak gerekiyor. Takvanın emir kalıbında alınması bize şu mânayı vermeye müsaade etmektedir. "Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olunuz"; "Allah'a saygı duyunuz." Biz bunlardan ikincisini tercih ediyoruz. Fakat takva kelimesine âyetin devamına göre mâna verirsek "iman ediniz" demek mümkündür. Çünkü âyetin devamında "Eğer inkâr ederseniz" ibaresi yer almaktadır. Yani inkâr, takvanın karşıt anlamı olarak verilmektedir. İn­kârın zıt anlamı imandır. O zaman "Allah'a saygı duyunuz" ifadesini "Allah'a inanınız" şeklinde mânalandırmak daha doğru olacaktır. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" ifadesinin amaçlandığı iman duygusudur. Takvayı iman ile özleştirmemizin sebebi imansız takvanın olamayacağından dolayıdır. Yûnus sûresin 63. âyetine göre, önce iman sonra takva gelmektedir. Bir diğer sebebimiz de 128-129. âyetlerdeki ailede eşlerarası ilişkilerde yer ala­cak olan takvanın imanî boyutunu göstermektir.

"Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Al­lah'ındır." Âyetin ilk bölümünde takva, yani imandan önce söylenen, şimdi inkârdan sonra söylenmektedir. Bunun anlamı şudur: Kâinatın kanunları ora­daki oluşumlar inkâra mani olup imana götürmelidir. Böylece inkârla boğuşa­cak olan şeyin kâinat bilgisi olacağını ve aynı şeyin imana götüreceğini Al­lah Teâlâ vurgulamaktadır.

Bütün bu oluşumlar, Allah'ın müstağni oluşuna ve sonsuz övgüye lâyık olduğu bilgisine götürmelidir. "Hamd âlemlerin rabbine aittir" şeklindeki Fatiha sûresinin 2. âyetine işaret etmektedir. Allah sonsuz bir zenginliğe sahip oldu­ğu ve kâinattaki bütün oluşumları yarattığı ve sahip çıktığı içinde övgüye lâyık olduğunun öğretisini vermektedir.

131. âyette anlatılanlar sadece müslümanlan değil aynı zamanda kitap ehli denen yahudi ve hıristiyanlan da kapsamaktadır. "Sizden önce kitap ve­rilenlere de emrettik" ifadesi dört dinin mensuplarını içermektedir. Böylece göklerde ve yerde olanların sahibinin kim olduğunun bilinmesi, dinler arasında müşterek noktalardan birini teşkil etmektedir. Kâinatın sahibini bilmek, O'na saygı gösterip iman etmek, O'nu inkâr etmemek dinlerin ortak temel inançla­rıdır.

132. âyette yine "göklerde ve yerde olanların Allah'a ait olduğu" günde­me getirilmektedir. 131. âyette Allah'ın sonsuz zenginliğe sahip olduğu ve yaptıklarıyla övgüye (hamd) lâyık olduğu esasına varılırken, 132. âyette "vekil olarak Allah'ın yeterliliği" neticesi dile getirilmektedir. Yüce Allah gökler ve yer ile olan ilişkisini gündeme getirerek kendi sıfatlarını anlatmaktadır. Demek ki din eğitiminde eserden müessire giden çizgi öğretilmelidir. Esere bakarak sanatkânn dehasını anladığımız gibi, kâinata bakarak yaratıcının yüce sıfatlan anlaşılmalıdır.

Bütün bu anlatılanların ve verilen emirlerin anlaşılıp yerine getirilmesi önemli bir değişimi meydana getirebilir. Bu değişimin, insanların yok edilip yerine başkalarının getirilmesi şeklinde tezahür edebileceği 133. âyette belir­tilmektedir: "Allah dilerse, ey insanlar! Sizi yok edip (yerinize) başkalarını geçirebilir. Çünkü Allah bunu yapmaya gerçekten muktedirdir." İmansızlık ve Allah'a karşı saygısızlık öylesine tahrip edicidir ki, toplumları çökertebile­cek bir güce sahiptir. Toplumların sosyal gücünü ve siyasî erkini alıp başkala­rına verecek derecede tehlike arzetmektedir. Nûh, Lût, Semûd, Âd ve Firavun kavimlerine olan yıkım manevî kirlenmeden kaynaklanmaktadır. Kur-an'da yer alan kavimlerin yok oluşlarının iyi bir analizi yapıldığında inkârın ne derece tahrip edici olduğu görülecektir.

İmanın insanın hayatına denk bir mânası olduğu gibi, inkârın da insanın hayatına son verdirecek bir çirkinliği vardır. Demek ki insanın hayatı beyin ve gönlündeki oluşumlarla değer kazanmakta veya değer kaybetmektedir. Allah dileğini gündeme getirerek inkarcıların bu dileği işletebileceklerine işaret etmektedir. Bu âyette "derinden" bir uyan yer almaktadır. Bütün insan­ları muhatap alması, değişimdeki sebep-sonuç ilişkisinin evrensel bir kanun olduğunun delili olmaktadır.[178]

 

Dünya ve Âhiret Sevabı:

 

134. Kim dünyanın sevabını isterse (bilsin ki) dünya­nın da âhhretin de sevabı Allah katandadır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.

Âyette geçen sevâb kelimesi "nimet, mükâfat, ganimet, menfaat" mânalarına gelmektedir. Kelime Kur'an1 da geçtiği yere göre mâna kazanmak­tadır. Kelimenin lügat mânası "dönmek", su ile kullanılınca "suyun toplanması, dolması; tövbe etmek"; mal ile kullanılınca "çoğalmak, peş peşe gelmek"; hasta ile kullanılınca "iyileşmek; karşılığını vermek"; tesevvebe kalıbından alınınca, "sevap kazanmak"; sevâb kalıbı "karşılık, mükâfat, bal ansı, nimet"; mesab kalıbından alınınca "ev, Kabe, sığınak, insanların ayrıldıktan sonra toplandıkları yer, avcı tuzaklarının kurulduğu yer" mânalanna gelmektedir. Sevb denen elbise de aynı kelimeden türemiştir.

 

Sevab Kelimesinin Kur'an'daki Mâna­ları:

 

1. Cezalandırmak. Bu dünyada günahkârlar iman edenlere gülerler, iman edenlerle karşılaştıklarında kaş-göz hareketleriyle alay ederler (Mutaffıfîn 83/29-30). Âhirette roller değişecek iman edenler kâfirlere gülecek, koltuklarının üzerinde etrafa bakarken şu kelimeler ağızlarından dökülecek Kâ­firler yaptıklarının cezasını buldular mı? Süvvibe kalıbından gelen kelime "cezalandırılmak" anlamına gelir.

2. Vermek. Âl-i İmrân sûresinin 153. âyetinde esâbe kalıbından, psiko­lojik manasıyla vermek anlamını ifade etmektedir. Allah si­ze keder üstüne keder verdi. İnsanın içinde Allah'ın kederden meydana getirdiği şeyden dolayı "vermek" anlamında bu kelimeye yer vermektedir.

3. Ödüllendirmek. Söyledikleri sözden dolayı Allah onları ödüllendirdi (Mâide 5/85)' Feth sûresinin 18. âyetinde de fetihle ödül­lendirmek anlamında yer almıştır: "Cennetle ödüllendirmek, zaferle ödül­lendirmek." Bu mânada esâbe kalıbından getirilmektedir.

4. Nimet. Âl-i İmrân sûresinin 145 ve onun gibi âyetlerde sevâb kalıbında "dünya ve âhiret nimeti"ni ifade etmektedir. "Her kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz; kim de âhiret nimetini isterse ona da bundan

veririz."

5. Karşılık. Kehf sûresinin 31. âyetinde sevâb kalıbında gelmektedir. Ne güzel karşılık anlamını ifade etmektedir.

6. Mükâfat. Âl-i İmrân sûresinin 195. âyetinde Bu mükâ­fat Allah katındadır" denirken yine savâb kalıbında yer almaktadır.

7. Toplanılacak sığınak. Bakara sûresinin 125. âyetinde mesabe kalı­bında gelmiştir. Yüce Allah Kabe'yi sığınılacak bir yer olarak tayin etmiştir. Toplanılacak sevabın, üretileceği yer anlamına da gelmektedir.

8. Elbise. Hac sûresinin 19. âyetinde "kâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir denirken siyâb kalıbında kullanılmıştır.

Bütün bunları bir araya getirirsek "giysi" mânası öne çıkmaktadır. Çün­kü Allah'ın ödülü, mükâfatı, karşılığı, verdiği her şey bir elbise gibi insanı korumaktadır. Tıpkı soğuktan insanı koruyan ve avret yerlerini görünmekten muhafaza eden elbise gibi Allah'ın ödülü de insanı korumaktadır. Diğer taraf­tan "toplanılacak sığmak" mânası da öne çıkmaktadır. İyinin, güzelin, doğrunun üretileceği toplantı yeri demektir. Onun için Kabe bir üniversitedir. Yüce Allah 134. âyette öncelikle insanın, dünya ve âhiret nimetlerini istemek konu­sunda hür olduğunu bir ilke olarak koymaktadır. Diğer taraftan kulunun irade­sine, yani tercihine baskı yapmadan rehberlik etmektedir.

Böylece eğitimcilere, insanların iradelerine baskı yapmanın doğru ol­mayacağını öğretmektedir. İnsan dünya nimetini ister ama, dünya ve âhiretin nimetinin Allah katında olmasını bilmelidir. Böylece Nisa sûresinin 117. âye­tinde "Onlar Allah'ı bırakıp yalnızca birtakım tanrılardan istiyorlar; ancak inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar" âyetinin bir cevabını vermektedir. Put­lar ve şeytandan değil dünya ve âhiretin nimeti kendi katında olan Allah'tan istemelerini buyurmaktadır. Yüce Allah kullarının dediklerini, yaptıklarını, neleri tercih ettiklerini, tavırlarını kimden yana koyduklarını hem duyuyor, hem de görüyor.[179]

 

Adaleti Ayakta Tutmak:

 

135. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz^ anne babanız ve akraban» aleyhinde de olsa Al­lah için şahitlik eden kimseler, olunuz. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (stz-den)daha yakındır; Hislerinize uyut* adaletten sapmayınız. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğip bükerseniz ya da doğruyu söylemezseniz, muhakkaka ki Allah yaptıklarınızı bilir.

Nisa sûresi hukukun çeşitli alanlarına girmiş, adaleti öne çıkarmış, yalan yere şahitliğin kötülüğünü açıklamış ve nihayet adaletin ayakta tutulmasının yollarının neler olduğunu bu âyette anlatmıştır. Meselâ Nisa sûresinin 2 ve 3. âyetinde yetim haklarına riayet etmenin önemini ele almış onlara âdil davranmayı öne çıkarmıştır. Daha sonraki âyetlerde miras hukukunu derinlemesine açıklamıştır.

Nisa sûresinin 29. âyetinde malların haksız yere yenmemesi hükme bağlanmış; 58. âyette insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetme emredilmiş; 105. âyette Allah'ın gösterdiği şekilde insanlar arasında hükme­dip, hainlerin müdafaa edilemeyeceği emredilmiş; çaresiz ve yetim olanlara âdil davranılması 127. âyette hükme bağlanmış; 128 ve 129. âyette ailede eşler arasında bansın tesisi ve adaleti gözetmenin önemi vurgulanmıştır. Adaletle başlayıp adaletle devam eden Nisa sûresi, hukukun objektifliğini savunmuş ve bu konuda devrimini gerçekleştirmiştir. Bütün bu âyetlerden sonra genel mânada, adaletin bayrağını ayakta tutmak için hiçbir şeyin engel olmamasını ön görmüş ve bu engellerin neler olacağım da açıklamıştır.

1. Allah için şahitlik etmek. Yüce Allah hukukî muamelelerin, davaların ibadet haline dönüşmesi için Allah adına şahitlik yapılmasını istemektedir. Lillâh derken "Allah için" şahitliğin yapılmasını istemektedir. Kavvâmîne bi'I-kıst ifadesiyle de adaletin titizlikle ayakta tutulmasını emretmektedir. Âyet şöyledir: Ey iman edenler! Adaleti Al­lah için şahitlik ederek titizlikle ayakta tutanlar olunuz. Şahitlik ederken Allah'ı gözetmek, adaletin ayakta durmasını temin eden candır, güçtür.

2. Engellerin ortadan kaldırılması. Allah için şahitlik edip adaletin ayak­ta durmasına engel olacak olanlardan ilki "insanın kendi adına yapacağı şa-hitlik"tir. Kendiniz bile olsanız, yani insanm yapacağı şahitli­ğin konusu kendisi bile olsa doğruyu söylemekle mükelleftir. Yüce Allah adaletin ayakta tutulması için kişinin kendisinden başlamaktadır. Kendi aleyhinde olsa bile doğruyu söyleyen insanların bulunduğu toplum yıkılır mı? Allah lutfunu bu topluluğa göndermez mi? Anne baba olsa bile, mü­min insan ebeveyni hakkında şahitlikte bulunsa bile doğruyu söyleyecektir. Doğru, hak ve adalet her şeyin üstünde bir değere sahiptir. Anne baba olsa bile adaletin ayakta durması engellenemez. Akraba olsa bile, mü­min kişi şahitlik yaparken akrabalık mefhumunu da dikkate almayacaktır. Akrabasından yana tavır koyarak hukuku yanıltmayacak, adaletin bayrağını indirmeyecek kadar sağlam iman sahibi olacaktır.

Zengin olsunlar fakir olsunlar, Allah onlara daha yakındır. Davalıların bir grubu fakir olabilir, duygusal davranarak fakirden yana tavır koyup zen­ginin hakkım gasbedip ona vermek adaleti yaralamaktır. Çünkü hakkın zengin ve fakir şeklinde bir özelliği yoktur. Eğer şahitliği zengin adına yapıyorsan yine Allah için şahitlik ederek, adaletin bayrağını ayakta tutmak gerekiyor. Fakiri "fakirdir" diye, zengini "zengindir" diye haksız yere savunmak, yalan yere şahitlik etmek adaletin bayrağını yerlerde süründürmektir. Haklarını Allah'ın koruyacağı kişileri, haksız yere savunmak doğru değildir.

Demek ki Allah adaletin aldatılmasına, yamltılmasına sebep olan ve onun ayakta durmasına engel olan insanın adalete karşı olan durumudur. İnsan kendi hakkında şahitlik ederken doğruyu söylemez; anne babası, akra­bası onun doğruyu söylemesini engelleyebilir. Kişilere olan yakınlığımız, ada­letin gerçekleşmesini engelleyip yaralamasına sebep olabilir. Kişinin toplum­daki statüsü de şehâdeti menfi mânada etkiler.

Servet düşmanı olan insanlar haksız yere zenginin aleyhine şahitlik edebildiği gibi, zenginden korkarak, ondan menfaat umarak zenginin lehine şahitlik edip fakirin hakkının çiğnenmesine sebep olabilirler. Şahitlik yapan adamı kişinin toplumdaki statüsü etkilememelidir. Bunların olma ihtimali olma­saydı Kur'an'da yer almazlardı.

Adaletin gerçekleşmesini engelleyen diğer bir sebep de insanın nefsi olabilir.

Hislerinize uyup adaletten sapmayınız. İnsanı adaletten uzaklaştıran, saptıran şeyin kendi içindeki kötü arzusu, hissi ve hevesleri olabilir. İnsanın nefsindeki "hevâ"yani sübjektif davranma arzusu onun adaletten sapmasına sebep olabilir. Allah insan psikolojisiyle adalet arasında bağlantı kurmaktadır. İnsanın nefsinin, hislerinin etkisi altında kal­ması adalette derin fay hatları meydana getirebilir. Nefisteki hevâ denen fay hattı, insanın aklını adaletten ayıracak kadar güçlüdür. Kur'an'da böyle bir emrin yer alması, bu işin ciddiyetinin şahididir.

yüzlülüğe

linizi bükerseniz, yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız; muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir. İnsanın hevâsı dilin dönüşümünü, hareketini etkileyip, sözü eğip bükmeye başlatır. Doğruyu ifade edecek olan kelimeler ağızdan bir türlü çıkmaz. Adaletin ortaya çıkışını belirleyecek kelimeler, yalancı şahidin ağzında arabanın tekerleri gibi yuvarlanır. Dilin eğilip bükülmesinden kasıt, insanın içindeki kötü niyet, hevânın işgalidir. Beyni ve gönlü işgal eden hevâ, ağzında çakıl taşlan olan bir insanın konuşması gibidir.

Diğer taraftan dilin eğilip bükülerek konuşulmasından başka bir anlam da çıkartmak mümkündür: Söylenen sözler kalemin ucundaki, bilgisayarın tuşlanndaki kelimeler olabilir. Bir dava için yazılan raporlar, tutulan deliller, medyada yazılan yazılar bunun kapsamına girer ve girmelidir. İnsan nefsi kalemin yazdığı kelimeleri de etkiler, özellikle medyada ideolojik bakımdan bir araya gelen birden çok nefisler yazılarıyla adaletin bayrağının yerlerde sürünmesine sebep olabilir. O zaman bir tek nefsin adalette meydana getirdiği depremden, çok daha büyük depremle karşılaşmak mümkündür. Demek ki ağzı, insanın kendi ağzı, kalemin ağzı, bilgisayarın ağzı, medyanın ağzı olarak alınca adalete gelecek olan tehlikelerin çok yönlü olduğu anlaşılmış olur. Şahitlik yapacak olan kişi büyük baskı altına kalarak şahitlik yapmaktan vaz­geçebilir. Yüce Allah bunun kötü bir davranış olduğunu da beyan etmektedir.

Günümüz devletlerine baktığımızda onların birbirlerine karşı olan kinleri ve düşmanlıkları milletlerarası hukukun yanılmasına sebep olmaktadır. O zaman "ağızda geveleme" kavramı bir toplumun siyasîlerinin konuşması, tavır­ları anlamına gelmektedir. Yüce Allah adaletin bayrağını ayakta tutmak için diğer âyetlerde ilâve emirler vermektedir.

a) Herhan-gi bir topluma karşı kininiz sizi adaletten sapma günahına itmesin! Adil olunuz, bu takvaya daha yakın bir davranıştır (Mâide 5/8). Bu âyette top­lumlararası ilişkilerde adalet söz konusu olduğu zaman kinin adaleti etkile-memesinin hükmü yer almaktadır.

b) Rahmanın kulları, yalan yere şahitlik etmezler. (Furkan 25/72). Furkan sâresinin 63-77. âyetleri arasında, rahmanın kullarının neleri yapıp neleri yapmayacakları sıralanmaktadır. Bunlardan bir tanesi de "yalan yere şahitilk yapmayacaktandır."

c) Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet! Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır (Sâd 38/26). İnsanlar arasında adaletle hükmedip Allah adına şahitlik ederek adaleti ayakta tutmanın evrensel bir değer olduğunu bu âyetlerden anlıyoruz. Bütün dinlerde ve kültürlerde "adalet" bir değer olarak yer almıştır.

Burada sorulması gereken soru şudur: İnsanın kendisi hakkında, evlâ­dın anne babası, anne babanın evlâdı, yakın akrabaların birbirlerine şahitliği kabul müdür? Âyetten anlıyoruz ki insanlar kimsenin şahit olamayacağı du­rumda, yani başka bir şahidin bulunmadığı durumlarda kendi kendine şahitlik etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilirler. Bu durumda bir mümin, kendi aleyhinde olsa bile Allah adına doğruyu söylüyorsa Müslümanlığın ideal nok­tasında demektir. "Allah adına şahitlik etmek", iş yaparken Allah'ın kendini gördüğünü bilir ve şahit olarak Allah'ın şahitliğinin yeterli olacağının bilincinde olduğundan doğruyu söyler.

Anne babanın veya yakın akrabanın yaptığına evlâtlarından başkası şahit olmayabilir. Modern hukuk bakımından çok yakın akrabalar birbirlerine şahitlik edemezler ama, başka görenin bulunmadığı veya konunun götürüle­bilecek başka birinin bulunmadığı durumlarda mümin, anne babası veya akra­bası hakkında doğruyu söylüyorsa, işte o zaman adalete can veriyor demek­tir.

Diğer taraftan bu soruya başka bir açıdan da cevap verilebilir: Yüce Allah, adaleti ayakta tutmanın önemini vurgulamak için "Kendin, anne baban, akraban, zengin, fakir bile olsa Allah adına doğruyu söylemelisin" demektedir. Adalet insanın kendini, anne babasını, akrabasını, zengini, fakiri kayırmama-sıdır. Bu düzeyde müslüman bulmak bize zor görünmektedir. Babanın evlât­larını, evlâtların anne babalarını, kocanın hanımım, hanımın kocasını, kardeşin kardeşi korumadığı adalet, mutlak adalettir. Âyetin sonunda yer alan "Allah yaptıklarınızdan haberdardır" ifadesi, insanları adaleti yanıltmaktan caydırıcı bir niteliğe sahiptir. Yapılan şeylerden Allah'ın haberdar olduğun bilen bir müminin adaleti yanıltması, kayırma teşebbüsünde bulunması artık mümkün değildir.

İnsan adaleti yanıltabilir ama Allah'ın her şeyden haberdar olması, bir gün doğrunun mutlaka ortaya çıkmasını temin edecektir. Gerçek imanın görevi burada kendini belli eder. Mümin fert ve toplum hukukta kayırmanın olmadığı toplumdur. Kayırma Allah'ın lutfunu uzaklaştırmakta ve imanın seviyesini düşürmektedir.[180]

 

İman Esaslan:

 

136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberi'ne, ona in­dirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıya-met gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapitmıştir.

Bu âyet imanın şartlarını sıralamaktadır. Fakat iman edenlere niçin "iman ediniz" emrini vermektedir? Sorunun cevabını Râzî, tefsirinde çok geniş bir şekilde açıklamaktadır. Verdiği ihtimalî cevapların hepsinin konuyla alâkası vardır. Râzî'nin cevaplarına dönmeden önce verilecek cevabı zikret­mek gerekiyor.

1. Bir önceki âyetle ilişkili olarak ele alacak olursak imanın adaletle alâkasını görebiliriz. "Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutunuz" emrin­deki "Allah için" ifadesi imanı gerekli kılmaktadır. İman etmiş olabilirsiniz, ama işinizi Allah için yapmamış olabilirsiniz. İmam işindeki niyete, yani amaca yansıtmakta insanlar hata edebilirler. İman eder ama yalan yere şahitlik eder, yakınını kayırır, bunlar adaletin yaralanmasına sebep olur. Dolayısıyla kendisi, anne babası, akrabası, zengin, fakir bile olsa doğruyu söylemek, Al­lah adına şahitlik etmek sağlam bir iman ister.

Demek ki insanın imanındaki etkinliğini gösteren ve ispat eden en önemli eylem adaletin yerine getirilmesidir. Sanki adalette bir iman, ondan önce de bir iman vardır. Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştiremeyen­lere iman etmeleri emredilmektedir. "Ey iman edenler, iman ediniz" denirken "adaleti gerçekleştirme imanı" istenmektedir.

136. âyetteki ikinci imam adalete bağlayınca şöyle bir yorum yapılabilir: Nisa sûresinin 2. âyetinden itibaren haklar sistemi ele alınıp gerekli hükümler konmaktadır. "Hak" kavramının bulunduğu yerde hukuk; hukuk kavramının bulunduğu yerde de adalet bulunacaktır. Yetim haklan, kadın haklan, ekono­mik haklar, eşlerin birbirleri üzerindeki haklan ve bunların oluşturduğu ilişkiler; Allah hakkı, hayat hakkı gibi haklann sıralandığı Nisa sûresinin bu âyete kadarki hükümlerinin altından kalkabilmek ve bu konuda âdil olmak çok zordur. Bu zorluğu kaldıracak ve yükü hafifletecek olan da iman gücüdür. O zaman birinci imana nazarî iman ikinci imana da eylemsel iman diyebiliriz. Birisi "kabul ediyorum" safhasında, ikincisi "yapıyorum" safhasındadır. Başka bir ifade ile buradaki iman emri müslümanlara aittir.

2. Yüce Allah Hz. Peygamber dönemindeki tek Allah'a inanan kitap ehlini kastetmiş olabilir. Râzfııin ileri sürdüğü bu görüş, yahudi ve hıristiyanla-nn Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a inanmalannı öngörmektedir. Bu açıklamaya göre 136. âyetteki "ey iman edenler!" ifadesi müslümanlann dışındaki tek Allah'a inanan insanlann tamamını kapsamaktadır. O zaman Kur'an'ın "iman edenler" ifadesiyle çok geniş bir kitleyi muhatap aldığını söyleyebiliriz. Adalet evrensel bir değer olduğuna göre, buradaki iman da evrensel özelliktedir. Zaten 135. âyette adaleti gerçekleştirecek olanlar iman edenlerdir.

3. Sâf sûresinin 10 ve 11. âyetleri de aynı şekilde iman edenlere iman etmelerini şart koşmaktadır:    

ler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Resulü'ne inanır, mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. 10. âyette "ey iman edenler" şeklinde hitap ettiği halde 11. âyette Allah'a ve Peygamberi'ne inanmayı öngörmektedir. Eğer bunlar Allah'a ve Peygamberi'ne inanmıyorlar idiyse, neden 10. âyette "iman edenler" ifadesine yer verilmiştir? Bize göre ilkinde sözle iman varken, ikincisinde fiilî iman vardır.

4. Âyetin ikinci bölümünde İslâm dininin iman esaslanndan üçünü gündeme getirmektedir. Allah'a, peygamberlerine, peygamberine indirilen kitaba ve o peygamberden önce indirilen kitaba imanı şart koşmaktadır. Al­lah'a, peygamberlere ve vahye inanmanın dışında kalan iman esasları bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

5. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarım' peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır. Âyetin son kısmında iman esaslarının beşi sa­yılmakta ve bunları inkâr edenlerin durumu sapıklık olarak nitelenmektedir. Âyetin ilk kısmında Allah'a, peygambere, geçmişte ve Hz. Muhammed'e indirilen kitaplara iman şart koşularak, üç iman esası gündeme getirildiği hal­de, ikinci bölümde inkâr edilemeyecek beş iman esasını inkâr etmek sapıklık olarak tanımlamaktadır. Böylece sapıklığın farklı bir tarifine işaret edilmiştir.

Demek ki sapıklık insanın gönlünde başlamakta ve esas sapıklık oradan insanlığa yayılmaktadır. Onun için eğitim, insanın gönlüne tevhid inancının tohumlarını ekmektir.[181]

 

İman ve İstikrar:

 

137. İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edepleri, sonrada inkârlarını artıranları Al­lah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.  

138. Münafıklara kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!

137. âyetin açıklamasından varılabilecek sonuçlar şunlardır:

1. âyet münafıklık psikolojisini anlatmaktadır. Bakara sûresinin 14. âyetinde açıklandığı gibi, "Münafıklar müminlerle karşılaştıklarında, 'iman ettik' derler. Liderleriyle baş başa kaldıklarında ise, 'Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz1 derler." tman edip sonra inkâra, sonra iman edip sonra tekrar inkâra sapmanın psikolojisi ikiyüzlülük anlamına gelen münafıklığı anlatmaktadır.

Münafıkların böyle tutarsız iman sergilemelerinin sebebi nedir? Bunu yüce Allah bize niçin anlatıyor? İmanda istikrarsızlık, iman ile küfrün arasında Münafıklar, Allah'ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar sadece kendile­rini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir. Görüldüğü gibi münafıkların inançlanndaki istikrarsızlıkların amacı, Allah'ı ve müminleri aldatmaktır. Bu aldatmanın amacı da, Bakara sûresinin 11. âyetine göre yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Demek ki münafıkların ikiyüzlülüklerinin ve istikrarsızlıklarının bir amacı vardır. Ama ana amaç, kandırıp fesat çıkarmaktır.

2. Âyette kitap ehlinin, müminleri tereddüde düşürmesi açıklanmakta-

Ey kitap ehli! Neden hakkı bâtıl ile karıştırıyor ve Sile bile gerçeği gizliyorsunuz? Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: Müminlere indirilmiş olana sabahleyin inanıp akşamleyin inkâr ediniz, belki onlar dönerler (Âl-i İmrân 3/71-72). Başkalarını etkileyip, sabahleyin iman, akşamleyin de inkâr etmelerinin amacı müminleri tereddüde düşürüp onların da inkâr etmelerini temin etmektedir.

Böylece münafıkların iman ile inkâr arasında bocaladıklarını, tereddüt­lerini başkalarına bulaştırmak istedikleri ortaya çıkmıştır: "Onlar (iman ile kü­für) arasında bocalayan bir sürü karasızlardır. Ne onlara ne de bunlara (tam olarak katılırlar)" (Nisa 4/143).

Mümin imanında açık olmalıdır, zaten kâfir inkârında açıktır. Ama bunların arasındaki münafıklar tereddütleri sebebiyle kendilerinde "netlik" yoktur. İkiyüzlülüğün inanç alanında nasıl bir istikrarsızlık meydana getirdiğini anlatırken Allah'ın maksadı, bir taraftan münafıklık psikolojisini açıklamak, diğer taraftan da müminlerin aynı duruma düşmemelerini temin etmektir.

Bu noktadan hareketle 136. âyete bir daha bakarsak, neden iman edenlere "bir daha iman" dendiğini rahatlıkla anlayabiliriz: "Ey iman edenler! İman ediniz" demek imanınızı pekiştiriniz demektir. 137. âyette bahsedilen istikrarsız ve ikili inanç durumuna düşmeyiniz demektir. Başka bir ifade ile imandan sonra yine iman olmalı, imandan sonra inkâr olmamalıdır. Böylece iman edenlere, tekrar "iman ediniz" demenin amacı, imanı pekiştirip arttır­maktır. O zaman aklımıza şu soru gelmektedir.

3. İman artar mı? 137. âyette Sonra inkârlarını arttıranlar denmektedir. İnkârlarını arttıranlar olduğuna göre imanlarını arttıranlar da olacaktır. Madem ki iman inkârın karşıtı olmaktadır; inkârda olan artış imanda da olmalıdır. Artışı olmayan iman, artışı olan inkârla mücadele veremez. 137. âyetteki inkârın artışı, 136. âyette ikinci iman emriyle karşılanmaktadır. İman edene "iman et" demek, imanını artır emrini vermektir. Dilindeki imanını gönlüne indir demektir.

Ayrıca Enfâl sûresinin 2. âyetine göre, Allah'ın âyetleri okunduğunda bazı müminlerin imanı artmaktadır. Feth sûresinin 4. âyetine göre, İmanları bir kat daha artırsınlar diye Allah mü­minlerin kafplerine güven indirmektedir. İman arttığı gibi inkâr da artmak­tadır. 137. âyetteki inkârın artmasıyla ilgili şu genellemeyi yapabiliriz. İman, insanın gönlünde manevî bir operasyondan ibarettir. Bu ameliyattan sonra dikişleri patlatıp tekrar inkâra düşmek, tekrar bir ameliyatı gerekli kılacaktır. İman ettikten sonra bir daha inkâra düşmek ikinci defa dikişleri patlatmak olacaktır ki bu sefer yara çok daha derin demektir. Gönlü bu şekilde örsele­mek oradaki inkârı artıracaktır. Giderek artan inkâr başka yaralann açılma­sına sebep olacak hatta kansere dönüşecektir.

4. Af kapsamının dışında kalmak. Birkaç defa iman edip tekrar inkâra düşen ve inkârını arttıran insanın varacağı nihaî noktayı Allah âyetin sonunda açıklamaktadır. Allah onları ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir derken ikiyüzlüleri af kapsamının dışında tuttu­ğunu ilân etmektedir. Af kapsamı dışında tutmanın anlamı, iyiye doğru bir değişimi gerçekleştirmelerinde onlara rehberlik ve yardım etmeyeceğidir. "Doğru yola iletmemek", tevhid inancına doğru değişimi lütfetmemek demektir.

Münafıkların gönlündeki imanî istikrarsızlık, ilâhî affın kapsamını ve ilâhî lutfu, hidayeti olumsuz mânada etkilemektedir. Münafıkların inkâr psiko­lojisi, Allah'a giden yolu tıkatmakta ve affın kapsamını daraltmaktadır. Af kapsamının dışında kalmak ve Allah'ın yolunu tıkatmak sonuçtur, bu sonucun sebebi de gönülde imandan sonra giderek artan inkâr psikoloj isidir.

5. Elem verici azaba sebep olmaktadır. Af kapsamının dışında kalmak, Allah'ın doğru yola iletmesi gibi lutfunu kaybetmek elem verici azabı getire­cektir. Onun için 138. âyette Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!

137 ve 138. âyetler gelecek nesilleri eğitme hedefim gütmektedir. On­ları düzeltmek mümkün değildir. Ama âyetteki cezanın varlığı gelecek ne­silleri böyle bir psikoloji yaşamaktan caydırmaktır.[182]

 

Mutlak Şeref Allah'a Aittir:

 

139. Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler; an-îartn yanında şeref mî arıyorlar? Şüphesiz bütün şeref yalnız­ca Allah'a aittir.

Âyetin kapsamına giren konulara bakıldığında sanki âyet bugün inmiş gibidir.

1. Kâfirleri dost edinmek. Kur'an'ın temel konularından biri insanlara dostunu, düşmanım tanıtıp onları bilinçlendirmek ve hata yapmalarını önle­mektir. Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler kimlerdir? Sorunun cevabı hiç kuşkusuz münafıklardır. Bir yerde mümin yoksa kâfiri dost edinmek mazur görülebilir ama, mümin varken kâfiri dost edinmek hatadır ve münafık­lık alâmetidir. Münafıklık dost edinme konusunda da kendini göstermektedir.

Bu konu Âl-i İmrân sûresinin 28. âyetinde açıklandı. Burada şunu söylemekte yarar vardır; velî denen "dost" kavramının siyasî, hukukî ve ah­lâkî boyutları vardır. Siyasî boyutuyla veli, milletlerarası ittifaklar içerisinde bulunmanın adı olabilir. Müminlerle politik ittifaklar kurma yerine kâfirlerle politik ittifak kurmanın yanlışlığını hem Âl-i İmrân sûresinin 28, hem de Ni­sa sûresinin 139. âyetleri bildirmektedir.

Hukukî boyutuyla veli, Mâide sâresinin 51. âyetinde yer almaktadır: l£Jl\*'£L.'ll'z.''S* Hanginiz onları vekil edinirse, kesinlikle onlardan olur. Dost edinmek, hukukî bakımdan işlerini görmek için yahudi ve hıristi-yanları tercih etmesi, onu onlardan yapacaktır demesiyle Allah işin önemini gündeme getirmektedir. Ahlâkî boyutuyla veli aynı hayat tarzını, aynı değerleri paylaşmayı ifade etmektedir. Mümin insan hayatını, ahlâkını evrensel değerle göre ayarlar. Evrensel değerlerin kaynağında ilâhî vahiy ve akıl vardır. Kendi ahlâkî değerlerini paylaşanlar için bir diyeceği yoktur ama, evrensel ahlâk kurallarıyla çatışan ve ahlâkın doğa kanunuyla çatışanlarla dostluk kurması imkânsız hale gelir. Bu durumda bir grup çıkıp müminlerin hayat tarzını ve evrensel kurallara dayanan ahlâkını bırakıp, kâfirlerin ahlâkını benimserse Allah katında tehlikeli bir iş görmüş olur.

2. Şerefin tamamı Allah'a aittir. Yüce Allah siyasî, hukukî ve ahlâkî bakımdan dostlukların kurulması için bir sebebin olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Âyetin ikinci bölümünde bu sebebin "şeref aramak" olacağına işaret edilmektedir. Devletler politik ittifaklarda yer alırken, onlardan bir güvence ve bir şeref beklerler. Ahlâkî bakımdan da bu böyledir. Çeşitli sosyal grupları tercih etmek, onlardan bir şeref elde etmek arzusu bu tercihi yönlen­dirir. Mümin, grubunu bırakıp kâfirleri dost edinecek kadar tercihini yanlış yönde kullanmak büyük bir değer uğruna yapılmış olmalıdır. Âyet bu büyük değere "şeref adını vermektedir.

Aslında şerefi başkalarının dostluğunda aramanın mânası, kendisinin şerefli olamamasından kaynaklanmaktadır. Aşağılık duygusu içinde olan top­lumlar veya fertler, kendi düşünce ve eylemleriyle insanlık arenasında şeref kazanamadıklarından başkalarının yanında olmakla şeref ararlar. Başkasının şerefinden şereflenmek, basitliğin ve yoksulluğun ifadesidir. Buradaki yoksul­luğun anlamı beyin ve eylemleriyle ürün vermemektir.

Böylece, müminleri atıp kâfirleri dost edinmekle şeref edinilemez. Çünkü Şerefin tamamı Allah'a aittir. O zaman Allah'ın be­nimseyeceği, takdir edeceği düşünce ve eylemleri üreterek şeref hazinesin­den almak gerekiyor. Allah şerefin bazı yollarla elde edileceğini göstermiştir.

Bu yollar nelerdir? Yüce Allah şerefi Kur'an'da belitmiştir: Andolsun, içinde sizin için şeref bulunan bir kitap in­dirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Enbiyâ 21/10); "Doğrusu Kur­an sana ve kavmine bir şereftir. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız" (Zuhruf 43/44).

Doğru bilgi insana şeref verir. Objektif, yani tarafsız ve kesin bilgi hem ferde hem de topluma itibar ve şeref getirir. Fâtır sûresinin 10. âyetinde şerefin nerede olduğu ve ona nasıl ulaşılacağı açıklanmaktadır: :Kim şeref istiyorsa, gerçek şeref Allah'a aittir.

Güzel sözlerden kasıt tevhid inancını ifade eden kelimelerdir. "Güzel söz" ifadesi insanlara fayda veren bilgiler anlamına gelmektedir. Potansiyel olarak güzel sözler Allah'a yücelme yapısındadır, ama kendiliklerinden yüce-lemezler. Onları Allah'a yücelten eylemdir. Eylem doğru bilgiyi alıp Allah'a götürür ve oradan şeref alıp gelir. Demek ki şerefin yeri Allah'ın katı, oraya ulaşmanın yolu da doğru ve faydalı bilginin eyleme dönüşmesidir. Allah itibarı, şerefi doğru bilgiyi üreten ve onu eyleme dönüştürene vermektedir. Müminle­ri bırakarak, onlara düşmanlık göstererek kâfirleri dost edinmekle şerefe ulaşılamaz. Âyette psikolojik analiz yapılmaktadır. İnsanlar itibar edinme ihtiyacını duyarlar. Bu itibar ihtiyacı onları aramaya sevkeder. itibar edinme ihtimalinin bulunduğu yere doğru koşar. Bu koşmada genelde etrafına pek bakmmaz. Müminleri atmak, onlara karşı olmak gerekiyorsa bunu yapmaktan çekinmez. Hatta bunu müminlerin arasındaki gruplar da birbirlerine karşı yaparlar. Müslüman milletler arasında bu şekilde davrananlar da bulunur.

Bu tür fertler ve toplumlar kendilerini itibarsız ve şerefsiz hissedecek­lerinden, itibar üretecek davranışları sergileyemediklerinden, birilerinin şere­fine ortak olmak, ondan almak isterler. Bunun da faturası birilerine düşman olmak şeklinde ödenecekse, onu da yapmaktan çekinmezler. Çünkü itibarı elde etmek için doğru bilgi ve faydalı amel gerekiyor. Bunu yapmak onlara çok zor gelir.[183]

 

Allah'ın Ayetlerini İnkâr Edenlere Karşı Müminlerin Tutumları:

 

140. Allah kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiği­niz zaman, onlar başka bir söze daltncaya kadar onlarla bera­ber oturmayınız, yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri cehenneme toplayacaktır.

Âyetin tarihî boyutunu müfessirler şöyle anlatmaktadırlar: Müşrikler toplantılarında Kur'an'ı dillerine dolayıp âyetlerle alay ediyorlardı. Aynı top­lantıda bulunan müslümanlar azınlıkta olduklarından ses çıkaramıyorlardı. Bunun üzerine En'âm sûresinin 68. âyeti inmiştir: "Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zalimler topluluğu ile oturma!" Her iki âyetten çıkaracağımız ilkeler şunlardır:

1. Müslümanlar inandıkları değerlere sahip çıkmalıdırlar. İnançlar ve kültürlerarası mücadelede sınır aşılırsa, medenî olmaktan çıkılır ve hakaretler başlar. Gruplar veya milletler karşı grup veya milletin manevî değerlerine saldırır. Âyetlerde aynı mecliste, çok yakın ilişkiler içinde hakarete varan saldırılarda, saldırıyı durdurma gücü olmayan mümin tarafın, meclisi terket-mesi hükme bağlanmaktadır. Allah'ın âyetlerine olan saldırıyı durduracak sosyal ve bilgi gücü olmadığında, o meclis terkedilmelidir. Başka bir konu üzerinde konuşulduğunda gelip oturmakta yarar vardır. Âyet bunun metodunu öğretmektedir.

2. Âyet "Sürüden ayrılanı kurt kapar" düşüncesiyle açıklanırsa, ulusla­rarası ilişkilerde, mümin müminin yanında olmalı ve bununla siyasî ve sosyal güç kazanmalıdırlar. Mümini terkedip kâfiri dost edinenler, kendi değerlerini azınlıkta kaldıkları kâfirlerin yanında savunamazlar. İnandığı âyetlere küf­redilir, alay edilir, ama bunu engelleyemezler. Böyle zayıf anlarda hiç olmazsa bu saldırılan, küfrü ve alayı dinlememek için orayı terketmek gerekir.

3. Hakaret edilen meclisi tamamen terketmek doğru değildir. Mecliste tartışılan konu değiştiği an, geri dönüp meclisin konularına katılmak gerekiyor. Bu durumda son bir çıkış kapısı olarak takdim edilmektedir. Bu metodu Al­lah önemsemekte ve şöyle demektedir: "Kâfirlerle beraber oturmayınız, yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Mecliste Kur'an âyetlerine hakaret edeni sustura-mayan mümin orada oturup hakareti dinlerse onlar gibi olur. Allah'ın âyetlerine hakareti çeşitli şekillerde protesto etmek mümkündür: Eliyle, diliyle veya meclisi terkederek. Meclisi terketmek en küçük protestoyu teşkil ettiği için kâfirlere benzemekten mümini kurtarmaktadır. Küfre rızâ göstererek orada oturmanın da küfür ve alaydan farkı olmadığına dikkat çeken Allah, siyasî, sosyal ve bilimsel gücün ne kadar önemli olduğunun eğitimini vermektedir.

4. Âyetin son kısmında münafıklarla kâfirlerin cehennemde bir araya getirileceği beyan edilmektedir. Çünkü münafık ile kâfirin dünyadaki müşterek tarafları ve bir araya geldikleri eylem Allah'ın âyetlerine küfretmek ve onlarla alay etmektir. Bu konuda bir araya geldikleri gibi âhirette de, cehennemde de bir araya geleceklerdir. Allah'ın âyetlerine küfretmek, onlarla alay etmek, dünyada cehennem ateşini yakmak demektir. Dünyada beraberce inkâr ate­şini yakanlar, âhirette de o ateşin içinde toplanacaklardır. Gönülde çıkan in­kâr ateşi, âhirete intikal etmekte, sahiplerini bir araya getirip ihata etmektedir.

Yüce Allah farklı inançlann birbirlerine karşı oluşturacakları toleranslı bir dünya oluşturma eğitimini vermektedir. Dar kafalı, dar gönüllü ve sığ görüşlü insanlar, inançlar dünyasını savaş, saldın ve kavga alanına çevirirler. Mutluluk için var olan din alam, mutsuzluk alanına dönüşür. İnsanlık Allah'ın âyetlerine küfretmek ve onlarla alay etmenin uğruna çok kurban vermiştir. "Ben senin gibi olamazsam, seni zorla benim gibi yaparım" zulmü ve kabalığı, insanlık tarihinin büyük fay hatlarından birini oluşturmuştur. Zaman zaman bu hat harekete geçerek insanlığın bütün erdemlerini yerle bir etmektedir.[184]

 

Kâfirlerin Müminlere Karşı Tutumları:

 

141. Kâfirler ve münafıklar, sadece başınıza gelecekleri görmeyi beklerler. Böylece eğer Allah'tan size bir zafer ihsan edilirse, 'Sizin yanınızda değil miydik?' derler. Kâfirlerin şanslarının yaver gittiğini görünce de "Şu müminlere karşı sizi savunarak sevginizi hak etmedik mi?" derler. Ama Allah kıyamet günü aranızda hükmünü verecek, kâfirlerin mümin­lere zarar vermelerine aşla izin vermeyecektir.

Bu âyetin başındaki ellezîne kelimesi, 140. âyetin sonunda yer alan münafık ve kâfirleri ifade etmektedir. 139. âyete gidersek müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenlere işaret ettiğini de söylemek mümkündür. 139 ve 140. âyetlerin konu edindiği insanlar aynı insan grubudur. 141. âyet de onları ele almakta ve müminlerle olan diğer ilişkilerini gündeme getirmekte­dir. Aslında, davranış tarzlarına bakılırsa münafık grubun ele alındığını söyle­mek daha doğru olacaktır.

1. Sizi gözetleyip dururlar. Münafıklar ikiyüzlü oldukların­dan şahsiyet bütünlüğüne sahip değillerdir. Onların bu özellikleri davranışla­rına, sosyal ve siyasî ilişkilerine de yansımaktadır. İntibak edemedikleri, gö­nülden benimseyemedikleri fikir ve gruplara doğrudan karşı çıkamazlar, ama onların durumunu sosyal ve siyasî dengeler bakımından gözetlemeyi huy edinirler. Güçlüden yana olmayı şiar edindiklerinden, baskın gelen sosyal grubun yanında olmak için gözlemlerine devam ederler. Onların bu durumunu Allah açıklayarak müminleri bilinçlendirmektedir.

2. Eğer size Allah'tan bir zafer ge­lirse 'Sizinle beraber değil miydik?' derler. Münafıklar güçlüden yana olduklarından önceden renk vermezler. Toplumdaki sosyal ve siyasî dengelere göre kanat açarlar. Sosyal grupların hangisi bir zafere ulaşır ve üstünlüğü ele geçirirse ona yönelir ve sahte dostluğunu ortaya koyarlar. Âyetin bu kısmında müminlere Allah bir zafer ihsan edince hemen onlara koşarak, "Biz sizinle beraber değil miydik? derler. Onların psikolojisinde hiçbir iş yap­madan, yapmış gibi görünüp başkalarının başarısına ortak olmak vardır. Mü­minler zafere ulaşırsa onlara ortak olmak isterler. Ama kâfirler başarılı olur­larsa onlara da ortak olmak isterler.

3. Ve eğer savaşta kâfirlerin bir payı olursa: 'Biz size üstünlük sağlayıp sizi müminlerden korumadık mı?' derler. Görüldüğü gibi onlar güçten yana olmak için çırpı-nırlar. Şahsiyetlerinde tutarlılık olmadığından sosyal davranışları, siyasî tercih­leri de amiplerin hareketini andırır. Müminler başarılı olursa onlara; kâfirler başarılı olursa o tarafa meylederler. Bunların tutumu devletlerarası ilişkilerde de böyledir. Onlar bir güç, bir değer üretemediklerinden, başkalarının basan­larını kendilerine maf etmek suretiyle asalak olarak yaşamanın yolunu tutarlar. Bu münafıkların beslendikleri en güzel ortam, sosyal gruplar arasındaki ça­tışmalardır. Onlar o çatışmaları gözlerler, hangi gruptan yana zafer görünü­yorsa hemen onun yanında yer almak için gayret sarfederler. Aynı tavırları milletlerarası ilişkilerde de söz konusudur.

4. Onların bu davranışları, sadece dünyada kalmayıp âhirete intikal etmektedir. Çünkü münafıklığın dünyada terbiye edilmesi mümkün değildir. Şahsiyet parçalanması, ikiyüzlülük münafıklığın ayrılmaz ahlâkıdır. Bu huyun değiştirilmesi mümkün değildir. Bazı olayları bu dünyada çözümlemek müm­kün olmayabilir. Ama çözülemeyen bu olaylar, bu dünyada kalacak anlamına gelmemelidir. Hiçbir söz ve eylem kaybolmuyor, bir varlık gibi yaşıyor ve sonra âhirete intikal ediyor. Bu dünyada kimin kiminle beraber olduğu, kimin kime sahtekârlık yaptığı âhiretteki değerlendirmede mutlaka gündeme getiri­lecektir.

5. Bu değerlendirme âhirette yapılacaktır ama dünyada garantisi ne olacaktır? Âyetin son kısmında buna cevap verilmektedir: Ve kâfirlere müminler aleyhinde asla bir yol vermeyecektir. Âyetin bu kısmından şu genellemeye varıyoruz: İman, düşmanın vereceği zararı engellemektedir. Allah'ın lutfu, ihsanı, yardımı tam imana sahip olan gönülden yanadır. Müminin hakiki imanı, Allah'ın yardımını çekmekte ve düşmanların zararını engellemektedir. Gerçek iman, düşmanlann müminlere zarar verecek yollarını tıkatmaktadır. gerçek­ten inanmışsanız üstün geleceksiniz (Al-i İmrân 3/139) ilkesi de üstün gel­menin, düşmana karşı zafer elde etmenin gerçek imana dayandığına işaret etmektedir. Düşmanın zararı mümine dokunuyorsa, müminin imanını sorgu­laması gerekir. Çünkü zararın mümine ulaşması, Allah'ın yardımının gelme­mesine işarettir, Allah'ın yardımının gelmemesi de müminin imanındaki zayıf­lığın delildir.[185]

 

Münafıkların Özellikleri:

 

142. Şüphesiz münafıklar Allah'ı kandırmaya çalışıyor­lar; halbuki Allah onların kendi kendilerini kandırmalarını sağlıyor. Onlar namaz için kalktıklarında, gönülsüzce kalkar­lar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da nadiren anarlar.

143. Bunlann arasında bocalayıp durmaktadırlar, ne onlara (başlanıyorlar)! ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsınız!      -

Bakara sûresinin 8. âyetinden itibaren münafıkların özellikleri, şahsiyet­leri, davranış biçimleri, düşünceleri çeşitli âyetlerde açıklamıştı. Onların iki­yüzlülükleri ele alındıktan sonra, bu huylarının nelere malolduğunu bu âyette anlatmaktadır:

1.  Münafıklar Allah'ı kandırmaya çalışırlar. "Münafıklar, güya Allah ı ve müminleri aldatırlar, halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir" (Bakara 2/9). Buradaki aldatmanın ne olduğunu anlamak için, Bakara sûresinin 8. âyetine bakmak gerekir. Al­lah'a ve âhiret gününe inanmadığı halde inandığını söylemeleri Allah'ı ve müminleri aldatmaya yönelik olduğu beyan edilmektedir.

Nisa sûresinin 142. âyetindeki aldatmayı anlamak için, Nisa sûresinin 137-141. âyetlerindeki davranış şekillerine bilmek gerekir. İmandan sonra inkâra, inkârdan sonra imana, imandan sonra tekrar inkâra düşmelerindeki istikrarsızlık, itibar uğruna müminleri atıp kâfirleri dost edinmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr edip alaya almaları, güçlünün yanında olup onun başarısını paylaşmak için fırsat kollamaları Allah'ı aldatmak amacıyla yaptıkları davra­nışlardır. Demek ki yanlış yaptığım bildikleri halde, insanlara karşı ikiyüzlü­lük yapmaları münafıkların kendi kendilerini aldatmaları olarak nitelendi­rilmektedir. İkiyüzlüler Allah'ı aldattıklarını zannederler ama, gerçekte kendi­lerini aldattıklarının farkında bile değillerdir. Allah onların kendi kendilerini kandırmalarını sağlamaktadır, yani oyunlarım kendi başlarına çevirmektedir.

Münafıklar Allah'ı kandıramazlar. Hz. Peygamber'e iman ettik deyip aslında kalben iman etmemiş olmalarının doğurduğu kandırma Allah'a kadar uzanmaktadır. Çünkü iman Allah ile ilgili bir konudur. Netice olarak diyebiliriz ki münafıkların temel özelliklerinden biri ikili oynayarak aldatmalarıdır. Allah'ı ve müminleri aldatma gayretinde olurlar, ama Allah kendilerini kendilerine aldattırır da farkında olmazlar.

2. Gösteriş için namazkılarlar.Münafıklarındi­ğer bir özelliği de, namaza tembel tembel kalkmaları ve gösteriş için namaz kılmalarıdır. Aslmda bu özellik birinci özelliğe bağlıdır. Allah'ı aldatma teşeb­büsleri, Allah için değil de insanlar için namaz kılmalanndandır. Namazı yü­ce Allah, münafıkların ikiyüzlülüğünü ispat etmek için örnek vermektedir. Riyakârlık yani insanlara gösteriş yapmak, münafıklık alâmetlerindendir. Demek ki münafıklar gösterişe düşkündürler, gösteriş onlarda tutku halini alır.

3. Münafık, Allah'ı çok az hatırlar. Âyetin bu son kısmını da ikinci özelliği tamamlamaktadır. "İnsan niçin Allah'ı az hatırlar?" Çünkü yaptığı işte insanları çok hatırlayıp riyakârlık yapar. Allah'ın çok ha­tırlandığı bir ibadette gösteriş olmaz. İbadeti kimin için yapıyorsan, onu hatır­lıyorsun demektir. Münafıklar insanlara gösteriş olsun diye namaz kıldıkların­dan insanlan hatırlıyor, ama Allah'ı çok az hatırlıyorlar. "Münafıklar Allah'ı çok az anarlar" ifadesindeki zikir kavramını "namaz kılarlar" şeklinde mâna vermek de mümkündür. "Münafıklar çok az namaz kılarlar" mânasını Tâhâ sûresinin 14. âyetine göre verebiliriz. Çünkü bu âyette Hz. Musa'ya Allah, kendisini anması yani zikretmesi için namaz kılmasını emretmektedir. Başka bir ifade ile anmanın başka bir adını "zikir" olarak koymaktadır. Yanlarında birisi bulunursa namazlarını kılarlar, ama tek başlanna kaldıklarında namaz kılmazlar. Çünkü onların niyeti Allah'a kulluk değil insanlara gösteriş yap­maktır.

Zemahşerî'nin bu âyetin tefsirindeki açıklamasını dikkate alırsak şu özeti yapabiliriz: Münafıklar öylesine dünya hayatına dalarlar ki Allah'ı unutur­lar. Subhânallah, lâ ilahe illallah gibi zikir ifadelerini kullanma fırsatım bula­mazlar. Zikir ve teşbihi dünya hayatının meşguliyeti engeller. Gündüz ve gecelerini dünya işi kapsar.

4. Münafıklarda şaşkınlık psikolojisi vardır. 143. âyet münafıkların inanç, fikir ve davranış bakımından istikrarsız olduklarını açıklamaktadır. Âyetteki müzebbeb "her iki tarafa gidip gelen ve bir tarafta karar kılmayan" anlamına gelmektedir. Râzî sebep-sonuç ilişkisi içinde münafıkların bu şaşkınlıklarını şöyle anlatmaktadır: Bir eyleme götüren sebep, dünyevî bir amaç olunca hareket ve gidip gelme çoğalır. Çünkü bu dünyanın menfaat ve sebepleri süratli bir şekilde değişirler. Eylem sebebine, sebep de amaca bağlıdır. Amaç sık sık değişince insanın isteğinde de değişiklikler meydana gelir. Çoğu za­man sebep ve engeller birbirleriyle çatışır. Bundan dolayı insan şaşkınlığa düşer. Amacı kalıcı hayır işleri yapmak ve manevî mutluluğu kazanmak olan insanın psikolojisi daha istikrarlı olacaktır.

Râzî'nin bu analizine göre, insan psikoloj isindeki istikrar, eylemi hangi amaca yönelik yaptığına bağlıdır. Eylemin amacı dünyevî değerler olunca, bu niyet insanda bir istikrarsızlık doğurmaktadır.

İnsan davramşlarındaki istikrarın neye bağlı olduğunu İbrâhîm sûresinin  eti açıklamaktadır:

27. âyeti açıklamaktadır: Allah sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sapasağlam tutar. Demek ki sağlam düşünce ve sağlam imana sahip olanlar, sağlam eyleme sahip olacaklardır. Kul sağlam ve tereddütsüz bir imana sa­hip olunca, Allah onun şaşkınlığını ortadan kaldırıp davranışlarında sağlam kalmasını temin eder. Münafıklar Allah'ı çok az zikrettiklerinden düşünce ve eylemlerinde istikrar bulunmamaktadır. Demek ki zikir gönüle istikrar getir­mektedir. Ra'd sûresinin 28. âyetine göre "Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle doyuma ulaşır." Doyum hali gönüldeki istikran ifade eder. Münafıklar çok az zikrettikleri için psikolojilerinde istikrarsızlık, şaşkınlık oluşurken, mümin Allah'ı çok zikrettiğinden gönlünde ve davranışlarında bir doyum vardır.

îmandan küfre, küfürden imana (Nisa 4/137) haktan bâtıla, bâtıldan hakka, kâfirlerden müslümanlara, müslümanlardan kâfirlere (Nisa 4/141) olan gidip gelmeler istikrarsız bir akıl, gönül ve nefisten kaynaklanmaktadır. İstikrarsız bir kimliğe sahip olan münafıklar kime neye bağlanacaklarını bilemezler. Yüce Allah öncelikle Hz. Peygamber'e dolayısıyla da müslümanlara hitap ederek, şaşkınlık psikolojisine sahip olan münafıklara yaklaşıp doğruyu anla­tacak bir yolun bulunmasının imkânsızlığım söylemektedir. Bu insanlar istikrar­sız olduğundan, onlan doğru bir yola sokmak da mümkün değildir. Çünkü onların bu ikiyüzlülüğü, imanla küfür, müminlerle kâfirler arasında gidip gelme­leri Allah'ın saptırmasına sebep olmaktadır.

Allah kulunu durup dururken saptırmaz, kulun düşünce ve eylemleri bu saptırmayı gerekli kılıyorsa Allah da onu takdir eder. Nisa sûresinin 136-143. âyetleri arasında münafıkların psikolojileri niçin anlatılmaktadır? Bu sorunun cevabını sonraki âyetler vermektedir, ama biz burada kısa bir cevap verebiliriz: Allah müminleri eğitmek, onlan münafıkların durumuna düşmeme­leri için açıklamalar yapmaktadır.[186]

 

Mümin - Münafık İlişkisi:

 

144. Ey inian edenjerî Müminleri bırakıp da dost' edinmeyiniz; suçluluğunuz İiönusurida' Aİlan'ı

145. Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara bir yardımcı bulamazsınız

 kâfirleri  ıri Önüne dadıfter; Aftrit onlara bir yafrdtmâ kmaasm:

Bu âyetler daha önce münafıkların davranışlarının neden analiz edildi­ğine açıklık getirmektedir. Müminin münafıklara benzememesi için ne yapması lâzımdır? "Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmemesi gerekiyor." Nisa sûresinin 136. âyetinde münafıkların bunu yaptığı gündeme getirilerek, burada müminlerin böyle bir fiili yapmamaları hükme bağlanmaktadır. Münafıkların benzer hareketlerini yaparak müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen müminler ne yapmış olmaktadırlar? Âyetin devamı bu soruyu cevaplamaktadır:

a) Suçluluğunuz konusunda Allah'ın önüne açık bir kanıt mı koymak istiyorsunuz? Bunun anlamı müminin münafık olup günah işlediğidirr. Kimler dost edinilmişse, onlar dost edinen ki­şinin ruh yapısını yansıtır. Müminleri bırakıp kâfirlerle anlaşma yapan, onlarla sırlarını konuşacak kadar dostluklar kuran müminleri Allah cezalandırır. İnkarcılarla beraber olmak için müminleri terketmek yanlış bir harekettir.

b) Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin! Kim bunu yaparsa, artık onun Allah'ın nezdinde hiçbir değeri yoktur (Âl-i İmrân 3/28). Demek ki müminleri terkederek kâfirleri dost edinenler, Allah katındaki değerlerini kaybetmektedirler. Nisa sûresinin 144. âyetindeki sultânen mübîn "apaçık bir dehT'in mânasını "Allah katında değer kaybetmektir" şeklinde verebiliriz.

Buradan şu genellemeyi yapabiliriz: Münafıklık alâmetlerinden biri müminin, mümini itip kâfiri dost edilmesidir. İnanan insanlar, inananları dost edinmeli, onların dostluğunu bir kenara atmamahdır. Bu, "iman" denen değerin doğasında var olan bir özelliktir.

c) Nisa sûresinin 145. âyetine göre münafıklar cehennemin en alt ta-bakasındadırlar ve onlara yardımcı bulunamaz. Allah müminin bu duruma düşmesini istemediği için münafıkların durumunu geniş bir şekilde açıklamak­tadır. Mümini itip kâfiri dost edinen müminler, cehennemin en alt tabakasına gidecek ve yardımcı da bulamayacaktır. Bu durum caydırma amacını güt­mektedir. Allah'ın âyetlerine karşı tavır takınarak inkâr ve alay etmesinde, mümin ve kâfirler arasında gidip gelmesinde, Allah'ı aldatma gayretinde ol­masında, çok nâdir hatırlayıp namaz kılmasında, tercihlerinde şaşkınlık göster­mesinde, kâfiri dost edinmesinde münafıklık aslında cehennemin en alt taba­kasına giden yolu katetmekte, Allah'ın yardımım kendisinden uzaklaştırmakta­dır. Bütün bu açıklamalar insan psikolojisinin nasıl kirlendiğim anlatıp mümin­leri bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır.[187]

 

Münafıklıktan Kurtuluş:

 

146. Ancak tövbe edenler, lıallevini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar, dinlerini sadece-Allah'a tahsis edenler, işte bunlar mütninlefleberaberdirler ve Âltahyâkmtfer bütün tYriitntokre büvük bahsedecektin

Bu âyet köklü bir değişimle münafıkların cehennemden kurtulabilecek­lerine işaret etmektedir. Bu değişimi gerçekleştirecek olan oluşumlar neler­dir?

1. Tövbe edecekler. Tövbenin buradaki mânası "dönmek"tir, daha önce aklmdaki düşüncelerinden, ikiyüzlülüğünden, kâfirleri dost edinmesinden vaz­geçmesidir. Bu dönüşüm temelden gelen bir değişimin adıdır. Burada ki tövbe şeytanın yolunu bırakıp Allah'a yönelmeyi ifade etmektir. Bir daha münafıklı­ğa dönmemek üzere gerçekleştirilen değişime tövbe dendiğine göre, Allah bu değişimi istemektedir.

2. Hallerini düzeltecekler. Hallerini düzeltmenin mânası dürüst ve erdem­li hayatı yaşamaya başlamaktır. Bunun da mânası ikiyüzlülüğü bırakmaktır. Çünkü böyle davranmaları onların dürüst olmadığının ve erdemlerini kaybet­tiklerinin bir işaretidir. "Hallerini düzeltme" kavramına Furkan sûresinin 70. âyetiyle mâna vermek mümkündür: "İyi davranışta bulunmak" hallerini dü­zeltmektir.

3. Allah'a sımsıkı sarılacaklar. Allah'a sımsıkı sarılmak mümkün değil­dir. Ancak buradaki sımsıkı sarılmanın mânası Allah'ın Kur'an'ına sımsıkı sarılmak (Âl-i İmrân 3/103); tâgutu inkâr edip Allah'a iman etmektir (Bakara 2/ 256). Allah'ın âyetlerini inkâr edip alaya almak yerine, onlara iman edip hayatına uygulamaktır. Tâgutun kulu olmaktan çıkıp Allah'ın kulu olmakla Allah'a sarılmış olacaktır.

4. Dinini sadece Allah'a has kılacaklar. Âyetin bu bölümü ihlâs, din ve Allah kavramlarını bir araya getirmektedir. İhlâs yüklem olarak kullanıldığına göre münafiklann tövbesi, hallerini düzeltmeleri ve Allah'a sımsıkı sanlmalany-la ihlâsa erdiklerine de işaret etmektedir. Âyette istenen gerekli değişimlerin sırası gelişigüzel konmamıştır. "Dini Allah'a has kılmak" değişimin doruk noktasını teşkil etmektedir.

Bunun anlamı felsefelerin, beşerî fetvaların din olamayacağı ye dini sa­dece ve sadece Allah'ın koyabileceğine gönülden inanmasıdır. Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır (Zümer 39/3); "Deki: Bana, dini Allah'a has kılarak O'na kulluk etmem emrolundu" (Zümer 39/11). Gerçek dini Allah koyar, din adına ne yapılacaksa onu Allah belirler şeklinde inanmak ve ha­yatına tatbik etmektir.

Yüce Allah münafıkları cehennemden kurtaracak olan değişimin dört şartını bu âyette gündeme getirmektedir. Tövbe, ikiyüzlülükten dönüp iman etmeyi; ıslah, davranışlarını düzeltmeyi; Allah'a sarılmak, âyetlerini inkâr etmemeyi ve alaya almayı terketmeyi; dini sadece Allah'a has kılmak da ikiyüzlülükten vazgeçmeyi ifade etmektedir. Âyetin devamında "İşte bunlar müminlerle beraber olacaklardır." Buradaki beraberlik hem bu dünyada hem de âhirette gerçekleşecektir. Müminlerle beraberlik değişimin dört temel unsurunu yerine getirmeyi ön görmektedir. Münafıklar perdelerinin arkasında gizlenerek bu dünyada müminlerle beraber olabilirler; ama âhirette Allah bu perdeyi kaldıracak ve onların gerçek yüzü ortaya çıkacaktır.

Bu dünyadaki değil âhiretteki beraberlik önemlidir. Gerçek beraberlik diyebileceğimiz bu beraberliğin gerçekleşebilmesi için, dünyadaki bu temel değişimin yerine getirilmesi gerekir. Münafiklann en zor işi beraberlikler kurmak ve sürdürmektir. Bakara sûresinin 13 ve 14; Nisa sûresinin 141. âyetlerinde anlatılan ikiyüzlülük bunun neticesinde ortaya çıkmaktadır. Bir taraftan müminlere, diğer taraftan kâfirlere koşup dostluk aramaları ve bu konuda orta yolu bulamamaları münafıklık psikolojisinin neticesidir. "Bera­berlikler kurmak" Kur'an'm önemli ilkesini teşkil etmektedir: Ey iman edenler! Allah'tan sakınınız ve doğrularla (Tb  9/119)

beraber olunuz (Tevbe 9/119).

Beraberliklerin bazı değerler üzerine kurulması, sürdürülmesi ve yaşa­tılması gerekiyor. Meselâ sabırlı olmak, işini iyi yapmak ve Allah'ın yasakla­rından kaçınıp emrettiklerini yerine getirmek, takva denen ruh olgunluğuna ulaşmak Allah'ın beraberliğini kazandıran önemli özellikler (Nahl 16/128; Bakara 2/239; Tevbe 9/36).

Allah'ın beraberliğini kazanmak için imandan sonra bazı amelleri sergilemek şart olduğu gibi; müminlerle beraber olmak da 146. âyetteki ey­lemleri ve değişimi şart koşmaktadır. Öte yandan barış paktı, saldırmazlık paktı, siyasî bütünleşmeler, ekonomik organizasyonlar da siyasî beraberliklerin kurulduğu teşkilâtlardır. Buralarda ikili oynayanların insanlığa verecekleri zarara dikkat edip aldanmamak önemlidir. Kur'an önerdiği beraberliklerin bilgi, iman ve evrensel değerler üzerinde kurulmasının bilincini vermektedir. Müminlerle beraber olmak bir ödüldür ama, asıl ödül "büyük mükâfat" adıyla âyetin sonunda gündeme getirilmektedir: "Allah müminlere yakında büyük mükâfat verecektir." Arada bu ödüle ulaşmak için gerçekleştirilecek davra­nışlar süreci de konunun motivasyonunu teşkil etmektedir.[188]

 

Şukur ve İman Sahibine Allah Azap Etmez:

 

147. Eğer şükf edici olur ve imân ederseniz, Allah size nede» azüp etsin? Allah şükre karşılık vereıvve her şeyi bilondir.

Dikkat edilirse âyette şükür önce, iman sonra getirildi. Bir insanın kendine yönelip varlığının değerinin farkına varması; kâinatın yaratılışını gözleyip Allah'ın kudretini takdir etmesi safhası şükür; bundan sonrası da iman safhasını oluşturmaktadır. Şükür, iman etmeden önce beyin ve gönülde meydana gelen hazırlık safhasına verilen ad; iman da bu oluşumların doğur­duğu neticedir. Başka bir ifade ile şükürden imana varanlar, taklidi iman değil de tahkiki, yani bilinçli bir imanı gerçekleştirmektedirler. Şükür beyin ve gönülde oluşan bilinçtir. Allah'ın kâinatı yaratması oradaki varlıktan besle­yip büyütmesinin değerini anlayıp imana geçmek demektir. Zaten İnşân sûre­sinin 3. âyetinde şükürle iman birleşmektedir. Nisa sûresinin 147. âyetinde şükrün imandan önce gelmesinin hikmeti budur.

Şükreden ve iman eden insanlara Allah, azap etmeyeceğini beyan et­mektedir. Eğer şükredip iman ederseniz Allah size neden azap etsin? "ıtadesı Dunun delilidir. Bu âyeti bir önceki âyetle ilgilendirip açıklarsak, şükürle tövbe arasında bir irtibat kurulabilir ve şükrün iman etmeden önceki tövbe olduğu söylenebilir. O zaman şükür, yanlış yolda olduğunu anlayıp büyük bir değişimle Allah'a yönelen duyguların eylemi olmaktadır. Tövbe veya şükür şeklindeki köklü değişim azabı engellemektedir.[189]

 

Geçmişin Zulüm Dışında İfşası:

 

148. Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, z,u!me uğrayan, müstesnadır. Allah her şeyi işitici ve bilicidir.   

Bu âyete birkaç açıdan bakabiliriz:

1. Dönüş yapan insanların geçmişi bir daha anılmamalıdır. Râzî bu âyeti 146. âyetle irtibatlandınp tövbe edip gerçekten müslüman olan münafık­ların geçmişlerinin ifşa edilmemesini önermektedir. Eğer münafıklar mümin­lere zulmetmişse bu açıkça söylenebilir. Râzî kurduğu bu ilişkide haklıdır. Çünkü bu, İslâm'ın genel prensiplerinden biridir. İnsanlar tövbe edip doğru yola girmelerinden sonra geçmişteki kötülükleri anılmamalıdır. Önemli olan tövbe ederek değişimi gerçekleştirmektir.

2. İnsanlar felâket tellallığı yapmamalıdırlar. Kötü sözü kulaktan kula­ğa, ağızdan ağza taşımak kötümserlik meydana getirebilir. "Yamyoruz, yıkıl­dık, boğulduk" gibi ümit kırıcı sözler kötülüklerin ifşa edilmesidir. Zulmün ifşa edilmesine Allah izin vermektedir. Zulme uğrayan, hakkını aramak için feryat edebilir, derdini duyurmak için haykırabilir. Zulmün saklanacak hiçbir yanı yoktur. Günümüzde sözün ifşası, alenîleştirilmesi çeşitli yollarla olmakta­dır. Kitaplar, makaleler, yazılı ve görüntülü medya işlenen kötülükleri, kötü sözleri, topluma salarak, derinliği belli olmayan bir kötümserlik ve stres mey­dana getirmektedir. Böylesine toplumu kötümserliğe iten ifşaatı, Allah sev­mediğini ilân etmektedir. Allah tepkisini, sevgisini esirgemekle koyar.

3. Kötü söz "kötü düşünce, yanlış bilgi ve yanlış felsefe" anlamını da ifade etmektedir. Söz yarası, ok yarasından daha kalıcı ve derindir. Allah doğru olmayan bilgi ve felsefelerin insanlığa yayılmasını istememektedir. Zulme karşı yapılan konuşmalara, yazılan yazılara, kurulan teşkilâtlara ve yapılan faaliyetlere müsaade ederek, insanların tepki göstermelerinin nor­mal olduğunu bildirmektedir. "Allah işitendir, bilendir." Allah söylenen kötü sözleri "Ben duyuyorum ve onları biliyorum" demekle, onları dikkate aldığını, değerlendirdiğini ifşa etmekle bir şey kazanılmayacağını vurgulamaktadır.[190]

 

İyiliği Açıklamak, Kötülüğü Affetmek:

 

149. Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz ve$a btr kötü­lüğü affederseniz, çüpheşte Allah da ziyadesiyle af (edici ve kadirdir.

Bu âyet iyi ile kötünün karşısında veya işleyen kişinin nasıl tavır takınacağının tesbitini yapmaktadır.

1. İyi ya açıklanır ya da gizlenir. İyinin açıklanması veya gizlenmesini iyinin hangi boyutta olduğu belirleyecektir. Bakara sûresinin 271. âyetinde olduğu gibi "iyi", infak etmekse iki metot uygulanabilir: "Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne iyi, ama onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah yap­makta olduklarınızı bilir." Demek ki "iyi" denen eylem, fakirin elinden tutmak için sadakaları vermekse iki şekilde de verilebilir. Riyakârlıktan korkmayan kişi, başkalarını teşvik etmek için açıktan vermesi güzeldir; ama bu eylemi gizlice yapmanın daha iyi olacağı da bir gerçektir. İyilikler yapıldığı yer ve anda kalmalıdır. Onları bir daha gündeme getirmemek gerekir. İyiliğini gizle­yenin, günahlarını da Allah gizler, yani affeder.

2. Kötülük affedilir. Kendisine yapılan kötülüğün öcünü alma gücüne sahip olan kişi, o suçu bağışlarsa ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur. Dikkat edi­lirse âyetin son kısmı "Allah'ın affedici ve kudret sahibi olduğunu" gündeme getirmektedir. Bunun anlamı Allah günah işleyenleri cezalandırma gücüne sahip olduğu halde affetmesi, O'nun ahlâkıdır. "Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir zaman kadar erteliyor" (Nahl 16/61; Fâtır 35/45). Demek ki Allah her suçu her günahı anında cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı derken, insanlann zamanla değişeceğini ve iyiye yöneleceğini beklemektedir. Beklenti içinde olmak hem anne babaların hem eğitimcilerin hem de hukukçuların metotlan içinde yer almalıdır. Suçun cezasını belli bir zaman ertelemek bir metot olduğu gibi, affetmek de bir metottur. İlk defa ağır suç olmamak üzere suç işleyen kişinin cezası ertelenir. Bu metot mo­dern hukuka Kur'an tarafından kazandırılmıştır.

a) Takva, ruh olgunluğunun ve ihsan denen İhlasın bir parçasını teşkil etmektedir. Al-i Imrân sûresinin 133. âyetinde, kinini yutup affetmenin, tak­vanın bir parçası, 134. âyetinde de ihsanın bir parçası olduğuna işaret edil­mektedir. Ayrıca affetmek 133. âyetinde gökler ve yer genişliğinde cenneti getirirken, 134. âyette Allah'ın sevgisini getirmektedir.

b) Affetmek bir değerdir: Kim sabreder ve affederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir (Şûra 42/43).

c) Başkasını affetmek, Allah'ın affının kazanılmasını temin etmektedir. Affedeni Allah da affeder, şeklinde ifade edebileceğimiz bu ilkeyi, âyetin sonundaki "Allah affedicidir" cümlesinden anlıyoruz. Demek ki bir insan Allah tarafından affedilmesini istiyorsa, insanların suçunu affetmesini bil­melidir.

d) Affetmek güçlü olmanın ifadesidir. Âyetin son kelimesi "Allah güç­lüdür" şeklindedir. Demek ki affedenler güçlü insanlardır. 148 ile 149. âyetlerden şu neticeye ulaşabiliriz: Zulmün dışında kötülükler ifşa edilmemelidir. Bu davranışı yapanlardan Allah sevgisini esirgemektedir. İyilikler açıklanabi­lir, ama gizlenebilir de. Önemli olan kötülüğü affetmektir. Affeden bilmelidir ki Allah da onu affedecektir.[191]

 

Allah ile Peygamberlerin Arasını Ayırmak:

 

150. Onlar ki Allah ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasım ayırmak, isterler, "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" derler; inanmakla inkârın arasın­da bîr yoL tutmak isterler.

151. İ$te onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere âlçal-tıcı bir azap hazirlamtşızdtr.                     

Nisa sûresinin buraya kadar olan bölümünde münafıkların ikiyüzlülük­leri geniş bir şekilde açıklandı. Bundan sonra da yahudi ve hıristiyanları küfre götüren düşünceleri ve tavırları ele alınmaktadır. Nisa sûresinin 137. âyetinde münafıkların belirgin özellikleri verilirken, imandan sonra inkâra, inkârdan sonra imana, tekrar inkâra sapıp inkârlarını artırma şeklinde açıklan­mıştı. İstikrarsız bir iman şekline sahip olan bu insanlar imanın bir süreç ol­duğunu benimsemiyorlardı.

Bu âyette ise yahudilerin Allah ile peygamberleri arasını açan ve pey­gamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edip Bakara sûresinin 87. âyetindeki peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunu ortadan kaldırma­ları ele alınmaktadır.

1. İnkâr psikolojisi bitişik olanı ayırır. Kur'an ve ondan önceki bütün kitaplar Allah'a iman ile peygamberlik müessesesini bitiştirmiştir. Bir insan çıkıp "Allah'a inanmıyorum ama peygamberlerine inanıyorum" diyemez. Bu bütünü parçalamak inancı çürütür. İnkâr psikolojisinin en büyük tahribatı Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmakta görülmektedir. İnkâr psikolojisi inanç sisteminde derin bir deprem meydana getirmektedir.

İnkâr insanın iradesini etkilemektedir. Onun için âyette jj^/j istiyor­lar ya da "isterler" kelimesinin ifade ettiği eylem yer almaktadır. İrade etmek "istemek" anlamına gelmektedir. Demek ki inkâr insanın isteklerini, yani iradesini bozmakta, düzenini yıkmakta ve yönünü değiştirmektedir. Âyette inkâr edenlerin isteği, yani iradesi "Allah ile peygamberlerinin arasım ayırma" yönünde tecelli etmektedir. "Ayırmak" şeklinde mânalandırdığımız kelime tefrikadır. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki, kâfirler tefrikayı imana kadar götürmekte, Allah ile peygamberleri arasına koymaktadırlar. Böylece tefrikanın psikolojik sonucu ortaya çıkmaktadır. Demek ki tefrika sadece sosyal boyutta olmuyor, inanç alanında da gerçekleşiyor.

2. Âyetin ikinci bölümünde inkâr psikolojisine sahip insanların hangi konuşma ile inançlarını ifade ettikleri ele alınmaktadır. Bir kısmına iman ederiz, bir kısmına inanmayız derler. "Bir kısmına inanırız" sözü neyi ifade etmektedir? Bunun cevabını Zemahşerî şöyle verir: Allah'a inanırlar. "Bir kısmına inanmayız"ı da "Peygamberlere inanmayız" şeklinde yorumlamaktadır. Bu açıklamayı âyetin birinci bölümüne bağlarsak, Allah ile peygamberlerinin arasım ayırmanın anlamı, Allah'a inanıp peygamberlerine inanmamaktır. Böylece Allah inançta tefrika çıkarmanın ne anlama geldiğini onların sözleriyle açıklamıştır. İnançta tefrika imanın bütünlüğünü bozmaktır.

"Bir kısmım inkâr ederiz, bir kısmına inanırız" ifadesini peygamberler arasında olduğunu da söyleyebiliriz. Bu noktadan hareket edersek diyebiliriz ki, kâfirler tefrikanın ikinci safhasında peygamberleri birbirinden ayırmakta­dırlar. Peygamberler arasında ayrılık çıkarmak Bakara sûresinin 87. âyetine ters düşmektedir: "Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik." Burada ki kaffeynâ "ardarda gönderdik" ifadesi peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Peygamberter bir zincirin halkalan gibi birbirine bağlı ve devamlılığı göstermektedirler. Onlardan bazısına inanmak, bazısına inanmamak, zinciri kırmak ve süreci iptal etmek mânasına geleceğinden inkâr olarak değerlendirilecektir.

3. Peygamberlerin bazısına inanıp bazısına inanmayanların inkâr ile iman arasında üçüncü bir yolu tutmak istediklerini Allah söylemektedir. Nisa sûresinin 150. âyetinde bu durumla karşılaşırız. İki inkâr, bir iman, bir tefrika, iki de irade etmek şeklindeki kalbî ve sosyal eylemler yer almaktadır. Âyet edenlerin, çönül eylemiyle başlamaktadır. Daha sonra Allah ile peygamberleri arasına ayrılık sokma eylemi, sonra da bir bütün olan peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak gibi kalp eylemi, sonunda da inkârla iman arasında bir yol edinme isteği gelmektedir. Küfürle iman arasında üçüncü bir yol tutma münafıkların işidir. Bu da şahsiyet açısından ele alınınca, münafıklarda bir şahsiyet parçalanması olduğunu göstermektedir.

4. Allah iman ile inkâr arasında bir yolun olamayacağına dikkat çekerek

alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

İman ile inkâr arasında bir yolun olmaması sebebiyle Allah bunları kâfir grubuna yerleştirmiştir. Buradan şu ilkeye varıyoruz: Hak dinin getirdiği inanç sistemi bir bütündür parçalanamaz. İnsanın hoşuna giden, kendi arzula­rına uyan kısmını alıp, hoşuna gitmeyen ve kendi hayatına uymayan kısımları atması mümkün değildir. Böyle bir anlayışın inkâr olacağını söyleyen Allah, inanç sisteminin bütünlüğünü korumak için bu âyetleri indirmiştir. Vücudun herhangi bir organındaki şiddetli ağrı, nasıl ki bütün vücudu etkilerse, iman sisteminin herhangi bir esasındaki inkâr da bütün sistemi etkileyecek ve giderek sistemi çürütecektir.

5. Allah ve peygamberlerini inkâr etmek, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmayı istemek, peygamberlerden bazılarını kabul edip bazılarını etmemek suretiyle inkârla iman arasında üçüncü bir yol bulmaya çalışmak cehennem ateşini getirecektir. Onun içindir ki 151. âyetin sonunda, "Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırladık" ifadesi yer almaktadır.

Demek ki imanın bütünlüğünü parçalayanlar Allah'tan alçaltıcı azabını hazırlaması isteğinde bulunmaktadırlar. Din eğitimi açısından bu iki âyet önemli çıkarımlar getirmektedir.

a) Din eğitimi iman açısından şahsiyet parçalanmasını önleyecek bilinci insanlara kazandırmalıdır. Beyin, gönül ve nefis arasında parçalanmanın za­manla iman sisteminde parçalanmalara sebep olacağı esasından hareketle, imanda bütüncül anlayışın ve tasdikin olmasını temin etmedikçe, insanın şah­siyetinde oturmuşluğun olmayacağı fikrini aşılamalıdır. İmanda bütüncül bir yapıdan hareket ederek şahsiyetin bütünleşmesine varan bu eğitim süreci, toplumda kültürel ve milletlerarası sosyal bütünleşmenin temellerini atmış olacaktır, insanın içinden doğan bu manevî bütünleşme zamanla topluma, oradan insanlığa sıçrayacak ve böylece din eğitimi hedefine ulaşmış olacaktır.

b) Allah, kendi eğitim yöntemiyle inanç gruplarının ve çeşitlerinin neler olduğunu öğretmektedir. Bunun anlamı müminlerin aldanmasını önlemektir. Gruplar birbirini iyi tanıdıkça tedbirler, ilişkiler ve tavırlar da bilinçlenmiş olacaktır.

c) Dinî eğitim, Allah'ın insanlan cehennemde yakma isteğinde ol­madığını, kulun kendi inancı ve yapıp ettiklerinin onun cehennemini oluş­turduğu fikrini vermelidir. Dünyayı ve âhireti cehenneme çeviren, insanın inançları, düşünceleri ve eylemleridir. Bu esası öğretmek, anlatmak ve yay­makla din eğitimi, kötülüklerin arkasında Allah'ın olduğu düşüncesini kaldıra­caktır. Böylece insanlar kendilerini kritik etme olgunluğuna erecek, başkalarım tenkit etmek yerine hatayı kendinde arama ahlâkını edinmiş olacaklardır.[192]

 

Müslümanm îmanı:

 

152. Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlar dan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince), işte Al­lah bir gün onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Bu âyette bundan önceki iki âyette anlatılanların aksine müminlerin durumu ele alınmaktadır.

1. Allah'a ve peygamberlerine inanan insan bütüncül bir imana sahip olduğundan, peygamberler arasında bir ayırım yapmamalıdır. İşte din eğitimi bu anlamda bütüncül imana sahip insanlar yetiştirmeli ve bunu kendisine iş edinmelidir.

2. Bü-tüncül iman ilâhî ödüle gitmektedir. Parçalanmamış iman dünya ve âhirette ödüle dönüşmektedir. Böylece 150 ve 151. âyetlerde cehenneme giden yol anlatılırken bu âyette ödüle giden yol anlatılmaktadır.

3. "Allah çok bağışlayıcı merhamet sahibidir." Âyetin sonunda affedici ve merhamet sıfatları niçin getirilmiştir. Bize göre bunun ödülle bir alâkası vardır. Çünkü âyette ödülden bahsediliyor ama, ödülün ne olduğuna açıklık getirilmiyor. Bu ödül veya ödüller Allah'ın affı ve merhametidir. Allah bütüncül imana sahip olmaları için insanları bu ödülüyle motive etmektedir. Doğru inanç ve iyi eylemi insana kazandırmanın bir yolu da onu ödülle teşvik et­mektir.[193]

 

En Zor İstek: Allah'ı Dünyada Görme Arzusu:

 

153. Ehl-i kitap senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişler ve bize Allah'ı apaçık göster demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Sonra kendilerine bunca açık mucizeler gelışişken tuttular buzağıya taptılar. Nihayet biz, tövbe ettiklerinden bunları bağışladık ve Musa'­ya açık bir hâkimiyet verdik.

1. Ehl-i kitap senden gökten kendilerine bir kitap indirmeni istiyorlar. Hz. Peygamber kendisine vahiy geldiğini söyleyince, o dönemdeki kitap ehli yani yahudiler, kendilerine gökten bir kitap indirmesini istediler. Onların bu isteği çok zor bir istekti. Çünkü Hz. Muhammed'e vahiy kitap halinde gelmiyordu. Parça parça, yani âyet âyet Cebrail vasıtasıyla iniyordu.

Kur'an'ı vahiy kâtipleri yazıyordu. Kur'an'ın geliş şekliyle ondan önceki kitapların geliş şekli farklıydı. Meselâ Tevrat İsrâiloğullan'na Hz. Musa tara­fından levhalar halinde getirilmişti. O levhaları Hz. Musa nerede buldu? Onları nereden alıp getirdi? Bu soruların cevabı Kasas sûresinin 29. âyetiyle verilmektedir: "Sonunda Musa süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine, 'Siz bekleyin, ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi." İşte orada gördüğü ışık, ilâhî mesajı taşlara kazıyan, bir bakıma fakslayan bir ışıktı. A'râf sûresinin 145. âyetinde, "Nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Musa için levhalarda yazdık" buyurulmaktadır. Demek ki Tevrat Hz. Musa'ya yazılı olarak verilmiştir. Bu yüzden yahudiler Hz. Muhammed'den levhalar halinde bir kitap istiyorlardı.

Bu durumda "Yahudiler neden böyle bir istekte bulundular" şeklinde bir soru sorulabilir. Yahudiler böyle bir kitabı Hz. Muhammed'in peygam­berliğinin ispatı için istemişlerdir. Fakat bu isteğin arka planında, yahudilerin dışında hiç kimseye vahiy gelemeyeceği, peygamberlik müessesesinin sadece kendilerine ait olduğu kuruntusu vardı: "Eğer sen ey Hz. Muhammed peygamber isen, gökten bize bir kitap getir de peygamberliğini ispat et!" Hz. Peygamber onlara gökten bir kitap indirseydi, inanacaktan da yoktu. Ama meseleye olumlu açıdan bakarsak şu genellemeyi yapabiliriz: Bir meseleyi insanlara kabullendirip ispat edebilmek için delil getirmek gerekiyor. Yahudilerin istediği, delil olması bakımından imkânsız olmasına rağmen, sadece delil istemeleri bakımından haklıdırlar.

Diğer taraftan onların bu istekleri Hz. Peygamber'e gelen vahyin, geliş şekline de bir itiraz içermektedir. Bakara sûresinin 97. âyetinde olduğu gibi vahyi Cebrail Hz. Peygamber'in kalbine indirip sonra onun ağzından çı­kan kelimelerle vahiy kâtiplerine yazdırmasına akıllan eriniyordu. Allah'ın Kur'an'ı vahyediş metoduna da itirazları vardı. Aynca onların bu isteğine dikkat edilirse, Peygamber'in indirmesini istiyorlar Allah'ın değil. Bunun an­lamı "Allah isterse indirir ama senin indirmeni istiyoruz" demektir. "Madem ki vahiy alıyorsun, Allah sana gökten bir kitap göndersin de görüp inanalım" demeleri gerekirken, "Sen bize bir kitap indir" demeleri baştan inkâr ettik­lerinin delili olmaktadır. Halbuki onlar kitabın gelişiyle değil de, kitabın içeriği ile tatmine ulaşmaları gerekirdi.

2. Onlar Musa'dan bunun da­ha büyüğünü istemişler de, 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi. Hz.

Musa'dan Allah'ı göstermesini istemeleri, Hz. Peygamber'den gökten ken­dilerine bir kitap indirmeleri konusundaki istekten daha zor, daha büyüktür. Hz. Musa'dan istediklerini Allah burada niçin gündeme getirmektedir? Bir mukayese yaparsak Hz. Peygamber'i teselli ve teskin etmektedir: "Senden gökten kendilerine bir kitap indirmeni istemeleri seni çok üzmesin, Hz. Musa'dan bundan büyüğünü, yani Allah'ı göstermesini istediler."

Diğer taraftan Allah yahudilerin bu konudaki ahlâkını anlatmaktadır. Onların maksadı inanmak ve tasdik etmek değil mugalata yapmaktır. Âyetin bu kısmından şu neticeyi de çıkartabiliriz: Peygamberler arasında en çok eziyet çeken Hz. Musa'dır. Bir tarafta Firavun gibi bir zalim, diğer tarafta şahsiyeti ezilmiş köle bir toplum. Hz. Musa'nın tutunacak bir yeri yoktu, el attığı her şey elinde kalıyordu.

Yahudilerin, yani İsrâiloğullan'nın Hz. Musa'dan kendilerine Allah'ı göstermeleri isteği etkili oldu, Hz. Musa Allah'ı görmek istedi: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim bana (ken­dini) göster, seni göreyim' dedi. 'Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin1 buyurdu. Rabbi odağa tecelli edince onu paramparça etti" (A'râf 7/143). Böylece Allah'ın asla görülemeyeceği ispat edilmiş ve bu inanç olarak insanlığa öğretilmiş oldu.

3. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Allah'ı görme ya da gösterme isteği, tabiat olaylarını sarsacak, ilâhî âlemden cezayı alıp gelecek kadar ağır ve yanlış bir iştir. Allah onların Hz. Musa'dan Allah'ı göstermesi isteğini zulüm olarak nitelemektedir. Bir in­sandan olmayacak bir işi yapmasını istemenin bir zulüm olduğu da bu âyetten çıkmaktadır, tnsana gücünün yeteceği şeyi istemek adalettir, bunun tersini yapmak zulümdür. Güce göre iş, güce göre sorumluluk doğru olanıdır; Hz. Musa'dan böyle bir istekte bulunmaları onun gücünü aşan bir yüktür. Onun için Allah onların zulüm yaptığım söylemektedir. Onların bu zulmü ilâhî âleme çıktı, oradan gelen emirle tabiat olaylarıyla cezalandırıldılar.

Yıldırımın onları yakalaması, onların zulme varan isteklerinin geriye yansımasıdır. Bir bakıma ne kadar olmayacak bir iş için koştuklarının öğre­tilmesi olmuştur. Âyetin bu kısmındaki cümle kurgusuna bir bakarsak, yıldırım cümlenin öznesi durumundadır. Allah "Ben onları yıldıranla çarptım" demiyor. "Yıldırım onları çarptı" diyor. Çarpan yıldırımdır, Allah değildir. Böylece in­sanların istekleri, sözleri ateşe dönüşüp kendilerine geldiğini buradan anlı­yoruz. Onun içindir ki "zulümleri sebebiyle" ifadesine yer verilmektedir. Allah yıldırımın çarpmasının sebebini de açıklamakta, kulun başına gelen her kötü şeyin arkasında kendi yapıp ettiklerinin olduğunu gündeme getirmektedir. Daha önce Nisa sûresinin 79. âyetinde "Başına gelen kötülük ise nefsinden-dir" esası açıklanmıştı.

Bakara sûresinin 55. âyetinde konu şöyle ele alınmıştı: "Bir zamanlar: 'Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, demiştiniz' de bakıp durduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı." Bu âyetle Nisa sûresinin 153. âyetinin farkı, inanmayacaklarını söylemeleri; Nisa sûresinin 153. âyetinde bize göster derken, Bakara sûresinin 55. âyetinde "Biz görün­ceye kadar" denmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Nisa sûresinin 153. âyetinin bu kısmıyla Bakara sûresinin 55. âyeti birbirini tamamlamaktadır.

Bakara sûresinin 55. âyeti aynı zamanda Nisa sûresinin 153. âyetindeki zulüm kelimesine açıklık getirmektedir. "Allah'ı görmeden iman etmeyeceğiz" demek zulümdür. İmanı Allah'ı görmeye bağlamak, aklı yerli yerinde kullanmamaktır. Allah'a iman etmek için pek çok delil istenebilir, ama Allah'ı açıkça görmek istemek, aklın ve dinin ilkeleriyle çatışmaktadır. Âyetin "Yıl­dırım onları yakaladı, onları çarptı" ifadesi, âni bir oluşumu ifade etmektedir. "Yıldırım onları çarptı" demek onları öldürdü anlamına gelmemektedir. Yani onların bu isteği, hemen başlarına belâ olarak gelip onları çarptı demektir. Yıldırım, belânın aniden gelişini ifade etmektedir.

Fakat Bakara sûresinin 55 ile 56. âyetleri bir arada yer alınca, ölüm olayının gerçekleştiği ve sonra Allah'ın onları dirilttiği görülecektir. Yıldırımın çarpmasıyla onlar baygın hale gelip sonra ayıldılar mı, yoksa gerçekten ölüp sonra Allah onları tekrar diriltti mi? Bunun cevabını vermek çok zordur. Ancak A'râf sûresinin 143. âyetinde bunun cevabını bulmak mümkün olur. Orada Hz. Musa Allah'ı görmek isteyince, Allah bunun mümkün olmadığım, dağa bakıp dağın yerinde durması gerçekleşirse kendisini görebileceğini söyledi. Allah dağa tecelli edince Hz. Musa baygın olarak yere düştü, sonra ayıldı. Bu durum bize diyor ki, yahudiler Allah'ı görmek isteyince Hz. Musa olayındaki dağa tecelli etme olgusu, bunlara yıldırım şeklinde gerçekleşti. Hz. Musa'nın baygın olarak yere düşmesi de bunlarda, ölü haline gelme şekline dönüştü. Hz. Musa'nın ayılması gibi onlar da dirildiler.

Hz. Musa'nınki bir uyan ve bir ispat olduğu halde, İsrâiloğullan için bir bakıma hem uyan hem de ceza olmuştur. Buradaki farkı belirleyen şey niyet farkıdır. Hz. Musa'nın Allah'ı görmek istemesi kavminin ağır isteği ve baskısı olduğundan samimi bir istekti. Ama yahudilerin istekleri işi yokuşa sürmek, iman etmemek ve mugalataya sapmaktır. Demek ki insanların istekleri, konuşmaları tabiatı sarsmakta ve o olayların farklı bir şekilde tecelli etmesine sebep olmaktadır.

4. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. A'râf sûresinin 143. âyetinde Hz. Musa ayıklıktan sonra şöyle dedi: "Seni noksan sıfatlarından tenzih ede­rim, sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim." Ama Nisa sûresinin 153. âye­tinde yahudiler dirildikten sonra şirke saparak buzağıyı tanrı edinirler. Benzer istekler, benzer tecellilere rağmen neticenin farklı olduğuna şahit oluyoruz. Demek ki yahudiler Allah'ı görme isteklerinde kötü niyetliydiler. Hz. Musa görme isteğinde samimi olduğundan dağa Allah'ın tecelli etmesinin hemen ardından teşbih ve tövbe etti, mümin olduğunu bir kere daha tekrarladı.

Ama onlara yıldırımın tecelli etmesi, iyiden yana hiçbir etki yapmadığı gibi şirke de saptılar. Yanlış isteklerinden sonra meydana gelen yıldırım olgusu, onları iyiye yöneltmesi gerekirken, yanlış yapmalarını arttırdı ve gittikçe ça­mura battılar. "Açık deliller geldikten sonra" ifadesindeki deliller neler olabilir? Âyetteki yıldırım ölüp dirilmelere birer delildir. Ama bu açık deliller Hz. Musa'nın mucizeleri olabilir: Asâ, elinin parlaması, denizin yarılması, taştan suyun akıtılması Tevrat'ın alınması bu mucizelerden bazılarıdır.

Bütün bu delillere rağmen imandan, tevhidden yana bir değişimin mey­dana gelmemesi buzağıyı tanrı edinmeleri ilginç bir olgudur. Demek ki Allah onları eğitebilmek için bütün metotlarını kullanmış ama onların gönlünde ufak bir değişim meydana gelmemişti. Demek ki eğitimin en etkili metotları kulla­nılsa bile eğitilemeyecek insanlar vardır. Allah bu ilkeye işaret etmektedir. Eğitim sihirli bir değnek değildir; istenilen etkiyi yapması eğitilen kişinin beyin ve gönül yapısına bağlıdır. Eğitimi veren kadar, eğitimi alanın da payı vardır.

Yahudilere açık delillerin gelmesinin anlamı, onların eğitime tâbi tu­tulmasıdır. Eğitilmelerine rağmen, yine de şirke sapmaları, buzağıyı tanrı edinmeleri esas zulmü teşkil etmektedir. Demek ki eğitilmeden insanlar so­rumlu tutulamaz. İsrâ sûresinin 1 S. âyetine göre peygamber gelmeden kimse­ye azap edilmeyecektir.

5. Biz bunu da affettik. Allah Teâlâ, yahudilerin bu­zağıyı tanrı edinip şirk koşmalarını da affetti. Peki şirk affolur mu? Çünkü Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetlerine göre şirkin affolması mümkün değildir. Bakara sûresinin 51. âyeti buzağıyı tanrı edindiler derken, 52. âyette affe­dildiklerine işaret edilmektedir. Nisa sûresinin 153. âyetinde de aynı şirkin, aynı şekilde affedildiğine dikkat çekilmektedir. Bakara sûresinin 51 ve Nisa sûresinin 153. âyetlerinde afâ fiili yer almaktadır. Bu kelime "gizlemek, sil­mek, kötülüğü defetmek" mânalarına gelmektedir.

Şirkin affolması meselesine dönersek Bakara sûresinin 52 ve Nisa sûresinin 153. âyetleri, Nisa sûresinin 48 ve 116. âyetleriyle çatışmamakta-dır. Şirk âhirette affedilmeyecektir, ama bu dünyada affedilebilir. Her pey­gamber döneminde olduğu gibi, Hz. Peygamber döneminde de toolum şirk

dakı şükür "inanmak" mânasına gelmektedir. Demek ki şirkten sonra tevhid inancına dönen insanlara Allah af ilân etmektedir. Meselâ Hz. Ömer ve di­ğer sahabe gibi önceleri şirk içindeyken, tevhid inancına dönmekle af kapsa­mına girmiş oldular. Demek ki dünyada şirkten tevhide dönen insan için af vardır ama, şirkini âhirete taşıyan için âhirette af yoktur. Allah'ın bu âyetlerde affı zikretmesi, insanları şirki terketmeleri için teşvik etme gayesi yer almaktadır.

6. Ve Musa'ya apaçık delil verdik bölümünde geçen sultan kelimesini iki açıdan yorumlamak mümkündür: Sultan burada siyasî yetki, siyasî erk, hükümranlık mânasına geldiği gibi, eğitim açısından hakikatin kanıtı da denebilir. Ama şunu söylemekte yarar vardır: Sultanın ön­celikli mânası siyasî erki elinde bulundurmak, ikincil mânası "hakikatin ka-nıtrdır. Âyetin bütününe bakınca yahudilerin inançlannda bir istikrarsızlığın olduğu anlaşılacaktır. Sultan kelimesi onlarda istikrarın meydana gelmesini te­min edecek gücü ifade etmektedir. Siyasetin tam anlamıyla çalıştığı bir yerde veya eğitimin güçlü olduğu bir toplumda istikrarın olmaması mümkün değildir. Bu istikran sağlamak için Allah Hz. Musa'ya apaçık bir yetki vermiştir. [194]

 

Antlaşmayı Bozmak:

 

154; Ve Sftrâ dağını verdikleri sözün delili olarak üzer­lerine yükseltmiştik. Onlara "Kapıdan tevazu içinde giriniz" demiş ve "Sebt kanununu ihlâl etmeyiniz" diye uyarmıştık ve kendilerinden sağlam bir taahhüt almıştık.

1. Tûr'un onların üzerine kaldırılması ne anlama gelmektedir? Bu so­runun cevabını verebilmek için Bakara sûresinin 93. âyetine bakmak gerekir. Nisa sûresinin 154. âyetini 153. âyete bağlayarak açıklayabiliriz. Allah Hz. Musa'ya siyasî erki, yetkiyi vermiş olması demek, halkın onun siyasî gücünü kabul etmesi, ettiğine dair söz vermesi anlamına gelmektedir.

Yapılan bu siyasî antlaşmanın ihlâl edilmesi neticesinde "Tur dağını kafanıza yıkarım" mânasını ifade etmektedir. "Bu antlaşmayı bozarsanız, memleketinizin altını üstüne getiririz" demektir. Bakara sûresinin 93. âyetine dönersek bu yorumu yakalamak mümkündür: "Hani sizden söz almış, Tür dağım üzerinize yükseltmiş, size verdiklerimizi kuvvetlice tutunuz, söylenenleri dinleyiniz demiştik." Verdiklerimizi kuvvetlice alınız ve söylenenleri dinleyiniz emri antlaşmanın içeriğini belirlemekte ve bunu yapmayanların başına Tûr dağını yıkacağını söylemektedir. Nisa sûresinin 154. âyetinde de antlaşmada başka maddelerin yer aldığına şahit oluyoruz.

"Tûr'u başlarına yükselttik" ifadesine başka bir açıdan bakabiliriz: Allah onlara, verdikleri sözde dururlarsa Tûr dağı gibi onları yücelteceğini de söy­lemiş olabilir. Bunun anlamı meseleye olumlu açıdan bakmaktır. Allah'a ver­diği sözü yerine getirmekle yüceltme arasında sıkı bir bağlantı kurmak gere­kiyor. Hz. Musa'ya verilen siyasî iktidarla barışık yaşamak, toplumsal sözleş­meyi yerine getirmek demektir. Toplumsal sözleşme âyette mîsak olarak geç­mektedir. Toplumsal sözleşmenin esaslannı yerine getiren insan da Tûr dağı gibi yücelere erecektir. Siyasî erk, toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesinin toplumu yücelere erişeceğine işaret eden bu âyet değişmeyen evrensel bir ku­ral koymaktadır. Tûr'un bir dağın adı olduğunu söyleyenler vardır. Bu ifade toplumların gelişmişliğini, üstünlüğünü ve hâkimiyetini ifade etmektedir.

2. Kapıdan tevazu içinde giriniz dedik onlara. Âyetin bu kısmı Bakara süresinin 58. âyetine işarette bulunmaktadır. Orada da kapıdan tevazu içinde girme emri yer almaktadır. Bakara sûresinin 58. âyetinde karye kelimesi yer almaktadır. Bu kelime "köy" anlamına gelmekle beraber, Mâide sûresinin 21. âyetinde mukaddes topraklar anlamında kullanıl­mıştır. Öyle görülüyor ki Bakara sûresinin 58. âyetindeki karye kelimesi memleket ve medeniyetin olduğu bir şehri ifade etmektedir. Kapı kelimesi de, o memleketin korunduğunu, her yerden oraya girilemediğini, bugünkü gümrük kapıları gibi kapıların olduğunu anlatmaktadır. Bu oranın medenî bir şehir, ülke veya memleket olduğunu göstermektedir. Âyetin bu kısmında secdenin olması da, bir memlekete zorla değil tevazu içinde, bozmak için değil medeniyetten istifade etmek için girileceğini ifade etmektedir.

Firavunun esaretinden kurtulan köle ruhlu toplumun medeniyetle tanış­ması, medeniyete boyun eğmesi, ona karşı tevazu kanatlarını germesi, daima barıştan yana olması büyük bir gelişmişliğin ifadesi olacaktır. Öncelikle Allah'ın onlarla antlaşma yapması, onlara kişilik sahibi olduklarını hatırlatmakta ve onları muhatap olarak almasının değerini göstermektedir. Artık Hz. Musa devleti kuracak siyasî erki eline almış, toplumsal sözleşme gerçekleşmişti. Ama devlet kurabilmesinin önemli bir direği eksikti. O da medeniyetle tanış­mak, yerleşik hayatın getirdiği değerleri tanımaktı. Onun için Allah onlara medeniyet ülkesine tevazu içinde girmelerini emretti.

3. Onlara cumartesi günü sınırını aşmayınız dedik. Âyetin bu kısmındaki yasak, yapılan antlaşmanın bir maddesini teşkil etmektedir. Birinci madde "kapıdan tevazu içinde girmek"; ikincisi de "Cumartesi günü sınırı aşmamaktır." İkinci maddede yer alan emir yasak şeklindedir: haddi aşmayınız. "Sağa sola koşmak, hareket etmek, sıçramak, seyirtmek ve koşmak" mânalarına gelen adve kelimesinden türeyen bu fiil, yasağın esasını teşkil etmektedir. Sebt "cumartesi günü" de­mektir. "Cumartesi günü haddi aşmayınız"ın mânası, "Cumartesi günü balık avlamayınız" demektir.

Bakara sûresinin 85. âyetinde bu konu geniş olarak açıklandı. Orada şöyle denmektedir: "Andolsun, içinizden cumartesi günü haddi aşanları, el­bette bilmişizdir." Demek ki Bakara sûresinin 85. âyeti Nisa sûresinin 154. âyetinden sonra inmiştir. Çünkü Nisa sûresinin 154. âyetinde yasak konuyor; Bakara sûresinin 85. âyetinde yasağın çiğnendiği ifade ediliyor. Allah'ın cu­martesi günü balık avlamayı yahudilere yasakladığını Kur'an'da anlatmasının sebebi ne olabilir?

a) Allah av yasağını çok eski devirlerde koyduğunu ifade etmekte ve müslümanlara öğretmektedir. Av yasağı veya avlanma hukukunun temelleri­nin çok eskiye dayandığını ve bunun bir kültür olarak kıyamete kadar yaşa­yacağını göstermek ve öğretmek için gündeme getirmektedir. Mâide sûresinin 96. âyetinde ihramh iken müslümanlara kara avı yapmak yasaklanmaktadır. Bu av yasağı aslında insanın tabiatla olan ilişkilerini düzenleyen hukukun bir parçasını teşkil etmektedir. Hz. Âdem'e ağacı yasaklaması, İsrâiloğullan'na cumartesi günü balık avlamayı yasaklaması, Tâlût'un ordusuna nehrin suyunu yasaklaması, insan tabiat ilişkilerinde bir hukukun olmasının gerekliliğine işaret etmektedir.

b) Yahudilerle ilgili bu ve buna benzer bazı olgular anlatılarak, geçmiş­teki peygamberlerin toplumunda onlara karşı çıkanların olduğu, öğretilen yasakların ihlâl edildiği gösterilerek müslümanlann aynı hataya düşmelerinin önlenmesi amacı güdülmektedir.

c) Aynı yasağın bir benzerini, cuma günü namaza çağrıldığında işi bırakıp namaza gitme emrini veren Cum'a sûresinin 9. âyetinde de buluyoruz. Yahudilere cumartesi balık avlamak; müslümanlara cuma saatinde çalışmak yasaklanmıştır. Farklı alanlarda, benzer yasakların olduğu ifade edilmektedir.

4. Kendilerinden sağlam söz aldık. Galiz "son derece sağlam, kuvvetli" demektir. Mîsak da "ahd, söz, taahhüt" anlamına gelmektedir. Bakara sûresinin 83-84. âyetlerinde de bu antlaşmanın diğer maddeleri yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor ki 153 ile 154. âyetler birlikte ele alındığında, antlaşmanın siyasî ve hukukî boyutları ortaya çıkmaktadır. Ant­laşmanın maddelerini yerine getirenlerin yüceleceği, yerine getirmeyenlerin ülkeleri başlarına yıkılacağı bildirilmektedir.

Geçmişin bu olgularını Kur'an'da okuyan müminler, yaşadıkları zamana ve geleceğe projeksiyon yapıp, siyasî ve hukukî hayatlarını düzenleyecekler­dir. Siyasette basan ve istikrar, eğitimde basan ve kalite, hukukta sağlamlık bu olgulann uzantısı olarak devam edecektir. Böyle bir anlayış, yaşantı ve kül­türün oluşmasına Allah maya çalmaktadır. İşte din, geçmişin oluşumlanndaki evrensel boyutu geleceğe taşıyan çok önemli bir görevi icra etmektedir. [195]

 

Kalplerin Mühürlenmesi:

 

155.  Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve 'kalpleri­miz kılıflıdır' demeleri sebebiyle (onları lanetledik, türlü belâ­lar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildi) tam aksine inkârları sebebiyle Allah ö kalpler üzerine mühür vurmuştun pek azı müstesna artık iman etmezler.

156.  Bîr de inkâr etmelerinden ve Meryem'e büyük biriftira atmalarından;

157. Ve Allah elçisi Meryem oğlu İsa'yı öldürdük deme­leri yüzünden (onları lanetledik). Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, fakat sadece onlara öyle (olmuş gibi) göründü. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir ka­rarsızlık içindedirler, bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

Bu üç âyetin merkez konusu kalplerin mühürlenmesidir. İkinci konu verdikleri sözü tutmamaları, anlaşmalarını bozmaları meselesidir. Üçüncü konu ise Hz. İsa hakkındaki uydurma görüşleri ve bu konudaki ihtilâftandır. Bu durumda şöyle bir soru sorabiliriz: Allah onların kalplerini niçin mühürlemiştir?

1. Taahhüt "anlaşma ve söz vermek" anlamına gelmektedir. "Hangi taahhütlerini bozmuşlardır" sorusunu cevaplandırabilmek için 153 ve 154. âyetlere bakmak gerekir. Daha önce anlatılan 153. âyetin sonunda Allah "Ve Musa'ya apaçık bir yetki verdik" buyurmuştu. Yetki siyasî iktidarı ve devlet başkanlığını ifade etmektedir. Hz. Musa'nın devlet başkanlığını kabul etmeleri antlaşmanın önemli bir maddesini teşkil ediyordu. Diğer taraftan tevazu içinde, problem yaratmadan şehre kapısından girecekler; cumartesi avlanmama kanununa uyacaklardı. Bozdukları antlaşmanın içeriğini teşkil eden bu maddelerdi. Antlaşmanın diğer maddelerini Bakara sûresinin 83. âyetinde bulmak mümkündür. Allah'a şirk koşmamak; anne babaya, akraba­ya, yetimlere, aşırı derecede düşkün olan fakirlere iyilik yapmak; insanlara iyiyi söylemek, namazı kılmak, zekâtı vermek; 84. âyette birbirinin kanını akıtmamak ve birbirini yurdundan çıkarmamaktı.

Mâide sûresinin 12. âyetinde de anlaşmanın diğer maddeleri gündeme getirilmektedir. Ancak yukarıdaki âyetlerde yer alan ve o âyette olanları zikretmeden olmayanları sıralayacağız: Peygamberlere inanmak ve onları desteklemek; Allah'a güzel borç vermek (ihtiyacı olanlara Allah için yardımda bulunmak); ve inkâr etmemek. İsrâiloğulları içeriği bu kadar geniş olan anlaş­mayı bozdular. Bu davranış onların kalplerinin mühürlenmesine giden yolun ilk adımını teşkil etmektedir.

2. Allah'ın âyetlerini inkâr etmek Allah'ın âyetlerini derken ne kastedil­mektedir. 153. âyette yer alan "Kendilerine açık deliller geldikten sonra bu­zağıyı tanrı edindiler" ifadesinden, âyetlerin mucizeler olduğu anlaşılmakta­dır. Daha önce sıraladığımız Hz. Musa'nın mucizelerini inkâr etmiş olmaları onların kalplerinin mühürlenmesinin ikinci sebebini teşkil etmektedir. Âyet, Tevrat'ın âyetleri, yani hükümleri de olabilir. Bir bakıma birinci maddede yer alan anlaşmanın maddelerini içeren âyetlerin inkâr edilmesidir denilebilir. Mâide sûresinin 13. âyetinde olduğu gibi, kelimelerin ilâhî hükümlerin yerlerini değiştirmeleri, öğretilen Tevrat ahkâmının önemli bir bölümünü unutmaları bu inkârın ne şekilde olduğunu göstermektedir.

Hz. Peygamber'e vahiy getirdi diye Cebrail'e düşman kesilmeleri (Baka­ra 2/97) Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mîkâil'e düşman kesilmeleri onların küfrünü göstermektedir (Bakara 2/98). Bakara sûresinin 87. âyetine göre peygamberleri yalanlamaları da onların inkâr ettiklerinin delilidir. Bakara sûresinin 85. âyetine göre kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmeleri de inkârlarının bir işaretidir. Dillerini eğerek bükerek dine saldırmaları, işittik ve âsi olduk demeleri de inkârlarının delilidir (Nisa 4/ 46). Kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah katından demeleri ve bile bile Allah'a iftira etmeleri de (Âl-i İmrân 3/78) inkârlarının işaretidir.

3. İsrâiloğullan'nm, daha sonra yahudilerin peygamberlerini öldürdükle­rinin delili Tevrat'taki Yahya hikâyesinde ve İncil'deki Hz. İsa'nın ifadesinden anlaşılmaktadır. "Ey Kudüs! Sen, sana gönderilen peygamberleri öldüren, onları taşlayan Kudüs!" (Matta, 23/37). Demek ki Kur'an gelmeden önce Hz. İsa da yahudilerin peygamberleri öldürdüklerini itiraf etmiştir. Bakara sûresinin 61. âyetinde Allah yahudilere yoksulluk, düşkünlük damgasını Al­lah'ın gazabına uğramasını Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerine ve peygamber­leri haksız yere öldürmelerine bağlandığını orada anlatmıştık. Aynı durum Âl-i İmrân sûresinin 112. âyetinde gündeme getirilmiştir.

Demek ki yahudiler peygamber katili olma damgasını yemişlerdir. Pey­gamberleri öldürmek aslında eğitimi katletmektir. Çünkü peygamberler eğitici olarak gönderilmiştir. İnsanlara evrensel değerleri kazandırmak, tevhid inan­cının tohumlarını ruhlara ekmek, ahlâkı canlı tutmak ve kötülüğün alanını daraltmak için gelmişlerdir. Bu nitelikteki insanı öldürmek, tam anlamıyla eğitimi katletmektir.

4. Âyetin bu bölümünde perde "örtü" mânasına gelen ğulf kelime­si yer almaktadır. Kalbin perdeli veya örtülü olmasının mânasını Râzî, "Bizim kalplerimiz ilimle dolu olup, bizdeki bilgiden başka bilgiye ihtiyacımız yoktur" şeklinde vermektedir. Râzî diğer yorumunu da şöyle yapmaktadır: Sizin dediklerinizi anlamayız. Demek ki birinde doluluğu, birinde anlamazlığı ifade etmektedir.

Hz. Peygamber dönemindeki müşrikler de aynı ifadeyi peygambere karşı kullanmışlardı. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şe­ye karşı kalplerimiz kapalıdır (Fussılet 41/5). İfade ettikleri mâna itibariyle ekinne ile ğulf benzerdirler. Ekinne "kapalı" anlamına gelmektedir; ama ğulf "örtülü, dolu, perdeli" demektir. Üçüncü bir kavram da Muhammed sûresinin 24. âyetindedirrtliYoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var? Örtülü, kapalı ve kilitli kavramları doluluk ve anlamsızlık mânasmda bir araya gelmektedirler. Bu kavramların ifade ettiği örtülülük, kapalılık, kilitlilik tama­men psikolojik bir olgunun ifadesidir. Kendini bilgili sanan insana kibir gelir, başka bir bilgiyi almak istemez. Bu ifadeler anlatılan mesaja karşı takınılan tavrın şiddetini ifade etmek için anlamazlığı gündeme getirmektedir.

Verdikleri sözde durmamaları Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, pey­gamberleri haksız yere öldürmeleri ve kalplerinin örtülü olduğunu söylemeleri inkârın kapsamına girmektedir. Bütün bu eylemler inkâr psikolojisinin eseridir. Öyle anlaşılıyor ki, bu psikoloji saldırganlık içgüdüsünü harekete geçirmekte ve insana yakışmayan davranışları yaptırmaktadır. Antlaşmayı bozmak, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, peygamberleri haksız yere öldürmek ve kendi kalbine kilit vurmak tamamen saldırganlık içgüdüsünün eseridir. Bundan şu neticeye varabiliriz: İnkâr psikolojisi saldırganlık içgüdüsünün bağını çözüp serbest bırakıp eyleme teşvik ettiğine göre iman psikolojisi de saldırganlık içgüdüsünü disipline etmekte, böylece iman ile inkârın farkı ve etkinliği ortaya çıkmakta­dır. İnkâr psikolojisinin diğer menfi bir etkisini de âyetin devamı vermektedir.

5. Hayır, aslında Allah inkâr etmelerinden do­layı onların kalplerini mühürlemiştir. İnkâr, ilâhî iradeyi harekete geçir­mekte ve kalplerin mühürlenmesine sebep olmaktadır. Burada Allah onların kalplerini durup dururken mühürlemediğini, onların küftü sebebiyle mühürle-diğini ifade ederken, damgalama eylemini hangi sebeple yaptığını açıklamak­tadır. Sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklamasını yapan Allah inkârı sebep mühürlemeyi de sonuç olarak belirlemektedir.

Bu ifadeden kalplerinin örtülü değil tam tersine mühürlü olduğu itirazı da çıkmaktadır. Kapalı veya örtülü olmakla mühürlü olmanın farkı vardır. Kalpler bilgiyle dolması neticesinde kapatılır. Ama mühürlenme böyle değil­dir. İçinde kaçak mal veya eroin satılan bir dükkân veya iş yeri nasıl mühürle­nirse, içinde inkâr psikolojisi bulunan kalp de öyle mühürlenir. Dolu olan bir dolabı kapatmakla; yanlış iş yapılan bir yeri mühürlemek aynı değildir. Onun içindir ki Allah kalplerinin kapalı değil inkârları sebebiyle mühürlediğini söyle­mektedir. Böylece ğulf ile tab' kelimelerinin farkı ortaya çıkmış oldu. Burada ki tab' denen mühürleme, Bakara sûresinin 7. âyetindeki hatm şeklindeki mühürlemenin aynısı olmaktadır.

İnkârdan dolayı kalplerin mühürlenmesinin de başka bir sonucu ortaya çıkmaktadır: Ve (şimdi) artık çok az şeye inanırlar. Bu âyette sonucun sebebe dönüştüğüne şahit oluyoruz. İlk sebep inkâr etmeleri, bunun sonucu kalplerinin mühürlenmesi, sonra mühürlenme sebebe dönüşüyor, çok az şeye iman etme sonucunu doğuruyor. Kalplerin mühürlenmesi onlara inanç kısıtlılığı getirmektedir. Kalplerin mühürlenmesi inanç kısıtlığı ve iman alanının aşın derecede daralması demektir. Bu durumda da dar kafalı, dar gönüllü insanlar ortaya çıkmaktadır. Allah dar kafalı ve dar gönüllü insanların içindeki oluşumların bir tahlilini sebep-sonuç ilişkisi içinde verirken, kulun inkârının kendi takdirini nasıl etkilediğini de açıklamaktadır. 155. âyette sıralanan sebepler zincirinin dışında kalplerin mühürlenmesinde başka sebepler var mıdır? Bu sorunun cevabını sonraki âyetlerde bulmaktayız.

6. Hakikati inkâr etmeleri ve Meryem'e korkunç bir iftira attıkları için... 156. âyette inkârı tekrar gündeme getirmiş; onun yanına Hz. Meryem'e yaptıkları korkunç iftirayı koymuştur. Buradaki inkâr, Hz. İsa'nın babasız dünyaya gelme mucizesinin inkârı anlamına gel­mektedir. Bunu hemen sonra gelen iftiradan çıkartıyoruz. Mucize inkâr edilince iftiraya başvurmuşlardır.

Bu âyetten, başka bir genellemeye varabiliriz: İman "güven, emniyet" kelimesinden türediğine göre inkâr da güvensizliği ifade etmektedir. 156. âyetteki bi-küfrihim kelimesine "güvensizlikleri sebebiyle" mânasını verebiliriz. Hz. Meryem'e güvenmediklerinden dolayı ona korkunç ifti­rada bulundular. Güvensizlikten iftiraya gidişin yolu ortaya çıkmaktadır. Hz. Meryem'in kötü bir hareket yapmayacağına inansalardı iftira etmeyecekler­di. Bu imansızlıkları, yani güvensizlikleri iftiraya gitmelerine sebep olmuştur.

Güvensizlik ve iftira kalplerinin mühürlenmesinin başka bir sebebi ol­muştur. Doğru karar çıkmayan gönül mahkemesinin kapıları mühürlenmekte-dir. Mahkemelerinde adaletin çiğnendiği, yani doğru kararların verilmediği milleti Allah yıktığı gibi, doğru kararların çıkmadığı gönülleri de mühürlemek­tedir. Buradaki korkunç iftira Hz. Meryem'in gönlünü yaralarken, bu yarala­manın çıkarttığı "âh" onların gönüllerinin mühürlenmesine, yani iptal edilme­sine sebep olmuştur.

Bu durumda şöyle bir genelleme yapabiliriz: Ahlar, beddualar kay­bolmuyor, onlar bir alev gibi dolaşıyor ve bir mermi gibi saplanıyor. Onlar, insanların basma belâ olarak yağıyor, çoğu defa da gönülden vuruyor. Hz. Mer­yem'in âhı da yahudileri gönülden vurdu ve Allah tarafından mühürlenme­lerine sebep oldu. Hz. Meryem'in gönlünden çıkan âh bir bomba gibi yahudi-lerin gönlüne düştü ve oradaki bütün erdemleri yok etti, ışığı söndürdü, anlayış kapılarını kapattı ve onları karanlıklar içinde bıraktı.

7. Hz. İsa'yı öldürmedikleri ve çarmıha germedikleri halde öldürdük demeleri. 157. âyetteki Allah'ın peygambe­ri, Meryem oğlu İsa'yı öldürdük ifadesı,S>nların inkârlarının hangi dereceye ulaştığının bir göstergesidir. Peygamberin ölümüne varacak kadar inkârların­da derinleşmiş olmaları, onlarda bir böbürlenme meydana getirmiştir. Bu sözler onlarda peygamberleri öldürme alışkanlığı olduğunu da göstermektedir. 155. âyette peygamberleri öldürme olgusu açıklanırken bu anlatılmıştı. Peki böyle konuşmaları neden kalplerinin mühürlenmesine sebep olsun? Soruyu birkaç açıdan cevaplamak mümkündür: Bu onların Hz. İsa'yı öldürme niye­tinde ve teşebbüsünde olacak kadar inkârda ileri gittiklerini ifade etmektedir.

Diğer taraftan yapmadıklarını, yaptık gibi göstermeleri veya demeleri neticesinde ikili oynamalarıdır. Sâf sûresinin 2-3. âyetlerinde yapmadığım "yaptım" demenin Allah katında büyük bir nefretle karşılandığına dikkat çekilinektedir. Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetinde de yapmadıkları ile övünmek isteyenlere elem verici azap olduğu beyan edilmektedir. Yahudilerin öldüre-medikleri halde öldürdük demeleri, Allah'ın nefretine ve elem verici azaba uğramalarına sebep olmuştur. Bu nefret ve elem verici azabın buradaki tezahürü de kalplerinin mühürlenmesi olmuştur. 157. âyetin devamında Al­lah onların bu yalanlarını ispat etmekte ve neden yalan söylediklerini de açıklamaktadır: Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, sadece onlara öyle olmuş gibi gösterildi. Allah bu beyanıyla Hz. İsa'nın çarmıha gerilip öldürüldüğünün tamamen yalan olduğunu karara bağlamıştır. Ama unutmamalıdır ki, müslümanlar arasında yaygın olan efsa­neye göre, Allah Hz. İsa'nın yerine son anda ona çok benzeyen Yuda'yı koymuş ve bu kişi Hz. İsa'nın yerine çarmıha gerilip öldürülmüştür. Bu kişi Hz. İsa'nın havarilerinden olup Hz. İsa'yı krala şikâyet etmişti. Bu anlatımın Kur'an'dan ve sahih hadislerden hiçbir desteği yoktur. Muhammed Esed bu hikâyelerin klasik müfessirler tarafından üretildiği ve bunların tamamen reddedilmesi gerektiğini söylemektedir.

Müslümanlar arasında yayılan bu efsane Muhammed Esed'e göre, İn­cil'de Hz. İsa'nın çarmıha gerilip öldürülüşü masalıyla Kur'an'daki bu iddianın reddedilişi arasında üçüncü bir yolla bunları bağdaştırmaktan ibarettir. Âyetin bu bölümünde geçen şübbihe "karıştırmasına sebep olmak, benzetmek, bilinmez kılmak, şüpheTcanştırmak" mânalarına gelmektedir.

Kur'an'ın bu âyetinde "onlara öyle olmuş gibi göründü" denmektedir. Bunun psikolojik analizi şudur: Bazı insanlar tutku halinde yapmak istedikleri eylemleri yapamadıkları halde yapmış gibi anlatırlar. Sâf sûresinin 2 ile Âl-i İmrân sûresinin 188. âyetleri, bu psikolojik hastalığa işaret etmektedir. Yahu­diler de Hz. İsa'yı öldürmeyi tutku seviyesinde istiyorlardı. Buradaki "Onlara öyle olmuş gibi göründü" ifadesi, şüphe ve zan meydana getirmiş, insanları ihtilâfa düşürmüştür.

157. âyetin devamında Allah konuyu şöyle değerlendirmektedir: Onun hakkında ihtilâfa dü­şenler, burfdarrdofayı lam bir şüphe içindedirler; bu hususta zanna uy­manın dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldür­mediler. Âyetteki şüphe kavramı kararsızlık ve şaşkınlık anlamına gelmek­tedir. Yahudilerin Hz. İsa'yı öldürmedikleri halde öldürdük demeleri halkta bir şüphe uyandırdı. Yanlış haberin insanlarda bir şaşkınlık, bir kararsızlık uyandırması gibi, o dönem insanlarında ve daha sonraki nesillerde de şüphe uyandırmıştır. Tartışmalar bu şüphe batağının içinde cereyan edip zamanımıza kadar geldi. Demek ki yahudilerin bu yanlış haberleri Hz. İsa hakkında bir ihtilâf çemberi oluşturdu, çözülmesi çok zor bir tartışma açtı. 157. âyet tartış­manın çözümsüz kalmasının sebebini şüphe içinde olmalarına bağlamaktadır.

Çözümsüzlüğün sebebi sadece şüphe değildir, gerçek bilgiye dayanma-yıp zanna tâbi olmaları da diğer bir sebebi teşkil etmektedir. Böylece Allah gerçek bilginin olmadığı yerde şüphe ve zannın kol gezeceği kanununa da işaret etmektedir. Kur'an Hz. İsa'yı gerçekten öldürmediklerini söylerken bu ihtilâfların şüphe ve zandan kaynaklandığına da dikkat çekmektedir. Böy­lece Kur'an Hz. Muhammed'e kadar gelen bu şüphe ve zandan örülü efsane­yi ortadan kaldırmış; yapmadıkları şeyi yapmış gibi gösterenlerin gönüllerinin nasıl damgalandığını bütün dünyaya ilân etmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki yahudilerin kalplerinin mühürlenmesinin sebeplerini Allah, onların inanç yapılarına ve eylemlerine bağlamaktadır. Sözünde durmamak, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, haksız yere peygamber­leri öldürmek, kalplerinin bilgi ile dolu olduğu için başka mesajlara kapalı olduğunu söylemek, güvensizlikleri sebebiyle Hz. Meryem'e korkunç iftirada bulunmak, öldürmedikleri halde Hz. İsa'yı öldürdük demek, bir insanın veya toplumun söyleyeceği en kötü söz ve yapacağı en kötü davranışlardır. Bu alışverişte olan kalp damgalanmaktadır. [196]

 

Hz. İsa:

 

158. Hayır, Allah onu kendi katına yüceltti. Allah ger­çekten kudret ve hikmet sahibidir.

157. âyetin sonunda Kesin olarak onu öldürmediler ifa­desinden sonra 158. âyette Hz. isa'yı "kendi katına çıkardığını" söylemektedir. Bu noktada müslümanlar arasında yaygın olan efsaneye göre, Hz. İsa ruh ve bedenle Allah'a yücelmiştir. Kur"an'da böyle bir açıklama yoktur, onun için bir efsane olarak kalmaya mahkûmdur. Hz. İsa ölümünden sonra, Allah'a yüceldiği Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde anlatılmıştı. Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim ve seni ka­tıma yücelteceğim. Mâide seresinin 117. âyetinde de bizzat Hz. İsa'nın ifa­desi şöyledir: Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde gözetleyici sen oıdun! Jvtaryem sûresinin 33. âyetinde yine Hz. İsa şu cümleyi laıllanmaktadır. Doğduğum gün, öleceğim gün ve âhirette dirileceğim gün. Bu üç âyeı bize, Hz. İsa'nın eceliyle öldüğünü ifade etmektedir. Demek ki Hz. İsa beden ve ruhla Allah'a yücelmemiş, tam tersine vefatından sonra Allah onu "onurlandırmak" mâna­sında ref etmiş (yüceltmiş)tir.

Kur'an'da bu yüceltmenin (ref) olmadığı görülecektir. Meselâ Meryem sûresinin 57. âyetinde Hz. İdrîs'in de yüceltildiği gündeme getirilmektedir. Allah onu yüksek bir makama yüceltti. Bu âyette, Nisa sû­resinin 158 ve Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde kullanılan refaa kelimesi yer almaktadır. A'râf sûresinin 176. âyetine göre, Allah'ın âyetleri bütün in­sanları yüceltmek için gelmiştir. Demek ki bütün insanlar yücelmeye açıktır.

Başka ifadelerle de deliller getirebiliriz. Meselâ Hz. İbrahim Ankebût sûresinin 26. âyetinde, "Doğrusu ben rabbime hicret ediyorum; Sâffât sûresi­nin 99. âyetinde de, "İbrahim, ben rabbime gidiyorum" demiştir. Bu hicret ve gidişin ilâhî çağrı olmadan, olması mümkün değildir. İster Hz. İsa ve Hz. İdrîs gibi yücelme; isterse Hz. İbrahim gibi hicret etme şeklinde olsun, hepsin­de manevî bir onurlandırma vardır. Demek ki bu onurlandırma manasıyla yücelme bütün peygamberlerin ortaklaşa özelliğidir. Diğer taraftan Hz. İsa "Ruh ve beden olarak Allah'a yükseldi" demenin Allah'a mekân isnat etmek tehlikesini doğuracak ve böylece Allah'ın mekândan münezzeh oluşu inancı ortadan kalkacaktır. Allah'a yücelmek için bir yere gitmeye lüzum yoktur.

Allah âyetin sonunda azîz ve hakîm sıfatlarını getirmekle şu mesajı vermektedir: Yahudiler daha önce peygamberleri öldürmüşlerdi. Peygamber katili olma geleneğini sürdürmeyi Hz. İsa üzerinde de yapacaklardı. Onların bu niyetini bertaraf edip Hz. İsa'yı koruma gücüne sahip olduğunu ve bu gücünü ortaya koyduğunu beyan etmektedir. Ayrıca böyle yapmasının bir hikmete dayandığını ve bunu yerli yerinde yaptığım da hakîm sıfatıyla açıkla­maktadır. Allah bu konuyu Kur'an'ın değişik âyetlerine neden anlatmaktadır? Hz. İsa'dan altı yüzyıl sonra gelen bir peygamberin kitabında böyle bir konuya yer vermesinin amacı nedir? Bu sorulara çeşitli açılardan cevap verebiliriz. Allah geçmiş olguları anlatarak şimdiye ve geleceğe ışık tutmaktadır. Çünkü insanların kalplerinin mühürlenmesinin sebepleri arasında benzerlikler olacaktır.

Sözünden dönenler Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, kalbinin kapalı olduğunu söyleyenler, insanlara özellikle namuslu kadınlara iftira edenler, hayal kurarak yapmadığı bir işi yaptım diyenler olacaktır. Belki peygamberler­le karşı karşıya gelip onları öldürmeyecekler ama, onlan inkâr edip gönül bağını katledenler olacaktır. Allah bunları Hz. Peygambere ve müslümanlara anlatarak, benzer sorunların çözülmesi gerektiğini gündeme getirerek eğitim faaliyetini yapmaktadır.

Diğer taraftan Kur'an, daha önce Hz. İsa hakkında uydurulan efsane­lerin asılsız olduğunu söyleyerek doğrusunu anlatmaktadır. Yanlış bilgilerin, masallar içinde akıp giden kültürün sona erdirilmesi, Kufan'ın önemli görevleri arasında yer almaktadır. Çünkü bu efsanelerle insanlığın bir arada yaşaması mümkün değildir. Ayrıca konunun merkezini teşkil eden kalbin, yani gönlün hangi tahrip edici oluşumların etkisi altında kaldığını, eğitim faaliyetin ilk ko­runması gereken kalenin kalp olduğunu da vurgulamaktadır. İlâhî mührün vurulup kalbin kapanmasından önce hangi tedbirlerin alınması gerektiğinin, kalbin hangi tehlikelere açık olduğunun öğretimini yapmaktadır. İnsanlar ne kazandılarsa akıl ve gönülleriyle kazanmışlar, ama ne kaybettilerse nefis ve kalpleriyle kaybetmişlerdir. Gönül iman, sevgiye, sadakate kısaca iyi niyet ve duygulara lâyıktır. Onu Allah'ın damgalayacağı tarzdaki kötü etkilere açık bırakmak insan için çok tehlikeli bir davranıştır. Kur'an dar kafalılığın, dar gönüllülüğün ne olduğunun bilincini vererek, damgalanmayan gönülleri yetiştirme amacını gütmektedir.

Başka bir açıdan bakınca, Hz. İsa olayına ilâhî iradenin nasıl karıştığını da görmek mümkündür. (Yahudiler) tuzak kur­dular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak kuranların ha-yırhsıdır (Âl-i İmrân 3/54). Kalpleri damgalı olan yahudiler Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurdular, Allah da o tuzakları bozdu. Tuzağa tuzakla karşılık vererek onu korudu. Damgalanan kalpte şüphe vardır, zan vardır; gerçek bilgiden bir eser yoktur. Böyle kalbe sahip olanlar dünyayı şüphe ve zanla kirletmek­tedirler. İşte Allah Teala'nın şüphe ve zannın kirlettiği insan ilişkilerinden Hz. İsa'yı kurtarmasının anlamı onu,yüceltmektir, onurlandırmaktır. Âl-i İm-rân sûresinin 55. âyetinde Seni inkâr edenlerden arın-dıracağım derken kastettiği, bu kirlilikten kurtarmaktır. [197]

 

Kitab Ehli Ve Hz. İsa:

 

159. Nitekim kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölü­münden önce İsa'ya inanmamış' olsun. Kıyamet gününde de İsa, onlara şahitlik yapacaktır.

Bu âyet üzerine yapılan farklı tefsirlerin en güzel yorumunu Zemahşerî yapmıştır. Zemahşerî'nin yorumuna geçmeden önce âyetteki ölümünden önce ifadesinde geçen zamirin kime gittiğini tesbit etmek gereki­yor. Hz. İsa'nın ölümünden önce mi, yoksa kitap ehlinden olan birinin ölü­münden önce mi? Zamirin Hz. İsa'ya gittiğini söyleyenler olduğu gibi, kitap ehline gittiğini söyleyenler de vardır. Râzrnin naklettiğine göre Ubey b. Kâ'b "Kitap ehlinden her biri, ölümlerinden önce Hz. İsa'ya iman edecektir" de­miştir. Zemahşerî de aynı görüşü benimsemektedir.

Tartışmaya girmeden biz bu görüşü benimseyerek, zamirin Hz. İsa'ya değil kitap ehlinin her birine gittiğini kanaatindeyiz. Çünkü zamir Hz. İsa'ya gitmiş olsaydı, bu inanma olayı Hz. İsa'nın ölümüyle sınırlanacaktı. Halbuki Hz. İsa'ya inanmak bir süreç olduğundan devam etmektedir. Kitap ehli kavra­mı kıyamete kadar devam edeceğine göre kitap ehlinin her biri ölümünden önce Hz. İsa'nın peygamber olduğuna inanacaktır. Onun için Ubey b. Kâ'b ve Zemahşerî bize göre haklıdırlar. Âyetteki bu zamir konusunu böylece hallettikten sonra, oradaki imanın ne anlama geldiğini açıklamak gerekiyor. Oradaki iman Hz. İsa ile ilgili hakikati kavramayı ifade etmektedir. Zemahşe­rî'nin ifade ettiğine göre, yahudi ve hıristiyanlar ölümleri anında, yani öncesinde Hz. İsa'nın Allah'ın bir peygamberi olduğunu anlayacaklardır.

Âyetin bu kısmına yeni bir açılım getirmek gerekiyor. Çünkü karşımıza şöyle bir soru çıkabilir: kitap ehlinin Hz. İsa'nın hakikatini kavrayıp iman et­mesi konusu Kur'an'da neden yer almaktadır? Bu sorunun cevabı yeni bir açılım olacaktır. Bize göre Allah ehl-i kitap kavramına bir tanım yapmakta­dır. Ölümünden önce yahudi ve hıristiyanlar, Hz. İsa'nın sahtekâr olmadığını, Allah'ın oğlu olmayıp O'nun peygamberi olduğu hakikatini anlayıp iman etme­dikleri takdirde kitap ehli kavramının kapsamı dışında kalacaklardır. Kitap ehli, Hz. İsa'nın peygamber olduğuna inananlardır. Bu tanımı yapmak için bu âyeti göndermiş ve ona Kur'an'da yer vermiştir. Böylece Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görenler ve inananlar kâfir olmakta ve kitap ehli kavramının dı­şında kalmaktadırlar.

Meryem oğlu fesihi Allah ola­rak gören kâfıFdir (Mâide 5/72); Allah üçün üçüncüsüdür diyenler de kâfir olmuştur (Mâide 5/73) diyen âyetlerde, ki­tap ehli kavramının sınırlan çizilmekte ve tanımı yapılmaktadır. Nisa sûresinin 159. âyeti ile bu âyetleri bir araya getirirsek, kitap ehli kavramının kapsamına girebilmek için Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna değil O'nun peygamberi olduğuna inanmanın şart olduğu ortaya çıkacaktır.

Âyetin son kısmında şu gerçek gündeme getirilmektedir: Hz. İsa da kıyamet günü onların aleyhine bir şahit olacak­tır! Bunun anlamı şudur: Yahudiler Hz. İsa'yı yalanladılar, meşru olmayan çocuk olarak gördüler ve peygamberliğini kabul etmediler. Hıristiyanlar da onu Allah'ın oğlu olarak gördüler, daha da ileri giderek Allah olduğuna inan­dılar. Hz. İsa onların bu durumuna kıyamet gününde şahitlik edecektir.

Şahitliğin nasıl yapılacağını da, Mâide sûresinin 116 ve 117. âyetleri belirlemektedir. O âyetlerde Hz. İsa'nın sorgulanacağı, ona kendisini ve ana­sını tanrı edinmeyi insanlara söyleyip söylemediği sorulacaktır. Hz. İsa da bunu kendisinin söylemediğini belirtecektir. 117. âyette de, "Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim; Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlaî üzerinde kon-trolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkı ile görensin" buyurulmaktadır. İşte Hz. İsa kıyamet denen büyük mahkeme günü bu şekilde şahitlik edecektir. Bu şahitlikte Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ve tanrı olarak görenlerin, bunu kendi iradeleriyle yaptıkla­rı, dolayısıyla Hz. İsa'nın onlara bu konuda hiç etki etmediği ortaya çıkacaktır. [198]

 

Yahudiler, Helâller ve Haramlar:

 

160. Yaptıkları zulümler ve birçok irisimi Allah yolun­dan alıkoymaları yüzünden dahaÖnce kendilerine helâl ki-hnmış tertemiz şevleri, yahudiiere haram faldık.

161. Ve ribâyı almaları yüzünde» oysaki ondaınya-ı t; ve haksız yollarla kasanların mallarını yemeleri yüzünden onların küfre. salmalarına korkunç bir azap hazırladık.

Her iki âyeti bir arada ele alıp yorumunu yaparsak, onların bir bütün olduğu anlaşılır. Her iki âyet yahudilerin hayatında dinî yasaklar bakımından meydana gelen değişimi sebep-sonuç ilişkisi içinde sunmaktadır.

Bu ayetlerin merkezî konusu, yahudilere daha önce helâl olan şeylerin haram kılınmasıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: Helâl olan şeylerin haram kılınması ne anlama gelmektedir? Bu sorunun cevabını Muhammed Esed vermektedir. Helâl olan şeyler onların istifade ettiği nimetlerdir. Haram kılın­ması da o nimetlerden mahrum bırakılmalarıdır. Demek ki konu nimet ve mahrumiyet olduğuna göre, ekonomik alanda olduğumuz ortaya çıkmaktadır. O zaman şöyle bir neticeye varmak mümkündür. Yahudilerin sahip oldukları nimetlerin ellerinden alınması, ekonomik depreme, yani değişime uğramaları anlamına gelmektedir. Böylesine büyük bir değişimin sebepsiz olması mümkün değildir. Her iki âyette de şu sebepler sıralanmaktadır:

1. Nisa sûresinin 160. âyetinde, yahudilerin zulmü se­bebiyle şeklinde geçen ifadede, zulmün ne öıaugu açıklanmamıştır. Fakat Kur'an'ın diğer âyetlerinde yahudilerin zulümlerinin neler olduğu açıklanmak­tadır.

a) Musa kavminc demiş" ti ki: Ey kavmim: şüpnesiz siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize

zulmettiniz (Bakara 2/54). Buzağıyı tanrı edinmek şirktir; şirk de Lokman sûresinin 13. âyetine göre zulümdür. Ama zalim, bu şekilde şirk koşanların kendilerine olmaktadır. Aslında burada buzağı Te'vîlât-ı Kâşâniyye tefsirinde Kemâleddin Abdürrezzâk es-Semerkandî'nin dediği gibi nefis putudur. A'râf sûresinin 148. âyetinde bunun zulüm olduğu beyan edilmektedir.

b) Fakat zalimler kendilerine söyle­nenleri başka sözlerle değiştirdiler. Bunun üzerine biz, yapmakta olduk­ları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik

(Bakara 2/59). En'âm sûresinin 93 ve diğer pek çok âyeti, Allah'a iftirayı zul­mün en büyükleri arasında saymaktadır. Yahudiler Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetine göre, kitaptan olmayanı kitaptan, Allah katından olmayanı Allah ka­tından olduğunu söyleyerek Allah'a iftira ettiler. Bu ve Bakara sûresinin 59. âyeti bir araya getirilince yahudilerin kelâmı değiştirip, değiştirdiklerini Al­lah katından demelerinin zulüm olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır.

c) A'râf sûresinin 163. âyetine göre, yahudilere cumartesi günü balık avlamak yasaklanmıştı. 165. Âyette de  

 Onlar kendilerine yapllan uyarıları unutunca, biz de kötülükten menedenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azapla yakaladık buyurulmaktadır. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki cumartesi balık avlama yasağım dinlemeyen yahudiler zulmetmişlerdir.

d) Ankebût sûresinin 46 ile 53. âyetleri arasındaki âyetlerde Ehl-i kita­bın Kur'an'a karşı tavrı ve tutumu açıklanmakta ve 49. âyette şöyle buyurul-

maktadır: Hayir' Kur'an kendilerine ilim verenlerin sinelerinde (yer alan) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr eder.

e) Nisa sûresinin 153. âyetine göre Ehl-i kitap, yani yahudiler Hz. Musa'dan kendilerine Allah'ı göstermelerini istemişlerdi. Allah bunu, yani bu isteği zulüm olarak nitelendirmektedir.

f) Mâide sûresinin 72. âyetinde Meryem oğlu Mesih'in Allah olduğunu söyleyenlerin kâfir olduğu ve bunların zalim olmaları sebebiyle yardımcıları olmayacağı buyurulmaktadır. Bir insanın Allah olduğunu söylemek şirk oldu­ğundan zulümdür.

g. Tevrat'a yükümlü tutulup da onunla amel etme­yenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez (Cum'a 62/5).

h) Cum'a sûresinin 6. âyetiyle Mâide sûresinin 18. âyeti yahudilerin kendileri hakkındaki değerlendirmelerini vermektedir. "De ki: Ey yahudiler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunu iddia ediyorsunuz, bunda samimi iseniz haydi ölümü temenni ediniz" (Cum'a 62/6); Yahudiler ve hıristiyanlar, biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz dediler (Mâide 5/18). Onların bu değerlendirmeleri Cum'a sûresinin 7. âyetinde zulüm olarak nitelenmektedir.

ı) Bakara sûresinin 135 ile 139. âyetleri arasında yahudilerin bazı ça­lışmaları anlatılmakta, düşünceleri açıklanmaktadır. Bu açıklamalardan sonra onlara şu husus soruluyor: "Yoksa siz, fbrâhim, İsmail, İshak, Yâkub ve ne­sillerinin yahudi, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine (bildirilmiş) bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir" (Bakara 2/140).

Âyette ki şehâdet Hz. Muhammed'in geleceğine dair Tevrat'taki ha­berler yani âyetlerin bütünüdür. Bu haberi inkâr etmek, delili kabul etmemek demektir. Onlar inkâr etmekle kalmadı, daha ileri giderek delili ortadan kal­dırdılar. Bu da zulüm olarak nitelendirilmektedir. Kısaca buzağıya tapmaları; Allah'ın kelâmını değiştirmeleri; haddi aşmaları; Allah'ın âyetlerini inkâr etme­leri; Allah'ı görmek istemeleri; Meryem oğlu Mesih'e Allah demeleri; inandık­ları kitapla amel etmemeleri; sadece kendilerim Allah'ın dostu görmeleri ve şehâdeti gizlemeleri yahudilerin nasıl zulüm yaptıklarını açıklamaktadır.

Allah Kur'an'ın muhtelif âyetlerinde zulüm kavramına açıklık getir­mektedir. Zulüm kelimesinin çok geniş bir inanış, düşünce ve davranış alanını içine aldığına da işaret etmektedir. Dikkat edilirse zulmün büyük bir oranı, insanların dine karşı takındıkları çeşitli tavır ve inanışlardan kaynaklandığı görülecektir. Zulmün tohumlarını insanın kalbine eken, büyüten ve oradan topluma aktaran güç şirktir. Şirk insanların fikir, iman, davranış ve ilişkiler sistemindeki bütün dengeleri bozmaktadır. Bunları bozup karanlığa ittiğinden, karanlık mânasına gelen zulüm ismini almıştır. Şirk zulümdür, çünkü insanın manevî âlemini, kendisiyle dininin ve Allah'ı ile olan ilişkiler alanını karart­maktadır. Nisa sûresinin 160. âyetinde nimetin mahrumiyete dönüşmesine sebep olan birinci sebep yahudilerin yaptıkları bu zulümlerdir.

2. "Sapmak, saptırmak" mânasına âyetin bu bölümünde sadde kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime "alıkoymak, engellemek, menetmek" mânasında geçişli; "yüz çevirmek, sapmak, feryat eylemek, bağrışmak, yaygara basmak, kahkaha ile gülmek" mânasında geçişsiz olarak kullanılmaktadır. Esadde kalıbından alınınca "yaranın irinlenmesi"; saddede kalıbından "irinlenmek, el çırpmak" anlamına gelmektedir. Saddu kalıbında isim olarak alınınca "derenin bir kıyısı, dağ, ayrılık, yükselmiş bulut" mânasını ifade etmektedir. Saddad kalıbı da "yılan, suya varacak yol" anlamına gelmektedir.

 

Sadde Kelimesinin Kur'an'daki Mânaları:

 

1) Yüz çevirmek. Bu mânada geçişsiz olarak peygamberlerden yüz çevirmek (Nisa 4/55,61); Allah'ın yolundan yüz çevirmek (Tevbe 9/9) şeklinde kullanılmaktadır. Verilen âyetlerden Nisa sûresinin 61. âyetini örnek olarak alabiliriz: "Böylece her ne zaman kendilerine, 'Allah'ın indirdiğine ve pey­gambere geliniz' denilse, bu ikiyüzlüle-rin senden nefretle yüz çevirdiklerini görürsün!"

2) Yeminlerinizi aranızda bir aldatma aracı ola­rak kullanmayınız; yoksa ayağınız sağlamca basmış olduğunuz halde ka­yar ve böylece Allah'ın yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötü sonuçlarını tutmak zorunda kalırsınız (Nahl 16/94).

3) Çekip gitmek. Çünkü onlara, 'geliniz, Allah'ın elçisi bağışlanmanız için dua edecek' dendiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların sahte bir kibirle nasıl çekip gittiklerini görürsün   (Münâfıkun 63/5).

Bu üç manasıyla kelime geçişsiz olarak, kişi veya kişilerin doğru olan bir şeye bir öğretiye ve bir çağrıya karşı gösterdikleri olumsuz tepki ve tavrı ifade etmektedir. Allah'ın yoluna, peygamberlere ve peygamberlerin çağrıla­rına karşı fikren ve fiilî olarak gösterilen tepkiyi açıklamak için bu kelime kullanılmaktadır.

4) Vazgeçirmek. Hidayetten, yani doğru yoldan birini veya birilerini etkileyerek vazgeçirmek mânasında Sebe sûresinin 32. âyetinde geçmektedir:

Küstahça böbürlenenler ise güçsüzlere 'Nasıl olur?' Doğru yol açıkça size gösteril­dikten sonra 'Biz mi sizi ondan vazgeçirdik? Hayır suçlu olan sizsiniz' diyeceklerdir. Bir grup güçlü ve ileri gelen insanların, zayıf yani kültürsüz insanları etkileyip doğru yoldan alıkoymaları, vazgeçirmelerim ifade etmekte­dir. Kelime manasıyla hem eğitim hem de sosyolojik bir oluşumu ifade etmek­tedir. Gruplararası olması sosyolojik, etkileşim açısından da eğitimsel bir mâna yüklenmektedir.

5) Doğru yoldan uzaklaştırmak. İnsanın manevî alanında meydana gelen köklü bir değişimi anlatırken değişimden önceki kötü durumu açıklamakta kullanılan bir kelimedir. Meselâ Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler, (doğru yoldan) uzaklaştırmıştı. Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi (Nemi 27/43). Belkıs'ın müslüman olmadan önceki durumunu anlatırken, onun müşrik olmasını temin eden Allah'tan baş­ka tapındıklarının olduğunu ve bunların onu doğrudan, yani tevhid inancından alıkoyduğunu söylerken bu kelime kullanılmaktadır.

6) Alıkoymak. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan alıkoydu (Ankebût 29/38). Hakikati kavrama yeteneğine sahip olan insanları şeytanın etkileyip doğru yoldan alıkoyması eylemini ifade etmek için kullanılmaktadır. Kelime tamamen psikolojik bir etkinin neticesini ifade etmektedir.

7) Kahkaha ile gülmek. Zuhruf sûresinin 57. âyetinde "bağrışmak, yay­gara basmak ve kahkaha ile gülmek" anlamına gelmektedir: "Şimdi, ne zaman Meryem'in oğlu örnek olarak ortaya getirilse senin kavmin kahkaha ile güler" buradaki kahkaha ile gülmek, yaygarayı basmak, bağrışmak anlamını ifade etmektedir. Bir konuya gösterilen tepki için kullanılmaktadır.

8) İrin. Ardından da (o inatçı zorba­ya) cehennem vardır, kendisine irinli su içirilecektir (İbrâhîm 14/16). Hakkın amansız düşmanı zayıf toplumlara zorbalık yaparak ezen kişinin cehennemde içeceği irin için bu kelime kullanılmaktadır. "Vazgeçirmek, yüz çevirmek, doğru yoldan uzaklaştırmak, alıkoymak, kahkaha ile gülmek" mânalarının irinle ne alâkası vardır diye sorulabilir.

İnsanı doğru yoldan çeviren ve menfi gösteren fikir ve etkilerin irinden farkı yoktur. İrin, yaranın içinde iken sancı yaptığı gibi, yanlış fikirler de in­sanın beyninde, gönlünde çıbanın içindeki irin gibi sancı yapmaktadır. Bu irin deşilip, bir operasyonla dışan akıtılmadan insana rahat yoktur. İrin halini almış fikirler, insanlann beyninden akıtılmadıkça doğru yolu bulamayacak, irin halindeki fikirleriyle sancı çekeceklerdir. İşte irinle insanlann yoldan çıkması veya çıkarılmasının doğurduğu sosyal ve manevî yara arasındaki ilişki budur.

Nisa sûresinin 160. âyetine dönersek, yahudilerin Allah yolundan sıkça saptıklarının beyan edildiğine şahit oluyoruz. Ama âyetin sonundaki sadde kelimesini "saptırmak" mânasına da alabiliriz. Sıkça saptıklarını söylersek kendi kendilerine saptıklarını, saptırdıklarını söylersek, başkalarım etkileyip yoldan çıkardıklarını, hakikatten uzaklaştırdıklarını ifade etmiş oluruz. Bu kötü oluşum sağlam olan hücrelerin irinli hale gelmesi gibi, sağlam olan beyin­leri yanlış ve sahte fikirlerle doldurduğundan çıban sancısı vermektedir. Bu da helâl olan nimeti harama çevirmektedir. Sağlam olan nimeti mahzurlu hale getirmektedir. "Temiz nimetleri onlara haram kıldık" şeklindeki değişimi meydana getiren oluşumun ikincisi Allah'ın yolundan uzaklaşmak, o yolu engellemektir. Mikrop sağlam hücreye girip onu irinleştiriyor ve vücudu rahat­sız edecek bir sancı veriyorsa, insanları yoldan çıkarmak da topluma irin sancısı gibi sancı vermektedir. Sadece etkilediği kişileri değil toplumun tama­mına sancı vermektedir.

3. Nisa sûresinin 161. âyetinde yahudilere helâl olan nimetlerin haram, yani sahip oldukları nimetlerden mahrum olmalarının üçüncü sebebini faiz almaları teşkil etmektedir. "Yasaklandığı halde faiz alıyorlardı." Allah yaygın­laşan tefeciliğin, özellikle faiz almanın, toplumda bol olan nimetlerin mah­rumiyetini, yokluğunu, kıtlığım getireceğini ifade etmektedir. Faiz alma, haram lokma yemek demektir. Haram lokma sadece ekonomik nimetlerin mahrumi­yetini getirmez; manevî nimetlerin de mahrumiyetini getirir. Meselâ haram lokma, gençliğin, dolayısıyla toplumun asalet ve iffet duygusundan mahrum kalmasına sebep olur.

Faizcilik Bakara sûresinin 279. âyetinde Allah'a ve Peygamber'e savaş açmak olarak nitelenmektedir. Savaş bir toplumun ekonomisini altüst ettiği gibi, faiz denen savaş da nimetin mahrumiyetini getirmektedir. Savaş toplu­mun ekonomik değerlerini boşa akıtır ve toplumda kıtlık ve yokluk baş gösterir. Faiz de duygu ve değerlerde deprem meydana getirerek siyasî, ekonomik, sosyal ve ahlâkî gücü kırar, yokluklarına sebep olur. "Menedildikleri halde" ifadesi, eğitimin verildiğini ifade etmektedir. Faiz almanın, tefecilik yapmanın kötü olduğunun öğretisi onlara verildiği halde bunu yapmalan, helâl olan ni­metleri harama, bol nimetler içinde olmayı mahrumiyete çevirmektedir.

4. Bol nimeti mahrumiyete, helâl nimeti harama dönüştüren değişimin dördüncü sebebi, insanların mallarını haksız yere yemek olmuş ve olmaktadır. Bir toplumda insanlann mallan ne nisbetle haksız yere yeniyorsa, o nisbette nimetin mahrumiyeti devam ediyor demektir.

Faiz alma konusunda anlattığımız gibi halkın malını haksız yere yemek aynı zamanda sosyal ve ahlâkî nimetlerin yani değerlerin mahrumiyetini geti­rir. Bunlar asalet ve hayadır. Haram lokma toplumların, hatta insanlığın erde­mini alıp götürmektedir. Haram lokma, cinsel ahlâkın temelini oluşturan haya duygusunu da ortadan kaldırmaktadır. Haram lokma aynı zamanda siyasetin de, ekonominin de asaletini yıkmakta, erdem olma sanatını da ortadan kaldır­maktadır. Âyette geçen "Temiz olanları onlara haram kıldık" ifadesi bu değişimi ifade etmektedir.

Nisa sûresinin 160 ve 161. âyetleri bize şunları öğütlemektedir: Zulüm gibi dinî ve sosyal deprem; Allah'ın yolundan alıkoymak gibi eğitim ve sosyal sarsıntı; faiz alma ve haram lokma gibi ekonomik bunalım insanları bol nimet­ten mahrumiyete, kıtlığa dar yaşama götürmektedir. Bu dört sebebin bu dünyadaki sonuçları bunlar olduğu halde âhiretteki sonucu da daha başka olacaktır. "Hakikati inkâr edenler için şiddetli bir azap hazırladık." Bu dört sebep insanların âhiretini cehenneme çevirmektedir. Bu dünyadaki ceza ni­metin mahrumiyeti, öteki dünyada da cehennem olmaktadır.

Allah yahudilerin bu durumunu bize niçin anlatmaktadır? Allah Hz. Muhammed'in ümmetine geçmişten aldığı örneklerle ışık tutmakta, onları bu yanlış hareketten caydırma yoluna gitmektedir. Yahudilerin bu dört eylemi­ni müslümanlar tekrarlarlarsa aynı neticelerle karşılaşacaklarına işaret etmek­tedir. Çünkü sosyal ve manevî oluşumlarda bir determinizm vardır; yani ay­nı sebepler aynı şartlar altında aynı neticeleri doğuracaktır. [199]

 

Kitap Ehlinin Durumu:

 

162. Fakat içlerinden ilimle derinleşmiş olanlar ve mü-mkılet, sana indirilene ve senden önce indirilene iman: edenler, namazı kılanlar zekâtı verenler, Allah'a ye âhiret gününe inananlar yar. ya işte pnlara pek yakında büyük mükâfat ve­receğiz.

160-161. âyetler, yahudilerin bol nimet içerisinde iken onların mah­rumiyete, kıtlığa, yokluğa itilmesi gibi önemli bir değişimin sebeplerini anla­tırken, zulmetmeleri, insanları yoldan çıkarmaları, faiz almaları ve insanların malını haksız yere yemeleri gibi manevî ve sosyal hayatı altüst eden dav­ranışları sebebiyle çok ağır ve kara bir tablo çizmektedir. Allah yahudilerin hepsinin böyle olmadığım, bunlardan istisnaî insanların olduğunu gündeme getirerek bu karamsar havayı ortadan kaldırmaktadır. Burada şu soruyu sorup 162. âyetin açıklamasına geçebiliriz: Yahudilerin iyi olan istisna grubu­nun özellikleri nelerdir?

1. Âyetin birinci bölümünde ilimde derinleşenler ifade­si yer almaktadır. Râsih kelimesi reseha fiilinden türemiştir: "Yerinde sabit ve sağlam olmak; gölün suyu çekilip yere batması; yağmurun suyunun etkisinin nemli tabakaya ulaşması; şüpheye yer bırakmayacak kadar bilginin yerle­şip sağlam olması" mânalarına gelmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde de geçen bu kavram Kur'an'da iki âyette geçmektedir. İki âyette de aynı anlamı ifade etmektedir; ilimde derinliklere inmek demektir. İlimde derin­leşenleri Allah istisna etmekle neyi kastetmektedir? Biz bundan şu genel­lemeyi çıkarabiliriz:

a) Zulmü, yoldan sapmayı ve saptırmayı, faiz almayı ve haram yemeyi önleyecek olan toplumdaki ilim adamlarıdır. İnsanları doğruya yöneltecek, kötüden alıkoyacak, iyiyi işleyecek ve güzele çağıracak olan ilimde derinleşen eğitimcilerdir. Yahudilerin içinde bunu yapabilecek ilim adamları, yani eğitim­ciler vardı.

b) İlimde derinlere kök salanların, 160-161. âyetteki eylemleri yapma­ları mümkün değildir. O eylemleri cahil insanlar yapar ilim adamlan değil. Cehaletin karanlığı içinde kalanlar, nereye gideceklerini, nasıl davranacakla­rını, ne yapacaklarım bilemeyeceklerinden, dengesiz hareketlerde bulunacak­lardır. Karanlıkta kalan bir insan gibi yolunu bulamayacak, objeleri farkede-meyecek, nesnelerin renklerini tesbit edemeyeceklerdir. Cahil insanlar da, cehaletin karanlığında, Allah'ın emirlerinin önemi farkedemez, nefsin isteklerini Allah'ın emirleriyle ayırt edemez, nereden yoldan çıktığını, hangi davranışlarla zulüm yaptığım bilemez, haramı helâlden ayırt edemez hale gelir. İşte bilgi ve özellikle bilgide derinliklere kök salmak, insanlığın üstünden bu kara bulutu kaldıracak, yerine aydınlığı getirecektir.

c) Yahudilerin Hz. Peygamber'e inanmalarının asıl sebebi, imanlarının derinliğine inemeyip imanın bütünlüğünün farkına varamamalarıdır. Oysa onlann içinde de bilgi vasıtasıyla imanın ya da inancın en iç ve en derin alanlarına inenlerin olduğu ve bundan dolayı Hz. Peygamber'e iman ettikleri âyette vurgulanmaktadır. İman gönülde teşekkül ettiğine göre, bilginin gönül boyutuna inemeyenler oradaki inancın dostu olamazlar. Yüzeyselliklerle ima­nın derinliklerine imlemez.

d) Allah sadece yahudilerin durumunu açıklamak için değil, o olguyla yaşanan zamana ve geleceğe ışık tutmaktadır. Günümüzde ve gelecekte siyasî, hukukî ve inanç bakımından zulmü; eğitim bakımından insanları etkile­yip yoldan çıkarmayı, haram lokma yiyerek ekonomik dengeleri altüst etmeyi bilgisizliğe bağlamaktadır. Bir toplumun nimet içinde yüzerken mahrumiyete uğramasının sebepleri olan bu davranışların arka planına giderek, asıl sebebin bilgiden mahrum olmak olduğunu anlatmaktadır.

Bunun anlamı şudur: Siyasî, hukukî, dinî, eğitimsel ve ekonomik mese­lelerin dengeleri, dinamikleri bilgi sayesinde sağlam kalacaktır. Bu alanlara bilgiyle girilmeli, bilginin derinliklerine inen insanlar girmelidir. Bu durum dün böyleydi, bugün de, yarın da böyle olacaktır. Çünkü Kur'an bunun evren­sel çıkış noktasını ve çözümünü vermektedir.

2. Hz. Peygamber'e ve ondan öncekilere indirilmiş olana iman edenler. Allah birinciye ilimde derinliklere nüfuz edenleri, ikinciye geçmişe ve Hz. Muhammed'e inen vahye iman etmeyi koymaktadır. Bunun sebebi ne olabilir? Bilginin imanın önüne geçirilmesi midir? Yoksa bilgiyle imanın arasında bir ilişki kurmak mıdır? Bu soruların cevabını birlikte vermek mümkündür.

Yahudiler Hz. Musa'ya gelen vahye ve Allah'a inanmalanna rağmen Hz. Muhammed'e ve ona gelen vahye inanmıyorlardı. İman yeterli olsaydı bunu yapmaları gerekirdi. Bunu yapamadıklarına göre onların imanlarını ev­rensel boyuta taşıyacak; vahyin ve peygamberlik müessesesinin bir süreç olduğunun bilincine erdirecek şeyin eksikliğini yaşıyorlardı. O da derinle­mesine bilgiye sahip olmamalarıydı. Böylece Allah bilgiyle imanın ilişkisini ve birbirinin olmazsa olmazı olduklarını gündeme getirmektedir. Demek ki yahudilerden ilimde derinleşenler Hz. Peygamber'e ve ona indirilen vahye inanmaktaydılar. Çünkü ilim adamları, geçmiş vahiyle gelmekte olan vahyin arasındaki benzerlikleri, ilişkileri ve onların süreç olma özelliklerini anla­yabilmektedirler.

3. İbadetlerini yaparlar. Na­mazı kılanlar; zekâtı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlar. İşte bu yahudilerin, müslümanlarla olan müşterek noktaları vardı. Zaten kitap ehlinin, yani yahudi ve hıristiyanlarm hepsinin aynı olmadığı konusu Âl-i İm-rân sûresinin 113. âyetinde görülmüştü. Hıristiyanlardan olduğu gibi yahudi­lerden de istikamet sahibi, gece saatlerinde secde edenler, Allah'ın âyetlerini okuyanlar, Allah'a ve âhiret gününe inananlar, iyiliği emredip kötülükten sa­kınanlar, hayırlı işlere koşanların olduğu Âl-i İmrân sûresinin 113-114. âyet­lerinde anlatılmıştı. 162. âyet, yahudilerin istisna grubunun inanç sistemini ve ibadetlerini açıklamaktadır: Allah'a, âhirete, geçmişte Allah'ın gönderdiği vahye ve Hz. Muhammed'e gönderilen vahye inanmaktadırlar. Namazlarını kılmakta ve zekâtlarını vermektedirler. Bu inanış ve ibadet şekilleri onlara diğer yahudilerden farklı kılmaktadır.

4. Biz, bunlara büyük bir mükâfat bahşedeceğiz.

161. âyetin sonunda zulmedenlerin, insanlan yoldan çıkaranların, faiz alıp haram yiyenlerin elim azaba çarptırılacakları gündeme getirilirken, bunların davranışlarına karışmayanların ve yukarıdaki iman ve ibadetleri gerçekleş­tirenlerin alternatif muamele olarak ödüllendirilecekleri gündeme getirilmek­tedir. [200]

 

Vahiy Süreci ve Peygamberler:

 

163.  Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vah-yettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İshak'a, Yâkub'a/torunlara İsâya, Eyyüb'e, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u veirk.

164. Bir kısım peygaaiberieri daha öncesana anlattık, bir losmu ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ite gerçekten konuştu.

1. Biz Nuh'a vc ondan sonra"  ki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Allah hukuk sis­temini Hz. Nuh'tan itibaren başlatmaktadır. Allah Hz. Âdem'e hukuk vermedi mi? Yani ona vahyetmedi mi? Süleyman Ateş'e göre, kendisine şeriat (hukuk) vahyedilen ilk peygamber Hz. Nuh'tur. Muhammed İbn es-Sâib, babasının şöyle söylediğini nakletmiştir: Allah'ın yeryüzünde görevlendirdiği ilk pey­gamber, asıl adı Ahnuh olan İdrîs'tir. Sonra peygamberlerin arası kesilmişti, Nuh'a kadar peygamber gönderilmemiştir. Nuh'un oğlu Sâm da peygamber idi. Ondan sonra da yine İbrahim'e kadar peygamber gönderilmedi. İbrahim, Tareh'in oğludur. Tareh'in adı Âzer'dir. Sonra İbrahim'in oğlu İsmail ile İshak peygamber olmuştur. Birincisi Mekke'de ikincisi de Şam'da peygamber ol­muştur (Süleyman Ateş, a.g.e,, II, 414 (Kurtubî, el-Câmi', 6/15'den nakletmektedir).

Süleyman Ateş'in Kurtubî'den naklettiği bu açıklamaya katılmak müm­kün değildir. "Hz. Âdem peygamber olarak gösterilse de ona şeriat verildiğin­den Kur'an'da bahis yoktur" diyen Süleyman Ateş'e katılmıyoruz. Çünkü Bakara sûresinin 31. âyetinde "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti" denirken ne kastedilmektedir? Orada Allah, Cebrail'i bile vasıta olarak kullanmayıp doğrudan öğretim yapmıştır. Daha önce Bakara sûresinin 31. âyetinin tefsi­rinde açıklandığı gibi, Hz. Âdem'e 30. âyetteki halife olmanın, yani siyasî erki elinde bulundurmanın ilkelerini öğretti. Başka bir açıdan bakınca tabiat kanunlarını öğretti. Tabiat kanunlan da tabiatın şeriatıdır. Hz. Âdem'e bilgi öğrettiği ve bu bilgiyi meleklerin bilmediği devam eden âyetlerde ifade edilmektedir.

Konuşmadan öğretmek olmayacağına göre, Allah'ın konuştuğu ilk pey­gamber Hz. Âdem'dir. Âdem! O isimleri meleklere anlat dedi (Bakara 2/33)'ifaaesinden, anlıyoruz ki Allah Hz. Âdem'e kesin olarak konuştu. Buraya kadar bir öğretim faaliyetini başlatarak hüküm koyan konuşmasını yapmaktadır: "Biz; ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşiniz; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyiniz; sadece şu ağaca yaklaşmayınız. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik."

İlk yasakla, ilk şeriat ve ilk eğitim başlamadı mı? Dikkat edilirse bu yasak Cebrail'le gönderilmiyor, Allah doğrudan konuşuyor. Daha sonra o ağaçtan yediklerinden dolayı A'râf sûresinin 22. âyetine göre soruşturmaya tâbi tutuldular: "Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?' diye nida etti." Hukukun, yani şeriatın olmadığı bir yerde soruşturma olur mu? Daha sonra onları cezalandırmıştır. Cezanın verildiği yerde hukuk vardır. Demek ki Nisa sûresinin 163. âyetinde Hz. Âdem'in ismi geçmiyor diye "Ona vahyedilmedi, ona şeriat verilmedi" demek mümkün değildir. Zaten Nisa sûresinin 164. âyetinde bazı peygam­berlerin orada anlatılmadığı beyan edilmektedir.

Vahiy, ilâhî eğitim öğretimde en geçerli metodu teşkil etmektedir. Al­lah onlara vahyetmekte (Nahl 16/68); her göğe görevini vahyetti (Fussılet 41/ 12); Hz. İsa'nın havarilerine vahyetti. (Mâide 5/111); Peygamber olmasına rağmen Hz. Musa'nın annesine vahyetti (Kasas 28/7). Burada önemli olan nokta peygamberlere olan vahiyle diğer varlıklara olan vahyin arasında derin bir farkın olmasıdır.

Peygamberlerin dışındaki insanlara, hayvanlara ve göğe vahyedilmesi ilham mânasına alınmalıdır. Bu mânadaki vahiy devam etmekte ve her ilmî buluşun ilâhî ilham sayesinde gerçekleştiğini bilmekte yarar vardır. Yani bir bilgi, yeni bir icat ilâhî ilham sayesinde ortaya konulmaktadır, çünkü bütün

doğru ve faydalı bilgiler Allah katından gelmektedir: da bilgi ancak Allah'ın katindandır, dedi (Ahkaf 46/23); De ki: Bilgi Allah katındandır. Ben ise sadece apaçık bir uya­rıcıyım (Mülk 67/26).

Nûh peygambere ve ondan sonraki peygamberlere vahyedildiği gibi Hz. Muhammed'e vahyedilmesi, sadece metodu mu belirlemekte, yoksa vah­yin içeriğini de gündeme getirmekte midir? Bize göre her ikisine de işaret vardır. "Onlara ne şekilde vahyettimse, onlara vahyettiğim konular ne idiyse sana da aynısını yaptım" demektir. Böylece ilk peygamberden Hz. Peygam-ber'e kadar gelen dinlerin değişmeyen ana ilkeleri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Toplumların gelişmesiyle yeni problemlerin ortaya çıkması doğaldır. Toplumlar arası ilişkilerin karmaşıklaşması, farklılaşması da tabiidir. Onun için dinlerin ahlâkî davranışların değerlendirilmesinde farklı hükümler taşı­ması, buna rağmen inanç ve ibadet konularında benzerliklerin bulunması kaçınılmaz olmuştur. Âyetin bu kısmı hem metot da hem de ilkeler açısından benzerliği ortaya koymakta ve bir sürecin varlığını vurgulamaktadır.

2. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub'a, torunlara, İsa'ya, Eyyûb'e, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik." Aslında âyetin bu kısmı birinci kısmın devamıdır. Çünkü Hz. İbrahim Hz. Nuh'un milletinden olduğu Sâffât sûresinin 83. âyetinde beyan edilmektedir. Böylece Allah geçmiş peygamberlerin hem peygamberliğini tescil etmekte hem de yahudilere, İslâm'ın tek din olduğunu ve asla parçalanamayacağı ilkesini öğretmektedir. 162. âyette geçen bilgide derinleşmiş olan, yani geçmiş vahiyle Hz. Muhammed'e gelen vahyi inceleyen, anlayan insanlar bu benzerliği ve birliği ortaya ko­yacaklardır. Bilgide derinlere inebilen ve kök salanlar bu birliği insanlara göstermelidirler. İlim adamlığının kalitesi burada ortaya çıkacak ve din âlimlerinin görevi de belirlenecektir. Dünya ilahiyat âlimlerinin vahiydeki süreci, birliği ve ayniliği görememeleri çağımızın ve geçmiş çağların yüz karası olmuş ve olmaktadır.

"Senin dinin benim dinim, senin mezhebin benim mezhebim, senin yolun benim yolum" diyerek insanları bölmenin, tefrikaya düşürmenin ve birbirine düşman yapmanın sebebi, inanç sisteminin, vahyin bir süreç olduğunu, birliğini ve ayniliğini gösterecek derin bilgi sahiplerinin yetişmemesidir.

3. Ve Davud'a da Zebur'u verdik. Zebur kelimesi "yazılı belge, kitap, hikmetler kitabı" anlamına gelmektedir. Al-i İmrân sûre­sinin 184. âyetinde Zebur kelimesinin çoğulu yer almaktadır. Zebur kalıbında bu âyette yer alan bu kavram, "hikmet dolu kitaplar" anlamına gelmektedir. Çoğul olması bizi şu genellemeye götürmektedir: Zebur sadece Hz. Davud'a inmedi, diğer peygamberlere de gelmiştir, fakat Nisa sûresinin 163. âyeti ise, Zebur'la Hz. Davud'u aynîleştirmiş gibi görülmektedir. A'lâ sûresinin 19. âyetinde geçen "îbrâhim ve Musa'nın sahîfeleri" ifadesini Zebur kavra­mının tefsiri olarak verebiliriz. "Sahîfeler" zübûr demektir. O zaman Zebur'u genelleştirmiş oluruz.

Burada şu soruyu sormak mümkündür: Allah'ın bazı peygamberlere vahyettiğini söylediği şey nedir? Zebur kelimesinden anlıyoruz ki hikmet dolu sahîfeler, kitaplar vahyetti. Ama bu vahiy neyi içeriyordu? Bu sorunun cevabım verebilmek için Şûra sûresinin 13. Âyetine bakmak zorundayız. "Sizin için dinden, Nuh'a önerdiğini, sana vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya önerdiğimizi şöyle diyerek kanunlaştırdı: 'Dini dosdoğru tutun, onda bölünüp fırkalara ayrılmayınız.' Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir." Bu âyeti Nisa sûresinin 163. âyetine götürürsek, vahyedilen şeyin insanların maddî ve manevî mutluluğa götüren itikad denen inanç, ah­lâk ve hukuk esaslarıdır. Mâide sûresinin 48. âyetinde geçen şir'a kelimesi "mutluluğa götüren yol" anlamına gelmekle beraber, o yolu oluşturan itikadî, ahlâkî ve hukukî ilkeler anlamına da gelmektedir.

Demek ki Nisa sûresinin 163 ile Şûra sûresinin 13. âyetleri bütün din­lerin Nuh'tan itibaren gelen itikadî, ahlâkî ve hukukî alandaki müşterek olan ilkelerin olduğunu göstermektedir. Bunun açıklamasını şu şekilde yapabiliriz: Hz. Nuh'a kadar insanlık bir aile yapısını andırıyordu. Hz. Âdem ve ondan sonra Hz. Nuh'a kadar gelen dinlerde ya da vahiyde kapalı aile toplumu ya­pısı vardır. Hz. Nuh'tan sonra toplumsal boyutta insanlık karmaşık sorunlarla karşı karşıya geliyordu, işte bu sorunların objektif hukuk kurallarıyla çözülebil­mesi için Allah itikadî, ahlâkî ve hukukî ilkeleri içeren vahiy göndermeye başladı. Bu sosyal değişim yani aile yapısından toplum yapışma geçişin zorunlu kıldığı bir hukukî değişimi ifade etmektedir. Çünkü yer yüzünde sosyal mâna­da cereyan eden ilişkiler, meydana gelen olaylar ilâhî âleme yükselerek ora­dan ilkeleri, kanun-lan alıp gelmektedir.

4. Nisa sûresinin 164 ve 163. âyetleri başka bir açıdan yorumlamakta, özellikle 163. âyette neden bazı peygamberlerin anılmasına rağmen, diğerleri­nin anılmadığma açıklık getirilmektedir. "Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." Buradan şunu anlıyoruz: Nisa sûresinin 163. âyeti indirilene kadar Allah bazı peygamberleri Kur'an'da anlatmıştı. Ama Kur'an'da yer almayan başka peygamberler de gelmiştir. Bu peygamberlerin Kur'an'da yer almama­sının anlamı, Kur'an peygamberlik müessesesini anlatırken yer verdiği pey­gamberleri örnek alarak seçmiş olması, ve o peygamberlerin öne çıkan şah­siyetler olmasındandır. Diğer taraftan Kur'an'da geçen peygamberlerin yaşa­dıkları toplumların sorunlarının evrensel boyutta olması da önemli bir etken olmuştur.

Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu. Allah Hz. Mu­sa'ya sözünü söyledi; mesajını ona aracısız sundu anlamına da gelmektedir. Mesajını sunmadan önceki konuşmasını ifade ettiği gibi, mesajını verdiği andaki konuşmayı da kapsamına almaktadır. Râzî'nin anlattığına göre Allah sadece Hz. Musa ile doğrudan konuşmuştur. Doğrudan Allah'ın bir peygam­bere konuşmasının sadece Hz. Musa'ya ait olması doğru mudur? Bu sorunun cevabım yine Kur'an'dan vermek gerekir. Bakara sûresinin 253. âyetinde şu ifadeyi buluruz: "Allah, onlardan bazısıyla konuşmuştur" ifadesinde yer alan "bazısı" kelimesini neden "biri" ile değildir? Çünkü âyette minhüm kelimesi yer almaktadır. Bu ifadedeki min harfi "bazı" demektir, "biri" demek değildir. Eğer Allah sadece Hz. Musa ile doğrudan konuşsaydı "biri" ile demesi gerekmez miydi?

O zaman Râzî, onu takip eden müfessirler ve Muhammed Esed bu konuda yanılmışlardır. Çünkü Allah Teâlâ bazı peygamberlerle, Hz. Musa ile konuştuğu gibi konuşmuştur. Buna Hz. Âdem'i örnek gösterebiliriz: Bakara sûresinin 31. âyetinde "Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti" ifadesindeki öğretim faaliyeti, doğrudan konuşma ile olmuştur. Bakara sûresinin 33. âye­tinde "Allah buyurdu: Ey Âdem, haber ver onlara onların adlarını" buyurul-maktadır. Bu hitabın aracısız olduğu kesindir. Bakara sûresinin 35. âyetinde, "Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşiniz" ifadesi de doğrudan konuşma ile gerçekleşmiştir. Şimdi Allah'ın Hz. Âdem'le olan bu konuşmala­rının: "Ey Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin rabbi olan Allahım" (Kasas 28/ 30) ile ne farkı vardır? Öyleyse Bakara sûresinin 253. âyetindeki "Bazı peygamberlerle konuştu" ifadesinin içinde Hz. Âdem de yer almalıdır.

Necm sûresinin 8-11. âyetlerinde anlatılan olgunun da aracısız vahye-dildiği ortaya çıkmaktadır. Böylece mi'racda, Allah Hz. Muhammed'e doğru­dan konuştuğu düşünülürse, O'nu da Bakara sûresinin 253. âyetindeki "bazısıy-la konuştu" ifadesine dahil etmek mümkündür. Allah vahiy yoluyla kullarına gönderdiği mesajmı peygamberlerine öğretirken çeşitli metotlar kullanmıştır: Bu metotları Şûra sûresinin 51. âyetinde şöyle açıklamaktadır: "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Allah yücedir, hakimdir." a) Vahiy denen ansızın ve bir iç aydınlanması yoluyla, b) perde arkasından konuşmayla, yani ilâhî konuşmaya muhatap kılarak, c) elçi denen Cebrail'i göndererek.

Netice olarak diyebiliriz ki Nisa sûresinin 163-164. âyetleri özellikle ilâhî mesajı insanlara ileten vahiy ve bu vahyin içeriği olan mesaj, belli bir süreçte vuku bulmuştur. Vahyin farklı metotlarla peygamberlere gelmesi, peygamberlerin birbirinden farklı olması esasına bağlıdır. Bakara sûresinin 253. âyetinde peygamberlerin birbirinden üstün olmasına dikkat çekilirken vahiy metotları gündeme getirilmektedir. Ayrıca yahudilerin ve hıristiyanlann peygamberler arasında ayrılık sokmalarının yanlışlığı açıklanarak peygamber­lik müessesesinin ve ilâhî mesajın özü bakımından bir süreç oluşturduğu vurgulanmaktadır. Aslında bu, müslümanlann, yahudilerin düştüğü hataya düşmemeleri için yapılan bir eğitim faaliyeti olmaktadır. [201]

 

Peygamberlerin Gönderiliş Sebebi:

 

165. Müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdik ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı ba­haneleri olmasın. Allah azizdir, hakimdir.

Yüce Allah bu âyette peygamberlerin gönderilişinin üç önemli sebebini belirlerken, onların görevlerinin ne olduğuna da açıklık getirmektedir.

1. Peygamberlerin birinci görevi ve Allah'ın peygamber gönderme­sinin amacı, iman eden ve Allah'a karşı görevlerini yerine getiren insanları çeşitli ödüllerle müjdelemektir. Hz. Peygamber de bu görevi müminlere yük­leyerek, "Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştınnız, zorlaştırmayınız" buyurmaktadır.

2. Uyarma görevi, müjdeleme görevinden sonra gelmektedir. îmandan yüz çevirmenin, Allah'ın emirlerim yerine getirmemenin getireceği kötü sonu­cun ne olacağını insanlara bildirmek uyan olmaktadır. Uyarının sının nefret ettirme ve zorlaştırma noktasında son bulmaktadır. Uyarmanın, peygamberin veya bir insanın isteğine, düşüncesine göre yapılıp yapılmaması çok önemlidir. Yâsîn sûresinin 1-6. âyetlerinde, Kur'an'ın gönderiliş sebeplerinden birinin peygamberin nasıl uyanda bulunacağını göstermek olarak açıklanmaktadır. Kur'an'm inişiyle peygamberin gönderilişinin amaçlarından biri bu uyanyı yapmak ve uyannın içeriğini belirlemektir. İyiyi emretmek kötüden sakındır­mak da müjde ve uyanyı gerçekleştirmek anlamına gelmektedir.

3. İnsanları inanç ve davranışlarından dolayı cezalandırabilmek için peygamber göndermek suretiyle insanlan eğitmiştir. Eğitim olmadan yani kulluğun, Allah'a ve insanlara karşı görevlerin neler olduğu bilgisi verilmeden cezalandırma olamaz. Çünkü insanın "Bize bunlar öğretilmedi" şeklindeki itirazını öne sürme hakkı vardır. Allah bunun genel geçer kanununu İsrâ

çerse bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Her kim ki yoldan saparsa bu kendi kötülüğüne olacaktır, kimse kimsenin günahını taşıyacak değil­dir. Ayrıca biz, bir peygamber göndermeden azap etmeyiz. Bu âyetin son bölümü ele alındığında şu gerçeği yakalamak mümkündür. Peygamberler vasıtasıyla yapılacak eğitim öğretim sayesinde, insanlar iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, haram ile helâli, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini öğreneceklerdir. Bu bilgiler verilmeden Allah hiçbir ferdi veya toplumu cezalandırmayacaktır.

En'âm sûresinin 131. âyeti bu konuya şu şekilde ışık tutmaktadır: Gerçek şu ki bir toplumun fertle­ri (doğru ile yanlış anlamından) habersiz olduğu sürece rabbin o toplumu yaptığı yanlışlardan dolayı asla helak etmez. İlâhî eğitimin ağırlığı burada ortaya çıkmaktadır. Dünya ve âhiretteki cezanın varlığı, bu dünyada alınan dinî eğitime bağlıdır. İnsanlar doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı bilmeden bir hayat yaşamaları mümkün değildir. Demek ki eği­tim erdemli bir kültür oluşturmayı temin etmektedir.

Peygamber gelmeseydi, insanlar nasıl bir delil ileri süreceklerdi? Bu

Eğer biz, bundan (ilâhî mesajı vahyetmeden) önce onları bir azapla helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: 'Ya rabbi! Bize bir peygamber gönderseydin de, şu aşağılık ve rüsvalığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık! Peygamber göndermenin en önemli gayesi insanların âhirette ceza görmelerine karşı böyle konuşmalarını önlemektir. Bunun anlamı bilginin, eğitimin olmadığı yerde bahane ortaya çıkacaktır. Eğitimin bahaneleri ortadan kaldıran bir faaliyet olduğunu da bu âyet söylemektedir.

Nisa sûresinin 165. âyetinin 163-164. âyetlerle ilişkisini kurarsak şu genellemeye varabiliriz: Allah niçin peygamberlere vahiy gönderdiğini ve niçin peygamber gönderdiğinin sebebini açıklamakta, öğretmeden ceza veri­lemeyeceği gerçeğini vurgulamaktadır. Allah dünyadaki insanlar âleminin ilâhî âleme yakışır bir hayat sürmesini temin etmek için vahiy gönderip eğiti­mini yapmaktadır. Bu iki âlem arasında çeşitli ilişkiler vardır. Bunlardan biri terbiye maksadıyla verilen cezalardır. Bazan bu terbiye maksadıyla verilen cezalar yeterli olmamakta, helak etme devreye girmektedir. Bu tarz bir mua­meleden önce vahiy kanalı çalıştırılmaktadır. Vahiyle başlayan ilişkiler ağı iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini öğretmekte ve insanlar âleminin yücelmesini temin etmektedir. İlâhî eğitimin amacını A'râf sûresinin 176. âyeti, insanı yüceltmek olarak tesbit etmektedir. Âyetin sonun­daki azîz ve hakîm sıfatlarının varlığı, âyetin içeriği ile alâkalıdır. Azîz sıfatının mânası güç sahibi demektir. Mülkünde mağlûp edilemeyen ve şerefli mâna­sına gelmektedir.

Bunun anlamı Allah azîz sıfatı gereği insanları müjdeletmekte uyar­makta ve kendisine delil sürülmesini önlemektedir. Vahiy vasıtasıyla bunu yaparken, o vahiyle kendi gücünden insanlara güç vermektedir. Doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü bilen adam güçlü adamdır. Bunları hayata geçiren adamda insanlar arasında güçlüdür. Biraz daha ileri gidersek sosyal gücün doğru bilgi ve doğru eğitimle kazanılacağını söyleyebili­riz. Allah'ın azîz sıfatı insanlara eğitim gördükleri ve bilgi edindikleri nisbette yansımaktadır.

"Allah hakimdir" yaptığı işleri yerli yerinde yapmaktadır. Bunu da âyetin içeriği ile ilişkilendirirsek şu genellemeye varabiliriz: Allah insanlara vahiy göndermekle, peygamberleri görevlendirmekle insanlara verdiği eğitimle yerli yerinde ve kaliteli iş üretmelerini temin etmek istemektedir. [202]

 

Kur'an Şahitleri:

 

166. Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmiyle indirdi. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah yeterlidir.

153. âyette yahudiler Hz. Peygamber'den gökten bir kitap indirmesini istemekle ona gelen vahyi inkâr ettikleri beyan etmiş oldular. İşte onların inkârına Allah şu âyetiyle cevap vermektedir:

1. Allah sana indirdiğine şahitlik ediyor. Kur-an'm Hz. Peygamber taralından yazılmadığına; Allah tarafından gönderildiği­ne insanlar inanmasa bile Allah şehâdet etmektedir. Bu şuna benzer: Uzay araştırmacılarının bile gözleyemediği ve bilemediği pek çok gök cisimleri vardır. İnsanların onları bilmemesi, onları varlığını ortadan kaldırmaz. Allah'ın o cisimlerin varlığına şahit olması yeter. Kur'an'ın gerçek vahiy olduğuna hiç kimse inanmasa bile, onun ilâhî bir mesaj olduğuna Allah'ın şehâdeti kâfidir. Demek ki bir şeyin gerçekliği, o şeye inananların fazlalığıyla ölçülemez, böyle bir ölçü olamaz. Önemli olan Allah'ın onun doğruluğuna şehâdet etmesidir.

2. Allah onu Vendi ilmi ile indirdi. Kur'an Allah'ın indir-mesidir (Yâsîn 33/5). Allah tarafından indirilmiş olması ve buna Allah'ın şahitlik etmiş olması onun etrafındaki şüpheleri dağıtmalıdır. "Bu kitabın, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur" (Secde 32/2) buyurur­ken, ilâhî kaynaklı olan şeyden şüphe edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Bu noktadan hareket edersek şu neticeye varabiliriz: Allah'ın indirdiğinin dışında­ki beşerî kitapların etrafında şüphe olması doğaldır.

3.  Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeterlidir. Kuran'i meydana getiren vahyi Cebrail indir­diği için onun inişine, yani Allah katından olduğuna da şehâdet etmektedir. Burada ki şehâdet kavramını "tasdik" mânasına almakta yarar vardır. Yahudi­ler tasdik etmiyorsa sana inen vahyi, Allah ve melekler tasdik etmektedir. Âyetin sonunda meleklerin tasdik etmesine de lüzum yoktur, çünkü Allah'ın tasdiki yeterlidir. Allah'ın indirdiği bir kitaba başkasının şehâdetiyle kesinlik kazandırmanın bir anlamı yoktur; Allah'ın şehâdet etmesi onun kesinliğini ve değerini ortaya koymaktadır.

Bilgi çağında bunların: "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" demeleri, yaşadığımız çağı tarafsız olma yönünden kirletmektedir. Artık yahudi, hıristiyan ve müslüman eğitimciler insanlığın bu kirini temizlemek zorundadırlar. Bu bir seçenek değil tam tersine bir gö­revdir. Artık vahyin ne olduğun bilen yahudi ve hıristiyan âlemi, Kur'an'ın yani hakikatin etrafında şüphe etme yerine, insana yaramayan, sahte ve gerçekle alâkası olmayan bilgi ve felsefelerin etrafında şüphe etmelidirler.

Kur'an'a sübjektif ve inatlaşmanın gözlerine taktığı o kara gözlükle değil, aklın ışığı ile bakmalarının zamanı gelmiştir. [203]

 

İnkâr - Cehennem İlişkisi:

 

167. İnkâr edip Allah yolundan çevirenler, dönüşü ol­mayan bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168. İnkâr edip zulme sapanlar var ya Allah onları asla affedecek değildir. Onları (başka) biryola iletecekle değildir.

169. Cehennem yolu hariç! Sonsuza kadar kalacaklardır orada. Bunu yapmak Allah için kolaydır.

Bu üç âyeti öncekilerle birlikte açıklamak gerekir. Önceki âyetlerin merkezî konuları vahiy ve peygamberlik müessesesidir. 163. âyette vahyin bir süreç teşkil ettiğini ve her peygambere gelen vahyin esasta büyük benzer­lik gösterdiğini anladıktan sonra 164 ve 165. âyetlerde peygamberlerin görev­leri ele alınmış ve peygamberlik müessesesinin amacı ortaya konmuştu. 167. âyetten itibaren üç âyet de, vahiy ve peygamberlere karşı inkâr psikolojisinin takmdığı tavn ele almakta, nasıl bir yolda olduklarını açıklamaktadır.

1. İnkâr psikolojisinin eyleme dönüşmesi. 167 ve 168. âyetlerin müşte­rek konusu inkâr edenlerdir. Hakikati inkâr etme psikolojisine sahip olanlar, bu durumların eyleme dönüştürdüklerinde ne olacağını gündeme getiren bu âyetler etkileşim olayına da dikkat çekmektedirler.

a) İnkârında kalmayıp, başkalarını da Allah yolundan çıkarma eylemine girişenlerin eylemi geri dönüp kendi geleceklerini mahvetmektedir. "İnkâr edip insanları Allah yolundan alıkoyanlar" bölümüyle âyet, insan psikolojisinin topluma yansımasını gündeme getirmektedir. İnsanları Allah yolundan çıkar­mak toplumsal bir oluşumdur; ama bu oluşuma götüren de inkâr psikolojisidir. Demek ki inkâr psikolojisi alkolün şişede durmadığı gibi insanın gönlünde durmamaktadır. İnkarcılar bu psikolojilerini başkalarına bulaştırarak onları da etkileri altına almaktadırlar. Nisa sûresinin 160. âyetinde anlatıldığı gibi sadde fiili hem geçişli hem geçişsiz mâna almaktadır. Nisa sûresinin 167. âyetindeki "Allah yolundan alıkoyarlar" bölümüne "Allah yolundan saparlar" anlamı vermek de mümkündür. "Saparlar" yerine "saptırırlar" mânası vermek belki daha doğrudur, çünkü âyetin son bölümü onların saptığını söylemektedir.

b) İnkâr edip başkalarını Allah'ın yolundan alıkoyanlar, aslında dönüşü olmayan bir sapıklığa ya da derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Bunun anlamı şudur: Onların inkâr psikolojilerini başkalarına bulaştırmalarının kötü etkisi kendilerine dönmektedir. Çünkü başkalarını etkileyince, kendilerinin yanlış yolda olduğunu söyleyecek bir grubun olmasını ortadan kaldırmaktadırlar.

c)  İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağişlamayacaktır. Burada ki zulüm iki mânaya gelmektedir: Biri şirke sapmak, ikincisi de hukukî bakımdan insanların haklarını çiğnemektir. 168. âyeti 167. âyetle ilişkilendirirsek, buradaki zulüm başkalarını yoldan çıkart­maktır. İnkâr psikolojisini başkalanna bulaştırmaktır. Hastalığını bile bile başkasına bulaştırmak zulümdür (Nisa 4/116). O zaman da "inkâr edip şirk koşanlar" mânasını vermek daha doğru olacaktır.

d) Allah onları asla bağışlamayacak ve onlara bir yol göstermeyecektir, inkâr psikolojisini zulme dönüştürenler, aynı zamanda kendilerine ilâhî af kapsamının dışında bırakmaktadırlar. Af­fetmekle yol göstermek eğitim faaliyetinin önemli eylemleridir. Önce af sonra yol göstermenin gelmesi manidardır. Çünkü günahları affolmamış insana yol göstermek imkânsızdır. Zira o insan günahlar içinde yüzmektedirve bu yüzden karanlıktadır. Karanlık içindeki insana yol göstermek mümkün değil­dir. Onun için önce günahların affı, sonra da yolun gösterilmesi gelmektedir.

e)  Cehennem yolu hariç! Son­suza kadar kalacaklardır orada. Bu Allah için çok kolaydır. Allah onları doğru yola değil cehenneme iletecektir. Önceki iki âyeti ele alırsak inkâr eden, insanları Allah'ın yolundan alıkoyan, dönülmez bir sapıklığa düşen ve zulmeden insanlar aslında kendilerine doğru yolu kapamış ve Allah'ın af kapsamı dışına kalmış olmaları onları cehennem yoluna girme zorunda bırak­mıştır. İnkâr, inkârını başkasına bulaştırmak, sapıklık ve zulüm cehennem yolunu oluşturan inanç ve eylemlerdir. Diğer taraftan orada ebediyen kalma cezasına çarptırılmaktadır. Ebediyen cehennemde kalma cezasıyla Kur'an beşerî hukuka müebbet hapis kavramım kazandırmıştır.

Demek ki vahiyle peygamber eğitimi cennete giden akıl ve gönül yolunu oluştururken, inkâr psikolojisi ve onun etkinliği nefse giden yolu oluşturmak­tadır. Akıl ve gönülden cennete, nefisten de cehenneme giden yol çıkmakta­dır. Aslında Allah için zorluk ve kolaylık söz konusu olmamasına rağmen 169. âyetin sonunda "Bu Allah için çok kolaydır" ifadesi yer almaktadır.

Bu ifadeden şu genellemeye varıyoruz: Kolaylık ve zorluk beşer için söz konusu olduğu halde Allah niçin kendi adına bunu kullanmaktadır? Yüce Allah'ın Kur'an'da en ilginç metotlarından biri bazı meselelere insan açısından bakmasıdır. Çünkü insan için zorluk ve kolaylık vardır. Allah diyor ki, "Sizin anlayışınızla baksak bile bu iş benim için kolaydır." Bu metodu Rûm sûresinin 27. âyetinde de görmek mümkündür. Birinci yaratma ile âhiretteki diriltmenin zorluk ve kolaylığına beşeri açıdan bakarak, ikincisinin yani âhiretteki dirilt­menin daha kolay olduğunu söylemektedir. Aslında Allah tarafından bakınca, O'nun için zorluk ve kolaylık söz konusu değildir. Bu metoduyla Allah insana, başkası açısından konulara bakmayı öğretmektedir. [204]

 

İman, Kişinin Kendi İyiliği İçindir:

 

170. "Ey insanlar? Ptejöambcrsfee rabbinteden hakikati  Ö hakte kendi iyiliğiniz içih ttnaft ediniz! Eğer inkâr terstenia, bi ki gölden! ve sertte otatt fecir-şey Allah'a aittî*. AttaH her şeyi bHeodit, hifenet sahibidir.

1. Hak kimden gelir, kim getirir? Allah bütün insanları muhatap almakta ve hakkın evrenselliğine işaret etmektedir. Hak Allah'tan gelir. Genel geçer bir gerçeği insanların üretmesi mümkün değildir. Yahudilere ve bütün insanla­ra, Hz. Peygamber'in getirdiği kitap ya da vahyin hak olduğunu söylemekte­dir. Âyetteki hak, vahyi nitelediği gibi peygamberi de niteleyebilir. O zaman, "Ey insanlar size rabbinizden hak peygamber geldi" denebilir. Bu tercüme tercihe şayan değildir. Allah'tan gelen bir hak ile peygamber geldi demek daha doğru olacaktır. Bunun anlamı şudur: Kur'an'ı Hz. Muhammed'in değil Allah'ın gönderdiği, kaynağında Allah'ın olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Zaten Kur'an'ın etrafındaki şüphelerin başı, kaynağında Hz. Muhammed'in olup olmadığı meselesidir. Âyetin bu kısmı Kur'an etrafındaki şüpheleri giderme amacını gütmektedir.

2. O halde kendi iyiliğinize (O'na) iman ediniz. Âye­tin bu kısmında iman ile kişisel menfaat irtibatlandırılmaktadır. Yüce Allah imanın, iman edene fayda sağlayacağını beyan ederek imanın getirişinin kime olacağına ışık tutmaktadır. Demek ki insan iman etmekle ne Allah'a ne de başkasına fayda temin eder, sadece ve sadece kendine fayda temin eder. Diğer taraftan âyetin bu kısmı, imanın bir değer olduğuna da işaret etmektedir. İman dinî değerlerin ilk sırasında yer almaktadır. Ayrıca âyetin bu bölümü imanın fayda verme etkinliğini gündeme taşırken, fayda vermeyen imanın işe yaramayacağını da vurgulamaktadır.

3. Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. Kulun inkârı ile, Allah'ın göklerdeki ve yerdekilere sahip olmasının ne alâkası vardır? Bu so­runun cevabını Zümer sûresinin 7. âyetiyle vermek mümkündür: "Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah size muhtaç değildir." Göklerdekiler ve yerdekilerin Allah'a ait olmasının anlamı, Allah'ın müstağni, yani ihtiyaç sahibi olmamasıdır. Başka bir açıdan bakarsak onların inkârlarının Allah'a bir zararının dokun­mayacağım ifade etmektedir. İmanın iyiliği insanın kendine olduğu gibi; inkârın zararı da kendine olacaktır.

Başka bir açıdan bakarsak şöyle bir neticeye varabiliriz: "Eğer inkâr ederseniz göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir" demek "Benim dinimi, peygamberimi inkâr ediyorsan beni de inkâr ettin" demektir. Öyleyse daha açık bir ifade ile Yüce Allah "bu kâinat bana aittir, bunun dışında bir evren bul, oraya git; çık benim kâinatımdan, buralar benimdir, hem benim ülkemde yaşayacaksın, benim nimetlerimden istifade edeceksin hem de her şeyimi inkâr edeceksin böyle şey olmaz, kendin yaratacağın bir ülke ve nimetler bul" demektedir. Âyetin bu kısmında inkâr ile nelerin Allah'a ait olduğunu bağdaştırmanın bir yolu da bu olsa gerek.

4. Allah her şeyi bilen hikmet sahibidir. Yüce Allah her şeyi bildiği için, hakkı ortaya koyan da odur. İlmi bütün evreni ve evren dışını kapsayan Allah hakkı gönderebilir. Hikmet sahibidir, çünkü hakkı kime verip göndereceği meselesini yerli yerinde yapar. En yetenekli en ehil olanı bulup peygamber olarak gönderir. Bütün bu işlemleri alîm ve hakîm sıfatları gereği yapmaktadır. [205]

 

Dinde Aşırılık:

 

171. Ey kfctp ehJM Dininizde aşırı gitmeyiniz Ve Allah hakkında, gerçek olandan başkâsım söylemeyiniz. Meryem oğlu Isa, sadece Allah'ın peygamberidir; (Isa) Allah'ın, Mer­yem'e ulaştrrdıg "kün" ol kelımesl(nin eseri)dir. Allah'tan bir rtmtur. Şu KaldtfAllaH'a ve peygamberine intan ediniz. (Tanrı) ilçtffr demeyiniz, siü» içi» hayırh olmak üzere bandan vazgeçiniz. Albıh ancak bir tek Allah'hr. O çocmu olmaktan münezzehtin Çelerde, ve yerde ne varsa hepsiıO'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Kur'an'ın geliş sebeplerinden biri, yahudi ve hıristiyanlann din konusun­daki hatalarım gösterip şirki ortadan kaldırmaktır. Bu ve buna benzer pek çok âyette yahudilerin ve hıristiyanlann dinlerini bozmalarını, dine uydurma ibadetler koymalarını, inanç sistemine şirki karıştırmalarını, din müessesesini düşmanlık ocağı haline getirmelerini ele almakta, hatalannı göstmektedir.

Âyetin analizini kavramlarla yapmaya çalışalım:

1. Ey kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyiniz. Âyetin bu kısmında yahudilere ve hıristiyanlara aynı anda hitap edilmekte ve müşterek hataları hatırlatılıp yasaklanmaktadır. "Dininizde aşın gitmeyi­niz." Burada öncelikle "aşın gitme" eylemini ifade edence ğalâ fiilinin an­lamını vermek gerekiyor. "Bir şeyin artması bitkilerin büyüyüp birbirine girmeleri, dinde haddi aşmak, okun haddinden fazla uzağa gitmesi, fiyatı yükseltmek, ifrata, yani aşmlığa kaçmak" mânalanna gelmektedir.

Yahudiler meselelerin inanç sisteminin görüntüsünde kalarak, bâtını yönü reddediyorlardı. Bunlara, Allah'ı görmek istemeleri, Hz. Peygamber'e gökten bir kitap getirmelerini istemeleri, buzağıyı tann edinerek Allah'ı mad-dîleştirmeleri; Hz. İsa'yı peygamberlik derecesinden düşürüp Allah'tan bir ruh olduğunu inkâr etmeleri örnek verilebilir.

Saydığımız bu meselelerde yahudiler hep zahirde kaldıktan için konula-nn bâtınî boyutunu reddetme yolunu tutmuşlardır. Diğer taraftan Hıristiyanlar da Hz. İsa konusunda bâtınî boyuta dalarak zahirî görüntüyü reddedip onu tannlaştırmışlardır. Böylece yahudilerle hıristiyanlar zahir ve bâtın denen görüntü ve içsel boyutun arasında denge kurup orta yolu bulamadıklanndan dinlerinde aşın gitmişerdir.

Avnı yasağın Mâide sûresinin 77. âyetinde de yer aldığım görüyoruz: De ki: Ey kitap ehli! İnançlarınızın içerdiği hakikatin sınırlarını ihlal etmeyiniz. Peygamber olan Üzeyir'i ve Hz. İsa'yı tann makamına çıkartmak, hakikatin sınırlannı aşmaktan başka bir şey değildir. Bu yasağın Kur'an'da yer almasının iki boyutlu görevi vardır: Birincisi kitap ehlini şirk batağından kurtarmak, ikincisi de müslümanlarm aynı hataya düşmelerini önlemektir. Geçmişteki insanların dindeki aşınlıklarını anlatarak, gelecekteki müslümanlarm Hz. Muhammed'i tannlaştırarak dinde aşınlıklarını önleme metodunu takip etmektedir.

2. Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyi­niz. Bu yasak da hem yahudi hem de hıristiyanlan ilgilendirmektedir. Âyetin devamında hıristiyanlarm Allah hakkında söyledikleri gerçek dışı şeyler açıklanmaktadır. Ama yahudilerin söyledikleri gerçek dışı şeyler burada açıklanmamaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 78. âyetinde, dillerini eğip bükerek kitapta olmayanı varmış gibi okumaları, kitapta olmayanı kitaptan demeleri, söyledikleri Allah katından olmadığı halde O'nun katından demeleri ve bile bile Allah'a iftira etmeleri bunu ifade etmektedir.

Âl-i İmrân sûresinin 71. âyetinde olduğu gibi hakkı gizlemeleri, kitabı elleriyle yazıp sonra onun Allah katından olduğunu iddia etmeleri (Bakara 2/ 79); cehennem ateşinin kendilerine sayılı birkaç gün dokunacağını söylemeleri (Bakara 2/80); kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilisi görmeleri (Mâide 5/18); Üzeyir Allah'ın oğludur demeleri (Tevbe 9/30). İşte yahudilerin hakikat dışı Allah hakkındaki konuşmalarından bazıları bunlardır.

Yahudiler ve hıristiyanlar Allah hakkında gerçek dışı şeyler söyleyerek aşın gitmişlerdir. Bunun müslümanlara yansıyan bir boyutu vardır. Eğer müs-lümanlar Allah'ın vermediği fetvayı verir, Kur'an'da olmayanı Kur'an'danmış gibi göstererek fikir beyan ederlerse, Hz. Muhammed'i kutsallaştınrlarsa, Allah hakkında gerçek dışı şeyler söyleyip dinlerinde aşın gimiş olacaklardır. Âyetin bu bölümleri müslümanlann aynı hataya düşmelerini önleme maksadını gütmektedir.

3. Meryem oğlu İsa sadece Allah'ın peygamberidir. (İsa) Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı 'ol' kelimesinin eseri)dir. Ondan bir ruhtur. Âyetin bu kısmı hıristiyanlarm dinde aşın gidip Allah hakkında söyledikleri gerçek dışı şeyleri düzeltmekte ve o gerçek dışı şeylerin ne olduğuna da açıklık getirmektedir.

a) Hıristiyanlann gerçek dışı söyledikleri konuların başmda Hz. İsa'nın dindeki yeri gelmektedir. Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu dediler (Tevbe 9/30); Allah kesinlikle Meryem oğlu Mesih'tir dediler (Mâide 5/72); Hz. İsa ve anasını Allah'tan başka tanrı edindiler (Mâide 5/116). İşte bunun üzerine Allah Nisa sûresinin 171. âyetin bu bölümünde gerçek dışı şeyleri düzeltmek maksadıyla Hz. İsa'nın sadece bir peygamber olduğuna dikkat çekmektedir. Dinde haddi aşıp Allah hakkında gerçek dışı söylenen sözlerin düzeltmesini yapmaktadır.

b) Hz. tsa Allah'ın Hz. Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir. Demek ki Hz. İsa "Allah'tan bir ruhtur." Enbiyâ sûresinin 91. âyetinde "Meryem'e kendi ruhumuzdan üfledik"; Tahrîm sûresinin 12. âyetinde "Biz Meryem'e ruhumuzdan üfledik" şeklindeki ilâhî beyanlar Hz. Meryem'in Hz. İsa'yı meşru olmayan bir çocuk olarak dünyaya getirmediğinin ispatını yapmaktadır. Enbi­yâ sûresinin 91. âyetinde Hz. Meryem dişi olarak takdim edilirken; Tahrîm sûresinin 12. âyetinde erkek olarak takdim edilmektedir. Bu konu asırlardır Kur'an'ın müşkülü olarak bilinmektedir. Halbuki Allah Hz. Meryem'in iç organlarında yumurta üreten boyutuna dişi, sperm üreten boyutuna da erkek demektedir.

Başka bir ifade ile Allah Hz. Meryem'in iç organlarında mucize olarak hem yumurta hem de sperm üreten sistemi yerleştirmiştir. Enbiyâ sûresinin 91. âyeti onun yumurta üreten; Tahrîm sûresinin 12. âyeti de sperm üreten sistemlerine gönderme yapmaktadır. Bu tıpkı bitkiler alemindeki ceviz ve fındık; hayvanlar âleminde de solucan ve bazı kertenkele türünü andırmakta­dır. Allah "ol" diyerek, yani Hz. Meryem'e üfleyerek yumurta ile spermin harekete geçmesini ve bulaşmasını temin etmiştir. Onun için Hz. İsa, Allah tarafından bir ruh olmaktadır.

Bu üfleme bir kelime oluşturmaktadır; yani "ol" emrinin eseri olmak­tadır. Aynı durumu Hz. Âdem'de de görmek mümkündür. Allah Hz. Âdem'in çamuruna en uygun biçimi verdikten sonra kendi ruhundan üfledi (Sâd 38/ 72). Allah'ın üflemesiyle Hz. Âdem'in çamurundaki bütün elementler hare­kete geçti ve canlandı. Aynı şekilde Hz. Meryem'in vücuduna üfleyince yu­murta ve sperm harekete geçip buluştu ve döllendi. Onun için Hz. İsa'yı babasız olduğu için kutsallaştırmanın anlamı yoktur. Çünkü Hz. Âdem hem babasız hem de anasızdır. Hz. Âdem hakkında konuşulmadığı halde neden Hz. İsa hakkında tanrı denecek kadar konuşmalar ve ihtilâflar yapılmaktadır?

Öyle anlaşılıyor ki hıristiyanlann en büyük inanç sorunu şirke sapmış olmalarıdır. Allah'ın bu âyetin üçüncü bölümünde getirdiği açıklama, şirki ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Allah bu açıklamasıyla Hz. İsa'nın ne olduğunu ve dindeki yerini belirlemektedir.

4. Allah'a ve resulüne iman ediniz. Hıristiyanlara pey­gamberimiz zamanında bu emir verildiğine bakılırsa, hıristiyanlann hem Al­lah inancı hem de peygamber inancı konusunda sorunları vardı. Allah ile peygamberi, Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ve bizzat Allah olarak kabullenmeleriyle karıştırmaktadırlar. Onun için Allah'a Allah, İsa'ya da peygamber olarak iman etmeleri Kur'an'da da tekrar edilmektedir. Dinlerinde Allah inancı ile peygamber inancını karıştıran hıristiyanların inanç sisteminde deprem ya­şanıyordu. Bu açıklamaları ve emirleriyle onların inanç sisteminin çökmesini önlemektedir.

5. Ve Allah üçlüdür demeyiniz, kendinizin iyi­liğine bundan vazgeçiniz. "Andolsun, Allah üçün üçüncüsüdür diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur" (Mâide 5/73). Hz. Meryem'i ve Hz. İsa'yı bu üçlünün içine katmaktadırlar. Allah, İsa ve Meryem onların teslîs akidesinde yer almaktadır. Mâide sûre­sinin 73. âyetinde böyle bir inancın inkâr olduğu vurgulanmaktadır.

Nisa sûresinin 171. âyetinde böyle söylemelerini Allah hükme bağlamak­tadır. Mâide sûresinin 73. âyetinde inkâr olduğunu söylerken, Nisa sûresinin 171. âyetinde inkârdan onlan kurtarmak için yasaklamaktadır. Böyle bir söylemden vazgeçmeleri kendi iyiliklerine olacağını da belirtmektedir. Bunun anlamı şudur: Teslise inanarak küfre düşmeleri Allah'ın zararına değil kendi zararlarınadır; ondan vazgeçip tevhide inanmaları da Allah'ın iyiliğine değil kendi iyiliklerine olacaktır. Böylece tevhid inancının insana iyilik getireceği esası da ortaya çıkmaktadır.

6. Allah ancak bir tek Allah'tır. Allah "Şunu demeyiniz, bunu yapmayınfz" dedikten sonra ne yapılması gerektiğini de cevaplandırmak­tadır. Allah'ın tek olduğu inancına sahip olmak ve bunu söylemek gerekiyor. Bunu söylemeden ne doğru inanca sahip olunabilir ne de dinin kapısından içeri girilebilir.

7. Allah, çocuğu olmaktan münezzehtir. Burada­ki münezzeh kavramı "uzaktır, arınmıştır" mânasına gelmektedir. Teşbih iba­deti bunu ifade etmektedir. Teşbih Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutmaktır. "Subhânellah" demek Allah'ı teşbih etmektir. Allah'ı çocuk sahibi olmaktan uzak tutmak ilkesi, yahudilerin Üzeyir'i; hıristiyanların da Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu demelerinde ki teşbihi bozan inancı ortadan kaldırmaktadır.

8. Göktekiler ve yerdekiler yalnız O'nundur. 170. âyetin sonuna yanı üçüncü kısmında yapılan açıklamaya bakılabilir. Burada şunu ilâve edebiliriz: Göklerdekilere ve yerdekilere sahip olan bir varlığın çocuğu olduğunu söylemek aklın ve dinin doğasına ters düşmektedir. Böyle bir Allah'ı üçün biri olarak kabul edip şirk koşmak dinde ileri gitmek, haddi aşarak Allah'a gerçek dışı şeyleri söyleyip yakıştırmaktır. Allah tek tanrı olarak yaptıkları ve sahip oldukları ile bunu hak etmemiştir.

Allah'ın hak etmediği vasıflan O'na yakıştıranlar, O'nun mülkünde oturmamalı, O'nun nimetlerinden istifade etmemelidirler. Kendilerinin sonsuz bir kudretle kuracakları bir kâinatta yaşamalarını teklif etmekte vardır bu ifadenin içinde. Âyetin bu kısmına Meryem sûresinin 92-95. âyetleriyle başka bir açıdan açılım getirmek mümkündür: "Rahmana çocuk edinmek yakışmaz, göklerde ve yerde bulunan herkes, rahmana kul olarak gelecektir; andolsun, Allah onların hepsini kuşatmış ve tamamını tek tek saymıştır." Nisa sûresinin 171. âyetindeki "göklerdekiler ve yerdekiler yalnız onundur" ifadesi, oradaki­lerin hepsi rahmana âhirette kul olarak geleceğine işaret etmektedir. Meryem sûresinin 93 ile Nisa sûresinin 171. âyetinin bu kısmı, şirk koşarak bu dünyada Allah'a kul olmaktan kaçma uğraşısı içinde olanların, mahşerde bunu becere­meyeceklerini beyan etmektedir.

9. Vekil olarak Allah yeter. Âyetin sonunda bu ifade ni­çin yer almıştır? Bu ifade bize yahudi ve hıristiyanlann şirke nasıl düştüklerini net bir şekilde açıklamaktadır. Allah güvenilecek, işlerin havale edileceği tek mercidir. İnsan bütün emeğini harcadıktan sonra işini Allah'a havale et­meli, ondan beklemelidir. Allah'ın dışında başka tanrı edinmek, o sahte tanrı­dan bir şeyler beklemek, işlerini ona havale etmek demektir.

Yahudi ve hıristiyanlann dinlerinde aşın gitmeleri, Allah'a gerçek olma­yanı söylemeleri, Hz. Üzeyir ve Hz İsa'yı Allah'ın oğlu diyerek ona kutsallık vermeleri, hep Allah'ın vekilliğini yetersiz görmelerinden kaynaklandığı için âyetin sonunda "Vekil olarak Allah yeter" ifadesi yer almaktadır. Vekil edin­mek, güvene lâyık görmek anlamını ifade etmektedir. Hiçbir insan Allah kadar güvene lâyık görülemez. "Ey rabbimiz! Sana güveniyor ve sana yöneli­yoruz, dönüş ancak sanadır" (Mümtehine 60/4) diyen Hz. İbrahim ve ümmeti, güven duygusunun yönelmeyi meydana getirip, bütün yollann Allah'a çıktığı bilincini vermektedir.

Yahudi ve hıristiyanlann Allah'tan başkasına kutsallık verip tanrı derecesine yükseltmelerinin başka bir anlamını müfessirler şöyle vermekte­dirler: Hz. İsa'yı babasız dünyaya getirmesi, bütün kâinatı yaratıp oradakileresahip çıkması, idare etmesi, düzenlemesi için yüce Allah'ın hiç kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. Hüküm vermesinde, yaratmasında ve tasarrufta bulunmasında eksiklik duymayacağından ihtiyaç içinde olmayacak başkası­nın yardımından müstağni olacaktır.

Bütün yarattıklarının ihtiyacını bilip onların faydalarını gözeterek en güzel bir şekilde düzenleyecek, idare edecek olan Allah'ın İhtiyacını kendi­sine tevekkül ederek sunan ve O'na havale edenlerin işini başka bir varlığa muhtaç olmadan çözer ve yerine getirir. Demek ki insanların nereden şirke saptıklarını bu âyetle açıklığa kavuşturan Allah, O'na olan güvenin azlığından ya da tam güvenmemekten dolayı başka varlıkları devreye sokmakta olduğumuza dikkat çekiyor.

Allah'ı birlemenin anlamı, onu tam yeterli görmektir. Başka varlıkları devreye sokmak, onlara çağrıda bulunmak, ihtiyacını onlara sunmak, Allah'ı yetersiz görmek mânasına gelmektedir. Nisa sûresinin 117. âyetinde bu açık­lanmıştı: "Onlar Allah'ı bırakıp yalnızca cansız sembollere sığmıyorlar, dua ediyorlar ve onlar inatçı şeytandan başkasına yakarmıyorlar." Nisa sûresinin 171. âyeti, dinde aşın gitmenin, gerçek olmayanı Allah'a söylemenin, neticede şirke vardığı bilincini vererek, bunu düzeltmenin yollarını ve öğretisini ver­mektedir. Sebep-sonuç ilişkisi içerisinde sunulan bu düzeltmede sebep, Allah'ı yeterli görmeme, netice de şirk olarak sunulmaktadır. Din eğitimcilerinin, insanların nereden ve nasıl tevhid inancını kaybedip şirke saptıklarım öğret­meleri için bu âyetler gönderilmiştir. Din eğitiminin ana amacı tevhid inancını yaşatmak ve bu inancı sarsan ve ortadan kaldıran sebepleri ortaya koymaktır. [206]

 

Allah’a Kulluk:

 

172. Ne Mesih, Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de (Al­lah'a) yaklaştırılmış melekler. Kim Allah'a kulluktan

çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki Allah onların hepsini kendi huzurunda toplayacaktır.

Bu âyeti 171. âyetin devamı olarak ele alıp açıklamakta yarar vardır. Hıristiyanların Meryem oğlu Mesih'i Allah olarak görmelerinin (Mâide 5/72); tanrıyı üçün üçüncüsü görüp Hz. tsa ile annesi Meryem'i tanrılaştırmalarının (Mâide 5/73) anlamı, ona kulluğu yakıştıramamış olmalarıdır. Yüce Allah bu yakıştıramama konusuna açıklık getirmek için bu âyeti göndermiştir: "Ne Mesih ne de (Allah'a) yaklaştırılmış melekler Allah'a kul olmaktan çekinirler" buyurmaktadır. Demek ki Mesih de melekler de Allah'ın kullarıdır; onlara kutsallık vermenin şirk olacağı kesindir.

Allah'a kul olmaktan çekinmek kibirlenmek anlamına gelmektedir. Ne Mesih de ne de yaklaştırılmış meleklerde kibir vardır. Yüce Allah Mesih ve yaklaştırılmış melekler Allah'a kulluk ettikleri halde siz neden onları tannlaştın-yorsunuz uyarısında bulunmaktadır. Hz. İsa Allah'a kulluk yaptığı gibi pey­gamberlik görevini de yerine getirmiştir. Böyle bir insana ulûhiyyet vermek çok yanlıştır.

Yestenkif kelimesi nekifeden türemiştir. "Bir şeyden çekin­mek; bir şeyden kendini beri saymak; el ile kullanılınca ağrı isabet etmek", enkefe kalıbından alınınca "birini utanç verici şeyden tenzih etmek"; nekkefe kalıbı da "devenin ağzında yumrular hastalığın çıkması"; iple beraber kullanılınca "ipin düğümünü çözmek"; terle beraber kullanılınca "alnındaki terleri silmek"; istenkefe kalıbından da "çekinmek, tenezzül etmemek, imtina etmek" mânalarına gelmektedir. Allah bu kelimeyi kulluk kavramı ile beraber kullanmıştır. Kulluktan çekinme, kulluğa tenezzül etmeme mânası vermiştir.

"Ele ağrının isabet etmesi" mânasından hareket edersek, kulluktan çekinen insanın hem kendi gönlünde hem de Allah'ı ile olan ilişkilerinde şirk ve inkâr psikolojisi ağrısı başlamış demektir. Maddî ağrının, manevî alanda meydana geldiği şeklinde alınmalıdır. "Devenin ağzında yumrular çıkması" anlamından hareket ederek diyebiliriz ki; Allah'a kulluktan çekinen insanın gönlünde manevî urlar çıkmış demektir. "İpin düğümünü çözmek" anlamından hareket edersek, Allah'a kulluktan çekinen insanlar, O'nunla bağlarını kopar­mışlardır diyebiliriz. Böylece Allah'a kulluktan çekinmenin psikolojik bir hastalik olduğu ortaya çıkmakta ve bu hastalığın kibre dönüştüğü görülmektedir. Allah'a kulluktan çekinip kibirlenenler bir gün O'nunn huzurunda toplanacak­larım bilmelidirler. Demek ki Allah'a kulluk yapmaktan çekinen kibirli insanlar hep olmuş ve olacaktır. Bu ihtimal olmasaydı Allah bu ifadeye yer vermezdi.

Yahudiler Hz. Üzeyir'e; hıristiyanlar da Hz. İsa'ya kulluğu yakıştırama-mışlarsa bu onların sorunudur; bu bilgiler müslümanlann kitabında niçin yer almıştır? Bu sorunun cevabmı hadisle vermekte yarar vardır. "Siz beni hıristi-yanlann, Meryem oğlu İsa'yı övdükleri gibi övmeyiniz. Çünkü ben Allah'ın kuluyum; (benim için) Allah'ın kulu ve peygamberi deyiniz"[207]. Demek ki Allah'ın onların bu durumunu gündeme ge­tirmesi tamamen eğitim amaçlıdır. Müslümanlann aynı hataya düşmelerini önlemek, hıristiyanlarm inançlarını düzeltmek maksadını gütmektedir. [208]

 

Allah'a Kulluktan Çekinenler:

 

173. Inamp iyi eryapaniarin ödüllerini eksiksi* ödeyecek ve luthından onlara daha' faztastm da verecektir. (Kulluktan) çekinip büyüklük taşlananlara da acı bir şekilde âfeap edecek ve onlar/kendilerine Allah'tan başka ne "bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır.

Allah bu âyetinde iki grup insanı anlatmakta; kendi iradelerini kullanarak nelere ulaştıklarına ışık tutmaktadır.

1. İman edip ya-rarlı işler yapanların ödüllerini eksiksiz ödeyecek ve lutfundan onlara daha fazlasını da verecektir. İman edip yararlı işler yapanların, imanlarının ve amellerinin karşılığı eksiksiz olarak verileceği gibi fazlası da verilecektir. Allah bu beyanı 171. âyetteki yahudilerin ve hıristiyanlann durumunu düzelt­mek için yapmaktadır. Bu beyanın ikinci amacı, insanları imana ve iyi işler üretmeye motive etmek, yani teşvik etmektir.

2. (Kulluktan) çekinip büyüklük taslayanlara acı bir şekilde azap edecek, kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulacaklar­dır. Kulluktan çekinip kibirlenmek beraberinde elem verici azabı getirmek­tedir. Bu dünyada kibirlenip Allah'a kulluk etmekten çekinmek, bu dünyada kalmayıp âhirete intikal edecektir. O kibir ve çekinme cehennem ateşine dönüşecektir. Böylece Allah kibrin insanın nefsinde başlayan bir ateş ol­duğunu söyleyerek caydırmayı amaçlamaktadır. Bu dünyada Allah'tan baş­kasına kutsallık vererek tannlaştınp, ondan yardım dileyenler âhirette Allah'ın dostluğunu ve yardımını kaybedeceklerdir. [209]

 

Kur’an-Nur İlişkisi:

 

174. Ey insanlar! Rabbinizden size bir burhan gelmiştir size aydınlatıcı bir nur gönderdik.

Bu âyetin analizini yaparken iki önemli kavramla karşılaşıyoruz. Bunlardan biri burhan, diğeri de nurdur.

1. Burhan. Bu kavram "hastalıktan sonra bedenin eski sıhhatine ka­vuşması" anlamına gelen, berine kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ebrehe kalıbı "delil getirmek" mânasını ifade etmektedir. "Acayip şeyler ortaya koyarak insanlara galip gelmek" demektir. Berehene kalıbı da "delil getirmek, ispat etmek, izah etmek" anlamına gelmektedir. Burhan da "kesin delil, kanıt, hüccet" demektir.

Râzî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas bu âyette geçen burhanı peygamber Hz. Muhammed, Beyzâvî de mucizeler olarak mânalandırmaktadır. Burhanı peygamber olarak mânalandınrsak delilimiz ne olur? Âlimler buna delil getir­memişlerdir, ama bize göre buna iki delil getirebiliriz:

a) Âyetin kendine bakarsak burhan, gelme fiilinin faili durumundadır. Gelme eylemini sanki burhan yapmaktadır. O zaman burhan eylem yapan canlı bir varlık durumundadır. Rabbinizden size geldi demek, O'nun tarafından görevlendirilmek demektir.

b) Nisa sûresinin 170. âyetine dönersek, oradaki  Ey insanlar! Resul size rabbinizden gerçeği getirdi ifade-

sinde geçen resul, buradaki burhan olabilir. Bakara sûresinin 101. âyeti de

şöyledir:  Allah tarafmdan kendile­rine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince. Bu âyette de, resul geldi ifadesine yer verilmektedir. Tevbe sûresinin 128. âyetinde de insanların arasından resulün geldiği ifade edilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki burhan kelimesini peygamber olarak mânalandıranlar haklı görülmektedirler. Acaba burhanın Kur'an, nurun da onun sıfatı olduğunu söylemek mümkün müdür? Çünkü burhan Kur'an'ın getirdiği hidayet, nur da onun ışığı olabilir. Bu yorum tartışılabilir, tartışılmayanı ise âlimlerin ittifak ettiği şekilde burhanın Hz. Muhammed olduğudur.

2. Nur. Nurun Kur'an olduğunda da âlimler ittifak halindedirler. Fakat nurun Kur'an olduğuna delil getirememişlerdir. Şûra sûresinin 52. âyetinde Allah Kur'an'ı bir nur kıldığım ifade etmektedir. Niçin onu nur kılmış veya ona nur sıfatını vermiştir? Bu sojunun cevabı yine Şûra sûresinin 52. âyetinde bulmak mümkündür.Fakat biz Kur'an'ı kul-(arımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık demek, nur görevini yapan Kur'an, insanların önünü gösteren ve doğru yola ileten bir ışık durumunda demektir. Işık olmadan yol seçilemez, objeler ve renkler tanınamaz. Kur'an hem insanın yolunu aydınlatan hem de objeleri yani zararlı olanla faydalı olanı ve onların rengini gösteren bir ışık durumun­dadır ve bu aydınlatma görevini yapmaktadır.

Âyetteki nûr-ı mübîn yani "açıklayıcı nur" kavramı da, meseleleri açık­layan, sorulan cevaplayan ve bu yolla cehaletin karanlığını gideren kitap mânasını ifade etmektedir. Râzî'ye göre Kur'an iman nurunu insan kalbin düşürdüğü için bu ismi almıştır. Allah bütün insanlığı muhatap almaktadır. Böylece hem peygamberin hem de Kur'an'm evrensel olduğu, yani bütün insanlık ve cinler âlemine geldiği ortaya çıkmaktadır. Ama âyette sadece "insanlar" demekle bu çağrının cinleri ilgilendirmediğini anlamış oluyoruz. Âyetten şunu da çıkartmaktayız: "Rabbinizden" ve "indirdik" ifadelerinden Hz. Peygamber'i görevlendiren ve Kur'an'ı ışık olarak gönderen Allah'tır. Ne Hz. Peygamber kendi kendini görevlendirdi ne de Kur'an'ı kendisi yazdı. Böylece Hz. Muhammed'in sahte peygamber, Kur'an'm da beşer kitabı olma­dığı ortaya çıkmaktadır. [210]

 

İrnanına Sımsıkı Sarılanları Allah Kendine Yöneltecektir:

 

175. Allah'a iman edenlere ve O'na simsıkı sarılanlara selimce, Allah onian kendimlen bir rahmet ve lütuf içine .    daldıracak vb onlatı dosdoğru bir yol.ile kendine yöneltecektir.

Allah bu âyette iki eylemi gerçekleştirene dikkat çekmektedir: İman denen gönül eylemi, "sığınmak ve sarılmak" anlamına gelen davranış. Sığın­mak iman denen gönül eyleminin ürünü olmaktadır. Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde i'tesame kavramının açıklaması yapılmıştır. Oradaki içeriği ile buradaki içeriği arasında büyük bir benzerlik olmasına rağmen aralarında bulunduktan konu itibariyle farklı yorumlar kazanmaktadırlar.

Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde tefrikayı ortadan kaldırmak, insanlar arasındaki düşmanlığa son vermek ve kardeşlik fikrini müslümanlar arasında tesis etmek için Allah Kur'an'a sımsıkı sanlmayı emretmektedir. Nisa sûresinin 146. âyetinde münafıkların istikrarsız iman ve din anlayışlarından vazgeç­meleri için yapılması gereken eylemlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nisa sûresinin 175. âyetinde de yahudi ve hıristiyanlann Allah'ı bırakıp başka varlıklara Hz. Üzeyir ve İsa gibi peygamberlere kutsallık vererek onlara sı­ğınmalarını ortadan kaldırmak için verilen bir emir olmaktadır. Biz bu metoda kimya metodu diyoruz. Nasıl ki aynı element başka elementlerle birleşip başka birleşimler meydana getiriyorsa, Kur'an'm bazı kavramları bulunduğu kavramlar topluluğu içinde farklı görev ve mânalar yüklenmektedir. Yahudi ve hıristiyanlar tevhid inancım parçaladılar; sahte tanrılar uydurdular, özellikle hıristiyanlar üçlü ilâh sistemi ile Hint, Mısır ve Yunanlılar'ın etkisi altına kal­dılar. Yeni Eflâtunculuk felsefesi ile putperestliğin etkisi, Hıristiyanlığın tevhid inancını üçlü, yani teslis inancına çevirterek kökünden dinamitledi.

Bu bize şunu gösteriyor: Bazı inançlar kendi gıdalanyla beslenip ayakta durma gücüne sahip değillerdir. Onlar başka bir inancın içinde sığıntı olarak girer, oradan asalak olarak beslenir ve o inancın da kurdu halini alır. Bir meyvenin içine giren kurt, nasıl onu kemirip çürümeye terkediyorsa, bâtıl inançlar da bazan tevhid inancına girerek onu kemirip çürütmekte ve şirke düşürmektedir. Hıristiyanlık'tan önce Yahudilik'teki Hz. Üzeyir Allah'ın oğ­ludur inancı, Hıristiyanlığa Hz. Isa Allah'ın oğludur şekline dönüşerek gir­miştir.

Kültür ya da inanç etkileşimi diyebileceğimiz bu oluşum, tarihte hep tevhid inancının aleyhine olmuş gibi görünmektedir. Nisa sûresinin 149. âye­tinden 175. âyetine kadar açıkladığımız âyetlerde yahudi ve Hıristiyanların madde ötesi şeylere inanmakta çok zorluk çektiklerini görüyoruz. Bu zorluk onların inançlarında derin depremler meydana getirmiş ve böylece inançlarm-daki düzeni ve saflığı bozmuştur. Böyle bir ortamda Allah 175. âyette "Allah'a iman edenler" ifadesine yer vererek, hıristiyanlan sadece Allah'a iman etme­ye teşvik etmektedir.

Ayrıca "Allah'a sımsıkı sarılanlar" ifadesiyle de Allah'a sığınmayı, O'na dua etmeyi, dini O'na tahsis etmeyi, ihtiyaçları için ona yalvarmayı, söz ve eylemlerinde O'na şirk koşmamayı kastetmektedir. Nisa sûresinin 117. âye­tinde olduğu gibi Allah'ı bırakıp dişi tanrılardan ve şeytandan istekte bulunma­malarını, onlara dua etmemelerini amaçlamaktadır.

Mâide sûresinin 116. âyetinde, Hz. İsa ile Hz. Meryem'i ilâh edinmeyip sadece Allah'a sığınmaları, O'na sımsıkı sarılmaları vurgulanmaktadır. Al­lah'a sımsıkı sarılmak, tevhid inancını tam anlamıyla korumak, başka fikirlerin ona sızmasını önlemek ve insan gönlünü bâtıl inançlara kapalı tutmak anlamına gelmektedir. Âşık bir delikanlının sevgilisinden başkasını görmemesi gibi, ilâhî aşk sayesinde Allah'tan başkasını görmemeye Allah'a sımsıkı sarılma mânası verilmektedir. Allah'a sımsıkı sarılıp O'ndan başka varlıkları tanrı olarak dışlayan, tevhid inancını muhafaza edenlere önemli üç ödül verilecektir.

1. Râzî rahmetin ne olduğunu açıklarken, İbn Abbas'ın görüşünü nak­letmiş ve onun cennet olduğunu söylemiştir. Bu sadece âhiretteki cennet değil bu dünyadaki cenneti, yani mutluluğu ifade etmektedir. Çünkü âyetin sonundaki doğru yola iletme ifadesi bu dünyada olduğuna delil teşkil eder.

2. Onlara fazlından verecek. Râzî ve Hâzin bunu, hiçbir gözün görme­diği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden geçiremeyeceği tarzda lutufta bulunması olarak tanımlamaktadırlar. Diğer müfessirler nimetin fazlalığı olarak anlam vermektedirler. Râzî söylememekle beraber, Hâzin bunun cennette olacağını söylemektedir. Bize göre bu ödül öncelikle bu dün­yada gerçekleşecektir. Âyette ki fazl sadece ekonomik nimet değildir. Bilgi, siyasî ve ahlâkî üstünlükleri de kapsamaktadır. Meselâ Eğer inanıyorsanız üstünsünüz (Âl-i İmrân 3/139). İlimde, siyasette ve nayatın diğer cephelerinde üstünlük gerçek imandan geçmektedir. Bu üstünlükler dünya nimetlerinin başında gelmektedir. Bunlar birer ilâhî lütuf olduğundan, Allah'a iman edip O'na bütün benliği ile sarılan ve sığınan insanı bu nimetlerle donatacaktır.

3. Onları "doğru yol"a iletecek. Burada ki "Allah'a giden doğru yol" ifadesi, çokluk âleminden tevhid âlemine giden yolu ifade etmektedir. Bu mâna ya da yorum yukarıdaki âyetlerde anlatılan yahudi ve hıristiyanların şirklerine uygun düşmektedir. Çok tanrılı inançtan tek tanrılı inanca giden yola ileteceğini söz vermektedir. Fatiha suresinin 7. âyetinde açıklandığı gi­bi bu "yol", Allah'ın nimetlendirdiği insanların yoludur, yani nebilerin, sıddîkle-rin, şehidlerin ve iyi kimselerin (Nisa 4/69) yoludur. Allah'ın gazabına uğrayan­ların ve sapıkların yolunun dışındaki yoldur (Fatiha 1/7). "Allah'a giden bu doğru yol şirki dışlayan, anne baba hakkını tanıyan, çocuk haklarına riayet eden, kamu ahlâkını koruyan, hayat hakkını gözeten, yetim hakkını muhafaza eden, kul hakkına riayet eden, hukukî haklara itibar eden, Allah'a verilen sözü yerine getirmenin yoludur" (En'âm 6/151-153).

İman edip sadece Allah'a sığınan insanı Allah kendi yoluna iletecek, onun rehberliğini Allah yapacaktır. Burada şu soru sorulabilir: İman edip sadece Allah'a sığınan insan doğru yolda değil midir? Tabii ki doğru yoldadır, ama her zaman o yolda kalması mümkün olmayabilir. Devamlı o yolda kalabil­mesi için Allah'ın rehberliğine ihtiyacı vardır. Oradaki devamlılığı âyetin sonundaki "iletme" kelimesi ifade etmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki Nisa sûresinin 174 ve 175. âyetleri daha önceki âyetlerin konusu olan yahudi ve hıristiyanlan tevhid inancına teşvik etmek için motive etmektedir. İnsanları yanlış inançtan alıkoymak sadece caydırıcı ceza ile değil teşvik edici ödüllerle de gündeme getirilmektedir. 173. âyette caydırıcı ceza, 175. âyette de teşvik edici ödül sistemi kullanılmaktadır. [211]

 

Miras Hükümleri:

 

176. Senden fetva istiyorlar. De k: Allah size anne ba- -basız ve çocuksuz kişinin mirası hakkında hükmünü şöyle . açıkkyor: Ölen kişinin çocuğu yok, bir kız kardeşi varsa bıraktiğı malın yarısı o (kız kardesi)nindir. Fakat kendisi, (ölen) kardeşinin çocuğu yoksa, onun mirasının (tamamım) alır. EğerKölenin) iki kız kardeşi varsa, bıraktığının üçte İkisi onla­rındır. Ve eğer (vârisler) erkek ve kızdan müteşekkil birçok kardeş olursa, erkeğe, iki kadının payı kadar (pay) verili*. Şaşırırsınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah her şeyi bilendir.

Âyette geçen kelâle zayıf ve âciz kimse için kullanılan bir kavramdır. Kur'an buna, akraba yönünden zayıf olan kimse mânasını da yüklemiştir. Çocuk, anne baba ve yakın kimselerinden mahrum olarak ölen kimseye denmektedir. Âyetin mealinden her şey anlaşıldığın için uzun açıklamayı yersiz buluyoruz. Ancak bizim burada dikkat çekeceğimiz önemli başka me­seleler vardır.

1. Kur'an soru sorduruyor, sorulara cevap veriyor ve bunu yaparken Hz. Peygamber'in fetva vermesini değil Allah'ın fetva vermesini öngörüyor. Meselâ kullar Allah'ı sorduklarında, cevabı Allah veriyor (Bakara 2/186); hilâli sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara 2/189); harcamanın nasıl yapılaca­ğını sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara 2/215); içki ve kuman sordukla­rında cevabı Allah veriyor (Bakara 2/219); kadının aybaşını sorduklarında cevabı Allah veriyor (Bakara 2/222); kadınlar hakkında sorduklarında cevabı Allah veriyor (Nisa 4/127); kelâle hakkında fetva istediklerinde fetvayı Allah veriyor (Nisa 4/176).

Bunlar, dinde fetvayı Allah'ın vereceği veya bir konunun dinî açıdan değerlendirmesini sadece Allah'ın yapacağı anlamına gelmektedir. Allah ce­vap vermeyi peygamberine bırakmayıp, fetvayı kendisi verirken din âlimleri veya halk kalkıp nasıl fetva verebilir? Kur'an'ı bilmeyen din bilginleri fetva vermekten kaçınmalıdırlar. Kültürle dini ayıramayan insanların vereceği fetva dine zarar verir. Yahudilerin ve hıristiyanların din adamları yanlış fetvalar vererek Hz. Üzeyir ile Hz. îsa'yı tanrılaştırma yoluna gittiler ve dinin aslını bozdular. Nahl sûresinin 43 ile Enbiyâ sûresinin 7. âyetleri dinî meselelerde bilinmeyen şeylerin Kur'an'ı bilene sorulacağı ilkesini koymuştur.

2. Nisa sûresinin hemen başındaki âyetler yetim haklan ve miras huku­kunu ele almış, son âyeti de miras hukukunun kelâle konusuyla ilgilenmiştir. Bunun sebebi Kur'an, miras hukukunda bir devrim yapmış, yetimlere ve ka­dınlara miras taksiminde yer vermiştir. Miras konusunu en ince noktalarına kadar hükme bağladığı için kelâle konusuna da açıklık getirmektedir. Kur'an'ın özellikle Nisa süresindeki miras hukukunun modern hukukun temellerini attı­ğını söylemekte yarar vardır. Dünya Ortaçağ zihniyetini yaşarken, kadın hakları arasına miras hakkını koymakla Kur'an radikal bir devrim yapmıştır. Miras hukukunda emeği esas alan Kur'an gerçekçi bir atılım yaparak insanlı-ğm önüne yeni bir tablo koymuştur, tnsan aklı, Kur'an'ın sunduğu bu çekirde­ğin etrafında kozasını örecektir.

Modem hukukun ortaya koyduğu miras ilkeleri Kur'an'la çatışıyor görünse bile Kur'an'ın koyduğu çekirdeğin etrafında örülmüş bir koza olarak alınmalıdır. Koskocaman ağacı ve onun dosdoğru çekirdeğini düşününüz, farklı olsalar bile ağaç o çekirdekten çıkmıştır. Modern hukuk farklı düşünse bile çekirdeğini Kur'an oluşturmuştur.

3. Allah'ın açıklamaları insanları yanlışlıklardan alıkoymayı amaçla­maktadır. Ekonomik değer tatlıdır ve insanı hata yapmaya iter. Onun için Allah konuyu detaylı bir şekilde açıkladığını söylemektedir. Kelâleninmalı genelde sahipsiz olacağından hata yapılmasına açıktır. Bu fetvasıyla Allah hataları önlemektedir.

4. Fetva ile bilme arasında bir ilişki kurulmaktadır. "Allah her şeyi bi­len olduğundan" fetvayı da o vermektedir. Bu da bize şu ilkeyi öğretmektedir; dinde bilen fetva vermelidir. Genel mânada Nisa sûresinin insanlığa getirdik­lerini şu şekilde özetleyebiliriz:

a) Tevrat'ta olduğu gibi önce Hz. Âdem'in yaratıldığı, sonra onun eğe kemiğinden kadının yaratıldığı hurafesini ortadan kaldırarak, kadınla erkeğin aynı cevherden yaratıldığını insanlığa ilân etmiştir.

b) Yetim haklan üzerinde durmuş; günümüzün insan haklan evrensel beyannâmesinde olmayan bu hakkı insanlığa kazandırmıştır. Yetime nasıl yaklaşılacağını ve nasıl davranılacağını hukuk ve ahlâka kazandırmıştır (âyet: 2-3; 6,10).

c) Medenî hukukun çeşitli boyutlannı ele almış, getirdiği hükümlerle aile hukuku ve miras hukukunda devrim yapmıştır. Kadına miras hakkı tanı­mış ve miras hakkını emeğe göre ayarlamıştır. Boşanma hukukunda mahke­meyi şart koşarak "Üçten dokuza şartım olsun, sen benden boşsun" şeklindeki erkeğin iki dudağının arasında olan boşanma usulünü ortadan kaldırmış ve mahkeme sistemini getirerek objektif hukukun uygulanması konusunda devrim yapmıştır. Mahkemede kadıların boşanma olaylarında heyet oluşturma, bir bakıma jüri sistemini getirerek modern hukukun temellerini atmıştır. Ailede eşler arasındaki geçimsizliklere ışık tutarak barış yapmanın önemini vurgulayıp barışa gidecek yolun merhalelerini göstermiştir. Kıs­kançlığın ailede kan-koca ilişkilerindeki ağırlığına dikkat çekmiş bu duygunun gözardı edilemeyeceğini vurgulamıştır. îstisnaî şartlarda çok evliliğin olabileceğini, ama bu konuda sevgide eşitlik olmasa bile adaletin gerçekleştirilmesini şart koşmuştur (âyet: 3-4; 6-7; 11-14; 15,19-25; 31-35)

d) Allah'ın kullarının davranışları için koyduğu hükümlerde daima yükü hafifletmek istediğini gündeme getirerek, devlet adamlarına, kanun koyucula­rına, eğitimcilere ve anne babalara, sonuç olarak bütün insanlığa bir altın kural bırakmıştır (âyet: 27-28).

e) Münakaşa anında konuyu Allah'a ve Peygamberi'ne götürmeyi ima­nın bir parçası saymış, emanetin ehline verilmesini emretmiş ve bunu medenî olmanın önemli bir kuralı saymıştır (âyet: 57-59).

f) İyiliğin Allah'tan, kötülüğün insandan kaynaklandığım ilân ederek, Allah'ın kullarına zulmetmeyeceğini, herkesin cehennemi kendi nefsinden alevlendirdiğini gündeme getirip "alın yazısı" tabirinin hurafe olduğuna dikkat çekmiştir (âyet: 79, 85).

g) Beşerin yazdığı kitapla Allah'ın gönderdiği Kur'an arasındaki temel farkın "ihtilâf olduğunu söylemiştir (âyet: 82). Beşer felsefesinde çatışmanın olması normaldir ve bu daima vardır. Ama Kur'an âyetlerinde çatışma olmadığı gibi, önceki peygamberlere gelen vahiylerle de çatışmamaktadır.

h) Seferîliğin hayat tehlikesi olanlarda olabileceğini, namazı terketme konusunda savaşın bile mazeret olamayacağını hükme bağlamıştır (âyet: 101-102).

i) İnsanlardan gizledikleri halde, her zaman kendileriyle beraber olan Allah'tan gizlemeyen insanları gündeme getirerek, toplumsal hayatın nasıl tannlaştınldığını beyan etmiştir (âyet: 108).

k) İnsanın kendisi, ebeveyni, akrabası için; kısacası zengin, fakir de­meden herkes için doğruyu söyleyip adaletin bayrağını ayakta tutmak ge­rektiğini öğretmiştir (âyet: 135).

1) Münafıklık psikolojisini ele alıp ikiyüzlü insanların inanç yapısıyla davranışlarının ne şekilde olduğunu geniş bir şekilde açıklamıştır (âyet: 137-152).

m) Kitap ehli adını verdiği yahudilerin ve hıristiyanlann peygamberleri­ne yaptıkları eziyetleri, yoldan çıkmalarını, inkâra sapmalarını ele alıp onları zulümleri, faiz ve haram yemeleri sebebiyle nimetlerden nasıl mahrum ettiğini açıklamış; onlara vahyin bir süreç olduğunu anlatmış, aşırı gitmemelerini, Allah'a gerçek olmayanı söylememelerini emretmiş; Hz. İsa konusunun nasıl gerçekleştiğini açıklayıp ne yapmaları gerektiğini de uyarıcı ve teşvik edici metotlarla öğretmiştir (âyet: 153-175). [212]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/17-18.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/19-26.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/26-27.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/27-29.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/29.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/29-31.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/31-32.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/32-34.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/35.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/35-36.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/36-37.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/37-39.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/40.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/40-41.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/41-43.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/43-44.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/44-45.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/45-47.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/47-48.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/48-50.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/50-51.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/52-53.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/53-54.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/54-55.

[25] Buhârî, "Vesâyâ", 6.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/56-59.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/59-61.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/62.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/63-66.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/66-68.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/68-69.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/69-70.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/70-71.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/71-72.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/72-73.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/73-74.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/74.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/74-75.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/75-76.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/76-78.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/78-79.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/80-86.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/86-92.

[44] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/93.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/93-96.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/96-97.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/97.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/97.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/98-99.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/99-103.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/104-109.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/109-111.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/111-112.

[54] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/112-115.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/115-116.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/116.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/116-117.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/117-119.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/120-125.

[60] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/125-129.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/129-133.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/133-135.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/135-137.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/137-138.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/138-140.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/140-142.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/142-146.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/147-150.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/150-153.

[70] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/153-156.

[71] Müslim, "İman", 154.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/156-158.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/158-160.

[74] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/160-161.

[75] Bu haber için, Zemahşerî, a.g.e., I, s. 533; Râzî'nin bu âyeti tefsirine de bakılabilir.

[76] a.g.e., 1,533.

[77] Kurtubî, el-Câmi', 5/249'dan naklen Süleyman Ateş, a.g.e., 2/302.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/161-164.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/165-169.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/169-170.

[81] Râzî, a.g.e., VIII, s. 92.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/170-173.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/173-175.

[84] Bk. Râzî, a.g.e., VIII, s. 98; Elmahh Hamdi Yazır, III, s. 11.

[85] Bk. Râgıb el-İsfahâ­nî, a.g.e., "emene" maddesi; Muhammed Esed, a.g.e., 868. sayfanın 87. dipnotu. Muhammed Esed bu açıklamayı William Edward Lane, Arabic-English lexicon, I, 102'den nakletmektedir.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/175-181.

[87] Elmalı Muhammed Hamdi, III, s. 14.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/181-185.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/185-189.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/189-190.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/190-191.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/191-193.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/194-196.

[94] Müslim, "Fezâ'il", 140.

[95] îbn Mâce, "Ruhun", 15.

[96] Müslim, "Zühd", 72.

[97] Süleyman Ateş, a.g.e., II, s. 318, [Tef-sîrü'l- Kur'âni'l-hakîm, 5/238'dennaklen.

[98] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/196-200.

[99] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/201-203.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/203-207.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/207-210.

[102] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/210-212.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/212-216.

[104] Râzî, a.g.e., VIII, 166-167; Süleyman Ateş de tefsirinin II. cildinin 324. sayfasında aynı görüşleri vermektedir.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/217-222.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/222-224.

[107] Buhârî, "İman", 5-6; Müslim, "İman", 7; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 16.

[108] Tirmizî, "Tefsîr", 44.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/224-227.

[110] Râzî, a.g.e., VIII, s. 183.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/228-231.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/231-234.

[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/234-236.

[114] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/237-240.

[115] a.g.e., I, s. 549.

[116] Buhârî, "Zekât", 21; Müslim, "Birr", 145.

[117] Müslim, "Zekât", 69; Nesâî, "Zekât", 64.

[118] bk. Râzî, a.g.e., VIII, s. 203.

[119] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/240-243.

[120] Buhârî, "İman", 20; Tİrmizî, "Et'ime", 45.

[121] Müslim, "İman", 22, Ebû Dâvûd, "Selâm", 1; Tirmizî, "İsti'zân", 43.

[122] Buhârî, "İman", 6; Müslim, "İman", 63; Ebû Dâvûd, "Edeb", 131.

[123] Tirmizî, "İsti'zân", 10.

[124] Buhârî, "İman", 4-5; "Rikak", 26; Müslim, "İman", 64-65.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/243-248.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/248-250.

[127] Râzî, a.g.e., VIII, s. 218-219.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/250-256.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/256-258.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/258-262.

[131] Râzî, a.g.e., VIII, s. 232; aynı rivayeti Süleyman Ateş nakletmekte, II, s. 342.

[132] Nesâî, "Kaseme", 47.

[133] emretmiştir (Ebû Dâvûd, "Diyet", 16.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/262-265.

[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/265-266.

[136] Zemahşerî, a.g.e., 1,554-555.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/267-269

[138] Buhârî, "Cihâd", Bâbü derecâti'l-mücâhidîn.

[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/270-273.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/273-275.

[141] Zemâhşerî, a.g.e., I, s. 557-558; Râzî ve Muhammed Esed âyetin yorumunda aynı mânaya değinmişlerdir.

[142] Müslim, "İmaret", 85; Tirmizî, "Siyer", 32.

[143] İbn Hanbel, Musned, II, 270.

[144] Buhârî, "Vahy", 1; Müslim, "İmaret", 33.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/275-278.

[145] Bu konuda geniş bilgi isteyenler, Râzî'nin bu âyete getirdiği yoruma bakabilirler.

[146] Buhârî, "Salât", 1.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/278-282.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/282-284.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/284-287.

[150] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/287-291.

[151] Ebû Dâvûd, "Akzıye",7; aynı hadisi Ahmed b. Hanbel de rivayet etmektedir. Benzer bir hadisi Buhâri, "Mezâlim" bölümünde nakletmektedir..

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/291-297.

[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/297-300.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/301-302.

[155] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/302-304.

[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/304-305.

[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/305-306.

[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/307-310.

[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/310-314.

[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/315-320.

[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/320-321.

[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/322-323.

[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/324.

[164] Râzî, a.g.e., VII, s. 323.

[165] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/325-329.

[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/329-330.

[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/331-332.

[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/332-334.

[169] a.g.e., VIII, s. 328.

[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/334-337.

[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/337-338.

[172] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/338-340.

[173] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/341-343.

[174] Râzî'nin VIII. cildinin 345. sayfasının son paragraflarında âyetin bu kısmına getirmiş olduğu izaha katılmak mümkün değildir. Metinde bu tartışmaya girmeyi uygun bulmadığımız için burada sadece zikrediyoruz.

[175] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/343-346.

[176] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/346-347.

[177] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/348-349.

[178] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/349-352.

[179] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/352-354.

[180] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/354-358.

[181] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/359-361.

[182] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/361-363.

[183] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/364-366.

[184] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/366-368.

[185] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/368-370.

[186] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/371-374.

[187] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/374-375.

[188] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/376-378.

[189] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/378-379.

[190] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/379-380.

[191] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/380-382.

[192] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/382-385.

[193] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/385-386.

[194] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/386-392.

[195] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/392-395.

[196] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/395-402.

[197] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/402-405.

[198] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/405-406.

[199] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/407-414.

[200] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/414-417.

[201] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/417-422.

[202] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/423-425.

[203] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/425-427.

[204] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/427-429.

[205] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/429-431.

[206] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/431-437.

[207] Buhârî, "Enbiyâ", 48; Dârimî, "Rikak", 68.

[208] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/437-439.

[209] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/439-440.

[210] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/440-442.

[211] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/442-445.

[212] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 5/445-449.