Kadın Ve Akraba Haklarına Riayet
Teaddüdü Zevcat (Çok Evlilik) Meselesi
Odalık Cariye Bulundurma Üzerine
Geçim Dayanağı Olan Malların, Sefihlere (Aklı Ermezlere) Verilmemesi
Fuhuş Yapanlara Uygulanacak Ceza
Mihirle Alakalı Mübalağa (Çok Verme) Meselesi
Üvey Anneyle Evlenmenin Haram Oluşu
Nikahın Haram Olduğu Yakın Akrabalar
Muta Nikahı Hakkında Şerh Ve Özet
Malları Batıl Yollarla Yememek
Mirasa Kimler Varis Olabilirler?
Erkeklerin Kadınların Koruyucuları Ve Yöneticileri Olmaları
Karı-Kocanin Arasının Düzeltilmesi
Kur'an'in Ailevi Halleri Açıklamasındaki Hikmet
Allah'a Hiçbir Şeyi Ortak Koşmamak
Sarhoşken Namaza Yaklaşmanın Haram Oluşu Ve Abdestle İlgili Bazı Hükümler
Emaneti Ehil Olanlara Verme Ve İnsanlar Arasında Adil Olma
Allah'a, Peygamber'e Ve Emir Sahiplerine İtaat
Kafirlerin Tutumu Karşısında Müslümanlara Yapılan Telkinler
Münafıkların İkiyüzlü Tavırları
Kıtalin Önce Yasak, Sonra Farz Oluşu Meselesi
Yetki Sahibi Kimselerle İstişare Etmek
Herkes Yaptığının Karşılığını Görecektir
Münafıkların Zararlarına Karşı Müslümanlara Uyarı
Müslümanlar Ancak Güvenilir Kimselerle Barış İçinde Yaşayabilirler
Ganimet Hırslısı Olmamak Ve Haddi Aşmamak
Müslümanlar Canları Ve Mallarıyla Savaşmalıdırlar
Allah Yolunda Bir İş Yapmaktan Kaçınanlara Uyarı
Kıtal Esnasında Müslümanlara Namaz Kılmada Kolaylık
Müslümanlar Hiç Kimseyi Aldatmamalılar
Başkalarının Hakkında Dedikodu Yapmak
İcma Meselesi Ve Müslümanların Yolu
Allah, Şirk Koşanları Kesinlikle Affetmez
Kişinin Ahiretteki Akıbetini Amelleri Belirleyecektir
Ayetlerde Mü'minlere Yönelik Emirler
Müslümanlar Adil Şahitlikte Bulunmalıdırlar
Mü'minlerin Dostu Ancak Mü'minlerdir
Kafirler İşlerine Geldikleri Gibi İnanırlar
Mesih'in Öldürülmesi Ve Yahudiler
Peygamber Müjdeleyici Ve Sakındırıcı Olarak Gönderilmiştir
Bu sûrede değişik
birçok bölüm mevcuttur. Sûre, yetimler ve hakları, yetimlerin nikah-lanması,
helal olan kadınlarla haram olan kadınlar, miras, evlilik münasebetleri,
eşlerin birbirleri üzerindeki hakları, kadının şahsiyeti, korunması ve kadın
haklarının tesbiti konusunda birtakım hükümleri, hukuki kuralları, emir ve
tavsiyeleri içermektedir. Ayrıca bu süre, başkalarının hukukuna saygı
göstermeye ilişkin sorumlulukları, güçsüz insanların haklarını gözetip onlara
yardım etmeyi, teyemmüm, cünüplük ve sekaret (sarhoşluk) ile ilgili hususları,
ulu'l-emrin otoritesinin sınırlarını, Kur'an ve sünnet hükümlerinin çeşitli
meselelerde temel kaynak olarak alınıp merci kabul edilmesi gibi konularda
hükümleri, kuralları, emir ve tavsiyeleri ihtiva eder.
Yine sürede; şu
konularla ilgili hükümler yer alıyor: Fer'i meselelere ilişkin anlaşılması güç
ve gerek Kur'an'da gerekse sünnette, hakkında açık nass bulunmayan meselelerde
ulemaya, fakihlere ve ulu'l-emre ictihad selahiyetinin verilmesi, düşman
karşısında dikkatli ve hazırlıklı olmanın yanısıra, zulme karşı ezilenler
uğruna cihad ve mücadelenin gerekliliği. Müslümanların birbirlerinin
problemleriyle ilgilenmeleri ve birlik olmaları, bunlarsız islam davasının
olamayacağı, müslümanların, müslüman olmayanlardan; tarafsızlar, müttefikler
ve savaş halinde olanlarla aralarındaki siyasi ilişkilerin tanzimi, kasten ve
kasıtsız adam öldürmenin hükmü, insanları olduğu gibi kabul etmenin gerekliliği,
cihadın ganimet aracı olmadığı ve korku namazının gerekliliği.
Hakimin
sorumlulukları, hüküm vermenin adabı ile hüküm verirken hiç bir ayrıcalık gözetmeden
sadece hak ve adaletin göz önünde bulundurulması, münafıklar ve münafıkların
içinde bulundukları durumun sert bir dille yerilmesi, bütün nebilere ve
rasullere iman etmenin farziyeti, Allah'ın rasulleri göndermekteki gayesi, Isa
(a)'nın gerçek konumu ile ya-hudi ve hrıstiyanların isa (a) hakkındaki
düşüncelerinin reddi, kitap ehli ve müşriklerden tüm insanların hakka ve
Allah'ın sağlam yolunda yürümeye çağrılması gibi konular da bu sürenin ele
aldığı mevzular arasında.Sûrenin bölümleri, Peygamber (s)'in yaşantısından
birçok tabloyu gözler önüne sermekte; öğütler, çareler ve ileriye dönük telkinler
sunmaktadır.
Süredeki bölümlerin
içeriği ve akışı; bazı bölümlerin önce, bazılarının daha sonra nazil olduğunu,
bir kısmının diğer bölümlerle zaman ve içerik yönünden bağlantılı, bir kısmının
da bağlantısız olduğunu, yine bir kısmının daha önceki sûre ya da bölümlerden
evvel nazil olduğunu, diğer bir kısmının da daha sonraki sûre ve bölümlerden
sonra nazil olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar gösteriyor ki, Nisa süresi,
bölümlerinin tamamı nazil olduktan sonra sahifelere geçirilmiştir.
Nüzul sırası ile
ilgili rivayetlerin çoğuna göre, Nisa süresi Medeni sûrelerin altıncısıdır.
Bazı rivayetlere göre ise sekizinci sûredir[1]. Bu
ihtilafın sebebi, giriş özelliği taşıyan ilk kısmın sûrenin başına alınmasıdır.
Sûrenin
son ayeti, kelâle mirasının hükmü hakkındadır. Bu ayet, sûrenin bölümleri yazıldıktan
sonra nazil olduğu için sûrenin sonuna konulmuştur. Zaten bu ayet sûrenin
ihtiva ettiği miras hükümlerinin devamıdır. Nebinin yaşadığı Medine döneminin
son zamanlarında sûre, Hz. Peygamberin rehberliğinde yazılmıştır. Bu hususta,
elimizde kesin delil mevcuttur. Bu delil bize göre diğer Medeni sûreler için
de geçerlidir. Elbetteki Allah daha iyi bilir.
[2]
Rahman ve Rahim
Allah'ın adıyla
1- Ey
insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inizden sakının. Rabb'inizden korkun; adına
birbirinizden dilekte bulunduğunuz'[3]. Allah'tan
ve akrabalık bağlarını'[4]
(kesmekten) sakınınız. Şüphesiz Allah, üzerinizde gözetleyicidir.
Ayetteki ifade açıktır
ve insanlara yönelik bir hitap vardır. Bu hitapta insanlar, adına dilekte
bulundukları, yemin ettikleri Allah'tan sakınmaya ve hatırına birbirinden
talepte bulundukları akrabalık bağlarını korumaya, kesmemeye davet edilmekte,
Allah'ın insanlar üzerinde gözetleyici olduğu ve bütün hareketlerinin O'nun
tarafından kontrol edildiği hatırlatılmaktadır.
Müfessirler,
ayetin nüzulü ile ilgili herhangi bir olay rivayet etmemişlerdir. Anlaşılan o
ki, bu ayet adeta kadın ve akraba haklan hususunda bir dizi kanun ve
kurallardan oluşan etkileyici bir başlangıçtır. Kadın ve akraba haklarına
riayet konusunda insanlar Allah'tan korkmalı ve onlara karşı sorumluluklarını
yerine getirmelidirler. İnsan topluluğu, ancak bu temel üzerinde sağlam ve
güvenle kalabilir. Ayet, tek anne ve babadan kardeş olarak gelen bireyler
arasında dayanışmayı ve sevgiyi kuvvetlendiriyor. Ayetin ruhundan anlaşılan o
ki, hitab birinci derecede, Kur'an'a iman edip onu ölçü-rehber edinen ve
Allah'tan sakınmaları istenen müslümanlara yöneliktir. Bununla birlikte, burada
"insanlar" lafzının kullanılması, "haklar konusunda Allah'tan
sakınması gerekenler" gibi daha genel ve ulvi bir mânâyı ifade
etmektedir. Öyle ki, bu haklar büyük insan topluluğunu oluşturan bireylerin
tümü için ortak bir değerdir. İşte bu şekilde ayet; hem üslup hem de hitap
sahası bakımından muhteşem bir etkiye sahip olduğunu ortaya koyuyor. [5]
2- Öksüzlere
mallarını verin, temizi pis olanla değiştirmeyin, onların mallarını sizin
mallarınıza katarak yemeyin, çünkü bu büyük bir günahtır[6]'.
Ayetteki
ifade gayet açıktır. Öksüzlerin mallarını vermek onların haklarını gözetmek ve
yetim malını yemeyip, kötüye kullanmamak gerektiği hususunda Rabbani bir vazifeyi
içeriyor. Aksi halde helal ve hoş olan mal pis olanla değiştirilmiş olur. Bunun
ise, Allah katında büyük bir günah olduğu beyan ediliyor. [7]
"Öksüzlere
mallarını verin ..."
Bazı müfessirler bu
ayetin, rüşdüne ermiş bir yetim ve onun malını vermekten kaçınan amcası
hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir[8].
Yetim, durumunu Allah Rasu-lü'ne şikayet edince, Allah bu ayeti inzal buyurdu.
Bunun üzerine yetimin amcası, büyük günahı işlemekten kaçındı. Bu rivayeti
reddetmek istemiyoruz ancak, ayetin mutlak mânâda delaleti ve içeriği sadece
yetim malını vermekten kaçınanlar değildir. Ayet, daha başka durumları da
içermektedir. Bu ayetten sonraki ayetlerin yetim haklarını ısrarla gündeme
getirmesi bizi, bu ayetin sadece sözkonusu olay için inmediği savına götürmektedir.
Zira ayet, yetimlerin mallan hakkında Allah'tan sakınmaya davetin yapıldığı
önceki ayetlerin bir devamıdır. Aynı zamanda bu ayet, kendisinden sonraki
ayetler ile de bağlantılıdır.
Ayet; bazı vasilerin
(yetimlere bakanlar), gözetimi altındaki yetimlerin mallarını vermediklerine,
onların mallarını kendi işlerinde kullandıklarına ve bu şekilde malı, helâlken
çirkin bir ranta dönüştürdüklerine işaret etmektedir. Bu itibarla ilahi hikmet,
ayetin mutlak ifadesiyle çeşitli mevzuları içermesini gerekli kılmıştır.
Mekke'de
inen ayetler, tekrar tekrar yetim malı ve yetim haklan hususunda Allah'tan
sakınmayı emretmiştir. Bu emrin defalarca zikredilmesi, emre karşı gelip yetim
malını suistimalin yaygınlaşmasına binaen olsa gerek. Medine'de, İslam'ın
otoritesi güçlenince ilahi hikmet, meseleye hukuki bir statü kazandırarak
Bakara sûresinin 220. ayetiyle bu meseleyi hayata aktarmıştır. İşte bu şekilde
Kur'an'ın prensipleri İslam'ın gelişmesine paralel olarak Mekkisiyle
Medenisiyle karşılıklı bir uyum içinde, uyan mahiyetindeki emirleri icra
sahasına oturtmaktadır. [9]
3- Şayet
yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremeye-ceğinizden[10]
korkarsanız size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder'[11]
alın..Onlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın.
Yahut sahip olduğunuz cariyelerle yetinin. Doğruluktan sapmamanız için bu daha
uygundur'[12]'.
Yetim
kızlara adil davranılması hususunda müslümanlar uyarılıyor. Eğer onlara adil
davranmaktan dolayı bir endişeleri olursa, yetim kızlardan başka kızlar da var.
Onlardan bir, iki, üç, hatta dört tane alabilirler. Akabinde müslümanlar bir
defa daha uyarılı-yorlar. Eğer birden fazla kadınla evlendikleri taktirde eşler
arasında adil olamayacakları ihtimali olursa, o zaman bir tane ile yetinmeleri
ya da sadece yanlarındaki cariyelerle iktifa etmeleri gerekir. Bu, onların
sapmamaları ve haksızlık etmemeleri için en uygun olanıdır. [13]
"Şayet yetim
kızlar hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, size helal
olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın ..."
ayetinin"nüzulü hakkında herhangi bir rivayete rastlamadık. Bize göre bu
ayet, yetim malını yemeyi meneden ve yetim kızların korunmasını konu alan bir
önceki ayeti müteakip nazil olmuştur. Ayetin devamı ise, mevzuya uygun bir
şekilde ayn bir meseleye geçmektedir.
Buhari ve Müslim,
Urve'den şöyle rivayet etmiştir: "Aişe'ye 'Şayet yetim kızlar hakkında
adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız size helal olan kadınlardan
ikişer, üçer, dörder alın' ayetini sordum şöyle dedi: 'Ey kızkardeşimin oğlu,
burada bahsedilen yetim kız, vasinin evinde kalmakta olup, güzelliği ve malı
onu etkileyen ve vasi'nin kendisiyle mihirsiz evlenmek istediği kızlardır.
Müslümanlar, mihirlerini eksiksiz vermeleri hariç, bu durumdan menedilmiş ve
onların, başka kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir[14].
Taberi'nin Hişam bin Urve, O da babasından ve babası da Hz. Aişe'den rivayet
ettiği bir başka hadiste de şöyle denilmiştir: "Birinci ayet, malı olup da
hoşlanmadığı halde bir kimsenin malı için evlenmek istediği yetim kız hakkında
nazil olmuştur. Ayette bunlar menedilmiştir." Bu hadisteki nehyin
hikmeti, birinci hadisten daha nettir. Kuşkusuz ayette sözkonusu adaleti yerine
getirememekten korkmak güzelliği olmadığı halde sadece malı için bir yetim kız
ile evlenmekten daha evladır. Hemen belirtelim ki, bu durum akrabalar için de
geçerlidir. Akrabalarından birinin evinde kalan mal sahibi bir yetim kızın,
malından dolayı yabancıyla evlenmekten alıkonulup, akrabası ya da akrabasının
oğlu ile evlendirilmek istenmesi ve akabinde sığınacağı kadar bir güzelliğe de
sahip olmayan yetim kızın eziyete duçar olması gibi. Bu mevzu mânâ yönünden
aynı sûrenin 127. ayetinde daha açık bir şekilde ifade edilmiştir. Nitekim
ayette şöyle buyuruluyor: "Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De
ki: "Allah size onlar hakkında hükmünü açıklıyor: Kendilerine yazılmış
olan (miras hakkın)ı vermeyip kendileriyle evlenmek istediğiniz öksüz
kadınlar, zavallı çocuklar ve öksüzlere karşı adaleti yerine getirmeniz
hakkında işte size kitapta okunan hüküm: Yapacağınız her hayn muhakkak ki,
Allah bilir" .
"Şayet yetim
kızlar hakkında..." ayetinin birinci bölümü böyledir. Ayetin ruhundan da
anlaşılacağı gibi "Helal olan kadından başka kadınlardan ikişer, üçer, dörder
alın" şeklindeki ikinci bölümde yer alan emir, yetim kızlarla evlenildiği
taktirde onlara adil ve insaflı davranamama korkusu olduğu zaman geçerlidir. Bu
korkunun olmaması halinde onlarla evlenmenin bir sakıncası yoktur.
Ayetin üçüncü bölümü
olan "Onlar arasında da adalet yapamayacağınızdan kor-karsanız bir tane
alın. Yahut sahibi olduğunuz cariyelerle yetinin. Bu, doğruluktan sapmamanız
için daha uygundur" cümlesi ise, zevceler arasında adaleti sağlamaktan korkulduğu
taktirde, bu korkunun giderilmesi içindir. Zira ikinci bölümde birden fazla
evlilik erkeğe helal kılınmıştır. Ayetin üçüncü kısmındaki "Bu
doğruluktan sapmamanız için daha uygundur" cümlesi, bir gerekçedir.
Nitekim böyle bir korku varsa, tek kadınla evlenmek veya cariye ile yetinmek, haksızlığı
ve doğruluktan ayrılmayı önleyici niteliktedir.
İşte böylece ayet,
yetim kızları himaye edip birden fazla evlilik durumunda haksızlığı önlemeyi
amaçlamış oluyor. Gerek öksüzlerin korunması, gerekse eşler arasındaki
haksızlığın giderilmesi Kur'an'da değişik üsluplarda tekrar edilmiştir. Daha
önce de açıkladığımız gibi, Bakara sûresinin 221 ve 242. ayetlerinde boşanma
ile ilgili hükümlerin başında ve Nisa sûresinin diğer bölümlerinde aynı mevzu
tekrarlanmıştır.
Sözkonusu ayetin
ikinci bölümünde, erkekler için teaddüd-ü zevcat (çok evlilik) helal
kılınmakla birlikte, evlilikteki sınırlama şer'i bir kural olmayıp, yetim
kızlara haksızlık yapılmaması için bir alternatiftir. İslam alimlerinin çoğu
bu ayeti evliliğin en fazla dört kadınla olacağı şeklinde yorumlamışlardır.
Nitekim, bu ayet nazil olmadan önce ve hatta İslam'dan önce dörtten daha fazla,
zaman zaman ona kadar varan evlilikler vardı. Ayet nazil olduğunda Hz.
Peygamberin yanında dokuz kadın bulunuyordu. Bu konuda, İmam Ahmed bin Hanbel'in
rivayet ettiği hadiste şöyle deniliyor: "Giylan b. Seleme es-Sekafi
müslüman olduğunda yanında on kadın vardı. Allah Rasulü O'na: "Kadınlarından
dördünü seç' dedi."[15] Ebu
Davud'un Umeyre el-Esedi'den rivayet ettiği hadiste ise şöyle deniliyor:
"Ben müslüman olduğumda yanımda sekiz kadın vardı. Bu durumu Ra-sulullah'a
ilettiğimde 'dördünü seç' buyurdu"[16] İmam
Şafi'nin Nevfel bin Muaviye ed-Deyli'den rivayet ettiği diğer bir hadiste şöyle
deniliyor: "Müslüman olduğumda yanımda beş kadın vardı. Rasulullah bana
'dilediğin dördünü seç, diğerini bırak' dedi."[17]
Ahzab sûresinin tefsirinde açıkladığımız gibi çeşitli sebeplerden dolayı, özel
bir durum olarak dokuz kadının yanında bulunmasını Allah peygamberine helal
kıldı.
Bu konuda farklı görüş
ve mezhepler vardır[18].
Nitekim, bazıları ayetin ikinci bölümünde kadında sınırlamanın olmadığını,
sadece yetim kızlara zulmedilmesinin terkedil-mesine bir atıf olduğu görüşünü
savunmuşlardır. Dolayısıyla bunlara göre bir erkek dörtten fazla istediği kadar
kadın alabilir. Şia ile Kur'an'ı zahirine göre yorumlayan Zahiriler, İbn
Kesir'in zikrettiği gibi dokuz kadına kadar evlenmenin caiz olduğu görüşünü
benimsemiş ve ikişer, üçer, dörder, kelimelerini iki, üç, dört, gibi
algılayarak bu rakamları toplamış ve iki, üç ile dördün toplamı dokuz
olduğundan böyle bir sonuca varmışlardır. Müfessir Kasımı de Razi ve
Şevkani'den uzunca nakiller yapmış ve dörtten fazla kadın alınabileceğini ve
ayette sınırlamanın olmadığını savunmuştur. Yaptığı nakillerde yukarıda Giylan,
Umeyre ve Nevfel hadislerinin zayıf olduğunu ve bunların illetlerini serdedip
sahabinin hadisinin doğru da olsa delil olarak kabul etmeyenler için delil olamayacağını
zikretmiş ve Peygamber'in özel anlamda dokuz kadının yanında olduğunu delilsiz
bulmuştur.
Rasulullah ve Hulefa-i
Raşidin devrinden beri, bir erkeğin dörtten fazla kadınla evlenmesinin caiz
olmadığı fiili tevatür olarak uygulanmış ve sünni mezhepler ile hadis alimleri
bunu delil olarak kabul etmişlerdir. Doğru olanda budur ve bu uygulamaya göre
hareket etmek gerekir.
Rasulullah (s)'ın
dokuz kadını yanında bulundurmasının O'na has bir mevzu olmadığı tezi ise
hakikatten uzaktır. Ahzab sûresinin 50. ayetinin özellikle: "Diğer
mü'min-lere değil sırf sana mahsus olmak üzere biz, eşleri ve elleri altında
bulunan cariyeleri hakkında mü'minlere yapmaları gereken şeyi bildirdik."
cümlesinde, sadece Peygamber için sımrlamanın olmalına dair yadsınamaz
nitelikte bir delil vanbr. Konuyu sûresinin 50 ila 52. ayetlennin tefsirinde
daha geniş izah ettik.
Girişte sûredeki muhtevanın,
bazı bölümlerin geçen sûredeki bölümlerden önce nazil olduğuna delalet ettiğim
söylemiştik. Bu ayet de bu hususa bir örnektir. Oylekı, bu ayet Ahzab sûresinde
Peygamber'e istisnai bir konum veren ayetten önce nazü olmuştur.
Ayet muhteva yönünden öncesi
ve sonrasıyla aynı düzlemde olduğundan, bu bolü-mün tümden Ahzab süresindeki
ayetlerden önce indiğini söylemek doğru olur. Çunku, Ahzab sûresinde bu konu
ile ilgili ayetler başlı başına bir bölümdür. Eğer Kur'an'ın tertibiyle ilgili
nakiller yapan alimler, Ahzab sûresini bu sûreden sonraya almış olsalardı, o
taktirde makul ve uyumlu bir diziliş olurdu. Çünkü, bu kısım Ahzab süresindeki
ayetlerden önce nazil olmuştur. Şayet, bu kısım, Ahzab ve Beni Kureyza
vakalarından önce inmiş olsaydı o taktirde bunu, Nisa sûresinin Ahzab
sûresinden önceye alınmasına bir gerekçe olarak görebilirdik.
İslam'ın çok evliliği
helal kılmasını bazıları geveleyip dururlar. İnsaf doğrusu! Bu tip evliliğin
kesinlikle faydalı olduğu durumlar da vardır, yine aynı evliliğin şüphe götürmez
şekilde zararlı olacağı durumlar da vardır. Fert ya da toplum neslin çokluğuna
ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç gerek sosyal gerekse ekonomik sebeplerden
kaynaklanabilir. Yine, kadının kısır olması, hasta olması ya da söz dinlemekten
aciz aykırı bir tip olması halinde boşayıp derbeder etmekten (merhameti
uyarınca) kaçınan bir koca bu tip evliliği düşünebilir. Yine, toplumda
kadınların erkeklere oranla daha fazla olma ihtimali de vardır. Bu durumda
fitne, fuhuş ve sosyal çöküntü sözkonusudur. Yolculuk sebebiyle kişinin kendi
karısını beraberinde götürememesi gibi durumlarda ya da diğer farklı nedenlerden
ötürü çok evlilik caiz olduğu gibi vacip, hatta tavsiye edilebilecek bir hal
alabilir.
Fakat bu durumların
haricinde çok evlilik şüphesiz birtakım sıkıntıları beraberinde getirmektedir.
Hanımlar arasında çekememezlik ve aile içi huzursuzluğa neden olabilir. Hayatın
bu şekle gelmesi ile birlikte, kadınlar arasında eşit davranılmaması, gerek
ilgi-alaka, gerek nafaka ve gerekse eşlerden bazılarının diğerlerinden kişisel
ya da sosyoekonomik nedenlerden ötürü üstün tutulması kaçınılmaz bir duruma
gelmektedir. İşte bütün bunlar birtakım problemlere, buğza ve aile içi şiddetli
sürtüşmelere sebep olabilir.
Kur'an-ı Kerim'in;
"Eğer adaleti sağlayamamaktan korkarsanız, bir tanesi yeter"
şeklindeki uyarısı eşyanın tabiatıyla ve gerçeklerle tam bir uyum içindedir.
Yine Nisa sûresinde 127 ila 130. ayetler erkeklerin, kadınlardan birine daha
çok ilgi göstermesi halinde huzursuzluk ortamının meydana geleceğini
hatırlatmakta ve bu konuyla ilgili ola- • rak bazı çözüm önerileri sunmakta
tavsiyelerde bulunmaktadır. Bu ayetler, bahsettiğimiz gerekçelerden ötürü her
ne kadar çok evliliği men etmiyorsa da ayet; ruhu itibariyle adaletin olmaması
halinde -daha geniş açıklanacağı üzere- bir tane ile yetinilmesi gerektiğini
vurgulamaktadır.
İşte bu şekilde,
Kur'an'ın hukuk mantığı, çok evliliğin caiz olmasını murad etmiştir ki,
varolan, geçerliliği devam eden ve çoğunluğun bu konuda yanlışlıklara,
sapmalara düştüğü bu problem çözüme kavuşsun. Kaldı ki çok evlilik, yukarıda
bahsettiğimiz durumlarda bir çıkar yol olmaktadır. Ancak, bu çok evlilik
durumunda adaleti sağlamak bir zorunluluktur ve şayet adalet sağlanamazsa bir
tane ile yetinmek gerekir. Bu meyan-da bir kadınla yetinmenin daha kuvvetle
tavsiye edildiği söylenebilir. Çünkü çok evlilik, çeşitli istisnai şartlarda
tercih edilen bir alternatif olma özelliğine sahiptir. Burada adil olmama korku
ve endişesi sözkonusudur. Nitekim Allah'ın hikmet ve vaadi, İslam hukuk
kurallarının insanlığın kuralı haline gelmesini murad ediyor. Allah'ın bu
vaadini birçok ayet pekiştirmektedir. Fetih sûresinin 28. ayetinde: "O,
elçisini hidayet ve hak dinle gönderdi ki, (o hak dini) bütün dinlere üstün
kılsın. Şahid olarak Allah yeter." bu-yurulmaktadır.
Böylelikle İslam
şeriatı, değişik konuların çözümünde olduğu gibi bu konuda da bütün ortam ve
şartlara uygun çözümler üretmiştir. Kural gereği bir kadınla evliliğin var
olduğu çeşitli toplum ve beldelerde, sık sık bu kuralın çiğnenmesi yaygın bir
hal almıştır. Nitekim yasakların ihlali, gizli ya da açık kanun dışı
davranışlar ve yasak cinsi ilişkiler İslam hukukunun böylesi konularda koyduğu
kurallarda ne denli haklı olduğunu ortaya koymaktadır[19].
Şunu da hatırlatmakta
fayda var; ayet-i kerimede çok evlilik, bir gereklilik değil, varolan ve
mutlak geçerliği olan bir mevzunun sınırlaması niteliğindedir. Kaldı ki, çok evlilikte
adalet vurgulanmış, adil olmama ihtimalinin vukuu halinde ise tek kadınla
evlilik sınırlaması getirilmiştir.
Bazı müfessirler bir
kısım tabiine[20] nisbet ederek şöyle
demişlerdir: Ayetteki "Te-ulü" (haksızlık etmek) kelimesi
"âle" (fakir olmak) mânâsındadır. O taktirde cümlenin mânâsı şöyle
olur: "Eğer evlad-u iyal bakımından fakir olmazsanız" Bu kelime
"ailen" Duha sûresinde de "fakir" anlamında gelmiştir[21].
"Seni fakir gördü de zenginleştirdi." yine aynı kelimenin bir başka
versiyonu olan "ile'"de Tevbe sûresinde fakirlik anlamındadır.
"Eğer fakirlikten korkarsanız Allah, fazlından sizi zenginleştirir."
Bir kısım müfessirler
de bu görüşü kelime ve gramer olarak eleştirmiştir. Ancak, cumhur-u ulema
(alimlerin çoğunluğu), sözkonusu kelimenin "haksızlık etmek ve içlerinden
birine fazlaca meyletmek" mânâsında olduğu kanaatindedir[22].
Ayetin ruhu ve içeriği de, "haksızlık etmek ve daha fazla meyletmek"
mânâsında olduğunu göstermektedir.
Bu
şekildeki bir yoruma karşılık şu da söylenebilir: Eğer tek bir kadınla evlenmekten
kasıt, fakirlik olsaydı o taktirde odalık cariyelerin kayıtsız ve şartsız
olarak hür kadınların yerine alınması ayette tavsiye edilmezdi. Çünkü çocuk
doğurma hususunda cariye ile hür kadınlar arasında bir fark yoktur. [23]
"Ya da sahip
olduğunuz cariyelerinizle" ayeti şartsız olarak gelmiştir. Sahibi tarafından
alternatifsiz durumlarda dahi cariyelerin bulundurulmasının şartsız olarak
zikre-dildiğini daha önce belirtmiştik.
Ayetin bu şekilde
gelmesi süregelen bir geleneğe işaret etmektedir. Zira bu, yeni bir hüküm
değildir. Ayette, hür kadınla evlenmek yerine cariyelerle evlenmenin tavsiye
edilmesi, hür kadınlarla evlilikten doğabilecek sorunların daha çok olacağı
espirisine dayanır. Bu mevzu, sûrede yeralan başka bir ayette daha açık bir
ifade ile zikredilmiştir. "içinizden imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü
yetmeyen kimse ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan)
cariyelerinizden alsın." (Nisa, 25)
Alimlerin büyük bir
çoğunluğu, hür bir müslümanın dört evlilikle birlikte sınırsız cariyeye sahip
olmasında bir sakınca görmemişlerdir. Zira, eşler arasında adil davranmama
gibi olağan problemler sadece hür kadınlar için zikredilmiş bir hükümdür.
Dolayısıyla ilk anda çelişki gibi zannedilen bu durum gerçekte bir çelişki
değildir.
Mutlak surette
cariyelerle evlenmek her ne kadar -şu zamanda- garip kaçsa da ayetin indiği
zaman gözönüne alındığında bu gariplik ortadan kalkar. Öncelikle cariyelerle evlilik,
eşler arasında haksızlığı kaldırmak için bir yoldur. Kaldı ki, mutlak mânâda
cariyelerle evlilik, cariye kadının hür olması için de bir yöntem olarak
değerlendirilebilir. Çünkü, cariyenin doğuracağı çocuk, ona nisbet edilecek ve
böylece efendisinin ölmesi halinde çocuğun annesi olma hasebiyle hür
kalacaktır. Daha sonraki mevzularda da değineceğimiz gibi Kur'an'ın öngördüğü
bu davranış, ayetin indiği andan itibaren köleliği kökünden söküp atmaya
yönelik son derece anlamlı bir davranıştır.
Mü'minun
süresindeki ilk ayetlerin tefsirinde, İslam'ın cariye edinmeyi belli şartlarda
caiz gördüğünü açıklamıştık. Tekrar etmeye her ne kadar gerek yoksa da burada cariyenin
müslüman olması şarttır. İşte bu şartı yine bu sûrede yeralan başka bir ayet
açıkça ifade etmiştir. Allah müşrik kadınların nikahının haram olduğunu Bakara
sûresinin 221. ayetinde beyan etmiştir. Binaenaleyh bu ayetteki müşrik tabiri
hürleri kapsadığı gibi cariyeleri de içine alır. Ancak, bu konuda kitap
ehlinden cariyelerle evlenmek ya da onların odalık olarak alınması bir kavle
göre caizdir. İleride bu konuya değineceğiz. [24]
4-
"Kadınlara mihrlerini'[25] bir
hak olarak[26]' verin. Eğer gönül hoşluğu
ile size mihrin bir kısmını bağışlarlarsa onu da afiyetle yeyin."
İçerik
olarak ayet açıktır. Müfessirler bu ayetin inişi hakkında herhangi bir rivayet
zikretmemişlerdir. Ancak ayet, konusu itibariyle diğer ayetlerle bağlantılıdır.
O halde erkeklerin hoşlarına giden kadınlarla (ki bunun sının daha önce
belirtildi) evlenirken mihir olarak tayin edilen miktarı vermeleri vaciptir.
Kadınların rızası olmaksızın, belirlenen miktardan herhangi bir meblağ
kesmeleri caiz olmaz. Ancak onların rızasıyla mihir olarak verilecek miktardan
almaları caizdir. [27]
5-
"Allah'ın geçiminize dayanak kıldığı[28]'
mallarınızı aklı ermezlere'[29]
vermeyin, o mallarla onları besleyin[30],
giydirin ve onlara güzel söz söyleyin."
"Allah'ın,
geçiminize dayanak kıldığı mallarınızı ..."
hali hakkında fıkıhsal
teşri (kanun) esasına yönelik olduğudur. İşte bu noktada ayet, bir önceki ile
konusu ve siyak (geleceği) itibariyle uymuş oluyor. Bu mevzunun sorulması da bu
mevzuya bir vesile kılınmıştır.
Ayet, yetimin evlenme
yaşı, ihtilama ulaşması ve özellikle cinsi gücünün olduğuna güvenmesi hakkında,
birbirinden aynlmaz iki önemli vesile ihtiva etmiştir. Bu iki şeyden ikincisi
tasarruftaki olgunluğudur. Yani buluğ çağına ulaşması kafi değil, bilakis o-nun
olgun olması ayırt edici olmasıdır. İşte bu durum başka sözleri çağrıştırıyor
adeta. Yani buluğ çağına erse fakat olgunluk görülmese ya da rüştüne ermemiş
olsa, üzerine veliyyü'1-emir (amir) tarafından tasarruflarına sınır koyma
yetkisini doğuruyor. Buna bağlı olarak da malından üzerine onun müdahalesi
olmamakla beraber infak gerekiyor ki, bu durum rüştüne (olgunluğa, iyiyi
kötüden ayıracak seviyeye) gelinceye kadardır.
Yetimin hakkı ve
malının kullanılması konuları üzerinde şiddetle duran Mekki ve Medeni ayetlerin
ruhundan anlaşılacağı gibi o zaman yetimlerin velileri amca büyük kardeşler
gibi yakın akrabalardan idi. Buna binaen ekinlerden, meyvelerden ve mallardan
yakın akrabalarınkine karışık halde olanlar, o yetimlerin mallarını yeme, iyiyi
kötüyle değiştirme noktasında töhmet altında oluyorlardı.
İşte burada Kur'an'ın
bu mevzuları nasıl sıkı tuttuğunun hikmeti görülüyor. Çünkü bu durum gaibin
durumu değildir. Zira gaip yakın akrabalar gibi, yetimin akrabaları aynı
mecrada değildir.
Buhari ve Müslim'in
Hz. Aişe'den naklettikleri bir rivayette "Zengin olanlar iffetli olsunlar,
fakir olanlar da uygun bir şekilde yesinler." ayetinin nüzul sebebinin
yetimin velisinin fakir olduğu zaman uygun bir şekilde hayatını idame ettirecek
kadar yemesi olduğu belirtilmiştir[31].
Şöyle ki veli yani yetimin işlerini ve hayatını koordine eden sorumlunun uygun
bir şekilde onun malından yiyebileceğini ayet mubah kılmış ve caiz görülmüştür.
"Yalnız bu durum elbette haddi aşmayacak tarzda olmalıdır" işareti de
verilmiştir ayet tarafından. Özellikle zengin olana "iffetli" olmayı
emir buyurmuş ki, zaten zengin de ihtiyaç sahibi değildir. Bu noktada ayetin
iniş hikmeti ve yetimi koruması da ayette geçen emirle uyuşmaktadır. Aynı
zamanda yetimlerin velileri âdeten sülalelerinden (akrabalarından)
oluyorlardı.
Bazı müfessirler bu
konuda hadisler rivayet etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi de[32]
"Bir adam Rasulullah'a "Benim malım yok ve bir yetim var." dedi.
Rasulullah "O maldan (yetimin malından) ye fakat biriktirmeden, israf
etmeden ve kendi malını koruyup sadece onun malını yemeden" buyurdu. Başka
bir lafızda ise "Malını malı ile katıp karıştırma" buyurdu.
Müfessirler, fakirin
darlık halinde iken yetimin malından borç olarak alabileceğini, sonradan da o halden
kurtulduğu zaman ödemesi hususunda tabiinden ve sahabeden rivayetler
nakletmişlerdir. Bazıları fakirin o aldığı meblağ ya da mal borçtur demiştir,
bazıları da yetimle ilgilenmesi karşılığında bir maldır demişlerdir. Ancak
ikinci görüş daha tercihlidir. Çünkü ayetlerin ruhuyla ve Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği hadisle uygunluk içindedir.
Ayetteki hitap her ne
kadar velilere yönelik olsa da bunun bizce "veliyyü'1-emir" ve
hakimler için hükümleri tatbik etme noktasında, onların da yetimlerin isteğiyle
ya da isteği olmaksızın ayetin bir öncekiyle uygunluğunu göz önüne alarak
onların denetimi altında olacağıdır. Bu ister yetimlerin isteği ve buluğa
ermeyi sabit kılma, isterse yetimin akrabalarının onu gözetmesi ile ki, bu
sayede yetimin malındaki yanlış tasarruflarını men etme imkanı olacaktır. İşte
bu, kullar arasındaki Kur'ani hedefi belirlemekte ve tahkik etme noktasında bir
görünümdür.
Olgunluğa
(erginlik, rüşd çağına) erme hakkında birden fazla görüş ve delil vardır. Ancak
biz bu hususta bir hadise rastlamadık. Bazı müfessirler bu konuda İbn Abbas ve
Said ibn Cübeyr gibi sahabelere dayanarak bu yaşı şahsın malını koruyabilmesi
ve dininin salahı olarak belirlemişlerdir. Buna mukabil bazıları da kötülükten
sakınma, malını iyi yerde kullanma olarak tesbit etmişlerse de rivayet edilen
bu sözlerde bu mevzunun Kur'an'da ve Sünnet'te tafsil edilmemesinden de
anlaşıhyorki bu, zamana göre hakimler ve müslümanlara bırakılmıştır. Hatta
bazıları da erginlik yaşının 17 ya da 18 olacağına ittiba etmişlerdir. Ayetin
ruhundan da anlaşılacağı gibi "Kendilerinde olgunluğa (buluğ çağına
ermeye) rastlarsanız" tabiri de erginlik çağına rastlarsanız ya da tesbit
ederseniz anlamındadır. Bu da yaşla olmayıp temyiz, idrak ve ahlakladır. Çocuk
buluğa er-mişse ancak olgun halde değilse, onun malındaki tasarrufu sınırlı
(mahcur) dır ki bunda cumhur ulemaca ittifak edilmiştir. [33]
7- "Ana
babanın ve yakınların'[34]
bıraktıklarından erkeklere bir hisse vardır. Ana babanın ve yakınların
bıraktıklarından kadınlara'[35] da
bir hisse vardır. Bunlar az veya çok belirli bir hissedir."sahipleri. İki
ayn yerde kullanılması bakımından iki lafzın delâleti arasındaki fark dikkat
çekicidir. İlk olarak mirasın gerçekleşmesine delâlet eden bir yerde
kullanıldı. Akrabalık mirasın verilmesini gerektiren yakınlığı ifade eder.
İkinci durumda ise hîbe, vergi konumunda kullanılmıştır ki, bu da mirası gerekli
kılmayan daha uzak bir yakınlığı/akrabalığı ifade eder.
8- Taksimde (bölüşme) yetimler ve yakınlar
bulunursa ondan, onlara da verin, güzel sözler söyleyin.
9- Arkalarında zayıf çocuklar bıraktığında
bundan endişe edecek olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allah'tan
sakınsınlar, dürüst söz söylesinler.
10- Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler
karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar. Zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.
Ayetin açık olan
mânâsından da anlaşılacağı üzere, babalar ve yakın akrabaların bırakmış
oldukları mallardan, kadınlara ve erkeklere verileceği yaklaşımı ayetin kapsamında
Allah'tan kullara bir "nasip" olarak görülmektedir. Ayrıca ayet;
miras alma yakınlığına ulaşmayan akrabalara, yoksullara ve yetimlere ihsan
etme hakkını da içerir. Böylelikle ondaki hak sahiplerine paylaştırma ve
gönüllerinin alınması sağlanmış olur. O halde bu emirleri uygulama ve
hassasiyet gösterme Allah'ın takvasına bir çağrı niteliğindedir adeta. Bu
arada bu çağrı iki önemli noktaya işaret ediyor: Birincisi, her birey öldükten
sonra geride sıkıntıya düşecek olan, soyundan zayıf olanların halini düşünecek
ve ona göre davranacak; onlara eza verecek herhangi bir sözden ya da fiilden
sakınacak,
ancak kendisinin de
hakkı olduğu sözler ve fiiller serdedecektir onların nezdinde. Son olarak da
ayette önemli bir işaret vardır ki bu da yetimlerin mallarını yiyen, gereksiz
yere harcayan, onların mallarını çarçur edip yiyenlere "Onlar yakında
yakıcı ateşe girecekler, onlar ancak karınlarına ateş dolduruyorlar"
deniliyor.
Müfessirler bu ayetin
kocası ölüp geride üç yetim bırakan ve malı olan bir adamın karısının şikayeti
ve amcasının oğlunun onun malını alması sonucu indiğini söylemişlerdir.
Rasulullah onlara birisini gönderir onlar da o malın kendi hakları olduğunu
iddia ederler. Çünkü o zaman Arap âdetine göre eğer ölü hiçbir erkek bırakmamış
ise kadınlara verasetin olamayacağı zannı vardır. Yani o zamanlar ister amca
çocuğu olsun isterse oğulları olsun kalan malı erkekler alıyordu bu hak
kadınlar için yoktu.
Rasulullah ayetin
inişinin akabinde onlara bir vekil gönderip, malda herhangi bir tasarrufa
gitmemelerini, çünkü Allah'ın kadınlar için malda bir pay kıldığını emreder. Zaten
daha sonra, mevzuyu açıklığa kavuşturacaktır ki, miras ayetleri iner.
10. ayetin iniş
sebebinde ikinci bir görüş daha vardır; bu, 'Gatafan kabilesinden bir adamın
kardeşinin çocuğuna zulmü ve yetim olarak malını yemesi sonucu inmiştir' görüşüdür[36]. Bu
iki rivayet ayetlerle uygunluk arz etmesinden dolayı sahih olabilirler. Ancak
bize öyle geliyor ki, ayetlerin bazılarının bazılarıyla ilişkisi olduğu gibi,
aralarında maksat itibariyle de bir kopukluk yoktur. Özellikle de mevzusu ve
siyakı itibariyle aralarında bir ilişki mevcuttur.
Belirli pay ayeti de
kendisinden sonrakinin bir işareti olmuş olur ki, kendisinden sonraki bu emir
mirastaki payı belirlemiştir. Hatta bu ayetler beraber inmiş, rivayetlerin nakletmiş
olduğu[37]
olaylar da bu ayetlerin nüzulüne sebep olmuştur. İbn Abbas'a dayandırılarak 8.
ayetin miras ayeti ile nesh olduğu hakkında ise rivayetler farklıdır[38].
Ayetin ruhundan da anlaşılacağı üzere bu hüküm, mirasa akrabalık derecesi
ulaşmayan ve buna bağlı olarak onlardan pay almayanların durumlarını şerhetmiş.
O halde ayet 8. miras ayetiyle nesih olunmamıştır denilebilir.
Müfessirler, bazı
tabiin ve ashaba dayanarak bu ayet, öldükten sonraki bu belirli fırkalara
(ayette geçen akraba) vasiyet edilmesinin isteği ve teşvik durumundadır demişlerdir[39].
Ayette mal sahibinin öldükten sonraki durumu belirtilmiştir.
Ayrıca ayetin üzerinde
durmuş olduğu şey de, mirasta akraba oluşta ondan pay alma yakınlığı
olmayanların, bir vakitte fakir olup sonradan terekeden pay alacak yetimlerin
nzıklarına ehemmiyet gösterip teşvik etmesidir. Zira bu fırkalar miskinlerle
zikrolu-nmuştur. Ayette, miskinlerin ve yetimlerin meyyitten geride kalmış
"garipler" olduğu anlaşılacağı kadar mutlak, yani kayıtlı gelmemiştir.
Bazı müfessirler ise,
"9. ayet, mal sahiplerini mallarını gerek savurganlık yoluyla, gerekse
arkasında kalacak zürriyetini zor duruma sokacak şekilde hibe ve vasiyetten sa-
kındırmıştır
demişlerdir[40]. Bazıları ise mal
sahiplerinin ölmeden evvel, yetimler, miskinler ve akrabaları için vasiyette
bulanmalarının vacip olduğu görüşündedirler[41].
Bazılarına göre ayet, mal sahibine, zürriyetinin dışındakilere hibe ve
vasiyette ileri gitme konusunda ısrarla sakındırma sadedindedir. Adamın
zürriyetini mahrum bırakmaya götüren şeye dikkat çekmiş, onları mahrum ve
zayıf terkederlerse durumlarını düşünmeye, yoksunluk ve eziyet içermeyen maruf
söz söylemeye davet etmiştir. Bu yorumlar geçerlidir.
Bu
konuda şunu zikredebiliriz, ayetin yetimlerin mallarını zulümle yiyenleri tahzir
eden bir sonraki hükümle uyuşması sonucu son görüş daha evladır. Bir sonraki
ayet ise onların Allah için takvaya yönelmesini, bunun da sözle, fiille ve
korkuyla olacağını, onlardan sonra kalan yetimlerin malsız mülksüz, zayıf
olarak kalmamalarını öğütlemiştir. [42]
11- Allah
çocuklarınız hakkında erkeğe, iki dişinin hissesi kadar tavsiye eder. Eğer
kadınlar ikinin üstünde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Şayet bir ise
yarısı onundur. Ana babadan her birine, ölenin çocuğu'[43]'
varsa yaptığı vasiyetten veya borcundan arta kalanının altıda biri, çocuğu yoksa,
ana babası ona varis olur, anasına üçte bir düşer. Kardeşleri varsa altıda
biri annenindir. Babalarınız ve oğullarınızdan size menfaatçe hangisinin yakın
olduğunu siz bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından tesbit edilmiştir. Doğrusu
Allah bilendir, hakim olandır."
12- Eğer
çocukları yoksa, eşlerinizin yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra geriye
bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa bıraktıklarının dörtte
biri sizindir. Sizin de çocuğunuz yoksa, yapacağınız vasiyyet ve borçtan sonra
bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer miras bırakan erkek veya kadının
evladı ve ana babası olmayıp[44] bir
erkek veya bir kız kardeşi varsa her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler,
üçte birine ortaktırlar. (Bu taksim) zarar verici olmayan vasiyyet ve borçtan
sonra (uygulanır).
Bunlar Allah'tan
(size) vasiyettir. Allah bilendir, halimdir.
13- Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve
elçisine itaat ederse Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sürekli
kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük başarı budur.
14- Kim de Allah'a ve O'nun elçisine başkaldırır,
O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu, sürekli kalacağı ateşe sokar. O'nun için
alçaltıcı bir azap vardır.
"Allah size
çocuklarınızın hakkında...." diye başlayan ayet ve sonradan gelecek üç
ayet veraset hakkında şerh ve hükümleri ya da ayetlerdeki bu hükümlerin genişçe
telkinidir.
Ayette görüldüğü gibi,
ölenlerin mallarında kadınlara ve erkeklere mirastan düşecek paylar
anlatılıyor.
1 -Erkeğin
payının (nasibinin) kadının iki katının olması.
2- Şayet
ölen kişi baba ise ve sadece bir kızı varsa o halde kıza malının yarısının verilmesi,
şayet üç kız varsa onlara üçte birinin düştüğü.
3- Eğer ölen
için ana-baba ve çocuklar varsa o taktirde ana babası için altıda bir nasip
vardır.
4- Eğer
meyyitin çocukları yoksa, ana babası varsa, babası için üçte ikisi, anası içinse
üçte bir pay vardır.
5- Ölünün
ana babası olması halinde bir de kız kardeşi varsa ve de onun çocukları yoksa,
babası için üçte bir, anası ve kız kardeşlerine de altıda bir pay verilir.
6- Koca için
(şayet hanım ölmüşse) hanımının malının yansı pay vardır (Bu, eğer hanım için
çocuk yoksa). Şayet varsa çocuğu için pay dörtte birdir.
7- Kocası
ölmüş kadınlara kocalarının terekesinden çocuğu yoksa dörtte bir nasip vardır.
Eğer babanın çocukları varsa kadınlara sekizde bir pay verilir.
8- Ölenin
ana babası sağ değilse ve çocuklar da yoksa ancak erkek ve kız kardeşleri varsa
terekenin altıda biri her birine verilir. Şayet erkek ve kız kardeşler birden
fazla ise herkes için üçte bir pay olacaktır.
9- Ölenin malı borçları kapatıldıktan sonra
varisleri arasında paylaştınlacak, vasiy-yeti de uygulanacaktır.
Birinci ayet, bu
taksimin nasıl olacağı hususunda bir mukaddime niteliği taşımaktadır. O halde
insanlar kimin daha faydalı olacağını bilemezler, bunlar babalan, kardeşleri
olsa dahi ancak Allah en iyi bilendir. O, onlara en salih olanı vacip ve farz
kılmıştır. O, işlerin hikmetini, içeriğini bilen ve doğruluğun, hikmetin olduğu
şeyi emredendir.
İkinci ayet ise hiç
kimseye ve hiç kimsenin hakkına kasten zarar verilmemesini telkin ederek
bitmiştir.
O zaman bu taksim,
bilen ve hilm sahibi olan Allah'ın bir emridir ki O, işlerin gereklerini bilen
hilm sıfatı ile herkesin hakkını veren ve ona göre muamele edendir.
Son iki ayette
Allah'ın koyduğu kanunları tenfiz etme noktasında, koyduğu şer'i yasaların
haddini aşmama, onlarla asla oynamamayı tenbih hususunda pekiştirmedir. Bu
sebeple kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse kurtulacak, cennetine kavuşacak,
kim de Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, Allah onu cehenneme koyacaktır; o ne
elim ve alçal-tıcı bir azaptır.
Ayetin nüzulü hakkında
birden fazla hadis ve rivayet varid olmuştur. Bunlardan bir tanesi, Buhari,
Tirmizi ve Ebu Davud'un müsnetlerinde vardır. Birisi Cabir'den rivayet olunan
hadistir: "Rasulullah ve Ebu Bekir yanıma geldiler ve ben hiç bir şeyi
akledemi-yordum (insanları seçemiyecek kadar kendimden geçmişim). Su istedi ve
abdest aldı, sonra üzerime su serpti ve ayıldım. Akabinde 'Ya Rasulullah malım
hususunda ne yapmamı emredersin? diye sordum'. Sonra "Allah evlatlarınız
hakkında erkeğe, iki dişinin hissesi kadar vermenizi tavsiye eder." ayeti
nazil oldu."[45]
İkinci rivayet de İbn
Abbas'tandır. Şöyle rivayet etmiştir ki: "Mal çocuk içindir, vasiyet de
ana babaya aittir. Allah bunu nesh (hükmünü kaldırma) etti; erkek için dişinin
payının iki misli verilmesini emretti, ebeveyn için ise her birisine altıda bir
ve üçte bir payı takdir etti. Kadın için sekizde bir ve dörtte bir payı emir
buyurdu, koca içinse malın yansını ve dörtte birinin verilmesi hükmünü
indirdi."[46]
Rivayetlerden birisi
de şöyledir: "Kocası şehit olup, iki yedini bırakan bir kadın, amcasının
oğlunun malına el koyması sonucu Rasulullah'a şikayet eder, ayetlerin inmesinden
sonra Rasulullah yetimlere üçte bir, anaya sekizde bir ve kalanın da amca
oğluna verilmesini emir buyurdu."[47]
Bu husustaki
rivayetlerden olan "Sedyi"nin nakili de şöyledir: "Cahiliyye
ehli kızları ve zayıf olan oğlan çocuklarını hiç mirasa ortak etmiyorlardı.
Adam savaşa gücü yetmeyen oğlunu hiç mirasçı etmez idi. Abdurrahman b. Sabit
vefat etti, arkasında beş kızı ve bir karısı kaldı. Varisleri gelip bütün
malını aldı ve kadın Rasulullah'a şikayette bulundu. Akabinde mezkûr olan
ayetler indi[48].
Bizce geçmiş ayetlerle
bu ayetler beraber inmiştir. Hatta kadınların haklarını, mallarını,
mihirlerini, aralarındaki adaleti, hak sahiplerinin terekedeki (geride kalan
mal) haklarını (kadınlardan ve erkeklerden) kapsayan bu ayetler ve teşri
kanunlarını vazeden, ilişkilerdeki sınırı koyan bu sûrenin başından sonuna
kadar müteselsil bir biçimde indiğini düşünüyoruz.
Tabi ki bu, nüzulde
bir münasebetin olmamasını ve akabinde Rasulullah (s)'a iletil-memesini
gerektirmez elbette. O halde bu durum O'ndan fetvalar istenebileceğini, zulümlerin
şikayet edilebileceğini (ki bu rivayetlerde ve hadislerde geçmiştir) men etmeyecektir.
Çünkü bu nüzul, adil
olmayan münasebetlerin tahakkuku sonucu, arka arkaya inişini doğurabilir. İşte
bu da şer'i bir yargıyı getirir.
Birinci ayetin ilk
bölümünde, iki kızın birisinin babasına varis olması ve hallerinin zikri;
ikiden fazla kadının birden fazla kızın hakkının zikrindeki yetinme yönleriyle
bir kapalılık, bir kesinti ve boşluk olduğunu düşündürebilir. İkinci bölümdeki
varisin ana-baba olması ya da bir kız olmasındaki gibi, valideyn "altıda
biri" alırlar. "Kız ise yansını alır" zikrinde boşluk olduğu
mülahaza olunabilir. Çocuğu olmayan bir kadının terekesinden ikinci yarıyı
alma hakkının zikrindeki kapalılık, çocuğu olmayan kocanın terekesinden dördün
üçe pay almasındaki bahsin kapalılığı ve son kalan üçte birin ikisinin hakkının
zikredilmesindeki muğlaklık da göze çarpabilir.
Ancak herhâlükârda
ayetler başlıca konulan ve esasları dile getirmiştir ki bu esaslar, nüzulündeki
hikmetin keşfi durumundadır. İşte bu bölüme kadar olan bazı sünnetleri ve bazı
kapalı olan ayetlerin hükümlerini tamamladık. Bu mevzulann hepsi birer fıkıh
bahsidir ki, İslam fıkhında önemli yeri olan feraiz ilmini teşkil etmiştir.
"Allah tarafından
(bu) bir farizadır" cümlesi Allah'ın farz ve hükmünü belirlemiş olduğu
ayetlerin beyanı konumundadır. Açıkça görüldüğü gibi "feraiz"
kelimesi "fari-za"mn cemisi olup miras hükümlerini içine alır ki
"Kur'an'ı ve Feraizi (ilmini) öğreniniz.[49]"
"Zira benim ömrüm tükenmiş olabilir" hadisi de bu hükümlerin
öğrenilmesinin gerekliliğini işlemiştir açıkça, bu hükümler de O'nun
zamanındaki veraset hükümlerini işlemektedir.Kardeş için, veraseti olmadan ölen
kızın terekesinin hepsinin verilmesini, hiç varisi olmadan ölen erkek kardeşin
terekesinin malının üçte ikisinin iki kız kardeşe pay edilmeşini, çok olmaları
halinde bütün terekeyi, erkeğin payının kadınınkinden iki kat olması şartıyla
kız ve erkeklere verilmesinin hükümlerini içeren Nisa sûresinin son ayeti
tamamlar mahiyette olmuştur. Böylece kapalılık ve hükümlerdeki muğlaklık
giderilmiştir.Ayet "senden fetva istiyorlar" ifadesiyle başlamıştır.
Bu şuna delildir: 12. ayetin işlemiş olduğu bölüm ve varissiz ölen şahsın
kardeşi ve kız kardeşinin altıda bir, fazla olurlarsa üçte bir nasip alacağını
işleyen bu ayetlerde bir iltibas meydana gelmiştir. Bu sebeple sûredeki son
ayet, kardeşler arasındaki miras dağılımını beyan etmiş, bu miras dağılımı da
anadan kardeş olanları da alınır. O halde 12. ayet anadan kardeş olanların
cumhurun Rasulullah'ın ashabından ve tabiinden rivayette miras hükümlerini
belirttiği zikrolunmuştur. Bu görüş üzerinde ittifak edilmiştir[50]. 10.
ayetin birinci fıkrasındaki birinci ayetten onuncu ayete kadar kapalılığın
olması bu durumdandır. Zikrettiğimiz gibi bu ayetlerde iki kızın hükmünün
zikrolunmasıydı. Nisa sûresinin son ayetinin ihtiva ettiği hükme bu kıyas
olunmuştur. Bununla beraber Rasulullah'ın, babalarının terekesinden iki kız
kardeşe üçte ikisini vermesini içeren hadis rivayet olunmuştur.
Müslümanlar ve
kâfirler arasındaki miras paylaşımını yasaklayan hadislerden birisi "Kafir
müslümana, müslüman da kafire varis olmaz" hadisidir[51]. Bu
husustaki ikinci hadis "İki zıt millet (kafir ve müslüman) birbirine mirasçı
olamaz"[52]. "Katil (öldüren )
mirasçı olamaz"[53].
"Köle bir kadınla ya da hür bir kadınla hangi erkek zina ederse çocuk
zina çocuğudur, mirasçı olamaz ve olunamaz."[54]
İbn Abbas'tan rivayet
olunmuştur. Kendisine kızından, oğulun kızından (torun) ve kız kardeşin
haklarından (mirastaki paylarından) sorulmuştur. Rasulullah'ın verdiği hükümle
hükmedeceğim buyurdu. Rasulullah kız için yarım, oğulun kızına altıda bir, kalanı
da kız kardeş için şeklinde hüküm vermiştir buyurdu[55]. Bu,
babası hayatta iken ölen oğulun kızının, dedesine, başka oğlu olmazsa varis
olabileceğinin delilidir. Bunun üzerine oğulun oğlu da kıyas edilmiştir.
Zeyd bin Sabit'in
rivayeti ise bu konuya daha da açıklık getiriyor. "Oğulların çocukları,
kendilerinden başka oğul yoksa onların (oğulların) konumundadır. Erkekleri
erkekleri gibi, kızları kızları gibi, babaları nasıl varis oluyorlarsa öylece
varis olurlar. Başkaları var da onların olmasıyla mirası engelliyorsa, onlar
da babalarının hükümlerindedir-ler; (o halde ) oğulun çocuğu, başka bir oğulun
varlığı halinde varis olamaz"[56]
Alimler tarafından bu
hükmün, oğlun çocuğuna nispetle böyle[57]
olduğu, kız çocuğunun çocuğuna nispetle olmadığı haber verilmiştir. Çünkü kızın
oğlu mirasçılar hükmüne girmez. Bu hususta Rasulullah (s) bir adamla karısını
"Lian (zina suçuyla yeminleşip ayrılma) sonucu, çocuğu anneye vermiş, onu
anasının nesebi kendisine dayandırılan babanın mirasından da men etmiş, mirası
da anası, varisleri ve çocuk arasında meşru kılmıştır[58].
Lian: Bu tabir İslami
bir deyim olup, koca ile kadının şahitler olmaksızın zina suçu ile
birbirlerinden yeminle ayrılmasıdır.
Buhari'den rivayetle
Rasulullah Muaz'ı Yemen'e emir ve muallim olarak göndermiş, bir adam öldükten
sonra kız kardeşi ve kızı kalmış, bu vefat edenin terekesi hakkında sorulmuş;
ve ikisine de (halaya ve kıza) malın yansım vermiştir[59]. Bu
olay Rasulul-lah'ın zamanında olmuştur ki, Rasulullah (s)'ın fetvalarıyla
bilerek bu hükmü vermiştir.
Torunu ölen dedeye
altıda bir pay ile Rasulullah hükmetmiştir. Bunun yanısıra Ebu Bekir torunu
ölen nineye (büyük anneye) altıda bir vermiş, Hz. Ömer de ölenin kardeşleriyle
birlikte dedeye üçte bir payı takdir etmiştir[60].
Görünen odur ki Rasulullah nine için ondan başka anne olmazsa altıda bir pay
kılmıştır. O halde dede de, oğlu ölürse ya da babasının oğlu ölürse bu paya hak
kazanır.
Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve Tirmizi'nin rivayetinde "Ben mevlası olmayanın (varisi olmayanın
varisiyim) mevlasıyım, malına varisçi olurum, kölesini azad ederim. Aynı
şekilde dayım varisi olmayanın varisidir. Mevlası (dostu varisi) olmayanın
varisi olur, kölesini, (memlükünü) hürleştirir.[61]
Birinci fıkra mevlası
(dostu ve varisi) olmayanın terekesinin bir kısmının beytül mala bırakıldığını
tesbit ederken; ikinci fıkra ise dayıyı, ölenin kimsesi olmadığı halde iken ona
varis kılıyor.
Bu mevzuda Ebu Davud,
Tirmizi, Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği hadiste "Geride kalan mallan
(faraiz) ehline veriniz, kalanı da en yakın olana veriniz"[62]
emrediyor ki, buradaki espri, ayetlerin de emrettiği gibi, maldan kalanlar
tedricen yakın akrabalardan olanlara verilir, dayı ise bu sıranın sonuncusudur.
Ayrıca feraiz
alimlerinin kullanmış olduklan şu mahiyette tabirler vardır: Hacip (yani
yakınların miras sıralamasında bir taifenin varlığı halinde diğer taifenin
mirastan men edilmesi kaidesidir.) Yani birinci tabaka var iken ikinci ancak
onun yokluğu halinde varis olabilir. Yine alimler bu meselede
"hacip" (men etme) tabirini iki kısma ayırmışlar-
dır: (1) Hacbi noksan
(mirasın tamamını terk değil de bir kısmının men olunması) (2) Hacbi Hirmen
(Tamamının verilmemesi). Birinci kaideye göre, çocuk kadının terekesinden koca
için olanının yarısından dörtte bire kadar engel (hacb) edebilir. Buna binaen
baba, üçte ikiyi hacbedip alırken, anne üçten altıda bire kadar hacbeder. Kardeşleri
ise anayı üçte birden altıda bire kadar engelleyebilirler. İkinci kardeş ise
kardeşlerin anne ve çocukları için hakkının düşmesi, baba ile dedenin hakkının
düşmesi, çocuk ile oğulun hakkının düşmesi. Aynı şekilde kardeşlerin hakkının,
annenin ve babanınkinin hakları karşısında düşmesi bu kaidelere örnektir.
Buraya kadar
ayetlerde, gerekli kullanımlar, açıklamaların yapıldığı mülahazası ile burada
bununla yetiniyoruz[63].
Çünkü gereksiz istinbat (hüküm çıkarma) ve gereksiz fer'i (ayrıntı) meselelere
dalmak tefsirin gerektirdiği hedeften uzaktır.
Bu hususa değinmek
istiyorum. Bu miras olayları ayetle sabit hükümler indirilmeden önce,
haksızlık ve adaletsizlik olduğundan değiştirilmiştir. Yani ayetler nazil
olunca bu taşkınlıklar değiştirilmiştir. Zira önce baba ve akrabaların haklan
serbest iken ya da sabit değil iken, Bakara sûresinin 172-180. ayetleri
vasiyetlerinde acele etmeyi ana-ba-ba ve akrabalar için emir buyurmuştur. Aynı
şekilde kadınların hakları ister ana olsunlar, ister zevce, isterse kızlar
olsun çeşitli hallerde serbest, belirsiz, hakları zulme uğrayabilir halde idi.
Peşisıra ayetler ana babanın, kadının, akraba esasına paralel olarak akrabaların,
sülaledeki akrabalığa göre haksızlık olmaksızın ister küçük, ister büyük, güçlü
ve kuvvetli olsalar dahi haklarını gözetmiş ve tesbit etmiştir.
Bu konuda erkeğe,
dişinin iki katı hisse verilmesini misal vermek istiyoruz. Zira müsteşrikler
İslam'ı, erkeğin mirastaki hakkının iki katı olup kadının ise bir misli olması
sebebiyle tenkit etmişler ve İslam'a saldırmışlardır. Ancak diyoruz ki, bu
mesele tamamen ihsan (iyilik) ve tamamen adaletin de üstünde bir şey belki.
Şöyle ki, kadın ya babası ya oğlu tarafından, veyahut da kocası tarafından
garanti altındadır. Şayet böyle olmazsa o halde kendisi dışında mükellef
olmayacaktır ki bu durum erkekte aksinedir. Çünkü o daima kadına intakla,
ailesine bakmakla mükelleftir. Kaldı ki, Kur'an kadının hakkını bütünüyle
korumuş, onu her türlü zayıflıktan ve adaletsizlikten, taşkınlıktan
kurtarmıştır. Bu noktada büyük bir ihtimam görüyoruz Kur'an'da. Şimdi şunları
söylüyoruz: Bu paralelde (Kur'anî hakları gözetmedeki) çizgide, bir davranmak,
göz yummak ve tenkit etmek, İslam şeriatının meziyetlerini görmemek,
anlamamaktır. Beşeriyet ne kadar gelişirse gelişsin, hiç bir zaman kadının
infak edici olduğu bir dönemin gelmesi düşünülemez ki bu sayede kadın eline
bakılan, erkekte ona muhtaç olduğu tasavvur edilsin. Belki kadınların, bir
taifesi kendi kesbi ile yetinip, yaşantısını zevce ile kayıtlandırmama gibi
bir düşünceyle idame ettirebilirler; fakat bu çok azdır. Yani bu durum, bahsini
ettiğimiz mevzudaki kararımızı asla sarsmaz, asla değiştirmez. Yine kadın erkeğin
sırtındadır.
İkinci olarak
Kur'an'in kadına, vasiyetine ve uygulamadaki ihtimamına onun ehliyetine,
yaşamsal plandaki tasarruflarına, hakkına verdiği öneme; ayrıca erkekle bu
noktalardaki eşitliğine de dikkati çekmek istiyoruz. Kadın varis olur, erkek
de aynıdır, kadın vasiyet eder erkek de, kadın borçlanır erkek de borçlanır,
kadın mal sahibidir, erkek de mal sahibi olur, bu saydığımız durumlar aynı
zamanda izne de bağlı olmaz.
Kadın İslami
perspektiften böyledir, onu bu hale sokan Kur'an'dır. Acaba vahiy nüzul
olmadan önce nasıldı? Haklarını kaybetmiş meta halindeydi. Hala günümüzde
mo-dern(!) geçinen toplumlarda da aslında bu haklan yoktur. Böylece geniş bir
ölçüde devam etmiştir. Ta ki yakın geçmişe kadar. Hatta yine bazı sözde
modernizm safsatacılarının yanında kadın, Kur'an'ın kendisine verdiği yeri
alamamıştır.
Tefsir alimleri,
üzerinde durduğumuz Bakara süresindeki ölenin mallarından, akraba ve ana-babaya
terekesinden belirli bir pay verilmesiyle alakalı emir bildiren ayetin nesh
(hükmünün kaldırılmış) olduğunu zikretmişlerdir. Bu görüş de doğrudur.
Çünkü hadiste
"varisin vasiyeti yoktur"[64] mânâsındaki
hadis bu konuyu kuvvetlendirmiştir. Bu sebeple vasiyet hükmü, mirasta nasibi
(payı hissesi) olmayana muhkem olarak kalmıştır. İşte doğru olan da budur. Yine
zikri geçen hadis ve ayetteki vasiyyetin yerine getirilmesindeki vacibiyeti
vasiyyetin mirastan payı olmayana ait olduğuna delildir.
Sünnet ise, vasiyyetin
uygulanmasındaki te'kidin tekrarı, borçlarının ödenmesi ve özellikle bu
noktanın varisçilerin haklarına takdim edilmesi vasiyyete önemin göstergesi
olsa gerek ki bu hal, Kur'an'ın muhtelif münasebetlerle üzerinde durduğu
hakları koruma, iyilik, mefhumları ile örtüşmektedir. Zaten bu mevzu yani
terekeden borçların başkası için ait olması, vasiyetin de başkasına ait olması
(verasenin dışında) tabi bir olgudur. Zira varis ancak terekeden kalan maldan
fazla kalanı alacaktır.
"Gayri
mudarrin" "zarar olmaksızın" tabiri mutlak (kayıtsız) dır. Buna
rağmen bu tabir sadece ikinci ayette sabittir. Zira bu tabirin kullanımı bu
ayette ve birinci ayette beraber gelmesi itibariyle daha kapsamlıdır.
Ayrıca "zarar
olmaksızın" ayetiyle sabit olan bu hüküm hakkında bu söz, miras bırakana
yöneliktir kavli de uygun olacaktır. Çünkü vasiyet eden bazen borç edip bazen
aşırı vasiyet edebilir. Aynı şekilde bu emir veraseye de yöneliktir. Çünkü
onlar buna uyarak, terekeden kalan payla borçlan ödeyip vasiyeti uygularken ve
terekeyi taksim ederlerken dikkatli olacaklardır.
Buraya kadar
addettiğimiz meseleleri bu tabir içine alırken, özellikle de malı bırakanın
hibe etmedeki aşırılığın olmaması, verasenin hakkını da hesap ederek
borçlanmasını, miskinlere ve yetimlere vasiyetlerini etmeyi unutmamasını,
başkasına malının tamamını vererek başkalarını bu sebeple taciz etmemesini de
kapsar.
Bu tabirin vermek
istediği imaj açıkça ortadadır. Şüphesiz bu, adalet ve insafın her insanın
hayatında birincil olarak yer etmesinin Kur'anî ölçüsüdür. Bu bağlamda son iki
ayetin, diğeF-Kur'anî hükümleri, nehyleri ve emirleri tekid noktasındaki sıkı
bir üslûbu göze çarpıyor.
"Allah'ın
hadlerini geçip tecavüz edenler" mânâsındaki ikinci ayette yer alan bu
cümlenin zikri, hiç bir mü'minin hiç bir halde geçmemesini öğütleyen ayetleri
ve hükümleri, Allah'ın birer hududu olarak değerlendiğini görüyoruz.
Bize
malum olan odur ki, bu zikri geçen tabir, (Allah'ın sınırını geçme tabiri), (
Zarar vermeksizin) hükmünü bir taraftan teyid ediyor, diğer taraftan da bazı
mal sahiplerinin mallarını sorumsuzca yetimin halini, evli kadınların halini
düşünmeden vakıfta bu-, lunuyorlar ki bu, Kur'anî hükümlere de Rabb'ın katından
tesbit edilmiş ve belirlenmiştir. Bu durum akabinde varisin ölülerinin
mallarından pay almasını engellemekte, onların nezdinde haklarını gözetmeme
olmuş oluyor ki bunu Kur'an tabiri ile sınırlamıştır. Hatta şunu görüyoruz;
Allah'ın şeriatının kaimleri olan hakimlere, bu taciz eden tasarruflara engel
olmaları bir vecibedir. [65]
15-
Kadınlarınızda fuhuş[66]
yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse o
kadınları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerinize
hapsedin.
16- İçinizden
fuhuş yapan her iki tarafa'[67] ceza
verin, eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet vermekten
vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.
17- Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden
kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir. İşte Allah,
bunların tevbesini kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
18- Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da, içlerinden
birine ölüm gelince "Ben şimdi tevbe ettim" diyen ve kafir olarak
ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için elim bir azap
hazırlamışızdır.
İlk iki ayet cumhurun
değerlendirmesine göre kadınlardan ya da erkeklerden zina yapanların hükümleri
hakkında teşri (kanun) dır. Şayet kadınlar zinaya yaklaşırlar, bunun üzerine
dört müslüman şahitlik ederlerse, şahitlik ettikleri zaman, evlerinde ölüm
onları öldürünceye kadar ya da Allah haklarında yeni bir emir inzal edinceye
kadar hap-solunurlar.
Buna karşın erkekler
zinaya yaklaşırlarsa onlara eziyet vacip olur. Şayet tevbe ederlerse, yani bu
çirkin hali bırakırlarsa şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir. Onların
(tevbecilerin) tevbelerini rahmetle kabul eder.
Son
iki ayete gelince, bu ikisi tevbe hakkında yeni bir mevzuyu, günahı cahillikle
işleyen sonradan da hatalannı zaman geçmeden önce anlayanlar ve hemen tevbe
edenleri, Allah'ın hatalılar saymasını takrir ediyor. İşte onlar bu durumda
tevbeleri kabul olacak olanlardır. Ancak helak edici günahı bilinçli olarak
işleyenler, (aldırmadan) sonradan da ölüme kadar bu hal üzerine olup ölümü
idrak edenler, arkasından "Ben şimdi tevbe ettim." diyenler ya da
kafirler olarak ölenlerin tevbeleri kabul olunmayacaktır. Onlara tevbe yoktur.
Onlar için şiddetli bir azap vardır. [68]
"Kadınlarınızdan fuhuş
yapanlara karşı" mealindeki ayet ve sonradan gelen üç ayetin mânâsı ve
içeriği hakkındadır.
Bu ayetlerin nüzulü
hakkında hususi olarak bir rivayete rastlamadık. Haram ve helal olarak
kadınlarla evlenmeyi ve onlarla muamele esaslarını işleyen bu ayetlerden sonra
gelen hükümlerde ve geçmiş olan ayetlerde, mevzu itibariyle uyum olduğunu
mülahaza etmek mümkündür. O halde bu ayetlerin peşisıra teşri (kanun) olduğu,
bu mevzuya şer'i açıklık getirme bağlamında ardarda gelen hükümler olduğu ve
sonra indiğinin kanısına varıyoruz.
Mekki nüzul (Mekki
olarak inen ayetler) özellikle Furkan 68-69. ayetler ve İsra 32. ayetlerde
zinanın çirkin bir fiil olduğunu, faili hakkında cezanın olduğunu ve bu fiilin
büyük helak edici (mübikat)lerden olduğunu zikrederek, ondan sakındırdığını
ihtiva etmiş (işlemiş)tir. Bu üzerinde durduğumuz ayetler, teşri üslubuyla
gelmiş, çünkü bu olay Medine döneminde mümkün bir hal almıştır. Zira
ayetlerdeki teşri (fiillere ve sözlere ilahi sınır) birinci adımı teşkil
ediyor. Nur sûresinde birinci ayette ve. hadislerde ise ikinci adımı (hükmü)
geliyor ki, bu sûrenin başlangıcında bu mevzuların şerhi gelecektir.
"Azühüma",
"Onlara eza edin, eziyet verin" mealindeki ayette geçen bu tabirin,
erkeklere yönelik olduğunu mülâhaza etmek mümkün, "Onları (kadınları)
evlerinde tutu-nuzta ki Allah onlara bir çıkış yolu ya da yeni bir emir
getirinceye kadar" cümlesi ise kadınların hükmünü belirtmiştir.
Tefsirciler İbn
Abbas'a dayanarak "onlara eziyet verin" cümlesinin darp (dövme) ve
sakındırma mânâsına olduğunu naklet etmişlerdir. O zaman kadınların evde
hapso-lunmalarındaki hikmet ve espiri, onların böylesi fahiş fiillere, ortaya
çıkmaları, dolaşmaları nedeni ile tekrar mübaşir olmamaları nedeni iledir[69]. Bu
da, ayetin ruhu ile uyuşmaktadır. Bununla birlikte şu nakil olunmuştur.
Kadınlara bu şekilde davranmak cezadır mânâsına gelmez. Aslında bu durum
şiddetli bir cezadır. Zira, onları ebedi ölüme kadar ebedi hapise tabi tutmak,
ya da Allah'ın onlara yeni bir yol gösterinceye kadar hapsetmek, şiddetli bir
cezalandırma anlamına gelmektedir.
Bu iki cezanın (yani
kadının hapsolunması, erkeğin dövülmesi) erkeğin dışarı çıkıp rızık araması göz
önüne alınarak, kadına ise böyle bir ihtiyacı olmaması dolayısıyla ikisine de
uygunluk arzeder. Yani erkek nzık kazanmaya mecburdur, bu yüzden ona eziyet
öngörülmüş, kadın ise erkek gibi kazanmaya muhtaç olmadığından evde
hapsolunması Kur'anî naslarla belirlenmiştir. Bu hükümde Allah ona yeni bir yol
verinceye ya da ölümüne kadar devam edecektir.
Müfessirler Ubade ibn Sabit'ten
bir hadis rivayet etmişler: Dedi ki " Rasulullah vahiy indiği zaman onun
eseri olarak yüzü değişir, sıkışırdı. Ne zaman ki Allah bir gün zina eden
kadınlar hakkında hüküm indirdi, rahatladı ve dedi ki -işitin, Allah o kadınlar
hakkında bir yol kıldı. Evli evliyle, bekar da bekarla zina ederse (buna göre)
evli yüz değnek ve taşla recm olunacak, bekar ise değnek ve bir sene
hapsolunacak[70]. Belki de hadis, Nur
süresindeki zina eden erkek ve kadınlar için yüz değnek hükmünün eseri olabilir.
Müfessirler ve alimler[71], Nur
süresindeki ikinci merhaledeki hüküm ve Nebevi hadisler, üzerinde durduğumuz
bu ayetleri nesh (hükmünü manen kaldırma) etmiştir görüşü üzerindedir.
İkinci hüküm ki
sınırlandırmayı ve şiddeti göz önüne alırsak, o zaman buna en uygun olan nesh
değil, tadil olmaz mülahazası daha evlâdır. Aynı şekilde ikinci hükümde "
şahidin şahitlik etmesi muhkem olarak kalmıştır. Ömer ibn Hattab, Buhari ve
Müsned sahiplerinin rivayetlerine göre şöyle demiştir. "Evli kadın ve
erkek zina ettiği zaman ve beyyine (delil) olduğu zaman recm onlar içindir. Ya
da hamil olması veyahut birisi itiraf etmesidir.[72]
İkinci ayette iki vesileyle bir katkı vardır bunlardan birincisi itiraf olunması,
ikincisi de hamile ile beyyine olması (açığa kavuşmasıdır) o halde şahitlerin
dışında iki şey (itiraf ve hamile hali) delil içindir.
"Üzerlerine (zina
eden kadın) şahit getirin, şayet şahitlik ederlerse..." mealiyle devam
eden ayette sabit olan şahitlik, "şehadeti açık seçik olan bu suçu
müşahade etmek mânâsı taşımakla beraber, haberinin olması mânâsına da gelir
bizce. Hatta "gözüyle görmek"le, "Bir kadının zina işlediğini
bilseniz, şahitle şahitlendirin; zayıf şahitlik ederlerse"[73]
mânâsındaki şahitlik kastolunur.
Bununla birlikte
cumhur, şahitliğin -şehadeti ayan- yani açık ve seçik bir şekilde görülmüş
olması ve çıkarım sonucu ya da tahmin üzerine olmaması görüşü üzerine müttefiktir.
Fakat bu mevzu ile alâkalı sarih olarak bir hadise rastlamadık. Rasulullah'ın
zina olayı üzerine had uygulaması ise hep itiraf sonucudur[74].
Ömer bin Hattab'in
rivayet ettiği "Eğer beyyine kaim ise" mânâsındaki rivayet ise, kesin
görülmesi ile alakalı bir delil değildir. Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste
şöyle diyor: "Ömer bin Hattab, Ebu Bekr, Şebl bin Mağbet, Nafi'yi Muğira'ya
zina suçundan dolayı dört şahsın şahitlik etmemesi, diğerlerinin kadını
gördüklerine şahitlik etmeleri sonucu üç kişiyi sopalatmıştır."[75] O
halde zinanın sabit olduğu şehadet "âyân" yani açık seçik olmalıdır.
Bunu iddia edenler de bu hadise dayanmışlardır. Yalnız bu hadis belirli bir
hâdise akabinde onun hakkındadır. Şahitliği sınırlayıcı ya da belirleyici konumda
değildir. Allah en iyi bilendir.
Bu noktadaki durum ne
olursa olsun, şahitlikteki adetin belirlenmesindeki hikmet ve espiri, zinayı
ispat etme durumunda dörttür ve bu açıktır. Özellikle cumhurun gittiği görüşün
ışığında şahitlik dört olmalı ve açıkça görülmüş olmalıdır. O halde şahid-i
âyâniy-ye tabiri, cerimenin açıkça müşahede olunmasını ifade eder. Bu suç yani
zina suçu, sonucu toplumda sosyal yönden ve her yönden sarsılma, ailedeki
bağların kopması çeşitli ortamlarda vahim sonuçlar doğurur. Bu sebeple zina
suçu, ispatında şiddetli davranıl-malı ki bunların hepsini engellesin. Dört
şahit şahitlik ederse açık ve net olarak bunun mânâsı, cerimeyi (zina suçunu)
işleyenlerin, toplumun bu çirkin fiilin mânâsı ırzın selametini sarsmak
manasınadır, bu yüzden onların bu kötü fiilleri, sosyal toplum için başka
yönden ilan edilmesi bir maslahattır.
"Sizden"
(minküm) kelimesi zina suçunun ispat edilmesindeki şahitlerin müslüman-lardan
olmasının ifadesidir. Bundan dolayı ayetin iniş ortamı geniş boyutlarıyla bilinmelidir.
Bu sayede kişi müslümanların, daha açıkçası mü'min bir müslümanın, faydasız
şeylere müşahede etmenin tehlikesini, müslüman toplumda fahiş fiiller çıkarmanın
mânâsını bilecek ve sakınacaktır. Ayrıca, İslami sosyal toplumun çıkarlarını
kendi çıkarları olarak telakki edecektir. Şahitliğin mesuliyetini Allah'ın
katında hesaba çekileceğini bilen müslüman, kardeşi hakkında şahitliğe hemence
takdim olunmayacaktır.
Ya da şayet bu
cerimeyi gizlerse yine Rabb'ının katında sorumlu duruma düşecektir.
"Sizden" tabiri aynı şekilde kadınları ve erkekleri kapsar. Fakat
cumhur ulema, şehade-tin sadece erkeklere mahsus olduğunu söylemişlerdir.
Bununla alakalı sahih bir hadise rastlamadık. Sadece İmam Reşit Rıza'nın ayetin
tefsirinde "Zühri" (tefsir alimlerinin birisi tabiinden) demiştir
ki: "Rasulullah'tan ve sonradan da iki halifeden had cezalarında,
kadınların şahitliği kabul olunmaz sünneti süregelmiştir" demiştir. Ancak
biz, bu büyük cerime şayet bir kadının şahitliğine bağlı ise cezasız
kalacağından dolayı hayret ediyoruz. Kadınların böylesi zina suçlarına
erkeklerden daha fazla muttali olabilmelerini de düşünürsek, mesele daha da
önemli bir konuma taşınıyor.
Kaldı ki, bizim
üzerinde durduğumuz cümle içinde kadınların zikri, geçen ayette varit
olmuştur. Ancak bu cümle fuhuş işleyen erkeklere de teşmil olunduğudur. Sonraki
ayetlerde zikredilenlerden de anlaşılıyor. Ancak kendileri için olan ceza
ispattan sonra geçerli olur ki bu da şehadet ile olur.
Bazı müfessirler, İbn
Abbas'a ve tabiin alimlerine dayanarak[76]
birinci ayette zikro-lunan kadınlar tabirinin mânâsının "dul kadınlar ve
evlilerin" olduğu, "İçinizde fuhuş yapan iki tarafa eza verin"
mealindeki ne de "evlenmemiş bekar olanlar" olarak zikretmişler.
Bazıları ise İbn Abbas'a ve tabiinden alimlere görüşünü isnat ederek, bu ayetin
hem dul, hem de bakireyi içerdiğini savunmuşlardır.
Birinci ayette
kadınlar zikrolunurlarken ikinci ayette erkekler zikrolunmuştur.Bazı
müfessirlerde[77] İbn Abbas ve başkalarına
dayanarak "içinizden iki taraf fuhuş yaparlarsa..." diye devam eden
ayetten muradın, erkeğin erkekle livata yapmakla fuhuş mânâsını kapsadığını
savunmuşlardır. Bazıları da bunun mânâsını, erkeğin kadınla zina yapması
şeklinde değerlendirmişlerdir.
Ayet iki görüşü de -ki
cumhur ikinci görüştendir- kapsamaktadır. İkisinin de ihtimali vardır. Buna
delil olarak " Kimi Lut kavminin yaptığını yaparken görürseniz failide me-fulu
de (ikisini de ) öldürün[78]
mânâsındaki hadisi göstermişlerdir.Hadisin ayeti te'kid etmesi noktasında,
ikincil bir şer'i hüküm niteliğinde olduğunu düşünüyoruz. "O ikisine (zina
eden kadın ve erkek) eziyet verin" mânâsındaki emrin ise sadece erkeklere
tevcih edilmediği açıktır. Yani sadece erkeklerin olması ihtimali yoktur.
"Şayet tevbe
ederlerse (iki taraf) uslanırlarsa, artık onlara eziyet etmekten vazgeçin"
mânâsındaki ayet ise, onlardan tevbe zahir olursa, pişmanlık olursa artık eza
verilmemesi, bu halden el çekilmesinin emridir. Pişman olmuş olmaları ise,
tevbelerinin şartı durumundadır ki, biz bunu Furkan sûresinin tefsirinde
genişçe, yeterli olarak açıkladık. Belki "Uslanırlarsa, sulh
olunursa" mânâsındaki ayet, fahiş bir fiil olan zinadan doğan neticeleri
telafi etme mânâsına olabilir, buna uygun geliyor.
17-18. ayetlerde
suçluların tevbe hususunda acele etmelerinin, ölüm geldikten sonra nedametin ve
tevbenin bir faidesi olmayacağını, artık bundan sonra doğruluğun, hatalara
dikkat etmenin gerekliliğini ima ederek yeni bir biçimde arz ediyor. Bunda açık
seçik bir telkinin olduğunu görüyoruz. Zira, tevbe kapısı açık, pişman olanlar
tekrar düzeltsinler, doğru yola yönelsinler.
(Zina
eden kadınların) "Üzerlerine şahit getirin" "evlerinizde
tutunuz" "iki tarafa da eziyet verin" ve "eğer tevbe ederlerse
eza etmekten vazgeçin" cümleleri her ne kadar müslümanlara yönelik ise de,
birinci derecede asıl olarak müslümanların veliyyü'1-emri-ne, otorite
sahiplerine hitaptır. Hazin tefsirinde bu konuda açıklama yapılmıştır. Bu hak,
veliyyü'1-emir ve müslümanların hakimlerinin olmalıdır. Zira, onlar mü'minlerin
işlerini tanzim ediyorlar. Şahitlik durumunda, emir vermede, nehyetmede
onların talimatı nezaretinde olduğu içindir. Çünkü onlar kadınların suçunun
sabit olduğunda ev hapsine, erkeklerin sopalanmasına emir çıkarıyorlar. Bu
demektir ki, mü'minlerin işleri birinci derecede onlara bağlıdır. Müslümanların
problemlerini onlara ulaştırmaları gereklidir. Şayet hayatlarında hata ve
anarşi meydana gelmişse taşkınlık olmuşsa, veliyyü'1-emir ve hakimler nezaretinde
hallolunmak, onların bilgi dahilinde hareket etmek gerekir. Münferit
tasarruflar edemezler. [79]
19- Ey iman edenler kadınlara zorla varis olmanız
sizlere helal değildir, apaçık bir edepsizlik yapmadıkça onlara verdiğinizin
bir kısmını elde etmek için kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin, eğer
onlardan hoşlanmasanız (biliniz ki) Allah'ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı
bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.
20- Eğer bir eşi bırakıp yerine diğer bir eşi
almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mihir vermiş olsanız dahi, hiç bir
şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onları geri alır mısınız?
21- Vaktiyle siz birbirinizle haşır neşir
olduğunuz, onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde, onu nasıl geri
alırsınız.
1- Müslüman
erkeklerin kadınlarını, mallarını (mihir) almak suretiyle kerhen, inatla ve
istemeyerek tutmamalarını
2- Onlara
bir taşkınlık yapıncaya kadar iyilikte bulunmalarını ve ihsan ile kadınlarıyla
iyi muamelede bulunmalarını; kadının nezdinde her şeyin kötü görülmemesi, belki
iyi olabileceğini, Allah (c)'ın bu kerahete (kötü hale) bir çıkış yolu
verebileceğini,
3- Kadınları boşamak ve yerlerine başkalarını
almak istedikleri zaman; vermiş oldukları mihirleri ne kadar çok olursa olsun
geri almamalarım. Eğer yaparlarsa bunda büyük bir günahın ve zulmün olduğunu
çünkü aralarında daha önce bir misak (anlaşmadın, nzanın, iyi ilişkilerin
olduğunu,
4- Fuhuş (zina) durumunun istisnai bir vakıa olup, şayet olursa, belki
kocanın verdiği malı, keraheten kızgınlıkla almaya yeltenmesi hatta ayrılmaya
gitmesinin olacağını işlemiştir. [80]
"Ey iman edenler,
kadınlara zorla varis olmanız sizlere helal değil, apaçık bir edepsizlik
yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını almak için kadınları
sıkıştırmayın..." Bu ve bundan sonra gelen iki ayet birtakım telkinleri
kapsamaktadır.
Buhari, İbn Abbas'tan
şöyle rivayet etmiştir: "Cahiliyyede adam öldüğü zaman akrabaları, onun karısı
hakkında en fazla hak sahibi olanlardı. İsterlerse bazıları onunla evlenir,
isterlerse evlendirirler, isterlerse de evlenmezlerdi. Onlar kadın üzerinde
ehlinde daha fazla tasarruf sahibidirler" sonra "Ey iman edenler
kadınlarınıza zorla varis olmanız size helal değildir. Verdiğiniz şeyleri geri
almak için onları sıkıştırmayınız..." mânâsın-daki ayet nazil oldu."[81]
Birinci ayetteki
birinci bölüm, erkeklere kadınlarına nasıl muamele etmeleri konusunu işlerken,
İbn Abbas'ın sebebi nüzulü hakkında garip rivayeti vardır (sahihin dışında).
Bu ayetten sonra
babanın evlendiği kadınla evlenmeyi nehyeden ayet gelmektedir. Bu husustaki
rivayet daha sahihtir.
"Ey iman edenler,
kadınlarınıza zorla varis olmanız size helal değildir" tabiri hakkında
rivayetler alınabilir. Mesela, müfessirler bu tabirin tefsirinde, "Ey iman
edenler, ölmüş birinizin akrabalarından zorla varis olmanız size helal
değildir." Zemahşeri, bizim düşündüğümüzle paralellik arzeden tevilinde
gördük: "Kadınlarınızın mallarına varis olma kastı ile, ölünceye kadar
sizi kerih gördükleri halde ya da sizin onları kerih görmenizde birlikte
tutmayınız. Yani kadınlarınız hoşunuza gitmediği halde, onların da siz hoşunuza
gitmediği halde mallarına varis olmak için yanınızda tutmayınız"
tevi'lidir.
Ayetin bazı kadınların
kocalarını Rasulullah'a şikayet etmesi sonucu nazil olduğunu düşünüyoruz. Bu,
ayetlerdeki içerikten çıkarılabilir, (birinci ayet)
Bununla birlikte
ayetler, kadınların konusu olması, onların himayesi, haklarını bahsetmesi aynı
konulan tekid eden geçmiş ayetlerin tamamı konumunda yeni özel bir fasıldır.
O halde, her ne kadar
nüzul yönüyle beraber olmasa da mevzu itibariyle ve münasebetiyle bu tertibe
konulmuştur. Yani geçmiş ayetlerin peşisıra tertip olunmuştur.
Bakara süresindeki
222-240 ayetlerindeki sakındırma, vasiyetler ve kadınların meselelerini
işleyen hükümlerle bu ayetler arasında bir benzerlik görülüyor. Ki bu konular
zevcelerin aralarında geçen ezaları izale, birbirlerine karşı sorumluluk,
mallarının sorumlulukları, aralarında adalet, ahd vb. konulara parmak
basmıştır. Bu ayetler de, bu hikmetleri (hükümleri) sanki tekid manasınadır,
nehiyleri de nehyetme mânâsında teyit konumundadır, ki bu devamlılık arzediyor.
Ayetin üslubu
hakikaten çok sıkı ve mükemmeldir. Kadınlara iyi muamele edilmesini, aradaki
bağların korunmasını dile getiren (ifade eden) en uygun ve en beliğ üsluplardır.
Mallarından yani mihir olarak kadınlara verilen mallardan sakınma ifadesi,
hatta nefsi zorda olsa onun üzerine o halde sabrettirme de kullanılan tabirler,
kadınları boşa-mamak için çaba harcama, onları boş bırakmama ve ihmal etmeme
ile alakalı mevzular şahane bir biçimde anlatılmış, telkin edilmiştir.
Bu
mükemmel tabiri olan ayete, Mekki ve Medeni sûrelerin içerdiği meseleler izafe
edilirse o zaman şu ortaya çıkar: Kur'an'ın diğer şeriatları içerdiği ve ebedi
olarak dünyaya şamil olduğu, İslam şeriatının yegane özelliğidir. [82]
Müfessirler 20. ayetin
zikrinde Hz. Ömer'in meselesini anlatmışlardır: Bir gün Ömer hilafetinde
insanlara hitap etmiş; "Kadınların mihrinde bu kadar aşırılık nedir?
Rasulullah zamanındaki mihir sadece dörtyüz dirhem idi. Şayet mihri çok vermede
Allah katında takva hasıl olsaydı ya da keramet olsaydı, onları geçemezdiniz.
400 dirhemden bir şahsın geçtiğini bilmek istemiyorum" dedi ve indi.
Arkasından Kureyş'ten bir kadın "Ey mü'minlerin emiri insanların mihirde
400 dirhemi aşmalarını engellediniz" dedi. Kadın, "Allah'ın
indirdiğini işitmedin mi?" O, Onlara "kadınlara mihir olarak,
yüklerle vermiş olsanız (dahi almayınız)" dedi. Bunun üzerine Ömer
"Ya Rabbi affet bütün insanlar Ömer'den daha anlayışlı." dedi. Sonra
tekrar minbere çıkıp "Ey insanlar, ben 400 dirhemin üzerinde mihir
vermenizi yasaklamıştım. Herkes istediği miktarda verebilir" buyurdu.
Başka rivayette de
" Kim canının istediği kadar verirse versin" dedi. Bir başka rivayette
ise Ömer, "Kadınların mihirinde mübağalı bir biçimde (çok fazla) vermeyin,
aşırı gitmeyin" dedi. Bunun üzerine bir kadın, "Ey Ömer sen bunu
diyemezsin (hakkın yok) Allah 'Onlara yükler dolusu mihir verseniz de hiç bir
şey almayın' diyor. Kadın, Ömer'le tartıştı ve onu yendi[83].
Üçüncü rivayette ise 'kadınların mihirlerin de aşırı gitmeyin' buyurdu. Bunun
akabinde bir kadın "Senin buna hakkın yoktur," Ömer:
"Neden" dedi. Kadın, "Allah, onlara şayet yükler dolusu
vermişseniz..." ayetini okudu. Ömer "Kadın isabet etti, adam da hata
etti" dedi[84].
Rivayetlerin sıhhatine
göre eğer böyleyse, bu Hulefa-i Raşidin zamanındaki mükemmel ve harika bir
konumu dile getiriyor. Kadınların ne kadar istimbat (hüküm çıkarma) yeteneğini,
hak sözkonusu olduğunda yılmadan nasıl hakkı savunduklarını, erkeklerin de
hatalı dahi olsa, onları böylesi durumlarda tasdik edip kabul ettiği hakikatini
gözler önüne seriyor. Ayrıca Kur'anî hükümlerin istimbatı ve delilinde
kadınların ne kadar yetenekli olduğunu, halife dahi olsa başlangıçta onları
tasdik ettiklerini anlatıyor. Yine halife dahi olsa Kur'anî hükümlerdeki
telkini yanlış algılama olabileceği ihtimaliyle, nasıl da hatasından tekebbür
etmeden dönebiliyor. Bu rivayetler o zamanki harika konumu dile getiriyor.
Ancak biz şunu haber
vermek isteriz ki, rivayetler, muhtelif kalıplarla varit olmuş olsa da sahih
senetlerde (sahih hadis senetlerinde) yer almamıştır. Sahih senetlerde bu
rivayetlerin yarısı varid olmuştur. O da -Sünen sahiplerinin Ucefe'den
rivayetle "Ömer bize hitap etti ve dedi ki: Dikkat edin! Kadınların
mihirlerini fazlalaştırmayın (aşırı gitmeyin) Şayet bu dünyada ikram, Allah
katında takva olsaydı, bunu yapmakta en önceniz Rasulullah olurdu. Zira O,
kadınlarından birisine, kadınları da kızlarına on iki vekime (ölçü birimi)den
fazla vermemiştir."[85]
Ömer'in Allah'a
sığınması müslümanların maslahatı gündeme geldiği zaman içtihattır. İbn
Hıbban, sahihinde İbn Abbas'dan rivayetle Rasulullah'in şöyle dediğini
naklet-miştir. " Kadınların en hayırlısı, mihir (sıdak) yönüyle en hafif
olanıdır."[86] İkinci hadisi ise
Beyhaki, Ahmet ve Hakim rivayet etmişler: "Kadınların nişanı ve mihrini
kolaylaştırması bir iyiliktir."[87]
Ömer, bu hadisleri ve benzerlerini belki göz önünde bulundurdu ve bu hükmü
çıkardı, sonra Allah'a sığındı.
Nur sûresinde
kadınların evlendirilmesinde kolaylık, özellikle fakir tabakanın evliliğinde
kolay davranılması ile alakalı kuvvetli emirler ve telkinler vardır.
"Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi davranışlı
olanlarınızı evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler Allah kendi lütfü ile onları
zenginleştirir. Allah lütfü olan ve her şeyi bilendir." (Nur, 32)
Kadının hüccet
getirmesindeki, Ömer'inde sonra dönüşü ve Allah'a sığınmasındaki rivayetler tam
doğru olduğu farz edilse dahi bunun mânâsı, ayette geçen "yükler dolusu"
lafzının büyük bir mihir meblağı olduğu anlamına gelmez. Zira belki buradaki
kasıt, kadının bütün hayatındaki aldığı hediyelerin tamamı olabilir. Ki bu
sayede onu korumuş olsun.
Ayrıca bu mânâ kadına
mihir dışında verilen malları da almamayı ihtiva edebilir.
Nur sûresi, hadisler
ve Hz. Ömer'in hükmünden dönüşü, Allah'a sığınması haddi zatında mihir
konusunda belirli bir miktar ya da kontrol konulmasını gerektiyor. Yani aşın
mihir, evlilikleri zorlaştıracak, buna bağlı olarak fakir olanlar evlenemeyecek
ve şeriatın iktizası olmayan sonuçlar ortaya çıkacaktır.
Başka
bir deyimle Nur sûresi, bu durumun gözetilmesini evliliğin itaat noktasında
telkin edip, bu unsurun aşırı mihir meblağları sayesinde zedelenip, kadınların
kölelerin ve erkeklerin bekar kalmaları telkinini vermiştir. Buraya kadar
mihirde güç yetiremeye-cek olanların halinin göz önüne alındığı görüldü. Ancak
zengin olup meblağı yüksek de olsa mihire güç yetirenlere de belirli bir sınır
konulmamış, değinilmemiştir. Hatta mü-fessirler, kocası Habeşistan'da ölen ve
sonra da orada Rasulullah'ın nikahladığı Ümmü Habibe binti Ebu Süfyan (Ebu
süfyanın kızı Ümmü Habibe, Abdullah bin Cahş'ın karısının mihrini Necaşi dört
bin dirhem, Rasulullah'tan üstlenmiş ve vermiştir[88].
Daha önce de zikrettiğimiz gibi bunu da gözönüne almak lazımdır. [89]
22- Geçmişte
olanlar hariç, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin, çünkü bu bir
hayasızlıktır. İğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur.
"Babalarınızın
evlendikleriyle, geçmişteki bir yana (hariç) evlenmeyin"Ayetin ibaresi
açıktır. Bu da müslümanlan cahili, çirkin bir fiilden nehyetmedir. Bunu hayatlarından
silmeye yöneliktir.
Müfessirler[90] bu
adetin, İslam'dan önceki Araplann adeti olduğunu, bazılarının da, kocası ölmüş
bir kadının baliğ oğlu varsa kadının üzerine bir elbise attığı, bunun oğlanın
o kadına ilgi duyduğunun göstergesi olduğunu söylemişlerdir. Medine ehli Ayrıca
bu durum, o kadın hakkında en fazla hak sahibi olduğuna da işarettir. İsterse
ölen babasının oğlu karısıyla evlenir, isterse başkasıyla evlendirir. Ya da
kadının vereceği fidye karşılığı serbest bırakır veyahut kadının bir hakkından
vazgeçmesi karşılığı serbest olur, demişlerdir.
Tefsirciler bu
rivayette, şunu da ekliyorlar. Ebu Gays bin Esleti Ensari'nin karısının,o
öldükten sonra oğlu tarafından sözlenmesi (nişan) ve kadının Rasulullah'a bu
durumu "onu ben oğlum gibi görüyor (oğlum sayıyor)dum" diye
bildirmesi sonucu az sonra ne-hiy bildiren ayet indi, naklidir.
Ayrıca bu konuda başka
rivayette de bulunmuşlardır. Kureyş'ten bazıları bunlardan "Safvan bin
Ümeyye, Esved bin Half babalarının hanımlarını (öldükten sonra) almaları
münasebetiyle nehiy bildiren Kur'ani hükümler inmiştir.Bütün bu naklolunanların
sıhhati ile birlikte umumen ayetin, babalarının zevcelerini almama, nikahlamama
ile ilgili ve bunun çok çirkin bir fiil olduğunu bildiğini mülahaza ediyoruz.
Bu ayetten sonra, müslümanların evlenmeleriyle ilgili helal ve haram olanları
bildiren ayet bir önceki ile siyak-sibak ve konu bütünlüğü ile gelecektir.
Ayetin üslubu konuyu
ifade etmede hakikaten çok sıkı ve yasak bildirmede çok serttir. Buna göre
geçmişte olan bu şekildeki evliliğin, zürriyet olmanın şer'i sahadaki meşruluğu
(bu ana kadar) istisnai olarak, sonradan vaz edilen şer'i evlilikle eşit
olduğunu ifade etmiş ve "geçmişteki bir yana hariç" tabiriyle
bildirilmiştir. Bu da açıktır.
Bazı
müfessirler[91] bu ayete nazaran ve
iddialarını tabiine dayandırarak, babanın nikahlayıp evlendiği hür kadın ve
cariyenin oğula haram olduğunu, ayrıca babanın zina ettiği ve boşadığı kadını
hatta duhul (cima hali) olmadan dahi sadece nikahladığı kadının da oğula haram
olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu mevzuda daha geniş davranarak; Babanın
cima hali olmadan, boşadığı kadının oğula haram olmadığını iddia etmişler.
Buradaki "baba" lafzı dedeyi, oğul lafzı da oğulun oğlunu içerip
kapsadığını, ayetin ruhundan, içeriğinden anlamak da mümkündür.İmam Ahmet,
Rasulullah'tan şöyle bir hadis rivayet etmiştir. Rasulullah bir ada-mı,Ebu
Berda isimli birisini, babasının hanımı ile evlenmesi sebebiyle öldürmesi ve malını
da getirmesi için göndermiştir. Bu rivayet gösteriyor ki Rasulullah ayetin
nüzulünden sonra, tatbik için bu olay olmuştur[92].[93]
23-
Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş
kızları , kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız,
eşlerinizin anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde'[94]'
bulunan üvey kızlarınız'[95] size
haram kılındı. Eğer onlarla (nikahlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını
almanızda size bir beis yoktur. Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri'[96]' ve
iki kızkardeşi birden almak da size haram kılındı. Ancak geçen (hariç)
geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
24- (Harp
esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla'[97]'
(evlenmeniz) de haram kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını,
namuslu ve zina etmemek üzere mallarınızla (mihirlerini vererek) istemeniz
hefal kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık, kararlaştırılmış'[98]'
olan mihirleri verin. Mihir kesiminden sonra (bir miktar kesinti için)
karşılıklı anlaşmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz Allah hilim ve hikmet
sahibidir.
Ayetteki hitap
müslümanlara yöneliktir. İşleyeceğimiz üzere müslümanlara nikah konusunda haram
ve helal olan kadınlar bildirilmiştir.
Üzerlerine haram
olanlar : Anneleri, kızları, kız kardeşleri, halaları, teyzeleri, kız
kardeşlerinin kızları, kardeşlerinin kızları, onları emziren ve anaları sayılan
süt anneleri, süt annelerinin kızları -ki onların kardeşleri sayılırlar-
zevcelerinin anneleri, onların dışında olan zevcelerinin kızları (başka
erkekten kız) şayet kadınlarla duhul olmuşsa (cima hasıl olmuşsa) başka
erkekten olan kızı haramdır, ancak cima olmazsa o kızı istisnai olarak
alabilir.Kendi sulbünden olan oğullarının zevcelerini almaları, iki kız kardeşi
bir nikah altında bulundurmaları haramdır. Ancak bu fiil yani iki kardeşi bir
nikah altında bulundurmak ve evli kadınları cariyelerden mülkü yemin ile
bulundurmak bu ayetin nüzulünden önce ne kadar hasıl olmuşsa da afvolunmuştur.
Onlara
yani müslümanlara bu zikrolunan ve evlenilmesi haram olanlar dışındaki kadınlarla,
zinadan korunma, iffet kastı ile evlenmeleri mubah kılınmıştır. Ayette (üzerine
ittifak olunmuş, belirli bir mihir) tabiriyle de ifade olunmuştur. [99]
İki ayetin nüzul
sebebi olarak hususi bir münasebete muttali olamadık. Ayetin içeriği genelde
başlıca teşri (şer'i kanun) olması hasebiyle belki özel bir münasebeti iktiza
etmemiş olabilir.
İki ayet arasındaki ve
bu iki ayetin bir öncekindeki konu bütünlüğü ve münasebeti, i-ki ayet
arasındaki umumî konu ortaklığı münasebeti açık bir cümledir. Bu iki ayet geçmiş
siyakın arkasından fasılsız inmiş ve bu şekilde tertip olunup konu ve ortam
uygunluğundan dolayı yerlerine yerleştirilmiştir. Ya da mevzuya açık sınır
getirmek için inmiş ve konuda uygunluk olduğu için bu tertipte konulmuştur.
Annenin, kızın,
halanın, teyzenin, kardeş kızının, kız kardeşin kızının sulbünden olan oğulun
zevcesinin, İslam'dan önce Araplar'da olduğuna dair herhangi bir ifade ve
rivayete rastlamadık. Belki "Ancak geçen geçmiştir" mânâsındaki ayet
babaların hanımlarını nikahlama ve iki kız kardeşi bir nikahta bulundurma ile
alâkalı bir hükümdür. Burada bu duruma işaret eden karine de vardır. Zira
İslam'dan önce de bu başlıca evlenilmesi zikrolunan kadınlar haram idi. Belki o
sıralarda bu yasakların dışındaki süt annenin alınması, süt kardeşin ve
rahibenin babanın zevcesi iki kız kardeşi aynı nikahta almak gibi yasak olan
şeylerde kolayca davrandılar (aldırmadılar), bu olabilir.
Hatta onlar oğulların
boşadığı kadınların alınmasındaki haramlıkta o kadar dikkatli de
davranıyorlardı ki bu durum, oğulların boşadığı kadını almayı bile haram
görmelerine sebep oluyordu. O halde şunu söylüyoruz. Kur'anî hükümler insanın
hayatında, bütün hallerini o kadar kapsamış ve sarmalamış ki, apaçık bir hükümler
bütünü halini almış, naslar bildirilirken de çok beliğ (belağatlı) bir üslupla
açıklanmıştır.
Sulbden oğulun
zevcesinin alınması ve nikahlanması üzerine nass, rabibe'nin alınmasında
annesine duhulün (cimanın) şart olmasına ve emzirme sonucu haramlıkla alâkalı
bazı karineler ve hadisler getireceğiz ve bunlar konumuza ışık tutacaktır.
Sulbden gelen oğulun
zevcesinin haramlığı hususundaki hüküm zikrolunduktan sonra oğlunun zevcesinin
haramlığı ortadan kalkmış oluyor. Bu belki evlatlık edinmenin ve buna devam
etmenin iptalinin mahiyetindeki Ahzab sûresinden sonra inmiş olabilir. O halde
Ahzab sûresi bu sûrenin üzerine nüzul ve rivayet tertibinde önceden konuldu.
Müfessirler[100]
ayette zikrolunan baba (el-ebü) kelimesinin dedeyi ve el-ümmü (anne) kelimesinin
ise büyükanne (nine)yi, oğul kelimesi oğulun oğulunu ve kızın oğlunu, kız
tabirinin ise kızın kızını ve oğulun kızını içerdiğini söylemişlerdir. Ayrıca
hala kelimesinin, onun ana ve babasını, teyzenin ise anasını ve babasını da
kast ettiğini naklet etmişlerdir. Bu yönler (sözler) Arap lügati ve ayetin
ruhu ile uyum içindedir. Buna ek ola-rakta, Ebu Hureyre'nin rivayeti olan
" Rasulullah (s) kadın ile halasını ve kadın (zevce) ile teyzesini bir
nikahta bulundurmamızı yasakladı" mânâsındaki hadise dayanarak, zevcenin
halası ve teyzesi ile[101]
aynı nikahta olamayacağını haber vermişlerdir.
Ayetlerde müslümanlann
evleneceği kadınların dininin ne olacağı hakkında bir şey zikrolunmamıştır.
Ancak, bu ayetin hemen arkasından gelen ayette sanki, mü'minlerin evleneceği
kadınların yine mü'minlerden olmasının vücubiyetini ima etmiştir. Bakara sûresi
220. ayet ile de müşrik kadınların nikahlan, üzerinde durduğumuz gibi haram kılınmıştır.
Maide sûresinde ise kitap ehli kadınlarla evlenmenin mubah olduğu zikredilmiştir.
(Maide, 5)
Süt annenin nikahının
haramlığı hususunda müsnet sahipleri (Ashabül mesenid) ve Buhari, Ebu Davud'un
rivayeti olan Rasulullah'tan " Doğumdan (sulbden) haram olan emzirmeden de
haram olur."[102]
mânâsındaki hadisi rivayet etmişlerdir.Bu husustaki ikinci hadis ise Buhari ve
Müslim'in rivayetidir. Rasulullah "Rahimden (doğumdan) haram olan,
emzirmede de (razağ) haram olur."[103]
Üçüncü hadis de şudur:
Buhari, Müslim, Ebu Davut, Ahmet'in rivayetidir ki birgün Ümmü Habibe "Ya
Rasulallah biz senin Durra bintü Ebu Seleme'yi nikahlayacağını konuşuyoruz
dedi. Rasulullah bintü Ümmü Seleme! (mi?) Kadın "Evet" dedi.
Rasullulah bunun üzerine "Vallahi şayet hicrimde (Kefaletimde) olmasaydı
bana helal olurdu. O (Ümmü Seleme'nin kızı) süt kardeşimin kızıdır. Zira Ebu
Seleme ve beni bir meme em-zirmiştir."[104]
Dördüncü hadis: Buhari
hariç diğer beş ravi tarafından rivayet edilmiştir. Rasululah bir iki kere
emzirme ve bir iki kere dudakla emmek (nikahta) haram olmaz[105]
(yani bir yahut iki defa emzirme kadının nikahlığında tahrimiyet ifade etmez)
Beşinci hadis: Buhari,
Tirmizi Ukbe bin Haris'ten rivayet olmuştur. Ukbe bin Haris: "Bir kadınla
evlendikten sonra yanımıza siyah bir kadın geldi ve dedi ki: "Ben ikinizi
emzirdim". Bunun üzerine Rasulullah'a geldim "Kadın yalancıdır"
dedim ve sırt çevirdim. Sonra karşısına geçtim ve "O yalancıdır"
dedim. Sonra Rasulullah: "Nasıl olur (kadın) sizin ikinizi emzirdiğini
zannediyor". Bırak onu (zevceni) dedi[106]
Altıncı hadis:
Tirmizi'nin rivayetidir. İbn Abbas bir gün bir adamın nikahındaki iki kadından
birisinin cariye (kız), diğerinin de bir (oğlan) çocuk emzirdiğinde bunların
ikisinin birbirine helal olup olmadığı sorulur. O da "ikisinin de suyu
(dibi) aynıdır"[107] buyurur.
Yedinci hadis: Tirmizi
Ümmü Seleme'den rivayet etmiştir. Ümmü Seleme: "İnsanlar ancak iki yıl
müddetince emerse birbirlerine haram olur buyurdu". Hadislerde birinci
ayette yer alan süt annesi ve kızını haram olduğu hükmü[108]
bozan bir cümle ya da hüküm yoktur bu zikrolunan hadislerde genişlik ve
açıklama vardır.
Sekizinci hadis:
Dârekutni İbn Abbas'dan rivayet etmiştir: "Rasulullah, iki yıl geçmeden
emzirmeden dolayı kimse kimseye haram olmaz" buyurmuştur.[109]
O halde bu hadisler,
ayetlerdeki mübhemliğe açıklık getirme cihetiyle alınabilir ki mesela
emzirmenin ne kadarıyla haram olur sorusu hadislerin çerçevesinde cevaplanabilir.
O da daha çok emdiği zaman süt anne o çocuğa haram olur hükmüdür. Buna bağlı
olarak o çocuğa nikah haram olduğu gibi, aynı kendi anasının yakınlarından
haram olanlar gibi süt annesinin de bu hükmü aldığı, artık süt annenin onun
hakiki anası gibi bir mesabe kazandığı, nasıl kendisine annesi, kız kardeşi,
teyzesi, halası, vb. yakın akrabalarının nikahı haram oluyorsa süt annenin
cihetinden de bu isimler kendisine haram oluyor demektir. Eğer emzirilen kız
ise emzirenin babası, çocukları, amcaları, kardeşleri, (erkek) dayıları, haram
olur. Emzirilen çocukla beraber bir kız çocuğu süt anneden emmişse o (yabancı)
kız da o çocuğa haramdır. Aynı şekilde süt anneden bir kızla beraber (yabancı)
bir oğlan çocuğu emzirilmişse yine birbirine haram olur. Bu hususta bazı
mezhepler ihtilafa düşmüşlerdir ancak burada bu kadar açıklık getirmekle
yetiniyoruz.
Müsnet sahipleri,
-Buhari hariç-, Hz. Aişe'den "Kur'an'da on (kere) emzirmenin (nikahta)
haram olduğu hükmü vardı, bu beş emzirmeye kadar nesh olundu. Sonra Ra-sulullah
vefat etti. Hala nesih (sonradan varit olan hüküm) okunur oldu."[110]
hadisini rivayet etmişlerdir.
Biz bu hadis hakkında
hayrete düşüyoruz doğrusu! Çünkü Hz. Aişe'in babası (Hz. Ebu Bekir) zamanında
müslümanların mercii olması için ilk mushaf toplanmış ve tertip edilmiştir. Hz.
Aişe'nin Kur'an'daki bir hükmü -ki bu da belirli beş (kere) emzirme ve nesih
konusunda olan hükümdür- babası zamanında yazılan ve tertip edilen mushafa aldırmaması
düşünülemez.
Bu noktada sözün
kısası, emzirmenin haram oluşunun bağlı olduğu şey, çok emzirilmek veya bir
iki defa emmek değildir ki bu da hadislerde yer almaktadır.
"Elleriniz
altında bulunan imanlı genç kızlarınız" cümlesi ile "Evli kadınlarla
evlenmeniz size haram kılındı."[111]
cümlesinin tevilinde müfessirler bir çok rivayette bulunmuşlardır. Bunlardan
birisi de kafirlerin evli kadınları ile evlenilebileceği hususudur. Yani,
kocası düşmanlardan olan kadınla evlenilebileceği, bu kadınların
"ellerinin altında bulundurulan" "mülküyemin" hükmüne
konulmuş olduğu mahiyetindedir. Hatta onlar evli olmalarına rağmen cima (vatı)
helal kılınmıştır hükmünü de irad ettiler. Saidi Hudri Rasulullah'tan rivayet
ederek şöyle demiştir. "Rasulullah bir gün Avtas'a asker gönderdi. Orada
kocaları müşrik olan esir kadınlar edindiler ve onları almayı kerih gördüler
(cima ve cariyelik için). Sonra Allah onların helal ve mubah olduğu hükmünü indirdi."[112]buyurdu.
Bazıları da bu
ayetleri sadece efendisinin kontrolü altında bulunmuş, sonradan ya hibe edilmiş
ya da satılmış ve yeni efendisinin üzerinde tasarruf ettiği cariye hakkında
olduğunu söylediler.
Bazıları da
cariyelerin sahipleri tarafından sınırsız (istifraş) odalık olarak tasarruflarının
olduğunu, bunun da normal evlilik gibi olmadığı, mihirsiz ve adet kaydının
bulunmadığını belirtmişledir. Birinci değerlendirme ve iddia cümle ile en
fazla uygunluğa sahiptir. Ancak cümle ayetten bir cüzse, ayet de siyaktan bir
cüzdür. Belki Evtas'a cihada giden mücahitlerin hadisi ayetin nüzulünden önce
idi. Rasulullah onlara müşriklerin evli esir kadınlarını mubah kıldı ve ayet
nüzulü ile bu hükmü teyid etti.
Bu sayede, efendisinin
sattığı ya da hibe ettiği köle kadın ve esir olan -evli de olsa-(düşman)
kadınlarının ancak rahimlerinin istibrasından (fercin temizlenmesi) sonra, efendileri
tarafından ilişkiye girmesi ve istifraş hakkının olması mubah oldu.
Müfessir-ler şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah Hayber savaşında,
müslümanların esir kadınları almaları üzerine "Allah'a ve ahiret gününe
iman edenler, esir kadınlara istibra edip temizlenene kadar yaklaşmasın"[113]
buyurdu.
Fukaha, rahimin
temizlenmesi (istibraürrahim)'nin, boşanmış kadına kıyas ederek bir hayızla
olacağını zikretmişlerdir. Bu konuyu Bakara 227. ayette şerh etmiştik[114].
"Geçen geçmiştir"
ayetindeki bu istisnada iki kız kardeşin aynı anda nikahı, aynen oğulun
babasının zevcesini alıp da istisnaya dahil olduğu gibidir ki böylece tabi olan
bazı bozuklukların tesviyesi sağlanmış oluyor. Müfessirler, Ebu Davut'un Dıhak
bin Fey-ruz'un babasından rivayet ettiği bir hadisi nakil etmişlerdir. Dıhak'ın
babası Rasulullah'a "Müslüman oldum ve nikahım altında iki kız kardeş
var" dedi. Rasulullah "Hangisini istersen birisini boşa."
buyurdu. Bu da gösteriyor ki Rasulullah'ın bu hükmü, ayetin nüzulundan sonra
onu tatbik mahiyetindedir.
Müfessirler, iki kız
kardeşin nikah akti batıldır, şayet ikisi beraber olursa ikisi de batıldır
demişlerdir[115]. Eğer birinci nikahlı
üzerine ikincinin nikah akti olunmuşsa ikincisi hükümsüz/batıldır. Aynı şekilde
iki kız kardeşin nikah aktinin haramlığı, ilk yemini de içerisine alır. Bu
hükümleri tabiine ve Rasulullah'ın ashabına dayandırmışlar ve demişler ki,
"efendinin iki kız kardeşi bir arada istifraş (odalık- cariye) etmesi
haramdır." Bu mevzuda üçüncü bir durum vaz etmişler ve demişler ki;
"kız kardeşlerin birisi hür birisi de mülkü yemin(cariye köle) hükmünde
olursa caizdir."
Fakat
müfessirlerin çoğu bu hükme karşıdır. Buna delil olarak İmam Malik'in tahriç
ettiği bir hadisi rivayet etmişlerdir: "Bir adam Osman bin Afvan'a, bir
adam himayesinde iki köle kız kardeşi bulundurula bilir mi diye sordu. Osman
bin Afvan dedi ki "İkisini de ayet helal kılmıştı ve sonra ikisini de
haram kıldı." Şimdi ben bunu yapmamı uygun görmüyorum dedi ve çıktı. Daha
sonra Rasulullah'ın ashabından birisiyle karşılaştı, bir rivayete göre
karşılaştığı şahıs Ali ibni Ebu Talip, bir rivayete göre de Zübeyr bin
Avvam'dı. Ona sordu: "Eğer gücüm (otoritem) olsaydı bunu yapan hiç kimse
bulmazdım. Şayet yapsaydı cezalandırırdım."[116] [117]
"Onlardan
faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mihirlerini verin. Mihir kesiminden
sonra (bir miktar kesinti için) karşılıklı anlaşmanızda size bir günah
yoktur." cümlesi epeyce rivayet, ihtilaf ve tevil konusu oldu. Bu
tevillerden birisi kadınlarınızı nikahla beraber erkeklerin[118]
faydalanması mukabilinde belirlenmiş olan miktarı, rızaları sonucu ziyade veya
noksanlaştırma hariç üzerine ittifak olunan mihirin verilmesinin vacip olduğu
şayet razı olurlarsa bu miktarın azaltılmasında ya da çoğaltılmasında (ortama
binaen) bir günahın olmadığıdır.
Ayette geçen
"istimta" metalanma, faydalanma mânâsındaki kelimenin vat'ı
(ci-ma)dan kinaye olduğu, mihirden ve akitten sonra erkeklere kadının bu vech
ile helal olduğudur.
Bu tevillerden birisi
de bu cümlenin muta nikahını içerdiğidir. Bu nikahta kadın ve erkeğin ücret
karşılığı belirli bir müddet akit yapıp, bu müddetçe erkeğin kadından faydalanması,
dilerlerse bu müddeti ecir (para) karşılığı uzatabilecekleri, sonradan da boşanma
olmaksızın kendi nzalanyla ayrılmalarıdır. Bu nikah da İslam'dan önce Araplar
arasında var idi.Ayetin ibaresinden muta nikahının istimbatını (hükmü) çıkarmak
mümkündür. Ancak önceden ve sonradan gelen ayetler hatta ayetin kendisi bu
ihtimali ortadan kaldırıyor. Bu tevil ilk bakışta bir vecihtir ancak şu hiç
unutulmamalıdır. Mihirden kasıt kadından faydalanma mânâsında olmayıp, onun
evlilik bağlarını, aktini sağlamlaştırma niteliği taşıdığıdır. Bütün
müfessirler, bu ayetlerin sonunda muta nikahına değinmişlerdir.Muta nikahının
mübahlığına delil bulmak için İbn Abbas'a dayanan çelişkili ve çarpık epeyce
rivayet nakil etmişlerdir. İbn Abbas "Onlardan faydalanmanıza
karşılık..." mealindeki ayete "belli bir süreye kadar" cümlesini
ekliyordu. Hatta, Ebu Nadra'nın "bu ayeti böyle okumam" demesi
üzerine İbn Abbas'ın "Vallahi bu ayeti, Allah böyle indirdi" diye üç
defa söylediğini nakletmişlerdir.
Tenakuz halinde olan
iddialarından birisi de Ammar'ın ibn Abbas'a muta nikahını sorması üzerine İbn
Abbas ona, "Muta ne cinsel ilişki, ne nikah, ne boşanma, ne de mirastır"
demiştir. Diğer bir rivayette İbn Abbas'ın, "İnsanların mutanın müsbetliği
noktasında sözlerinin artması ve mutanın yayılması sonunda demişki 'Ben fetva
vermedim'. Ancak zorunlu olana nasıl ölü eti helal oluyorsa, ona da helal olur
dedim" rivayetidir. Son olarak ise İbn Abbas'ın verdiği bu fetvadan
döndüğü, aksine yani haramlığına dair fetva verdiği, Talak sûresinin birinci
ayetinin onu nesh ettiğidir.
Bir yandan muta
nikahının mübahlığına delil olan hadisler rivayet ederlerken, diğer yandan,
haramlığına işaret eden hadisler irad ediyorlar. Bu rivayetlerin bazılarında
muta nikahı Hayber Savaşı'na has bir olaydır denilirken, diğer bir yandan muta
nikahı Hay-ber Savaşı'ndan iki yıl sonra gerçekleşen Mekke'nin fethindedir gibi
çelişkiler vardır. Bu hadisler de Buhari ve Müslim'in Cabir ve Seleme'den
rivayet ettiği hadislerdir. Ca-bir ve Seleme şöyle dediler. "Biz
askerlerden idik. Rasulullah bize dedi ki " (Kadınlardan) size
faydalanmanız izin verilmiştir, faydalanınız."[119]
Yine bu rivayetlerden Müslim'in Sübra-i Cühen Rasulullah'la birlikte Mekke'nin
fethinde gazveye katıldı ve dedi ki: " Onbeş gün Mekke'de ikamet ettik.
Rasulullah mutada bize kadınlardan faydalanmaya izin verdi. Ben kavmimden olan
bir adamla yola çıktım, benim güzellik olarak ona üstünlüğüm vardı, ikimizde de
birer hırka vardı, benim hırkam daha eski, amcamın oğlunun hırkası yeni ve
yumuşak idi. Sonra Mekke'nin altında ya da tam üstünde küçük yavru deve gibi
(körpe) bir genç kızla karşılaştık dedik ki "Senden faydalanabilmemiz
mümkün mü?" Genç kız "Ne vereceksiniz?" Her birimiz de hırkasını
serdi, kız bu arada iki adama bakıyordu. Bana da yan gözüyle bakıyordu.
Adamlardan birisi "Benim hırkam yeni ve yumuşak (taze)dir, onun ki eskidir"
dedi ve kız "Bunun hırkası da fena değil?" dedi ve ondan
faydalandım" dedi.
Bu rivayetlerden olan
ve beş ravinin rivayet ettiği bir hadis de Ali bin Ebu Ta-lib'dendir. Dedi ki:
"Rasulullah Hayber günü, eşek etinden ve muta nikahından nehyet-ti."
Bir başka rivayeti de Müslim Seleme'den nakil etmişti: "Rasulullah kıtlık
yılında üç defa mutaya ruhsat verdi, sonra da nehyetti." hadisidir.
Müslim, Ebu Davut ve
Nesai'nin Sibra'dan rivayet ettiği hadis ise şudur: "Rasulullah'ı kapının
arasında "Ey insanlar ben size kadınlardan faydalanmanıza (muta nikahı)
izin vermiştim. Allah kıyamet gününe kadar onu haram kılmıştır. Kimin yanında
(böylesi) bir kadın varsa onu serbest bıraksın, eğer onlara bir şey
vermişseniz almayınız"[120]
bu-, yurdu. Bu konudaki Ömer bin Hattab'dan rivayet edilen hadis şöyledir:
"Rasulullah mutadan nehyetti. Hangi kadın ve erkek (muta nikahını yapan
kadın ve erkek) getirilirse onları taşlarla recmedeceğim." buyurdu.Önceden
geçtiği gibi Ali bin Ebu Talib'in rivayeti "Rasulullah Hayber gününde muta
(nikahından)'dan nehyetti" idi. Ayrıca Ömer, mutadan içtihadı ile
nehyetmiştir. Bu babta Ömer bin Husayn'dan rivayette de şöyle dedi: "Muta
ayeti inzal olduktan sonra, bu ayeti nesh eden bir başka ayet nazil olmadı. Biz
de Rasulullah'ın izniyle kadınlardan faydalandık. Rasulullah öldü ve bizi
mutadan nehyetmedi. (Ömer'i kastederek) bir adam sonra kendi reyi ile
nehyetti." Cabir tbn Abdullah'a mutadan soruldu. (Muta nikahı hakkında
soru tevcih olundu) Dedi ki: "Evet biz Rasulullah, Ebubekir, ve Ömer zamanında
metaalandık (kadınlardan muta yoluyla faydalandık)." Hz. Ömer'de
"Rasulullah mutadan nehyetti" dedi ve devamla "İki muta
Rasulullah zamanında helal idi. Bunlardan birisi mutadaki muta nikahı,
ikincisi, hac mutasıdır." Bize görünen, bu hususta rivayetler arasındaki
ihtilafları da göz önüne alarak İslam'da hizipsel ihtilaflar sadır olmuştur.
Çünkü Hz. Ömer'e nisbet edilen son söz makul olmadığı gibi, Rasulullah
zamanında helal olan bir şeyin haramlığını ilan etmeleri ya da bunun karşısında
rıza göstermeleri mümkün değildir.
Bütün bunlara rağmen
ehli sünnet alimleri ve imamları, mutanın haramlığı hususunda görüş birliğine
varmışlardır. Ehli Şia ise, mutanın cevazını devam ettirmiş. Haramlı-ğını
bildiren hadisleri sabit kabul etmemiş, helalliğini, ifade eden hadisleri
almıştır. İbn Abbas'ın muta ayetlerinin te'vili konusunda mutaya helal dediğini
bir taraftan öne sürürken, öte yandan Hz. Ali, Ömer b. Husayn, Abdullah b.
Cabir'in "Muta Hz. Peygamber, Ebubekir ve Ömer'in hilafetinin yansına
kadar uygulanıyordu ve helaldi. Onu, Hz. Ömer haram kıldı" kavlini
nakletmişlerdir[121]
Nefsin daha çok meyil
ettiği görüş ehli sünnetin iddiasıdır. İlk ayetin varid olduğu ve mutaya delil
gösterdiler ibare mutaya delil olmayıp, aile ve evlilik bağlarının nikah
misakının aktini sağlamlaştırıcı niteliktedir. Aynca bu cümle, kadınlarla iyi
muamele ve evlilik bağlarının tazimi konumundadır, kadınlara mihirin yer aldığı
bu ayette geçen cümle özellikle, nikahın şehavet maksadıyla değil,
kötülüklerden korunma cahiliyye adetlerini izale etme, iki kız kardeşi bir
nikah altında bulundurmama gibi unsurları içerir.
Muta, ne olursa olsun
asıl mânâ da nikah olmaz. Bu hileye dayalı aile bağlarının olmadığı, ikili
karı-koca alakasının tesisi mahiyetinde olmayan bir ilişkidir. Ayetlerin
maksadının da dışındadır. Bizim bu husustaki görüşümüz, mutanın helal ve
haramlığı ile ilgili hadislerdeki hükmünün açıklanması, Kur'ani hükümlerden
daha da açıktır. O zaman mutanın hükmünü hadislerde aramak gerekir.
Rasulullah'ın bir ortamda, bir durumda helal kılmış olmakla beraber sonradan
da nehyetmesi muhtemeldir.
İmam
Malik Muvattası'nda Urva bin Zübeyr'den şunu rivayet etmiştir. "Hakimin
kızı Huvaylid (Huveylid binti Hakim) Ömer bin Hattab'ın yanına geldi ve dedi ki
"Ra-bia bin Ümeyye bir adamdan faydalandı (muta esası ile) ve ondan hamile
kaldı. Sonra elbisesini toplayarak ve bağırarak dışarı çıktı dedi ki:
"Muhakkak ki bu mutadır. Şayet bunun yüzünden hükmolunsaydım, recm
olunurdum." Müslim'in Urve'den rivayet ettiği bir başka hadiste
"Abdullah bin Zübeyr Mekke'de ikamet etti, dedi ki: "Allah'ın
kalplerini de gözleri gibi kör ettiği bazı insanlar mutaya fetva
veriyorlar". Bununla Abdullah ibn Abbas'ı kastediyordu. Ona seslenerek
Abdullah dedi ki: "Sen ömrümün en kaba adamısın muta nikahı müttakilerin
imamı (Rasulullah) zamanında helaldi, istersen kendini bir dene (muta için)
vallahi şayet yaparsan seni taşlarla recmederim, dedi." Bu iki hadis
mutanın haddi gerektiren zina olduğuna delildir. Ancak alimler, "Had
cezalarını şüphelerle defedin" hadisindeki kaideye nazaran, muta
nikahında had cezasının olmayacağını, çünkü kendisiyle helal haram noktasında
şüphe vardır, mülahazasıyla hareket etmişlerdir. Bu görüş sünni alimlerindir[122].
Şia alimleri ise mutanın mübahlığını savunurken, hata olabileceğini göz önüne
almadan ölçüsüzce davranmışlar, bu muta nikahının mübahhğını bir hikmet
noktasında algılamışlardır. [123]
25- İçinizden
imanlı hür kadınlarla'[124]
evlenmeye güç'[125]
ye-tiremeyen kimse, ellerinizin altında bulunan genç kızlarınız (sayılan
cariyelerinizden'[126]
alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hepiniz aynı köktensiniz
(İnsanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina
etmemeleri, ve gizli dost tutmamaları'[127]
şartıyla, sahiplerinin izni ile onları (cariyeleri) nikahlayıp alın.
Me-hirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra'[128]' da
fuhuş yaparlarsa'[129]' onlara
hür kadınların cezasının'[130]'
yarısı verilir. Bu (cariye ile evlenme izni) içinizden günaha düşmekten'[131]'
korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha da hayırlıdır.
26- Allah
çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Allah size (bilmediklerinizi) açıklamak ve
sizi, sizden önceki (iyi)lerin yoluna iletmek ve sizin günahlarınızı bağışlamak
istiyor. Allah hakkıyla bilicidir ve yegane hikmet sahibidir.
27- Allah, sizin tevbenizi kabul etmek ister
şehvete uyanlar, sizin sapıklığa girmenizi isterler.
28- Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister.
Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
Birinci ayet, hür
erkeklerin mü'min olan cariyelerle evlenmelerini içeriyor ki, hikmeti de bunu
ima ediyor. Buradaki hitap müslümanlara olup, aşağıda geleceği üzere şu
kararları onlara bildiriyor.
1- Mali gücü
olmayıp hür kadınla bu yüzden evlenemeyenler, mü'mine olan cariyelerle
evlenebilirler.
2- Allah (c)
herkesin imanını en iyi bilendir, kim yüksek, kim hür, kim mü'min iyi bilir.
3- Kim bunu,
yani evlenmeyi isterse ehlinden izin alarak, ona belirlenmiş mihri vermek
suretiyle akit yapacaktır.
4- Cariye
hür bir erkekle evlendiği zaman zevce sayılır ve sıfah (zina)'dan korunmuş,
gizli dost edinmekten uzak olmuş olur. Ona düşen artık üzerine vacip olan
iffetli olma, kötü yola düşmemedir. Şayet evlendikten sonra zinaya düşerse, hür
kadının cezasının yansı ona (cariyeye) terettüp eder.
Ayet bu rabbani izni,
nefsinin kötülüğe, zinaya, fuhşa düşeceğinden endişelenen bir mü'minin,
cariyelerle evlenebileceğini meşru kılmıştır. Bununla beraber şayet sabreder ve
tahammül ederlerse daha hayırlı olacağını telkin ve tembih etmiştir. Son
rabbani haberde yine Allah'ın mü'minleri (her halükarda) bağışlayıcı ve
esirgeyici olduğu zikredilmiştir.
Son üç ayet ise,
önceki hükümleri ve onları teyid etmektedir ki, bunu ayetin nassın-dan ve
ruhundan anlarız. Yine bu ayetlerde hitap müslümanlara yöneltilmiştir. Buna göre
;
1- Allah, öncekilere
nasıl iyi yolu gösterip, hidayet verip, helal ve haram yollarını beyan edip
göstermişse onları da eskiler gibi o yola iletmek istediğini haber verir. Eğri
ve doğruluk onlara gösterildikten sonra onlardan, kötü yolun getirdikleri
hataları hafifletmek istediğini açıklar. Allah'ın şer'i hükümlerinde hep
onların salahı yer alıyor. O, işlerin gerçeklerini (yüzlerini) bilir, hakimdir
ve içinde hikmetin serabının olduğu şeyi emreder.
2-
Mü'minlere, Allah'ın yoluna ittiba etmelerini, şehvete uyanların yoluna uymamaları
ve onların vesveselerine kulak vermemelerini öğütlüyor. O kötü yoldaki
şaşkınların isteği mü'minlerin de kendileri gibi olmaları ve yoldan
sapmalarıdır.
Allah, insanın
tabiatım bildiği için, bu yollara sapanların hatalarını onlardan kolaylatma ve
hafifletmeyi istediğini bildiriyor."İçinizden imanlı kadınlarla
evlenmeyenler, ellerinizin altında bulunan genç kızlarınız (sayılan)
cariyelerinizle evlensin.
Ayetlerin iniş sebebi
ile alakalı hususi bir münasebete rastlamadık. Bir önceki ayetle konu açısından
uyuşması itibariyle beraber inmiş olabilir. 22. ayetten itibaren buraya kadar
siyak birliği vardır.
"(Zina yapan
cariyelerin) üzerlerine (hür) kadınların azabının yarısı vardır" cümlesi
had cezasını koyan Nur sûresinin birinci ayetinden sonra inmiştir. Bu da 15-18.
ayetlerin Nur sûresinden önce indiği zamandır ki, bu ayetler zinaya had
cezasını vaz etmede birinci adım teşkil ederken, Nur sûresinde ikincil bir
hükümdür.
Birinci ayetteki
birinci fıkra, evlenilecek kadınların mü'mine olmalarını aynı şekilde
evlenilecek cariyelerin mü'mine kadınlar olmalarını telkin etmiştir. Bu
açıklama ve kayıtlar, Maide sûresinde, şu ayette genişçe açıklanmıştır.
"Bugün size temiz
ve iyi şeyler helal kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahudi ve hristiyan
vb) gibi yiyeceği size helaldir. Sizin yiyeceğiniz de onlara helaldir. Mü'min
kadınlardan iffetli olanlar ile, kendilerine kitap verilenlerden iffetli
olanlar da, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere
mihirlerini vermeniz karşılığında size helaldir." (Maide 5)
Bu sûrede de mü'minler
için, kitap ehlinden iffetli kadınlar da helal kılınmıştır. Bu konuda özellikle
şunu diyoruz. Müfessirler[132]
"muhsenat" kelimesinden maksadın "hür kadınlar" olduğunu
vurgulamışlardır. Ayrıca bu kelimenin "İffetliler" mânâsında olup,
kitap ehlinden bir cariyeyle evlenmenin mü'minlere caiz olmadığını
söylemişlerdir. Bu husustaki ikinci bir görüş ise mü'minin ehli kitaptan bir
kadınla mutlak (kayıtsız) mânâda evlenebileceği görüşüdür. İsterlerse bu kadın
hürlerden olsun, isterse cariye olsun. İffetli olması kafidir. Bu kelimenin
iki mânâda olması ihtimali vardır. Ancak ikinci görüş daha baskındır.
Bu hususta bir başka
görüşte de[133], Ehli Kitab'tan olan
kadınların, ancak müslüman olmalarından sonra helal kılındıkları, burada
dikkate alınan özellik Ehli Kitab'tan olan kadınların müslüman olmadan önceki
durumladır. Ancak görüşlerin çoğu bunun aksinedir. Ayetin zahirinde
mü'minlerden iffetli kadınlar, ehli kitaptan da iffetli kadınlar olarak
zikrolunmuştur. Bu konunun zikrolunması onların da iffetli olmalarını telkin
ediyor.
Ayetin nassından ve
zahirinden anlaşılacağı üzere, cariyelerle evlenmek akitledir, efendinin elinin
altında bulundurduğu cariyelerden odalık edinmede şart ve kayıt getiremez.
Müfessirler[134],
ayette geçen "ehlinden izin alarak" cümlesini "sahiplerinin izni
ile" mânâsında tevil etmişlerdir ki, bu sebeple cariyelerin üzerlerinde
sahiplerinin, evlendikten sonra dahi haklan olduğu, onlardan izinsiz cariyeler
evlense, nikahlarının batıl olduğu ayetin imasından anlaşılıyor.
Müfessirlerin ayrıca,
cariyeler evlenip çocukları olduğunda annelerine nisbet edileceğini,
annelerinin sahiplerinin mülkünün de onlara ait olacağını söylemişlerse de biz
bu hususta nebevi bir esere, hulefa-i raşidine dayalı bir delil bulamadık.
Bu hususun hayretle
üzerinde durulması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü, Arapların adetinde çocuklar
babalarına nisbet edilirler. "Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına
nısbet ederek çağırm" mealindeki Ahzab süresindeki 5. ayet de buna
delildir Eğer baba hur ise oğulun da hür olması en isabetlidir, en doğrudur. Bu
mevzudaki cariyelerin çocukları da bu kabilden olup, zikrettiğimiz mevzuya
kıyas edilip cariyelerin çocukları da babaları vasıtasıyla hür olmaları
gerekirdi.bununla kalmayıp annelerini de hürleşfırâMerinı, sahiplerinin
"üzefıennûc savma. da kalkuğ.1 noktasında müttefiktirler. Cariyenin
sahibinin ölmesi durumunda da onları hürleştiriyorlar ve onlara "ümmü
veled" (çocuğun anası) isminde Yastı Rasulullah'tan naklettiği hadis de
buna delildir. "Rasulullah -Hangi (cariye) kadımn efendisinden çocuğu
olursa kadın peşisıra hürdür, azat olmuştur[135].
"İçinizden hür
kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan genç
kızlarınız (sayılan) cariyelerinizle evlensin" mealindeki ayet hür
kadınlarla evlenemeyen mü'minlere, güçleri olmadığı zaman, ruhsat
niteliğindedir. Aynı zamanda bu ayette, hür kadınlarla evlenmeye gücü yettiği
halde cariye ile evlenmeyi nehyeden bir yaklaşım (takrir) vardır. Bu görüşüde
birden fazla müfessir desteklemektedir. Bu mevzu şu "Bu durum (cariyelerle
evlenme) nefsinden korkan içindir..." cümlesinden anlaşılmakta ve Kur'ani
hükümlerin izalinin hikmeti de görünmektedir. Böylece, "Sizin sabır
etmeniz daha hayırlıdır" cümlesi de cariyelerle evlenmekte, mü'minlerin
acele etmemelerini, şehvetin azgınlığına mümkün olduğu kadar tahammül
etmelerini telkin eder."İffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost
tutmamaları şartıyla" cümlesi, cariyelerin zina cezasının, hür kadının
zina cezasının yansının kılınması, "Hepiniz aynı köktensiniz"
cümlesinden kastolunan kişiden tahtif (hafifletme mânâsı), cariyelerin hür
kadınlara oranla daha da çok zinaya düştüklerini ima ediyor. Zaten Araplar da
bundan dolayı yani cariyelerin daha çok zinaya düşme olasılığından dolayı
onlarla birincil olarak evlenmekten kaçınırken, ikincil olarak da
dengesizlikten dolayı evlenmiyorlardı. Araplar da cariyelerle evlenmemenin
nedenlerinden birisi de, onların (cariyelerin) evlendikten sonra hâlâ
efendilerinin onlar üzerinde tasarrufu olması, çocuklarının cariyelerin
halinden farklı olmaması, hatta çocuklarının efendilerine ait olmaları vb. den
dolayı onlarla evlenmekten kaçınıyorlardı, ki zaten bunda zorluk ve ağırlık
vardır.
Daha Önce dediğimiz
gibi "Herbiriniz aynı köktensiniz" mânâsındaki ayetin, her halükarda
mü'minlerin aynı konumda eşit olduklarını, bu eşitliği köle, cariye, ya da hür
olmanın değiştiremeyeceğini bu ayetten anlıyoruz. Ayette, bu noktadaki nefis
bir unsur ve denge, Kur'ani ince bir üslup olmuş oluyor.
"Şayet evlendikten
sonra zina ederlerse (zina eden cariyelerin) üzerlerine, hür kadınların
cezasının yarısı vardır" ayeti, zina eden kadına ve erkeğe cezasının yüz
değnek olmasını tahdit eden Nur sûresi birinci ayetinden sonra inmiş olduğunu
delillendirmiştik. Bunun mânâsı, evli cariyelerin zina yapması halinde cezası
elli değnek olacaktır.Evli olmadan zina yapanların cezasının yüz değnek olarak
ve bir yıl da sürgün olarak belirleyen hadisler, evlilerin de yüz değnek ve
ölünceye kadar taşlarla recmedilme-sinin hükmünü vermişti[136].
Müfessirler, zina yapan evli cariyelerin cezasının hâlâ elli değnek ve yarım
sene de sürgün etme olarak kaldığını zikrettiler. Çünkü, recm cezası yanm
olunmaz[137]. Bu sözün Rasulullah
zamanında yapıldığına dair eserlerden delillerle teyit edildiği zahirdir.
Ayetin metni, evlenen
cariyenin zina yapması halinde hüre uygulanan cezanın yarısı olacağını
bildiriyor. Evlenmeyen ve zina yapan cariyelerin cezası hakkında ulemanın
sözleri ihtilaf arzediyor[138].
Bunlardan birincisi, zina yapan cariyenin cezası ister evli olsun ister bekar
olsun elli değnektir. Müslim Sahihi'nde Ali bin Ebu Talib'den onun hitap
(hutbe) ettiğini ve şöyle dediğini nakil etti: "Ey insanlar
cariyelerinizden (zina edenlere) ister evlensin ister evlenmesinler had
cezasını uygulayın. Zira Rasulullah'ın cariyesi zina etmişti de Rasulullah onu
değneklememi emir buyurdu. Fakat kadın (cariye) nifas halinde idi ki şayet
cezayı uygulasam ölürdü. Bu durumu Rasulullah'a zikrettim bana "- iyi
yapmışsın" dedi. 'Onu iyileşinceye kadar (nifastan kurtuluncaya kadar) bırak.
Eğer iyileşirse elli kere değnekle' buyurdu."[139]
İkinci hadis: Ayyeş bin Ebu Rebia, Ömer bin Hattab'ın ona beytül malın
cariyelerini (zina sonucu) ellişer değnekle cezalandırılmasını emir
buyurduğunu nakletti[140].
Ebu Hureyre de dedi ki: "Rasulullah'ı şayet birinizin cariyesi zina ederse
onu hadla cezalandırsın. Fakat onu azarlamasın. İkinci kez zina ederse yine
haddi uygulasın, azarlamasın. Şayet üçüncü kez zina ederse kıldan bir ip karşılığında
da olsa, onu satsın"[141]
buyurdu.
Ancak bir taraftan da,
zina eden cariyenin, edeplenmesi için sınırsız dövülebileceği-ni, belirli bir
sınırın ve adedin olmadığını söylemişlerdir. Bu görüş de İbn Abbas'a dayandırılmıştır.
İbn Kesir'in İbn Abbas'tan rivayet (nakil) ettiği hadiste Rasulullah şöyle
dedi: "Cariye üzerine had cezası evleninceye dek yoktur." buyurdu.
Ubed bin Temim'den, o
da amcasından rivayette Rasulullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Cariye zina ederse onu değnekle cezalandırın (dövün) sonra yine zina ederse
dövün (bunu üç defa tekrar etti ve ) şayet bir daha zina ederse onu bir ip (ya
da saç) karşılığında da olsa satın"
Bütün bu görüşlere
rağmen evlenmiş olan cariyenin zina halinde cezası, hürün cezasından az
olacaktır. Bununla beraber evlenmemiş cariyenin evlenmiş cariyeden de cezası
az olacaktır. O halde ikinci söz bu hususta (ikinci görüş) daha mukaddemdir ki,
İbn Kesir bu kanıya varmıştır.
Ayrıca bu kanı, ikinci
görüşle, evli olmayanlara ceza olarak yüz değnek ve bir sene sürgün
öngörülürken, zina yapan evli olmayan cariyenin de elli değnek olması ile bugün
de uygunluk arz etmektedir. Allah en iyi bilendir.
"Evlendikten
sonra fuhuş yaparlarsa" cümlesinin anlamı konusunda bazı müfessir-ler[142]
"İslam olduktan ve durumlarını İslam'la sağlamlaştırdıktan sonra iffetli
olmaları gerekir" şeklinde yorum yapmışlardır. Bunların dışında birçok
müfessir ise durumlarını evlilikle sağlamlaştırdıklannda yani evlendiklerinde,
şeklinde mânâlandırmışlardır. Ayetin gelişi bu görüşü teyid etmektedir.
Zikrettiğimiz hadisler de ayetlerden esinlendiğimiz mânâyı teyid eder. Nitekim
köleler fuhşa daha çok maruz kalırlar. [143]
29- Ey iman
edenler mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret
yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz ki Allah
sizin için rahim olandır.
30- Kim
düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa onu ateşe sokacağız; bu ise Allah'a
çok kolaydır.
31- Eğer
yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız küçük günahlarınızı örteriz ve
sizi şerefli bir yere sokarız.
32- Allah'ın
sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de
kazandıklarından nasipleri var. Kadınların da çalıştıklarından nasipleri var.
Allah'tan onun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir.
Ayetteki ifadeler
açıktır ve ayetlerdeki hitap müslümanlara yöneliktir. Ayetler şunları içeriyor.
1)
Aralarında karşılıklı nza ve gerçekleştirdikleri ticaret yolu hariç
birbirlerinin mallarını yemeyi yasaklıyor.
2-
Kendilerini öldürmeyi yasaklıyor.
3- Bu
yasakların hemen arkasından Allah'ın acıyıcı olduğu ve helal rızkı onlara kolaylaştırdığını
ve onları rahmet ve yardımın kuşattığını belirtiyor. Birbirlerine haksızlık
yapıp, birbirlerine zulmetmelerinin ve haddi aşmalarının caiz olmadığını
belirtiyor.
Hayatta ve hayatın
darlığında gelebilecek kriz ve zorluk sebebiyle ümitsizliğe düşmenin doğru
olmadığını belirtiyor. Ve her kim böyle yaparsa Allah (c)'a kolay olan cehennem
ateşiyle tehdit ediliyor.
4- Allah'ın
yasakladığı büyük günahlardan sakınmanın gerektiği uyarısı yapılıyor. Her kim
büyük günahlardan sakınırsa, kendinden sadır olabilecek küçük hataları affedeceğini
ve ona kolay bir çıkış sağlayacağını belirtiyor.
5- Allah'ın,
insanların bir kısmını bir kısmına nzık, kâr, miras ve pay olarak üstün kılma
hususunda çekememezlik, haset, ileri geri çekişmeyi yasaklıyor. Bununla, erkeklerin
koruduklarında ve kazandıklarında haklarını; kadınların da koruduklarında ve kazandıklarında
haklarını ikrar ediyor.
Bunların
hepsinin üzerlerine nimet verenin Allah (c) olduğunu ve insanların Allah'ın fazilet
ve nimetlerini istemesi gerektiğini Allah'ın her şeyin muktezasını bildiği
vurgulanıyor. [144]
"Ey iman edenler
mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin..."
İlk üç ayetin iniş
sebebi hususunda hususi bir sebeb bulamadık. Müfessirler[145]
dör-düncü ayetin Ümmü Seleme'nin Rasulullah (s)'a: Erkekler savaşıyor, kadınlar
savaşmıyor ve kadınların payı erkeklerin yarısı kılınmıştır, sözü hakkında
inmiştir. Bu rivayete benzer bir rivayet, Ümmü Üsame'den rivayet edilmiştir.
Biz onu, Ali İmran sûresinin 195. ayeti \e Ahzab sûresinin 35. ayetinde
belirtmiştik.
Ancak 4. ayetin diğer
üç ayetten ayrılmadığı açıktır. Orada bir yasağın, diğer insanların diğer
insanların mallarını batıl üzere yemesi meselesine bağlı olduğu açıktır. Dört
ayeti beraberce zikretmemizin sebebi budur.
Dördüncü ayetin
özünden ve diğer üç ayetle bağlantısından anlaşılıyor ki erkekler, fcadinfarın
matfanm değişik yollarla e}âe etmeyi kendiierine adet edinmişler ve bu ayet de
kadınların mallarının yenmesini yasaklıyor. Yine bu ayet ilk ayette gelen yasak
münasebetiyle kadınların haklarını kabullenmesi, düşmanlık ve zorbalığın
yasaklılığını, başka bir üslupla genel yasağın altını ve büyük günahlan kapsamı
altında ifade etmiştir.
Ümit ettiğimiz gibi bu
yön doğruysa, bu dördüncü ayet kadınların ellerine değişik yollarla geçen meşru
malları üzerindeki kadının hakkı ve o mal üzerindeki tasarruf hakkı ve
tasarruf hürriyetindeki ehliyeti, sonra da koruma ve kazanma ve bu husustaki
ehliyeti hakkında kesin bir uyarıda bulunmaktadır. Bilakis bu ayetin kapsamına
da girmektedir.
Belirtiğimiz gibi dört
ayette de tam bir birlik vardır. Kapsadıkları emirler, yasaklar, uyarılar,
müjde ve tehditler, yüce telkinleri çeşitli konuların altında sürekli bir
şekilde tekrar etmeye ihtiyaç bırakmayacak bir şekilde şerh etmiştik. Bunun
gibi konuları çeşitli üsluplarla Mekki veya Medeni sûrelerde birçok fasılda
tekrar etmiştik.
Çünkü kapsamı,
insanların çeşitli işlerinin birbirleriyle olan bağlarının maslahatlarının ve
hayatlarının bir bütün içinde olduğundan dolayı inişteki hikmet de fasılların
arka arkaya inmesini gerektirmiştir.
Bazı müfessirler[146]
"Kendinizi öldürmeyin" cümlesinin zahirine hamletmişlerdir. Bazıları
da insanların kendilerinin öldürülmeleri için başkalarının karşısına çıkmak
veya engellerin karşısına çıkıp ölmekten yasaklandığını ifade etmişlerdir. Bize
göre, yasak, ayetlerin konusuyla bağlantılıdır. Özellikle insanların
birbirlerinin mallarını batıl yollarla yemesini yasaklayan birinci ayetin bir
parçasıdır. Ayet ya insanın kendini öldürme mânâsına gelen birbirlerinin
mallarını batıl bir yolla yemek ve bununla Allah'ın cezasına çarptırılma gibi
bir manevi anlayışı taşımıştır. Ya da miras yolu ve müşkileleriyle nefse
düşmanlık yapmayı yasaklamıştır. Özellikle miras sorunları çoğu kere isyan ve
suça itmektedir. Yeni miras hukuku bazı kinleri çıkarmış, bazı insanları isyan
ve düşmanlığa sevk etmiştir. 4. ayetin bu sebepten nefisleri sakinleştirmeyi,
Allah'ın koyduğu hükümlere bağlanma konusunu hedef aldığı umulur.Bu bizim
söylediğimiz görüş, cümlenin zahirine hamledilmesi görüşünü azaltmaz.
Çünkü insanların
kendilerini öldürmesi, bazı insanların başlarına gelen maddi, nefsi kriz ve
musibetten ötürü her yerde meydana gelen olaylardandır. Bu makamdaki hususlardan
sonra gelen "Allah onlara acıyıcıdır" cümlesi sorun çözmeyi ve olayı
sakinleştirmeyi hedefleyerek müslümanlara şu şekilde sesleniyor: Muhakkak
Allah rahmetiyle onları kuşatıcıdır. Ümitsizliğe düşüp de kendilerini
öldürmemeleri gerekir.
Müfessirler bu meyanda
nebevi hadisler rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre'nin şu hadisi bunlardandır.
"Kim kendini bir demirle öldürürse onun demiri elindedir. Ebedi olarak
cehennem ateşindedir. Ve kim kendini bir zehirle öldürürse onun zehiri
elindedir. Ebedi olarak cehennem ateşindedir."[147]
Cündeb b. Abdullah
el-Bedî hadisi de bundandır. "Rasulullah şöyle buyurdu: "Sizden
önceki devirlerde yaralı bir adam vardı. Bir bıçak alıp elini kesti kanı
durmayıp öldü Allah (c) kulum kendini bana (ulaşmada) acele ettirdi, ben ona
cenneti haram kıldım."[148]
Bunlar da ifade ediyor
ki, kendini öldüren ebedi olarak cehennemliktir. Öyle ki insanın kendini
öldürmesinin, şahsi bir iş olmadığına bir uyarıdır ve bu hususta insanın bir
hürriyeti yoktur. O büyük bir suçtur. Onun cezasını Allah verecektir. Müslim,
Ebu Da-vud, Tirmra, Nesei'nin Cabir b. Semere'den rivayet ettiklerine göre
"Rasulullah (s)'e kendini mızrakla öldürmüş bir adam getirildi Rasulullah
onun cenaze namazını kılmadı."[149]
Ayetlerden üçüncüsünün
uyardığı bu suçtan sakınmanın vacip olduğu ve bu suçun insanı büyük günahlara
götüren bir suç olduğunda şüphe yotur. Her kim bu suçtan sakınırsa Allah ona
iyi bir başlangıcı vadetmiştir.
Bazı müfessirler iyi
başlangıcı kerim girişi cennetle tevil etmişlerdir. Bu te'vil Kur'an'in iyi bir
başlangıç cümlesinin mutlaklığı hayatta da olması ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Muhakkak muttakiler dünyada güzel bir hayatla vaad olunmuşlardır. Ahiret-te ise
daha da güzeliyle -Nahl sûresinde geldiği gibi- vaad olunmuşlardır.
'Sakınanlara, Rabbiniz
ne indirdi?' denildiğinde 'Hayır (indirdi)' derler. Bu dünyada güzel
davrananlara, güzel mükafat vardır. Ahiret yurdu ise onlar için daha
hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!" (Nahl 30)[150] Şüphesiz
ki büyük günahlardan sakınmak müslümana dünyada kıymetli, mutmain bir hayat
sağladığı gibi ahirette de nimetler ve gönül huzurunu garanti ediyor.
"Salandı-rıldığınız o büyük günahlardan kaçınırsanız" ibaresi ilk
ayetin zikrettiklerine racidir. Çünkü direkt ona bitişik gelmiştir. Taberi,
Abdullah b. Mesud'dan rivayet ettiğine göre bu ayet sûrenin başında zikredilen
bütün yasakları içeriyor. Bununla beraber müfessirlerin çoğu bunu mutlak olarak
almışlar, Allah ve Rasulü'nün yasakladığı şeylerden sakınmaya teşvik olarak
itibar etmişlerdir. Bizim görüşümüze göre bu cümlenin zahir olarak
anlaşılmasında bir uzaklık yoktur.
Büyük günahların
beyanında birçok nebevi hadisler rivayet etmişlerdir. Bir çoğu u-fak
farklılıklar olmakla beraber birbirine benzerdir. Bunların bir kısmı merfu, bir
kısmı muttasıl senetlerle gelmiş bazıları sahih hadis kitaplannda helak
ediciler vasfıyla zikredilmiştir. Bunlarda zikredilenler Allah'a şirk koşma,
yetimin malını yeme, faiz yemek, iffetli kadınlara iftira, savaş meydanından
kaçma, Beytullah'ın haramlığını helal görme, yalan yere yemin, ana babaya
eziyet, içki, sihir, namazı terk, gamus yemin, zina, Allah'ın rahmetinden
ümidini kesme, Allah hakkında suizan besleme, hırsızlık, ganimet malından
çalmak, fazladan olan suya engel olma.[151]
Bu hususta iki nassla
yetineceğiz. Diğerlerine örnek teşkil etmesi bakımından İbn Ömer'den rivayet
edilen hadiste şunlar yer alıyor: "Rasulullah (s) minbere çıktı ve dedi
ki, yemin olsun, yemin olsun, sonra inip buyurdu ki; "Müjdeleyin!
Müjdeleyin! Kim beş vakit namaz kılar, yedi büyük günahtan sakınırsa cennet
kapılarından selamla gir diye çağrılır." Hadisin ravisi buyuruyor ki
Abdullah b. Ömer'e Rasulullah'ın bunları saydığını işittim. Onun da evet
dediğini işittim, (ana-babaya eziyet, Allaha şirk, insanı öldürmek, iffetli
kadınlara iftira, yetimin malını yemek, savaş meydanında kaçmak)
İkincisi de Umeyr b.
Katade'den rivayet edilmiştir. "Rasulullah Veda haccında buyurdu ki: 'Ey
namaz kılan Allah'ın dostları, Allah'ın farz kıldığı beş vakit namazı kılanlar
sevabını Allah'tan bekleyerek Ramazan orucunu tutan ve onu üzerinde bir hak olarak
gören, malının zekatını veren ve sevabını Allah'tan bekleyen, Allah'ın
yasakladığı büyük günahlardan sakınan' o sırada adamın biri 'ey Allah'ın Rasulü
büyük günahlar nelerdir' diye sordu. Rasulullah da buyurdu ki; 'Dokuz tanedir:
Allaha şirk, haksız yeren mü'min öldürmek, savaş meydanından kaçmak, yetimin
malını yemek, faiz yemek, iffetli kadına iftira, müslüman ana babaya eziyet,
haram olan Beytullah'ı helal görmek ölü ve dirilerden medet ummaktır. Ölmeden
bu büyük günahları işlemeyip namaz kılan, zekat veren kimse altından yapılmış
bir evde Peygamber'le beraberdir"[152]
Bu hususta hadislerde
varid olanların hepsi Kur'an'ın yasaklayıp şiddetle tehdid ve uyanda bulunduğu
hususlardır. Hadislerdeki çeşitlerden anlaşılıyorki, sınırlama yoluyla
zikredilmemiştir. Kur'an'da bazı büyük günahlar vardır ki hadislerde
zikredilmemiştir. Örnek olarak, yalan, kumar, zulüm, nifak, yeryüzünde fesad
vs.
Geçen cümleden sonra
gelen cümledeki "seyyietiküm" (kötülüklerinizi) kelimesini cümlenin ruhundan,
mânâsından yararlanarak sonradan meydana gelen ikinci derecedeki günah ile
tevil ettik. Bunun üzerine "yasakladığımız şeylerin büyüklerinden sakınırsanız"
cümlesinden sonra gelen "kötülüklerinizi örteceğiz" cümlesi mü'minler
için müjde ve onlardan yükünü hafifletme vardır. Bu ikisinin kapsamında yüce,
Rabbani bir hikmet ve tedavi vardır.
Allah (c) insanın
zayıflığını nefsi ve nevasının isteklerinden kökten kurtulmaya gücünün
yetmeyeceğini bildiği için yine Allah biliyor, orada insanın genel olarak iyi
niyetten veya gafletten veya günah, eza, muhalefet kasdı olmadan veya zarar ve
ezası mahdul olan, sınırını anlayamayacağı şeyler olacak. Allah müslümanlara
ilan ediyor ki mühim olan büyük günahlardan, insanı helak eden şeylerden ve
kötülüklerden sakınmalarıdır. Uydukları Allah'a ve yarattıklarına yönelik
üzerlerine düşen görevleri yerine getirmelerini isbat edince Allah onların
içine düştükleri hataları, ikinci derecedeki eksiklikleri kuşattığını
belirtiyor. Bu mânâyı Necm sûresinin 31 ve 32. ayeti içeriyor: "Göklerde
veyerde bulunanlar hep Allah'ındır. Bu Allah'ın kötülük edenleri yaptıklarıyla
cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlarndırması
içindir. Ufak tefek kusurları dışında günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınanlara
gelince şüphesiz rabbin affı bol olandır" (31-32)
Bu
ayetin tefsirinde anlattığımız gibi ve geçen iki hadisin nassı da iyi düşünüldüğünde
yine bu mânâyı içerdiği görülecektir. [153]
33- (Erkek
ve kadından) her biri için ana baba ve akrabanın bıraktığından varisler'[154]
kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin. Çünkü Allah her
şeyi görmektedir.
"Her biri için
ana, baba ve akrabalarınızın bıraktığından varisler kıldık..."
Bu ayetin nüzulü sebebi
hakkında bir rivayete rastlamadık. Açık olan odur ki geçen ayetlerin devamıdır.
Buradaki şahıs zamiri geçen ayetlerde hitabın yöneltildiği mü mın-lere
dönmektedir.
Ayetin ilk parçasının
anlamı hususunda müfessirler ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılarına göre ayet her
ölenin terk ettiği mal için mirasçı olacak kimseler vardır ve onlar da babalar,
akrabalar ve anlaşma yapılanlardır. Bazılarına göre ise babaların, akrabaların,
ve anlaşma yapılanların bıraktıkları mallara mirasçılar kılmıştır. "Her
biri" kelimesi birinci mânâyı daha tercihli kılıyor. Buna göre cümlenin
takdiri her bir ölü için terk ettiği mallara babalarından, akrabalarından ve
anlaşma yapılanlardan mirasçılar kıldık. "Yeminlerinizin bağladığı
kimseler" cümlesinin delalet ettiğinde de müfessirler ihtilafa düşmüşler[155].
Bazıları bu cümleyle bir kimsenin yerine geçen halifi kastediliyor, öyle ki İslam'dan
önce Arapların vurguladıkları cahiliye adetlerinden biri de, bireylerin dostluk
veya sadakat anlaşmasıyla birbirlerinin ismine katılmalarıdır. Her biri
diğerinin mirasına ortak olması hususunda anlaşırlar. Biri ölürse diğeri
bıraktığı malın altıda birini alırdı demişlerdir.
Bazı müfessirler[156] ise
onlar evlat edinmek suretiyle olan oğullardır. Öyleki oğul edinme dostluk
akdine ve sadakat akdine benzer bir akidle gerçekleştiriliyordu. Bazı
müfessirlere göre ise hicretin ilk yıllarında gerçekleştirilen ensarla
muhacirin arasındaki kardeşlik ki, buna da dostluk ve yemin akdi mesabesinde
itibar edilmiştir.
Bazıları ise mirasta
karı kocanın hakkını kasdediyor. Öyleki evlilik kan koca arasında akidle
gerçekleştirilmiştir. Ve her biri diğerinin bıraktığı mala varis olur[157]. Bu
görüşleri zikreden müfessirler, bu görüşleri sahabe, tabiin ve Rasulullah'a
nisbet etmişlerdir.
Oğul edinme geleneği
ve sonuçlan Ahzap süresindeki ayetlerle ilga edilmiştir. Bu sûrenin akışında
anlattığımız gibi bunlardan biri de varis olmadır. Nisa sûresi 23. ayetin bu
ayetten önce indiğini gösteriyor.
Ensarla muhacirin
arasında mirasla ilgili rivayeti, Enfal sûresi 72.-75. ayet, Ahzab sûresi 6.
ayetinin şerhine göre güvenilir değildir. Bu iki sûre, içinde bulunduğumuz
ayetten önce inmiştir ve o ikisi akrabalar arasında mirasçı olmayı tekid
etmiştir. Diğer kavillerden ikisi kalıyor. Dostluk akdi ve evlilik akdi. Bu
ikisinden her biri bu cümlenin delaletinde varid olmuştur.
Geçen konularda
Nebi'nin İslam'da yemini ilga ettiğini belirten bir hadis rivayet etmiştik.
Bizim tercihimize göre cümle, kan kocalık akdi hakkında inmiştir. Allah miras ayetindeki
mirası ana babalara, akrabalara (çocuklar, kardeşler ve kan koca) has kılmıştır.
Ana baba ve akrabaların zikredilmesinden cümlenin evlilik akdini kasdettiği
ortaya çıkıyor. Bu ayetler miras ayetleriyle uyum içindedir.
Bu ayet her ölü için
varis olacak mirasçılar kılmıştır ve onlar da kişinin ana babası, akrabaları
karı kocası ve bunlardan her biri için bir hak vardır ki hiç kimse bunları mirastan
menedemez ve ona mirasını vermek de vaciptir. Bu yönüyle miras hukukuna destektir.
Geçen ayette belirtiğimiz gibi Allah'ın bir kısmını bir kısmı üzerine üstün
kıldığı hususlarda temenni yasaklanmıştır ve aynı zamanda kadınlar ve
erkeklerin her biri için kazandıkları ve ulaştıkları şeylerde haklarının
olduğunu söyleyen ayete bir destekdir.
Bazı
müfesirler[158] bazı sahabe ve tabiinden
gelen rivayetlere dayanarak, bu ayetin miras ayetiyle neshedildiğini
söylemişlerdir. Biz ise geçen şerhe binaen bunu uygun görmüyoruz. [159]
34- Allah'ın
insanlardan bir kısmını diğer bir kısmına üstün kılması sebebiyle ve erkekler
mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve
koruyucu-sudur. Onun için saliha kadınlar itaatkardır, Allah'ın kendilerini
korumasına karşılık gizliyi koruyucudurlar. Baş kaldırmasından korktuğunuz
kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve dövün. Eğer size
itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın, çünkü Allah
yücedir, büyüktür.
Bu ayetteki hitap,
müslümanlara yöneliktir ve şu hususları içeriyor.
1-
Erkeklerin kadınlar üzerinde yöneticilik ve gözetim haklarını sebep bildirerek açıklıyor.
Allah erkekleri kadınlar üzerine özel meziyetlerinden dolayı üstün kılmıştır.
Sonra mallarından infak etmeleri sebebiyle de saliha kadının özellikleri de
anlatılıyor. O itaatkar ve güvenilir, erkeğin gıyabında Allah'ın korumakla
emrettiği kocasının haklarının koruyucudur.
2- Bu
özellikleri taşımayan kadına işaret vardır. Ondan görevlerine karşı bir uzlaşma
ve isyan görülürse onu ilk önce öğüt vererek vazgeçirmesi gerekir. Eğer bundan
öğüt'al-mazsa ve vazgeçmezse yataklarında yalnız bırakılır. Bu sonuç vermezse
dövülür. Hanımından itaat ve kulak verme görülürse erkeğin bunlardan vazgeçip
yumuşak bir şekilde davranması gerekir. Ayette Allah erkeklere, devamlı bir
şekilde kadına karşı haksız yere ve zaruret dışında sırt dönmeyi yasaklamıştır.
Allah'ın yüceliği herkesin üstündedir. Kendisinden korkulması ve itaat edilmesi
vacip olan O'dur.
Müfessirlerin
rivayetine göre[160] bu
ayet, Ensardan birinin hanımını tokatlaması üzerine babasının alıp onu Rasulullah'a
getirerek şikayet etmesi üzerine nazil olmuştur. Peygamber (s) kısası emrediyor
ikisi ayrıldıklarında ikisini tekrar çağırtıp şöyle buyuruyor: " Cebrail
bana şu ayeti getirdi. Şüphesiz biz bir işi kasdettik. Allah bir işi kasdetti.
Allah'ın idare ettiği hayırlıdır."
Biz bu ayetin bu
rivayetle tam bağımlı olduğunu, anlamının ve hedefinin bağlantılı olduğunu
görmüyoruz. Bize göre bu ayet önceki ayetlerden ayrık, kopuk değildir. Geçen
ayetler kadının mali ve evlilik, ile ilgili haklarını durumu yücelterek teyid
ediyor. Bunlann itiraf edilmesini ve onlara saygı duyulmasını tavsiye ediyor.
Bu ayet erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarım düzeltmek/doğrulamak için
gelmiştir.
"Erkekler
kadınların yöneticisi ve koruyucusudur." cümlesi her ne kadar kocanın
zevcesine dünyevi işlerde üstünlüğünü içeriyorsa da, başka işlerden ziyade
evlilik hayatında erkeklerin üstünlüğü ve idareciliğini kasdettiğini söylemek,
ayetin nassı ve ruhunun uyuşması dolayısıyla uygundur. Kur'ani hükümlerde
çeşitli ayetlerde şunları görüyoruz. Kadının kendi malında tasarrufunun zikri,
kendisini evlendirmesindeki selahiye-ti, mirastaki, maldaki hakkı ve ondaki
tasarrufu, boşandıktan ve kocası öldükten sonra kendi nefsindeki tasarrufunu,
mirastan kalan malını hibe ve borç verme, borç alma gibi konularda kadının
müstakil hareket hakkım bu ayetlerde görüyoruz. Ama bununla beraber ihmal
etmeksizin bu mevzularda erkeğin kontrolü altında olması gerektiğine daha önce
zikretmiştik.
Kur'an kadının
siyasi-sosyal faaliyetlerdeki fonksiyonu hakkında susmuşsa da bunun mânâsı,
onun bu haklardan erkeklerin idareciliği ile mahrum bırakıldığı anlamında
değildir. Bunun delili de Kur'an erkeğe düşünmeyi, hayrı tavsiye etmeyi, Allah
yolunda infağı ve hicreti vb. teklifleri yüklemişse, kadına da aynı sorumlulukları
yüklemiştir. Yani kadın mükellefiyet konusunda erkek ile aynıdır. Biz bu
mevzuyu geçmiş münasebetlerimizde arzetmiştik[161].
Aynı şekilde kadının
erkeğe olan müşareketini değişik münasebetlerle, naslarla zikretmiştik. Kadına
riayet hakkında bu sûrede ve Bakara sûresinde, çeşitli üsluplarla nas-lan da
zikretmiştik. Bu geçen ayetlerde kadına iyi davranma, onunla iyi geçinme, ona
haksızlık yapmama, ikili kan koca ilişkilerinde ve mallarında hakkını gözetme,
malına tamah etmeme, onu aldatmama, zarar vermeme, erkeğin nasıl ihtiyacı varsa
kadının da öylece ihtiyacı olduğu ve bunların hali, ev işlerinde onunla
müşavere etme gibi konular üzerinde dikkatle durulmuştu. Ayrıca erkeğin,
kadının bu ihtiyaçlarına eğilmesi, ona riayet etmesi ölçüsünde, seçkin duruma
geleceği çağdaşlığın hangi boyutuna ulaşırsa ulaşsın onun haklarının şer'i
dairede korunmasında da zikri geçmişti.
Bazı müfessirler de
erkeğin kadına infakının olmadığı zaman ya da yapmadığı zamanda
"kavvame" (idare) ve üstünlük sıfatını yitireceğini söylemişlerdir.
Bu iddia da ayetin ima ettiği mânâya uygunluk sağlamaktadır. Zira ayet erkeğe
infak vazifesini yüklemiştir.
O halde erkekler için
(buna mebni olarak) kavvame sıfatını kadının Allah'ın emrettiği, itaat,
haklarını gözetme gibi vazifelerini ifa ettiği müddetçe kötüye kullanma hakkı
yoktur.
Ayette erkeğe verilen
çeşitli yollarla kadını edeplendirme işi de, kadının ahlaksızlığı ve
itaatkarsızlığı yani hürmetsizliği (nüşuz) halinde meşrudur. O zaman da bu
hakkını evlilik hayatında kullanabilir. Bu hakkı da kavvame sıfatına bağlıdır,
onun içeriği arasındadır. Böylesi hallerde kadının çeşitli yollarla (şer'i)
edeplendirümesi de hakikatte makuldür. Kadının şeriatın tahdit ettiği yollarla
edeplendirümesi de tedrici olarak gelişecektir. Öncelikle uyarı ve nasihat
gelecek, buna rağmen devam ederse yataktan ayrılması sözkonusu olacak -ki
cumhur bundan maksadın kadının çımadan men'edilmesi olduğunu söyler- yüz
yatakta ondan çevirecektir. Bu "Benim senden rızam yok" manasınadır
ve te'dip demektir.
Kadın hâlâ aynı hal
üzerine ısrar ederse o halde üçüncül olarak, hadislerde sabit olduğu üzere onu
elem verici olmaksızın dövmek prensibi de tesbit edilmiştir. Asi kadının
edeplendirilmesindeki dövme unsurunu düşünürsek bunun, nasihattan sonra üçüncül
bir prensib mânâsında yerini bulduğunu görürüz. Bir başka değişle kadın isyana,
aşın itaatsizlikte ısrar etsin ki dayak ya da aşın olmadan dövmek meşruiyet
kazansın. Tabi şimdi eşler arasında cereyan eden bu olaylar hiç de garip
görünmüyor. (Yani seri nasslar dikkate alınmadığı için)Özellikle insanların
tabiatlan göz önüne alındığında onların aynı olmadıklan, ayrı ayrı ortamlarda
olayların yaşandığını düşünerek, dayağın da, dövmenin de belki özel bir vesile
olduğu, edeplendirme ve uslandırma noktasında göze çarpar.
Hazin ve İbn Abbas
edeplendirmek için kadının dövülmesindeki "darp" kelimesinin elem
verici olmayacağını ve misvakla vb. olacağını tefsir etmiştir. Safi ise
"(darb) dövme mubahı ir ancak terk efdaldir" demiştir. Bu hususta bir
hadiste "Rasulullah kadını sopalarken (derneklerken) ve döverken yüzüne
vurulmasını nehyetti." demiştir.
Bu husustaki hadisi
nebevi de şuna işaret eder: "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Zira siz
onları emanet olarak aldınız. Onlara Allah'ın kelimesiyle ferçlerini helal ediniz.
Onların sizin üzerinizde infak, giydirme gibi haklan vardır. Sizin de onların
üzerinde sizin yatağınıza sizden başka kimseyi almama (zina etmeme),
yaptıklarında da hafif dayakla edeplendirme hakkınız vardır."[162]
Bu nasta dayağın eza
verici olmaması tenbih edilirken, zina ve fahişelik olmadan, kocanın izni
çerçevesinde ziyaretin olabileceğini de içine almıştır. Çünkü zina cezası Veda
haccından sonra kararlaştırılmıştır. Rasulullah'ın zinayı kastetmesi mümkün olamaz,
sonradan da zinanın cezası hafif dayak olarak tespit edilmiştir.
35- Eğer
kankocanın aralarının açılmasından korkuyorsanız'[163]
erkeğin ailesinden ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak
isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden
haberdar olandır.
Ayetin ibaresi
görüldüğü gibi açıktır. Ancak nüzul sebebi hakkında biz özel bir rivayete
ulaşamadık. Görünen odur ki, kadının erkek tarafından idare edileceğini,
erkeğin kavvame sıfatını ve şayet itaatsizlik olursa nasıl halledileceğini
belirten, bir önceki ayetten sonra ya da beraber inmiş olabilir.
Muhatab
olan müsl umanlara şayet kan-koca arasında anlaşmazlık olursa, kadından bir
hakem ve erkek tarafından bir hakem getirilmek suretiyle, istedikleri zaman
aralarının istedikleri zaman düzeltilmesini emrediyor. Eğer ıslaha
uğraşırlarsa Allah aralarını düzelteceğini ve onları muvaffak edeceğini
öğütlüyor. Ayetteki son bölümde araları düzeltme hususunda bir teşvik ve
yöneltmeyi, ıslahı, daima düşünmeyi de ayetin telkin ve ima ettiğini düşünüyoruz.
Bunu yaparken de yani ıslah ederken de kadının iradesine riayet edilmesi
gerektiğini Kur'ani naslarda işledik. [164]
"Şayet aralarında
(karı-koca) anlaşmazlıktan korkuyorsanız, kadının ehlinden bir hakem ve erkeğin
ehlinden de bir hakem gönderiniz..."
Karı ve kocanın arasım
düzeltmek ve eşlerin bu sayede evlilik bağlarının kopmasını önlemek için
hakemler ikna edemeyip, aciz kaldıklarında karı-koca haklarının ne olacağı
hususunda görüşler çeşitlidir. Yine kadının erkekten mal karşılığı boşanması
hususunda, hakemlerin de aralarını ayırmaya hükmettikten sonra bunun
karı-kocaya mı, yoksa hakemlere mi bağlı olduğu hakkında birden çok rivayet
vardır[165].
İbn Abbas'a buna
benzer bir olay getirilmiş yani karı-kocanın ya da hakimlerin hükmünü tercih
hakkında hakimlere şöyle demiştir. "Eğer ikiniz (kan ve koca tarafından
hakimlere) bu iki çiftin ayrılmasına karar verirseniz aralarım ayırın. Şayet
düzelmelerini ve yeniden başlamalarını dilerseniz ikisini birleştirin. Bunun
üzerine kadın, 'Allah'ın kitabına razıyım bununla hüküm verin' adam da
'Ayrılmak mı? Hayır. Ancak hakimin hükmüne rıza gösteriyorum' dedi. Alimler bu
konuda hakimlerle, hükümleri ancak karı-kocayı birleştirme yönünde olursa
uygulanacağına ittifak etmişlerdir. Bunu da müfessirler nakletmişlerdir"[166].
Ayrıca görüşlerden birisi de hakimler karı-kocayı ayırsa dahi hükümleri
uygulanır demişlerdir.
Şimdi şu sonuç ortaya
çıkıyor. Kan-kocanın arasının ayrılması görüşlerindeki çeşitlilikle birlikte,
ancak aralarını bulma ve düzeltme umudu olmadığı zaman ayırmak gerekiyor.
Çünkü ayetin konusu ve içeriği hep ıslah ve iyileştirmeye teşvik ediyor. Bu
sayede karı-koca ilişkisi devam edecek ve ailelerin bağları kuvvetlenecektir.
Özellikle Bakara 229.
ayet, karı-koca arasındaki birlikteliği engelleyecek kadar anlaşmazlık olduğu
zaman, kadın ve erkeğin arasının düzeltilmesinin de imkansız duruma geldiğinde
bu ayet, kadının kocaya vereceği mal (hulg) karşılığında kocanın da ayrılmasına
cevaz vermiştir ki, Nisa sûresi de bundan sonra gelmiş, kadının itaatsizliği
durumunda ya da kadının kocasına vereceği fidye ile ayrılmanın şer'i esasları
çizilmiştir.
Müfessirler, ayetten
kaşıtın ve muhatabın Nebi (s) eşler ya da bu eşlerle ilgili alanlar olduğunu
söylemişlerdir.[167] Biz
de, üç cihetten (hakimler, ehli zevce ve zevce, Nebi) muhatap olduğunu
görüyoruz. Kaldı ki, bu üç unsurun da evlilik hayatında girişimleri olabilir.
Müdahale edebilirler. Ayetin sigası mutlak (kayıtsız) bütün ortamlarda Nebi'nin
naibi konumunda olan, veliyyü'1-emir ya da kadı gözetiminde tatbik olunması
için ilahi telkindir.
Bu şekilde üzerinde
durduğumuz ayet, geçmiş ayetin devam: konumunda bulunmakta -ki bir önceki
ayette zaten evlilik bağlarını ve ilişkilerinin devamını telkin ediyordu.-Koca,
karısı tarafından taşkınlık yapılırsa hususi tesbit edilmiş vesilelerle hareket
edip, ihtimam gösterecek, şayet kan koca arasındaki anlaşmazlık hali kaçınılmaz
boyutlara ulaşırsa hakemler ve müslümanlann işleriyle uğraşanların hemen
girişim ve müdahaleleri gereklidir.
Ayetin sığasına
bağlantılı olarak hükmün önce Nebiye sonra da veliyyül emre ve o-nun naibi
konumundaki şahısa aktarılmasının istimbatı çıkarılabilir. Bu hususta Ali bin
Ebu Talib'ten aktarılan rivayette; karı -koca çekişmelerini ve taşkınlıklarını
önce veliyyül emre, sonra da onun naibine tedricen bildirilmesini emretmiş ve
veriyyü'l-emirin ka-rı-koca arasındaki anlaşmazlığı işittiği zaman müdahale
hakk vermiştir.
Hatta bundan da öte
veliyyül emir için, karşılıklı kan-koca ilişkilerini tanzim edecek prensipler
edinme -Kur'an ve hadis nasslarına uygunluk arzetmesi şartıyla- hakkı da
vardır. Bu mevzuya işaret eden ayetler hakkında gerekli malumatı geçmiş
münasebetlerle vermiştik.
Tefsirci
Kasımi, muhaddis Hakim'e isnat ederek bu ayetin müslümanlardan bütün taifeler arasında
uygulanacağını söylemiştir. Bu görüşü Hucurat süresindeki "Eğer sizden
iki grup savaş ederse onların aralarını ıslah edin"(Hucurat 9) mânâsındaki
ayet de desteklemektedir. [168]
Bu ayet çeşitli ailevi
durumları içine alan uzun bir açıklamadır. Ayetlerinden bazıları arka arkaya
inmiş ve bu şekilde konu ve içerikteki münasebetlerden dolayı yerine konmuş
ihtimali olduğu gibi.
Bazı ayetlerin de
diğer ayetlerin ortamından farklı bir ortamda inmiş ve konudaki münasebetten
dolayı mekanına koyulma ihtimali de olabilir. O halde bu bölüm ailesel halde ne
kadar uzun açıklama yapmış ve teşri esaslarını tesis etmiştir. Sonuçta Kur'anî
nassların bu durumlara geniş yer verdiği ortadadır. Bu konular daha önce geçen ayetlerde
açıklandığı gibi, Bakara süresindeki 220-241. ayetlerde de uzunca zikri geçmiş
ki bu konular kadının boşanmasını, mihri, kocasının ölmesi durumundaki halini,
boşanmadan sonraki evlenme halini, emzirme konusunu vb. işlemiştir. Kur'an'da
bu mevzuda inzal olan fasıllar sadece bu iki fasıl değildir. Ahzab sûresi ve
Talak süresindeki tefsirler de bu kabildendir. Ayrıca Nur sûresinde birden
fazla fasılla da bu mevzulara (kan-koca vb) yani hallere değinmiştir. Bütün bu
mevzulann ayetlerde sabit olmasına bakılırsa görünen odur ki, ailevi hallerin
baba, ana ve çocuklar nezdinde önemi vardır.
Başka
bir deyişle bütün bireylerin aile olgusuyla direkt olarak ilişkileri vardır.
Zira sosyal parçacılık ve taşkınlığın cürümlerin kaynağı olması, ailevi
sorunlardan başlar. Bütün bu bozuk haller (ailenin sorunları), problemler,
ailevi ızdıraba, sosyal ve iktisadi daralmaya vb. çeşitli çarpıklıklara yol
açar, şayet sorun aileden hallolursa, bir sınır konulursa sosyal parçalanmanın
da nedenleri bitmiş olacak, sükunet ve bireylerin birbirinden rızası, İslami
toplum içerisinde yer bulacak huzur ve ferahın olduğu bir toplum olacaktır. [169]
36- Allah'a
ibadet edin ve ona hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya[170]',
uzak komşuya' [171]yanımızdaki
arkadaşa[172], yolcuya[173],
ellerinizin altında bulunan (cariye, köle ve hizmetçi vb.)'a iyi davranın.
Allah kendini beğenen, böbürlenen kimseleri sevmez.
37- Bunlar cimrilik eden ve insanlara da
cimriliği tavsiye eden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen
kimselerdir. Biz, kafirler için alçaltıcı bir azap hazırladık.
38- Allah'a
ve ahiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için
sarfedenleri Allah sevmez. Şeytan bir kimseye arkadaş olursa o ne kötü bir
arkadaştır.
39- Allah'a
ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden O'nun yolundan
harcasalardı ne olurdu sanki. Halbuki Allah onların durumunu hakkıyla
bilicidir.
40- Şüphe
yoktur ki, Allah zerre kadar haksızlık etmez. İyilik olursa onu katlar, (kat
kat artırır) kendisinden de büyük mükafat verir.
41- Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni
onlara şahit olarak gönderdiğimiz zaman durumları nasıl olacak.
42- Küfür yoluna sapıp peygamberleri
dinlemeyenler, o gün yerin dibine batırılmayı'[174] temenni
ederler ve Allah'tan hiçbir haberi gizleyemezler.
"Allah'a hiçbir
şeyi ortak koşmadan ibadet edin..." ayeti ve bundan sonra gelen beş ayet
müslümamn başkasına karşı ya da müslüman olmayan başka topluluklara karşı konumu
hakkındaki telkinlerden ibarettir.
Ayetteki hitap geçmiş
ayetlerde olduğu gibi müslümanlara yöneliktir. Buna göre şu hükümleri içeriyor:
1-
Müslümanlara, Allah'a ibadetlerinde hangi şekilde olursa olsun ortak koşmalannı
herhangi bir hedefi onun ibadetine ortak etmeyerek O'na bir olarak ibadet
etmelerini öğütlerken ana-babaya, akrabaya, ellerinin altında bulunan kölelere
ve cariyelere, yetimlere, komşulara, yolculara miskinlere iyi davranmalarını
ve iyi muamele etmelerini emretmektedir.
2- İnsanlara
iyi davranmayıp, Allah'ın fazlından verdiği mallarını hayır yolunda harcamayarak
fakirlere ve miskinlere vermekten gizleyen bunlarla da kalmayıp başkalarına da
bunu tavsiye edip övünen mütekebbirlerin çirkin hallerini zemmederken, Allah'a
imanın neticesi sonucu değil de, insanlara gösteriş mânâsında Allah'a ve ahiret
gününe inanmadan mallarından veren gösterişçilerin de durumunun çirkinliğini
dile getirirken, onlar şeytanın dostları, yalanlandır diyor. O halde kim
şeytanın dostu olursa şeytanın ne kötü ve çirkin arkadaş olduğu zikrolunuyor.
3- Onların
kendilerine isabet eden çirkin durumlarına soru üslubu ile ilgilerini çekerek
mantıki ve akli yönden varlığı açık olan Allah'a inanıp onun yolunda infak
etmelerini öğütlüyor.
Ayrıca Allah'a ve
ahiret gününe inandıktan sonra, O'nun var olduğunu bu sayede itiraf etsinler ve
bilsinler ki O, onların bütün hallerini ve amellerini bilendir.
4- Allah'ın kimseye zulmetmediğini, kimsenin
hakkının zayi olmayacağı ve zerre miktarı da olsa amelinin hesap edileceği, bu
amel hayır ameli ise katından ikiyüze katlayacağı ve ona büyük bir ecir
verileceği vurgulanıyor.
5- Rasulullah'a yöneltilen, her ümmetten bir
şahit getirildiği zaman insanların halinin ne olacağı, sorusu insanların
içinde bulundukları durum hakkında bir uyarı ve sakın-dırmayı ifade ediyor.
Sonra da Rasulullah'ın bütün ümmetlere bir şahit olarak getirileceği
anlatılıyor.
6-
Kafirlerin ve Rasul'e uymayanların, yanlan yerlerin içinde kalıp Allah'ın
önünde hesaba durmak istemediklerini, bu vahim durumlannı ve pişmanlıklarını
arka arkaya sakındırarak anlatıyor. O gün öyle bir gün olacak ki, onlar Allah
karşısında ızdıraba düşecekler, bildikleri hakikatları hiç gizleyemeyecek,
özellikle Allah'tan başka varlıklara şirk koşarak ibadetlerini açığa
vuracaklar, zira orada her şey şahitlik edecektir. Ayetin iniş sebebi ile
ilgili herhangi bir münasebete rastlamadık. Ancak bu ayet geçmiş ayetlerle
bağlantılıdır. Geçmiş ayet kan-koca ve kadınların aralarındaki hukuku ve
vacibatı içermiş, böylece Kur'anî nüzulün hikmeti, bu ayetlerin ana-babaya,
komşuya, akrabaya, arkadaşa, miskinlere, gariplere, yetimlere ve kölelere
iyilik etmeyi emrederken, bundan uzaklaşıp büyükleneni, malını bu çizilen yolda
infak etmeyip, insanlara da bunu telkin edenlerin çirkin hallerine değinmiştir
ki, burada görülen aile ve aile dışı uygunluğu Kur'an böylece sağlamış ve
tanzim etmiştir.
Ayetin mükemmel
üslubu, diğer ayetleri konusu itibariyle toplayıcı niteliktedir. Yani diğer
ayetlerde zikrolunan aynı konuların hepsini beraberce içine almıştır.
Bu ayette insanlara
iyi davranma, bu iyiliğin toplumdaki çeşitli tabakalar arasında düzenin ve
koordinenin sağlanarak, toplumdaki zayıflara hususi hisseler ve haklar, zenginlerin
mallarından infak yoluyla ayrılmıştır. Şayet Allah'ın fazlı ile verdiği mallan
ihtiyaç sahiplerinden gizlerlerse, onların ne çirkin bir fiil işlediklerine
değinirken, bunu ancak mütekebbirlerin yapacağı belirtilmiş, infak ederken de
ihlas unsurunu hiç unutmamalarını, nefis bir üslupla anlatmıştır. İnsanlara
karşı infak edilirken onlann övgülerine mazhar olmak için değil, sırf Rabbının
rızasını kazanmak için Kur'an'ın çeşitli ayetlerinde de bulunan aynı mevzu bu
ayette yer almıştır ki böylece ayet, diğer Kur'anî öğütlerle Allah rızası
hususunda uyuşmaktadır. Biz bu konuları değişik münasebetlerle açıklamıştık.
Ben bu mevzularla
alakalı Rasulullah'tan emir ve nehiy bildiren eserler (haberler)e rastladım. Bu
hadislerin bazıları sahih müsnetlerde, bazıları da İmam Ahmed ya da başka
yollarla rivayet olunmuştur. Hz. Aişe'den gelen bir rivayette Rasulullah şöyle
dedi: "Cibril bana komşu hakkında o kadar vasiyet etti ki komşuyu komşuya
mirasçı kılacağını zannettim"[175]
dedi. Yine Hz. Aişe bir gün Rasulullah'a "Ya Rasulullah benim iki komşum
var hangisine hediye edebilirim" dedi. O da "kapına en yakın
olana" buyurdu."[176]
Ayrıca bu konuda Rasulullah "Cennete, komşusunun şerrinden emin olmayan
kişi giremez." demiştir[177].
İmam Ahmed'in tahric
ettiği dördüncü hadis de şudur: "Bir kimse komşusu aç iken tok kalamaz
(doyamaz)" buyurmuştur[178].
Beşinci hadis "Bir adamın komşusunun halile-siyle (zevcesiyle) zina
etmesi, başka on kadınla zina etmesinden daha kötüdür; bir adamın komşusunun
evinden malını çalması, başkalarının on evinden mal çalmasından daha
ağırdır."[179]
Altıncı hadis;
"Komşu üç çeşittir. Bir komşu vardır ki onun bir hakkı, bir komşunun iki
hakkı, bir başka komşunun üç hakkı vardır. Komşu müşrikse onun komşuluk hakkı
vardır, müslümansa komşuluk hakkı ve İslami hakkı vardır. Komşusu olup üç
b?.vk; olansa hem müslüman, hem akraba, hem de komşudur. Onun İslamlık,
komşuluk ve sı-lahi rahim hakkı vardır."[180]
Yedinci hadiste
Rasulullah şöyle dedi: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa komşusuna
eziyet etmesin."[181]
Komşuluk hakkı
hususunda bir hadis daha vardır: "Allah katında arkadaşların en hayırlısı,
arkadaşına ve komşularına iyi davranandır ve komşusuna hayırlı olandır"[182]
Bu konuda, sılayi
rahim ve akrabalık hakkında Ebu Hureyre şu hadisi rivayet etmiştir. "Kim
Allah'ın rızkını genişletmesini ve ecelini de onun eseri olarak tehir etmesini
istiyorsa sıla-ı rahme devam etsin(yapsın)."[183]
Yine Ebu Hureyre'den " Bir adam Rasu-lullah'a "Ya Rasulullah benim
akrabalarım var, ben onlara sıla-ı rahimde bulunuyor, ziyaret ediyorum. Onlar
yapmıyorlar, onlara iyilik ediyorum, bana kötülük ediyorlar, onlara yumuşak
davranıyorum, bana cahilce kötülükle yaklaşıyorlar" dedi. Bunun üzerine
Rasulullah "Şayet sen dediğin hal üzere isen Allah'tan bir yardımcı,
onlara karşı bu hal üzere olduğun müddetçe sana yardımcı olacaktır" dedi.[184]
Bu hadislerden
hizmetçi ve köleye davranışla alakalı hükümler de aşağıda gelmektedir. Birinci
hadis Ubade bin Samit'tendir. Rasulullah'ı köleler ve cariyeler hakkında şöyle
derken işitmiştir: "Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden
giydirin".[185]
İkinci hadis Ebu Mesud'tandır: "Çocuğum (memlükünü)'u dövüyordum. Arkamdan
bir ses işittim. Dediki: "Ey Ebu Mesud bil ki Allah onun üzerinde senden
daha kadirdir." Bunun üzerine döndüm baktım ki Nebi idi. Dedim ki:
"O Allah için hürdür ya Rasulal-lah." Sonra Rasulullah buyurdu:
"Şayet yapmasaydın (hürleştirmeseydin) sana ateş isabet etmişti."[186]Üçüncü
hadis Ebu Hureyre'den, Rasulullah şöyle demiştir: "Kim bir memlüküne
(kölesine) iftirada bulunur ve o da ondan beri olursa, Kıyamet gününde had
cezasıyla cezalandırılır."[187]
Dördüncü hadis; İbn
Ömer'den rivayet olunmuştur. Dedi ki: "Bir adam Rasulullah'a gelerek şöyle
dedi: "Ya Rasulullah, hizmetçi (köle)yi kaç defa affedeceğiz?" Üç
defa tekrar etti, sonra Rasulullah sustu ve dedi ki: "Her gün yetmiş
defa."
Beşinci hadis; Ebu
Zerden Rasulullah şöyle dedi. "Size uyan (uyum sağlayan) kölenize
yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Şayet uyum sağlamazsa onu satınız.
Allah'ın yaratıklarına azap etmeyiniz."126
Altıncı hadis,
Rafiğ'den Rasulullah şöyle dedi. "Sahip olduğuna (köleye) iyilik iyi hallerden,
kötü ahlak da çirkin hallerdendir127.
Yedinci hadis,
Cabir'den Rasulullah: "Üç şey kimde bulunursa Allah (c) onu korur. Zayıfa
nfgat, ana-babaya şefkat, sahip olduğuna (köleye) iyilik."128
Sekizinci hadis,
Abdullah İbn Ömer'den Rasulullah (s)'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur.
"Kişiye, sahip olduğunun (köleye) yiyeceğini kesmesi günah olarak
yeter."[188]
Dokuzuncu hadis Ebu
Zer'dendir. Rasulullah şöyle dedi "Hizmetçileriniz (köleler, cariyeler)
sizin kardeşlerinizdir. Allah onları ellerinizin altına (hizmetçi) kılmıştır.
Kimin eli altında kardeşi (kölesi vb) bulunursa giydiğinden giydirsin,
yediğinden yedirsin. Onları güç yetiremeyeceği işlerle mükellef tutmasın. Şayet
mükellef kılarsanız, onlara yardım ediniz."[189]
Onuncu hadis,
Rasulullah ölümcül hastalık halindeyken şunları söylemiştir. "Namaz!
namaz! ellerinizin altında bulunanlar! Bunu, lisanı durgunlaşıncaya kadar
tekrar etti."[190]
Onbirinci hadis, Ebu
Hureyre'den. Rasulullah şöyle dedi: "Köleler ve cariyelerin haklan
yiyecekleri ve giyecekleridir ve ancak güç yetirdikleri işlerle sorumlu
tutulmalarıdır."[191]
Bu hadislerden
büyüklenmek hakkında da aşağıdaki rivayetler sabittir. Tirmizi ve Müslim'de
Rasulullah "Cehenneme kalbinde hardal tanesi kadar iman olan girmeyecektir;
cennete de kalbinde hardal tanesi kadar kibir olan giremez."[192]
demiştir.
İkinci hadis,
Tirmizi'den "Adam nefsini (kötülüğe) götürmekte devam eder ki sonunda
cebbar (büyüklenenlerden) yazılır."[193]
Üçüncü hadis,
Tirmizi'den "Mütekebbirler, Kıyamet gününde, adamların suretinde küçük
karınca kadar her tarafından aşağılık hali (rezalet) onu kuşatmış bir halde
haşro-lunur."[194]
Cimrilik hakkında ki
hadislerde şunlardır. Birinci hadisi Tirmizi Ebubekir (r)'den rivayet
etmiştir: "Aldatıcı, cimri ve başa kakan cennete giremez."[195] Ebu
Sair'den Tirmi-zi'nin rivayeti de şöyledir. "İki haslet mü'minde toplanmaz,
cimrilik ve kötü ahlak"[196]. Bu
konuyu kardeşi karşısında Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadisle
bitiriyoruz. Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Birbirinize hasetlenmeyin,
birbirinize buğz etmeyin, bazılarınız bazılarınızın üstüne tekrar satış
yapmasın, Allah'ın kardeş kulları olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona
zulüm etmez, onu alçaltıp küçük düşürmez, -göğsüne (kalbi) işaret ederek- takva
buradadır." diye üç defa tekrarladı. Müslümana şer olarak kardeşini hakir
görmesi yeter. Müslümanın müslümana malı, kanı, ırzı haramdır."[197]
Son
olarak Nebevi telkinlerin, tabakası vasıfları ne olursa olsun bütün mü'minler
arasındaki kardeşlik esasını dile getiren, insanlar arasındaki düzeni,
muamelelerini onların gidişatını, din farkı gözetmeksizin düzenleyen Kur'anî
hükümlerle uyuştuğunu, ör-tüştüğünü görmek mümkündür. Abdullah'dan rivayet
olunmuştur ki; Rasulullah O'na "Bana (Kur'an) oku" buyurdu. Bende
dedim ki "Ben mi okuyayım (Kur'an) sana indi-nldi." dedim. Sonra
"Ben başkasını dinlemeyi seviyorum" dedi. Bunun üzerine O'na Nisa
sûresini okudum ve ne zaman ki "Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve
seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacaktır"
(Nisa, 41). ayetine varınca "dur" dedi. Bir de baktım ki gözleri
dolmuştu."[198]. Bu
hadis Rasulullah'ın mesuliyet ve mühimmatında ne kadar şuurlu olduğunu ortaya
koyuyor. Bunda Nisa sûresinin Rasulullah'ın hayatını tanzim ettiği ve tam
olarak O'nun şahsiyetini ortaya koyduğu yönünde bir işaret bulmak mümkündür. [199]
43- Ey iman
edenler siz sarhoş iken ne söylediğinizi bi I inceye kadar, cünüp iken de
(yolcu olan müstesna) gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur
ve bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut biriniz ayak yo-lundan[200]
gelirse, yahut da kadınlara dokunursa bir su bu-lamamışsanız o zaman temiz[201] bir
toprakla'[202]' teyemmüm edin'[203].
Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.
a- Sarhoşken
namazdan men olunmaları; çünkü sarhoş ne dediğini ne yaptığını bilemez.
b- Başka bir
nehiy de; cünüp olduklarında, namaza temizleninceye kadar yaklaşmamalarıdır.
Bununla beraber yolcuya da ruhsat verilmiştir.
c- Mü'minlere, hacetlerini gördüklerinde, kadınlarla münasebetlerinde
(dokunduklarında) yıkanmaları ve abdest almaları; şayet hasta iseler ya da
sefer halinde aramalarına rağmen su bulamadıklarında, temiz bir toprak bulup,
ellerinin ve kollarının belirli kısım-lanyla yüzlerini meshetmelerinin yıkanma
yerine kâfi geleceği belirtilmektedir. Allah onlardan bunu kabul eder, O
herşeye güç yetirendir ve affedicidir. [204]
Birinci kısmın
konusunda Ali bin Ebu Talib, Abdurrahman bin Avf'dan şunu rivayet etmiştir.
"Abdurrahman bin Avf bizi davet etti, bizim için yemek hazırladı ve bize
içki içirdi. Şarap bizi sarhoş etti. Bu sırada namaz vakti girdi. Beni namazda
imamet için takdim ettiler. Ben de namazda, "Ey kafirler sizin ibadet
ettiklerinize ibadet ederim" (A'budü ma ta'büdun) mânâsında Kafinin
süresindeki ayeti okudum".
Biz ayetteki iki
kısmın bir ayet niteliğinde olduğunu görüyoruz. Yani aralarında bir bağ
olduğunu ve mevzusu olan namaz hususunda da aynı olduğunu düşünüyoruz. Ayetin
başından buraya kadar cenabet halinde, mescide girmeme, hastalık halinde teyemmüme
ruhsat verilmesi ve yine cenabet halinde namazdan nehyetme gibi konularla rivayet
edilenler arasında bir alaka yoktur. O halde bu iki durum bizi, ayetin bir
kerede inip birden fazla mevzuları içerdiği görüşünü seçmemize sürüklüyor.
Bununla beraber ayetin nüzulündeki münasebetler tabi olarak sahih olabilir.
Ayetin nüzulünü olmuş olaylar olarak teşkil edebilir. Bu münasebetler de
mevzuları tamamlar mahiyette olması içindir.
Ayet bir fasıldan
sonra yeni ve tam bir konudur. Bu tür teşrii ayetler Kur'an'ın Medeni
sûrelerinde pek nadir görülür. Bununla alakalı misaller Bakara sûresinde
geçmişti. Bu ayetle geçmiş ayetler arasında, teşri bölümleri olması yönünden
bir münasebet vardır. Geçmiş ayetlerden ve bölümlerden sonra inmiş ve
mevzusuna göre yerine tertip olunmuş olması ihtimali olduğu gibi, başka bir
münasebetle inmiş ve mevzu itibariyle bir ilgi olmadığı açısından geçmiş
ayetlerden sonra vazolunmuştur.
Sarhoşluk halinde
namazdan nehyetme birinci, şarabı şer'i nas ile yasaklama da ikinci teşri
adımını teşkil etmektedir. Bu husustaki birinci adım 219. ayette şarabın günahının
faydasından daha büyük olması zikrolunarak belirtilmiştir.
Mekki nüzulde Kur'an,
dünyadaki şarabın zararlarının kesin yönlerine birden fazla yerde değinmiş,
buna mukabil ahiret şarabının bu arazlardan tamamen uzak olduğunu da
vasfetmiştir. Şarabı yasaklama konusundaki bu ikinci şer'i adım önceki gibi
katiyyet bildirmemekte ancak, şaraptan doğan sarhoşluk halinde namaza
yaklaşmamalarını telkin eden bir üslup kullanmaktadır. Şarabın kesin haram
oluşunu Kur'an, kumar, fal oyunları ve putlar ile beraber zikretmiş bu ayetten
sonra da haram olduğu Maide sûresinde bildirilmiştir. Bu yasaklamada, şer'i
üsluplardaki kademeyi ve tederrücün görünümünü izlemek mümkün. Şarabı her
yönde satma, faydalanma ve iktisadi yönden yararlanmayı da içine alarak
tederrüc esasına göre haram kılınmıştır. Dikkat edilirse, şarabın zikrinin
geçtiği geçmiş ayetlerde abdest mevzuu dile getirilmemiş, ancak Maide sûresinde
nüzul tertibinde zikrolunmuştur ki, abdestin Mekke zamanından bu yana
müteva-tir olarak namazın erkanından olduğu da bilinmektedir. İmam Malik,
Muvatta'da Zeyd İbn Haris'den rivayetle "Rasulullah'a Cibril'in ilk önce
gelip öğrettiği (vahyettiği) ab-desttir."[205] hadisini
zikreder. İbn Hişam da İbn İshak'tan, o da bazı ehli ilimden bazı ziyadeler
rivayet etmiştir[206].
Buna göre "Cibril abdest almış, sonra kalkıp namaz kılmış akabinde de
Rasulullah (s) namaz kılmıştır." O halde abdest Mekki bir teşri'dir
diyebiliriz. Burada abdest, toprakla meshetmeye bedel olarak ruhsat verilmiş
ve bu hususta teyemmümün başlıca gereklerinin (vaciplerin) abdestin yerine
geçtiği itibariyle zikretmekle yetinilmiştir.
Bu sözü yani teyemmümü
cenabetle de zikretmek mümkündür. Zira bu hususta Übey İbn Kağu şöyle demiştir.
"Anccflc su yüzünden, yani meninin çıkması sebebiyle gusül lazım
gelir" diye verilen fetva bir ruhsattır ki, Peygamber İslam'ın ilk
günlerinde kolaylık olsun diye böyle demiştir. Fakat sonra cima neticesinde inzal
vaki olsun olmasın gusül abdesti almayı emretti."[207]
Hadisten ve şerhlerden istifadeye göre Rasulullah (s) suyun (meninin)
inzalinden sonra cima yapma suretiyle guslü emrederken, sonra "ilk
sünnetle karşılaşırsa" tabiriyle ifade ettiği yani inzal olmadan da erkek kadına
yaklaşırsa yine emir buyurmuştur. O halde meninin inzalinden sonra
Rasulullah'in guslü emretmesi Mekki bir teşri yani nebevi bir teşri olmuş
oluyor. Zaten ayetin nüzulüyle de Kur'anî teşri olmuş oldu. Cenabet açıkça
bilindiği gibi inzalle olur. Bu inzal ya cima ile ya da uyanıkken şehvetin
artmasıyla cima olmadan vaki olduğu gibi, ihtilamla da vuku bulur.
Rasulullah'tan gelen eserlerde, O'nun olunması halinde guslü emrettiği
görülmektedir. Bu hususta Bu-hari ve Ebu Davud'un Ümmü Seleme'den rivayet ettiği
hadis şöyledir: "Ümmü Siileym (Enes bin Malik'in validesi) Peygamber'e
geldi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü, Allah hakkı açıklamaktan sakınmaz,
ihtilam olması yüzünden kadının abdest alması gerekir mi?" Rasulullah:
"Evet, uyandıktan sonra menisini görürse" dedi[208].
Ayrıca Ebu Davud ve Tirmizi Aişe'den şöyle demiştir: "Peygamber'e ıslaklık
görüp de ihtilam olduğunu hatırlamayan kimse hakkında sordular. O da:
"Gusül abdesti alması gerekir" buyurdu. İhtilamı hatırlayıp ıslaklık
görmeyen kimse hakkında soruldu. "Hayır gusletmesi lazım gelmez"
buyurdu. Bunun üzerine Ümmü Süleym "Islaklık gören kadın gusül abdesti almalı
mıdır" diye sorunca Peygamber "Evet almalıdır; çünkü kadınlar şüphesiz
erkeklere benzerler"[209]
buyurdu.
O halde açık olan bir
mevzu da, meninin uyanıklık halinde tahrik etme ile inzal olması da buna kıyas
edilebilir.
Biz ihtilamın
arkasından gusledilmesi ile ilgili hükmün Mekki ya da Medeni teşri olduğuna
işaret eden bir söze rastlamadık. Ancak Übey'in "su yüzünden su; yani
gusül" mânâsındaki hadisine istinaden bu hükmün Mekki olduğu kanaatini
seçiyoruz. O halde bu hüküm cimayı, ihtilamı ve uyanıklık halindeki tahrikle
inzal oluşu da içine alır. Allah en iyi bilendir.
Abdestin ve gusülün
hikmetinin uzun bir şerhe gerek duymadığı açıktır. Görünen uzuvların günde
birden fazla yıkanmasında sağlık açısından faydaları olduğu görülmüştür. Cinsi
yaklaşım ise insanın her şeyden bir lahza uzak olduğu bir andır ki yıkanma bu
heyecanı ve durgunluğu giderip, nefse sükûnet ve cisme hareketlilik kazandırır.
Aynı şekilde cismin
sırf temizlenmesi manasınadır da, o halde vücudun temizlenmesinde de
keşfedilen büyük faydalanyla olduğu malumumuzdur. Belki abdestin ve gusülün
vacip olmasına bağlı olarak bu arada müslümanların ilzamına da işaret ettiği
ihmal ve geri kalmadan gereklidir manasınadır. Hatta "Allah size zorluk
yüklemek (zorlaştırmak) değil sizi temizlemek istiyor" mânâsındaki
ayetten de hareketle gusülün ve abdestin vucubiyeti anlaşılıyor. Buna son
olarak şunu eklemek mümkündür. Yıkanma ve ab-destte namazda Rabbin huzuruna
durmak için hazırlık (kutlanma) mânâsı var sanki. Zira temiz olarak Rabbin
huzuruna duruş mü'minin imanına ve nefsini bütün zerreleriyle ona teslim
etmesiyle uyuşuyor.
"Teyemmüm"
ifadesi araştırın mânâsını lügat itibariyle ihtiva ederken, bu kelimeden
ıstılahi olarakta temiz toprak da sudan bedel olarak büyük-küçük hadesin
izalesi için, suyun bulunmadığı zamanda, seferde ve hastalık halinde
meshetmektir" diye mânâsını bulmuştur.
O halde teyemmümdeki
hikmet namazın vakitlerinin ve namaz yerlerinin ne kadar önemli olduğudur. Yani
bu üç unsurun ta'zimi anlamındadır. Müslümana namaz beş defa tekrar edilmek
suretiyle farzdır. Namaz İslam'ın rükunlanndan birisidir. Vakitlerinde eda
etmek vaciptir (farzdır).
O halde madem ki namaz
Rabbin huzurunda korkarak durmayı beş vakitte ifade ediyorsa, su bulunması
özürlü hale geldiğinde mü'min o kutlu ibadetini taviz vermeden vakitlerinde,
işaret olması bakımından temiz toprakla meshedecek, böylece herhangi bir hal
onu ibadet üzerine olmaktan alıkoymayacaktır. Ayetin nassından teyemmüm
hade-sü'l ekber (büyük pislik) diye tabir olunan gusülden (cenabet halinde,
cimayla olan meninin inzalinde, erkek ve kadının cima olmadan meninin
inzalinde) niyabeten kâfi geldiği de açıktır. Aynca ihtilam halinde meninin
inzali ile de gusül gerektiğinde su özürlü halde olursa (şartlar tehakkuk
ettiğinde) teyemmüm gusülün yerine geçer, kâfi gelir. Aynı şekilde teyemmüm,
abdestin iki yoldan birisiyle bozulmasıyla (küçük ve büyük hacetiyle)
bevletmekle, yel çıkmasıyla da abdestin bozulması halinde niyabeten kâfidir[210]. Bu
da hadesi asğar diye tabir olunmuştur. Teyemmümün keyfiyetine gelince
Ra-sulullah, Buhari, Müslim, İbn Mace, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayet ettiğine
göre O ellerini temiz toprağa vurmuş ve üfledikten sonra yüzünü ve kollarını
meshetmiştir[211]. Cabir'den gelen bir
başka hadiste de şöyle denilmektedir: "Rasulullah ellerini toprak üzerine
vurur, yüzünü elleriyle mesheder sonra tekrar vurur el parmaklarını ayırır ve
dirseklere kadar mesheder"[212]
Bu mevzuda Rasulullah'tan
rivayet edilen üçüncü hadis de şudur: "O bir duvara doğru yöneldi ve
duvara ellerini vurdu, sonra iki eliyle yüzünü meshetti. Daha sonra bir darb
daha yapıp kollarını meshetti."[213]
Bir başka hadiste de
mü'min su bulamayıp da teyemmümle namaz kıldıktan sonra su bulmaları halinde
namazı yenileyip yenilememe hakkında muhayyer bırakılmışlardır. Bu hususta, Ebu
Davud ve Nesai'den rivayet olunmuştur ki, "İki adam sefere çıktılar ve
namaz vakti girdi. Yanlarında da su yoktu. Sonra teyemmüm edip namazlarını eda
ettiler ve daha sonra su buldular. İki yolcudan birisi abdest alıp namazını
iade etti, diğeri iade etmedi. İkisi de daha sonra Rasulullah'ın yanına
geldiler. Rasulullah'a olup biteni zikrettiler. O da namazı kılmayana (iade
etmeyene) "sünneti işledin" (isabet ettin) dedi. Namazını iade edene
ise "Sana ecir iki keredir" dedi[214].Ali
bin Ebu Talib ve İbn Abbas'tan rivayette de "Namazın teyemmümle ancak farzlarda
caiz olduğu, bununla beraber sadece bir vakit kılınacağı rivayet olunmuştur.
Yani her vakit farz namazı için mükellefin tekrar teyemmüm etmesi
lazımdır" diye nakil olmuştur.
Bu mevzuda tabiinden
rivayet olunan ise mükellefin teyemmüm etmesi halin,de aynen abdest gibi
olduğu, onunla teyemmümü abdesti bozan şeylerle bozulmadığı müddetçe birden
fazla namaz kılabileceğidir. Bu mesele ulema arasında ihtilaf sebebi olmuştur.
Bazıları birinci (Ali bin Ebi Talib ve İbn Abbas) görüşü benimsemiş
almışlardır. Bazıları da ikinci görüşü arka arkaya iki salatı mektübe (farz
namazı) istediği kadar da nafile namazı kılabileceği şeklindeki kayıtla
almışlardır[215].
Bazı fıkıh imamları ve
müfessirler ise, suyun bulunması ancak aşırı çaba sonucu mümkün ise ve
kullanımının özürlü olması da, suyun yokluğu mesabesindedir görüşündedirler.
Ve devamla bir yerde kuyu olup o kuyudan mükellefin su çıkarmak için aleti
yoksa, ya da kuyunun yanında düşman, yırtıcı hayvan gibi tehlikeler varsa,
mü'min için teyemmüm etmesi caizdir[216]. Bu
hususta ki söz ise zahirdir.
Amr bin As'tan rivayet
olunmuştur. Dedi ki: "Soğuk bir gecede Zate'slesil Gazvesi'nde ihtilam
oldum, soğuktan ölmeyeyim diye yıkanmaktan korktuğum için teyemmüm ettim.
Sonra imam olarak arkadaşlarıma, sabah namazını kıldırdım. Bunun üzerine
hadiseyi Peygamber (s)'e anlattıklarında şöyle buyurdu. "Ey Amr cünüp
olduğun halde arkadaşlarına nasıl namaz kıldırdın? Yıkanmama sebebini (bana
mani olan sebebi) kendisine anlattım ve Allah Teala'nın "Ve kendinizi
öldürmeyiniz şüphesiz, Allah size karşı merhametlidir" dediğini işittim
de bunun için öyle yaptım deyince Rasulullah (s) güldü ve bir şey
söylemedi."[217]
Yine Cabir'den
rivayetle şöyle dedi: "Arkadaşlarımla sefere çıkmıştık. Arkamızdan birinin
başına taş isabet etti ve başını yaraladı. Sonra aynı şahıs uykuda ihtilam
olduğu için arkadaşlarına "Benim teyemmüm etmem için ruhsat var mı"
diye sordu. Arkadaşları "Hayır su bulundukça sana ruhsat yok, hem senin
suyu kullanmaya gücün yetiyor" dediler. Bunun üzerine adam gusül abdesti
aldı ve (açılmış olan yaraya su değmesiyle) öldü. Peygamber'in huzuruna
geldiklerinde olayı anlattılar. Bunun üzerine Rasulullah (s) "Adamı
öldürmüşler, Allah da onları öldürsün" buyurdu ve biliniyorlarsa
sorsalardı ya; cehlin ilacı sorudur, ona teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına
bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun öteki kısımlarını yıkardı"
dedi[218].
Kısaca ayetin metnine
ve rivayet olunan iki hadise itibarla müslüman zararı ölçüsünde suyu az
kullanacak, abdest alacak ya da gusül edecek, yani yarası varsa zarar vermeyecek
şekilde kullanacaktır. Eğer zan gelip de suyu kullandığı zaman tehlike ya da
açıkça zarar görecekse, onun için teyemmüm etmesi caizdir. Ya da yara üzerine
bez koyarak bezin üstüne meshetmekle yetinmesi caizdir.
Ayette geçen
"me'ulamese" (kadına dokunma) mânâsında ihtilaf vardır. Bazıları
mülamese kelimesinin cimadan kinaye olduğunu iddia ederlerken bazıları da,
erkeğin kadının hangi cüzündeki et parçasına (buna fere de dahil) dokunursa
abdesti bozulur" demişler. Bu görüşe muhalefet edenler de (bazıları) bu
şekilde abdest bozulmaz diyerek muhalefet etmişlerdir[219].
Kur'an Bakara
236-237., Ahzab 49. ayetlerde "mes" (dokunma) anlamında
"vafı" cimadan kinaye olarak kullanmıştır. O halde "mes"
kelimesinin "mülamese" kelimesiyle eşit olduğu hatta bu mevzumuzda
"mülamese" (dokunma) kelimesinin cima mânâsında olduğunu söylememiz doğru
olur. Allah en iyi bilendir.
"Cünüp halinde
namaza yaklaşmayın, ancak yıkanırsanız..." mânâsındaki ayetin tevilinde
görüşler çeşitlidir[220]. Bu
hususta bazıları "Namaza cünüp iken yaklaşmayın, ancak misafir (seferde)
olup da su bulamazsanız, susuz namazınızı kılınız" mânâsındadır demişler,
bazıları da "Namazın mekanı olan mescide cünüp olarak yaklaşmayın, ancak
yolu aşmış (seferde) iseniz o müstesna" mânâsında olduğunu
nakletmişlerdir. Müfessir-ler ikinci mânâ hakkında teyit ederek şunu
söylemişler: Rasulullah'ın ashabından bazısının ve muhacirlerin evleri
Rasulullah'ın mescidinin karşısında idi ve buradan pazara ulaşmak için mecbur
kalıyorlardı. Bu arada cünüp halinde olurlarsa onlara (teyemmüm için) ruhsat
verilmiştir"
Tirmizi, Buhari ve
Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyuruyor: "Gerek
arkadaşlığı gerek malı ile Ebubekir kendisine en çok minnettar olduğum kimsedir.
Allah'tan (Rabbimden) başka dost (halil) edinseydim Ebu Bekr'i edinirdim. Fakat
İslam kardeşliği her şeyden üstündür. Mescidde Ebubekir'in kapısından başka
kapanmamış kapı kalmayacaktır." [221] Ve
yine bu hususta sadece Ali bin Ebu Talib'in kapısı haricindeki kapıların
kapanması ile alakalı emir bildiren hadisler de vardır.
Bunlardan birisi
"Rasulullah Hz. Ali'ye "Ey Ali cünüp olduğun halde mescide yürümek
benden ve senden başkasına helal olmaz[222]."
Bu hadislerde "Camiuz zaid'de bazı ravilerin siga, bazılarının da zayıf
olduğu haber verilmiş. Hatta bazılarının meçhul ve hadislerinde mürsel
olduğunun haberi verilmiştir.
Bütün
bu hadislerin mânâsı ne olursa olsun Kur'anî ibaresi iki mânâdadır. Biz ikinci
mânâyı seçiyoruz. Kesin bir bilgiye göre Rasulullah'ın evleri mescidin
yakınında olup orada oturanlar için, dışarı çıkmak istediklerinde mescitten
başka kullanacakları kapı yoktu. Dışarıdan gelenlere de mescidden başka giriş
yoktur. Aynı zamanda mescid Rasulullah'ın dışarıdan onu ziyarete gelip de,
O'nu görmek isteyenlerin namaz vakitleri dışında O'nu görebilmek için
oturdukları yerdir. Dışarıdan O'nu görmek için gelenlere, eğer cenabet halinde
iseler geçmeleri, için ruhsat verilmiştir ki, bu kolaylaştırma Kur'anî nüzulün
bir hikmeti ve siret-i nebeviyyenin özelliklerindendir. [223]
44- Kendilerine Kitap'tan nasip verilenleri
görüyor musun? Sapıklığı satın alıyorlar da sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45- Allah düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir.
Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kafidir.
46- Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden
değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak "işittik ve
karşı geldik" "dinle dinlemez olası[224]'
"raina"[225]
derler. "Eğer onlar işittik, itaat ettik dinle ve bizi gözet"
deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat
küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lanetlemiştir.
Artık pek az inanırlar."
47- "Ey kitap ehli, biz birtakım yüzler
silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları cumartesi adamları gibi
lanetlemeden önce (davranarak) size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize
(Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir."
48-
"Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz, bundan başkasını
dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile)
iftira etmiş olur.
49-
Kendilerini temize çıkaranları gördün mü? Hayır, Allah dilediğini temize
çıkarır ve hiç kimse kıl kadar haksızlık görmez[226].
50- Bak nasıl da Allah üzerine yalan
uyduruyorlar; apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter!
51- Kendilerine kitaptan nasip verilenleri
görmedin mi; putlara ve batıl (tanrılar)a[227]
iman ediyorlar, sonra da kafirler için "Bunlar Allah'a iman edenlerden
daha doğru yoldadır" diyorlar.
52- Bunlar, Allah'ın lanetlediği kimselerdir.
Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lanetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi var?
Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi[228]
(kadar bir şey) bile vermezlerdi.
54- Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği
şeylerden insanlara hased mi ediyorlar. Oysa İbrahim soyuna Kitab'ı ve hikmeti
verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.
55- Onlardan bir kısmı İbrahim'e inandı kimi de
onlardan yüz çevirdi; (onlara) çılgın alevli cehennem yeter.
56- Şüphesiz ayetlerimizi inkar edenleri yakında
bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymayacak hale geldikçe,
derilerini başka derilerle değiştiririz ki acı duysunlar; Allah daima üstün ve
hakimdir.
57- İnanıp iyi işler yapanları da içinde
ebediyyen kalmak üzere girecekleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız.
Orada da onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu/tatlı bir gölgeye
koyarız.
"Kendilerine
Kitap'tan nasip verilenleri görüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyorlar,
sizin de yoldan sapmanızı istiyorlar..."
Ayetlerin ibareleri açıktır.
Bu ayetlerde yahudilerden gelecek tehditlere, provakas-yonlara, isyanlara,
küfre ve onlardan çıkacak çeşitli entrikalara tekrar tekrar işaretler vardır.
Bu davranışların onlardan sadır olması itibariyle korkunç bir hamle ve onların
kerih tabiatlarını deşifre etme bağlamında çeşitli üsluplar, tembihler vardır.
Onların bu yönlerini anlatırken yine ayrı bir üslupla, imanda onlarla
bulunanları doğrulayan Mu-hammed'in risaletini tasdiğe ve artık ihlas, sulh
yolunda yürümelerine çağrı vardır. Onlardan "ehli sebf'e Allah gazabını
hatırlatarak, doğru yolu seçip, Rabbin davasına icabet etmezlerse onlara da
benzer bir gazabın ve ahirette korkunç daimi ateşin olduğunu hatırlatmıştır.
Bu hükümler (bizce)
yeni bir fasıldır, geçmiş bölümlerle bir bağlantısı yoktur. Mü-fessirlerden
nüzul münasebeti ile alakalı birden fazla rivayet naklolunmuştur.[229]
Bazıları ilk üç ayetin, yahudilerin dini alaya alarak bazı kelimeleri
dillerine dolamaları, hitap şekillerinde ve bazı kelimelerde Rasulullah'ı
"madem ki nebidir mânâsını bilsin" iddiasıyla alaya almaları sonucu
nazil olduğunu söylemişlerdir. Dördüncü ayetin ise, Yahudi ruhbanlarını Beni
Kaynuka yahudilerini ve onların babalarını imana davet niteliğinde nazil
olduğunu söylemişlerdir.
Beşinci ayet ise
Habeşli Vahşi (Hz. Hamza'yı şehit eden)'nin arkadaşlarının "Allah'ın
rahmeti madem ki günahları için geniştir" diyerek O'nu Rasulullah'a tabi
kılmak isteme/eri hakkında nazil olmuştur.
Bir başka rivayet ise
müslümanlardan bir adamın Rasulullah'a: "Ey nefislerine zulmeden kullarım,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. O şüphesiz bütün günahları bağışlayıcıdır"
ayetin münasebetiyle nazil olmuştur, demişlerdir.
Altıncı ve yedinci
ayetlerin nüzul sebebi olarak şu ileri sürülmüştür: Yahudilerin Ra-sulullah'a
çocuklarını getirip "Bunlara günah var mı?" derler. Bunun üzerine
Rasulullah "Hayır" der. Yahudiler "Biz ancak onlann
heyetindeniz, gündüz keffaret olunur. Çünkü, bizler Allah'ın ahbabıyız (sevgili
kullarıyız)" dediler.
Sekizinci ve dokuzuncu
ayetler ise, şu sebeple inmiştir: Yahudilerden bazı elçilerin Mekke'ye giderek
orada Kureyş kabilesini Nebi'nin aleyhine kışkırtmışlar. Kureyşliler
yahudilerin putlarına secde etmeleri halinde isteklerini yerine getireceklerini
bildirip ilim, kitap ehli sıfatıyla "Muhammed mi en hidayetlidir
(hidayettedir), yoksa biz mi?" demişler. Yahudilerin onların hidayette
(doğru yolda) olduklarını ikrar etmeleri üzerine Nebi aleyhine onlarla
(yahudilerle) anlaşmışlardır.
Onuncu ayet Yahudi bir
şahsın "Rasulullah'ı kendisinin zayıflıktan kuvvete ve yetkili
kılınmasıyla O'nu tenkit etmesi üzerine nazil olmuştur." denilmiştir.
Bu naklettiğimiz
rivayetler isnat açısından güvenilir değildir. Zaten ayetlerin mevzu-larıyla da
uyumu görülmüyor, nazil olduğu ortamlarda uyuşma yoktur. Her ne kadar bazıları
kısaca ayetlerin içeriğine uysa da.
Bize göre bu üzerinde
durduğumuz ayetler, yahudiler hakkında bir defada bir fasıl niteliğinde nazil
olmuştur. Bu, yahudilerden hiç bir davranışın çıkıp rivayetlerdeki gibi
naklolunmasına mani değildir. Ayetler onlann davranış biçimlerini açığa
vurarak, sakındırarak gelmiştir. Bu arada biz bu irad ettiğimiz rivayetlerden
birisini seçemiyoruz, ancak zannımızca yahudilerin Kureyş'e gidip
müslümanların ve Rasulullah'ın aleyhine kışkırtmada bulunmaları, onlar ve
putları hakkında söylemiş oldukları sözler üzerine nazil olduğu kanısındayız.
Bu rivayet 51. ayetin içeriğine uymaktadır. Zaten bu ayet şedid bir üslupla,
kesin bir biçimde onları korkutmuş, üzerlerine bariz bir hamle olmuş ki bu en
şiddetli üsluplardandır. Belki ilk bakışta 48. ayetin yahudilerle alakasının
olmadığı düşünülüyor, ancak zikrolunan münasebet onlarla alakasının olduğunu
gösteriyor, hatta şiddetle bağlılık olduğu imajını veriyor.
Yahudiler ve
Kureyşliler putlarına övgüler sunmuşlar, hatta putlarına imanlarını
açıklamışlar ve secde etmişlerdir. Allah'ın birliğine ve güzel ahlaka çağıran
Muhammed (s)'den kendilerinin daha da çok hidayette olduğunu Kureyş'e
söylemişler. Böylece if-sad anlayışlarını tenfiz etme imkanı bulmuşlardır. O
halde ayet şirki dile getirerek onlann çirkin bir şirk ortamında
bulunduklarını, Allah'ın bütün günahları affedeceğini ayetlerle bildirdiğini
ancak şirk günahını asla bağışlamayacağını belirtmiştir.
Bu bölüm, yahudilerin
o günden yani Rasulullah'ın zamanından günümüze kadar aynı çizgide, aynı
ortamda bulunduklarına işaret ediyor. Zira onlar Rasulullah'ı daima ilerleyen
davasından engellemeye çalışmışlar, çeşitli entrikalarla, övünmelerle, alaylarla
Allah 'in davasını şüphelerle ve vesveselerle durdurmaya çalışmışlardır.
Böylece sadece bu
ayetlerde değil Ali İmran sûresinde, Bakara'da onlara karşı Rab-bın gazabını ve
onların (yahudilerin) hangi ortamda çıkış yaptıklarını, Allah'a bir davet,
çağrı, olduğu zaman, kalplerinin rahatsızlığı artıp onları fiiliyata itmiş
olduğunu genişçe işlemiştir. Onlar İslami yapılanmayı bulandırmakla
kalmamışlar, hatta Rasulullah'a ve müslümanlara eza göstermişlerdir. Belki
ayetlerin onları vasıflamasındaki en çirkin ve korkunç hal putlara iman
etmeleri, hem de bunu hasetle, kızgınlıkla yapmış olmaları, utanmadan da bu
facir olanlara karşı imanlarım yani putçulara karşı kolayca izhar etmeleri,
bununla da kalmayıp Kureyş'in müslümanlardan daha da doğru yolda ve hidayette
olduklarını zikretmeleri, yaptıkları en çirkin hal olarak tenkid edilmiş ve
zikrolunmuştur.
Yahudilerin Medine'de
Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kureyza olmak üzere üç kabileden oluştuğunu
biliyoruz. Medine'den ikinci senede ayrılan ilk yahudi kabilesi Beni
Kaynuka'dır. Üçüncü senede Beni Nadir kabilesi, beşinci senede ise Beni Kurayza
kabilesi Medine'den ayrılmışlardır. Burada şunu açıklamakta yarar vardır.
Zikrettiğimiz ayetlerdeki bölümler, yahudilerin Medine'de beraberce ikamet
ettikleri zamanda Rasulullah'a ve müslümanlara saldırdıkları anda nazil
olmuştur. Yani ayetlerin nazil olduğu anda bütün yahudi kabileleri Medine'de
idiler ve İslam aleyhine uğraşları vardı. Zira ayetlerde dile getirilen onların
aleyhine yapılan SlklŞüma ve hamleler yahudiler Medine'de yok iken olamazdı.
Yahudi elçilerinin (delege) Mekke'ye gitmesi rivayeti onların (Beni Nadr)'ın
çıktıktan sonra Hayber'e yerleşip oradaki yahudilere önder olmalarını i-ma
ediyor. Zaten onların Hayber'e yerleşmelerinden sonra Beni Kurayza'nın Medine'ye
karşı gösteri yapmasının sonucu olarak, ya da diğer hiziplerin Medine'ye baskı
yapmasındaki etkinlikleri daha da artmıştır. Biz bunlarla alakalı malumatları
Ahzab sûresinde vermiştik. Bu hususta şunu diyebiliriz:
Bu fasıl en azından
(ayetler) Beni Kurayza'ya gazaptan önce inmiş, ancak Hayber yetkililerini ve
onlara önderlik eden bu güruhun da, yani Beni Kurayza'yi da bu tenkit ve inzar
kapsamıştır. Hatta bu ayetler, Beni Nadr kabilesi Medine'den ayrılmadan önce
inmiş de olabilir. Mekke'ye giden yahudi elçi de başka münasebetle oraya gitmiş
olabilir. Allah en iyi bilendir.
Bu bölümlerin sûrenin
burasına konulmuş olmasının hikmeti bizce malum değildir. Zira ne önceki ne de
sonraki ayetlerle bir bağı yoktur. Direkt olarak, ancak geçmiş ayetten sonra
bu fasıl nazil olmuş sonra da Rasulullah bu yere ortam uygunluğundan dolayı
konulmasını emir buyurmuştur. Teyemmüm ayeti bize Hz. Aişe'nin akdinin
(gerdanlığının) kaybolduğu Müreysi gazvesini (Ahzab sûresinden önce olmuştur)
hatırlatıyor. Bu gazve Beni Kurayza'ya gazaptan ve Ahzab sûresinden önce
olmuştur[230]. Bununla alakalı karine
(işaret) vardır.
Sûrenin başında
telifinin keyfiyetini zikrettiğimiz gibi bunda başka bir misal vardır. O halde
bu fasıl Ahzab sûresinde de zikrolunduğu gibi Ahzab vakası ve Beni Kurayza
olayından önce nazil olmuştur ki Ahzab sûresi nüzul sırasında bu sûreden önce
gelir.
Bu ayetlerde geçen
fasıllarda (bölümlerde) önceden de belirtiğimiz gibi bu ayetlerin çeşitli
bölümlerinde, Rasulullah (s)'la yaşayan yahudi toplumunun kötü ahlakından,
hangi seviyede olursa olsun hayırlara karşı hasedinden, hangi nimete olursa olsun
isyanlarından, başkalarına verilen fazilet ve hayıra karşı olan selbi
tutumlarından, onların dışındakilere karşı hangi boyutta olursa olsun zarar
vermelerinden sert üslupla bahsetmiştir.Yahudi toplumunun bu davranışları ve
bozguncu yaklaşımları sadece bir zamanla sınırlı olmayıp, selefleriyle de aynı
paralelde davranışla anlatılmıştır.
İşte bu fiiller
yüzünden insanlığın en kötüleri, en çirkin ahlaklıları olarak geçmişten
günümüze kadar hatırlanacak kimselerden olmuşlardır.
47-55. ayetlerde her
ne kadar Yahudi grubun çirkin tabiatlarıyla hareket ettiği görülse de,
iffetinden az birgrub iman esasianna göre hareket edip hakkı gözetip, O'na
ittiba ettikleri, Nebi'nin risaletine hüsnüniyetle iman edip tasdik
ettiklerinin zikri geçmiştir. O zaman, insaf sahibi kim olursa olsun,
müslümanların haricinde de olsa, onlara karşı takınılan Kur'anî yaklaşımı
görebiliyor, müslümanların dışındaki kişilerin yahudiler nezdin-deki Kur'anî
vasıflarını telakki edebiliyoruz. Bunu söylerkn, şer'i nizamla övünüyoruz ve ona
en derin imanla bağlanıyoruz.
Araf sûresi 163-168.
ve Bakara 65-66. ayetlerde Cumartesi günü balık avlamalarına yani yevmü's-sebte
tecavüz etmeleri sonucu kendilerine gelen Rabbani gazaba işaret edilmiştir.
Bakara 47. ayette ise onları, uyarmış Allah'ın lanetinin onların üzerine olduğuna
işaret edilmiştir.
Biz bu mevzuları
değişik münasebetlerle dile getirmiştik. Ancak şunu söylemekte yarar görüyoruz.
Buradaki uyarma (inzar) üslubu sert ve korkunçtur. Belki bu inzar Hz.
Muhammed'in davasına çağrı ile birlikte onlara yöneltilmiş son bir hitabı dile
getiriyor. Çünkü Nebi önce Beni Kaynuka sonra Beni Nadr kabilesini Medine'den
ayırmış, az bir zaman sonra da Beni Kureyza kabilesinin Medine'de pislikleri
ortaya çıkmıştır.
İbn Kesir 48. ayetle
ilgili olarak Allah'ın şirk dışındaki günahları affedeceğine dair çeşitli
hadisler irad etmiştir. Biz burada konumuza ve ayetin mevzusuna da sıkı bağı olması
hasebiyle bazılarını zikredeceğiz.
Enes bin Malik'ten
Rasulullah şöyle dedi: "Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki, Allah onu
affetmez, bir zulmü de affeder, üçüncüsü de bir zulüm ki Allah hiç bir eser
bırakmaz. Hiç affetmediği zulüm, şirktir, ikinci affettiği zulüm kulların
kendilerine, aralarında ve Rabblerine yaptıkları zulümdür. Üçüncü ve
bırakmadığı zulüm ise, kulların bazılarının bazılarına yaptığı zulümdür ki
birbirinden hesaplaşıncaya kadar bırakmaz."
İkinci hadis
Muaviye'dendir Rasulullah dedi ki: "Umulur ki her günahı Allah affedebilir
ancak, kafir olarak ölen adamı ve kasten mü'min öldüreni affetmez." Ebu
Zerr'in rivayet ettiği hadis ise şöyledir: Rasulullah'ı şöyle derken işittim:
"Hiç bir kul yoktur ki, La ilahe illallah desin de sonra ölsün cennete
girmesin (La ilahe illallah diyen cennete girer) Ebu Zerr "Hırsızlık ve
zina yapsa da mı?" dedim. Rasulullah "hırsızlık yapsa da, zina etse
de" buyurdu. Sonra üç defa dediğimi tekrar ettim; dördüncüde "Ebu
Zerr'e (karşı çıkmasına) rağmen, hırsızlık yapsa da, zina etse de" buyurmuştur[231].
Burada "rağme enfi" tabiri, buna rağmen, karışmasına, müdahalesine
rağmen mânâsındadır.
Cabir'den rivayet
olunmuştur. Rasulullah'a bir adam geldi ve dedi ki: "Ya Rasulullah
"mucibeteyn" (yani cennet ve cehennem) nedir?" Rasulullah
"Kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennet ona vacip olmuştur. Kim de
Allah'a şirk koşarak ölürse cehennem ona vacip olmuştur."
Cabir bin Abdullah'tan
rivayet olunmuştur. Rasulullah şöyle dedi:. "Hiç bir müslü-man yoktur ki,
şirk koşmadan ölsün de Allah'ın mağfireti ona isabet etmesin, Allah isterse
bağışlar isterse de azabeder. Allah kendisine şirk koşulmayı bağışlamaz ancak
o-nun dışındakini isterse bağışlar."[232]
İbn Ömer'den, dedi ki:
"Biz Allah Rasulü'nün ashabıydık, nefsi katletme, yetim malı yeme, boş
ilim meclislerinde faydasız sözlere katılma hakkında -yani bu fiilleri yapanın
cehennemlik olduklarını düşünüyorlardı -şüphelenmiyorduk. Ne zaman bu ayet indi,
işimizi Allah'a havale ettik ve bu zannımızdan vaz geçtik. (Sözkonusu ayet
"Allah kendisine şirk dışında her günahı dilerse affeder" mealindeki
hükümdür.)
Bu hadislerde Allah'ın
affını ve rahmetini düşünme ve hesap etme hakkında ruha rahatlık veren
üsluplar vardır. Buna göre mü'min iman esaslarına ters düşmeyecek doğrultuda
olduğu müddetçe, günahları imana zarar vermeyecek ve haramları helal saymayacak
durumda ise, ona Rabbi mağfiret ile muamele edebilir. Belki de bu hadislerden
birinci olarak rivayet ettiğimiz Enes'in hadisi bu konuda ana kaynağı teşkil
etmektedir.
Allah şirki imanla ve
tevbeyle birlikte, şirkin dışındaki günahları da tevbeyle kabul edeceğini haber
vermesiyle alakalı ayetin tefsirinde Hazin[233]
şöyle demiştir: "Dilediğini bağışlar" (limen yeşa) mealindeki cümle
tevhid ehlinden tevbe etmeden ölenleri içine alır. Bu sebeple büyük-küçük günah
sahipleri öldüğü ve tevbe etmediği zaman onun işi Rabbani iradeye kalmış olur.
Bununla birlikte
ayetlerde hususi olarak övünme, insanlara haset, enaniyet (bencillik)
özellikle de Allah'ın fazlı ile genişlik ve rahatlık bahşedilmiş olanların
hasedi ve davranış biçimleri çirkin addedilmiş ve yerilmiştir.
Ayrıca
bu ayetlerde, kötü ahlakı insanlarla alay etmeyi, tekebbür etmeyi, düşmana oyun
yapmak için (onu aldatmak) iman ve din esaslarından sapma ve uzaklaşmayı zemmeden,
kötüleyen Kur'anî hükümler de vardır. [234]
58- Allah
size emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğüt veriyor.
Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.
Ayette
müslüman olanlara, müslüman olduklarını ilham ederek emanetlerin ehil olanlara
ve sahiplerine korunduktan sonra iade edilmesi, insanlar arasında sorunlar hakkında
hüküm verdiklerinde adaletle hükmetmelerini ve bu iki işin öneminin büyüklüğüne
işaret ederek hitap etmektedir. Son olarak da Allah'ın gören ve işiten
olduğunu, bundan dolayı her işte, herhalükarda, onun murakabesinin olduğunu
bilmelerini ayette emir buyuruyor. [235]
"Allah emanetleri
ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle
hükmetmenizi emreder..."
Müfessirler[236] bu ayetin
Mekke'nin fethinde ve şu ortamda indiğini rivayet ederler: Kabe'nin hadimi olan
Osman bin Şeyb'in elinde olan anahtarı Rasulullah almış, sonradan da amcası
Abbas şikayet (hacıları sulama görevi) ve Kabe hizmetini elinde bulundurmak
için anahtarı istemişti. Bunun üzerine Rasulullah anahtarı Osman'a iade
etmişti. Onun ve zürriyetinin elinde kalmasını, anahtarı ancak zalim bir
kimsenin onun elinden alacağını söylemiştir.
Taberi de şu rivayeti
aktarmış, İbn Abbas ve başkalarından da bu ayetin, emaneti ve haklan
sahiplerine iade etme, insanlar arasında hakla ve adaletle hükmetme ve
"kanun" konusunda nazil olduğu ve buradaki hitabın müslümanlardan
olan veliyyü'-emre yönelik olduğu rivayet olunmuştur.
Birinci rivayet nüzul
sebebi daha uyumludur. İkinci söz ise zahirdir. Ya rivayet sahih olup ayet
kanun olarak itibar olunmuştur ya da asıl olarak kanun mahiyetindedir. Yalnız
biz bunun yani ikinci görüşün, umumi teşri mahiyetinde olduğunu iki sebepten
dolayı tercih ediyoruz. Böyle birinci yön; birinci rivayet yani Mekke'nin fethi
ve devam eden münasebet uygunluk arzetmemektedir. Çünkü Mekke'nin fethi geç
vakitte vaki olmuştur. Bu da ayetin nüzul sebebi olarak bulunan ortama
uzaktır.
İkinci yön ise, bu ve
sonradan gelen ayetin, mevzu ve ortam yönüyle benzeşmesi sebebiyle bir üslup
benzerliği ortaya çıkar ki bu iki ayet bir durumda ve kanun mânâsında tek bir
hedef için nazil olmuş denilebilir. Bu yüzden, bu ayetin umumi anlamda teşri
(kanun) anlamını taşıdığı görüşünü seçiyoruz.
Ayet ya yeni bir
konudan bir bölümdür, ya da başlıca bir yeni konudur ve bir sonraki ayetle
beraber nazil olmuştur. Kısaca bu ayet yeni bir konu ve bölümdür ve muhkem
ayetlerdendir bu yüzden biz bunu burada ele alıyoruz.
Ayette çoğul kipinin
kullanılarak hitabı birinci olarak tevcih etmesi, ikinci olarak ayetin bu
sigası yani çoğulu mânâda zikrolunması, hükmün müslümanları, her zaman ve
mekanda, dostuyla ve düşmamyla birlikte hepsini içine aldığını gösteriyor.
Birinci olarak bu
üslubun (cemi sigasının) kullanılması ikincil olarak da "nas" (insanlar)
tabirinin zikri, insanların hangi sıfatta olursa olsunlar tabaka farkı olmadan
dost-akraba ayrımına gitmeden, kimseye itibar etmeden aralarında adaletle,
hakla hükmedil-mesini, hakların ve emanetlerin korunmasının ve müslümanlara
iade edilmesini ince ve daimi bir tarzda telkin ediyor. İşte bu üslup ebedi
İslam şeriatinin ince görünümlerin-dendir, tabiatındandır. Bu üsluplar gelmiş
ve gelecek bir dizi Kur'anî hükümlerde tekrar tekrar kullanılmıştır.
Maide sûresinde de bu
üslupla müslümanlara, hangi ortamda olursa olsun düşmanlık ve buğzun onları
adaletle hükmetmekten alıkoymaması emredilmiştir. "Ey iman edenler, Allah
için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa
duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin, adaletli olun. Bu Allah
korkusuna daha çok yakışan bir davranıştır. Allah'a isyandan sakının, Allah
yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir." (Maide, 8)Rasulullah'a ikinci emir
de, yahudilerin çeşitli oyun ve isyanına rağmen O'nu aralarında
hükmettirirlerse adaletle hükmetmesi hakkındadır. Bu emir şudur: "Hep
yalana kulak verir, durmadan da haram yerler, sana gelirlerse ister aralarında
hüküm ver istersen onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiç
bir zarar veremezler ve eğer hüküm verirsen aralarında adaletle hükmet, Allah
adaletten ayrılmayanları sever." (Maide, 42)
Bu iki ayette de,
bizim üzerinde durduğumuz ayetlerde olduğu gibi hangi durum olursa olsun
insanlar arasında adaletle hükmedilmesi emrediliyor.
Rasulullah (s),
rivayet edilen bir hadiste şöyle demiştir. "İyiye ve kötüye iade edilmesi
lazım olan emanet dışında cahiliyyenin her şeyi, şu iki ayaklarımın
altındadır."[237]
buyurmuştur.
İkinci hadis Abdullah
bin Mesud'dan rivayet olunmuştur. Rasulullah şöyle dedi: "Allah yolunda
öldürülmek, emanet haricindeki bütün günahları örter (bütün günahlara
keffarettir. Ancak emanet müstesnadır. Zira emanetin sahibi Kıyamet gününde
getirilip ona "Emanetini, iade et buyrulur, o da "-Yarabbi nasıl eda
(iade) edeyim ki, dünya yok artık, dünyam gitmiş" der. İkinci kez
"Emanetini eda (iade) et" denilİF. O da "Yarabbi dünya gitmiş
nasıl iade edeyim" diyerek mukabele eder. Sonra cevap tekrarlanarak
"Onu cehenneme götürün" denilip oradan aşağı cehennemin dibine kadar
atılır. Orada emanetini aynı hey'etinde bulup alır ve cehennemin kıyısına kadar
onu boynunda taşır ta ki onu görüp çıkardığını zanneder ancak ayakları kayıp
yeniden aşağı cehennemin dibine yuvarlanır. Bu hal ve bu işi üzerine ebediyyen
böylece devam eder."[238]
Üçüncü hadis: Abdullah
bin Ömer'den; Rasulullah dedi ki: "Eğer dört şey (haslet) sende varsa
dünyadan geçen diğer şeylerden üzerine bir şey kalmaz (yani bunların dışında
dünyadaki şeylerden sorgu olmaz). Bu dört şey emanete sahip olup koruma, doğruluk,
güzel ahlak, kötülüğe çağıranlara karşı iffettir"[239]
buyurdu.
Dördüncü hadis: Enes
bin Malik rivayet etmiştir. Dedi ki, Rasulullah bize hutbe irad etti ve dedi ki
"Emaneti olmayan (emanet ehli)ın imanı, ahde vefa göstermeyenin de dini
olmaz."[240]Ayrıca Ebu Hureyre'nin de
emaneti koruma ve işlerin ehline verilmesiyle alakalı Rasulullah'tan rivayet
ettiği bir hadis vardır[241].
59- Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir
sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve
ahirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasul'e götürün. Bu hem hayırlı,
hem de netice bakımından daha iyidir. [242]
"Ey iman edenler,
Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat
edin".
Bu meyanda hüküm ve prensibler:
Ayetin ibaresi
açıktır. Müslümanların Allah'a, Rasule ve onlardan olan emir sahiplerine itaat
emrini içeriyor.Hangi hususta olursa olsun, her türlü ihtilafın ve çekişmenin
Allaha ve Rasul'e götürülmesini söylüyor.
Şüphesiz bu ayet
müslümanın, Allah'a ve ahiret gününe imanının sıhhatinin şartı ve delili
kılınmıştır. Bu hususta hayır, en güzel çözüm ve çıkış yolu ve hükümlerin
olduğunu belirtmiştir.
Müfessirler bu ayetin
cihad seriyyelerinden biri hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir[243]. Bu
seriyyedeki mücahidlerin biri müslümanlığını ilan etmiş bir şahsı emi-rin izni
olmadığı halde himayesine aldığını ilan etmesi üzerine seriyye Peygamber
aley-hisselama dönünce olay Rasulullah'a götürülür. Rasulullah himayeyi kabul
eder. Fakat bunun gibi bir olayın emirin izni olmadan tekrarlanmasını yasaklar.
Bunun üzerine bu ayet nazil olur. Rivayetlerden biri komutan olarak Halid bin
Velid'in ismini diğer bir rivayet Abdullah bin Huzafe'nin ismini zikreder.
Bizce açık olan odur
ki, ayet bu rivayetlerin ifadesinden daha genel bir olay için inmiştir. Bu
yönüyle geçen ayetlerle bağlantılıdır ve bu iki ayet kendinden sonra gelen
ayetler için Peygamber (s)'in emirlerini uygulamada bir mukaddimedir. Bu
rivayette geçtiği gibi bir olayın meydana gelmesine engel değildir. İniş
hikmeti emir sahiplerinin sultasının ve onlara itaatin genel bir suretle
belirtilmesidir.
Herhalükarda ayet,
geçen ayet gibi tabii hüküm ayetidir. Mutlak olarak gelmesi muhtevasının her
zaman ve mekanda müslümanlar için devamlılık ifade eden bir hüküm olduğunu
ifade ediyor.
Cumhurun ittifakına
göre Allah'a itaat, Kur'an'a itaat ve Kur'an'daki hadlere, hükümlere,
prensiblere, emirlere ve yasaklara uymayla; Rasulü'ne uyulması ise emirlerine,
yasaklarına, öğretilerine, irşadlarına, hayatına uymakla, vefatından sonra ise
sünnetine uymakla ifade edilir.
Aynı zamanda ayetin
içeriğinden Kur'an ve sünnetin başlı başına iki kaynak olduğu, müslümanların
kendi aralarındaki her türlü çekişmede o ikisine müracaatın vacip olduğu, eğer
o ikisinde bir sınır çizilmişse o sınırda durulması gerektiği anlaşılıyor. Bu
vacip müslümanlara ve onlardan olan emir sahiplerini de terettüp etmektedir.
Bu çekişme kendi aralarında olsun veya onlarla emir sahipleri arasında olsun
fark etmez, eşittir.
Kur'an ve sünnette
sınırlı hükümler, genel prensip, telkin ve yönlendirmeler vardır.
Her ikisinin de dönüşü
diğerine tabii olarak doğru geldiği gibi, buna da doğru gelmektedir. Şüphesiz
ki Kur'an ve sünnetteki muhkem olmaya devam eden sınırlı bir hükümde içtihad ve
değişiklik caiz değildir. Bunun dışındaki yerlerde Kur'anî ve Nebevi prensip,
telkinler, yöneltiler ve genel hatların dairesinde içtihad yapmak caizdir. Bu
içtihad işte iyice düşünüldükten sonra, ehli hal ve'l akdin istişaresinden
sonra emir sahipleriyle sınırlıdır. Bu sürede de olayı güçlendirecek,
pekiştirecek şu ayet vardır.
"Hem o
münafıklara iman ordusunun zafer ve felaketine dair eminlik veya korku haberi
geldiği zaman onu yayarlar. Halbuki o haberi, Peygamber'e ve mü'minlerden kumandanlara
iletseler elbette onun yayılıp yayılmaması gerektiğini onlardan öğrenirlerdi."
Yine bu işte ilimleri,
akılları, tecrübeleri, hükümleri, kaynaklarından misallerden, örften ve
müslümanların maslahatından çıkarılabilecek kişilerle sınırlıdır. Bunun her yer
ve her zaman için geçerli olduğu gayet tabiidir.
Usûl alimlerinin kabul
ettiği ve bu münasebetle burada getirilmesi sahih olan görüş o dur ki; Kur'an
veya sünnette sarih ve mahdut bir hükmü olmayan meselelerde müslü-man
alimlerinin icmasına uygun hareket edilir. Bu hususta icma da yoksa kıyasın
gerektiğine göre hareket edilir. Kendisinde kıyasın da bulunmadığı hususlarda
sırasına göre istihsanla amel edilir. Ancak bu kaviller üzerine icma edilen
görüşler değildir. Kıyasın kabulünde ve ona itibar etmedeki ölçüde; istihsanda,
kaynağında ve icmanın hüccet olup olmasında ihtilaf edilmiştir. Bazı alimler
icmanın sadece İslam'ın ilk döneminde ve Ra-sulullah'ın ashabı tarafından
gerçekleştirildiğini söylemişlerdir. Çünkü bu devrin müçte-hid ve alimleri az
ve dağılmış idiler. Çünkü insanlar dağıldığında icmanın vuku bulduğuna vakıf
olmak zordur. Bu ihtilaflar bir yana diğer bir tarafta ise meydana gelen olaylar
üzerindeki içtihadlar ve hükümler hadislerin dereceleri, istihsan, kıyas ve bu
ikisini kabul etmeme İslami fıkhi mezheplerin çoğalmasının sebeplerindendir. Bu
kadarlıkla yetineceğiz. Çünkü bu konuyu genişletmek buraya uygun düşmez.
Apaçıktır ki ayet,
Allah'a, Rasulü'ne, Kıyamet gününe iman; Allah'a, Rasul'e ve bunların temsil
ettiği Kur'an ve sünnete itaatin kayıtsız ve şartsız gereklerindendir. Ama
Rasulullah'ın hayatında ve ölümünden sonra emir sahipleri hakkında onlara
itaat, müslümanların maslahatıyla sınırlıdır ve Kur'an ve sünnette bulunan
emirler, nehiyler ve hadlerle çelişmemesi gerektiği hususunda birçok hadis rivayet
edilmiştir. Herhangi bir masiyet durumunda onlara itaat edilmez. Müslümanlar
için bir maslahat olmayan hususlarda ve Kur'an ve sünnetle çelişen durumlarda
onlara itaat edilmez. Bu rivayetlerden biri İbn Ömer'in rivayet ettiği şu
hadistir: Rasulullah şöyle buyurdu: "Müslüman kişiye hoşlandığı veya
hoşlanmadığı durumlarda dinleyip itaat etmesi gerekir. Ancak masiyetle
emredilirse hariç. Masiyetle emredilirse dinleyip itaat etme yoktur[244].
"İkinci bir hadis Enes bin Malik rivayet etmektedir. Allah Rasulü buyurdu
ki: "Başı kuru üzüm gibi Ha-beşli bir köle de üzerinize emir yapılsa
Allah'ın kitabıyla aranızda hükmettiği müddetçe işitip itaat ediniz."[245]
Üçüncü bir hadisi bize
Ubade b. Samit rivayet etmektedir. Rasulullah (s)'a istediğimiz veya
istemediğimiz durumlarda, zorluğumuzda ve kolaylığımızda işitip, itaat hususunda
bey'at ettik. Sizin için Allah bir delili olan apaçık bir küfür hariç, emir
sahibine emre karşı çıkmamak üzere beyat ettik"[246].
Dördüncü bir hadisi Ümmül Hesin, Rasulullah (s)'ın Veda Haccı'nda hutbe
okurken işittiğini rivayet etmektedir: "Şayet size Allah'ın kitabıyla
hükmeden Habeşli bir köle de olsa onu dinleyip itaat edin.[247]
Beşinci bir hadisi Ebu
Hureyre rivayet ediyor. Rasulullah (s) şöyle buyurdu "Benden sonra
üzerlerinize bazı facirliklikleriyle facirler ve Berberiler vali olacaklardır.
Onları naklolan bütün hususlarda dinleyip, itaat edin. Onların arkasından
namaz kılın, onlar iyi olurlarsa bu siz ve onlar için iyidir. Eğer kötü
olurlarsa sizin lehinize onların ise aleyhinedir.[248]
Mümtehine süresindeki
ayet[249],
Peygamber efendimize mü'min kadınlarla beyatlaş-mayı emrediyor. "Ey
Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık
yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir
iftira uydurup getirmemek, iyi iş yapmakta sana karşı gelmemek hususunda sana
bey'at etmeye geldikleri zaman biatlannı kabul et." Delil burada son
bölümdedir. Öyleki burada onlardan, üzerinde hayır ve salahın bilindiği
hususlarda İslam'a itaat edip söz alınmasını emretmektedir[250].
Enfal sûresinde de insanları ihya edecek şeye Allah ve Rasulü davet ederse
müslümanlann itaat etmesini emreden ayet geçti. Bu her iki ayette de açık
olduğu üzere hadisi nebevilerde geleni teyid vardır.
"Minküm"
(sizden) olan kelimesi, müslümanlann üzerine itaat edilmesi vacip olanların
müslümanlardan olması gerektiğini kastediyor. Bir müslümanın, müslüman olmayan,
sultan veya emire itaatinin caiz olmadığını içeriyor.
Bu ayette yüce bir
telkin vardır ki o da, yabancı bir hükme rıza göstermemek, onun hükmüne boyun
eğmemek ve onların kurduğu tahakkümden kurtulmaya çalışmak ve bütün gücünü bu
hususta harcamaktır. Bu sûrede bu telkini teyid edecek ayetler vardır[251].
Buralarda zalimlere, yabancı hakimlere boyun eğenlere karşı bir uyarı vardır. Bu
onlara karşı durmaya ve çeşitli vesilelerle onlara karşı çıkmaya yöneltiyor.
Bundan sonra da şerhi geleceği üzere müfessirler emir sahipleri hususunda İbn
Abbas'tan ve bazı tabiinden, itaat edilmesi vacip olanların ilim ve fıkıh
sahibi olanlar olduğu hususunda görüşler rivayet etmişlerdir. Yine bazı
tabiinden olanların valiler ve hakimler olduğu hususunda değişik görüşler
rivayet etmişlerdir. Bu görüşleri rivayet eden Taberi, birincinin değil
ikincinin daha önce zikrettiğimiz hadislere binaen doğru olduğunu söylüyor.
Bizce de doğru olan budur.
Özellikle
Peygamberimiz zamanında bir ayınm yoktur. Ondan sonra kısa olmayan bir müddet
sonra ilim ve fıkıhla meşgul olanlar alimler, fakihler diye çağrılmaya başlandılar. [252]
60- Sana
indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin
mi? Zira şeytana inanmamaları, kendilerine emrolunduğu halde tağutun[253]
önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları
büsbütün saptırmak
istiyor.
61- Onlara "Allah'ın indirdiğine ve Rasul'e
gelin" denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.
62- Ya nasıl
elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir felaket gelince hemen sana
gelirler de "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik" diye
Allah'a yemin ederler.
63- Onlar Allah'ın kalplerindekini bildiği
kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara kendileri hakkında
tesirli söz söyle!
64- Biz her Peygamber'i ancak Allah'ın izniyle
kendilerine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri
zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için
istiğfar etseydi, Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.
65- Hayır: Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan
anlaşl-mazlık'[254]
hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiç bir
sıkıntı duymaksızın tam manâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.
1- Nebi'ye
indirilene iman ettiklerini iddia eden müslümanlardan bir fırka sorgulanmaktadır.
Öyle ki bu fırka bu iddiasıyla beraber kendi nefislerinde çelişkiye düşüp inkar
etmekle emrolunduklan tağuti mahkemelere başvuruyor. Böylece kendilerini hak ve
hidayetten uzaklaştıran şeytanın vesveselerine teslim oluyorlar.
2- Bu
ayetler, korkudan dolayı Nebi'ye müracaat eden ve kendi nefislerinde yaptıkları
tahriften dolayı musibetlere uğramaları sebebiyle rezillik duygusunu hisseden
bu kişileri sorgulamaktadır. Onlar öyle kimseler ki Nebi'ye gelip yemin ederek
yaptıkları bu fiileriyle inkar ve saptırma kasdetmediklerini, aksine iyilik ve
güzellik istediklerini ve niyetlerinin de güzel olduğunu iddia ediyorlardı.
3- Yukarıda geçen aynı fırkaya azarlama yoluyla
şu gerçek işaret edilmektedir: Allah onların kalplerinde olan kötü niyetleri bilmektedir.
Bunun üzerine Nebi'nin onların yaptıkları bu fiilere karşı üzülmemesi ve onlara
nasihat etmesi ve onlara güçlü bir üslupla yaptıklarının çirkinliğini haber
vermesi gerekmektedir.
4- Rabbani
bir tesbitle şu gerçeğe işaret edilmektedir. Allah Teala hiç bir nebi göndermemiş
ki ona itaati vacip kılmasın. Bu gerçekten hareketle, İşte Nebi'ye iman ettiklerini
iddia edip de imanında sadık olmayanların aralarındaki tüm meselelerde
Rasulul-lah'a baş vurup, neticedeki hükme durum ne olursa olsun hiçbir tereddüt
hissetmeden boyun eğmeleri gerekir.
5- İşte yukarıda zikri geçen bu fırkanın yapması gereken şudur: Evet işte
onlar niyetlerinde ve sözlerinde sadık kimseler iseler yaptıklarının
kötülüğünü anlayarak Nebi'ye gelip af dilemeleri, pişman olmaları ve Nebi'den
kendileri için Allah'tan af istemeleri gerekir. Eğer onlar bunu yaparlarsa
Allah Tela'yı affedici ve tövbeleri kabul edici olarak bulacaklardır. [255]
Bu ayetler hususunda
müfessirlerden[256]
birçok rivayet vardır. Rivayet olunduğuna göre; bir yahudi ve münafık arasında
husumet meydana gelmişti. Yahudi, peygamber huzurunda muhakeme olmayı istemiş,
münafık ise yahudilerden şair olup ve müslüman-larca tağut diye isimlendirilen
Kaab b. Eşref yanında muhakeme olmayı istemiştir ki bu yahudi, Peygamber'e
şiddetli düşmanlığı ile biliniyordu. Başka bir görüşe göre ise bu ayetler
müslüman gibi görünen münafık bir yahudi topluluğu ile müslümanlardan Haz-reç
kabilesi ile aralarında çıkan bir diyet meselesindeki ihtilaflarından dolayı
inmişir. Münafık olan yahudiler bu olay karşısında hakem olarak ismi Ebu Burde
el-Eslemi olan kadına gidelim demişler, müslümanlar ise Peygamberimiz'e gitmeyi
istemişlerdir. Başka bir görüşe göre ise son ayet, Peygamber'in amcasının oğlu
olan Zübeyr bin Avvam ile onun komşusu bir Ensarlının arasında çıkan bir
meseleden dolayı Peygamber'in Zübeyr lehine hükmetmesi ve Ensarlının
Peygamber'in bu hükmünde de taraf tuttuğu iddiası üzerine inmiştir[257].
Bu görüşlerden biri de
bu ayet, iki şahsın Peygamber'in huzurunda bir işten dolayı muhakeme olunması
ve aleyhine hükmedilenin bu hükme razı olmayıp, Ebubekir'e gitmeyi istemesi
üzerine inmiştir. O ikisi ona gidince Ebu Bekr de Allah Rasulü'nün verdiği
hükmü verince o adam Ömer'in hakem olmasını istemiştir. Hz. Ömer o ikisinin
kelamını dinleyince evine girip kılıcını kuşandıktan sonra dışarı çıkmış ve
peygamberin hükmünü kabul etmeyenin boynunu vurup öldürmüştür.
"Sana
indirilenlere ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri
gör-i mi?" cümlesi Araplar'dan çok yahudileri kasdediyor. Bu da
yahudilerden müna-İftfcfc yapıp, müslümanlar gibi görünenler hakkında indiği
rivayetini destekliyor[258].
Do-inkarla emrolunduklan tağut, sonra cahiliye hükmüyle hükmedecek olan ka-
Son ayetin
diğerlerinin neticesi olduğu apaçıktır. Ayetler arasında bir bütünlük var-afimr
ve önceki ayetlerle konu olarak bağı açıktır. Ayetlerin içeriğini nüzul sebebi
olarak Bİfaedilen iki rivayetle ayet ve rivayetlere göz attığımızda uyum
sağlamadıklarını görü-
Birinci rivayet Buhari
ve Tirmizi'nin rivayetlerindendir. İkinci rivayet ise sahih hadis müsnedlerinde
rivayet edilmemiştir. Buhari ve Tirmizi'nin rivayetlerinin nüzul
se-"ifribifle kesin bir ilgisi yoktur.
Öyle ki, olayı Zübeyr
kendisi rivayet ediyor ve sonunda "Allah'a yemin ederim bu jşcan bu
münasebetle indiğini zannediyorum" diyor.
Belki de Ensarlı,
Peygamber'in hükmünü kabul etmeyince bu ayet kendisine cevap olsun diye
okunmuştur ki, Allah'a ve ahiret gününe iman edenin peygamberi hakem ta-wm
edip, onun verdiği hükme razı olması ve teslim olmasından başka bir yolu
yoktur. Bunu ilan etmek için bu ayeti okumuş olabilir.
Her halükarda ayetler
de Peygamber'in hüküm gücünün yerleştirmesinin hedef alın-afe açıktır. Bundan
dolayı bu ayetlerin geçen iki ayetle bağının kesik olmadığını kabul airyonız. O
iki ayette genel prensiplere yer vermek bu ayetler için bir hazırlık
mahiyeaiaedır.
Ayetler
hedef aldığı konuda gayet kesin ve sağlamdır. Bu ayetlerde Medine'de Ne-lorî
siretin bir sureti sahnelenmektedir. Ve Medine'de Peygamber'in karşılaştığı
sıkınalar anlatılmakta ve özellikle münafıklar ve kalplerinde hastalık
bulunanlar belirtilmek-mür. Bu ayetler, açık belağatlı bir üslupla; içinde
şiddet, yalanlama, öğütle uyarı, nfk, (iijindürme, iyiliğe rağbet gibi
üsluplarla tedavi, yüce ahlaki ve sosyal telkinler içermekledir. Özellikle
yönetilenler siyasetine ve onlar için gerekli olan hükümlere işaret «aiiıiuşür.
Bunlara ek olarak ayetlerde kalbi hasta olanların, adalet ve hakka karşı hile
*e «lesiseleri işlenmiştir ki bunlar, her yer ve zamanda olabilecek olaylardır. [259]
66- Eğer onlara kendinizi öldürün yahut
yurtlarınızdan çıkın diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna, bunu
yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, onlar için hem
daha hayırlı hem de daha pe-kiştirici olurdu.
67- O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük
mükafat verirdik.
68- Ve
onları dosdoğru bir yola iletirdik.
69- Kim Allah'a ve Rasul'e itaat ederse işte
onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar,
şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.
70- Bu lütuf Allah'tandır. Bilici olarak Allah
yeter.
Birinci ayette ilk
olarak şu gerçeğe işaret edilmektedir: Şayet Allah, geçen ayette bahsedilenlere
kendilerini öldürmeyi veya memleketlerinden çıkmayı farz kılsaydı, onlardan
azı müstesna kimse buna icabet etmeyecekti. Fakat ayetin geri kalan kısım ve diğer
ayetler Allah ve Rasulü'ne itaate teşvik ve bu ikisinin emrettiklerine icabet
edilmesini içermektedir ki;
1- İman ve
görev bunu gerektiriyor.
2- Bu konumda olanlar kendilerine emredileni yapsalardı kendileri için
daha hayırlı ve faydalı olurdu. İmanlarında sabitleşip, Allah'ın rızasına ve
büyük ecrine nail olmuş olurlardı. Allah'ın tevfiki ve hidayeti, kendileri için
her ne faydalı ve uygun ise onlann hepsini kapsamış olurdu. Çünkü Allah'a ve
Rasulü'ne itaat edenler peygamberlerin, sıd-dıkların, şehitlerin ve salihlerin
arkadaşlarıdır. Bu arkadaşlık ne güzeldir. Müslümanların birbirleriyle
yarışacakları fazilet işte budur. [260]
Müfessirlerin rivayet
ettiğine göre[261] bir müslüman ve kibirli
bir yahudi şöyle demistir: "Allah bize kendinizi öldürün diye emretti, biz
de kendimizi öldürdük." Buna karşı olan müslüman şöyle dedi: "Allah'a
yemin olsun, Allah bize bunu emretseydi biz bunu yapardık." Bunun üzerine
Allah birinci ayeti veya ikinci bölümünü indirdi.
Yine rivayet
ettiklerine göre Peygamber, Ensar'dan birini üzüntülü ollarak görür ve
üzüntüsünün sebebini sorduğunda O'na der ki: "Biz senin yanına gelip,
gidiyoruz. Senin yüzüne bakıyoruz ve seninle oturuyoruz ve yarın sen
peygamberlerle yükseleceksin, biz ise sana ulaşamayız ve bu da beni üzüyor.
Bunun üzerine bu ayetlerin üçüncüsü nazil oldu ve Peygamber Ensar'dan birini
gönderip onu müjdeledi. Bu konuda başka bir rivayet vardır ki bu, Ensari'den
rivayet edilen veya buna benzer bir olay Rasulullah'ın ashabından bir cemaatta
da vuku bulduğunu haber vermektedir.
Bu rivayetler sahih
hadis kaynaklarında varid olmamıştır. Ayetlerde, görüldüğü gibi bir bütünlük
vardır. Müfessirlerin dediğine göre üçüncü çoğul şahıs zamiri geçmiş ayetlerin
konusu olan münafıklara dönmektedir. Bu ise doğru bir görüştür.
Bu
ayetlerin, geçen ayetlerin hemen akabinde geldiği doğrudur ve bu ayetler
Allah'a ve Rasulü'ne itaati vacip kılmayı ve Rasul'e muhakeme olunmayı,
hükümlerine teslim olmayı desteklemektedir. Ve bunu yapanların ise yüceltildiği
ve yapmayanların ise şiddetli bir şekilde uyarıldığı haberini vermektedir.Bu
ise her iki rivayet için bir asıl olmadığına ve iki ayetten her birinin rivayet
edilen münasebet için tatbik üzere okunmuş olmasına engel değildir. [262]
71- Ey iman
edenler! İhtiyatlı davranın bölük bölük'[263]' savaşa
çıkın yahut topyekün savaşın.
72-
İçinizden bazıları vardır ki pek yavaş davranırlar[264].
Eğer size bir felaket erişirse Allah bana lütfetti de onlarla beraber
bulunmadım der.
73- Eğer
Allah'tan size bir iütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında bir dostluk
yokmuş gibi -Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı
kazansaydım der.
74- O halde
dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim
Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galib gelirse, biz ona yakında büyük
bir mükafat vereceğiz.
75- Size ne
oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden
çıkar, bize katından bir koruyucu gönder, bize katından bir yardımcı
yolla" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaş
mıyorsunuz?
76- İman
edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O
halde şeytanın dostlarına karşı savaşın, şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır.
1-
Müslümanlara yönelik bir nida vardır. Ayetler düşmana karşı sakınmayı ve onlara
karşı hazırlık yapmayı, bölük bölük veya toplu olarak cihada katılmayı
emrediyor.
2- Ayetler,
müslümanların cihad gayretlerini durdurmaya çalışan bir topluluğu eleştirmekte
ve şu gerçeğe işaret etmektedir: Onlar öyle kimseler ki, mücahidlerinrinden
birine bir yenilgi veya musibet isabet ettiği zaman, kendisi bu seriyeye
katılmadığı için gıbtasını ve sevincini ortaya koyar ve bunu da Allah'ın
kendileri üzerindeki bir nimeti ve yardımı olarak sayarlar. Sonra o kimseler
ki, müslümanların Allah'ın yardımı ile elde ettiği ganimete ve zafere hased
etmekten utanmazlar ve o seriyyede kendilerinin de olmalarını temenni ederler
ve sanki müslümanların kazandığı zafere kendileri katılmadıklarından dolayı
bunu bir hezimet ve musibet sayarlar.
3-
Müslümanlardan ahireti dünyaya karşı, Allah indinde olanı hayatta olana tercih
edenler Allah yolunda savaşa teşvik edilmektedir. İster savaşıp şehit olarak
ölmüş olsun, ister düşmana galip gelip zafer elde etmiş olsunlar Allah onlara
büyük ecirler hazırlamıştır.
4-
Müslümanlardan evlerinde oturup Allah yolunda cihada katılmayanlara ve
müslü-manlardan zayıf olup da Mekke'de kalan ve Mekke'de kafirlerin üzerlerine
musallat olduğu ve kendilerine yapılan zulüm neticesinde, Allah'a yalvarıp
O'ndan vurgudan dileyenlerle beraber cihada katılmayanlara rezil edici bir
eleştiri vardır.
5- Yine müslümanları teşvik için, savaştaki müslümanlarla kafirlerin
haletini beyan vardır. Müslümanlar savaştıkları zaman Allah yolunda savaşırlar
ve onlar için Allah'tan bir ecir vardır. Kafirler ise şeytanları yolunda
savaşırlar. Müslümanlara düşen kafirlerden korkmamalarıdır. Çünkü onlar
şeytanın dostlarıyla savaşıyorlar, şeytanın hilesi ise zayıftır. Allah'ın
zaferi ve teyidi karşısında duramaz. [265]
Ayetler yeni bir
bölümdür. Başka bir deyişle bu ayetler, yeni bölümün bir parçasıdır. Çünkü
bundan sonraki ayetler bu ayetlerin bir devamı niteliğindedir. Geçmiş ayetler,
önceden belirttiğimiz gibi Rasulullah'ın hükmü karşısında duran müslüman bir
topluluktan bahsetmişti. Bu ayetler ise cihad karşısında olumsuz tavırlar
takınan bir başka müslüman gruptan bahsetmektedir. Bu bağlamda, bu ayetlerle
geçmiş ayetler arasında her ne kadar bir bağlantı görülse de, aslında böyle bir
bağlantı ve ilişki yoktur.
Bu ayetlerin nüzul
sebebi ile ilgili müfessirlerden gelen özel bir rivayete rastlama-i ayetlerin
mânâsının işaretine göre -ki bizce de öyle görünüyor- ayetler Mek-ı ve
akrabaları tarafından hicretten men edilerek ceza ve işkence gören mus-ı
taberJerinİD JSfehi (s)'ye gelmeye haşladığı ivir zamanda inmeye başlamıştır. «rivayetleri
ve bu mustazaflardan bazılarının ismini zikretmiştim[266].Peygamber
Allah yolunda cihad etmek için ve Mekke'deki kafirleri aciz bırakıp ı kurtarmak
için müslümanları harekete geçirdi. Kalplerinde hastalık bulunanlar
Münafıklardan bir topluluk, bu harekete karşı çıkma ve vazgeçirme konumundaydılar.işte
tüm bunların hepsi ayetlerin iniş sebebiydi. Bunların hepsinde de
Peygamberimizin Medine zamanındaki sahneleri görülmektedir. Ayetlerde, onların
indiği vakti sınırlamaya yardımcı olacak bir şey yoktur. Her ne kadar bu ve
bundan sonraki ayetlerde erken bir vakitte indiğine dair ip uçları bulunsa
da.Hususi bir zamanda inen ayetlerde yüce, devamlı ve genel telkinler
gözlenmektedir ve müslümanlar üzerine daimi vacipler getirmiş ve onları
destekleyecek ruhi çözümleri içermiştir:Düşmana karşı cihad etmek ve onları
gözetleyecek devriyeler hazırlamak vaciptir. Onun için hazırlık yapmak, ondan
sakınmak onlarda bazı zamanlarda görünen sükunete güvenmemek vaciptir.
Bulundukları şartlar onlara düşmanların ellerine düşen mustazaf müslümanları,
bu tağut ve azgınların ellerinden kurtarmalarını vacip kılmıştır. Tüm bu
vaciplerden tembellik ise, Allah'ı öfkelendirecek bir eksikliktir.
Bundan
vazgeçirmek de Allah indinde münker sayılacak bir günahtır. Bunun üzerine
yönelme ise iman ve İhlasın adresidir. Bunun üzerine yönelenler Allah'ın
yardımıyla güçlendirilmişler ve O'nun katında büyük bir ecre nail olmuşlardır.
Onların düşmanları için devamlı sabretmeye yardımcı olacak bir ruhi kuvvetleri
yoktur. Çünkü onlar şeytanın vesveseleriyle yürüyorlar. Bu kuvvet ancak
müslümanların elinde bulunmaktadır. Çünkü onlar Allah yolunda cihad ediyorlar.
Onlar için yenseler de, yenilip öldürülseler de her halükarda devamlı bir
kurtuluş vardır.Tüm bunlara ek olarak ayetlerin münafıklar, kalplerinde hastalık
bulunanlar ve korkaklar için çizdiği şekillerde daimi bir telkin
bulunmaktadır. Çünkü bu sahneler her cihad çatışma zamanlarında ortaya çıkar.
Çünkü bu topluluk vazgeçirmeyi, engel olmayı ve korkutmayı hedeflemiş, zafer ve
kurtuluş olduğu zaman dahi hasedlerini izhar etmekten geri durmamış, yenilgi
ve musibet olduğu zaman ise gıpta ve sevinç göstermişlerdir. Kur'an bütün bu
topluluğun çirkinliğini, kötülüğünü ortaya koymuş ve müslümanları onların
ahlâklarından sakındırmış ve onlara karşı tutumlarının şiddetli olmasını
istemiştir. [267]
77-
Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekatı verin"
denilen kimseleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup
insanlardan, Allah'tan korkar gibi yahut daha fazla korkuyla korkmaya
başladılar da "Rabbimiz savaşı bize niye yazdın! Bizi yakın bir süreye
kadar ertelesen olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: Dünya menfaati
önemsizdir. Allah'tan korkanlar için ahi-ret daha hayırlıdır, size kıl kadar
haksızlık edilmez.
78- Nerede
olursanız olun ölüm size ulaşır, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!
Kendilerine bir iyilik'[268]'
dokun-sa "bu Allah'tan" derler; başlarına bir kötülük'[269]'
gelince de, "bu senden" derler, "Hepsi Allah'tandır" de! Bu
adamlara ne oluyor ki bi türlü laf anlamıyorlar.
79- Sana
gelen iyilik Allah'tandır başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara
elçi gönderdik, buna şahid olarak da Allah yeter.
80- Kim
Rasul'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince seni
onların başına bekçi göndermedik!
1) Şaşırtıcı
ve inkari bir üslupla müslümanlardan bir grup, kınama ve eleştiri şeklinde
sorgulanmaktadır. Evet müslümanlardan bir grubun, kendilerine Allah yolunda savaşmaları
emredilince bu emirden şikayetçi olmalarından bahsedilmektedir. Onlar öyle
kimseler ki, bu emir karşısında insanlardan Allah'tan korkar gibi veya daha
şiddetli bir şekilde korkuyorlar ve içlerinde bazıları kendilerine izin
verilmediği halde savaş konusunda acele ediyorlar, savaş yazılınca da "Ey
Rabbimiz, bu emri biraz daha geciktirsey-din" diye temennide bulunuyorlar.
Halbuki onlara namaz ve zekatı emretmiş ve savaşmaktan ellerini çekmelerini
istemişti.
2) Nebi'ye
tatmin edici bir üslupla dünya hayatının kısalığı ve dünyevi malların da
fâniliği belirtilmektedir. Ahiret, Allah'tan korkan için daha kalıcı ve daha
hayırlıdır. Onların yani üzerine düşen vacipleri yapanların, hak yolunda
yürüdükleri müddetçe ecirlerinden asla kısılmayacak, bir noksanlık
olmayacaktır. Ölüm onları nerede olurlarsa olsunlar bulacaktır ve ölüm haktır.
3)
Kendilerine bir iyilik dokunduğunda "bu Allah'tandır" ve kendilerine
bir kötülük dokunduğunda da "bu Nebi'nin hareket ve emirlerinden dolayıdır"
diyenlere şiddetli bir azarlama vardır. Bu tutum karşısında Nebi'ye onların bu
sözlerini "bunların hepsi Allah'tandır ve bu tip sözler ancak laf
anlamayan insanlardan sadır olur" diyerek cevap vermesini emretmektedir.
4) Yine bu ayetlerde Kur'anî bir
tesbit ortaya çıkmaktadır. Nebi'ye yöneltilmiş bir hitapta, "eğer sana bir
iyilik dokunursa Allah karındandır ve eğer kötülük dokunursa bu senin kendi
nefsindendir" şeklinde buyurulmaktadır. Ve Allah onu kendi elçisi olarak
göndermiştir. O şahid olarak yeterlidir. Rasulullah onlara Allah'ın emirlerini
tebliğ eder, eğer icabet ederlerse o ancak Allah'a itaat etmiş olur. Eğer yüz
çevirirlerse Nebi onlardan sorumlu değildir, mesul de olamaz. [270]
Müfessirlerin[271]
birinci ayetle ilgili rivayetlerin ifadesine göre sahabinin büyükleri ve
kuvvetlilerinden Abdurrahman bin Afv, Sa'd bin Ebu Vakkas ve Mikdad bin Esved
Nebi'den, Mekke'de kalıp, onlara kendilerine ve müslümanlara karşı yaptıkları
eziyet ve işkencelere karşılık vermek üzere izin istediler. Nebi izin vermedi.
Çünkü Allah Te-ala O'nu cihadla emir buyurmamıştı. Onlara namaz kılmayı ve
zekat vermeyi, başlarındaki bu eziyetlere karşı da sebat gösterip sabretmeyi
emretmişti. Ne zamanki hicretten sonra savaşmak müslümanlara farz kılındı ve
Nebi onları davet etmeye başladı; izin isteyenlerden bazıları savaşa gitmekten
çekindiler. Ayeti kerimenin ifade ettiği gibi durumları ortaya çıkıverdi. Bu
rivayeti zikredenlerden bazıları, savaş için izin isteyenlerin Nebi'nin
ashabının ilkleri olduğunu, itirazın da münafıklardan çıktığını söylediler.
Bazıları da itirazın cihad farz kılındığı zaman ortaya çıktığını ve itiraz
edenlerin sonra tevbe edip Nebi'nin davetine münafıklar hariç cevap
verdiklerini söylemektedirler. İkinci ayetle ilgili rivayete gelince[272]
ayetteki ilk bölüm münafıklara cevap olarak inmiştir. Öyle ki onlar Uhud
Savaşı'nda öldürülenler için "eğer onlar savaşa çıkmasalardı
ölmezlerdi"demişlerdir ve ayetteki ikinci bölüme gelince münafıkların ve
yahudilerin şu sözlerine reddiye olarak gelmiştir. Onlar, "Muhammed buraya
geldiğinden beri (yani Medine'ye) onunla beraber musibetler geldi"
demişlerdi. Çünkü o zamanlar Medine'de zorluk, kuraklık ve kıtlık vardı. Son
ayet onların, Bedir'in Allah'ın yardımı ve nassı ile gerçekleştiğini ve
Uhud'daki hezimetin de iyi tedbir alınmaması dolayısıyla ortaya çıktığını anlatmaktadır.
Bizim muhtevasından
anladığımız kadarıyla bu ayetler birbirleriyle tam bir uygunluk ifade
etmektedirler. Zikredildiği gibi yani rivayetlerin ifade ettiği gibi ayetler
birbirlerinden farklı mânâlar ve meseleler içermemektedir. Aksine ayetlerin
öncesi ve sonrası birbirleriyle mündemiç tam bir uygunluk arz etmektedir. Ve bu
ayetlerde, geçmiş ayetlerin konusu olan cihadın farziyetine Karşı insanlann
takındıkları olumsuz tavırdan bahsedilmektedir. Ayetler bu tavrı münafık ve
hasta kalplilerin fiili olarak geçmiş ayetlerde bahsedildiği gibi yine bu
tutumlarını ortaya koymaktadır. Bu ayetler cihadın farziyeti ve çağrısı
karşısında müslüman olduklarını söyleyip de icabet etmeyenlere karşı cihadın
farziyetini tekid etmektedir. Rivayetlerde varid olduğu üzere, hicretten sonra
ve Uhud savaşından önceki cihad hareketlerine yalnızca muhacirlerin katıldığı
görülmektedir. Çünkü Nebi Ensardan yalnızca kendisini muhafaza sözü almıştı.
Bundan dolayıdır ki
Nebi Bedir Savaşı'ndan önce bazı müslümanlarla istişare etti ve sonuçta yukarda
zikrettiğimiz güzel ve muntazam tavır ortaya çıktı ki biz bu mevzuyu Bakara
sûresi 190-194. ve 215-218 ayetlerinin ve Enfal sûresinin tefsiri esnasında
şer-
Birinci ayetin birinci
bölümünde ilk başlarda Ensar grubu, zekat ve namaz vacipleri dışında harp ve
savaş teklifleri ile mükellef kılınmamıştır. Savaş farz kılındığında ayetlerin
ifade ettiği gibi münafıklar, bu olumsuz tutumlarını ortaya koyunca ayetler
onların bu durumlarını eleştirmek üzere indi. Muhammed sûresinde bir ayet bu
tavrın sahiplerinin münafıklar olduğunu kesin bir şekilde ortaya koyuyor:.
"İman etmiş olanlar 'keşke cihad hakkında bir sûre indirilmliş olsaydı!'
derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince
kalplerinde hastalık olanların ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi
sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin" (Muhammed, 20).
İşte bu ayet açık bir şekilde ifade ediyor ki ihlaslı mü'minler, Medine döneminin
ilk zamanlarında Allah Teala'nın kendilerine savaş izninin verilmesini bekliyorlardı.
Münafıkların ise, konumuz olan ayetin de ifade ettiği gibi savaşın farziyeti
hakkında bir ayet hükmü indiği vakit, ölüm baygınlığı geçirenler gibi şiddetli
bir şekilde korktukları görülmüştür.
Bunlara binaen
kesinlikle diyebiliriz ki; rivayetler, Mekke'de eziyet ve düşmanlıklar
nedeniyle müşriklerle karşılaşmak için Peygamber'dcn izin isteyen müslümanların
varlığını anlatmaktadır. Fakat onlara izin verilmemiştir. Casiye sûresinde
geçenler gibi bazı Mekki ayetlerin tefsiri sırasında rivayetlerin anlattığı
kişiler bunlardandır. Bazıları da Allah mü'minlere cihad yazdığında korkuyor ve
itiraz ediyorlardı. Özellikle Bedir Savaşı öncesinde gerçekleşen cihad
hareketleri ve seriyyeleri kapsayan rivayetler de bunlardandır.
Mümkündür ki bu
ayetler öncesindekiler gibi erken dönemde indi. Belki Bedir veya Uhud
Savaşı'ndan önce indi. Bu durum sûrenin sıralanmasında bazı şeylerin
öncelen-mesi sebeplerinden olabilir.
"Onlara bir
iyilik dokunursa 'bu Allah katındandır' ve onlara bir kötülük dokunursa bu da
'senden dolayıdır' derler. De ki: 'Hepsi Allah katındandır'. 'Sana bir iyilik
dokunursa Allah'tandır ve sana bir kötülük dokunursa kendi nefsindendir."
Bu iki cümle,
kendilerine bir iyilik dokunduğunda "bu Allah'tandır" ve bir kötülük
dokunduğunda da "bu Nebi'nin kendisindendir" diyenlere reddiye
olarak, "hepsi Allah'tandır" cevabı verilmesi bakımından, cedel ve
kelami bir mevzudur. Yine bu iki ayet ikinci olarak başka bir hüküm ortaya
koymaktadır ki o da; Nebi (s)'ye "iyilik adına ne dokunursa Allah katından
veya kendine bir kötülük dokunursa da kendi nefsinden" olduğudur. Bu
bakımdan bu iki cümle arasında bir tenakuz vehmi ortaya çıkmaktadır[273].
Müfessir Hazin, bu iki
Kur'anî cümlenin birbirine uygunluğunu bulmaya çalışarak şöyle demektedir:
"Her şeyin Allah Teala'ya izafeti hakikat üzeredir. Ve kötülüğün insanlara
izafesi ise mecaz üzere alınır ki bunun böyle olması insanın ya işlediği bir
günah sebebi iledir ya da ondaki bir noksanlık dolayısıyladır. Bu meseleyi
Şuara sûresinin 80. ayetinde geçen İbrahim peygamberin dile getirdiği şu
Kur'anî cümle kabilinde alabiliriz: "Eğer hasta olursam O beni
iyileştirir". Öyle ki, hastalık burada İbrahim peygambere, buna karşılık
şifa ise Allah'a nisbet edilmektedir. Seyyid Reşid Rıza bu konuyla ilgili
şunları söylemektedir:
Burada iki hakikat
ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Allah Teala'nın zararlı ve faydalı
temel unsurları olan eşyaları yarattığı dünyada mevcut nizamı koyduğu insanın
gayret ve çalışması ile eşyalara kavuşmak için sünnetleri yani takip edilmesi
gerekli yolları yarattığı ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak, insanoğlunun hoş
görmediği bir şeye düşmesinin ancak onun bu takip edilmesi gerekli yolları ve
sebepleri bilmedeki eksikliğinden kaynaklanır. Her ne olursa olsun ayetlerin
siyak ve mânâsında şaşırtıcı ve cedele sebep olacak bir şey görülmediği gibi,
yine bu ayetler kelami bir usulü de tesbit etmektedir. Ayetlerde gördüğümüz
reddiyeler ise Kelam'in siyakı ve mevcut olan durum ve zamanın gereğinden
dolayıdır. Bununla beraber ayetler insanın yaptığı amelden sorumlu olduğunu ve
insanın uğradığı musibetlerde kendisindeki noksanlıkların etkin olduğunu ortaya
koymaktadır. İşte bu noktada, her ne kadar Mekki ve Medeni Kur'an'da konuyla
ilgili açık, sarih muhkem tesbitler varsa da evet işte bu noktada cedel
çoğalmaktadır.
İbarelerin ihtiva
ettiği ve bazı ayetlerde mutlaklık ifade eden ve kesinlik ifade etmeyen
ayetlerdeki kural, Kelam'ın siyak ve indiği zaman ve duruma vakıf olmak
gerekir. Bundan sonraki ayetler, Kur'an'da tenakuz olmadığını ifade eder.
Ayetlerde münafıklara reddiye olarak şöyle buyrulmaktadır: "Eğer Kur'an
Allah katından olmasaydı onda çok ihtilaf ve tenakuzlar olurdu."
Ayetler,
nebevi siretin Medine dönemine has olmakla birlikte ihtiva ettikleri genel
kaideler bütün zamanlara şamildir. Bunlar, kesinliği bütün insanlar için
geçerli olan ölümü hesap etmeden Allah yolunda savaşma ve ilerlemenin
gerekliliği, işlerin neticesinin Allah Teala'ya bırakılmasının gerektiğinin
vurgulanması ve aynı zamanda kalpleri hasta olanların çirkinliği ve onlardan
kaçınmanın gerekliliğinin ortaya konmasıdır. [274]
81- Sana baş
üstüne diyorlar'[275]'
sonra yanından çıktıkların-da[276]
içlerinden birtakımı dediklerinin aksini kurarak gecelerini geçirmektedirler[277].
Allah da gece kurduklarını yazmakta ve vahiyle sana bildirmektedir. Onun için
sen onlara aldırış etme ve Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak yeter.
82- Onlar
hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer Kur'an
Allah'tan başkası tarafından olsa idi, elbette içinde birçok çelişkiler
bulurlardı.
1- Geçmiş
ayetlerde, azarlama konusu olan grup üzerine yine eleştiri ve kınama vardır
ki, onlar Nebi'nin emrettiğine "işittik ve itaat ettik" dediklerini,
sonra çok geçmeden yanından ayrılınca söz verdikleri ve Nebi'ye muvafık
oldukları şeyin aksine hareket edip, düşündüklerini belirtmektedirler.
2- Onlar
için bu Rabbani bir eleştiridir, Allah onları murakabe etmektedir. Onların
niyetlerini ve amellerini net bir şekilde ortaya çıkartacaktır ve onları
müstehak oldukları bir şekilde cezalandıncaktır.
3- Nebi için
teselli ve onların tuzaklarının düşüklüğü ve basitliği vardır. Nebi'nin onlann
tuzaklarını ve sözlerini umursaması gerekmez ve onların bu hareketlerinden etkilenip
üzülmesi gerekmez. Buna karşın Allah'a itimat etmeli, O'na tevekkül etmelidir.
O ne güzel bir vekil ve ne güzel bir dayanaktır.
4- Şiddetli
bir üslupla azarlama ve onlann yaptıklarının şaşırtıcı olduğu şu şekilde ifade
edilmektedir: Nebi onlara Allah'ın
vahyettiğini okumaktadır ve onlara Allah'ın emri gereği hareket
etmelerinin gerekliliğini bildirmektedir. Eğer bunu biraz düşünseler, onlara
okunan şeyler ve emredilenler de bir
ihtilaf ve tenakuz bulamayacaklardır. Şayet bu Kur'an Allah katından gelmiş
olmasaydı, onda birçok ihtilaf bulacaklardı.
Müfessirlerden, bu iki
ayetin nüzul sebebi ile ilgili özel bir rivayete rastlamadık. Akla ilk gelen,
bu iki ayetin geçmiş ayetlerle siyak ve mevzu itibariyle muttasıl olup, geçmiş
ayetler için bir devamlılığın olmasıdır. Bu ayetlerde de geçmiş ayetlerin
mevzuu olan münafıklardan bahsedilmektedir. Bu iki ayette cevap meydan okuma,
Nebi için tatmin ve teselli vardır.
Ve
ikinci ayetin, münafıkların Nebi'nin söylediklerini kendi nefsinden söylediğini
ve Nebi'nin onlann üzerine Kur'an'daki fasılaları çeşitli üsluplarla
okumasından dolayı düştükleri şek ve şüphelerden bahsetmektedir. Bundan dolayı
yani onlann düşünmeksizin ve bakmaksızın şek, şüphe ve zanna kapılmalarını
ayetler kınıyor, eleştiriyor ve azarlıyor. Ve ayet son olarak onlara: Eğer
düşünseler ve baksalar O'nda herhangi bir ihtilaf bulamayacaklardır ve eğer bu
Kur'an Allah katından olmasaydı, mutlak onda tenakuzlar ve ihtilaflar olacaktı,
hükmünün hakikatini beyan ediyor. [278]
Müfessirlerin
"ihtilaf kelimesi üzerindeki tefsirleri çeşitlidir. İşte bu ihtilafı
müfes-sirler karışıklık, tenakuz, hak-batıl arasındaki çelişki, hayır-şer
arasında, doğru ve yanlış arasında tenakuz olacaktır ve Kur'an, fesahat ve
belagatta farklılık arzedecektir. Gaybi haberlerle kevni tesbitler arasında
çelişki olacaktı. Helallar ile haramlar, ilkelerle mak-sadlar arasındaki bu
çelişkiler ortaya çıkacaktı, şeklinde beyan ettiler. Bu açıklamalann çoğu İbn
Abbas'a ve Rasulullah'ın ashabına nisbet edilmiştir.
Yukarıda dile
getirdiklerimizin çoğu, ayetlerin tefsiri sadedindedir. Bu iki ayeti önceden
belirttiğimiz gibi münafıklar, Rasulullah'ın önce savaşı yasak etmesi ve sonra
emredip davet etmesi durumunu kendilerince, Rasulullah tarafından kaynaklanan
bir tenakuz ve çelişki şeklinde algılamışlardı. Dolayısıyla bu ayetler de bu
bakımdan geçmiş ayetlerle bağlantılıdır. Ki geçmiş ayetlerde kuvvetli bir
üslûpla reddedilmiş ve şüphe götürmez bir şekilde ortaya konmuştur.
Bu
tespit geçen mevzuu ile doğrudan bağlantılı olmakla beraber buradaki red ve
meydan okuma, mutlak ve genel bir üslupla Mekki ve Medeni olan ayetleri
kapsayıcıdır. Eğer bu durumda düşünülerek, Kur'an'ın en yüksek hedefine
yükselerek, gösteriş ve lafızlarla oynamaya dalmayarak, basit meseleler ve
müteşabih konularla ilgilenmeden Kur'an'a bakılınca, Kur'an'daki ilkeler ve
hedeflerin imani, ahlaki ve toplumsal tespitlerin hepsinin birbirleri ile tam
olarak bağlantılı olup, bir paralellik arzettiği görülmektedir ve aralarında
hiç bir ihtilaf ve tenakuz da yoktur. Eğer bazı konularda çeşitlilik ve
değişiklik görüyorsak bu, Kur'an'ın indiği topluma ve davetin gerektirdiği
seyre göre hareket, şer'i gelişim ve ilerlemeden başka bir şey değildir. Bu
bir tenakuz ve donukluk değil, Kur'an'daki ilke, hedef ve esaslarla paralellik
ve bağımlılıktan başka bir şey değildir. [279]
83- Onlara
güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar'[280];
halbuki onu Rasul'e ve aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların
arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi'[281].
Allah'ın size lütuf
ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna çoğunuz şeytana uyardınız.
1- Bu
ayette, geçmiş ayetlerde de sözkonusu olan münafıkların başka bir sıfatından
bahsedilmektedir. Bu da kendilerine ulaşan gizli veya açık harp ve siyaset
konusunda ya da korku ve güven konusunda herhangi bir haberi insanlar arasında
ifşa edip yaymalarıdır.
2- Onların
üzerine böyle bir durumda meseleyi Nebi (s)'ye veya kendilerindeki ilim sahibi
kişilere götürmeleri ve onların bu mesele hakkında maslahata göre vereceği kararları
beklemelerinin gerekliliği beyan edilmektedir.
3- Müslümanlara ise Allah'ın
rahmeti, fazileti ve inayeti hatırlatılmaktadır. Eğer o-nun bu fazileti
olmasaydı insanların çoğu şeytana uyup delâlete düşeceklerdi. [282]
Bu ayetin nüzulü ile
ilgili olarak müfessirler özel bir rivayete rastlamamışlardır. Bu ayetin geçmiş
ayetlerle bir bütünlük ve uygunluk arzettiği göze çarpmaktadır. Yine bu
ayetlerde münafıkların diğer kötü sıfatlarından bahsedilmektedir. Rasulullah
(s)'ın, emir sahiplerinin ve ilim adamlarının yetkili hüccet oluşları
pekiştirilmekte, müslümanlara bu hususta yapmaları gerekli olan konulardan ve
bu üsluba muhalif olanların kınanmalarından ve azarlanmasından
bahsedilmektedir.
Ulu'l-emr'in,
Rasul'den sonra zikredilmesindeki maksad, akla ilk gelen şey Ra-sul'ün olmadığı
yerde meseleyi Ulu'l-emr'e ve yöneticilere götürmek veya Nebi (s) zamanında
seriyyelerde komutanlık yapan ve "emirler" şeklinde lakaplandırılan
kişilere meseleleri götürmektir[283].
Ayetlerde, zaman
itibariyle has olmakla beraber, her zaman ve her mekan için geçerlilik arzeden
ve müslümanlara da gerek ferd ve gerekse Ulu'1-emr olsun, onların üzerine
gerekli olan görevlerinden bahsedilmektedir. Ferdlerin, devletin selamet ve
güvenliğini ilgilendiren konularda tek başına aldıkları bilgi ve haberleri
kendi Ulul emirlerine götürmeleri gerekir. Ulu'l-emrin ise, kendisine gelen
devletin selamet ve güvenliği ili ilgili meseleleri, mütehassıs ilim
sahiplerine bırakması veya onlarla istişare etmesi, beraberce hareket etmeleri
gerekir. Çünkü onlar, olaylardaki hakikati ve gerçeği anlamaya ve meseleler
hakkında sahih olanı, gerçek ve en güzelini çıkarmaya, anlamaya kadir kimselerdir.
Bu genel kaideden şu teferruatlar ortaya çıkar: Fertler, devletin emniyet ve güvenliğini
ilgilendiren konularda tek başına hareket edemezler. Bu, Ulu'1-emr ve yöneticiler
için de geçerli olan bir kuraldır. Yönetilen durumundaki fertler ise,
kendilerine bu konuda bir mevzu zahir olduğunda bu tip meseleleri
yöneticilerine götürmeleri ve onları dinleyip itaat etmeleri gerekir. İşte
böyle durumlarda tek başına hareket, yanlış olmaktan öte taşkınlığa, çatışmaya
ve fitneye sebep olur.
Müfessirler bu sûrenin
59. ayetinde geçen "Ulu'1-emr" cümlesini, bu dinin fukaha ve alimleri
diye tevil etmişlerdir. Ve kişiler her meseleyi fukaha ve alimlere götürmeli ve
onların çıkardığı hükümlere göre hareket etmelidirler, demişlerdir[284].
Kur'anî ifade burada,
bu cümledeki maksadın, hakimler, yöneticiler ve komutanlar olduğu konusunda
daha açık ve nettir. Bu durumda fertlerin, güvenlik ve emniyetle ilgili
meseleleri bu kişilere götürmeleri gereklidir.
Bu ayetin muhtevası,
bütün meselelerin ilim sahiplerine götürülmesinin ve onların içtihadına göre
hareket edilmesinin -ki buna, fıkhi, toplumsal, siyasi ve savaşla ilgili bütün
meseleler girer- gerekliliği bakımından kıyas konusu olabilir.
Hasılı
bunların hepsi, yukarda zikrettiğimiz sınıfın ilim, akıl, bilgi ve
tecrübeleriyle ilgili olup bütün zamanlar için geçerlidir. [285]
84- Artık
Allah yolunda savaş, sen kendinden başkasıyla (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın.
Mü'minleri de teşvik et. Umulur ki Allah, kafirlerin gücünü kırar. Allah'ın
görevi daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.
Bu ayeti kerimede
hitap Nebi'ye yöneltilerek ayette şu tespitler yapılmaktadır:
1- Üzerine vacip olan kişiler, Allah yolunda
savaşması gerekir ve Nebi bu konuda kimseyi zorlamakla mesul değildir, bununla
beraber mü'minleri savaşa teşvik etmelidir.
2- Mü'minleri ve Nebi'yi düşünmeye sevk vardır. Eğer onlar düşmanlarına
karşı hazırlıklı bulunup cihad konumunda olup bu tutumla hareket edelerse,
umulur ki Allah onlann zararlarını ve şiddetlerini engelleyecektir. Çünkü O
buna kadirdir ve O'nun gücü daha çetin, cezası daha şiddetlidir. [286]
Müfessirlerin
rivayetlerine göre bu ayeti kerime, Nebi (s)'nin Uhud Savaşı'ndan bir yıl sonra
Ebu Süfyan'a söz verdiği yerde tekrar karşılaşmak için müslümanları daveti
münasebeti ile inmiştir. Bunun üzerine, yani ayetin inmesi üzerine Nebi (s) Ebu
Süfyan'a vaadettiği yere gideceğini, tek de kalsa bu işi yapacağını belirtti.
Bunun üzerine kendisine ashabından yetmiş kişi kadar katıldı ve söz verilen
yere yani Bedir'e geldiler. Ama Ebu Süfyan "kuraklık" bahanesi ile
gelmedi[287].
Biz bu rivayetin
sıhhatini uzak görmüyoruz. Belki de cihadla ilgili olan ayet yetmişinci
ayetten beri bu konuyla ilgili olabilir. Bir ihtimal müslüman olanlardan bir
grup veya kalplerinde hastalık bulunanlardan bir kesim imanları
kökleşmeyenlerdir. Bu tip kişiler, Uhud savaşında alınan yenilgi üzerine bir
kez daha Nebi'nin Ebu Süfyan'la va-adleştiği yerde savaşmak için yaptığı çağnya
icabet etmekten geri durdular ve çekindiler. Bunun üzerine ayetler, onların bu
tutum ve davranışlarını kınayıcı, eleştirici, hatırla-tıcı ve vaaz edici bir
üslupla indi ve son gelen ayet, (yani şu anda mevzu bahsimiz olan ayet) bu
konuda kesin hükmü belirtti ve Nebi (s)'nin tek başına da olsa savaşa çıkmasını
emredip, başkalarından mesul olmadığını bildirdi ve mü'minleri de savaşa teşvik
etmekle mükelleflendirdi.
Bu ayet ve yetmişinci
ayetten buraya kadar geçen önceki ayetler, görüldüğü gibi, ayetlerin indiği
zamanki cihad durumunu belirtiyor. Eğer tabir doğruysa (sahihse) o dönemde
Nebi (s)'nin zorunlu bir askerlik gücü oluşturmadığı görülüyor. Bu durumun hayatı
boyunca devam ettiği birçok ayetlerde görülmektedir. Bu durumu Tebuk Gazvesi
dolayısıyla hicretin dokuzuncu senesinde inen Tevbe sûresinin uzun bir
bölümünde görmekteyiz. Belki de bu hal, Arapların sosyal yaşantıları ile
ilgilidir. Ancak münafıklar, bazı Medine ve çölde yaşayan müslümanlar bu durum
karşısında Nebi (s)'nin davetine yani cihad çağrısına karşın olumsuz bir şekilde
yerlerinde oturuyorlar veya tereddüt halinde duruyorlardı ve bu hal de Nebi'yi
üzüyor ve O'na acı bir şekilde tesir ediyordu. Bunun üzerine birçok ayet bu
durumları eleştirici, kınayıcı ve uyancı olarak inmiştir. Bu konuda inmiş en
kuvvetli ayetleri Saf sûresinde görmekteyiz. "Ey iman edenler! Yapmayacağınız
şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah yanında şiddetli
bir buğza sebep olur. Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf
bağlayarak savaşanları sever."(Saf 2-4) Burada şu durumu ek olarak
belirtelim ki, bildiğimiz ve inandığımız kadarıyla müslümanlardan gücü
yetenleri İslam'ın askerliğe, düşmanlık ve taşkınlığa karşı savaşmaya
zorlamadığını söylemeliyiz. Cihad öyleyse İslam'ın farzlarından bir farzdır.
Zekat gibi cihadın farzı kifaye olması onu farzlıktan çıkarmaz. Davetin üslubu
gereği Rasulullah zamanında zekatın edası, konusu, tergib, terhib ve teşvik
boyutları çevresinde dönmüştür ki zekat o zamanda toplumsal hayat ve maişetle
bağlantılı idi. Daha sonra İslami sulta, zekatı yapılması, eda edilmesi
zorunlu bir sistem haline getirdi ki bu hali Ebubekir döneminde görmekteyiz ve
ondan sonraki dönemlerde de böyle devam etmiştir. Hatta Ebubekir zekatı
engelleyenlerle yani vermeyenlerle savaşmış ve onları İslam'dan irtidat
edenler vasfı ile nitelendirmiştir. O halde İslami yönetimin maksadı, zulüm ve
düşmanlığın sona ermesi ve müslümanlann hürriyetinin kazanıl-
ması gibi durumlarda
cihadı da zekata kıyas ederek, müslümanlan cihada zorlamasında bir engel
yoktur.. Tevbe sûresinin 122. ayeti müslümanların dönüşümlü olarak savaşa
katılmalarım, toptan katılmalarını emrediyor. "(Bununla beraber)
Mü'minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her
topluluktan bir grup, dinde geniş bir bilgi elde etmek ve kavimlerine
döndüklerinde uyarmak için geri kalmalıdır. Umulur ki, dikkatli olurlar."
İşte
ayetin zamanla hususi ve nebevi siretle bağlantılı olmasından dolayı, Nebi'nin
şahsı ile bağlantılı olmasına rağmen bu ayette yüce ve kapsayıcı bir telkin
vardır. Eğer Ulu'1-emr ve müslümanlardan derece sahibi olan kimseler, diğer
vacipler gibi cihadın da İslam'ın ve müslümanların emniyeti ve selameti,
kuvveti ve izzeti için kendilerini güzel bir örnek olmak için takdim etmeli ve
herkesten önce bu işe kendilerini vermelidirler. [288]
85- Kim iyi
bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi'[289]
olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her
şeyin karşılığını vericidir[290]'.
Bu
ayeti kerime hayra davet eden, destekleyen ve yardımcı olan kişinin neticede
iyilik kazanacağını, buna karşın şerre davet edip ona yardımcı olanın da
neticede kötülük kazanacağını ve Allah'ın her şeye kadir olup ve her şeyi
hakkıyla cezalandıracağını ifade etmektedir. [291]
Müfessirler bu ayetin
nüzulü ile ilgili özel bir rivayete rastlamamışlardır. Fakat tabiinden olan
bazı kimselerden[292]
rivayet ettiklerine göre bu ayet, insanların birbirlerine yardım etmeleri
konusunda inmiştir.
Taberi, iyiliğe
yardımı, Allah yolunda kafirlere karşı savaşmaya davet mânâsında almış,
kötülüğe yardımı da müslümanlar karşısında kafirlere yardım mânâsında almıştır.
Bu durumda bu ayetin önceki ayeti takip etmekte olduğu göze çarpıyor. Öyleyse
iyiliğe aracılıktan kasıt cihada davet ve ona destek, kötülüğe aracılıktan
kasıt kötülüğe çağrı ve cihada karşı koymadır. İşte bu mânâlar geçmiş ayetin
kapsadığı eleştiri ve kınamanın içine girmektedir. Bu ayetin arkasından gelecek
olan ayetler de, geçmiş konularda mevzubahis olan münafıklar aleyhine hamle ve
karşı koymaya teşvikler vardır. Bu da, bu ayetin geçmiş ayetlerle bağlantılı ve
ilişkili olduğunu ve onların devamı olduğunu göstermektedir.
Bu ayette süreklilik
ifade eden ve hayra davet edip bu uğurda çalışanların neticesinin güzelliği ve
şerre davet edip bu uğurda çalışanların çirkinliği telkin edilmektedir. Ve her
iki yolda çalışan ve çağıranlar uyarılmaktadır.
Müfessirler bu ayetin
tefsiri ışığında daha önce de söylediğimiz gibi, insanlann maslahatlarının
yerine getirilmesi hususunda ve bazılarının zararlarını bazılarının yüklenmesi
hususunda aracılık mânâsında almışlardır. Kur'anî tabir bu mânâyı taşımaktadır.
Ve bu konuda zikredilen bir hadis, insanları aracılık yapmaya teşvik
etmektedir. Ebu Musa'dan gelen hadise göre Nebi şöyle buyurmuştur:
Bir
adam Nebi'ye gelip soru soruyordu ve Rasulullah bize yönelip şöyle dedi:
"Aracı olun (iyilikte) ecrini, karşılığını alasınız. Allah, Rasulü'nün
lisanı üzerine dilediğini takdir eder."[293] [294]
86- Bir
selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın, yahut
aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını arayandır.
Ayetteki hitap
müslümanlara yönelik olup, kendilerine selam verildiğinde ondan daha güzel bir
selam ile selamlamak veya en azından onun gibi karşılık vermek hususunda uyarı
ve tenbih vardır.
Müfessirler bu ayetin
nüzul sebebi ile ilgili özel bir rivayet görmemişlerdir. Müfessirler bu ayetin
İslam'ın sadedinden müslümanların talim ve terbiyesi ile ilgili müstakil bir
ayet olduğunu söylemişlerdir. Bu ayet de yine geçmiş ayetleri takip eden,
nasihat edip temsil içeren diğer ayetlerle bağlantılı ve ilgilidir.
Müslümanları cihada çağırmışlardır ve bu hayra davettir.
Münafıklar ise bu
davete muarız bir tavırla karşı koymuşlar, daveti engellemişlerdir.
Müslümanların görevi ise bu davete icabet etmeleri, karşı durmamaları ve
selamda olduğu gibi geri durmamalarıdır. Aksine bu gibi hallerde daha güzel
bir tevil olup müslü-manların selam konusunda yapmaları gerekeni telkin
etmektedir. Ve ayetin mânâsında-ki bu yüce telkin selamı,güzel sözü, güzel
çağrıyı ve güzel işi kapsamaktadır. Ve müslü-manların üzerine her iyi, güzel,
faydalı iyiliğe karşı güzel mukabelede bulunmayı vacip kılmıştır.
Kur'anî cümledeki
kapsayıcı durum ve meçhul siga buradaki emrin genel kapsayıcı olduğunu ve her
din, millet ve cinsten herkesi içine aldığını göstermektedir.
Müfessirler selam ve
adabı konusunda birçok Nebevi hadisler rivayet etmişlerdir.
Ebu Davud, Tirmizi ve
Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadise göre Nebi şöyle buyurdu "
Nefsim elinde olana yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz,
birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız. Size bir şey getireyim mi?
Şayet yaparsanız birbirinizi sevmiş olursunuz: Selamı aranızda yayınız"[295]
Tirmizi'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği hadise göre Nebi (s) şöyle buyurdu: "Rahman'a
kulluk ediniz ve selamı yayınız."[296]
Buhari, Müslim, Ebu
Davud ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadise göre Nebi şöyle
buyurdu: "Binekte olan yaya olana, yürüyen oturana ve az olan çok olana selam
versin."[297] Yine Enes'den rivayet
ettikleri hadise göre Nebi bana şöyle dedi: "Ey oğulcuk! Ailenin yanma
gittiğin zaman selam ver. Bu sana ve ehline bereket olur."[298]Yine
Sünen sahiplerinin Seyyar'dan rivayet ettiklerine göre Seyyar şöyle dedi:
"Ben Sabit Elbennani ile yürüyordum. O çocukların yanından geçti ve onlara
selam verdi ve dedi ki; bu Enes ile yürüyordum, çocuklara rastladık ve o
(Enes) çocuklara selam verdi ve dedi ki ben Nebi ile yürüyordum, yolda
çocuklara rastladık. Nebi onlara selam verdi."[299]
Yine Ebu Davud ve Tirmizi'nin Esma binti Zeyd'den rivayet ettiğine göre, şöyle
dedi. "Nebi biz kadınlar topluluğu mescidde oturduğumuz bir halde bize
rastladı ve elini sallayarak selam verdi."[300]
Buhari ve Tirmizi'nin Usame bin Zeyd'den rivayet ettikleri hadise göre,
"Nebi, içinde müslümanlar ve yahudilerin olduğu bir topluluğa uğradı ve
onlara selam verdi."[301] Ebu
Davud'un Ali'den rivayet ettikleri hadise göre Nebi şöyle buyuruyor. "Bir
cemaatta bir kişi selam verdiği zaman diğerleri de karşılığını alır ve bir
toplulukta bir kişi selamı karşılaşırsa diğerleri karşılığını alırlar."[302]
Ashab-ı Sü-nen'in Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadise göre Nebi şöyle
dedi. "Sizden biri meclise rastladığında selam versin. Kalktığı zaman da
selam versin. Birinci selam ikinciden daha öncelikli değildir."[303]
Yine Tirmizi'nin Ebu
Cerra'dan rivayet ettikleri hadise göre Nebi şöyle dedi: "Kişi müslüman
kardeşlerine rastladığı zaman "Esselamu aleykum ve rahmetullahi" desin."
Selam kelamdan öncedir."[304] Ve
Cabir'den gelen bir hadise göre Nebi "Bir kimse selam vermedikçe yemeğe
çağırma" dedi. Her iki hadisi de Tirmizi bir sened ile rivayet etmiştir.
Tirmizi ve Ebu Davud'un rivayet ettiklerine göre "Rasulullah'a şöyle
denildi: "İki adam karşılaştıkları zaman hangisi daha önce selam verir?"
"Allah için en önce, evvel olan" buyurdu[305].
İbn Abbas'tan gelen bir hadise göre "Allah'ın yaratıklarından hangisi sana
selam verirse selamının karşılığını ver, ta ki mecusi bile olsa."[306]
Cumhuru ulema ittifak
etmişlerdir. Selam vermek müstehap sünnettir ve karşılığını vermek ise
vaciptir. Selam vermeyen ise günahkardır."[307] Bu
görüş ayetin ruhu ve içeriği ile bağlantılıdır.
Ebu Davud ve Müslim'in
rivayet ettikleri bir hadise göre Rasulullah'ın ashabından bazısı; "Ehli
Kitab'dan bazıları bize selam veriyor; nasıl karşılayalım" dediler.
"Sizin de üzerinize" deyin dedi"[308]. Bu
hadislerle beraber yine açıklama mahiyetinde başka hadisler de gelmiştir.
Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un İbn Ömer'den rivayet ettikleri hadise göre Nebi
şöyle buyurdu. "Yahudiler size selam verdiğinde size ancak (Essamu)
derler, siz de onlara "sizin üzerinize olsun" deyin."[309]
Yine
Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Aişe'den rivayet ettikleri hadise göre, Aişe şöyle
dedi. "Yahudilerden bir topluluk Rasullulah'ın yanına geldi ve 'Essâmu
(ölüm) aley-ke' dediler. Aişe 'Lanet olsun' dedi. Rasulullah 'Yavaş ya Aişe,
Allah her işte yumuşak olmayı sever' dedi. Rasulullah: 'Sen de onlara ve
aleykum, yani sizin üzerinize de' dedi". Müslim'in başka bir rivayetinde
"Aişe'yi işittim ki onlara sövdü. Rasulullah "Yavaş ol ey Aişe. Allah
kötüyü sevmez, kötülük yapanı da sevmez."[310]
Burada şu açıktır ki, Nebevi öğretim yahudilerin tuzakçı, eziyetçi ve düşmani
tavır ve tutumları ile bağlantılı ve ilişkilidir. Şöyle ki müslüman selamı,
karşıdakinin selamı gayri müslim de olsa tuzak ve alaydan beri olduğu müddetçe
en güzel şekli ile vermekten geri duramaz. Bunun delilini Mümtehine sûresi 8.
ayetten anlıyoruz: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz.
Çünkü Allah adaletli olanları sever." Hatta Buhari ve Müslim'in rivayet
ettiği hadise göre, Ehli Kitab'a veya içinde Ehli Kitab'ın bulunduğu bir
cemaate selam verebilir. [311]
87- Allah,
ki O'ndan başka hiç bir ilah yoktur, elbette sizi Kıyamet günü toplayacaktır.
Bunda asla şüphe yoktur. Söz bakımından Allah'tan daha doğru kim vardır?
Ayette Allah Teala'nın
insanları toplayacağının kesinliği ve asla ihtimal ve şüphe götürmezliği
belirtiliyor. Allah vadinden asla dönmez. O ancak doğruyu söyler.
Yine
müfessirler bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili özel bir rivayete muttali olmuş
değildirler. Ancak yine bu ayetin önceki ayetlerle bağlantılı olduğu ve onları
takip ettiği görülmektedir. Geçmiş ayetler Allah Teala'nın cennet ve cehennem
vadini belirttiği ve Allah'ın herşeye kadir olduğu, hesap görücü ve her şeyi
kapsayıcı olduğu ve amellerin karşılığını hakkıyla vereceği belirtildi ve bu
ayette insanların Kıyamet günü tamamının toplatılacağı, hesap ve cezanın
kesinliği tekid edildi. [312]
88- Size ne
oldu da, münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Halbuki Allah onları kendi
ettikleri yüzünden baş aşağı (tepetaklak)'[313] etmiştir.
Allah'ın saptırdığını'[314]
doğru yola mı getirmek mi istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimse için asla
(doğruya) yol bulamazsınız!
89- Sizin de
kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde
Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiç birini dost edinmeyin. Eğer yüz
çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiç birini dost ve
yardımcı edinmeyin.
1-
Münafıkların hakettikleri alçaklık, yardımsız bırakılma ve delâletleri gibi
açık nifak halleri olduğu halde, böyle bir topluluk hakkında iki fırkaya
aynlan mü'minlere yöneltilmiş inkar ve şaşırma içeren sorgulama vardır.
2- Yine
mü'minlerin Allah'ın başaşağı çevirdiği, rezil ve alçak bıraktığı ve sapıklıktan
ile terkettiği bir insan ve gurup hakkında, onları hidayete erdirme zan ve
isteklerinin asla mümkün olamayacağını açık bir üslupla belirtmektedir.
3- Münafıkların, mü'minler hakkındaki vakıa olan
niyetleri belirtilmektedir. Onlar isterler ki, mü'minler de kendileri gibi
inkar etsinler ki mü'minler de alçak, rezil, Allah katında yardımsız ve
tepetaklak terkedilmiş olsunlar ve durumları eşit olsun.
4-
Mü'minlerin onlan dost edinmeleri ve yardım etmeleri onlar hicret edinceye;
ih-lasla üzerlerine düşeni yapıncaya kadar yasak edilmiştir.
5- Eğer
münafıklar bu hallerinden, dönmez de hilelerine devam ederlerse, mü'minlerin
onları buldukları yerde öldürmeleri onları dost ve yardımcı edinmemeleri
gerekir.
Müfessirler bu
ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili üç rivayet belirtmişlerdir[315].
Bunlardan birincisine göre bu ayetler, müslüman olan, Medine'ye hicret eden
sonra Medine'de ikamet etmeyi kendilerine ağır görme bahanesi ile darul küfre
geri dönen bir grup hakkında inmiştir. Bir görüşe göre ayetler, müslüman olan,
fakat hicrete güçleri yettiği halde hicret etmeyen bir grup hakkında inmiştir.
Üçüncü bir rivayete göre ayetler, müslü-manların gruplara ayrılıp haklarında
öldürüp öldürmeme hususunda ihtilaf ettikleri, Uhud savaşında müslümanları
yardımsız bırakan Medine münafıkları hakkında inmiştir. Müfessirlere göre
(hicret edinceye kadar) kelimesi Medine'ye gitme ve müslümanlara katılma,
müslüman olma, Allah ve Rasulü'ne itaat etme, ihlasla müslümanlara ve Nebi'ye
katılma mânâlarına gelmektedir. Yine müslümanlar ve Nebi ile beraber Allah yolunda
savaş mânâsına da gelir.
Ayetler, geçmiş
ayetleri takip ettiğini ifade eden "fe" harfi ile başlamaktadır.
Geçmiş ayetler cihada çağırıp, cihada karşı koyanlara mütereddid davrananlara
ve vaadlcrinden dönenlere ki, müfessirler bunların Medine münafıkları
olduklarını söylemektedirler.
Evet, işte ayetler bu
gruplara karşı koymaya davet etmekte idi. Bu bağlamda bu ayetlerin de
mevzusunun münafıklar ve cihad olduğunu buna bağlı olarak da (zikri geçen)
üçüncü rivayetin ayetlerin nüzul sebebi ile daha çok ilgili olduğunu, ayetlerde
geçen "hicret" kelimesinde savaş, Allah ve Rasulü'ne itaat olduğunu
görmekteyiz. Ve ayetlerde geçen "Sizlerin de onlar gibi inkar etmenizi
isterler ki, sizler de onlarla eşit olasınız." cümlesinin, özellikle
üçüncü rivayette olduğu gibi Medine münafıklarına çok daha mutabık ve uygun
olduğunu, görmekteyiz. Buhari ve Tirmizi'nin tefsir faslındaki Zeyd bin
Sabit'den gelen bir rivayete göre "Rasulullah'ın ashabından bazı insanlar
Uhud savaşından geri döndüler. İnsanların bu dönen münafıklar hakkında
görüşleri iki kısma ayrılıyordu. Bazıları "onları öldürelim"
diyorlar bazıları da "hayır" diyordu. Bunun üzerine "Size ne
oluyor da münafıklar hakkında iki kısma ayrılıyorsunuz?" ayeti nazil oldu[316].
İşte bu ayetler,
müslümanların bu ihtilaflarına karşı (Medine münafıklarına karşı) eğer onlar bu
tutumlanna devam eder, cihaddan da yüz çevirir, Allah ve Rasulü'ne ita-atta
ihlaslı olmazlarsa, nerede bulunursa bulunsunlar onların öldürülmeleri,
onlardan dost ve yardımcı edinmemeleri emredilmektedir.
Böylece ikinci bir
sefer olarak Kur'an müslümanlara, münafıkları nerede bulurlarsa öldürmelerini
emrediyor. İlk olarak bu emir Ahzab sûresinin 60. ayetinde "Eğer münafıklar
bu hallerini bırakmazlarsa" tabiri ile, bu ayetle de "Eğer yüz
çevirirlerse" tabiri ile gelmiştir.
Bu mesele ile Ahzab
süresindeki ayetlerde gerekli açıklamada bulunduk bundan dolayı tekrarı uygun
görmüyoruz.
Ayet
her döneme hitap eden ve süreklilik ifade eden yüce telkinler içermektedir. Bunun
üzerine kim ki müslüman olduğunu iddia ediyor, fakat sıkıntı, kriz anlarında
müslümanlara katılmıyor, bununla birlikte bir delil getiremiyor, aksine düştüğü
alçak ve rezil duruma müslümanların da düşmesini isteyip yardımsız
bırakılmalarını istiyor -ki böyle durumlar müslümanların kritik birçok
durumlarında her zaman ve mekanda olagelmiştir-. İşte bu tutumlara karşı
ayetler şiddetle karşı koymayı, böyle insanları tardetmeyi ve bu alçaklara ders
vermeyi emretmiştir. [317]
90- Ancak
aranızda anlaşma bulunan bir topluluğa sığınanlar ne sizinle ne de kendi
toplumlarıyla savaşmaktan (istemediklerinden) yürekleri sıkılarak[318]'
size gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza bela ederdi de sizinle
savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle
savaşmazlar ve barışı'[319]'
size bırakırlarsa, bu durumda Allah size onların da aleyhinde bir yola girme
hakkı vermemiştir.
Bu
ayetlerde geçmiş olan iki ayetin hükmünde müslümanlarla aralarında barış ve anlaşma
bulunan bir topluluğa sığınanlar veya müslümanlara gelerek özür dileyip müslümanlarla
ve kendi kavimleri ile savaşmayı istemeyen kişilerin durumu istisna edilip geçmiş
iki ayetin hükmünden çıkarılmaktadır. Şayet onlar müslümanlara karşı böyle
barış tutumu ile hareket ederlerse müslümanlar için onlar aleyhinde düşmanlık
ve savaş konusunda bir yol yoktur. "Allah dileseydi onları başınıza bela
ederdi de sizinle savaşırlardı" antrparantez cümlesi olarak gelip Allah
Teala'nın müslümanlar için fazlında onlara ilham ettiği barışla ve müslümanlara
da onlar aleyhine bir yol bırakmamakla belirtmek ortaya koymaktadır. [320]
Müfessirler birinci
fırkada kastın Hilal İbn Uveymur Es-selmi olduğunu söylemişlerdir[321]. Bu
adam Rasulullah ile karşılıklı olarak birbirlerine geçenlere zulmetmemek üzere
anlaşma yaptılar. Ya da burada birinci fırkadan kasıt, Suraka bin Malik
Elmedle-ci'dir. Ki bu adam Rasulullah ile kavminin savaşmaması üzerine ve şayet
onlar müslü-man olurlarsa müslüman olacakları üzerine anlaşma yapmıştır. İkinci
fırkadan kasıt ise Esca kabilesi olduğunu söylemişlerdir ki bu topluluk,
Medine'ye yediyüz kişi olarak gelip Medine'nin birçok yerine dağılmışlardır.
Bunun üzerine Rasulullah onlara ziyafet olarak hurma göndermiş ve onların geliş
sebebini onlara sormuştu. Onlar da "Bizim görmemiz ve bizimle Beni Damre
kabilesi arasındaki harpten dolayı size geldik ve sizinle anlaşma yapmayı
istiyoruz" demişlerdi. Nebi onlarla anlaşmayı kabul etti.
Bu rivayetlere ek
olarak başka bir rivayette geldiğine göre, Kureyş'le anlaşma yapan Beni Bekr ve
Nebi ile anlaşma yapan Beni Huzaa kabileleri hakkında inmiştir. Bunlar Mekke
tarafında anlaşmalı iki kabiledir. Nebi Kureyşlilerle maruf olan Hudeybiye anlaşmasını
yapınca bir iki kabileyi muhayyer bırakmıştır. Bunun üzerine Beni Bekr
Ku-reyşlerle, Beni Huzaa da müslümanlarla olmayı tercih etmişlerdir.
Böylece Beni Huzaa ile
Nebi ve müslümanlar arasında bir anlaşma olmuş, Beni Bekr'in Kureyş'le olan
anlaşmalarından dolayı da yine müslümanlar ve Nebi ile aralarında bir anlaşma
olmuştu.
Bu ayet geçmiş
ayetlerle bağlantılıdır ve biz bu ayetin erken bir vakitte indiğini zannediyoruz.
Bu bağlamda bu ayetin, Beni Bekr ve Beni Huzaa hakkında indiği ihtimalini uzak
görüyoruz. Çünkü Hudeybiye antlaşması hicretin altıncı senesinde vaki olmuştur.
Ayetin mânâsı, buradaki istisnanın anlaşmalı insanlara haya ederek savaşmaktan
çekinen ve anlaşma isteyen insanlara işaret etmektedir. Bu ve diğer görüş
birinci ve ikinci rivayete mutabıktır. Ancak ayetteki istisna burada kastın,
müslüman olduklarını iddia e-den münafıklar ya da kafirler olması durumunda
sorun ortaya çıkıyor. İstisna sigasının ifadesine göre istisna edilenler geçmiş
ayetlerde hadis konusu olan münafıklar ya da münafık olarak itibar
edilenlerdir. Çünkü onlar iman üzerine bir delil getirmemişler, müslümanlarla
savaşa katılmamışlar ve ihlasla da Allah ve Rasulü'ne itaatte bulunmamışlardır.
Ancak ayetin konusu ve mânâsı istisna edilenlerin gayri müslimler olduğu ihtimaline
işaret etmektedir. Mücahede yapanlar, müslümanların kıtalinde göğüsleri sıkılanlar
ve Allah Teala'nın "eğer dileseydik onları size musallat ederdik"
diye vasıflandırdığı kimseler tabiatıyla müslüman olamazlar, "veya size
geldiklerinde" tabiri (anlaşmazlığı) daha da artırıyor. Bu durumda
onlardan bazıları müslüman olarak gelip müslü-manlara katıldılar, fakat kendi
kavimleri ile savaşmaktan haya ettiler. Ayet böyle bir ifade ile anlaşılabilir.
Nasıl ki onların özürlerini beyan edip hayalarını ilan ederek gelmeleri
anlaşılacağı gibi, ayetin mânâsı ifade ediyor ki Kur'an'ın hikmeti onları bu tutumlarından
dolayı özürlü buluyor. Müfessirlerin bu konudaki görüşleri bizi doyuracak
derecede değildir.
Bununla beraber
hadiste mevzu olan iki fırkanın gayri müslimler olduğu tercihini seçmekle
mutmain olmaktayız. Ve umulur ki, bu istisna, geçmiş ayette öldürme emrini
nehyeden son bölüme dönmektedir. Temenni ettiğimiz gibi eğer bu doğru olursa,
ortadan işkal kalkar ve bu ayette istidradi bir cümle, bölüm olarak kabul
edilir.
Durum ne olursa olsun
ayet müslümanları, kendilerinin anlaşma yaptıkları ile savaşmayı veya onları
öldürmeyi yahut müslümanlarla muahede yapmış olanlara sığınanları öldürme ve
onlarla savaşmayı ya da müslümanlarla barış tutumu ile hareket edip fakat müslümanlarla
savaş halinde olan kimselere sığınanları öldürmeyi ve onlarla savaşmayı
kesinlikle nehyetmekte, yasaklamaktadır. Böylece bu ayet müslümanlarla gayri
müslim-ler arasındaki siyasi alakayı belirtmektedir. Ve gayri müslimler Uç
sınıf olarak belirtilmektedir.
1-
Anlaşmalılar.
2- Sözleşme
yapıp kontrollerine girenler, koruma allına alınanlar.
3- Tarafsızlar, bunlar da müslümanlara karşı
barış tutumu ile hareket eden müslii-manla savaşan kavimlerle birlikte olmayıp
müslümanlara karşı durmayanlar. Böylece ayet bu üç grupla savaşmayı
nehyetmiştir. İşte bu durumda görüldüğü gibi, müslüman-lar, gayri müslimlerle
olan alakalarım, tarih boyunca hak, adalet ve insaf üzerine koymuştur.
Müfessirler[322] bu
ayetin, Tevbe sûresinin beşinci ayetini yani müşriklerin katlini emreden ayeti
neshettiğini söylemişlerdir. Ayetin metni şöyledir: "Haram aylar çıkınca
müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, onları hapsedin ve
onları gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru
kılar, zekatı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah çok
bağışlayan, çok esirgeyendir."
Tevbe sûresinin bu
ayetinden önce gelen ayetler ve sonrakiler, müslümanlarla muahede (ahidleşme)
yapanları istisna etmektedir. Ve onlara ahidlerinde dosdoğru olmalarını
emredip ahidlerini müddeti bitinceye kadar tamamlamalarını ve ona riayet
etmelerini emrediyor. Buna bağlı olarak neshedildiğini söyleyen kavle göre,
özellikle muahede yapan kişilere göre bu kavil (görüş) görüş, garip ve
yersizdir. Bazıları bu durumu mülahaza etmiş[323]' ve
bu görüşü inkarcı bir tavırla soruşturmuşlardır. Bu bağlamda mülahaza edenler
bu ayeti mensuh olarak kabul etmiş olsa bu ayet anlaşma yapanlarla da nakz etmiş,
çelişki etmiş olurdu. Ve mülahaza da gerçekten hak bir mülahazadır.
Bu mesele ile ilgili
yeterli açıklamaları geçmiş münasebetlerden dolayı yaptık[324].
Eğer burada fazla olarak bir şey söyleyecek olursak o da, bu ayetin muhkem bir
ayet olduğudur. Konuyla ilgili olarak nebevi bazı hadislerin ifadesine göre
fakihler, zimminin hata ile öldürülmesi durumunda üzerine diyetin vacip
olduğunu, bir görüşe göre ağır diyet ya da kısas uygulamasının da kasdi adam
öldürmede olduğuna karar vermişlerdir[325].
İşte burada ayetin muhkemliğinin
kesinleştiği görülmektedir. Zımmi tabiri muahid tabiri ile muradiftir. Muahid
isimlendirmesi onların Allah'ın, Rasulü'nün ve müslüman-lann zimmetine
girmesinden dolayıdır. Yani böylece onlara kefil olunup, güvenlikleri teminat
altına alınmaktadır. Buhari ve Tirmizi'nin rivayet ettiklerine göre Nebi şöyle
buyurdu: "Kim muahid (anlaşmalı) bir kimseyi öldürürse, cennet kokusunu
alamaz. Ancak kokusu ona kırk yıllık bir mesafeden gelir."[326]
İşte bu hadis yukarıda
tespit ettiğimizin vesikasıdır. Bu hadiste barış yapan ve tarafsızların,
muahidlcr üzerine kıyas yapmasına bir mani de yoktur. Bu durumda ayet mu-ahid,
barış yapan ve tarafsızları da içine almaktadır.Allah en iyi bilendir.
Özet
olarak şunu diyebiliriz. Ayetin hükmü istisna edilen üç sınıfa giren gerek fert
ve gerekse cemaat olsun merkez için geçerlidir. Onlarla ne savaşılır ne de
öldürülürler. Ayet Kur'an'ın genel esasları ile tam olarak bağlantılıdır. (Bir
günahkar diğerinin günahından sorumlu değildir) [327]
91- Başka
birtakım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından
emin olmak isterler. A-ma ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine
başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde
yaşamak istemezler, ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın ve nerede
bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı size açık bir yetki verdik.
Bu
ayeti kerime hem müslümanlardan ve hem de kendi toplumlarından emin olmak
isteyen ve müslümanların düşmanlarına sığınan başka bir toplumdan
bahsetmektedir. Fakat bu topluluk, istikrarlı olmayan "müzebzib" yani
bir oraya bir buraya hareket e-den, hangi fitneye itilseler, içine dalan bir
topluluktur. İşte böyle vasıflara sahip olan bir topluluk karşısında
müslümanlar, onların sevgi gösterilerine veya tarafsız tutumlarına
güvenemezler. Ancak onlar sebat ve doğrulukla müsliimanlara saldırmaz, açık bir
şekilde barış ilan eder ve miislümanlara sığındıklarına dair açık bir delil
getirirlerse, bu durumda onlara güven duyulabilir. Eğer bunu yapmazlarsa,
hükümleri kendi toplumlarının hükümleri gibi olur. Müslümanlar onları nerede
bulurlarsa öldürebilirler, savaşabilirler. Allah Teala onlar aleyhine
müslümanlara bu konuda hüccet ve yetki vermiştir. [328]
"Müfessirler,
ayette kasdedilen grubun Gatafan ve Esed kabilelerinden bir topluluk olduğunu
söylemişlerdir. Onlardan bir topluluk Medine'ye geldiklerinde müslüman olduklarını
söylüyor kavimlerine döndüklerinde de şirk ve düşmanlıklarını ortaya koyuyorlardı.
Bunu yaparken de kavimlerinden korunma ve güvenli olma düşüncesiyle yapıyorlardı.
Bu konuda zikredilen başka rivayetlerde de bunu yapanların Kureyş'den bir
topluluk veya başka kabileler olduğunu belirtmektedir[329].
Ayetin mevzuu, geçmiş
ayetlerle mevzu ve siyak birlikteliğine işaret etmektedir. Bu halde,
rivayetlerin Mekke müşrikleri veya Esed ve Gatafan kabileleri hakkında yahut da
başkaları hakkında olmasına engel değildir. Buna bağlı olarak ayet, şer'i bir
hüküm içe-rip münafıklar, muahidler, barış yapanlar ve çıkarsamalar hakkında
şer'i silsileyi tamamlamak münasebetiyle inmiştir.
Açıkça
görüldüğü gibi hükmün üzerine bina edildiği delil güçlü, dosdoğru, hak ve
insafla hareket etmektir. Ve bu telkin bu halleri temsil eden bütün durumlar
için geçerliliğini ve sürekliliğini ortaya koymaktadır. Ayetin ortaya koyduğu
telkin şudur: Müslümanların gerçekten doğru ve tarafsız olduklarında, mutmain
oldukları kimselerle barışla hareket etmeleri, düşmanlık ve savaş yapmamaları,
savaşan düşman bir topluluk içinde de olsalar, bu hallerine devam ettikleri
sürece müslümanlannda başka cevap vermemeleri gereklidir. [330]
92- Yanlışlıkla olması dışında bir mü'minin bir
mü'mini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin mü'min
bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi
gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola!. Eğer ölen mü'min
olduğu halde size düşman olan bir toplumdan ise mü'min bir köle aza.d etmek
lazımdır. Eğer kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir toplumdan ise
ailesine teslim edilecek bir diyet ve mü'min bir köleyi azad etmek gerekir.
Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay
peşpeşe oruç tutması lazımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
93- Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası,
içinde ebe-diyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lanet etmiş
ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
Ayetin metni açıktır,
burada;
A- Hata
olması hariç mü'minin mü'mini öldürmesinin kesinlikle yasak olduğunu, bu olayın
vaki olmasına ihtimal vermeksizin anlatıyor.
B- Kasten
adam öldüren için şiddetli bir uyan ve sakındırma vardır. Şu gelecek kaideler
ve esaslar çerçevesinde hatayla mü'min öldürmenin cezalarını (fıkıh
kaidelerini) beyan ediyor.
1- Bir mü'min diğer bir mü'mini hatalı olarak
öldürdüğü zaman öldürülenin ailesinin de mü'min olmaları durumunda, öldüren
kişinin üzerine işlediği suça kefaret olarak mü'min bir köleyi azad etmesi ve
Allah'a tevbe etmesi gerekmektedir. Aynı zamanda öldürülenin ailesinin
affetmesi hali hariç, öldürenin Allah rızası için maktulün ailesine sadaka
vermesi gerekir.
2- Bir
mü'min diğer bir mü'mini hatalı olarak öldürdüğünde maktulün (öldürülenin)
ailesi de kafir ve müslümanlann düşmanı ise, katilin (öldüren), işlediği suça
tevbe ve kefaret olarak bir köle azad etmesi gerekir.
3- Yine bir
mü'min diğer bir mü'mini hatayla öldürdüğünde maktulün akrabaları kafirler ve
müslümanlarla anlaşmalı iseler, buradaki hüküm de birinci maddenin hükmü
gibidir. Yani ailesine (maktulün) diyet verilmesi ve köle azad edilmesidir.
4- Eğer
katil bir şey bulamazsa ve mü'min bir köle azad etmeye güç yetiremezse bu
durumda keffaret olarak ödenecek bedel, art arda tutulacak oruçtur.
Müfessirler iki
ayetten her ayet için muhtelif rivayetler zikretmişlerdir. Birinci ayetin
münasebeti hakkında, Ayyaş isminde bir müslümanın, kendisine saldınlması ve işkence
edilmesinden dolayı bir şahsı, fırsat bulunca öldürmeye yemin ettikten sonra öldürmesi
sonucu inmiştir ki Ayyaş bu adamı, onun Mekke'den Medine'ye hicreti esnasında
mü'min olmasını bilmeden öldürmüştür. Aynı zamanda bu ayet hakkında ikinci bir
rivayet daha vardır. O da ayetin Ebu Derda hakkında indiğidir. Ebu Derda bir
cihat esnasında koyunlarını otlatmakta olan bir adama rastladı, adam kelime-i
tevhidi ikrar etmesine rağmen Ebu Derda adamı öldürdü ve koyunlarını aldı.
İkinci ayetin
münasebetine gelince Beni Neccar mahallesinde kardeşini ölü bulan bir şahıs
hakkında Medine'de inmiştir. Bunun üzerine adam Rasulullah'a başvurdu.
Rasu-lullah da o adamla beraber katilin kim olduğunun tespit etti ve kısas için
teslimi emriyle mükellef bir adamı Beni Neccar'a gönderdi. Bunun üzerine, şayet
katil bilinmiyorsa maktulün kardeşlerine diyet ödemelerini emretti. Onlar da katili
bilmediklerini belirttiler ve diyeti kardeşine ödediler. Maktulün kardeşi
diyeti aldıktan sonra Rasulullah'ın gönderdiği Neccarlı şahısla beraber
dönerken bu şahsı kardeşinin kanına bedel olarak öldürdü ve böylece kafir ve
mürted olarak Medine'ye döndü. Daha sonra Rasulullah onu Mekke'nin fethi
yılında öldürtmüş ve tevbesini de kabul etmemiştir.
Rivayetler iki ayetin
ayn ayrı olduğunu ve münasebetlerinin farklı olduğunu işaret etse de, bu iki
ayete bakıldığında ayetlerin birbirine bağlı ve uygun olduğunu söylemek
mümkündür. Başka bir yönde ise bu iki ayetin diğer ayetlerden farklı olduğu ve
birbirleriyle ilgili oldukları görülmektedir.
Zikri geçen ayetler,
müslümanların gayri müslimler karşısında tutumlarını ve gayri müslümlerin de
müslümanlar karşısındaki tutumlarını beyan etmiştir. Üzerinde durduğumuz bu
iki ayet de mü'minin mü'min bir kimseyi öldürmesinin hükmünü açıklamıştır.
Bu iki ayet geçmiş iki
ayetten sonra inmiş ve mevzulanndaki uygunluk itibariyle geçmiş ayetlerden
sonra zikredilmiştir. Tabii ki bu durum doğal olarak, bu iki ayetin inmesinden
önce bu iki ayet için zikredilen rivayetlere uygun olayların ve münasebetlerin
ortaya çıkmasına engel değildir. İşte bu uygun münasebetlerin ortaya
çıkmasından dolayı Kur'an'ın hikmeti bu konudaki genel hükmü beyan etmek için
vahyi indirmiştir.
Öncelikle bu iki
ayette hedef olarak mü'minin kanının diğer bir mü'min üzerindeki öneminin
büyüklüğüne -hatayla da olsa- ve bu olayın vehametine işaret ediliyor. Daha
sonra, eğer öldürme kasdı ile olursa, öldürme suçunun büyüklüğüne işaret
ediliyor. Umulur ki bu korkutma ve uyan, günahların hafiflemesine, mü'minin
kulak vermesine ve korkmasına sebep olur. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in hikmeti
bu makamda bu hede-
fi tekid etmek için,
özellikle bu suçun azameti üzerinde durdu ve aynı durumda hata ile öldürmenin
şer'i hükmünü beyan etmekle yetindi ki o da, katilin Allahu Teala'nın kendisini
affetmesi için Allahu Teala'ya tevbe etmesi ve maktulün ehline kefaret ödemesidir.
Ve açıktır ki, bu
ayet-i kerimeyle Allahu Teala mü'minin, kardeşinin kanı için özen '
göstermesinin gerekliliğine kasıttan öte hatayla da olsa mü'minin kanını
dökmekten sa-kındırmaya şiddetle işaret edilmektedir.
Mü'minin kanının diğer
bir mü'min üzerindeki önemi ve bu günahın azameti konusunda Peygamberimizden
birçok hadis zikredilmiştir.
Bu hadislerden
birincisi Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir.
Peygamber şöyle
buyurdu. "Kıyamet günü kan, insanların kendi aralarında Allah Teala'nın
ilk hükmettiği şeydir." Başka bir rivayete göre de kulun ilk hesap
vereceği şey namazdır ve aralarında ilk hükmedilecek şey kan dökmek hakkındadır[331].
İkincisi Buhari ve Ebu Davud'tan rivayet olunmuştur. "Mü'min birisi haram
kan akıtmadığı müddetçe dinde geniş ve rahattır".[332]
Üçüncü bir rivayet Ebu Davud ve Nesai tarafından rivayet edilmiştir.
"Mü'minin mü'min bir kimseyi kasdi olarak öldürmesi veya kişinin müşrik
olarak ölmesi hariç, umulur ki Allah Teala bütün günahları affeder."[333]
Dördüncü hadisi de
Tirmizi ve Nesai rivayet etmiştir. "Allah katında müslüman bir adamın
öldürülmesi, dünyanın helak olmasından daha kötüdür."[334]
Beşinci olarak da yine Tirmizi'den rivayet olunan hadise göre: "Eğer
gökyüzü ehli ve yeryüzü ehli bir mü'minin kanının dökülmesine iştirak etseler,
Allah Teala onları ateşe atar."[335]
Şuna da işaret edelim
ki kasdi öldürmek, kendisi hakkında hüküm belirtilmemiş olarak terkedilmedi.
İşte bu hüküm kısastır; yani nefse karşı nefsin öldürülmesi. İşte bu hüküm
İsra sûresinin 33. ayetinde "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da
öldürmekte aşırı gitmesin, zira o da yardım görmüştür" şeklinde beyan
edilmiştir. Ve yine ayrıca tefsiri ve şerhi geçen Bakara süresindeki (178-179)
ayetlerde beyan edilmiştir. Sonra bu hüküm (kısas) Rasulullah'tan gelen bir
sünnettir. Şöyle ki Rasulullah maktulün yakınlarını diyet almak veya kısası
tercih etmek noktasında serbest bırakmıştır[336].
Rasulullah'ın bu
hükmü, aynı zamanda şerhi geçen Bakara sûresinin 178. ayetinde açıkça beyan
edilmiştir.
Bazı müfessirler,
"eğer öldürülen, sizinle onlar arasında bir anlaşma bulunan bir kavimden
ise" cümlesinde kastın, öldürülenin mü'minlerle kafirler arasında
anlaşması bulunan bir topluluktan olmasıdır dediler[337].
Bazıları da buradaki kasıt öldürülenin mü'min olup mü'minlerle anlaşması olan bir
kavimden olmasıdır dediler[338].
Ayet-i kerime hatayla adam öldürme sadedinde olduğu için ikinci görüş mânâya
daha uygundur. Ki biz onu meseleyle ilgili önceki şerhimizde almıştık. Ve onun
gerçekten doğru olacağını temenni ediyoruz.
İşte bu kaviller
arasındaki ihtilafın sebebi de olaylar ve hadislerin farklı olması ve aynı
zamanda olaylarla ilgili şahısların farklı olmasından kaynaklanmaktadır.
"Eğer öldürülen
sizinle onlar arasında anlaşma bulunan bir kavimden ise "Bu ayet-i kerime
anlaşmalılardan hata ile öldürülenleri de içermektedir" görüşüne binaen
alimler, zımminin ve anlaşmalının diyetinde ihtilaf etmişlerdir.
Alimlerden bazıları bu
konudaki rivayet edilen hadislere göre bu diyetin, müslüman bir kişinin diyeti
gibi olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da bu miktarın yansı kadar olduğunu
söylemişlerdir[339].
Burada başka bir konu
daha vardır ki o da taş, sopa veya kamçı ile öldürmeden dolayı ortaya çıkan
"kasti öldürmeye" benzer öldürme çeşididir. Müfessirlerin rivayet
ettiği bir hadise göre bu tip öldürme, karşı tarafın öldürülmesini
gerektirmeyip ancak ağır diyeti gerektirmektedir. O da hata ile öldürmedeki
diyetin ikiye katlanması ya da dörtte bir ziyade veya üçte bir ziyade ile yani
mevcut çeşitli rivayetlere göre değişmektedir.
Müfessirler; bu konuda
zikredilen görüşlere ve hadislere istinaden, eğer maktulün taraftarları
kısastan bedel olarak diyeti kabul ederlerse, yine diyetin muğlıza (ağır) olduğunu
belirttiler[340].
İşte bu konuda
zikrettiğimiz geniş açıklama ve rivayetlerle yetinmekle beraber, şunu da
belirtelim ki bu konuyla ilgili geniş bilgi fıkıh kitaplarında açıkça beyan
edilmiştir.
İkinci ayetteki kesin
üsluba göre, kasti adam öldürenin tevbesinin kabul edilip edilmemesi
bakımından ve cehennemde ebedi kalıp kalmaması bakımından bu mesele de
araştırma ve tartışma konusu olmuştur.
Şöyle ki bazıları
nebevi hadislere göre kasten adam öldürenin tevbesinin kabul edilmeyeceğini ve
cehennemde ebediyen kalacağını söylemişlerdir[341].
Bazıları da nebevi
hadislere ve Kur'an ayetlerine dayanarak, Allahu Teala'nın dilerse tevbeyi
kabul edeceğini ve o kişinin öldüğü zaman kelime-i tevhidi ikrar ediyorsa
ebediyyen ateşte kalmayacağını söylemişlerdir[342].
Birinci görüş
hususunda Ebu Davud ve Nesai'den gelen bir rivayete göre "Umulur ki Allah
her günahı affeder. Ancak müşrik olarak ölen ve kasten bir mü'mini öldüren
hariç"[343].
Buhari ve Müslim Said bin Cübeyr'den rivayet ettiğine göre, "İbn Abbas'a
kasten bir mü'min öldüren kişiye tevbe var mıdır?" dedim.
"Hayır" dedi. Sonra bunun üzerine Furkan sûresinden "Ancak tevbe
eden" cümlesine kadar okudu ve bu Mekki'dir ve Medeni olan "Kim bir
mü'mini kasten öldürürse cezası ebedi olarak cehennemdir" ayeti
neshetmiştir dedi[344].
İkinci görüşle, ilgili
varid olan "Muhakkak ki Allah kendisine şirk koşmayı affetmez bundan
başkasını dilerse affeder." "De ki Ey kendi nefisleri aleyhine haddi
aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Zümer 53).
Buhari, Müslim ve Tirmi-. zi'nin Ebu Zer'den rivayet ettiği bir hadiste Nebi
(s) dedi ki: "Cibril bana geldi ve beni şöyle müjdeledi: "Kim ki
senin ümmetinden şirk koşmaza, cennete girer." Dedim ki : "Zina etse
ve hırsızlık yapsa da mı?" Dedi ki: "Zina etse de, çalsa da."
Ben tekrar sordum. O yine aynı cevabı verdi"[345].
Yine Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin rivayet ettiği ikinci bir hadiste: "Hiç
bir kimse yok ki Allah'tan başka bir ilah olmadığına, Muham-med'in de O'nun
Rasulü olduğuna kendi kalbinden dosdoğru şehadet ederse Allah ona ateşi haram
kılar."[346] Müslim'in Enes'den, o da
Rasulullah'tan rivayet ettiği üçüncü bir hadise göre: "Her kimin kalbinde
arpa tanesi ağırlığında imanı varsa ve "Allah'tan başka ilah yoktur"
diyorsa ateşten çıkar"[347]. Ve
"Her kim ki kalbinden mısır tanesi ağırlığında iman var ve Allah'tan
başka ilah yoktur" diyorsa ateşten çıkar." Müslim'in rivayet ettiği
dördüncü bir hadise göre Rasulullah'a bir adam geldi ve dedi ki: "İki icab
ettirici (yani cennete- ve cehenneme girmeyi) gerektirici şey nedir?
"Rasulullah dedi ki: "Kim ki Allah'a şirk koşmadan ölürse Cennete
girer. Kim ki şirk koşarak ölürse Cehenneme girer." Buhari ve Müslim,
Said İbn Cübeyr'den rivayet ettikleri hadise bir tamamlamada bulundular. Buna
göre bu soru onun tarafından İbn Abbas'a değil, müfessirlerin ve tabiinin
büyüklerinden.olan Mücahid'e sorulmuştur ve hadis ondan işitilmiştir dediler.
Bu tamamlayıcı da "ancak pişman olan" şeklinde ifade edilmiştir[348].
Açıktır ki her iki
kavlin yani görüşün de senedleri ve dayanakları vardır. Biz bunları zikretmekle
yetiniyor ve diyoruz ki, buradaki ayetin asıl ana hedefi kasten mü'min öldürme
fiilinin büyüklüğünü ve Allah katındaki günahını belirtmektir. Beş müsned sahibinin
İbn Abbas'tan rivayetine göre "Bir kul zina ettiği anda mü'min olarak zina
yapmaz. Bir mü'min hırsızlık yaptığı anda mü'min bir mü'mini öldürdüğü olamaz,
bir mü'min içki içtiği anda mü'min olamaz. Bir mü'min öldürdüğü anda mü'min
olamaz" Ebu Hureyre bu hadis üzerine şunu ziyade etmiştir. "Tevbe ise,
henüz kabul edilir[349].
Umulur ki, bu hadis ve tamamlayıcı ile geçen iki kavil arasında bir uyuşma
kurulabilir.
Her
kim ki katli helal görürse kafir olarak ölür ve cehennemde ebedi kalır. Kim ki
öldürür ama helal görmez, pişman olur ve tevbe ederse cehennemde ebedi olarak
kalmaz. [350]
94- Ey iman
edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman'[351] iyi
anlayın, dinleyin'[352].
Size selam[353]' verene, dünya hayatının
geçici menfaatine göz dikerek "Sen mü'min değilsin" demeyin. Çünkü
Allah nezdinde sayısız nimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size
lütfetti. O halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.
Ayet-i kerimede hitap
müslümanlara yöneltilmektedir ve ayet-i kerime şunları içermektedir.
1- Ayet-i
kerime müslümanlara Allah yolunda savaşa çıktıklarında insanların hakikatleri
konusunda yani müslüman olup olmadıkları hususunda kesin sonuca varıncaya kadar
araştırıp soruşturmalarını, kafir düşman haricindekilerle savaşmamalarını ve
onları öldürmemelerini ve kendilerine selam veren veya barış ve uzlaşma teklif
eden yahut da müslüman olduğunu ifade edenlere karşı onların yanındaki mal ve
ganimeti arzuladığı için kendi kendine içtihad ederek "sen müslüman
değilsin" gibi yanlış hareket ve ifadelerden sakınmalarını emretmektedir.
2- Allahu
Teala bu ayeti kerime ile müslümanlara şunu hatırlatmaktadır: İhlas sahipleri
için Allah katında dünyevi ve uhrevi mal ve ganimet çoktur. İnsanların
soruşturması konusunda dünya hayatı, arzusu onları Haktan ayırıcı ve onları
şaşkına çevirici bir etken olmamahdır. Ve şunu hatırlamalıdır ki: Onlar da bir
zamanlar müslüman değillerdi ama Allahu Teala' nın fazl-ı keremi ve hidayeti
ile müslüman oldular ve mümkündür ki onlar da yine Allahu Teala'nın hidayeti ve
fazlı ile müslüman olabilirler.
3- Ayeti
kerime ikinci olarak müslümanları, Allahu Teala'nın onların yaptıklarını ve
niyet ettiklerini bildiği ifadesini kullanarak tespit ve soruşturma konusunda
uyarıyor.
Müfessirler bu ayetin
nüzul sebebindeki olay ve şahıslar hakkında, mevzuları ortak olan muhtelif
rivayetler zikretmişlerdir[354].
Bu rivayetlerin özeti:
Müslümanlardan bazıları bir cihad seriyyesine çıktılar ve yanında mal ve koyun
bulunan bir şahsa rastladılar. Bu şahıs onları hemen selamladı ve hemen
arkasından Kelime-i Tevhidi getirdi. Fakat müslümanlar bu adamın getirdiği
Ke-lime-i Tevhid'den o şahsın takiyye yaptığı ve onları aldattığı zannına
binaen bu adamı tasdik etmediler. Tam aksine adamı öldürüp malına el koydular.
İşte bu olay Rasulul-lah'ın kızgınlığına ve onları o şahsın malına göz dikmekle
suçlamasına sebep oldu. Hatta onlar Peygamberimiz'den özür dilediklerinde
onları azarlayarak "karnını yarıp da baksaydınız" dedi. Çok geçmeden
ayet indi. Peygamberimiz, onlara maktulun diyetinin ödenmesini, malının ve
koyunlarının geri verilmesini emretti ve bu öldürme şeklini de hata ile
öldürmek şeklinde kabul edip, öldüren şahsa da bir köle azat etmesini emretti.
Ayrıca bu konuda
müfessirlerin zikrettiği rivayetlere uygun olarak Buhari, Müslim, Ebu Davud ve
Tirmizi de İbn Abbas'tan bir hadis rivayet etmişlerdir: "Bir adam, Peygamberimizin
ashabından olan bir topluluğa uğradı ve bu adamın yanında koyunlar vardı. Adam
o topluluğa selam verdi. Onlar, 'bu adam sizden korunmak için size selam verdi'
dediler. Bunun üzerine kalkıp adamı öldürdüler ve koyunları ile birlikte
Rasulul-lah'a getirdiler ve bunun üzerine ayet indi[355].
Rivayetlerdeki
farklılık ve çeşitliliği bir kenara bıraktığımızda, gerçekten ayetin rivayetlerle
uygunluk arzettiğini görebiliriz, ki bu uygunluk şunu söylememizi caiz
kılmaktadır: Rivayetlerde gelen benzer bir olay, ayetin sebebi nüzulüdür.
Geçmiş ayetlerle bu
ayet arasında konu itibariyle bir münasebet görülmektedir. Şöyle ki, bu ayet
ya diğer ayetlerden sonra inmiş ve onların tertibine göre dizilmiştir, ya da bu
ayet sınırlar içermiş, diğer ayetlerle (mevzu itibariyle) uygunluk gösterdiği
için diğer ayetlerin tertibine göre dizilmiştir.
Bu ayet haddi zatında
bir şer'i hükümler topluluğudur. Evet, işte bu ayet mükemmel bir hüküm, bir
ders ve bir yön verme, yöneltme içermektedir. İşte bu ifadeler sırasıyla:
1-
Ganimetler cihadın esas cevheri, ana hedefi olmamalıdır.
2- İnsanların, fiili olarak
kendilerini yalanlayacak bir durumları olmadıkça zahirleri ile kabul
edilmeleri, özellikle de bu duruma selam, barış ve uzlaşma veya kişinin
müs-lüman olduğunu ilan ettiği hallerde dikkat edilmelidir. [356]
95- Mü'minlerden özür sahibi olanlardan başka'[357]
oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.
Allah malları ve canlan ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan
üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir, ama
mücahitleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
96- Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet
vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Mü'mirilerden bazı
kimselerin, özürleri olmadığı halde cihaddan geri durmalarına rağmen günaha
girmemelerinden ve zorlanmamalarından anlaşılıyor ki, durumlar ve şartlar
bundan gayrisini götürmüyordu. İşte bu sebepten dolayı Kur'an'ın hikmeti bu
ayeti (bu durumların) hemen arkasından getirdi. Bu dediğimizi, cihadı önceden
farz oluşu ve Peygamberimizin hayatı boyunca cihat ayetlerinin terhib, terğib
ve azarlama çerçevesinde dönüşü teyid etmektedir.
Bununla beraber ayet-i
kerime, her ne kadar zahiren kuvvetli olmasa da "kaçmak için yalan
söyleyip özür beyan etmek suretiyle olmadan" özür dileyen ihlas
sahiplerinin, özürlerinin kabulü süresince .onlara sürekli bir telkinden uzak
değildir. Ve insanlann gerçekten her ne kadar özürleri kuvvetli olmasa da
cihada iştirak noktasında her zaman durumları aynı değildir. Yine burada cihadi
hareketlere iştirak etmese de, durumu hakkında, ihlaslı ve hüsni niyet sahibi
olduğu bilinen kişiler hususunda sürekli bir telkin ve uyarı vardır.
Ama özür sahiplerinin
istisnasına gelince buradaki hikmet açık ve nettir ki bu durum Fetih sûresinin
15-17. ayetleri arasında ve Tevbe sûresinin 91. ayetlerinde belirtilmiştir. Bu
ayetler sırasıyla "Siz ganimetleri almak için gittiğinizde geri kalanlar
"bırakın biz de arkanıza düşelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın
sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz bizimle gelemeyeceksiniz. Allah
daha önce böyle buyurmuştur." Onlar size "Bizi kıskanıyorsunuz"
diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir. Bedevilerden geri
kalmış olanlara de ki: "Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya
çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsanız veya müslüman olurlar. Eğer itaat
ederseniz Allah size güzel bir mükafat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine
dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır."
"Köre vebal
yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. Bunlar savaşa katılmak
zorunda değiller. Kim Allah'a ve Peygamberlerine itaat ederse Allah onu altından
ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa onu acı bir azaba
uğratır."
"Allah ve Rasulü
için (insanlara) öğüt verdikleri taktirde zayıflara, hastalara, ve (savaşta)
harcayacak bir şey bulamayanlara bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin
aleyhinde bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan çok
esirgeyendir."(Tevbe 91)
Rasulullah'tan gelen
bir hadis, özürlüler cümlesinden olan bazı özür sahiplerinin cihaddan geri
kalmalarına rağmen, derece olarak cihad edenlerin derecesinden geri kalmadıklarını
ifade etmektedir.
Enes'den rivayet
edildiğine göre Peygamber bir gazvede idi ve şöyle dedi: "Biz bir vadiyi
geçmedik ki, arkamızda Medine'de özürden dolayı geri kalan topluluklar bizimle
beraber olmasınlar."[358] Bu
hadis başka bir siga ile şöyle rivayet edilmiştir. "Medine'de öyle
topluluklar bıraktınız ki, geçtiğiniz her vadide, yürüdüğünüz her yerde ve
infak ettiğiniz her şeyde onlar sizinle beraberdirler." Dediler ki:
"Ey Allah'ın Rasulü nasıl oluyor da onlar bizimle beraber
oluyorlar?" Peygamber dedi ki: "Evet, özürleri onları hapsetmiştir.
(alıkoymuştur.)"[359]
Kütüb-ü Hamse'de
birinci ayetin nüzulü hakkında Zeyd bin Sabit'den rivayet edilen bir hadiste
şöyle denmiştir: "Peygamber 'Mü'minlerden Allah yolunda cihad edenlerle
oturanlar eşit değildirler' ayetini bana yazdırdı. Peygamberimiz yazdırdığı
esnada tbn Mektum ona geldi ve şöyle dedi. 'Ey Allah'ın Rasulü eğer güç
yetirseydim Allah yolunda cihad ederdim' dedi -kendisi âmâ idi- ve hemen
arkasından Allahu Teala, Rasulü üzerine üç ayet indirdi. 'Özrü olmayanlar'.[360]
Kur'ani hikmet bu
âmânın nidasına cevap verdi ve ayeti kerime özür sahiplerini istisna etmekle
bu âma ve bu gibi sorumluluk sahibi olan diğer-özür sahiplerinin durumlarını
kapsamaktadır.
Bununla
beraber bu hadis Kur'an'ın ortaya koyduğu sahnelerden bir sahne olması
bakımından büyük bir önem ve ciddiyet içermektedir. Diğer bir açıdan ise bu
olay Kur'an'm nüzulünün hemen akabinde tedvin edildiğine delil arzetmektedir. [361]
97-
Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken'[362]
"Ne işte idiniz" dediler. Bunlar "Biz yeryüzünde
çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de "Allah'ın yeri geniş
değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı
cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.
98- "Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı
erkek, kadın ve çocuklar müstesnadır".
99- Umulur ki, Allah bunları affeder. Allah
affedici bağışlayıcıdır.
100- Allah
yolunda hicret eden kimse, gidecek çok yer ve bolluk bulur'[363].
Kim Allah ve Rasulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm
yetişirse artık onun mükafatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
İfadesi açık olması
hasebiyle ayet şu mânâları içermektedir:
1- Mustazaf
olduklarını özür olarak belirtip, şirk beldesinde kalmayı hicrete tercih e-den
müslümanlardan bir fırkaya eleştiri ve kınama vardır. Ve bu müslümanlann öne
sürdükleri özürler ise kabul edilir değildir. Yine bu ayetler, müslümanlann bu
kötü tercihleriyle nefislerine zulmettiklerini ve uhrevi hayatlarının netice
olarak kötü olacağını ifade etmektedir.
2- Yukarıda
zikrettiğimiz eleştiri, kınama ve uyandan, erkeklerden zayıf olanlar, kadınlar
ve çocuklar yani hakkıyla mustazaf olanlar ve kurtuluşa güç yetiremeyenlerin bu
ayetlerde istisnası beyan edilmiştir. Ve Allah bu ayetlerle onlan affedeceğini
beyan etmiştir.
3- Şirk
diyanndan göçüp gitmenin, hicrete icap etmenin önemi ve faidesi vurgulanmış ve
teşvik edilmiştir. Gerçekten Allah yolunda hicret edenler birçok sebepler, vesileler
ve geniş nzk kapıları bulurlar.
Her kim ki Allah ve
Rasulü için evinden çıkıp hicret eder de bu yolda ölürse, bu kişinin ecri
Allah Teala üzerinde haktır. Allah gafurdur, rahimdir.
Yukarıda zikri geçen
ayetler yeni bir bölüm ifade etmektedir. Bununla beraber geçmiş ayetlerle
siyak ve sibak bakımından bir uygunluk vardır. Bu ayetler ya geçmiş ayetlerden
sonra inmiş, mevzu ve konu birliği itibariyle ittifak ettiği için tertip
sırasına göre diğer ayetlerin arkasından getirilmiştir, ya da diğer ayetlerle
mevzu birliğinden dolayı onlardan sonra getirilmiştir.
Bu ayetlerle ilgili
olarak müfessirler tarafından birçok rivayet zikredilmiştir[364].
Mü-fessirlerin rivayetine göre birinci ayet müslümanlardan Mekke'de kalıp
müslümanlıkla-nnı gizleyen ve Bedir Savaşı'na müşriklerin yanında girenler
hakkında inmiştir. Bu bağlamda rivayete göre Peygamberimizin amcası ve onun
amcası oğlu Ukeyl, müşriklerle beraber bu savaşa çıkanlar ve esir olanlar
arasında idi. Peygamberimiz Abbas'ın kendisinden fidye istediği zaman Abbas,
Peygamberimize "Nasıl olur biz şehadet getiriyor ve namaz kılıyoruz"
dedi. Peygamberimiz ona: "Siz savaştınız ve mağlup oldunuz" dedi ve
bunun üzerine ayet indi. Burada anlaşılan ayetin Bedir savacından önce
indiğidir. Bu da itikadımıza göre uzak bir ihtimaldir. Sahihi Buhari'nin tefsir
bölümünde İbn Abbas'dan gelen rivayete göre: "Müslümanlardan bazıları
savaş esnasında müşriklerin yanında bulunuyor ve Peygamber'e karşı onların
kalabalığını artırıyorlardı. Bu durumda kimine ok isabet edip ölüyor, kimi de
dövülüp öldürülüyordu. Bunun üzerine Allah Teala "Kendi nefislerine
zulmeden oldukları halde meleklerin kendilerini öldürmüş olduğu kimseler...
"(Nisa 97) ayeti celilesini inzal etti. Sonra Allah Teala müşriklerle
beraber kalan zayıfların durumunu hafifletti ve ancak Mekke'den çıkma çaresi
ile Medine'ye gitme yolunu bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklardan ibaret
olan zayıfları müstesna kıldı. İşte onları Allah'ın affetmesi umulur. Allah
affedicidir, mağfiret edicidir. (Nisa 98-99) İbn Abbas demiştir ki: "Ben
ve anam (ayette zikredilen) acizlerden idik." Bir rivayette şöyle
gelmiştir: "Ben ve anam Allah'ın kendilerini mazur saydığı
kimselerdendik."[365]
Yine ikinci rivayete
göre durumları zayıf olan ve içlerinde Velid Seleme bin Hişam ve Ayyeş bin Rebia'nın
bulunduğu bir cemaat hakkında inmişti[366]. Ve
"Her kim ki evinden Allah ve Rasulü'ne hicret için çıkarsa" üçüncü
ayetin sonuna kadar hepsi Medine'de oturan yaşlı bir adam hakkında inmiştir.
Rivayete göre bu adam Beni Leys'den olup ayetin nüzulü kendisine bildirildiği
vakit ehline: "Ben artık yanınızda gecelemeyeceğim" deyip hasta
olduğu halde yola çıkmış ve yolda vefat etmiştir. Rasulullah'ın ashabı bu kişinin
durumunda ihtilaf edince zikredilen ayetlerin tamamı inmiştir. Yine rivayet
edildiğine göre Muhacirler, birinci ayet inince Mekke'den çıkmışlar ama
arkadan müşrikler onlara yetişmişler ve onlardan bir kısmını öldürmüşler,
bazıları da kurtulmuşlardır.
Ve zikredilen bu
rivayetler ayetlerin farklı farklı durumlarda indiklerini iktiza etmektedir ve
hatta ayetlerdeki bazı cümleler arasında tam bir uygunluk olmasına rağmen belli
hallerin hadlerinin sınırlarını belirtmek için inmiştir.
Buna ek olarak
rivayetlerdeki, (geride kalan) müslümanlann Bedir Savaşı'na, müşriklerin
tarafında katıldığını destekleyecek ve bunun sıhhatına teslim olunacak bir durum
gözükmemektedir. Ve rivayetlerin hepsinde de açık bir şekilde onların mustazaf
oldukları ve geride kaldıkları için de özür dilediklerini ifade edilmektedir.
Bu sûredeki (88-89) ayetler, müslümanlarla cihada katılmadıkları için
münafıkların kanının boşa aktığını bildirmiş ve (şerhettiğimiz gibi) onları
kafirler diye nitelendirmiştir. Bu durumda, geride kalan müslümanlar hakkında
hikaye edilen rivayetlerin ifadesi daha kötü ve daha şiddetlidir.
Bunların hepsine ek
olarak dediğimiz gibi ayetlerin hepsi mutlak, kapsamlı ve birbirleriyle tam
bir uyum oluşturmaktadırlar. Ve akla ilk gelen veya göze çarpan; Peygamberimizin
ashabından bazıları (Muhacirlerden) herhangi bir sebeple Mekke'de kalıp
müslümanlarla hicret etmeyenlerin durumunu zikrettiler veya onların durumlarını
ve akıbetlerini hatırlattılar. Belki de münafıkların, müslümanlarla beraber
hicret etmedikleri ve bu sebepten dolayı da kanlarının akmasının heder
olduğunu ifade eden bu sûredeki 88-89'uncu ayetler Kur'ani hikmet gereği
yukarda zikredildiği üslûp ve tarzla vahyo-lunmuştur. Biz vakıa bakımından,
gelen ve sahih olan ve bu rivayetlerin ayetler üzerindeki yorumu tatbiki olsun
diye bu görüşe meylediyoruz. Ve bunun açık suret örnekleri nebevi siretle
Medine döneminde görülmektedir.
Herhalükarda birinci
ayet müslümanlardan bazılarının ya dünya hayatını ve malını sevmekten, ya
tembellikten veya korkaklıktan dolayı Peygamberimize ve müslümanlara
katılmayarak (güçleri yetmekle beraber) hicretten geri durduklarına delalet
etmektedir. İkinci ayet ise, yukarıda zikrettiklerimizin yanında gerçekten
zayıf ve güçsüz olduklarından bahsetmektedir. Bu konudaki başka ayetler bu
durumu teyid etmektedir. Bunlardan Enfal sûresinin 72. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad
edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar
birbirlerinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle hicret edene kadar sizin
dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olan
topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah
işlediklerinizi görür"
Bu konuda F~tih
sûresinin 25. ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır. "Onlar inkar edenlerdir.
Sizi Mescid-i Haram'ı ziyaretten ve bağlı kurbanları yerlerine gitmekten alıkoyanlardır.
Eğer orada henüz tanımadığınız inanmış erkeklerle inanmış kadınları bilmeyerek
ezmek suretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı Allah savaşı önlemezdi.
Allah dilediklerine rahmet etmek için böyle yapmıştır..."
Ve Mumtehine sûresinin
10. ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır. "Ey inananlar! İnanmış kadınlar
size hicret ederek gelirlerse onları deneyin, hicret sebebini inceleyin. Allah
onların imanlarını çok iyi bilir. Onların mü'min kadınlar olduklarını
öğrenirseniz inkarcılara geri çevirmeyin."
Birinci ayet, ilah-i
kelimetullah'ın yolunda hicreti terkedip zulüm ve bağy diyarında kalanların ve
bu zulme, taşkınlığa, azgınlığa razı olup sessiz kalanların durumunu tesbit ve
tayin etmektedir. Hatta onlar için "İşte onların dönüş yeri cehennemdir. O
ne kötü dönüş yeridir" ifadesini kullanarak, onların İslami kimliklerinin
düştüğünü tayin ve takrir etmektedir. Ve burada onların İslamlıklarının
sıhhati için hicrete icabet etmelerinin gerekliliği ifade edilmektedir. Ve
bunların hepsinde nebevi siretteki zuruflara nisbetle şer'i bir evrim ve
gelişme vardır.
Çünkü biraz önce
nassını zikrettiğimiz Enfal sûresinde işaret edilen bu fırka için ayet onları
suçlamadı, uyarmadı ve hicreti gerekli kılmadı. Aksine eğer onlar yardım isterlerse
onlara yardım etmenin müslümanların üzerine gerekli olduğu vurgulandı. Birinci
ayetin muhkemliği Mekke'nin fethine kadar olmuştur ki Mekke'nin fethi hicretin
8. yılında gerçekleşmiştir. Evet, bu durumda Buhari ve Müslim'in İbn Abbas'tan
rivayet ettikleri bir hadise göre şöyle buyrulmuştur. "Fetihten sonra
hicret yoktur. Fakat cihad ve niyet vardır"[367].
Ama bundan sonra hicret ihtiyari bir hale dönüşmüştür. Sahih müs-netlerde
olmayan ve Peygamberimizden gelen bir hadise göre -ki bu hadis ayetle bağlantılıdır-
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben müşriklerin arasında kalanlardan beriyim
ve ben müşrikle beraber olan her müslümandan beriyim"[368].
İlk etapta bu hadisin Fetihten önce varid olduğu gözlenmektedir.
"Fetihten sonra hicret
yoktur" hadisinin kapsadığı ayetler zamanı açısından hususi olmalarıyla
birlikte, birinci ve dördüncü ayetler özellikle her zaman ve devri kapsayan
kesin ve açık telkinler içermektedir. İşte bu iki ayet müslümanların küfür
diyarında kalmamalarını küfre, zulme ve taşkınlığa karşı sessiz kalmamalarını,
bu tip diyarlarda durmadan, göç etmelerini ve gidecekleri yerde bütün
zorlukların ve sorunların Allahu Te-ala'nın vaadi ile kolaylaşacağını ve bu
kişiler için büyük ecirlerin olduğunu ifade etmektedir.
Ama
ikinci ve üçüncü ayetlere gelince, bu iki ayet Kur'an'ın genel esaslarıyla
bağlantılı olup gerçekten güç yetiremeyen müslümanların özrünün kabul
edileceğini ve bunların bir mesuliyetlerinin olmadığını (güç yetiremedikleri
şeylerde) beyan etmektedir. [369]
101-103- Yolculuk ettiğinizde, kafirlerin size bir fenalık
yapmasından korkarsamz'[370]
namazı kısaltmanızda'[371]'
size bir sorumluluk yoktur. Zira kafirler size apaçık düşmandırlar. Sen
içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman bir kısmı seninle beraber
namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar'[372],
secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler, kılmayan öbür kısım gelsin
seninle beraber kılsınlar[373]',
tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar[374].
Kafirler size ansızın bir baskın vermek için silah ve eşyanızdan ayrılmış
bulunmanızı dilerler. Yağmurda zarar görecekseniz veya hasta olursanız
silahları bırakmanıza engel yoktur. Fakat dikkatli olun. Allah kafirlere
şüphesiz ağır bir azap hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta
iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda namazı
gereğince kılın. Namaz şüphesiz inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır[375]
Ayet-i kerimenin
ibaresi açık olup, şu hükümleri içermektedir:
1 -
Müslümanlar kafir düşmanlarla savaşmak için çıktıklarında, namaz esnasında onların
tuzaklarına maruz kalma korkusundan dolayı namazı kısaltabilirler.
2- Nebi'ye
korku esnasında nasıl namaz kılınması gerektiğinin keyfiyeti öğretilmektedir.
3- Müslümanlar için silahlarının muhafazası
(namaz esnasında) konusunda uyarı ve her halükarda eğer yağmur ve hastalık gibi
bir engel olmazsa kafirlerden korunmak için tedbirlerini almaları gerekliliği
vurgulanmaktadır.
4- Her
halükarda Allahu Teala'yı zikretmeleri ve tam bir emniyet içinde olduklarında
namazı vaktinde kılmaları emredilmektedir.
Bu ayetler yeni bir
bölümün başlangıcıdır. Fakat bu ayetlerle geçmiş ayetler arasında bir uygunluk
vardır. Bu ayetler ya diğer ayetlerden sonra inmiş olup mevzu itibariyle
uygunluk gösterdiği için hemen arkasına konulmuştur ya da onlarla mevzu
birlikteliğinden dolayı diğer ayetlerden sonra getirilmiştir.
Hazin, bu ayetlerin
nüzul sebebi hakkında şöyle bir rivayet aktarmıştır: "Asfan denilen
yerde, müslümanların başında Peygamberimiz bulunuyordu ve önlerinde ise Halid
bin Velid komutanlığında müşrikler vardı. Peygamber öğle namazını kıldırdı.
Müşrikler bu durum karşısında "Gerçekten kaçınlmaz bir fırsat bulduk,
onlar şu an namazda iken üzerlerine saldıralım" dediler. Bunun üzerine bu
ayetler indi. Peygamberimiz de ikinci ayette belirtildiği gibi onlara korku
namazını kıldırdı".
Tirmizi de az bir
farklılıkla bu rivayeti Ebu Hureyre'den, bu ayetlerin sebeb-i nüzulü olduğunu
belirtmeksizin zikretmiştir. "Peygamberimiz Asfan ve Decnan denilen yere
indi. Müşrikler (müslümanlar için) 'Onların kendileri için babalanndan ve
oğullarından daha sevgili olan bir namazı vardır, o da ikindi namazı. Bütün
gücünüzü toplayın ve üzerlerine toptan hareket edin' dediler. Cibril
Peygamberimize gelip, ashabını iki kısma ayırmasını ve ayet-i kerimede
belirttiği gibi namazı kıldırmasını emretti."[376]
Taberi'nin rivayetine
göre tüccarlardan bir topluluk, sefere çıktıklarında nasıl namaz kılacaklarını
sordular. Bunun üzerine Allah "Yeryüzünde sefere çıktığınızda namazı kısaltmanızda
bir günah yoktur" ayetini (yalnızca bu ayeti) indirdi. Vahiy kesildi,
hattta bir yıl geçti. Peygamber bir savaşa çıktı ve bu savaş esnasında
Peygamber ashabına öğle namazı kıldırdı. Bu durumu gören müşrikler
"Muhammed ve ashabı kendilerine saldırmamız için bize imkan verdiler.
Onların üzerlerine bu namazdan sonra başka bir namaz olan ikindi namazında
saldırın" dediler. Bunun üzerine Allah Teala geri kalan ayetleri indirdi.
Ve ikindi namazı iki rekat kılındı. Müslümanlar iki saf oluşturdular ve hepsi
Peygamberimizle namaza durdular. Birinci saftakiler secde edince ikinci
saftakiler gözetici olarak kaldılar. Sonra ikinci saftakiler secde edince
birinci saftakiler beklediler ve Peygamberimiz oturunca onlar da oturup namazı
tamamladılar.
Tüccarların sualiyle
ilgili rivayet, garib bir rivayet. Çünkü bu ayetten sonra gelen i-ki ayet bu
ayetle tam bir uygunluk ve münasebet gösteriyor ve bu rivayet de birinci ayeti
iki kısma bölüyor. Asfan rivayeti ise Hudeybiye vakıası ile bağlantılıdır. Biz
bu ayetlerin bu vakıadan önce indiği görüşünü tercih ediyoruz. Ve ben bu
vakıyayı arkada gelen sûrelerde zikrettim.
Medine döneminde
gazveler Nebi'nin komutanlığında, seriyyeler de ashabın komu-—tajılığında
birbirleriyle bitişik olarak idi.
Ayetlerin içeriğinde,
korku ve tehlike durumunda dahi olsa namazın vaktinde kılınmasının ve onun
hafife alınmamasının (kısaltmaya izin vermekle beraber) önemi göze çarpıyor ve
bu durum ayetler ışığında tekidli olarak ifade ediliyor. İşte bu durumda Alak
sûresinin tefsirinde geçtiği gibi Allah Teala'nın namaza verdiği önemi ve onun
Allah katındaki azametini görmekteyiz.
Bu ayetlerde
zikredilen hadisler ışığında birçok fıkhi bahisler mevcuttur. Tefsir metodu bu
durum için yeterli olmamakla beraber tam bir bağlılık ifade ettiği için genel
fık-hi meseleleri zikretmekte bir beis görmedik.
İşte bu konuda
zikredilen fıkhi meselelerden biri namazın korku ve tehlike anlannda
kısaltılması ve kısaltmanın bu duruma has edilmesidir. Ancak dört rekatlı bir
namazın sefer anında iki rekat şeklinde kılınması, nebevi mütevatir bir sünnet
olup bu konuda zikredilen birçok hadisle sabittir. Bu konuda Müslim, Tirmizi,
Ebu Davud ve Nesai'nin Yala bin İmeyye'den rivayet ettiği hadise göre dedi ki:
"Ben, Ömer bin Hattab'a dedim ki: 'Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit,
kafirlerin size fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda bir mahzur
yoktur', Yüce Allah böyle buyurmuştur. Ama şimdi insanlar emniyet içindedir.
Ömer de: 'Bu Allah'ın size bir lütfü, ihsanıdır. Allah'ın lüt-funu kabul edin'
buyurmuştur."[377] Ebu
Vedak'tan rivayete göre: "İbn Ömer'e seferde i-ki rekat namaz kılmaktan
sordum, o bir ruhsattır, gökten inmiştir. Eğer isterseniz yapmayın"[378]
dedi. İbn Abbas'dan gelen bir rivayette şöyle buyuruldu: "Biz Rasulullah
(s) ile beraber Mekke ve Medine arasında namaz kıldık ve güven içinde idik. Hiç
bir şeyden korkmuyorduk ve namazları iki iki eda ettik"[379].
Harise bin Vehb, başka
bir rivayette şöyle demiştir: "Rasulullah (s) emin bir yer olan Mina'da bu
namazı iki rekatlı kıldırdı"[380]. Bu
konuda yine bazı hadisler vardır ki bu hadisler ruhsat namazı kasrdan öte
başka konularda (mesela şiddetli korku esnasında binekte, ayakta, rüku ve
sücuddan bedel olarak) ruhsatlar vermektedir. Ashab-ı sünenin İbn Ömer'den
rivayet ettiği bir hadise göre Rasulullah şöyle dedi: "Eğer bundan daha
çok korku olursa namazı ayakta, binekte ima ile kıl"[381].
Seferi olarak namazın
müddeti konusunda Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi 'nin İbn Abbas'tan rivayet
ettiği bir hadise göre İbn Abbas şöyle dedi: "Peygamber farzları kısaltıp
ikişer rekat kılarak Mekke'de ondokuz gün kaldı. Bunun için biz de on dokuz gün
misafir kaldığımız zaman ikişer rekat kılar, fazla kaldığımız zaman da dört
rekatı tam kılardık"[382].
Buhari şöyle rivayet etmiştir: "İbn Ömer ve İbn Abbas, on altı fersahtan
ibaret olan dört konaklık (yani takriben yüzyirmisekiz km) mesafede namazı kısaltır
ve ^)ruç tutmazlardı[383].
Müslim, Ebu Davud ve Ahmed'in Yahya el-Henai'den rivayet ettiklerine göre:
"Enes bin Malik'ten namazı kısaltmak hususunda sordum da Enes bin Malik:
"Peygamber üç mil yahut üç fersahlık yola çıktığı vakit farzları kısaltarak
iki rekat kılardı" dedi[384].
Hadislerde
zikredilen mesafenin 16 fersah veya 50 mil ile 3 fersah veya 3 mil arasında
değişmesi dikkat çekicidir. Bu konudaki ruhsatın; cehd, meşakket, zorluk, yolun
coğrafi yapısı, su meselesi vb. seferle ilgili durumlarla doğrudan bağlantılı
olmasından ve namazdaki kasr olayının buna göre değişmesinden dolayı bu konuda
zikredilen ve farklılık gösteren bu hadisler sahihdir diyebiliriz. Ve takvasıyla
başbaşa bırakılmasıdır ki, eğer yolculuk kişiye ağır gelirse, onu zorlarsa kısa
mesafede dahi olsa namazı kısaltması caizdir. Allah Teala her şeyi en iyi
bilendir. [385]
104- O
(düşman) topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı
çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedir. Üstelik siz
Allah'tan onların ümit edemeyeceği şeyleri umuyorsunuz. Allah alim ve hikmet
sahibidir.
Ayet-i kerime
müslümanlara düşmanlarını takip etme ve onları yakalama hususunda zayıf ve gevşek
davranmamalarını emrediyor. İşte bu emirle onlarda şu ruh hasıl oluyor: Her ne
kadar bu yolda kendilerine zorluk, meşakkat, elem ve keder dokunuyorsa da
düşmanlarıyla kendi aralarındaki korkunç farklılığa rağmen aynı şeye yani acı
ve üzüntü bakımından onlarda bu durumlara maruz kalıyorlar. Bu farklılık da
kendilerinin, (düşmanlarının asla sahip olamayacağı) Allah'tan yardım ve kuvvet
ummaları ve her halükârda Allah'tan ecir beklemeleridir. Allah alimdir,
hakimdir. Her işin geleceğini bilir ve ancak doğruyu ve hikmetli olanı
emreder.
Müfessirler bu ayetin
nüzul sebebi hakkında şöyle demişlerdir: Peygamberimiz, Uhud gazasının hemen
arkasından Kureyş'li düşmanlarından korkmadıklarını açıkça belirtmek için
müslümanlan onların arkasından gitmekle görevlendirdi. Ya da bu ayet bazı
müslümanlann Ebu Sufyan'a mezkur vakıadan sonra "gelecek yıl
karşılaşırız" va-adlerini yerine getirmek için Bedr'e gitmek hususunda,
elem ve meşakkatten dolayı geri durmaları sebebiyle inmiştir[386].
Biz Al-i İmran
sûresinde Uhud Savaşı'yla ilgili ayetlerinin tefsirinde bu meseleyi
zikretmiştik. Ve bu ayetin bu rivayetlerle bir münasebetini görmüyoruz. Ancak
görünen o dur ki, bu ayetler de diğer geçmiş ayetler gibi cihad, hicret ve
düşmandan korunma gibi emir ve yasakları içermektedir. Bu bağlamda geçmiş
ayetlerden kesik ve
bağlantısız
değildir. Ve bu ayetleri takip ederek onları destekler mahiyettedir. [387]
105- Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar
arasında hükmedesin diye sana Kitabı hak olarak indirdik ki hainlerden taraf
olma![388]
106- Allah'tan mağfiret iste çünkü Allah gafurdur,
rahimdir.
107- Kendilerine hainlik edenleri'[389]
savunma çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.
108- İnsanlardan gizlerler de Allah'tan
gizlemezler. Halbuki geceleyin O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O,
onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.
109- Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp
savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara
kim vekil olacak?
110- Kim bir kötülük işler yahut da nefsine
zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse Allah'ı çok bağışlayıcı ve
esirgeyici bulacaktır.
111- Kim bir günah'[390]
kazanırsa ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, büyük
hikmet sahibidir.
112- Kim kasıtlı ya da kasıtsız bir günah kazanır
da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa muhakkak ki büyük bir iftira ve
apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113-Allah'ın
sana lütfü ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya
yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar sana hiç bir zarar
veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini
öğretmiştir. Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur.
1-
Peygamber'e yönelik bu hitaplarda: Allah Teala Rasulü'ne kendisini seçtiğini,
bu Kitabı kendisine insanlar arasında Allah Teala'mn öğrettiği şekilde adaletle
hükmetmesi için indirdiğini haber veriyor ve bu ayetlerle Allah Teala,
Rasulü'nü kendi nefislerine zulmeden hainleri savunmaktan ve onlar için
mücadele etmekten nehyediyor ve aksine düşebileceği böyle bir durumdan dolayı
istiğfar etmesi gerektiğini belirtiyor.
2- Bu
ayetler Allah'a karşı günah işleyen, Allah'tan korkması ve utanması gerekirken,
aksine insanlardan utanan ve günahlarını gizleyen hainleri yermektedir. Çünkü
onlar Allah'tan, yaptıkları hata ve günahları gizleyemezler. Onlar, gizlilikle
fesat ve entrika için yaptıkları cürümleri gizlerken bilmeleri gerekir ki,
Allah onları ilmiyle tamamen ihata etmiştir.
3- Nebi ve
müslümanlann dikkatini çeken azarlama ve uyarılar vardır bu hitaplarda.
Her ne kadar
müslümanlar bu hainleri savunsa ve onların dünyevi bir cezadan kurtulmalarını
sağlasalar da, kıyamet günü onları, bu yaptıklarında her şeyi ilmiyle ihata
e-den Allah'ın karşısında kim kurtaracak ve onların vekili kim olacaktır?
4- İlk üç
ayetin içeriğinden çıkarılan sonuçlar:
A- Kim bir
kötülük işler veya nefsine zulmederse (iftira günahı ile) sonra bu hatasını
anlar ve pişman olursa ve Allah'tan tevbe dilerse, Allah Teala rahmetiyle ve
affedici sıfatıyla onu affeder.
B- Kim bir
günah işlerse hakikatte bu kişi ancak kendi nefsine zarar verir. Çünkü
kendisinden hak ve hikmetten başka bir şey mümkün olmayan Allah her şeyi bilir.
C- Kim bir
suç işler (küçük veya büyük) sonra bu suçunu başkasına atarsa, iki günah
işlemiş olur ki, birisi bu günahı işlemek, ikincisi bu yaptığını başkası
üzerine yüklemektir.
Son
ayet ise diğer ayetleri takip ederek Nebi (s)'nin dikkatini şuna çekmektedir:
Allah Teala rahmeti ve fazlı ile onu kapsamıştır ve her şeyi görmektedir. Eğer
bu olmasaydı bazıları onu saptırmaya, aldatmaya ve sözleri ve zanları ile
karışıklık çıkarmaya çalışacaklardı. Fakat onlar asla kendilerinden başkasını
aldatamazlar ve kendilerinden başkasına asla zarar veremezler. Bunlann hepsi
Allah'ın fazlı iledir ve Rasulü için Kitap'ta ne gelmiş ve O'na ilimden ve
hikmetten ne vermişse Nebi bunları önceden bilmiyordu. [391]
Burada zikredilen
ayetlerin, yine yeni bir bölüm olmakla birlikte bazı grupların kötü tutumlarını
ve konumlarını anlatan diğer ayetlerle de bağlantısı vardır. Buradaki ayetler
tertip sırasıyla diğer ayetlerden sonra inmiş ve hemen arkasına konulmamış olsa
dahi diğer ayetlerle zikrettiğimiz tenasüb ve mevzu birlikteliğinden dolayı
geçmiş olan diğer ayetlerden hemen sonra getirilmiştir.
Müfessirlerin,
ayetlerin nüzul münasebeti ile ilgili zikrettikleri rivayete göre[392]
müs-lümanlardan ismi Ta'ma veya Ebu Ta'ma olan birisi başka bir müslümanın
zırhını çaldı ve onu da götürüp bir yahudiye emanet olarak bıraktı. Zırhın
sahibi ise izi takip edip Ta'ma'nın evine geldi ve Ta'ma'dan zırhını sordu. O
da, yanında olmadığını söyleyerek inkar etti. Bunun üzerine yine izi takip etti
ve yahudinin yanına gitti. Yahudi de bu zırhı
Ta'ma'dan aldığını
söyledi. Durum Peygamberimize intikal etti. Ta'ma ve onun kavmi Peygamberimize
gelip Ta'ma'nın hırsız olmadığını hırsızın bu yahudi olduğunu söylediler ve
Peygamberimizden Ta'ma'nın beraatini istediler. Hatta Peygamberimizi yeminleri,
süslü ve aldatıcı sözleri ve müslümanlıklarını övmeleri ile ikna edeceklerdi ve
Peygamberimiz de nerdeyse bu yahudinin elinin kesilmesi hükmünü verecekti ki
çok geçmeden Allah Teala, Peygamberimize bu yanlış duruma düşmekten koruyup,
O'na yahudinin beraatini beyan eden ve Ta'ma'nın hırsızlığını, hainliğini ve
kavminin olayı saptırmalarını beyan eden ayetleri indirdi. Rivayette geldiğine
göre Ta'ma'nın ihaneti ortaya çıkınca Peygamber onun elini kesmek istedi ama o
Medine'den kaçıp irtidat etti ve şirke döndü.
Bu rivayete benzer
başka bir rivayeti Tirmizi zikretmektedir[393].
Rivayette geldiğine göre Ubeyrik bin Beşir -ki bu adam yukarıdaki rivayette
zikredilen adamın kendisi, yani Ebu Ta'ma'dır- müslümanlardan birinin yemeğini
ve silahını çalmıştı. Bu müslümannın ismi de Rifaa idi. Durum Peygamberimize
intikal etti ve Rifaa, Nebi (s)'den silahının verilmesini istedi.
Peygamberimiz, 'bu hususta düşüneyim' dedi. Bunu işiten Ubeyriko-ğulları
Peygamberimize kendilerinden bir adam gönderdiler. Bu adam Nebi'ye gelip,
"Ey Allah'ın Rasulü biz Ubeyrikoğulları iyi ve müslüman bir aileyiz..
Ortada bir delil yokken bize hırsızlık isnad ediliyor" dedi. Peygamberimiz
de birinci şikayetçiyi azarladı ve ona kızdı. Fakat çok geçmeden hakkı beyan
eden, yani Ta'ma'nın hırsızlığını açıklayan ayetler indi. Zikrettiğimiz bu iki
rivayet, herhâlükârda ayetlerin anlam ve içeriği ile bağlantılı olup ikisinden
birinin sahih olması muhtemeldir.
Durum ne olursa olsun
ayetler, disiplin, tertip, talim, tahzir, vaaz, uyan, ikaz, Allah Teala'nın
murakabesini düşündürmek ve kalplerde Allah korkusunu yerleştirmek gibi
hükümler içermektedir. Peygamberimize vahyedilen bu ayetlerle kendisinin
azarlanması Nebevi ismetin mükemmel bir suretini ortaya çıkarmaktadır. Bu
ayetler aynı zamanda yüksek telkinler, uyarılar, yüksek ahlak kuralları, temel
esaslar içermektedir. Ve bu hâdise bütün bunlar için vesiledir. İşte bu temel
esasları şöyle sıralayabiliriz.
1- Hakimin bütün konumlarda ve davranışlarda
doğruluk ve Hakk'ı hedef tutması gerekir. Kendisine sunulan bütün meseleleri
inceden inceye araştırması meselelerin za-hirleriyle uğraşmaması ve hasımların
süslü kelamlarına aldanmaması gereklidir. Aynı zamanda olayların örtbas
edilmesinden sakınması ve ancak hakikat, adalet ve hakla hareket etmesi
gerekmektedir. Kadı (Hakim), bir fırkayı doğrulamada ve onun beraatini kabul
etmede hızlı davranmamalı ve hatası zahir olunca bu hatasından dönmelidir.
2- Müslüman daima hatırlamalıdır ki, Allah Teala
her şeye muttalidir. O'na hiç bir şey gizli kalmaz. Müslüman, hak ile batılı
birbirine katmamalı ve bu hususta insanları aldatmamah ve bilmeli ki, bu
durumlar ancak günahını artırır.
Ve müslüman daima
hatırlamalıdır ki, kendisini hiç bir kimsenin savunamayacağı bir günde Allah'a
hesap verecektir.
3- Kim bir
günah işlerse ancak kendine zarar verir.
4- Bir günah
işleyen için en güzel şey, günahını itiraf etmesi, pişman olması ve Allah'tan
af dilemesidir. İşte bu durumda Allah Teala'yı affedici ve merhametli
bulacaktır.
5- Günah ve
suç işleyip de sonra onu, bu günahtan beri olan bir kimse üzerine atan i-ki suç
işlemiş olur; suçu işleme günahı ve iftira günahı.
6- Bütün müslümanlann cürümleri, ihanetleri
reddetmeleri gerekir. Ve bu durumda olanlara, aralarındaki ilişkiler ne olursa
olsun, sebepler nasıl olursa olsun onları savunmak ve suçlarını gizlemek gibi
hususlarda asla yardım etmemeleri gerekir.
İbn Kesir bu ayetler
ışığında Ümmü Seleme'den şu hadisi rivayet etmiştir: "Rasulul-lah odasının
kapısı önünde vaki olan bir tartışma ve yaygara duydu. Onların yanlarına çıkıp
şöyle dedi: "Dikkat edin! Ben ancak bir beşerim, işittiğime göre
hükmederim. Kim ki delillerinden kendi tarafına (kazanmak için) meyilli
konuşursa onun lehine hükmederim. Ve kim ki bir müslümanın hakkını alarak
kendi lehine hükmedilmişse bu hak ancak bir ateş parçasıdır. Bu durumda ya bu
ateşi taşısın ya da söndürsün".
Ümmü Seleme'den gelen
başka bir rivayet de Rasulullah'ın hitap ettiği Ensar'dan i-ki adamdır. Bu iki
adam, miras konusunda Rasulullah'a kendi aralarındaki husumetten dolayı
şikayette bulunmuşlar. Rivayete göre; Rasulullah'ı dinledikten sonra ikisi de
ağladı. Ve o ikisinden her biri "benim hakkımı kardeşime veriyorum"
dedi. Peygamberimiz onlara bu mirası aralarında eşit olarak kardeşçe
bölmelerini ve sonra haklarını birbirlerine helal etmelerini söyledi. İşte bu
iki hadiste, Peygamberimizin yüce ahlakını açık bir şekilde önümüzde sergileyen
yüce bir telkini görmekteyiz. Bu iki hadisede Peygamberimiz, gördüğümüz gibi
kendisine gelen şikayetlerde iki tarafı dinledikten sonra hükmetmiştir.
Mütekellimlerden
bazıları, Allah Teala'nınn 106. ayetteki Rasulullah'a olan istiğfar emri
üzerinde durmuşlardır. Mütekellimler, ayetin ifadesine göre Peygamber'in günah
işleyeceğine cevaz vermemişlerdir. Çünkü ayette belirtilen istiğfar olayında
ise Peygamber'in bir günaha düşmediğini, bu olaydaki konumunda bir Kadı
konumunda olduğunu ve herhangi bir kadının yapılan yeminlerden ve uydurma
sözlerden dolayı aldanabilece-ğini böylece suçsuz birine suçlu, suçlu birine
suçsuz hükmünü verebileceğini söylemişlerdir[394]. Bu
durumda verilen hükmün günah olmadığını, Allah Teala'nm bu ayetlerde
Rasulullah'tan tevbe istemesinin sebebi, O'nun olabilecek bir hata yani yanlış
hüküm vermesındeki ihtimaldir. Bu ise günah değildir. Bu durumda ise görüldüğü
gibi bu olay, için en hak olanı ve en doğru olanıdır. Allah Teala Rasulü'nü
günahtan ve masiyetten korumuştur. Rasulullah tarafından bir olay hakkında bir
içtihad yapılmış ve bu içtihad
en
doğrusu ve en güzeli değilse, Allah Teala Rasulü'nü hemen uyararak bu hadisede
en güzel ve en doğruyu belirtmiştir. Bunun misalleri ise Enfal, Ahzab ve Abese
sûrelerinde geçmiştir. [395]
114- Onların fısıldamalarının'[396] bir
çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların
arasını düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna. Kim Allah'ın rızasını
elde etmek için onu yaparsa, biz ona yakında büyük bir menfaat vereceğiz.
115- Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra,
kim Pey-gamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse onu
o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O ne kötü bir yerdir.
Bu
iki ayette vaaz ve sakındırma yoluyla, bir sadaka durumu, bir iyilik veya
insanların aralarını düzeltmek gibi durumlar hariç, gözlerden uzak yapılan
gizli toplantılarda hayır olmadığı belirtilmektedir. Ama gizli toplantılarında,
söylediğimiz hayırları hedefleyenler için Allah katından büyük ecirler vardır.
Ama toplantılarında kendilerine hak zahir olduktan sonra Nebi'ye tuzak
düşünenler ve salihlerin yolundan ve dosdoğru yoldan ayrılanların dönüş yeri
cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir. [397]
Müfessirler bu iki
ayetin zikri geçen ve hırsız olduğu beyan edilen Ta'ma ve kavmiyle ilgili
olduğunu, dolayısıyla bu iki ayetin mevzu itibariyle geçmiş ayetleri takip ettiğini
söylemişlerdir.[398]
Ancak biz bu iki ayetten
ikincisinin, bu hadiseden daha genel bir durum için olduğunu görüyoruz. Bu iki
ayetin, bundan sonra gelecek ayetlerle ilişkileri, bağlantıları olup, yeni bir
bölüm olması da mümkündür. Her halükârda bu iki ayette Medine'deki Nebevi
dönemin görüntülerini sergileyen, kalpleri, nefisleri hasta olan ve sürekli
İslam için tuzaklar kurup toplananlardan bahsedilmektedir. Bu bakımdan bu iki
ayetle geçmiş ayetler arasında, şayet müfessirlerin dediği gibi (yani Ta'ma
hadisesi ile) bağlantı yoksa, bizim zikrettiğimiz bağlantıdan dolayı bu
ayetler mevcut olan yerlerine konulmuştur deriz.
Bu
iki ayette; müslümanlann genel ve umumi toplantılarında, gizli ve açık meclislerinde
onların ahlaklarını tehzib eden, kalplerini temizleyen, Hakka, doğruya, ıslaha,
iyiliğe ve marufa yönelten talimatlar vardır. Aynı zamanda müslümanlan,
sapmadan ve kendilerine zarar verecek toplantı ve tuzaklardan tahzir eden,
sakındıran telkinler bu iki ayette yer almaktadır. Ve bu ayetlerde müslümanlann
üzerinde bulunduğu doğru yoldan sapmanın çirkinliğini ve gizli toplantıların da
fesat, entrika, tuzak vb. hoş olmayan durumlara benzeyişini ifade eden ve
müslümanlan bu konuda uyaran tenbihler vardır.
[399]
Müfessir Hazin, 8.
ayetin bağlamında İmam Şafii'nin; bu ayeti, icmanın gerekliliği ve muhalefet
etmenin caiz olmadığının delili olarak gördüğünü söylemiştir. Bununla a-maç
icmanın lügat mânâsı değildir. Çünkü ayetin, müslümanlann birleştiği noktalarda
muhalefeti yasaklaması mânâsı açıktır. Bu yasaklama ayetlerin yapanı uyardığı
ve sakındırdığı, "mü'minlerin yolunun dışında bir yola tâbi olmak"
noktasındadır. Burada maksad, İslami teşrii usulünden üçüncüsü olan
müslümanlann alim ve müctehidlerinin (yani hüküm çıkarma yetisine sahip
olanlar) icmasıdır. Üzerinde icma edilen bir şeye muhalefette, ayetin kapsadığı
uyan ve muamelatla bağlantılı durumlarda Kur'an ve sünnette kesin belirli bir
nass olmasa da bu, böyledir.
Bu şüphesiz
geçerlidir. Çünkü "mü'minlerin yolu" tabiri kapsamına girmesi mümkündür.
Bu tabir müslümanlann siyasi, askeri ve maslahat olduğu yerlerdeki düzenlemelerle
ilgili durumlarda ittifak ettikleri şeyleri kapsar. Belki de Kur'ani ibarenin
en temel maksadı budur.
Bu vesileyle
zikredilmeye değer bir husus da şudur: Alimlerin araştırmalannda anlatıldığına
göre, ittifakıyla icmanın gerçekleşeceği cemaatin vasıflan ve icmamn şartları
konusunda bir ittifak sözkonusu değildir. Yukanda ifade edilen ıstılahı icma
kavramı teoriktir ve teorik kalacaktır. Pratik olarak gerçekleşmemiştir ve bu
pek mümkün değildir.
Neredeyse hiçbir fıkhî
mesele yoktur ki, üzerinde ihtilaf olmasın. Bu nedenle müslü-manlar ibadet ve
muamelatla ilgili konularda pekçok mezheplere bölünmüşlerdir. Sünni ve şii
camia ayrıca bugüne dek yaşayan Harici camiası sayılabilir. Bazısı bazısının gerekli
gördüğünü gerekli görmemiş, bazısı bazısının caiz gördüğünü, mubah gördüğünü
caiz görmemiş mekruh saymıştır. Bu, haram saymadaki farklılığa kadar gitmiş,
bazısı bazısını fâsık hatta kafir görebilmiştir.
Tüm bunlara binaen
müslümanların uyması gereken ve ayrılınmaması konusunda ayetin uyarıda
bulunduğu "yol"un belirlenmesi zorunlu oluyor. Ki bu yol, hususunda
Kur'an ve sünnette bir şey olmayan müslümanların ibadet, muamelat, siyaset,
askeri vb. durumlarıyla ilgili her yer ve zamanda bağlayıcı olan konular da
gerçekleşecektir.
Müslümanların bu
konuda farklı mezhep ve gruplarda kalması gerçekten zararlıdır. Kur'an'in ve
nebevi sünnetin beyanatlarına aykırıdır ve müslümanların uyması gereken yolu
belirlemede atıl bırakıcı niteliktedir. Şüphesiz çoğunluğun ittifak ettiği
şeylerin alınmasından başka çıkar yol yoktur. Bunun da yolu Şura sûresinde
müslümanların vasıfları olarak tarif edilmiş Şura/istişaredir.
Bu, sözkonusu vasfın
gerçekleşebilmesi için en kapsamlı pozisyondur. Şöyle ki; fık-hi mezhep
temsilcileri özel bir mecliste toplanır, ibadet ve muamelat konularında ihtilaflı
meseleleri araştırırlar. Üzerinde çoğunluğun ittifak ettiği, Kur'an ve sünnetle
çelişmeyen şeyler müslümanların yolunu oluşturur. Bu meselelerde alınan karara
uymak va-cib olur. Dünyevi, siyasi, askeri konularda da aynı şey sözkonusudur.
Dini
ve dünyevi konularda şura meclisinin olması gereklidir. Çünkü İslam dini ve
dünyevi işleri birleştiren mütekâmil bir dindir. (Allah daha iyi bilir). [400]
116- Allah
kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Ondan başka günahları dilediği
kimse için bağışlar, kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapmıştır.
117-Onlar(müşrikler)
O'nu bırakıp yalnızca birtakım kişilerden (dişi isimli tanrılardan)'[401]
istiyorlar, ancak inatçı[402]'
şeytandan dilekte bulunuyorlar.
118- Allah
onu (şeytanı) lanetledi; O da "Yemin ederim ki kullarından bir pay
edineceğim" dedi.
119-Onları
mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesin olarak
onlara emredeceğim de, hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için
nişanlı-yacaklar)[403],
şüphesiz onlara emredeceğim de, Allah'ın yarattıklarını değiştirecekler[404]
(dedi) Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana
düşmüştür.
120-(Şeytan)
onlara söz verir, onları ümitlendirir, halbuki şeytanın onlara söz vermesi
aldatmacadan başka bir şey değildir.
121- İşte
onların yeri cehennemdir, ondan kaçıp kurtulacak bir yer'[405] de
bulamayacaklardır.
122-İman
eden ve iyi işler yapanları içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan
cennetlere koyacağız. Allah, O söylenenleri hak bir söz olarak vadetti. Söz
verme ve onu tutma bakımından kim Allah'tan daha doğru sözlü'[406]
olabilir?
Ayetlerin ibaresi açık
olup, Allah Teala'nın şirk hariç diğer günahları dilerse affedeceği beyan
ediliyor ve şirk koşmanın akıbetinin hüsran sapıklık ve alçaklık olduğu şiddetle
vurgulanıyor.
Çünkü müşrik,
kendisinde hayat olmayan, kudreti, gücü, faydası ve zararı olmayan varlıklara
yani putlara yöneliyor. Hatta o, bunu yapmakla Allah'a isyan eden ve kendi
nefsi üzerine "Slenin kullarını boş kuruntularla aldatacağım" diye
yemin eden şeytana yönelip, onu çağınyor. Bu ayetler de devamla şeytana kulluk
yapanların, ona aldananla-nn ve Allah'tan başkasına yalvaranların neticelerinin
cehennem olduğunu, bunun aksine yalnızca Allah'a kulluk edenlerin ve şeytanın
aldatmalarına kapılmayanların ve sa-lih amel işleyenlerin neticelerinin de
cennet olduğu apaçık bir şekilde vurgulanıyor.
Müfessirler birinci
ayetin, zikri geçen Ta'ma hadisesi ile ilgili olduğunu söyledikleri gibi bu
ayetin Peygamberimize gelip, "Ben yalnızca Allah'a iman eden ve şirk koşmayan
biriyim ama günahlarım çok, imanım bana fayda verir mi?" diyen bir ihtiyar
Arapla ilgili olduğunu da söylemişlerdir. Her iki rivayetin de bu ayetle
ilişkisi muhtemeldir. Her iki ihtimalde de bu ayet, kendisinden sonra gelen
ayetlerden konu bakımından farklı olup fikrin çirkinliğini, müşriklerin
ahmaklığını, onların şeytanla güçlü ilişkisini, buna mukabil olarak da yalnızca
Allah'a iman edip, salih amel işleyenlerin övgüsünü beyan etmektedir.
Hayvanlann
kulaklarının yarılması ve Allah Teala'nın yarattıklarını yakıp dağlama,
hayvanları hadım etme ve dövme yaptırma cahiliyyeden kalma Arapların
âdetlerinden-di. Belki de bir olay veya sual, geçmiş ayetlerin nüzulünde bu
âdetler hakkında varid olunca, Kur'ani hikmet bu adetlerin şirkle alakasını ve
bu adetlerin değersizliğini, saçmalığını, şeytanın vesveselerini ve bu
adetlerin İslam gölgesinden men edilmesi için bu konulara işaret ederek indi.
Hayvanların
kulaklarının yarılması hususundaki âdeti Maide sûresinde "bahîre"
yani "kulağın yarılması" tabiriyle zikredip, ayeti kerimenin
ifadesiyle, kafirlerin sandığı gibi bu âdetlerin Rabbani emirlerle alakasının
olmadığını belirttim. "Allah, bahire, şaibe, vasile ve ham diye bir şey
yapmamıştır. Fakat inkar edenler, Allah'a yalan uyduruyolar ve çokları da akıl
erdiremiyorlar. (Maide, 103)[407]
Ama "onlara
Allah'in yarattıklarını değiştirmeleri için emredeceğim" ayeti ile ilgili
İbn Abbas'a ve onun haricindeki sahabi ve tabiine nisbet edilen kaviller
çoktur. Bunlardan birincisine göre, ayet-i kerimeden kasıt Allah'ın dininin ve
insanların üzerine yaratıldığı İslam fıtratının değişmesidir.
İkinci ihtimale göre
bu ayette kasıt; yanağın yarılması, dövme yaptırma, hayvan ve insanlann hadım
edilmesi, kılların yolunması, dişlerin aralanması ve saç üzerine peruk
takılması gibi cahili âdetlerdir.
Açıktır ki bu
saydıklarımızın hepsi sabittir ve bu kaçınılması gereken şeytanın süslemeleridir.
Taberi birinci görüşü seçmiştir. Ancak diğer fiiller mânâ bakımından, Allah'ın
yarattıklarını değiştirme mânâsına çok daha münasiptir.
Nebi, rivayet edilen
bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Dövme yapanlara ve yaptıranlara,
kıllarını yolanlara ve yolduranlara, güzellik için dişlerinin arasını açanlara
lanet olsun, bunların hepsi Allah'ın yarattıklarını değiştirmektir.[408] Bu
fiilleri nehy çerçevesinde başka hadislerde rivayet edilmiştir. İmam Ahmed b.
Hanbel'in rivayet ettiği hadis bunlardandır. "Rasulullah atların ve
hayvanlann hadım edilmesini nehyetmiştir"[409].
Ta-berani'nin İbn Mesud'dan rivayet ettiğine göre Rasulullah Ademoğlu'nun hadım
edilmesini nehyetti[410].
Abdullah'ın rivayetine göre "Allah yanaklarını yaranlara lanet etmiştir"[411].
Esma'nın rivayetine göre Nebi "Peruk yapana da yaptırana da lanet etmiştir"[412].
Hadım konusundaki nehyin hikmeti açıktır. Çünkü bu fiil, fiili olarak Allah'ın
yarattıklarını değiştirme ve Allah'ın neslin devamı için emanet ettiği üreme
özelliklerini insanlar ve hayvanlarda yok etmektir.
Ama bunun dışında
kalan dövme yaptırma, el, ayak, bacak ve yüzdeki kılların alınması ve dişlerin
aralarının açılmasının gerçekten bizce hikmeti belli değildir.
Özellikle vücuttaki
kılların yolunması, uzayan tırnak ve saçın kısaltılmasına benzemesi yakındır
ki bu konuda gelen eserlere göre Nebi zamanında, sürme ve güzel koku
yapıyorlardı ki bu konuda da bir yasak ve engel beyan eden bir sıkıntı yoktu.
Bu konuyla ilgili
hadisleri şöylece sıralayabiliriz. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi'nin
Ümmü Atıyye'den rivayetine göre şöyle dedi. "Bir ölü üzerine üç günden
fazla yas tutmaktan nehyedildik. Ancak kocası ölmüş olan kadının kocası üzerine
yas tutması dört ay on gündür. Bu durumda iken süslenmez, güzel koku sürmez ve
renkli elbise giymezdik."[413] Hz.
Aişe'nin rivayet ettiği bir hadise göre "Bir kadın perde arkasında
Peygamberimize bir kitap uzattı. Bu kadının elini gören Nebi kadının eli için,
'bu kadın eli midir yoksa erkek mi?' diye soruşunca kadın, 'kadın elidir'
cevabını verdi. Nebi de, 'eğer bu bir kadın eli ise tırnakların kınalı olması
gereklidir' dedi."[414]
Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri başka bir hadise göre de
Peygamberimiz, "kadınlarla münasebet konusunda geceleyin acele
etmeyin" diye buyurmuş ve "onlara taranmaları ve saçlarını
toplamaları için fırsat verin" diye buyurmuştur. Ve "Rasulullah
adamın ailesinin yanına ansızın varmasını hoş karşılamazdı"[415]. Bu
durum bizi, kadının süslenmede mübalağalı davranması hariç, zikri geçen ve
Buhari'nin zikrettiği hadis, "Dövme yapanlara ve yaptıranlara, kıllarını
yolanlara ve yolduranlara, güzellik için dişlerini açtıranlara lanet
olsun"[416] hadisi karşısında
tereddüt içinde bırakmıştır. Taberi'nin rivayetine göre "Bir adam
Hasen'e: "Yüzünün derisini değiştiren kadın hakkında ne diyorsun"
diye sorunca: "Allah, yarattıklarını değiştirenlere lanet etmiştir"
cevabını verdi. Ki bu Taberi'nin rivayetine göre bazı kadınlar yüzlerinin
kıllarını almakta aşın gidiyorlar ve hatta yüzlerinin derilerini
değiştiriyorlardı.
Her halükârda bunların
hepsi, aşırı gidildiği taktirde yaratılışı değiştirip çirkinleştirme
tehlikesinden dolayı, bunların hepsinin Kur'anî kural ve yasalar olması
sahihtir, doğrudur. Burada saçın boyanması meselesinin yukarda zikri geçen ve
nehyedilen meselelerin dışında kaldığına da işaret edilmiştir. Bu konuda
Buhari ve Ebu Davud'un İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadise göre: "Nebi
(s) nalın giyer, sakalına safran sürerdi".
Sünen sahiplerinin
rivayet ettiği bir hadise göre Ebu Ramise dedi ki: "Ben ve babam
Peygamberimize geldik. O da sakalını kına ile boyamıştı"[417]
Yine onların Ebu Zer'den rivayet ettikleri hadise göre Peygamber: "Bu
ihtiyarlığı en güzel bir şekilde değiştirecek şey kına ile gizlemektir"
diye buyurmuştur[418].
Allah Teala en iyi bilendir. Bu sûredeki 116. ayet, 46. ayetin tekrarı
durumundadır. Kur'anî hikmet, gerekli bir münasebetten dolayı bunun tekrarını
gerektirmiştir. Bunun birçok misali geçen ayetlerde görülmüştür.
Biz
46. ayetle ilgili olarak yani Allah Teala'nın müşrikler haricindekileri
affedece-ğiyle ilgili olarak çok sayıda rivayet zikretmiştik. Bundan dolayı
tekrara ihtiyaç görmüyoruz. [419]
123- Ne
sizin kuruntularınız ne de Ehli Kitab'ın kuruntuları (gerçektir); kim bir
kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost da ,
yardımcı da bulamaz.
124- Erkek
olsun kadın olsun her kim mü'min olarak iyi işler yaparsa işte onlar cennete
girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.
125- İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a veren
ve İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine tabi olan kişiden daha güzel kim
vardır? Allah İbrahim'i kendine dost edinmişti.
126-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.
(Hiçbir şey Onun ilim ve kudretinin dışında kalmaz).
1-
İnsanların ahiretteki akıbetleri ne müslümanlann, ne de Ehli Kitab'ın zanlanna
ve boş kuruntularına göre değişecek değildir. Ayetler ifade ediyor ki, kim
kötülük işlerse o kötülüğüne göre Allah'tan başka veli ve yardımcı bulmaksızın
cezalandırılacaktır ve her kim Allah'a iman eder, salih amel işlerse (ister
erkek olsun isterse kadın) hakkından hiçbir şey kısılmaksızın cennete
girecektir.
2-
Ayetlerdeki ikinci tesbite gelince, ayetler istitradı (konudan konuya geçiş
yaparak göndermede bulunarak) olarak şunu vurgulamaktadır: Müslümanlardan dini,
menheci en güzel olan, yüzünü Allah'a çeviren, ihlaslı olan ve Allah'ın
kendisine dost kıldığı İbrahim'in dinine tabi olan kişidir.
3- Yine
ayetler istidradı olarak geçmiş ayetlerin hemen arkasından ifade ediyor ki :
Allah Teala gerçekten gökte ve yerde ne varsa hepsinin sahibidir. O herşeyi
kuşatmıştır. O'na hiç bir şey gizli kalmaz. O'ndan hiç bir şey kaçmaz .
Bu
ayetlerle geçmiş ayetler arasında bir bağlantının olduğunu görebiliyoruz. Bu
ayetler, ya geçmiş ayetlerden sonra inmiş olup, mevzu birlikteliğinden dolayı
diğer ayetlerin arkasına dizilmiştir ya da sırf mevzu münasebetinden dolayı
Kur'an'da bulunduğu yere konmuştur. [420]
Müfessirler[421]
ayetlerin, müslümanlardan bir fırka ile Ehli Kitab'tan bir fırkanın aralarında
çıkan biz "Allah'a daha yakınız" mevzusunda tartışmalarından dolayı
indiğini rivayet etmişlerdir[422].
Ehli Kitab, "bizler sizlerden daha öncülüz ve daha evlayız" dedi.
Müslümanlara; "Bizim nebimiz Nebilerin en sonuncusu, şeriatımız
şeriatların en genişi ve biz sizin de bizim de kitap ve Nebilerimize iman
ediyoruz. O halde biz sizden daha evlayız" dediler.
Zikredilen rivayet,
ayetlerin konusu, mevzusu ile ve Ehli Kitab'in birbirleri üzerine övünmeleri
konusunda zikredilen birçok ayetlerin mevzuu ile mutabıktır. Bunun misali
Bakara sûresinde 111. ayette şöyle zikrediliyor: "Dediler ki: 'Kimse asla
cennete giremeyecektir. Ancak yahudi ve hnstiyan olanlar hariç.' Bu onların
ancak kuruntularıdır. De ki: 'Eğer sadıklar iseniz delilinizi getirin."
Bakara sûresinin bir başka ayetinde yine şöyle buyurulmaktadır: "Dediler
ki 'yahudi ve hırıstiyan olun ki hidayete eresiniz'. De ki: 'Bilakis hanif
olarak yaşamış İbrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.' Maide
sûresinin 18. ayetinde de şöyle buyurulmaktadır: "Yahudiler ve
hristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. De ki:
'Öyleyse günahlardan dolayı size niçin azap ediyor?' Doğrusu siz de O'nun
yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder.
Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda
dönüş de ancak O'nadır."
Böylece ayetler,
karşılıklı övünme ve tartışma konumunda bulunan iki fırka arasındaki hakkı
beyan etmekte olup şuna işaret etmektedir; Allah'ın rızasına ve rahmetine ancak
iman ve güzel amelle kavuşulur. Övünme, kuruntu ve cedelle değil.
Muhtemeldir ki bu
cedel "İbrahim'in dini" konusunda gelişti. Bunun üzerine nazil olan
ayetlerde şu belirtildi: "Gerçekten İbrahim'in dini müstakim hanif
dinidir. Kurtulan kişi ise ancak ona tâbi olandır. Bu konuda Âli İmran
sûresinde şu ayetler varid olmuştur: "Ey Ehli Kitap! İbrahim hakkında
niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil kesinlikle ondan sonra indirildi.
Siz hiç düşünmez misiniz?" (65-68)
İşte siz böyle
kimselersiniz. Çünkü az bir miktar bilginiz olan şey hakkında münakaşa
ettiniz. Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin tartışırsınız.
Oysaki Allah her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz.
"İbrahim, ne
yahudi ne de hiristiyan idi. Fakat o, Allah'ı bir olarak tanıyan dosdoğru bir
müslüman idi, müşriklerden de değildi."
"İnsanların
İbrahim'e en yakın olanı ona uyanlar, şu peygamber ve ona iman edenlerdir.
Allah mü'minlerin dostudur."
Görüldüğü gibi ayetler
İbrahim dininin yahudilik ve hristiyanhk ile ilişkisini nefyetmektedir.
İbrahim'e en yakın olanları ona uyanlar, Nebi ve iman edenler diye tanıtmıştır.
Herhâlükârda
ayetler ifade ve tabir bakımından açıkça görüldüğü gibi, kesin, açık, net ve
vurgulayıcıdır. Bir kişinin intisap,zahir ve propagandaya dayanması doğru değildir.
Her insan, kesinlikle bilmelidir ki amelinin karşılığını görecektir. Hayırsa
hayır, kötüyse kötü. Bu konuda en doğru metod kişinin Allah için müslüman
olması, bunun hari-cindekileri bırakması, salih amel işlemesi ve İbrahim'in
dini olan dosdoğru İslam dinine tabi olmasıdır. [423]
127- Kadınlar hakkında senden fetva isterler, de
ki: "Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor. Bu fetva, kendilerine
yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim
kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda Kitap'ta size okunandır."
Neviyilik yaparsanız Allah onu şüphesiz bilir.
128- Eğer kadın, kocasının serkeşliğinden veya
aldırışsızlı-ğından endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında
kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler kıskançlığa
meyyaldir'[424]. Eğer iyi davranır ve
haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz
haberdardır.
129- Adil hareket etmeye ne kadar uğraşsanız,
kadınlar arasında eşitlik yapamayacaksanız, bari bir tarafa kalben tamamen
meyletmeyin ki, diğerini askıdaymış gibi bırakmış olmayasınız. İşleri düzeltir
ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah şüphesiz bağışlayan ve merhamet
edendir.
130- Ayrılırlarsa, Allah her birinin nimetinin
genişliğiyle yoksulluktan kurtarır, Allah her şeyi kaplayandır, hakimdir.
1-
Müslümanlardan bazılarının, kadınların durumu hakkında fetva istemeleri hikaye
edilmektedir.
2-
Kadınların durumu hakkında muhakkak ki Allah'tan sonra fetvaların beyan edileceği
cevaplanmaktadır. Aynı zamanda Allah Teala'nın kitapta indirdiği, kadınların
yetim olup da erkeklerin onlarla evlenmesi ve bir de onların haklarını vermek
istemeleri konusunda cevaplar vardır. Daha sonra da mustazafların evladları
konusu cevaplanmaktadır.
3- Bu
fetvalar erkeklere, yetimlerin haklan konusunda adaletli olmaları ve
herhâlü-karda onlara zulmetmemelerini bildirmektedir.
4- Allah
Teala onların bütün amellerini ve niyetlerini bilmektedir.
İkinci ayet ve daha
sonraki ayetler, kadınların durumu hakkında meselelerin tamamının cevapları
olup, aşağıda geldiği gibidir.
1- Eğer bir
kadın kocasının yüz çevirmesinden korkarsa veya kocası onu ihmal ederse,
herhâlükârda sulh daha hayırlı olduğundan kendi aralarında sulh yapmalarında
herhangi bir engel, mani yoktur, her ne kadar insanların tabiatında cimrilik
ve müsamahakarlık olmamış olsa da. Allah Teala bu durumu tahzir yoluyla,
Allah'ın her şeyden haberdar olduğunu belirterek, bu gibi hallerde kan-kocanın
Allah'tan korkmalarının ve iyilikle amel etmelerinin gerekliliği ve
vücûbiyetini haber veriyor.
2- Kocalar, eşleri arasında tam bir adaleti asla
sağlayamayacaklarına göre bu durumda
kadınlardan birisine fazla ilgi gösterip, diğerini sanki kocası yokmuş gibi
evlilik-le-boşanmışlık durumu arasında bırakmak caiz değildir. Aksine kocaların
üzerine düşen, kadınları arasında takva ve barışla hareket etmektir ki eğer
bunu yaparlarsa, Gafur ve Rahim olan Allah, onlarda ortaya çıkacak bazı küçük
kayma ve meyilleri de affedecektir.
3- Karı koca
arasındaki ilişki mümkün olduğunca sağlam, adaletli ve ıslahla sağlıklı bir
şekilde devam etmiyorsa, ikisi için de en hayırlı olan birbirlerinden
ayrılmalarıdır. Herşeyi kuşatan ve Hakim olan Allah, her ikisini birbirine muhtaç
etmeyecek şekilde işlerini kolaylaştıracaktır
Ayetler yeni bir bölüm
olup muhtemel olan, geçmiş ayetlerden sonra indiği ve kendi yerine durum ve hal
ilişkisinden dolayı konulduğudur.
Müfessirler[425]
ayetlerin nüzulü sadedinde birçok rivayet zikretmişlerdir. Bunlardan birisini
Hz. Aişe şöyle rivayet etmiştir: Bazı müslümanlar, Nebi'den sûrenin başında
bulunan "Yetimler hususunda adaletli davranmamaktan korkar sanız"
ayeti sebebiyle fetva istemelerinden dolayı, Allah Teala birinci ayeti bu durumu
tenkit etmek için, yani yetimlerin hakkında adaletli olmanın vücûbiyetini
kesinleştirmek için indirmiştir. Başka bir rivayete göre bazı müslümanlar
peygamberimize inen miras ayetlerinin, o güne kadar süre gelen, kadınlara ve
çocuklara miras bırakmama adetlerini nakzetmesinden dolayı soru sormaları
üzerine inmiştir. Bunun üzerine zikredilen hak sahiplerinin hakkının,
kesinlikle verilmesinin gerekliliğini tekit etmek için inmiştir.
Başka bir rivayete
göre: Peygamber mü'minlerin annesi Sevde'yi boşamak isteyince Şevde O'na
"Beni boşarsan, benim kendi payıma düşen kısmetimden sen, sana göre bana
ver" dedi. Başka bir rivayete göre de Rafi'nin eski karısı kendisini
boşamasını istedi, o da karısını bir talakla boşadı. İddet müddetinin sonu
yaklaşınca Rafi onu, boşanmakla talaktan geri dönüp yeni karısının kendisi
üzerine sabretmek tercihi arasında bırakınca,
o da (eski karısı)
ayrılıktan vazgeçip ikinci durumu tercih etmiştir. İkinci ayetin nüzulü ('
hakkında Buhari ve Müslim'in sahihlerinde tefsir bölümünde Hz. Aişe'den şu
rivayet ''gelmiştir: Hz. Aişe şöyle dedi: Bir adama göre kadın meşakkatli veya
fazla görünmüyorsa ve adam da onu ayırmak istiyor ve kocasına "benim
durumum hakkında seni öz-
iı gür
bırakıyorum" dediğinde meselenin durumu nasıl olur, hali üzerine ayet inmiştir.
v Tirmizi'den gelen bir hadise göre Şevde, Nebi (s)'nin kendisini boşamasından
korkunca Peygamberimize "beni boşama ve benim seninle olan günümü Aişe'ye
bırak dedi.[426]
Gerek Aişe'den gelen
rivayetler olsun, gerekse Rafi'den gelen rivayet olsun her ne î kadar ayetlerin
tamamını tefsir etmiyorsa da onlarla bağlantılı ve içiçedir.
Birinci ayette varid
olduğuna göre kadınların yetimleri hakkında sorumlu bulunan "kişilerin
zorluklarının hafifleştirildiği göze çarpıyor. "Yetimler hakkında adaletli
dav-B ranmaktan korkarsanız" ayetinde yetimlere zulmetmekten sakındırmak
ve onların hak-"- lannı ve mallarını sömürmekten uzak tutmak için emirler
varid olmuştur. Eğer böyle bir 'zulüm sözkonusu değilse, onlarla evlilik
konusunda bir engel yoktur. Bununla birlikte
ikinci bir defa eğer
evlenirse onlara zulmetmemek ve adaletli davranmak meselesi vur-"'
gulanmaktadır. İşte burada yetimlerin emri ve haklan konusunda Kur'anî
gözeticilik "-jgöze çarpmaktadır.
Bazı müfessirler
"kendileri için yazılmış (kitapta)" ayeti mehirleri ve mirasları kapsamaktadır
demişlerdir. Çünkü bu konudaki sorumluluk sahipleri (yetimler hakkında)
«'kontrolü altında tuttukları yetim kadınlara bir şey vermeyip onlarla ya
kendileri evleni--> yor veya mihir olarak verilen mallan tasarruf etmek için
evlatları ile evlendiriyorlardı. -Bu kavil mümtaz olmakla birlikte ayet-i
kerimeler de bu mânâyı taşımaktadır.
Bahsettiğimiz
rivayetlerden birinde zikredildiğine göre; Araplar küçük erkek çocuklarını
mirastan mahrum bırakıyorlar ve haklannı büyüklere veriyorlardı. İşte
"Çocuklar--i-dan mustazaf olanlar" ayeti tekid yoluyla onlann gerekli
olan haklarını belirtmek için *>' zikredilmiştir. Ayet-i kerime bu mânâyı
tahmil etmektedir. Onlann hepsi her halükarda yetimlerdir ve ayet-i kerimede
yetimler hakkındaki tekidli ifadeler hem kadınları, hem 5 de çocukları
kapsamaktadır.
'" İkinci, üçüncü
ve dördüncü ayetlerde açıkça görüldüğü gibi bazı evlilik ilişkilerini
düzenleyen durumlar, hükümler görüyoruz. Bu sûrede varid olan bazı ayetler,
kadının kocasına karşı itaatsizliğini ve karşı gelme ihtimalini ifade ediyor ve
bunun karşısında gerekli tavsiyeler veriliyor. Yine bu ayetler, kocanın
karısına karşı haksızlık etmesi ihtimalini ve bu gibi durumda gerekli olan
tavsiyeleri zikrediyor. Eğer zikri geçen Rafi meselesi sahih ise, bu durumda
bu mesele tüm benzeri meseleler için her zaman bir çözüm vesilesi olur.
Müfessirler Rafi'nin
meselesine göre sulhu, birinci karısının talaktan dönerek ikinci kadının
kendisi üzerine tercihli olmasına rağmen sabırla beklemesidir, diye tevil
ettiler. Buna ek olarak sulhu, kadının talaktan dönerek sahip olduğu haklardan
(bazılarından) vazgeçmesidir diye tanımladılar. İşte bu mânâ ayetin ayetin
kastına tam olarak uygun düşmektedir.
Bu durumda "Zaten
nefislerde kıskançlık hazırdır" ifadesi nefislerin tabiatında olan
cimrilik, kıskançlık, müsamahakar olmamak ve tenazul etmenin kolaylığı ve
hafifliğini ifade eden iknaî bir cümledir.
Buradaki üç ayetin de,
bu sûrenin üçüncü ayetiyle mevzu bakımından bağlantılı olduğu göze çarpıyor.
"Eğer kendileriyle evlendiğiniz taktirde yetimlerin haklarına riayet
etmemekten korkarsanız beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın.
Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz
(cariyeİerle)la yetinin. Bu adaletten ayrılmamanız için daha hayırlıdır."
Bu ayeti kerime, kişiye adaletli olduğu taktirde ikinci, üçüncü veya dördüncü
bir kadınla evlenme serbestisi vermiş ve onu zulümden sakınması için tek
evliliğe çağırmıştır. Bu ayetler ise kişileri bu durumlardan sakındırdığı şeylerden
bahsetmektedir. Fakat bu ayetler, bir kere çok evliliği menetme-mektedir. Çünkü
böyle bir durumu gerektiren zaruri bir hal olabilir. Çok evlilik durumunda ise
bu sûrenin üçüncü ayetinin şerhinde bahsettiğimiz gibi evlendiği kadınlardan
herhangi birine (aşırı şekilde) meyletmemesini ve diğerlerini terketmemesini
tavsiye etmektedir. İşte burada yüce bir hikmet ve telkin vardır.
Rafi'nin hadisesi,
bizim için bu zaruri durumun açık örneklerinden biridir. Kendisi, büyük karısı
çekici olmadığı için küçük bir kadınla evlenmekte bir olumsuzluk görmüyor. Bu
durum karşısında büyük karısı, talak yerine kendi bazı haklarından vazgeçip evli
olarak kalmayı tercih ediyor.
Kur'anî cümle, burada
her ne kadar çok evliliği menetmiyorsa da bu durumu zaruri hallere has kıldığı
gözden kaçmıyor. Kur'an burada, zevceler arasındaki adaletin ne kadar
isteseler de mümkün olamayacağını ve bu sûrenin üçüncü ayeti, bir kadınla evlenmeyi
(adaletli olmamak muhtemel veya gayri mümkünse) emrediyor.
Ayetlerin özellikle
ihsan, takva ve ıslah üzerine teşvik etmesi ve nefsin meyline göre hareket
etmemeye teşvik etmesi dikkat çekmektedir. İşte bu durum Kur'an'da tekidli bir
şekilde tekrar edilip evlilik bağına önem veriliyor ve herhangi bir vesile ile
evlilik bağının devamlılığı için, bütün vesileler bitmedikçe teşvik vardır ki
bu durumda yani devamlılık için gerekli vesileler yetersiz kaldığında ayrılık,
her iki taraf için de hayırlıdır. Bu hal son ayetin son fırkasında beliğ bir
üslûpla, yani bu ayrılığın acısının hafifliğini her iki tarafında Allah'ın
rahmeti ve fazlı ile düşünmelerini hedefleyerek beyan ediliyor.
İkinci ayetle ilgili
olarak birçok rivayet varid olmuştur. İşte Ebu Hureyre'den gelen bir rivayete
göre Nebi şöyle demiştir: "İki zevcesi olup da birine meyleden ve digerini
ihmal eden kimse, kıyamet gününde bir yanı felçli olarak kalkar."[427]
Hz. Aişe'den gelen
ikinci bir hadiste şöyle buyrulmaktadır. Peygamber kadınlar arasında taksim
yaparken adalet gösterir ve şöyle derdi: "Ya Rabbi bu benim malik olduğum
şeylerdeki taksimimdir. Bunun için senin malik olup da benim malik olmadığım
hususta beni azarlama"[428].
Yine Hz. Aişe'den gelen bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Peygamber
zevceleri arasında taksim yaparken yanımızda kalmakta bir tercih yapmazdı. Az
gün olur ki hepimizi ziyaret etmiş olmasın. Cinsi münasebette bulunmadan her
zevcesine gelir, sonra sırası olan kadına gider ve onun yanında geceyi
geçirirdi.[429]
İşte
ayetlerde de görüldüğü gibi bu konuda Kur'ani telkinler, Nebevi telkinlerle
aynı paralelde gitmektedir. [430]
131-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine Kitap
verilenlere ve size "Allah'tan korkun" diye emrettik.Eğer inkar
ederseniz (biliniz ki) göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah hudutsuz
zengindir, ziyadesiyle övgüye layıktır.
132- Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. Vekil
olarak Allah yeter.
133- Ey insanlar! Allah dilerse sizi yokluğa
gönderip başkalarını getirir, Allah ona kadirdir.
134- Kim dünya mükafatını isterse (bilsin ki)
dünyanın da, ahiretin de mükafatı Allah katındadır. Allah her şeyi işiten ve
herşeyi görendir.
Yukarıda zikri geçen
ayetlerin ibaresi açıktır ve bu ayetlerde özel bir mevzudan
bah-sedilmemektedir. Müfessirler bu ayetlerin nüzulü ile ilgili bir şey
zikretmemişlerdir. İlk bakışta bu ayetlerin önceki ayetleri takip ettiği
görülmekte, önceki ayetlerde müslüman-lara kendilerinden öncekilere takva
tavsiye edildiği gibi, şu an kendilerine de takva tavsiyesi tekidli bir
şekilde yapılmaktadır. Eğer insanlar Allah'tan korkmaz ve inkar ederlerse, Allah'ın
insanlardan müstağni olduğu vurgulanmaktadır. Aynı zamanda eğer insanlar
ihlaslı olup Allah'tan korkarlarsa, Allah onlar için övücüdür. Gökte ve yerde
ne varsa O'nundur. O'nun her şeye gücü yeter, isterse yeryüzündeki bütün
insanları kaldırıp yerine başkalarını getirebilir. Eğer insanlardan bazıları
sırf dünya menfaatlerini dü- -sunuyorsa, Allah Teala yanında hem dünya
nimetlerin fazlasıyla da ahiret nimetleri vardır. Hal böyle iken insanların
iki dünyada da saadet içinde olmaları için ihlasla Allah'tan korkup
sakınmaları, onlar için daha evlâdır.
Açıkça
görüldüğü gibi ayetler bütün amellerde takvalı olmanın vucubiyetini kesinleştirmeyi
hedeflemiş, bunu yapanların da dünya ve ahirette mükafatlarını alacaklarını
belirtmiştir. Bu ifade Kur'an'ın genel tesbitleri ile bağlantılıdır ve
ayetlerin üslubu, kalplere ve akıllara aynı anda yönelik olması bakımından çok
etkileyici ve dikkat çekicidir. [431]
135- Ey iman
edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz, ana babanız ve akrabanız
aleyhinde de olsa Allah için şahidiik eden kimseler olun. Haklarında şahitlik
ettikleriniz zengin olsun, fakir olsun Allah onlara sizden daha yakındır.
Hislerinize uyup adaletten sapmayın. Şahitliği eğer büker, yahut şahitlik
etmekten kaçınırsanız biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
1-
Mü'minlerden hak ve adalet hususunda gerekli ihtimamı şiddetli bir şekilde
göstermeleri, her halükarda gerek şahadet talebinde ve gerekse söz talebinde
hak ve adalet üzerine olmaları istenmektedir.
2- Hak ve adalet hususundaki şehadet esnasında
kişilerin yakınlığına, zenginliğine ve fakirliğine bakılmaksızın hatta kendi
nefisleri aleyhine de olsa yalnız Allah'tan korkup O'nun murakebesini
unutmamaları gerekir.
3- Bu hal üzerine, heva ve heveslerine uymadan, hak ve adaleti hiç bir
şeyin etkisinde bırakmadan, devam etmeleri gerekir. Mü'minler bilmelidirler ki
Allah bütün işlerin gizlisini ve açığını ve bütün niyetleri bilir. Buna göre
Allah'tan korkmaları, O'ndan sakınmaları, şehadeti her halükarda
değiştirmemeleri, tahrif etmemeleri, hak ve adaletten yüz çevirmemeleri
gerekir. [432]
Taberi ve Hazin
ayetin, Nebi'nin yanında münakaşa eden bir fakir ve zengin hususunda, fakirin
zengine zulmetmeyeceğini düşünerek fakir şahsa meyletmesinden dolayı te'dib
amacıyla indiğini rivayet etmişlerdir. Yine Hazin ayetin Ta'ma İbn Ubeyrik ve
kavminin, kendi lehine yaptığı yalancı şehadeti üzerine indiğini
söylemişlerdir.
Bu ayetin Ta'ma
hadisesi ile ilişkisinin olmadığı, o hadisenin fasılalar önce bittiğine
bakılarak Ta'ma da açıkça gözlenebilir. Eseda'nın rivayetini mülahaza
ettiğimizde şunu görmekteyiz. Eğer ayet Nebi'nin bir zenginle fakir arasında
geçen husumetteki tutumundan dolayı inmiş olsaydı, bu ayetteki hitap da Ta'ma
hadisesinde olduğu gibi direk Nebi (s)'ye olacaktı.
Ancak görünen odur ki
bu ayet, kadınlar ve onların yetimleri hakkında fetva istemeleri ile ilgili
ayetleri, takip etmekte olup, kendi rolü ve devri ile Allah'tan korkmanın
vucubiyetini tekid edip, O'nun murakabesini gözetmeyi ve insanların hakları ile
hangi sebeple olursa olsun oynamamayı, hafife almamayı ifade etmektedir.
Kendi babında
Kur'an'ın anası olan bu muhkem ayetler yüce ve korkutucu olması bakımından şu
mânâları ve telkinleri ihtiva etmektedir. İslam şeriatı cephesinde kadınların
ince, heyecanlı, zayıf olduğu belirtilip ayetler keskin kuvvetli ve etkileyici
bir üslûpla müslümanların akıl ve kalplerine aynı anda şunları hitap
etmektedir:
Her
zaman ve her yerde ister ferdi ister toplumsal olsun ve isterse hükmedenler açısından
olsun hak sözlü olmaları, Hakka şehadet etmeleri ve Hakkın yücelmesi için çalışmaları,
hiç bir korku ve etki altında kalmadan her halükarda hak üzerine çalışmaları
üzerlerine vaciptir. Bu konudaki güvence, güvencelerin en kuvvetlisi ve en
önemlisidir. Çünkü toplumsal binanın, toplumsal güvenliğin, fertlerin ve
cemaatlerin maslahatı bu güvenceye ve tazminata bağlıdır. Çünkü toplumdaki her
ferdin her halükarda insaf görevini elinde tutması, toplumun saadetinin
kuvvetlenmesi ve ıslah edilmesinin en kuvvetli direği ve dayanağıdır. [433]
136- Ey iman
edenler! Allah'a peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve kıyamet gününü[434]
inkar ederse tam manâsıyla sapıtmıştır.
137- Onlar ki inandılar, sonra inkar ettiler; daha
sonra yine inandılar, yine inkar ettiler, sonra inkarları arttı; işte Allah
onları ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.
138- Münafıklara kendileri için acı bir azap
olduğunu müjdele.
139-
Mü'minleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve
şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir.
140- O, Kitapta size indirmiştir ki, Allah'ın
ayetlerinin inkar edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman,
onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın;
yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah münafıkları ve kafirleri
cehennemde biraraya getirecektir.
141- Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah'tan
bir zafer (nasip) olursa "Sizinle beraber değilmiydik" derler.
Kafirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu seferde onlara) "Sizi
yenip (öldürebileceğimiz halde) mü'minlerden korumadık mı" derler. Artık
Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kafirler için mü'minler
aleyhine asla bir yol vermeyecektir.
142- Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye
kalkışıyorlar; halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir.
Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek [435]kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da pek az hatıra getirirler.
143- Bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara bağlanıyorlar ne bunlara. Allah'ın
şaşırttığı kimseye asla bir çıkar yol bulamazsınız.
144- Ey iman edenler! Mü'minleri[436]
bırakıp da kafirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a aleyhinize apaçık
bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt
katında-dırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.
146- Ancak
tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini
(ibadetlerini) yalnız O'nun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekten)
mü'minlerle beraberdirler ve Allah mü'minlere yakında büyük mükafat verecektir.
147- Eğer siz iman eder ve şükrederseniz Allah
size neden azap etsin? Allah, şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.
Ayetler yeni bir
fasılla, mü'minlere yönelik bir hitapla başlıyor ki geçmiş ayet de bu şekilde
başlamıştı. Bu ayetlerin geçmiş ayetlerle zarfi münasebetine kati nazardan,
sonra lafzi münasebetini mülahaza ettiğimizde bu sebeple bu ayetler, önceki
ayetin hemen arkasından gelmiştir diyebiliriz. Çünkü büyük bir ihtimalle
ayetlerde zikredilen konum ve tutumlar ileride şerhi geleceği gibi erken bir
vakitte ve zikredilen ceza,vazgeçirmenin Medine'de Yahudilerin tamamını
kapsamasından önce inmiştir.
Müfessirlerin
rivayetine göre birinci ayet Abdullah bin Selam ve arkadaşı Yahudi Meslema'nın
sözü üzerine inmiştir. Rivayete göre onlar şöyle demiştir: "Biz Kur'an'a
ve yalnızca Musa'nın kitabına iman ediyoruz. Bunun üzerine ayet mü'min kimseyi
bu Kitab'a ve bundan önceki kitaplara imanla tanımlamıştır. Çünkü bu Kur'an'ın
kendisinin emrettiği şeydir. İkinci ayet ise yine Musa'ya iman eden sonra
inkar edip buzağıya tapan, sonra tekrar iman edip tekrar inkar eden Yahudiler
hakkında inmiştir. Yine bu ayetin Musa ve sonraki peygamberlere iman eden,
fakat Muhammed'e iman etmeyen Nasraniler hakkında indiğini rivayet ettikleri
gibi bu ayetin münafıklar hakkında indiğini rivayet edenler de olmuştur.
140. ayetin, Allah'ın ayetleri ile alay eden
Yahudi rahiplerle oturan, onların meclislerine giren münafıkları nehyetmek
için (onlarla oturmaktan) indiğini rivayet etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları
139-141 ve 144. ayetlerdeki "kafirler"'den maksadın müşrikler
olduğunu söyledikleri gibi, buradaki maksadın "Yahudiler" olduğunu da
söyleyenler olmuştur.[437]
Ayetlerin içeriğine ve
ruhuna baktığımızda, ayetlerin birinci derecede münafıklar hakkında indiğini
görebiliyoruz ki, birinci ve ikinci ayet bu duruma hazırlık için gelmiştir.
Ayetlerdeki "Kafirler" kelimesinin Yahudiler diye tevil edilmesi en
güzel vecihtir. 140. ayetteki muhataplar ise müslümanlardan ihlas sahibi bir
fırka, bir bölüktür. Bu ayet ve 144. ayet işte bu fırkayı uyarmak için
istidradi olarak gelmiştir. Yani münafıklarla veya yahudilerle birlikte
oturmaktan nehyetmek için ve mü'minleri bırakıp yahudileri dost edinenleri
sakındırmak için gelmiştir. Ayetlerin nüzul sebebine gelince o da evve-len
münafıkların yahudilerle, mü'minler aleyhine tuzaklar kurmaları ve
müslümanlarla. yahudiler arasında gelip gitmekte kalmalarından dolayı inmiştir.
İkinci olarak görüldüğü gibi ihlaslı mü'minlerden bir kesimin, münafıklarla
veya yahudilerle dost olmalarından ve onlara karışmalarından dolayı inmiştir.
Allah en iyi bilendir.
Yahudilerden Beni
Kurayza, Medine'de en son cezalandırılanlardandı ki, Beni Kay-nuka ve Beni Nadr
kabilelerinin işi, onlardan önce hicretin beşinci senesi sona ermeden bitirilmiştir.
Bunun üzerine en
azından bu ayetler Beni Kurayza kabilesinin cezalandırılmasında inmiş olduğu
görülüyor ki, Beni Kurayza'nın cezalandırılması Uhud vakıasından sonra meydana
gelen Beni Nadr'in sürülmesinden önce olmasa da Hendek vakıasından sonra olmuştur.
Biz bunun şerhini Haşr ve Ahzab sûrelerinin tefsirleri esnasında belirtmiştik.
141. ayetin ihtiva
ettiği suret münafıkların üzerinde bulunduğu alçaklığı ve kötülüğü
sergilemektedir. Münafıklar, ayetin ifadesine göre muhlislerle kafirler
arasında dönüp duruyorlardı. Eğer muhlisler tarafında bir yardım varsa
"biz sizinle beraberiz" diyorlar şayet yardım, zafer kafirler
tarafında olursa "sizleri mü'mirilerden korumadık mı" derler.
139. ayet, ihtivası
ile münafıkların hep kuvvetle beraber olduklarını (ister müslü-manlardan olsun,
ister yahudilerden) dostluğu ve beraberliği kuvvete göre ayarladıklarını
dürtücü bir üslûpla sorgulayıp, ayıplarını ortaya çıkarıyor. İzzet ve şerefin
ancak ih-laslı mü'minlerde olacağını ifade ediyor.
Muhlislerden bir kesim
(bir racih görüşe göre onlar Ensardır) aynı şekilde dostluk ve beraberlik
bakımından, münafıklardan olan akrabalarına uymalarından veya asabiyetten
dolayı yahudi ve müslümanlar arasında hareket ediyorlardı. Bunun üzerine 144.
ayet bu kesimi sakındırmak için inmiştir.
Yine müslümanlardan
bir kesim, münafıkların ileri gelenleri ile akrabalıklarından dolayı veya
onlarla anlaşmalarından dolayı onlarla birlikte oluyorlardı. Yahudiler ise
onlarla beraber bulundukları esnada Allah'ın ayetleri ile alay ediyorlardı. Buna
karşın müslümanlar bu duruma karşı geliniyorlardı .Bunun üzerine 140. ayet
bunun yanlışlığını ve Kitab'a muhalefetini belirtmek için inmiştir. Bunun
benzeri bir hüküm En'am sûresinde şöyle zikredilmektedir. "Ayetlerimiz
hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde onlar başka bir söze
geçinceye kadar onlardan uzak dur (meclislerini ter-ket). Eğer şeytan sana
unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zalimler topluluğu ile
oturma."
Bu ayetlerin hepsinde,
Medine dönemindeki Nebevi siretin suretlerini görüyoruz. İlk zamanlarda
ayetlerin ifadesine göre münafık ve yahudilerin bazı şeylerde üstün oldukları
gözleniyor.
142. ayetin ifadesine
göre münafıklar namaz kılıyorlardı. Ancak ayet şu durumu da ifade ediyor ki
onlar namaza kalktıklarında gösteriş yaparak ve tembel bir şekilde kalkıyorlardı.
Ki bu hal ihlaslı kişilerin nifaklarını ölçmek için bir durumdur.
İşte bu tutum ve
davranışlar üzerine ayetler onlar için korkunç uyarılar içermektedir. Onlar
için elem verici azap vardır. Allah onları kafirlerle beraber toplayacaktır.
Allah'ın affını ve tevfikini elde edemeyeceklerdir. İçlerinde tevbe edenler,
ihlaslı ve mü'minlerle olanlar hariç onlar cehennemin en alt tabakasında
olacaklardır.
Ayetlerin sonucu takip
ve terğip mânâsı içermekle şu mânâları ifade etmektedir: Allah Tealanın
insanları azaplandırmasında ve cezalandırmasında kendisi için bir gaye ve amaç
yoktur. Eğer onları cezalandırıyorsa ancak onların yaptıkları günah ve
taşkınlıktan dolayıdır. Allah Teala'yı razı edecek şey onların iman etmeleri,
şükretmeleri, yasaklara bağlı kalıp, vacipleri eda etmelerine bağlıdır. İşte
onlann davet edilmeleri ve uyarılma-larındaki amaç azap yerine ecir, gazap
yerine övgüye hak içindir. O her yaptıklarını hakkıyla bilir.
İşte böylece ayetler,
inişi esnasında münafıkların tutumlarını tescil ediyor. Ve onlara 230 rahmet ve
affedilmeleri için kapı açıyor. Ayetler, azap ve ahiretteki alçaklığın bu kötü
tutumlarında ısrar edenler için olduğunu beyan ediyor.
141. ayet, müslümanlar
için kuvvetli bir şekilde ve tatmin edici bir üslûpla, kafirler için
müslümanlar aleyhine asla bir yol vermeyeceğini kesin bir şekilde ifade ediyor.
Ayetler, içinde
bulunduğu zamana has olmakla birlikte süreklilik ifade eden toplumsal, ahlaki,
imani, beliğ vaazlar ihtiva etmektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
1- Gerçek
mü'min O Muhammed ve enbiyanın lisanı ile Allah katından gelen her şeye iman
eder.
2- Bunlardan
birşeyi inkar etmek, sapmanın ve hak olan imanın bozulmasının ta kendisidir.
3- Bir mü'mine izzet ve yardımı Allah'tan
başkasından, iman ve itilasının haricinden, özellikle de kafirlerden araması
asla yakışmaz. Mü'minleri bırakıp da onlarla dostluk yapması veya onlardan
yardım dilemesi asla kabul edilmez.
4- Allah'ın
ayetlerine dalan ve onlarla alay edenlerin toplumunda ve meclislerinde bulunmak
nifak suretlerinden biri olup (ki bu da Allah'ın gazabına müstehak olmaya sebep
olur.) ihlaslı mü'mine asla yakışmaz.
5-Yukarıda
zikrettiğimiz suretlerden bir başkası da bu mü'minlerin, düşmanları ile
mücadelesinde müslümanlarla beraber olmamaları ve herhangi bir sebep ve şekilde
onlara yaranmaya çalışmalarıdır.
6- İhlaslı
mü'minler kafir ve münafıklara karşı yardım ve kuvveti Allah'tan beklerler.
Kuvvet ve sabırlarını kafir ve münafıklardan ilişkilerini kestikleri bir
zamanda, her zaman ve durumda imanlarından alırlar.
7- Kur'an
daima insanların ıslahını gözetip tevbe kapısını, kafir, münafık ve günahkarların
tevbe etmeleri, ıslah olmaları ve bulundukları halden dönmeleri için açık bırakır.
8-İnsanlar iman edip şükrettiklerinde, Allah'ın insanları
azaplandırmasının O'nun maksadı olduğunu söylemekten O'nu tenzih ederiz. [438]
148- Allah fena sözün açıklanmasını sevmez. Ancak
zulme uğrayanlar başkadır. Allah işiticiclir, bilicidir.
149- Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz yahut bir
kötülüğü affederseniz, şüphe yok ki Allah çok affedicidir, çok güçlüdür.
Her iki ayetin ibaresi
açıktır ve ayetlerde geçmiş ayetlerle münasebetinin olduğuna dair işaret göze
çarpmaktadır Bu iki ayet geçmiş ayetlerden sonra geliş sebebinin bu münasebetten
dolayı olduğu akla gelmektedir.
Müfessirler birinci
ayetin Hz. Peygamber'in huzurunda bir adamın Hz. Ebubekir'e hücum etmesinden
dolayı indiğini rivayet etmişlerdir. Adamın hücum etmesine karşılık Ebubekir
biraz sukut edip sonra cevap verince, Peygamber'in bu cevaba razı olmadığı
görülmüştür. Bunun üzerine Ebubekr: " Ey Allah'ın Rasulü, bu adam bana
şefmedince cevap vermeye kalktım sen hemen kalktın" deyince Peygamber ona
"bir melek ona senden bedel olarak karşılık veriyordu ne zaman ki sen
cevap vermeye kaktın melek gitti şeytan geldi" buyurdu ve çok geçmeden bu
olay üzerine ayet indi. İkinci ayete gelince onun birinci ayetle bağlantılı
olduğu görüldüğünden, bu ikinci ayetinde aynı hadise üzerine veya benzeri bir
hadise üzerine indiği akla gelmektedir.
Her iki ayet de her
zaman devamlılık ifade eden telkinler ve vaazlar içermektedir. Bunlar
sırasıyla;
1- Kötülük
ne olursa olsun ister sövmek, ister tariz, ister alay, ister kötülüğü yayma,
ister azarlama, ister kışkırtma, ister tahrik etme, kısacası kötülüğün her
türlüsünü (onun ifşasını) Allah Teala sevmez. Bunun müslümanlar arasında
yayılması çirkin bir şeydir Allah Teala bunu da sevmez.
2- Yukarıda
zikrettiğimiz durumda mazlumun hali yani red konumunda bulunan kişinin hali
hariç
3- Bununla beraber müslümanların böyle bir
konumda olan bir kişiyi Allah Te-ala'nın geniş hilmi ile insanların affetmesine
iktida ederek, intikam ve karşı koyma konumunda iken affetmek daha hayırlıdır.
İnsanlar bilsinler ki Allah Teala, gizleseler de, açığa vursalar da kendilerinden
sadır olan her şeyi bilir. Onların üzerine her zaman hayır yapmak düşer
affetmek ise en hayırlı işlerdendir.
Peygamberimizden gelen
bir haberde Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Bir mal sadakadan dolayı
azalmaz. Allah Teala bir kulunu kulun affetmesinden dolayı ancak izzetini
yükseltir. Kim Allah için mütevazi olursa Allah onu yükseltir"[439].
Böylece nebevi telkin
ile Kur'ani telkinin bu meselede aynı paralelde olduğunu görmekteyiz.
Müfessirler cevap
verme konumunda bulunan mazlum kişinin mukabelede- bulunurken aşın giderek
kazif, iftira, düşmanlık, kötü söz ve bedduada bulunmasına cevaz vermediler. Ve
bu konuyla ilgili bir hadis zikrettiler. "Karşılıklı birbirine söven iki
kişinin sözleri bu iki kişiden sövmeye başlayanın aleyhine olur, şayet mazlum
durumunda bulunan kişi haddini aşmaz, aşın gitmezse"[440].
Hasan Basri'den rivayet ettikleri bir hadise göre, ayetin mazlum kişi haddini
aşıp aşın gitmediği taktirde zalim aleyhine bedduada bulunabilir, diye ruhsat
verdiğini söylediler. Ebu Hureyre'den gelen bir rivayete göre: "Bir adam
Peygambere geldi ve şöyle dedi: 'Benim bir komşum var ve bana eziyet ediyor'.
Nebi ona, 'eşyalannı evden çıkarıp yolun ortasına koy' dedi. Bu adam da
denileni yapıp eşyalannı yolun ortasına terketti. Gelip geçenler bu adama
'niçin böyle yaptın' deyince adam; 'Benim bir komşum var bana eziyet ediyor'
diye cevap veriyor. Sormakta olanlar ise, 'Ey Allah'ım o adama lanet et ve onu
rezil et' diyorlardı. Çok geçmeden eziyet veren adam gelip ondan evine
dönmesini istedi ve ona 'sana asla zulmetmeyeceğim' dedi[441].
Hasılı ayetteki
"Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez" tabiri nass ile kötülüğün
açığa vurulmasını açıkça söylenmesini nehyedip İslam toplumu için bir terbiye
ve disiplini hedeflemektedir. Tabi bu demek değildir ki Allah Teala kötülüğün
özel bir toplulukta açığa vurulmasını veya göğüslerde gizli kalmasını
sevmektedir veya razı olmaktadır. Çünkü bu konudaki birçok ayet ister açık
ister gizli kötülüğün her türlüsünü neh-yetmektedir.
Mesela
En'am sûresinin 120. ayetinde olduğu gibi "Günahın açığını da gizlisini de
bırakın! Çünkü günah kazananlar yaptıklannın cezasım mutlaka
göreceklerdir". Yine bu sûreden önce geçen bir ayette (123. ayette) şöyle
buyrulmaktadır: "Ne sizin kuruntularınız ne de ehli kitabın kuruntulan
gerçektir. Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisi için
Allah'tan başka dost da yardımcı da bulamaz" . Ve bu sûrenin yine 108.
ayetinde şöyle buyrulmaktadır: "İnsanlardan gizleseler de Allah'tan
gizleyemezler. O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklannızı kuşatıcıdır. (O'nun
ilminden hiç bir şeyi gizleyemezler). [442]
150- Allah'ı
ve peygamberlerini inkar edenler ve (inanma hususunda) Allah'la peygamberlerini
birbirinden ayırıp "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına
inanmayız" diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yo! tutmak isteyenler
yok mu;
151-152-
İşte gerçekten kafirler bunlardır. Ve biz kafirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiç birisini
diğerlerinden ayır-mayanlara (gelince) işte Allah onlara mükafatlarını yakında
verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Ayetler kafirleri
Allah'ı ve Rasulunü inkar eden ve iman noktasında birbirini ayırıp
"bazılarına iman ediyor bazılarını inkar ediyoruz" diyenler diye
tanıtıp onların hakkıyla kafirler olduklarını ve azaba hakkıyla müstehak
olduklarını beyan etmektedir. Aynı zamanda mü'minleri de, Allah ve Rasulune
iman edip ikisini birbirinden ayırmayanlar olduğunu ve onların hakkıyla
mü'minler olduğuna ve gerçekten Gafur ve Rahim olan Allah katında ecirlere
müstehak olduklarını beyan etmektedir.
Ayetler yeni bir
bölüm. Geçmiş ayetlerle bu ayetler arasında bir bağlantı göze çarpmaktadır.
Özellikle geçmiş bölümdeki 136. ayet bu münasebete işaret etmektedir ki bu
münasebetden dolayı bu ayetler diğer geçmiş bölümün arkasından gelmektedir.
Şayet bu ayetlerin geçmiş ayetlerden sonra indiğini söylemezsek.
Müfessirler ayetlerin
nüzul sebepleri ile ilgili özel bir rivayet zikretmemiştir. Bu konuda
zikredilenlerin hepsini şöyle özetleyebiliriz. Hazin'in dediğine göre:
"Denildi ki ayetler yahudiler hakkında indi. Çünkü onlar Musa'ya (kendi
peygamberlerine) ve kitaplarına iman ediyorlar fakat İsa'ya İncil'e,
Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmiyorlardı". Başka bir rivayete göre
ayetler Muhammed ve Kur'an'a iman etmeyen Nasrani-ler hakkında inmiştir. Taberi
ve İbn Kesir bu ayetlerin hem Yahudiler hem de hıristiyan-lar hakkında indiğini
söylemiştir. Çünkü onların hepsi bazı peygamberlere ve kitaplara iman ediyor
bazılarını da inkar ediyorlardı.
Ayetler içerik
bakımından bu rivayeterin hepsini kapsamaktadır. Ancak biraz sonra gelecek bir
ayet Yahudilere yönelik bir hamle yapıyor. Ayetin ifadesine göre özellikle
Yahudiler Nebi'nin risaletini inkar ediyor, ona meydan okuyorlar, yalanlıyorlar
ve önceki nebileri katletmekle suçlanıyorlar. Bu da gösteriyor ki bu ayetlerle
yukarıda içeriğini zikrettiğimiz ayetler arasında mevzu bakımından bir bağlantı
vardır ve bu geçen ayetler sanki bir sonraki ayetler için bir uyarıya hazırlık
teşkil etmektedir.
Ayetler
ilgili olduğu konum ve tutumlarla hususi olmasına rağmen bu ayetler aynı
zamanda genelde iman esaslarından bir esas, özelde de İslam dininin
esaslarından bir e-sas içerdiğini beyan etmektedir. Buna göre, Musa'ya ve diğer
peygamberlere iman edip de O'na iman etmeyenlerin imanın karşılığını mükafatını
Allah Teala vermeyecektir. Musa, İsa ve diğer peygamberlere iman edip de
Muhammed döneminde yaşayan veya sonra gelip de O'na iman etmeyenlerin imanının
yine mükafatları verilmeyecektir. Mu-hammed'e iman diğer nebileri iman ile
beraber değilse yine bu imanın mükafatı yoktur. Hak din, Allah Teala'nın bütün
peygamberleri ve resullerine imandır. Hiç birini diğerinden ayırmayanlar
hakkıyla mü'min olanlardır. Müslümanlar, onlar Allah'ın bütün resul ve
nebilerine ve kitaplarına iman edenlerdir. Bunun dışındakiler ise onlar katında
kafirlerin ta kendileridir. [443]
153- Ehli
Kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmelerini istiyor. Onlar
Musa'dan bundan daha büyüğünü istemişler de : Bize Allah'ı apaçık göstersin
demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilahare
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Bundan
dolayı da onları affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.
154- Söz
vermeleri (ni takviye) için Tûr'u başlarına diktik ve onlara "Baş eğerek
kapıdan girin" dedik. "Cumartesi günü sınırı aşmayın" dedik.
Kendilerinden sağlam söz aldık.
155-
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri ve "kalplerimiz kilitlenmiştir" demeleri
sebebiyle başlarına belalar getirdik. Hayır aksine küfürleri sebebiyle Allah
onların kalpleri üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az inanırlar.
156- Bir de
inkar etmelerinden ve Meryem'in üzerine büyük bir iftira atmalarından;
157- Ve
"Allah elçisi İsa'yı öldürdük" demeleri yüzünden .... Halbuki onu ne
öldürdüler ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.
Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içine
girdiler.Bu hususta zanna uymak dışında hiç bir bilgileri yoktur ve kesin
olarak öldürmediler.
158- Bilakis Allah O'nu kendi nezdine
kaldırmıştır. Allah büyük izzet ve hikmet sahibidir.
159- Ehli Kitap'tan her biri ölümünden önce ona
iman edecektir. Kıyamet günü de onlara şahit olacaktır.
160- Yahudilerin
yaptıkları zulümden çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı
kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık.
161-
Menedildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını
yemelerinden ötürü (böyle yaptık). İçlerinden inkar edenlere de acı bir azap
hazırladık.Ayetlerde başından sonuna kadar yahudilerin inkarcı tutumlarına
karşı hamleler vardır. Aynı zamanda bu ayetlerde istidradi olarak Mesih'in
çarmıha gerilmesi meselesini çürütücü bilgiler vardır.
Birinci ayetin birinci
bölümü ileride açıkça belirtileceği gibi, yahudilerin Peygamber'i taciz etmek
için kendisinden gökten açıkça bir kitap indirmesini istemelerinden bahsediyor.
Ayetler ikinci bölümde Yahudiler üzerine hamle yapıp onların o gün Pey-gamber'i
inkar ve taciz çabalarıyla onların atalarının Musa'dan Allah Teala'yı açıkça
görmek istemeleri, buzağıya tapınmaları, Allah'ın emir ve yasaklarını tahrif
etmeleri sözlerinden dönmeleri, peygamberleri öldürmeleri, İsa'yı yalanlamaları
ve annesine iftirada bulunanlar konularında bir bağlantı kurulmakta ve daha
sonra onların yaptıkları bu zulümlerine karşılık Allah Teala'mn onlara bazı
helal ve temiz şeyleri haram kıldığını, birçok kimseyi Allah yolundan
saptırdıkları, faizi ve haksız yere insanların mallarını yedikleri için de
onlara büyük bir azap hazırladığını beyan etmektedir.
. Müfessirlerin
rivayetine göre[444]
Ka'b bin Eşref, Nebi'ye bir toplulukla beraber gelip dediler ki: "Eğer sen
bir nebi isen Musa Tevrat'ta geldiği gibi sen de bize gökten bir kitap
getir." başka bir rivayete göre "gökten özellikle bize hitap eden bir
kitap getir". Başka bir rivayete göre de "her birimiz için hitap
eden bir kitap getir" dediler. Bunun üzerine ayetler onlara cevap vererek
indi.
Rivayet, birinci
ayetin birinci bölüm ile bağlantılıdır. Geriden gelen ayetler öncekilerin
devamı niteliğinde olup, red konumundaki ayetleri desteklemektedir. Geçmiş ayetler
Allah'ın bazı nebilerini inkar edenlerin küfründen bahsetmişti. Bu ayetler ise
onların bu tutumlarını Muhammed, İsa ve başka nebiler karşısında takındıkları
inkari tavırlarını ve bununla da kalmayıp bazı nebileri katlettiklerini açıkça
tasvir ediyor. Dolayısıyla geçmiş ayetler bu ayetler için bir giriş ve hazırlık
mahiyetindendir diyebiliriz. Bu da bizim, bu ayetlerin birinci bölümünde
bahsedildiği gibi yahudilerin soruları üzerine inmiştir dememize engel
değildir.
Bu
ayetler, geçmiş yahudilerin inkarcı, tacizci ve tahrif edici tutumlan ile Nebi
zamanındaki Yahudiler arasında bağlantı kurulmakta. Bu meseleden en geniş
şekli ile Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde bahsedilmektedir. Bu iki sûrenin
tefsirinde konuyla ilgili gerekli bilgileri belirttiğimiz için ziyade ve iade
zarureti görmüyoruz. [445]
Bu konudaki
açıklamaları şöylece sıralayabiliriz:
Birinci olarak Kur'anî
ibare bu konuya daha önceki ayetlerin devamı olarak değinip yahudilerin ahlak
ve fiillerine delalet etse de bir müslüman bir müslümanın Kur'an'ın isbat ettiği
gibi bu hakikate iman etmesi gerekir.
İkinci olarak: Biz
inanıyoruz ki Peygamber zamanında daha başka hakikatlerinde ötesinde bu
hakikate iman eden bazı taifeler (Nasranilerden) vardı. Nasranilerdeki Ruhban
ve Kıssıslerin, Nebi ve Kur'an'a imanları Maide sûresinde belirtildiği gibi bu
konudaki hakkı bildikleri içindir. Maide sûresinin 82-84. ayetleri bu konuda
kesin delillerdir. "İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından en
şiddetlisini, yahudilerle, şirk koşanları bulacaksın. Onlardan iman edenlere
sevgi bakımından en yakın olarak "biz hıris-tiyanlanz" diyenleri
bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük
taslamazlar.
Rasule indirileni
duydukları vakit tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını
görürsün. Derler ki: "Rabbimiz iman ettik. Bizi şehidlerle beraber yaz.
Rabbi-mizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah'a ve bize
gelen gerçeğe i-man etmeyelim."
Bu ayetlerin tefsiri
konusunda Seyyid Reşit Rıza söyle demiştir: "Mesih'in çarmıha gerilmesini
inkar eden geçmiş Nasrani fırkalarından bir fırka olup şehid Yustinyus'un
öğrencisi Tatanus'un tabileridir. Bu konuda sunuda hikaye etti. Futyus denen
adam içinde Mesih'in havarileri olan Polis, Turna, Endirves, Yuhanna ve
Petrus'un haberleri olan ve Rasullerin rihleti diye nitelendirilen bir kitap
okudu. Bu kitapta Mesih çarmıha gerilmedi fakat onun yerine asılmaya gelen
başka birisinin çarmıha gerildiği aşağıda yer alıyordu. Milattan sonra ikinci
asırda İbon ismindeki Nasrani Rahip şöyle diyordu. Mesih, Yusuf ve Uzra'dan
doğdu. Fakat nasıl ve ne zaman ecelinin sona erdiğini bilmiyoruz. Buradan
anlaşılıyor ki Kur'an'da bu konuda aynı paralelde olup bu ve benzeri
hakikat-ları isbat eden fakat kilise adamlarının yaptığı birçok eski kitap
vardı. Eğer bugünkü uydurulmuş İndiler Mesih'in çarmıha gerilmesini ifade
ediyorsa bu da gösteriyor ki, bu İndiler İsa'dan sonra herhangi bir zamanda
yazılmıştır. Mesela ravilerden işitilerek yazılan Mesih'in hayatı gibi.
Mesih'in çarmıha
gerilmesi konusundaki yazdıklarının kesinlik ve doğruluk ifade etmesi mümkün
değildir. Bununla beraber yangından kaçırılmış havarilere nisbet edilen bir
İncil'e yine çarmıha gerilme olayını kabul etmeyip Kur'an'ın isbat ettiği
birçok hakikati isbat etmektedir. Hıristiyanların bu İncil'i kabul etmemeleri
bu hakikatin batıl oluşunu ispatlamaz.
Kur'an'a ve Nebi'ye
iman edenleri bildikleri ve tanıdıkları hakikatler sebebiyle iman edenleri
açıklayan Maide sûresinin ayetleri, onların iman etmelerini açıklayan tek sebep
değildir. Mekki ve Medeni olmak üzere birçok ayet Ehli Kitaptan birçok cemaat
ve topluluğun iman ettiğini açıklıyor. Bu konudan bahseden sûreler şunlardır.
Kasas 52-55, İs-ra 107-108, Rad 35, En'am 20-114 ve Ankebut 47. Başkaları ve
biz inanıyoruzki, bu sebeple çok kısa zamanda Irak, Şam, Mısır ve Kuzey Afrika
ve Endülüs'deki hrıstiyan âlemi îslam'a bölük bölük girdiler.
Reşid Rıza'nın kendi
tefsir kitabında bu ayetlerin tefsiriyle ilgili geniş bir bahis bulunmaktadır.
Bu konuda Mesih'in çarmıha gerilmediğini isbat eden delilleri tedavülde bulunan
İncillerdeki karine ve delillerle ortaya koymaktadır. Nasraniler yanında çarmıha
germe akidesi içeriği hakkında tafsilatıyla garib ve acaip olan bilgileri
zikretmektedir. Onların büyük toplantılanndaki davetçilerden şöyle dediklerini
işitmiştir:
Adem ne zamanki Allah
Teala'ın nehyettiği ağaçtan yeyip Allah'a isyan etti ve dolayısıyla bu halden
dolayı o ve onun zürriyeti günahkar oldu o zaman ahiretteki cezaya müstehak
oldular. Allah Teala ne zaman ki adalet ve rahmet sıfatıyla vasfoldu. Adem'in
isyanından, sonra bir sorun ortaya çıktı ki, o da eğer Adem'i ve zürriyetini
cezalandırır-sa bu O'nun rahmetine münafi olur. Eğer cezalandırmazsa bu sefer
O'nun adaletine mü-nafi olur. Sanki O, bu durumu Adem'in isyanından, beri bin
senedir düşünmekte idi. Ancak bir yolu bu bin seneden sonra bulabildi. Bu çıkış
yoluda kendi oğlunu ki (o da kendi nefsidir) Adem'in zürriyetinden bir kadının
karnına hulul etmesiyle olacaktı böylece onun karnındaki ceninle iltihad
edecek ve o kadından bu oğul doğacaktı. Böylece olay gelişti ve bu çocuk kamil
insan olması bakımından ve o kadının kamil ilah olması bakımındanda Allah
Sübhanehu ve Teala'nın oğlu idi ki, bu oğul onun nefsi idi. Bu şekildeki bir
çocuk ise Adem bütün günahlarında masum idi. Bu çocuk onların içinde yaşadı
onların yedikleri ve içtikleri şeylerden yeyip içip, lezzet ve acı duydukları
şeylerden oda duydu. Daha sonra düşmanlarına kendini öldürüp çarmıha germeleri
için boyun eğdi. O da korkunç bir şekilde öldürüldü ve çarmıha gerildi ki bunu
yapan kişi ilahi kitaptan lanetlenmiş bir kişi idi. Böylece Mesih hem
lanetlenme ile hem de çarmıha gerilmeyle beşeriyet için kendini feda etti.
Yuhânna'nın birinci risalesinde olduğu gibi o bütün günahları ve hataları
yüklenmiş oldu. (Sübhane rabbike rabbil izzeti amme yasifun)Seyyid Reşid Rıza
bu iddia üzerine birçok reddiyeler getirmekte ki bu reddiyeler fiili, cedeli
ve akli yönlerden çok dikkat çekicidir. Sonra birçok kitapta ilahlardan birinin
hatalarından dolayı kendini kurban olarak feda edip kurtuluş tasavvuru Hind
bölgelerinde ve putçuluk dinlerinden kalma çok eski bir adetti. Bu konuda bu
kadar bilgi ile yetiniyoruz ve daha geniş bilgi isteyenler Seyyid Reşid
Rıza'nın tefsirinin altıncı cüzüne bakabilir diyoruz.
Müfessirlerin[446]
"Onu yakını olarak öldürmediler bilakis Allah onu katına yükseltti"
cümlesinin tefsiri ile Âli İmran sûresinin 55. ayetindeki "Allah, ey İsa
ben seni öldüreceğim ve kendi katıma yükselteceğim" ayeti arasında ve
Maide sûresinin 110. ayetinde "Ben onların içinde bulunduğum sürece
onlann üzerinde şahidim. Ne zaman ki beni öldürdün sen onları murakabe etmekte
idin." ifadeleri arasında teviller çoğalmıştır. Al-i İmran sûresinde bu
konuyla ilgili açıklamalarda bulunduk. Burada eğer bir şey söylemek gerekiyorsa
o da buradaki 159. ayetin ibaresi ile Al-i İmran süresindeki ayetin cümlesi ve
Maide sûresinin ayeti arasında bir tenakuz mevcut değildir.
Yine müfessirlerin
160. ayet için tevilleri farklılık göstermektedir[447].
"Muhakkak ki Ehli Kitaptan ölmeden önce ona iman edecekler
olacaktır". Bazıları buradaki zamirin Nebi Muhammed'e ait olduğunu
söylemişlerdir. Bazıları da buradaki maksadın Ehli Ki-tab'tan herkesin ölmeden
önce Kur'an'da isbatlandığı şekilde ona iman edeceklerini fakat bu imanları
ölüm anındaki tevbe kabilinde olduğu için onlara fayda vermeyeceğini
söylemişlerdir. Bazıları da buradaki maksadı, İsa, dünyanın son zamanlarına
doğru yeryüzüne ineceğini ve Kitabilerin hepsinin ona iman edeceğini
söylemişlerdir. Bu konuda gelen nebevi hadislerden bir tanesi şöyledir. Buhari,
Müslim ve Tirmizi, Ebu Hurey-re'den rivayet etmiştir. "Rasulullah şöyle
buyurmuştur. 'Meryemoğlu İsa hakem, adalet dağıtıcı ve adil bir imam olarak
nazil olmadıkça kıyamet kopmaz. Öyleki o haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır,
malda çok artar ve onu kabul ettirecek kimse bulunmaz'. Sonra Ebu Hureyre
isterseniz şu ayeti okuyun dedi. 'Muhakkak ki Ehli Kitab'tan ölmeden önce ona
iman edecekler olacaktır ve kıyamet günü o da onlann üzerinde şahid
olacaktır"[448].
Son görüş ayetin ifade
ettiği mânâyla bağlantılı değildir. Çünkü ayetin ifadesi mutlak olarak Ehli
Kitap'tan herkesin iman edeceğini ifade ediyor. Bu ifade kalacak ise Ehli
Kitab'ın hepsini İsa'nın yaşadığı andan dünyanın sonuna kadar kapsamaktadır.
Ebu Hu-reyre'nin bu tatbiki kendi içtihadı olup Nebi'den gelen bir hadis
değildir. Birinci görüşte ayetle aynı paralelde değildir. Çünkü söz ondan önce
İsa çevresindendir. Dolayısıyla ikinci görüş geriye kalıyor. Bu görüşü
müfessirlerin çoğu tasvip etmiştir. Bazıları da bu görüşü İbn Abbas'a nisbet
etmişlerdir. Zemahşeri'nin rivayetine göre kendi zamanının din adamlarından
olan Şehr bin Havşeb'e: "Ne zaman bu ayeti okusam kendi nefsimde bir
şeyler (şüphe vehim) hissediyorum" dedi. O da ben Muhammed bin Hanefiye'den
duydum (O da Hz. Ali'nin oğludur); diyor ki: Bu ayetin sadedi hakkında
Yahudi'ye ölüm geldiği vakit Melekler yüzüne ve arkasına vurur ve derdi ki: 'Ey
Allah'ın düşmanı, İsa sana Nebi olarak geldi ama sen onu yalanladın'. Yahudi
de, 'Ben ona iman ettim, O bir nebi ve Allah'ın kuludur' der. Nasraniye ölüm
geldiğinde melekler yahudiye yaptığını buna da yaparlar ve derler ki: 'İsa sana
nebi olarak geldi ama sen onu Allah veya Allah'ın oğlu zannettin". Nasrani
de, 'Ben de O'na iman ettim, ki o bir nebi ve kuldur'. Fakat onların imanları
ölüm anındaki tevbe kabilinde olduğu için onlara fayda vermez. İşte bunların
hepsinde Kur'ani ibarenin ikinci görüşte beyan edildiği gibi İslam'ın ilk
zamanlarında anlaşıldığına dair deliller vardır.
Ama bu görüşün
mahiyetine gelince bu mesele gaybi imanın sınırları içine girer. Çünkü bu
Kur'an'ın haber verdiği olaylardan (gaybi) birisidir. Eğer isbatı maddi olarak
mümkün değilse batıl oluşunun isbatını yapmak mümkün değildir. Allah Teala her
şeyi en iyi bilendir.
Müfessirler bu sûrenin
160. ayetinde Yahudiler aleyhine haram kılınan şeylerin En'am sûresinin 146.
ayetinde açıklandığını söylemişlerdir. Ve bu söz yerinde bir görüştür.
"Yahudilere (deve, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar gibi) bütün tırnaklı
hayvanları haram ettik. Sırtlarının, yahut barsaklarının taşıdığı ya da kemiğe
kansan yağlar hariç, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Böylece
onları zulümleri yüzünden cezalandırdık. Biz elbette doğru
söyleyenleriz". Ve bazı ayetler bu görüşü desteklemektedir. Çünkü bu
hanımlar onların zulümlerine ceza olarak verilmişti ki bunu 160. ayet zikretmektedir.
Bu mesele ile ilgili gerekli bilgiyi En'am sûresinde verdik. Tekrara gerek görmüyoruz[449].
160 ve 161. ayetlerin
mânâları kendilerine nehyedildiği halde Yahudilerin riba yemesinden ve
insanların mallarını batıl yollarla yemesinden ve Medine'deki peygamberimiz
zamanında yahudilerin Allah yolundan saptırmasından bahsetmektedir. Bu sûrede,
Bakara ve Al-i İmran süresindeki birçok ayet onların Allah yolunda
saptırmalarında şiddetle bahsetmektedir. Al-i İmran sûresinin 75. ayeti
onların "ümmilerin mallarını aldığımızda bize herhangi bir vebal
yoktur" dediklerini anlatmaktadır. "İşte bu fikirle onlar insanların
mallarını helal görüyor, onlara ihanet ediyorlar ve onların mallarını batıl yolla
yemeleri" ayeti kerimesi ifade etmektedir ki, onların kitapları onları,
garibin malını yememek, ona zulmetmemek ve onu zor durumda bırakmamakla
vasıflandırıyor[450]. Bunun
üzerine ayetlerdeki son bölüm onlara şöyle hükmetmektedir. "Onlar
bildikleri halde Allah adına yalan söylüyorlar."
Denilebilir ki
yahudiler ribanın alınmasının nehyi konusunda ancak kendi kardeşlerinden
nehyedilmişlerdi; yabancılardan değil.[451] Bu
nehiy de Tevrat'ta belirtilmiştir. Lakin, madem ki Kur'an onların
nehyedildileri ribayı aldıklarını belirtiyor; o halde onlar ya bu haddi
aşmışlar dolayısıyla da onları kardeşlerinden aldıkları ortaya çıkıyor ya da
onlar bu hükmü yabancılardan riba almak için değiştirerek yalnızca kendi
kardeşlerinden almaya has kıldılar. Dolayısıyla kendi kardeşlerinden riba alıp
yabancılardan almıyorlardı. Böylelikle nehyedilen yasağı çiğnemiş oluyorlardı.
Bu
ayetlerin hepsinden anlaşılıyor ki ayetler Medine'de güç ve kudret sahibi
yahudi-lerin ikamet ettiği bir zamanda inmiştir. Başka bir değişle bu ayetler erken
bir dönemde inmiştir. Yani Beni Kureyza'nın, Ahzab sûresinde bahsedildiği gibi
sürgün edilmesinden önce idi ki bu meseleyi 44-56. ayetlerde bahsettik. Ve
tefsirinde 139-143. ayetlerin (bu sûrenin) de bu meseleyle ilgili bilgiler
verdik. [452]
162- Fakat
içlerinde ilimde derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve senden
önce indirilene iman ederler. Namazı kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve
ahiret gününe inananlar var ya İşte onlara pek yakında büyük mükafat
vereceğiz.
Bu ayetler yahudilerden
ve başkalarından ilim sahipleri olanlar, Nebi'ye iman edenler namazı kılanlar,
zekatı verenler, Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri istisna ederek onlan
müjdelemektedir. Onlar Nebi'ye indirilenlere, geçmiş enbiyalara indirilenlere
iman ederler ve Allah onların ecirlerini sonra verecektir.
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre bu ayet Abdullah bin Selem, Sa'lebe bin Sa'ye, Esed bin Sa'ye
ve Esed bin Ubeyd hakkında inmiştir.[453]
Açıkça görüldüğü gibi
ayet geçmiş siyak ile sıkı bir şekilde bağlantılıdır. Ayeti kerime rivayette
zikredildiği gibi yahudilerden müslüman olanlar ve onlann misallerine geçmiş
ayetler de yahudilerin durumuna işaret ediyor.
Bu ayette geçmiş
mânâlara ek olarak Peygamber teselli edilmekte ve konumunu destekleme
hedeflenmektedir ki (sana: ileyke) buradaki zamirin muhatabı bu mânânın
kas-dedildiğinin karinesidir. O halde onun kederlenmesine ve üzülüp acı
duymasına gerek yoktur. Her ne kadar Yahudiler Nebi'ye taciz ve meydan okuma
tutumu ile hareket etse-lerde onlar da istisnai olarak hareket edip aksine
Peygamber'e iman edenler, güzel niyet sahipleri kişiler de vardır. İşte bu
ayetlerde yahudilerle Nebi arasında mevcut olan tutum ve davranışlar beyan
edilmektedir.
Şunu
belirtelim ki yukarıda zikrettiğimiz Yahudilerin istisnai durumu önceden de
birçok ayette geçmişti. Mesela bunun benzeri Al-i İmran ve Bakara sûresinde
olduğu gibi. Bu tip misallerin hepsinde yahudiler ve başkalarının iyi niyetli
olan alimlerinin ri-salete imanlarını büyüklük ve inat yapmaksızın kabul
ettiklerini görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki Muhammedi risaletin içeriğinde
kabul etmeye yönelik kuvvetli unsurlar vardır. Ancak kötü niyet sahipleri hariç
biz bunları geçmiş ayetlerde haber verdik. [454]
163- Biz
Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyetti-ğimiz gibi sana da vahyettik. Ve
(nitekim İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, oğullara, İsa'ya, Eyyüb'e,
Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a Zebur'u verdik.
164- Bir
kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise anlatmadık. Ve
Allah Musa ile gerçekten konuştu.
165- (Yerine
göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların
peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve
hikmet sahibidir.
166- Fakat
Allah sana indirdiğine şahidlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de
(buna) şahidlik ederler.
Ve şa-hid olarak Allah
kâfidir.
Ayetlerde Peygamber'e
yöneltilmiş hitaplar bulunmaktadır ve şu tespitleri içermektedir:
1- Allah
Teala Nuh'a ve Kur'an'da zikri geçen veya geçmeyen ondan sonraki nebilere
vahyettiği gibi sanada vahyetti.
2- Allah,
mazeretleri olmasın diye rasullerini insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
hak ve hidayet yollarını göstermek, dalaletten sakındırmak için göndermiştir.
3- Allah Teala ve meleklerde O'nunla beraber şahittirler ki Rasul'e
indirilen O'nun tarafından O'nun ilmiyle inmiştir. Allah'ın şehadeti en güçlü
şehadettir ve O'da şahid olarak kafidir. [455]
Müfessirler birinci
ayetin yahudilerin'Peygamber için söyledikleri söz üzerine indiğini rivayet
etmişlerdir[456]. Yahudiler Nebi'ye
geçmiş ayetleri onlara okuyunca onlar Ne-bi'ye Allah bir beşer üzerine hiç bir
şey indirmemiştir demişlerdir. Son ayette Peygamberini onlara "Ben
biliyorum ki, siz gerçekten biliyorsunuz ki ben Allah'ın elçisiyim" demesi
ve onların biz böyle bir şey bilmiyoruz demeleri üzerine inmiştir.
Bu ayetler,
yahudilerin Peygamber karşısında ki tutumlarının bâtıllığını ifade eden ve
tatmin ve teselli konumunda olan geçmiş ayetlerle bağlantılıdır. Ve onların
Nebi'den gökten bir kitap indirmesini istemeleri onların, O'nun davetine
icabeti değildir. Allah Teala Nebi'ye vahyetmiştir. Nasıl ki ondan önceki
peygamberlere vahyedilmişti ve nasıl ki onların davetleri söz değildi.
Nebi'nin davetide söz, kural dışı, tuhaf, sapık ve yalnız değildir. Yahudiler
Allah'ın bu geçmiş Nebilere vahyettiği şeyi bu Nebi'ye vahyetti ve onlar geçmiş
nebilere vahyedilene iman ettiler. Onların daveti Onun davetine, Onun daveti de
onların davetine mutabıktır. Yahudilerin onun risaletini inkar edip çeşitli
isteklerle meydan okumalarına gelince, bu onların kötü niyetleri olup, onlar
ve daha önceki ataları da bu vasıflarla tanınmışlardı. Allah Teala'nın O'nun
destekleyici ve şahididir. O destekçisi ve şahid olarak yeter.
Tabiatıyla bu,
rivayetlerin sıhhatini son ayetin nüzul sebebi olmaksızın nefyetmektedir.
Çünkü ayetler birbirleriyle tam olarak bağlantılıdır. Allah Teala en iyi
bilendir.
Ayetler ihtiva ettiği
mânâlar, destekler ve deliller bakımından açıkça görüldüğü gibi üslubu kuvvetli
ve dikkat çekicidir. Kalpleri temiz ve niyetleri güzel olanların güveninin
kanaatkar olmaksızın ve mutmain olmalarını harekete geçirmekte ve
canlandırmaktadır. Ve bu ayetlerin üslûpları Kur'an'a, akla ve kalbe hitap edip
nübüvvet ve risaleti destekleyen, tabi doğal olan şaşırma ve inkari
gerektirmeyen tekrar eden üslûplardır.
"Rasullerden
sonra insanlar için Allah üzerine bir hüccet olmasın diye" cümlesi Kur'an'ın
kesin, kati ibarelerinden biridir. İnsanları zulümden, serden, delaletten ve batıldan,
adaleti, hayrı, hidayeti, ve hak yolu açmak için gönderilen elçilerin ve
şeriatların hikmetini belirten ve böylece insanların bu iki yoldan birisini
seçmesiyle ceza göreceklerini açıklayan genel Kur'ani tesbitlerden biridir.
Denilebilir ki
herşeyden yüce, Halik, Bari, yarattıkları üzerinde mutlak tasarruf yetkisine
sahip olan Allah için insanlar, nasıl O'nun aleyhine hüccetle karşı
gelebilirler? Cevap olarak deriz ki, o halde insanların dünya ve ahirette
yaptıklarından dolayı hesaba çekilmelerinin mânâsı, hikmeti nedir? Rasullerin
onlara gönderilmesinden sonra ve kendilerine alışılmış bir üslûpla uyarıcı olan
kitapların indirilmesinden sonra insanların artık bir hücceti ve Allah'a karşı
bir özürlerinin olmadığını belirten ilanın hikmeti nedir?
Nebilerin Kur'an'dan
varid olan isimleri değişik yerlerde zikredilmiştir. Ve adetleri yirmi üç
kadardır. Onlar: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak,
Ya-kup, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa,
Ze-keriyya, Yahya, İsa ve Zülküfl. Ayette geçen oğullardan kasıt, Yakub'un
çocuklarıdır. Ayetin ifadesinden ve mânâsından ve bu tabirin (oğullar) birçok
yerde zikredilmesinden bunların da nebiler içinden, sınıfından zikredildiğini
gösteriyor. İbn Kesir bu ayetlerin yorumuyla ilgili birçok nebevi hadis
zikretmiştir. Ebu Zer'den rivayet edilen uzun bir hadise göre şöyle denmiştir:
"Ey Allah'ın Rasulü kaç enbiya vardır?". "Yüzyirmidört bin"
dedi. "Onlardan kaçı rasuldür?" dedim. "Üç yüzonüç büyük bir topluluk".
"Ey Allah'ın Rasulü, Adem Nebi mürsel midir?" dedim.
"Evet" dedi. Sonra "Ey Ebu Zer! Onların dördü Süryanidir. Onlar
Adem, Şit, Nuh ve Hanuh o da İdris'tir. Ve onların dördü Araptır. Onlar Hud,
Salih, Şuayb, ve senin Nebin. Beni İsrailin ilk nebisi Musa, sonuncusu İsa,
nebilerin ilki Adem sonuncusu senin Nebindirv. dedi. Enes bin Malik'den gelen
başka rivayette ise şöyle buyurulmuştur. "Nebi dedi ki: Sekiz bin nebinin
izi üzerine gönderildim. Onların dörtbini İsrailoğulları'ndandır."
Bu iki hadis sahih
hadis kitaplarından varid olmamıştır. Ve Ebu Zer'in zikrettiği hadiste açık
bir şekilde bir gedik, zayıflık göze çarpmaktadır. O da Musa'nın nübüvvetinin
İsrailoğullan'nın ilki olmasıdır ki tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin
ifadesine göre "oğullar" İsrailoğullan'ndan olup Musa'dan önce gelen
onların nebileridir. Yusuf'un ismi de onlardan bir Nebi olarak En'am ve Gafır
sûrelerinde zikredilmiştir. Bununla beraber bu iki hadiste zikredilen nebiler
arasında çok büyük fark görülmektedir. Ve birinci hadiste Adem, Süryanilerden
sayılmıştır ki bu ifadeler hadislerde tevakkufu gerektirmektedir.
; Mutezililer ve ondan
olan özellikle Zemahşeri "Allah, Musa ile gerçekten konuştu"
cümlesindeki "kelam" yani konuşma mânâsında olmasını inkar edip kabul
etmediler. Zemahşeri bunu kelam manasında almanın tefsirlerin bidatlanndan
olduğunu söyledi.
Bu cümlenin mânâsı da
(Allah Musa'yı imtihanların tırnakları ile ve fitnelerin pençeleri ile onun
adaletini isbat etti. Zabtını ortaya koydu.) Bu tevilin sebebi de, Allah
Teala'yı direk olarak kelamı yani konuşmayı nisbet etmekten sakınmak içindir.
Çünkü onlar Allah Teala için böyle bir sıfatı kabul etmiyorlar. Müfessirler bu
tevile kayıt getirdiler.[457] ve
"Ne zaman ki Musa huzurumuza geldi, Rabbi onunla konuştu" cümlesin de
Allah Teala'nın kelamı üzerine delil olarak getirdiler.
Fakat
biz Zemahşeri'nin tevilinde tekellüf zorlama görmekteyiz ve bu görüşün aksini
isbat edenlerden de doğruluk görmekteyiz. Buradaki ve Araf süresindeki mezkur
cümle açıkça Allah'ın Musa ile konuştuğunu ifade etmektedir. Ama bu nasıl olur
bu mesele Allah'ın sırn ve sıfatıyla bağlantılıdır. Buradaki Kur'ani kural
kaide "Onun misli gibi bir şey yoktur O semi, basirdir" (Şûra, 9)
"İlmini hiç bir şey ihata edemez" (Taha, 110), "Gözler onu
göremez ama o gözleri görür"(En'am, 103). Ve bu konudaki Selefi kurala
gelince o da bu konuda Kur'anda ayetlerde varid olan her şeye kesin iman etmek
ve geçmiş ayetlerde belirtiğimiz gibi Vacibü'l Vücud'un sırrı ile bağlantılı
olan mahiyet ve keyfiyetlere dalmamaktır. [458]
167- İnkar
eden ve (başkalarını da ) Allah yolunda alıkoyanlar şüphesiz doğru yoldan çok
uzaklaşmışlardır.
168- İnkar
edip zulmedenleri, Allah asla bağışlayacak değildir. Onları (başka) bir yola
iletecek de değildir.
169- Ancak
orada ebedi kalmak üzere cehennem yoluna (onları iletecektir) Bu da Allah'a çok
kolaydır.
Ayetlerin ibaresi
açıktır. Bu ayetler de uyarı ve takip bakımından kendinden önceki ayetlerle
bağlantılıdır. Buna bağlı olarak ayetler yahudilerden bahsetmektedir. Ayetler
onların İslam davetinin durmasını önlemek için yaptıkları desiseler ve şüphe
oluşturma gibi çalışma ve uğraşılarını beyan etmektedir.
"İnkar edenler ve
zulmedenler" tâbiri ile bundan önce geçen "İnkar edenler ve Allah
yolundan saptıranlar" tabirleri yahudilerin Nebi'nin risaletini inkar
edip, insanları hidayet yolundan alıkoymakla yetinmeyip bunu da geçerek
taşkınlık ve düşmanlık ettiklerini ifade etmektedir. Bu ayetten anlaşılıyor ki
ayetler yahudilerin kuvvet sahibi oldukları bir dönemde inmiştir.
Mutlak
olan, ayetlerin üsluplarında tabii olarak bu tutum ve davranışlarda bulunanlar
için şeddetli, sürekli ve uyarıcı ifadeler vardır ki bu Kur'an nazmının
süregelen üs-lûplarındandir. [459]
170- Ey iman
edenler! Rasul size Rabbinizden gerçeği getirdi, (bunda şüphe yoktur) şu halde
kendi yararınıza olarak (ona) iman edin. Eğer inkar ederseniz göklerde ve yerde
ne varsa şüphesiz hepsi Allah'ındır. (O'nun sizin inanmanıza ihtiyacı yoktur.)
Allah geniş ilim ve hikmet sahibidir.
Bu
ayetin ibaresi de diğerleri gibi açıktır. Nüzul sebebiyle ilgili bir rivayete
rastlamadık. Muhtemelen bu ayette geçmiş ayetlerle bağlantılıdır. İkinci bir
ihtimalde bu ayet kendinden sonra gelen ayetler için taktim ve hazırlık
bakımından onlarla bağlantılıdır. Her halükarda ayetin ifadesi güçlü etkileyici,
akla ve kalbe aynı anda hitap etmektedir. Ve bu hitap her milleti, cinsi, fikri
ve dini kapsamaktadır. Rabbinden onlara Hakkı getiren Rasulün risaleti,
insanları Allah için biraraya getirmek, dünya ve ahiret saadetini sağlamak,
ıslah ve hayır yollarını çoğaltmaya davettir. Bu risalete iman, onların hayrı
ve maslahatları içindir. Çünkü Allah onlann inkar etmesinde fanidir. (Onların
inkarları ona zarar vermez) Gökte ve yerde ne varsa O'nundur O alimdir, her
şeyi bilir ve kendisinden hikmet ve doğruluktan başka bir şeyi emretmeyen her
şeyin hâkimidir. [460]
171- Ey Ehli
Kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını
söylemeyin. Mesih ancak Meryem'in oğlu İsa'dır. (O) Allah'ın rasulüdür,
Meryem'e ulaştırdığı kelimesi(nin eseri)dir. O'ndan bir ruhtur. Buna göre
Allah'a ve peygamberlerine iman edin." "(Tanrı) üçtür" demeyin,
sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin Allah ancak bir tek ilahtır. O
çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak
Allah yeter.
172- Ne
Mesih ve nede Allah'a yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan çekinirler. O'na
kulluktan çekinip[461]
büyük kimselerin hepsini (Allah) yakında huzurunda toplayacaktır.
173- İman
edip iyi işler yapanlara (Allah) ecirelerini tam olarak verecek ve onlara
lutfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan yüz çevirene ve
kibirlenenlere gelince, onlara acı bir şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri
için Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar.
Ayetlerdeki hitap Ehli
Kitab'a, onlardan da Nasranilere yöneltilmektedir ve ibareler açıktır ve ayet
şunları içermektedir:
1- Mesih
hakkındaki akidelerinden aşırı gitmeleri ve "Allah üçtür" sözünden
kaçınmaları,
2- Mesih'in
O'ndan bir ruh ve Meryem'e ilka ettiği bir kelime (kun) olarak meydana gelen
veladet Rabbani bir mucize olduğunun hakikati ispatlanmaktadır.
3- (Allah
hakkında) Sahih olan akide Allah'ın bir tek olduğudur. O'na bir çocuk is-nad
etmekten münezzehtir. Gökte ve yerde ne varsa O'nundur. İşte bu sahih akide
kesin bir şekilde isbat edilmektedir.
4- Mesih'in
Allah Teala karşısındaki tutumu ve konumuna gelince; nasıl ki Allah'a yakın
olan melekler O'na kulluk etmekten çekinmiyorlar, büyüklenmiyorlar, Mesih'de
O'na kulluk yapmaktan çekinmeyen bir kuldur.
5- Ayetler
mü'minler için müjdeci, kulluktan sakınan ve büyüklenenler için korkutucu ve
uyarıcı niteliğindendir. Her şeyden müstağni olan Allah insanların hepsini bir
gün toplayacaktır huzurunda. Ve iman edenlerin ve salih amel işleyenlerin ecri
O'nun fazlından artırılarak verilecektir ve Allah'a kulluktan sakınan ve
kibirlenenlere gelince onları hiç bir yardımcı ve dostu kurtaramayacağı bir
azapla azaplandınlacaktır.
Hazinin tefsirinin
172. ayeti hakkındaki rivayeti hariç bu ayetler hakkındaki nüzul sebebiyle ilgili
özel bir rivayete rastlanmamaktadır. Necran elçileri dediler ki: "Ey
Mu-hammed! Sen bizim sahibimiz hakkında (mesih) O Allah'ın kuludur"
demekle ayıp ediyorsun" Nebi onlara "Onun Allah'a kul olması onun
için bir ayıp değildir" dedi ve bunun üzerine ayet indi.
Biz bu rivayeti yersiz
görüyoruz. Daha önce Al-i İmran sûresinde Nebi ve Necran elçileri ile
aralarında geçenlere işaret edilmişti. Ayetler birbirleriyle tam olarak bağlantılıdır.
Hatta ilk gelen ve göze çarpan şudur ki bu ayetleri istidradi olarak İsa
hakkındaki hakikati beyan etmek, onları ve başkalarını dinlerinde aşın gitmek,
İsa ve Allah Teala hakkındaki hak dışı sözlerinden vazgeçirmek için gelmiştir.
Ve onları herhangi bir tevile Allah Teala hakkında çokluktan sakındırma ve tek
ilaha imana çağırmak için gelmiştir. Ve bu ayetler önceki ayetlerin
Yahudilerin İsa ve annesi hakkındaki akidelerinin yanlışlığına işaret edip
azarladıktan sonra, ve insanlar arasındaki İsa'nın durumu hakkındaki zan
üzerine kaim olan ihtilafa, Muhammedi risaletin, tabiatın, sünnetullahın
Ra-sulleri uyarıcı ve müjdeci olarak insanların Allah'a karşı hüccetleri
olmamasındaki hikmete ve Ehli Kitab'dan, ilimde derinleşenlerin iman edip
sıhhatına tekid etmesine işaret ettikten sonra Hakla gelen Muhammedi risalete
icabete davet etmektedir.
Kur'anî nazımda bu tür
istidradi yani anti parantez meselelere alışılmış ve bunun örnekleri birçok
münasebetten geçmişti.Ayetlerin üslûpları kuvvetli, çekici ve etkileyici olup,
akıl ve kalplere birlikte hitap etmektedir.
Ayetlerdeki varid olan
ibarelerin Mesih'in doğumu hakkındaki mucize başka ayetlerde varid olanlara
yakındır. "Melekler 'Ey Meryem Allah seni ismi Mesih, Merye-moğlu İsa olan
kendisinden bir kelime ile müjdelemektedir?" Bu cümle Ali İmran sûresinin
45. ayetinde varid olmuştur. Buradaki "kelime" ifadesi ile Âli İmran
süresindeki "kelime" ifadesi bir mânâda olup Allah'ın iradesini
temsil eden ve aynı sûrenin içinde bulunan ve Cumhurun kabul ettiği bir görüş
olan (Ol der hemen oluverir) cümlesini teşkil etmektedir. Ve bu cümle 46.
ayetin belirttiği gibi Meryem'in kendisine bir erkek dokunmamasına karşılık
bir çocuk doğurmasını garipsemesine sanki cevap olarak inmiştir. Cumhur'un
kabul gördüğü gibi, Enbiya sûresinin 91. ayetindeki "ırzının iffetle
korumuş olanı (Meryem'i de) ona biz ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle
alem için bir ibret kıldık", "üfledik" kelimesi buradaki
(O'ndan bir ruhtur) ifadesi mânâsındadir.
Geçmiş münasebetlerden
dolayı bu ibarelerle ilgili açıklamalarda bulunduğumuz için tekrar açıklamaya gerek
duymuyoruz.
İlk defa burada geçen
(üç demeyiniz) ayetinde hristiyanlann teslis akidesine işarettir. Bu akideleri
(Allah hakkında) üç işaretle örnekliyorlar bunlarda Baba, Oğul, Ruhul Kudüs.
Ayetlerdeki Kur'an ifadesi bunu birden fazla ilah olarak ifade ediyor. Maide
sûresi 73. ayetinde "Allah üçün üçünsüdür diyenler kafir olmuşlardır.
"Bu ayet hrıstiyanların kasdettiği üçleme akidesi hususunda varid
olmuştur.
Seyyid
Reşid Rıza Menar tefsirinde, teslis akidesi hakkında bir fasıl ayırmıştır. Burada
bu ayetlerin tefsirinde araştırmacıların çeşitli görüşlerini alarak bu teslis
akidesinin yeni olmadığını İndilerde gelen İsa'nın sözlerinin tevili
neticesinin olduğunu ve bunun eski olup Hnstiyanlıktan asırlarca önce
milletlerin bunu kullandığını ve bu görüş Mısırlıların, Farslılann,
Yunanlıların, Rumların, Brahmanist ve Budistlerin bunu kullandığı[462] ve
bu görüşün hristiyanlığa da İsa'nın yaşadığı samanlarda ve ondan sonra uzun bir
zamana kadar Şam beldelerinde hüküm süren Rumlar yoluyla sirayet ettiğini yazmıştır.
Biz buna işaretle yetineceğiz. [463]
174-175- Ey
insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir
nur indirdik. Allah'a iman edip O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları
kendinden bir rahmet ve lütuf içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden)
bir yola götürecektir.
Her iki ayetin ibaresi
de açıktır. Burada ikinci bir defa Rasulunun lisanı üzere insanlara Allah'tan
bir delil ve nur geldiğini ifade etmektedir. Onların üzerine yürümeleri vacip
olan hak yolda hakikatlerden kapalı hiçbir şey kalmamıştır. Ve burada Allah ve
Ra-sulune icabetten dolayı Allah'a iman edip sadece ona yapışanlara müjde
vardır. İşte onları Allah rahmetine girdiriyor ve kendi müstakim yoluna
ulaştırıyor.
Bu iki ayetin
kendinden önceki ayetlerle mevzu ve birbirini takip etme olarak birbirine
bağlı olduğu apaçıktır. Ayetlerin üslubu, akıl ve kalplere yönelik etkileyici
ve güçlüdür. Umulur ki iman etmeyenler ve ona sanlmayanlann zikredilmemesi
önemli bir şeyden dolayıdır ve o da Allah'a icabet edip sarılanların
ehemmiyetinden dolayı ve icabet ve sarılmaya teşvikten dolayıdır.
' Bu ve bunun özeti
olarak diyebiliriz ki, bu ayetler ve bundan önceki hnstiyanlara, yahudilere ve
insanlara yöneltilen ayetler Muhammedi davet cinsleri ve fikirleri ne olursa
olsun bütün insanlığı kapsadığı hususunda kesin ve kati bir dalaleti
içermektedir. Önceden geçen münasebetlerde de tenbih ettiğimiz gibi bu
umumiyetle Mekki naslarda ve bundan başka Medeni sûrelerde de bulunmaktadır. ,
Bunlarda
Muhammedi davetin umumi olması açık değildir. En azından sonradan oluşmuştur
diye zann etmeleri kendilerine tatlı gelen müsteşriklere bir cevaptır. [464]
176- Senden
fetva isterler. De ki: "Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası
hakkındaki hükmü şöyle açıklı-yor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölürde onun
bir kız kardeşi bulunursa bıraktığının yarısı onundur. Kız kardeş ölüp çocuğu
olmazsa erkek kardeş de ona varis olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek
kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha
fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı,
iki kadın payı kadardır. Şaşırma-manız için Allah size açıklama yapıyor. Allah
her şeyi bilmektedir.
"Senden fetva
isterler; de ki: 'Allah babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakim ki
hükmü açıklıyor..." ayetinde, fetva isteme meselesirii Rasulullah üzerine
ölüp babası ve çocuğu olmayanların mirası hakkında varid olmuştur. Bu hususta
Allah'ın hükümran açıklaması şu kaideleri içeriyor.
1- Ölenin
babası ve çocuğu yoksa ve erkek ise ve bir bacısı varsa onun bıraktığı verilir
iki kız kardeş varsa onlara üçte iki verilir.
2- Ölen
kadın ise bir erkek kardeşi varsa malın hepsi verilir.
3- Ölü erkek
olsun kadın olsun çok kız kardeşleri ve erkek kardeşleri varsa erkeğin payı
kadının payının iki misli olması şartıyla paylaştırılır.
Müfessirler rivayet
etmişlerdir ki[465] bu
ayet Cabir b. Abdullah'ın hastalığı esnasında ve kendisininde sadece kız
kardeşleri vardı sorusuna binaen inmiştir. Yine rivayet etmişlerdir ki bu ayet
genel bir sorunun cevabı olarak inmiştir. Bu sûrenin 12. ayeti kelale mirası
hakkındaydı. Fakat toplayıcı değildi. Rivayetlerin hepsi ihtimallidir her ne
kadar ikinci rivayet ihtimali sebep belirtme bakımından da güçlüysede.
Üzerine icma edilen
görüşe göre 12. ayet ölüp, baba ve çocuğu olmayanın aynı anadan erkek veya kız
kardeşi veya erkek veya kız kardeşleri olanlar hakkındadır. Bu rivayet ise kız
ve erkek kardeşleri aynı ana babadan veya aynı babadan olanlar hakkındadır[466].
İki ayetin kapsamı
bunu teyid etmektedir. Aynı babadan olan kız kardeşler veya aynı ana babadan
olan kardeşler ölüye daha yakındırlar. Bundan dolayı bunların payı mirasın
hepsidir. Ama anneleri bir kardeşlerin mirası 12. ayette de geldiği üzere üçte
biri geçmez.
Bir kız kardeş veya
iki kız kardeş erkek kardeşlerinden mirası aldıktan sonra geriye mirasta arta
kalan olduğu anlaşılıyor. Birinci durumda mirasın yansı ikinci durumda üçte
biri kalmaktadır. Bu arta kalan miras diğer arta kalan miraslar gibi dağıtılır.
11-12. ayetlerin
tefsirinde getirdiğimiz hadislere muvafık olarak, böylelikle ortaya çıkmaktadır
ki burda inişteki hikmet oradaki iniş hikmetinin aynısıdır. Sadece ayet meselenin
cevherini açıklıyor sünnet ise geri kalanın açıklamasını üstleniyor.Bu ayetin
iniş zamanı ve konusu hususunda birçok kavil söylenmiş, birçok rivayet
aktarılmıştır. Bu hususta Buhari, Müslim, Tirmizi'nin, Rasulullah'ın
sahabelerinden biri olan Beraa'dan rivayet ettiği (son inen sûre Tevbe sûresi)
son inen ayet ise "senden fetva istiyorlar de ki: "Allah babası ve
çocukları olmayan kimseler hakkındaki hükmünü açıklıyor" ayetidir[467]. Bu
hadisin durumu ne olursa olsun çünkü son inen ayet ve sûre hususunda rivayet
edilen başka hadisler vardır ve akla ilk gelen Kur'an'da inen son ayettir[468].
Rasulullah Nisa sûresinin sonuna konulmasını emretmesi mirasın indiği sûreye
ilhak edilmesi içindir.
Ayetlerin
ve sûrelerin tertibi için bu önemli bir noktadır. Bunda Kur'an ayetleri ve
sûrelerinin Rasulullah'ın hayatında ve O'nun emriyle tertip edildiğini ifade
eden rivayet ve kavillerin sahihliği için güçlü bir delildir. Nisa sûresinin
ayetleri tertip edilmiş idi. Rasulullah bu ayetin bu sûrenin sonuna
konulmasıyla herhangi bir bozukluğun meydana gelmediğini miras ayetlerinin
siyakada bu sûrenin sonuna ilhak edilmesini emrettiği ortaya çıkıyor. Şayet
bazı alimlerin Rasulullah'ın ashabında içtihadla dedikleri gibi Pey-gamber'den
sonra olsaydı bu ayetin diğer ayetlerin arkasına konulması daha makul olacaktı[469].
Allah daha iyi bilir. [470]
[1] Bkz. Kitabımız Siretü'r-Rasul c. 2., s. 9 ve el-İtkan
c.1, s. 10-12 62
[2] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/61-62.
[3] Tesaelune bih Birbirinizden dilekte bulunursunuz,
"sin" harfi şeddeli olarak da okunmuştur. Her iki durumda da mânâ
aynıdır. O Allah ki onunla haklarınızı dilemekte ve O'nun üzerine bazılarınız
yeminleş-
mektesiniz. Araplar bir
konuda tam olarak emin olabilmek için "Allah aşkına senden sorarım"
veya "Allah aşkına senden isterim" derler.
[4] el-Erham Bu kelime alimlerin çoğuna göre
"bihi"nin mahalline matuftur. Bu durumda mânâ şöyle olur: Ve o
akrabalık bağlarından da sakınınız ki onun üzerine yemin edip, onunla
birbirinizden istekte bulunmaktasınız. Yine Araplarda, bir kimseden ricada
bulunduklarında veya bir kimseye yemin ettiklerinde "akrabalık hürmetine
senden rica ettim" veya "akrabalık aşkına senden isterim" demek
adettir. el-Erham kelimesinin "Allah"a matuf , olduğu da söylenir. Bu durumda ise mânâ;
"Akrabalık bağlarını kesmekten sakınınız" şeklinde olur.
[5] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/63.
[6] Huben Günah ya da suç anlamındadır.
[7] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/64.
[8] Bkz. ibn Kesir, Hazin Tefsiri.
[9] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/64
[10] Ella tuksitu Adil davranmamanız.
[11] Mesna-sülase-rubae İkişer, üçer, dörder...
[12] Zelike edne ella teulu Doğruluktan sapmamanız için bu
daha uygundur.
[13] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/65.
[14] Tac. c. 4, s. 79-80
[15] Bu rivayetler İbn Kesir'in tefsirinden nakledilmiştir
ve başka tefsir kitaplarında da geçmiştir. Bkz. Taberi, Tabresi, Beğavi ve
Hazin
[16] Bu rivayetler İbn Kesir'in tefsirinden nakledilmiştir
ve başka tefsir kitaplarında da geçmiştir. Bkz. Taberi, Tabresi, Beğavi ve
Hazin
[17] Bu rivayetler İbn Kesir'in tefsirinden nakledilmiştir
ve başka tefsir kitaplarında da geçmiştir. Bkz. Taberi, Tabresi, Beğavi ve
Hazin
[18] Bu rivayetler İbn Kesir'in tefsirinden nakledilmiştir
ve başka tefsir kitaplarında da geçmiştir. Bkz. Taberi, Tabresi, Beğavi ve
Hazin
[19] Bkz. Menar Tefsiri, ilgili ayetler, imam Reşid Rıza ve
imam Muhammed Abduh hiçbir insaflı ve akıllı kimsenin karşı çıkamayacağı ikna
edici delilleri kapsayan yorum ve açıklamalara yer veriyorlar. Bunları bizim
açıkladıklarımızla tam bir uyum içerisindedir.
[20] Bkz. Taberi Tefsiri
[21] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Zemahşeri ve
Tabresi
[22] Bkz. Tabresi, Hazin ve Zemahşeri.
[23] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/65-70.
[24] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/70.
[25] Sadukatihinne Mihirlerini.
[26] Nihleten Bir gereklilik olarak veya mutlaka verilmesi
gerekli bir hediye olarak.
[27] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/71.
[28] Elleti cealallahu lekum kıyamen Geçiminiz için
Allah'ın size dayanak kıldığı.
[29] Es-Süfehau Aklı ermezler.
[30] Urzukuhum fiha Ondan besleyin.
[31] Bkz. Taca 4 s. 80.
[32] Bkz. Ibn Kesir. Müfessir bu konuda başka hadisler de
rivayet etmiştir. Ancak biz bu kadarıyla yetiniyoruz. Ayrıca bkz. Hazin,
Zemahşeri, Taberi, Tabresi ve hadiste geçen "gayr-ı mütessil"in
anlamı; biriktirmeden yığmadandır.
[33] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/71-73.
[34] el Akrabun ve ûlûl kurbâ Akrabalar ve yakınlık
[35] er-Rical ve'n-nisa Ayetin ruhuna ve metnine uygun
olan; buluğa ermiş ve ermemiş erkek ve kadınlar.
[36] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve
ibn Kesir Tefsirleri.
[37] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve
ibn Kesir Tefsirleri.
[38] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve
ibn Kesir Tefsirleri.
[39] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve
ibn Kesir Tefsirleri.
[40] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve
İbn Kesir Tefsirleri.
[41] Ayetlerin tefsiri için bkz. Zemahşeri, Hazin, Tabresi,
Beğavi.
[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/*****
[43] Kelâle Babası annesi veya çocuğu olmayan, soyundan
kendisinden önce (anne, baba, dede gibi) ve sonra (evlat, torun gibi)
mirasçısı olmayan ölü demektir. Kelâl güçsüzlük, zaaf ve acz demektir. Sanki
Kelâle kelimesi; ölenin, önceden babasını ve evladını kaybetmesiyle acz ve
zaaf içinde bulunduğunun mecazî bir ifadesidir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre
eğer ölü, torun bırakırsa kelâle sayılmaz.
[44] Veledün Bu lafız ve onun çoğulu ayetlerde hem erkek
hem de dişi anlamlarında kullanılmıştır.
[45] Tac c. 4 s. 80 ve Bkz. Hazin, İbn Kesir ve Taberi
Tefsirleri
[46] Tac c. 4 s. 80 ve Bkz. Hazin, İbn Kesir ve Taberi
Tefsirleri
[47] Tac, c. 2, s. 230 ve zikredilen diğer kitaplar.
[48] Hazin Tefsiri
[49] Tac, c. 2, s. 228
[50] Bkz. Ayetlerin tefsiri için Taberi, Beğavi, Tabresi,
Hazin, ibn Kesir, Nisaburi, Nesefi ve Kasimi
[51] Tac. c. 2, s. 225. Bu iki hadisi sahih müsned
sahipleri de rivayete etmişlerdir.
[52] Tac. c. 2, s. 225. Bu iki hadisi sahih müsned
sahipleri de rivayete etmişlerdir.
[53] Tac. c. 2 s. 230. Açıktır ki katil öldürdüğüne mirasçı
olamaz. Şer'i olarak terekesinde hissesi olsa da.
[54] Tac. c. 2 s. 231.
[55] Tac. c. 2 s. 230.
[56] Hazin Tefsiri.
[57] Kasimi Tefsiri.
[58] Tac. c. 2 s. 231, Mülâane islami bir ıstılahtır.
Karısını zina ile suçlayan ve şahidleri de olmayan erkeğe, doğrulardan olduğuna
dair Allah'ı dört defa şahid tutması beşincide eğer yalancılardan ise Allah'ın
lanetini kendisi üzerine almasını ikrar etmesi teklif edilir. Aynı şekilde
kadının da şehadet etmesine izin verilir, sonra had uygulanmaksızın
boşanırlar.
[59] Tac c. 2, s. 232.
[60] Tac c. 2, s. 236.
[61] Tac c.2, s. 239 "Ane" esir memluk mânâsında,
mevla da varis mânâsında kullanılmıştır.
Tac c.2, s. 239
"Ane" esir memluk mânâsında, mevla da varis mânâsında kullanılmıştır.
[62] Tac c. 2, s. 233.
[63] Hazin tefsirinde geniş açıklama bulunmaktadır.
[64] Daha önce ilgili yerlerde metnini vermiştik. Bkz. Tac
c. 2 s. 243
[65] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/76-78.
[66] Fahişetün Fahişe kelimesi cumhurun görüşüne göre
"zina" manasınadır ki, ayetin de üzerinde durduğu nokta budur.
[67] Ellezâni Cumhurun görüşüne göre cemi müzekker olup
(ellezi-ne) manasınadır*.
[68] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/80-87.
[69] Bkz. Hazin, İbn Kesir ve Taberi.
[70] ibn Kesir ve Tirmizi sahih hasen hadis elemişlerdir.
Bu hadis birçok yolla ve ibn Kesir'in tefsirinde ihtilafa yol açacak şeylerle
rivayet edilmiştir.
[71] Bkz. ismi geçen kitaplar.
[72] Tac c. 3, s. 23. Bu hadis uzundur. Nur sûresi tefsiri
esnasında dahisi verip yorumlayacağız.
[73] Bkz. Taberi, BEgavi, Hazin, ibn Kesir, Tabresi,
Nesefi, Nisaburi ve Zemahşeri Tefsirleri.
[74] Bkz. Tac c. 3, s. 22-23. Nur sûresi tefsirinde hadis
zikredilecek.
[75] Nur sûresinin 4. ayetinin tefsiri için bkz. Kasimi
Tefsiri
[76] Bkz. Taberi, Hazin, ibn Kesir ve Tabresi Tefsirleri.
[77] Önceden zikri geçen kitaplara bkz. Müfessirler çeşitli
görüşler belirtmişlerdir.
[78] Bkz. ibn Kesir. Bu hadisi sünen sahipleri ibn
Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
[79] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/88.
[80] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/89-92.
[81] Tac, Tefsir bölümü c. 4, s. 81
[82] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/93-94.
[83] İbn Kesir'den nakledilen metine bkz.
[84] İbn Kesir'den aynı yer.
[85] Tac c. 2, s. 270
[86] Ayetin tefsiri için bkz. Menar Tefsiri.
[87] Ayetin tefsiri için bkz. Menar Tefsiri.
[88] Bu hadisi Ebu Davud, Nesai ve Ahmed rivayet etti. Bkz.
Tac, c. 2 s. 270
[89] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/94-95.
[90] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, ibn
Kesir, Zemahşeri ve Tabresi.
[91] Bkz.İbn Kesir ve Tabresi Tefsiri
[92] Bkz.İbn Kesir ve Tabresi Tefsiri
[93] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/95-97.
[94] Fi hucuriküm Odalarınızda analanyla birlikte
kefaletinizde olan.
[95] Rebaibüküm Rabibe kelimesinin çoğuludur. Manası
kadının kızıdır.
[96] Halail Halilenin cemisi, mânâsı zevcedir.
[97] el- Muhsenat Evli olan kadınlar.
[98] Fariza Mefruzat, yani üzerine ittifak olunan.
[99] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/97-98.
[100] Bkz. Hazin ve İbn Kesir Tefsirleri.
[101] Bkz. Adı geçen iki kaynak ve Tac, c. 2, s. 264
[102] Bkz. Tac, c. 4 s. 264-265
[103] Bkz. Tac, c. 4 s. 264-265
[104] Bkz. Tac, c. 4 s. 264-265.
[105] Bkz. Tac, c. 4 s. 264-265.
[106] Bkz. Tac, c. 2 s. 266.
[107] Bkz. Tac, c. 2 s. 266.
[108] İbn Kesir Tefsiri.
[109] İbn Kesir Tefsiri.
[110] Tac, c. 2, s. 265
[111] Bkz. ibn Kesir, Hazin, Tabresi ve Beğavi Tefsirleri.
[112] Bu hadisi İbn Kesir ve Hazin nakletti. Yine Tirmizi ve
Ebu Davud rivayet etti. Bkz. Tac c. 4 s. 71 tefsir bölümünde.
[113] ibnSa'd c. 3, s. 161
[114] Bkz. Ayetlerin Bakara'nın zikredilen ayetlerinin
tefsiri için ibn Kesir, Hazin, Tabresi, ve bkz. Tac, c. 2, s. 316
[115] Ayetlerin tefsiri için bkz. Hazin, ibn Kesir ve
Tabresi tefsirleri.
[116] Adı geçen kaynaklar.
[117] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/100.
[118] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi,
Zemahşeri ve diğerleri. Bu konuyla ilgili müfessirler epey sıkıntı çekmişler
bir kısmı bu mevzuyu geniş tutmuş bir kısmı özet geçmiştir ve konuyla ilgili
rivayetler, görüş ve teviller nakletmişlerdir.
[119] Bkz. Tac, c. 3 s. 306
[120] Bkz. Tac, c. 3 s. 306
[121] Bkz. Tabresi ve Tusi Tefsirleri
[122] Bu kaide birçok hadisten çıkarılmıştır. Bu hadislerden
biri de Tirmizi, Hakim ve Beyhaki'nin rivayet ettiğidir. "Gücünüz
yettiğince müslümanlardan hadleri uzak tutunuz. Eğer bir çıkış yolu varsa
serbest bırakın. |mamın affetmede hata yapması cezalandırmada hata yapmasından
daha hayırlıdır" Tac c. 3 s. 33. Yine İbn Mace'nin Ebu Hureyre'den
rivayeti: imkan oldukça hadleri uzaklaştırınız" Abdullah bin Mesud'un
merfu
olarak rivayet ettiği
diğer bir hadis" "Hadleri şüphelerle bırakınız. Müslümanlardan
gücünüz yettiğince öl dürmeyi uzaklaştırınız" Neylü'l Evtar, Şevkani c. 7,
s. 271-272
[123] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/100-104.
[124] el-Muhsenat Hür kadınlar. Bu lafız ilk defa varit
olmuştur.
[125] Tavlen Genişlik, mal ve kudretin olması, ya da mali
yetenek ve kuvvet. Bu kelimeyi bazıları mutlak mânâda güç, kudret olarak tefsir
etmişler "filanın eli kudretli, yetenekli", yani imkan sahibi, mal
sahibi mânâsında kullanmışlardır.
[126] Muhsanetin gayra müsafiha-tin vela müttehizati ahdain
Evlenilecek kadınların (cariyelerin), olması gereken vasıflarının zikridir. O
da iffetli olmaları, zinaya kalkışmamaları ve zi-nacı erkek edinmemeleri
sıfatlarıdır.
[127] Feteyatikum "Genç kızlarınız" yani
"cariyeleriniz" Araplar, kölelerinin erkek çocuklarına
"feteyan" kız çocuklarına ise "feteyat" derlerdi.
[128] Fe iza uhsinna)"Şayet evlenirlerse"
mealindeki cümle, "şayet evlenip zevce olduklarında" manasınadır.
[129] Fahişetin "Zina" mânâsındadır.
[130] el-Azab Ukubet ve had cezalan mânâsındadır.
[131] el-A'nete "Şiddet" manasınadır. Buradaki
mânâsı, şehavetin artması ve onu kötü yola sürüklemesinden kinayedir.
[132] Bkz. Maide sûresinin bu ayeti için Taberi, Hazin, İbn
Kesir, Tabresi, Zemahşeri ve Kasimi Tefsirleri.
[133] Bu adı geçen kitaplarda geçmiştir. (Bkz. bu görüş için
adı geçen kitaplarm
[134] Bkz. İbn Kesir, Hazin ve Tabresi Tefsirleri.
[135] Bkz. Tac, c. 2 s. 250 ve Kasimi.
[136] Bu hadisleri Nur sûresinin tefsiri esnasında verecek
ve inceleyeceğiz.
[137] Bkz. Ayetin tefsiri için ibn Kesir ve diğerleri.
[138] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir,
Hazin ve Tabresi Tefsirleri.
[139] Metin ibn Kesir'den. ilk bölümde Tac c. 3 s. 25'teki
hadisi nakleder, ikinci bölümde ibn Kesir, onun Müslimin taikinden farrlı bir
kanalda olduğuna dikkat çeker.
[140] Yeni Beytü'l Mal'ın cariyesi.
[141] Metin İbn Kesir'den. ilk bölümde Tac c. 3 s. 25'teki
hadisi nakleder. İkinci bölümde İbn Kesir, onun Müslimin taikinden farrlı bir
kanalda olduğuna dikkat çeker.
[142] Bkz. Taberi, Hazin, Beğavi, Tabresi
[143] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/104-108.
[144] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/109-114.
[145] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, Ibn Kesir,
Hazin ve Tabresi.
[146] Bkz. Taberi, Tabresi, ibn Kesir ve Hazin tefsirleri.
[147] Metinler İbn Kesir'in tefsirinden ikinci hadis Buhari
tarafından rivayet edilmiştir. Bkz. Tac c. 5 s. 22
[148] Metinler İbn Kesir'in tefsirinden ikinci hadis Buhari
tarafından rivayet edilmiştir. Bkz. Tac c. 5 s. 22
[149] Tac c. 1 s. 328
[150] Bu konuda başka ayetler de vardır. Nahl 41, 97; Nur 54
gibi.
[151] Bkz. Taberi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir, Beğavi,
Kasımi, Zemahşeri ve en kapsamlısı İbn Kesir.
[152] Nakledilen iki metin İbn Kesir'den. Tac'da Buhari,
Müslim, Ebu Davud Nesai'den (Ebu Hureyre'den rivayetle- bir hadis vardır
"Rasulullah (s- buyurdu ki; "Yedi büyük günahtan kaçınınız".
Bunlar nedir dediklerinde Rasulullah "Allah'a şirk koşmak, sihr, haksız
olarak Allah'ın haram kıldığı bir canı öldürmerk, faiz yemek savaş anında geri
dönmek, suçsuz mümin iffetli kadınlara iftira atmak" buyurdu, Tac, c. 3,
s. 4-5
[153] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/115.
[154] Mevaliye Mevla kelimesinin çoğuludur. Cumhurun
görüşüne göre varis anlamına gelir.
[155] (Adı geçen
kitaplara bkz.-
[156] Bunu Hazin rivayet etmiştir. Sürekli anlaşma yeni ve
evlat edinmelerde bu siga kullanılırdı. Onu anlaşan taraflar bibirlerinin
ellerini tutarak şöyle derlerdi: "Kanım kanım kanım, kaybım kaybın,
intikamım intikamın, savaşım savaşın, barışım barışındır. Sen bana mirasçı
olursun ben sana, sen benim için istersin be de senin için sen benim
diyetimi verirsin ben
de senin"
[157] Bu görüş Kasimi Tefsiri'ne göre Ebu Müslim el Isfahani'ye
dayanır. Bakara 235'teki "..Nikah akdine azmetmeyin" cümlesinden
alıntıya nikanıh akid olarak isimlendirilmesi görüşüne desteklemek için
müfessir bu görüşü nakletmiştir.
[158] Bkz. ibn Kesir, Hazin ve Taberi Tefsirleri
[159] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/115-119.
[160] Bkz. Hazin, İbn Kesir ve Tabresi.
[161] Bakara 9-14 ve Ali imran 195. ayetler için tefsirimize
bkz.
[162] Bkz. Tac, c. 2 s. 143-144 Müslim ve Ebu Davud rivayet
etmiştir.
[163] İn Hıftüm (Korkarsanız) Yani tahmin ederseniz veya
zannederseniz.
[164] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/119-121.
[165] Bkz. Taberi, ibn Kesir, Hazin ve Tabresi Tefsirleri.
[166] Adı geçen tefsir kitaplarına bkz.
[167]Bkz. Taberi, Hazin, İbn Kesir, Zemahşeri ve Kasimi
Tefsirleri.
[168] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/121-124.
[169] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/124-125.
[170] el-Câri zi'l-kurba "Yakın akraba"
kelimesinin, soy bakımından yakınlık olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre de
din yakınlığı mânâsında olduğudur.
[171] el-Cari'l-cünübi "Uzak komşu" tabirinin soy
yönünden yabancıya işareti ya da dinen yabancı mânâsındadır denmiştir.
[172] es-Sahıbü bi'l-cenbi "Yakın arkadaş"
tabirinin şahsın başkasıyla arasındaki sohbet ve arkadaşlık mânâsında olduğu,
ya da bazılarına göre adamın karısı anlamına geldiği söylenmiştir.
[173] İbnü's-sebil Yolcu (İbnü sebil):Bu kelimede yabancı
manasınadır.
[174] Lev tüsevvî bihimü' I ar d Yerin dibine batırılmayı
temenni ederler, yani
yer yanlıp içine girseler de sonra yer tekrar eski haline gelse onlar o şekilde
kalsalar manasınadır.
[175] Tac, c. 5 s. 14. İlkini dördü de, ikinciyi Buhari ve
Ebu Davud, üçüncüyü Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[176] Tac, c. 5 s. 14. İlkini dördü de, ikinciyi Buhari ve
Ebu Davud, üçüncüyü Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[177] Tac, c. 5 s. 14. İlkini dördü de, ikinciyi Buhari ve
Ebu Davud, üçüncüyü Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[178] Ayetler için İbn Kesir Tefsiri'ne bkz.
[179] Ayetler için İbn Kesir Tefsiri'ne bkz.
[180] Ayetler için İbn Kesir Tefsiri'ne bkz.
[181] Hazin Tefsiri
[182] Tac, c. 5, s. 9 ve 15. İlkini Tirmizi rivayet etti,
ikincisini Buhari, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmiştir.
[183] Tac, c. 5, s. 9 ve 15. İlkini Tirmizi rivayet etti,
ikincisini Buhari, Müslim ve Ebu Davud rivayet etmiştir.
[184] Adı geçen kaynak s. 9
[185] Adı geçen kaynak s. 10-12
[186] Adı geçen kaynak s. 10-12
[187] Adı geçen kaynak s. 10-12
[188] İbn Kesir Tefsiri
[189] İbn Kesir Tefsiri
[190] İbn Kesir Tefsiri
[191] İbn Kesir Tefsiri
[192] Tac, c. 5, s. 29-30
[193] Tac, c. 5, s. 29-30
[194] Tac, c. 5, s. 29-30
[195] Tac, c. 5, s. 38
[196] Tac, c. 5, s. 38
[197] Bkz. Tac. c. 5, s. 35
[198] Bkz. Tac. c. 5 s. 38
[199] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/129-133.
[200] el-Gait "İnsanların teberrüz (büyük abdest) ve
tebevvül (küçük abdest bozma) gibi ihtiyaçların giderilmesi için gittikleri
alçak yer anlamındadır".
[201] Tayyib Temiz anlamındadır.
[202] Said Mutlak anlamda toprak ya da taş anlamındadır.
[203] Teyemmemü Teyemmümün lügat mânâsı uğraşmak, içtihat
edip, çaba sarfetmek ya da seçiniz, araştırınız demektir.
[204] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/134.
[205] Bkz. Siret-i ibn Hişam c. 1, s. 245 dipnotu. (Saka,
Ebyâri ve Şâbi kontrolünde ikinci basım).
[206] Bkz. Aynı bölüm, s. 244.
[207] Tac,c.1,s.97.
[208] Tac,c.1,s.97.
[209] Tac, c. 1, s. 97-98
[210] Bu konuda Ebu Hureyre'den rivayet vardır. Hades nedir
diye sorulunca "yellenmek" demiştir. Yine başka bir hadiste bir adam
Peygamberimiz (s-'e namazda şüphelendiğini şikayet edince Rasulullah, "ses
veya koku
duymadıkça
namazı bırakma" buyurmuştur. Bkz. Tac, c. 1 s. 85
[211] Tac, c. 1, s. 114-116
[212] Ayetin tefsiri Hazin'de mevcuttur.
Ayetin tefsiri Hazin'de
mevcuttur.
[213] Tac, c. 1,s. 114-116
[214] Tac, c. 1,s. 114-116
[215] Bkz. Ayetin tefsiri için Hazin, ibn Kesir ve Kasimi
[216] Bkz. Ayetin tefsiri için Hazin, ibn Kesir ve Kasimi
[217] Tac, c. 1, s. 113-114, ilk hadisi Ebu Davud ve Buhari,
ikincisini Ebu Davud rivayet etmiştir.
[218] Tac, c. 1, s. 113-114, ilk hadisi Ebu Davud ve Buhari,
ikincisini Ebu Davud rivayet etmiştir.
[219] Bkz. Ayetin tefsiri için Hazin, ibn Kesir ve Kasimi ve
Tac, c. 1, s. 85-86
[220] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, ibn Kesir ve Tabresi
tefsirleri.
[221] Tac, c. 3, s. 273
[222] 8. bölüm s. 114-115
[223] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/134-140.
[224] Isma'gayremüsna' Bu kelime hiciv mânâsındadır.
İşit-tilen bir şeyi işitmemiş gibi davranmak anlamı taşır. Bazıları, bu
kelimenin işitmekle beraber icabet etmeme manasınadır demişlerdir.
[225] Raina leyyen bielsinetihim Bu kelime Bakara sûresinde
104. ayette geçmiş, onlar bu kelimeyi dillerine doluyorlar bu vesile ile
Rasulullah'a istihza ediyorlardı. "Raunet" mânâsına kullanıyorlar ki
mânâsı-da ahmaklıktır.
[226] La yuzlemune fertle Bir kimse kıl kadar haksızlık görmez"
mealindeki ayet, haklarından, ecirlerinden iplik teli
kadar bir şey eksilmez
manasınadır. Bu ibare azlık ve delaletin temsili içindir.
[227] el-Cibti ve't-Tağuti "Onlar putlara ve batıl
(ilahlar)a iman ediyorlar" mealindeki ayet, onların putlar ve şerik
(ortaklar) edindiği anlamındadır.
[228] Nakira Çekirdeğin en ince kabuğu (filiz), ya da zayıf
da olsa en "az şey" mânâsına gelmektedir.
[229] Bkz. ilgili ayetler Taberi, Beğavi, Hazin, ibn Kesir,
Tabresi, Zemahşeri. Bunlardan bazıları tüm rivayetleri bazıları bir kısmını,
bazıları da farklı veya farklı sigadaki rivayetleri nakletmişlerdir.
[230] Tabakat-ı ibn Sa'd, c. 3, s. 104-107
[231] İbn Kesir bu hadisi bazı şekil farklılıklarıyla
birlikte birçok kanalla nakletmiştir.
[232] Müslim ve İmam Ahmed'in müsnedlerinde Cabir bin
Abdullah'tan bir hadis rivayet edilmiştir. Rasulullah (s- şöyle buyurdu:
"Kim Rabbine hiçbir şeyi ortak koşmadan kavuşursa cennete girer. Kim de
birşeyi şirk koşmuş olarak kavuşursa cehenneme girer. Tac c. 3, s. 83.
[233] 116. ayet.
[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/143-148.
[235] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/148.
[236] Bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve İbn Kesir.
[237] Ali imran 70. ayetinin tefsirine İbn Kesir'den bkz.
[238] Ahzab sûresinin 72. ayetinin tefsirine İbn Kesir'den
bkz.
[239] Ahzab sûresinin 72. ayetinin tefsirine İbn Kesir'den
bkz.
[240] Bkz. Hazin Tefsiri, açıklamasını yaptığımız ayetler.
[241] Ayetin tefsiri için Kasımi tefsirine bkz.
[242] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/148-150.
[243] Bkz. Hazin ve ibn Kesir Tefsiri.
[244] Hazin Tefsiri.
[245] Hazin Tefsiri.
[246] Bkz. ibn Kesir ve Buhari, Müslim, Nesei tarafından
rivayet edilen hadisi Tac, c. 3 s. 38. Ayrıca beşinin rivayet ettiği İbn
Ömer'in hadisi Tac, c. 3, s. 40 Buhari'nin bazı farklılıklarla rivayet ettiği
Enes hadisi ve ve Müslim'in bazı farklılıklara rivayet ettiği Ümmü Husayn
hadisi Tac, c, 3 s. 40.
[247] Bkz. ibn Kesir ve Buhari, Müslim, Nesei tarafından
rivayet edilen hadisi Tac, c. 3 s. 38. Ayrıca beşinin rivayet ettiği İbn
Ömer'in hadisi Tac, c. 3, s. 40 Buhari'nin bazı farklılıklarla rivayet ettiği
Enes hadisi ve ve Müslim'in bazı farklılıklara rivayet ettiği Ümmü Husayn
hadisi Tac, c, 3 s. 40.
[248] Bkz. ibn Kesir ve Buhari, Müslim, Nesei tarafından
rivayet edilen hadisi Tac, c. 3 s. 38. Ayrıca beşinin rivayet ettiği İbn
Ömer'in hadisi Tac, c. 3, s. 40 Buhari'nin bazı farklılıklarla rivayet ettiği
Enes hadisi ve ve Müslim'in bazı farklılıklara rivayet ettiği Ümmü Husayn
hadisi Tac, c, 3 s. 40.
[249] 12. ayet.
[250] ibn Hişam rivayet etti ki Rasulullah Ensar'ın ileri
gelenleriyle, ona iman edince biatlaştı ve Medine'ye hicreti hakkında onlarla
bu şekil üzre ittifak etmişti. Bkz. Tac c. 1, s. 431.
[251] 76 ve 97-100. ayetler.
[252] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/151-154.
[253] et-Tağut Alimlerin çoğunluğu, buradaki kelimeyle
yahudi hükümdarlarının ya da Arap kâhinlerinden birisinin kastedildiğini
söylemişlerdir.
[254] Şecare beynehüm Aralannda ihtilaf ettiler.
[255] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/155-156.
[256] Bkz. Taberi, Hazin, İbn Kesir ve Beğavi
[257] Bu rivayetler Buhari ve Tirmizi'nin müsnedlerinde de
geçmiştir. Tac, c. 4, s. 86
[258] Bu rivayeti Hazin, Tabiin alimlerden büyük birine
nispet etmiştir.
[259] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/156-157.
[260] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/158.
[261] Taberi, İbn Kesir, Hazin Tefsirleri.
[262] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/158-159.
[263] Sebat Cemaattan sonra başka bir cemaat veya seriyyeden
sonra başka bir seriyye.
[264] Leyübettienne Cihaddan geri durma, ondan korkma.
[265] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/160-161.
[266] Ayyaş lbn Rabia, Seleme ibn Hişam, Velid İbn Velid.
ibn Kesir'in bu sûre ile ilgili s. 97-100
[267] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/161-162.
[268] Haseneten Nimet, bolluk, hayır ve yardım.
[269] Seyyieten Hezimet, darlık, zarar.
[270] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/163-164.
[271] Bkz. Ayetin tefsiri için Taberi, Beğavi, Hazin, ibn
Kesir ve Tabresi.
[272] Bkz. Ayetin tefsiri için Taberi, Beğavi, Hazin, ibn
Kesir ve Tabresi.
[273] Bkz. Zemahşeri'nin Keşşaf Tefsiri ve İbn Münir'in ona
dipnotu.
[274] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/164-167.
[275] Veyekulune taatün Söylediğini işittik ve itaat ettik
[276] Feiza berazû Çıktıkları zaman
[277] Beyyete Kendi kendine niyet etmek "Beyyete"
kelimesinin asıl mânâsı geceleyin düşmanın düşman üzerine ansızın saldırmak
için evinden, uykusundan ayrılarak alınan karardır ve bu kelime Yunus
sûresininin 50. ayetinde şöyle gelmiştir. "Gördünüz mü, O'nun azabı
geceleyin ansızın ve gündüzün gelirse".
[278] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/168.
[279] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/168-169.
[280] Ezâ'û bihi Onu insanlar arasında yaydılar.
[281] Ellezine yastenitunehü O kimseler ki onun hakikatini
ıeye güçleri yeter.
[282] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/170.
[283] Bkz. İbn Sa'd'ın Tabakat'ı c. 3, s. 48-49.
[284] Ayetlere Menar tefsirinden bakınız. Bu görüş Razi'ye
dayanır. Reşid Rıza bu görüşe çok güçlü bir red ortaya koymuştur.
[285] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/170-171.
[286] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/171.
[287] Ayetlerin tefsiri için Hazin, Tabresi ve İbn Sad'ın
tabakatına bkz. c.3, s. 100-102.
[288] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/171-173.
[289] Kiflün Nasip, pay, kısmet.
[290] Mukîten Murakıp, herşeyi hesaplayan.
[291] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/173.
[292] Bkz. Taberi, Tabresi, Hazin ve İbn Kesir Tefsirleri.
[293] Bkz. Hazin, ibn Kesir'de ilgili ayetler. Bu hadisi
Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi önemli bir ilaveyle rivayet etmiştir. Metin
şu şekildedir "Ebu Musa'dan rivayette Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Mümin mümin için birbirini güçlendiren bir bina, yapı gibidir sonra
parmaklarını birbirine geçirdi. Oturuyordu o sırada bir adam geldi...
[294] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/173-174.
[295] Tac, c. 5, s. 223
[296] Tac, C. 5, s. 222-228.
[297] Tac, C. 5, s. 222-228.
[298] Tac, C. 5, s. 222-228.
[299] Tac, C. 5, s. 222-228.
[300] Tac, C. 5, s. 222-228.
Tac, C. 5, s. 222-228.
[301] Tac, C. 5, s. 222-228.
[302] Tac,C.5,s.222-228.
[303] Tac, c. 5, s. 222-228.
[304] Tac, c. 5, s. 222-228.
[305] Bkz. Hazin ve İbn Kesir Tefsirleri.
[306] Bkz. Hazin ve İbn Kesir Tefsirleri.
[307] Bkz. Hazin ve İbn Kesir Tefsirleri.
[308] Bkz. Tac, c. 5, s. 227, es-Samu kelimesi ölüm şeklinde
şerh edilmiştir.
[309] Bkz. Tac, c. 5, s. 227, es-Samu kelimesi ölüm şeklinde
şerh edilmiştir.
[310] Bkz. Tac, c. 5, s. 227, es-Samu kelimesi ölüm şeklinde
şerh edilmiştir.
[311] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/174-176.
[312] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/177.
[313] Erkesehüm Başaşağı, tepetaklak olmak.
[314] Men edallallah Bazı rivayetlere göre "Allah kimi
terkettiyse, alçaktı ise" mânâsındadır.
[315] Ayetlerin tefsiri için Taberi, Tabresi, İbn Kesir,
Beğavi ve Hazin'e bkz.
[316] Tac,c.4,s.83
[317] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/178-179.
[318] Hasîrat suduruhüm Hal onları sıktı, daralttı, sizinle
veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan sıkılanlar.
[319] es-Selem Barış, anlaşma.
[320] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/180.
[321] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi, Hazin ve İbn Kesir.
[322] Bkz. Taberi. Hazin ve Tabresi Tefsirleri.
[323] Hazin Tefsiri
[324] Karifun sûresi ve Bakaranın 190-194. ayetleri için
tefsirimize bkz.
[325] ilgili ayetlere ve Nisa 92. ayete Hazin, Tabresi
Tefsirlerine bkz. Tac, c. 3, s. 9-10
[326] Tac,c. 3, s. 6
[327] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/180-183.
[328] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/183.
[329] Ayetin tefsiri için bkz. Taberi, Hazin, İbn Kesir ve
Tabresi
[330] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/184.
[331] Tacc. 3
[332] Tac, c. 3 s. 4
[333] Tac, c. 3 s. 4
[334] Tac, c. 3 s. 4
[335] Tac, c. 3 s. 4
[336] Ayetin tefsiri için ve Bakara'nın 178-79. ayetleri
için Hazin ve İbn Kesir'e bkz.
[337] Ayetin tefsiri için bkz. Taberi, Hazin ve ibn Kesir
Tefsirleri.
[338] Bkz. Adı geçen tefsirler.
[339] Bkz. Zikri geçen kaynaklar.
[340] Bkz. Zikri geçen kaynaklar.
[341] Ayetin tefsiri için Taberi, Hazin, ibn Kesir,
Zemahşeri ve Tabresi'ye bkz.
[342] Ayetin tefsiri için Taberi, Hazin, ibn Kesir,
Zemahşeri ve Tabresi'ye bkz.
[343] Bkz. Tac c. 1, s. 4-6
[344] Bkz. Tac c. 1, s. 4-6
[345] Tac, c. 1 s. 26
[346] Tac, c. 1, s. 26-28
[347] Tac, c. 1, s. 26-28
[348] Tac, c. 4, s. 84.
[349] Tac, c. 1,s. 5
[350] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/185-190.
[351] İze darabtünfi sebilillah Burada "Allah yolunda
savaşa çıktığınızda" mânâsına gelmektedir.
[352] Tebeyyenü Araştırınız, soruşturunuz, mânâsındadır.
Aynı zamanda "tubitû" şeklinde de okunmuştur.
[353] es-Selam Mânâsında ihtilaf edilmiştir. Bir kavle göre
uzlaşma, barış mânâsındadır. Başka bir görüşe göre ise kişinin İslam olduğunu
ilan etmesi mânâsındadır. Diğer bir görüşe göre ise "selamlaşmak"
mânâsındadır.
[354] Ayetin tefsiri için Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir
ve Tabresi'ye bkz.
[355] Tac, c. 4, s. 84-85. '
[356] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/190-192.
[357] Gayrü ülü'd-darari Çeşitli sorumluluklar ve hastalık
gibi cihadı alıkoyan sebeplerin bulunmaması. Aynı zamanda bu konuda zikredilen
hadisler, meşru olan özürlerin de bu sınıfa girdiğini ifade etmektedir.
[358] Tac, c. 4, s. 305. Bu hadisi Buhari, Müslim ve Tirmizi
rivayet etmiştir.
[359] Bkz. İlgili ayetler İbn Kesir, Müfessir rivayetin bu
formunun Ebu Davud'un lafzı olduğuna işaret etti.
[360] Tac, c. 4, s. 305
[361] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/193-194.
[362] Teveffahüm Onların canlarının melekler tarafından
alınması
[363] Yecid fi'l-ardi mürağamen kesiran vsea'ten Bir görüşe
göre mânâsı: Zorunlu olarak hicret ettiği yeri beklediğinden daha geniş ve
daha farklı ve iyi bulması. "Kavmi onu O istemediği halde hicrete zorladı,
o da onlarla alakayı kesip onları terketti." Bu kelimenin "zorlama,
küçük düşürmek ve kahr" kelimeleri ile bağlantısının olması akla şu mânâyı
getiriyor: "Zorlandığı ve zulmedildiği için yeryüzünde birçok vesile
bulur" Veya mânâ, istemeden bir işi yapmak anlamına gelmektedir.
[364] Ayetlerin tefsiri için Taberi, Tabresi, Beğavi, Hazin
ve ibn Kesir'e bkz.
[365] Bkz. Tac, c.4, s. 85
[366] Bkz. Zikri geçen kaynaklar
[367] Nisa sûresinin 89. ayeti için Nisaburi tefsirine bkz.
Tac, c. 4, s. 309.
[368] Nisa sûresinin 89. ayeti için Nisaburi tefsirine bkz.
Tac, c. 4, s. 309.
[369] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/195-198.
[370] İn hıftüm en yeftineküm ellezine keferu Kafirlerin
sizi bir gaflet anında veya eğlence anında tutmasından korkarsamz veya sizi
esir alıp dininizden geri döndürmelerinden korkarsamz" tevillerinde olduğu
söylendi ve cümle bu mânâların hepsini taşımaktadır.
[371] Enteksuru Kısaltmanız anlamındadır.
[372] Ve'l-ye'huzü Onlar namaz kıldıkları anda silahlarını
almaları...
[373] Felyekünü min veraiküm ve'I te'ti taifetün Uhra lem
yüsallü fe'l-yüsallü mekai Namaz kılanlar arkada durup, namazı henüz kılmayıp
arkanızda bekçilik yapan ve sizi koruyanlar gelip namazlarını kılsınlar.
[374] En tedau eslihateküm Silahlarını taşısınlar.
[375] Kitaben mevkute Muayyen vakitlerde üzerinize farz kılındı.
[376] Tac Tefsir Bölümü (faslı- c.4, s. 86.
[377] Tac, c. 1 s. 269. Bir hadiste Rasullulah (s-
müslümanlara müsamaha etti. Ruhsatı sefer de, korku ve güvenlik durumlarında
kıldı. Bu Kur'anî olmayan rehberi bir ilhamladır. Bunun gibi durumlar çoktur.
Bazısı Kur'an'da varid olan olaylarda geçer mesela müslümanların Kureyş
kafilesine yönelmesidir ki bu olay Bedir savaşına yol
açmıştır.
Enfal sûresi tefsirinde buna dikkat çekmiştir.
[378] Bkz. Ayetin tefsiri için İbn Kesir Tefsiri
[379] Bkz. Ayetin tefsiri için İbn Kesir Tefsiri
[380] Bkz. Ayetin tefsiri için İbn Kesir Tefsiri
[381] Bkz. Ayetin tefsiri için İbn Kesir Tefsiri
[382] Tac, c. 1,s. 263
[383] Tac c. 1 265-266. Fersah üç mil ve bir mil bin kulaç.
[384] Tac c. 1 265-266. Fersah üç mil ve bir mil bin kulaç.
[385] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/200-203.
[386] Bkz. Ayetlerin tefsirine Taberi, Hazin ve Tabresi
[387] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/203.
[388] Hasımen Taraftar olmak, korumak, savaşmak
[389] Yahtânune enfüsehüm Kendilerine ihanet ediyorlar,
yaptıkları kötü fiilerle kendilerine zarar veriyorlar.
[390] Hatıeten ev ismen Bazıları birincisi ile küçük
kötülük, ikincisi ile de büyük kötülük kasdedildiğini söylediler.
[391] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
6/205-206.
[392] Bkz. Taberi, Tabresi, İbn Kesir ve Hazin.
[393] Bkz. Tabresi, İbn Kesir ve Tac, c. 4, s. 86-87.
[394] Bkz. Hazin Tefsiri.
[395] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/206-209.
[396] en-Necvâ Gizlilik, gizli toplantılar. Kelimenin aslı,
toplanmak ve iki veya daha çok kişinin arasında gizli konuşma mânâsındadır.
[397] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/209.
[398] Bkz. Hazin, Tabresi ve Taberi.
[399] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/209-210.
[400] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/210-211.
[401] İnasen Bu kelimedeki maksadın putların hepsinin ismi
olduğu ve Arapların, putlarını bu isimle isimlendirdikleri söylendi. Diğer bir
görüşe göre bu kelimedeki maksadın ölüler olduğu söylendi ki; Araplar
kendisinde ruh olmayan taş, toprak ve maden gibi şeyleri bu isimle
çağırıyorlardı. Diğer bir
görüşe göre de bu
kelimedeki maksad meleklerdir ki, müşrik Araplar meleklerin kendi zanlanna
göre (Allah Teala'yı noksan sıfatlardan tenzih ederiz.) Allah'ın kızları
olduğuna inanırlardı. Ama ibare de bu mânâların tümünün olması muhtemeldir.
[402] Meriden İnatçı, isyancı, dikkafalı.
[403] Felyübettikünne Kesmek, koparmak, bozmak, delmek, yarmak,
bölmek.
[404] Feleyügayyirunne halkallahi Bu cümleden kasıt
Araplar'ın yaptığı dövme, yakıp dağlama,
hadım etme gibi fiillerdir. Bir başka görüşe göre de fıtratı ve dini
değiştirme olduğu söylenmiştir. Ama birinci görüş buraya daha
uygundur.
[405] Mahısen Kurtuluş yeri, kaçamak yeri.
[406] Kîlen Kavi, söz.
[407] Tefsirin akışı içerisinde, maksadımızı açıklayacağız.
[408] Buhari'nin rivayet ettiği hadisin metni şudur
"Dövme yapan ve yaptıran yüz kıllırın alan değiştiren kadınlara güzellik
için içlerini seyrekleştiren, Allah'ın yaratmasını Allah lanet etsin".
[409] Metin Kasımi tefsirinden alınmıştır.
[410] Metin Kasımi tefsirinden alınmıştır.
[411] Taberi Tefsiri.
[412] Hazin Tefsiri.
[413] Tac, c. 2 s. 330. Hadisten anlaşılıyor ki kadınlar yaş
günleri dışında bunları yapıyorlardı.
[414] Tac, c. 3, s. 157 onu Nesai ve Ebu Davud rivayet etti.
[415] Tac, C. 2, s. 289.
[416] Tac, c. 3, s. 157.
[417] Tac, c. 3, s. 157.
[418] Tac, c. 3, s. 157.
[419] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/213-216.
[420] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/216-217.
[421] Ayetlerin tefsiri için bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi,
Hazin ve İbn Kesir.
[422] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir ve Tabresi. '
[423] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/217-218.
[424] Ve uhdırati'l-enfüsi's-şühhe Cümle parantez cümlesi
olup, mal konusunda müsamahakar olmayan, cimri ve pinti tabiatlı insanlann
nefislerinin ıslahından bahsetmektedir.
[425] Tac c. 4, s. 88.
[426] Tac, c. 2, s 294-295. Bu iki hadisi sünen sahipleri
rivayet etmişlerdir.
[427] Tac, c. 2, s 294-295. Bu iki hadisi sünen sahipleri
rivayet etmişlerdir.
[428] Tac, c. 2, s. 295 Buhari, Ebu Davud ve Ahmed rivayet
etti.
[429] Bkz. Taberi, Hazin, Tabresi
[430] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/219-223.
[431] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/224.
[432] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/224-225.
[433] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/225.
[434] Elem nestâhviz aleyküm ve nem-na'küm min'el-mü'minin
Zemahşeri yorumunda şöyle demiştir: "Size karşı müslümanlara yardım
etmeyerek sizin yanınızda kalmadık mı? Böylece sizin işinizi, savaşınızı
desteklemedik mi? Onları sizden alıkoymadık mı? İstihvaz; kuşatma, kontrolü ele
geçirme anlamındadır. Cümle, "size güç yetirecek müs-lümanlardan sizi
korumadık mı, onları engellemedik mi? anlamındadır.
[435] Yuhadiunallahe ve hüva hadiuhüm "Onlar tuzak
kurdular, Allah da tuzak kurdu" cümlesinde olduğu gibi, geçen cümlelere
karşılık kullanılan üslûbi bir tabirdir.
[436] Müzebzebine Kararsızlar, istikrarsızlar, mütereddiler
anlamındadır.
[437] Bkz. Hazin.
[438] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/228-231.
[439] Onu Müslim ve Tirmizi rivayet etti. Bkz. Tac, c. 5, s.
46.
[440] Bkz. İbn Kesir.
[441] Bkz. İbn Kesir.
[442] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/232-233.
[443] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/234-235.
[444] Bkz. Ayetlerin tefsiri için Taberi, Tabresi, İbn Kesir
ve Hazin.
[445] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/237.
[446] Bkz. Zikri geçen tefsir kitapları.
[447] Bkz. Zikri geçen tefsir kitapları.
[448] Bkz. Tac, c. 5 s. 325,. Bunun gibi isa'nın inmesiyle
ilgili uzunca bir hadis nakletmiştir. Hadisi Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Deccal
ve Ye'cuc Me'cuc gibi konular esnasında rivayet etmişlerdir. Bazısını Kehf
sûresi tefsiri çerçevesinde naklettik.Bkz. Tac, c. 5 s. 313-324. Bu vesileyle
isa'nın nüzulü ile ilgili haberde şuna dikkat çekmiştir. Bu haber elçi
Pavlos'un Ahd-i Cedid olarak isimlendirilen İnciller'in ek risalelerinde
zikrettiği şeylerdendir.
[449] Bkz. Levililer veya Ahbar kısmı ve Ishah Tesniye
Bölümü 14. Ishah. Bu kısımlarda Enam süresindeki geçen haramlarla ilgili
konular yer almaktadır.
[450] Bkz. Çıkış Bölümü 22. ve 23. Ishah.
[451] Bkz. Tesniye Bölümü 23. Ishah.
[452] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/238-242.
[453] Bkz. İbn Kesir.
[454] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/242-243.
[455] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/244.
[456] Bkz. Taberi, Hazin ve İbn Kesir.
[457] İbn Kesir.
[458] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/244-246.
[459] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/246-247.
[460] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/247.
[461] el-İstinkaf Gururlanmak, tenezzül etmemek, çekinmek.
[462] Arami, Aşur, Babil ve Sebiin'in inançlarında buna
benzer şeyler vardır. Onlarda Ay (erkek-, Güneş (kadın-, Aşter (oğulları-
şeklinde bir üçlü anlayış sözkonusudur. Bkz. Arap Irkı Tarihi kitabımızın 1. 3.
4. ciltleri.
[463] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/248-250.
[464] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/251.
[465] Bkz. Taberi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi.
[466] Müfessirler, bu açıklamayı Ebubekir'e
dayandırmışlardır.
[467] et-Tac, c.4, sh.89.
[468] Abdullah İbn Ömer'den son inen sûrenin Maide, İbn
Abbas'tan da en son inen sûrenin Nasr sûresi olduğuna dair rivayet vardır.
[469] Bkz.Kur’anü’l-Mecid isimli kitabımız,sh.52,86,
[470] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 6/251-253.