Hazreti İsa'nın Göğe Yükselişi
Nisa Suresi yüz yetmiş
altı âyettir ve Medinede nazil olmuştur. Bu sure-i Celile, toplum hayıtım
düzene koyan bazı önemli temel kaideleri beyan edmiş, insanların hayatım
ilgilendiren çok önemli hususları hükme bağlamıştır.
Sure-i Celile, biz
insanların nasıl var edildiğimizi ve var ediliş şeklimizin nasıl olduğunu beyan
edip Allahtan korkmamızı ihtar ederek şöyle başlıyor: "Ey insanlar, sizi
tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok erkek
ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun. Kendisinin adını öne sürerek
dilekte bulunduğunuz Allahtan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının.
Şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyiçidir.[1]
Sure-i Celilede bu çok
önemli hatırlatma yapıldıktan sonra özellikle İslam gelmeden önce cahiliye
döneminde, haklarına riayet edilmeyen yetimlerin meselelerine tema ediliyor ve
onlann mallarının yenmemesi ihtar ediliyor. Yetim kızlarla evlenildiğinde ve
onlara adaletli davranılmaması halinde diğer kadınlardan dörde kadar
evlenilebileceği beyan edilyor.
Cahiliye toplumunda.
Özellikle kadınların haklarına riayet edilmiyor, evlilik sırasında, tabii
haklan olan mehirleri kendilerine verilmiyordu. İşte sure-i Celilede bu çok
Önemli husus ta şöyle hükme bağlanıyor. "Kadınların mehirleri-ni gönül
hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa
onu afiyetle yeyin. [2]
Hayayatımızda çok
önemli bir yeri olan, hayatımızı devam ettirerbilme-miz için ihtiyaç duyduğumuz
mallan iyi muhafaza etmemiz, onları aklı zayıf olanlara vererek zayi etmememiz
emrediliyor. Yine yetimlerin mallanın da iyi muhafaza etmemiz, rüştlerine
erinceye kadar o malları konıyup o mallan gereği gibi idare edecek yaşa gelince
kendilerine teslim edilmesi lazım geldiği beyan ediliyor.
Bundan sora mirasın
nasıl taksim edileceği hususu açıklanıyor. Ölen kişinin geride bıratığı
akrabalarına, mallarının nasıl ve hangi ölçülerde taksim edi-lecği bütün
teferruatıyla beyan ediliyor ve buyuruluyor ki: "İşte bunlar Allanın
koyduğu sularlardır. Kim, Allaha ve Resulüne itaat ederse Allah onu, altından
ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada
ebedi kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur. [3]"Kim,
Allaha ve Resulüne isyan eder ve Allanın k oyduğu sınırlan aşarsa Allah onu,
ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. [4]
Sure-i Celilede bundan
sonra, insanlık hayatında toplumun en büyük dertlerinden olan zina meselesi ele
alınıyor. Zinanın haram olduğu beyan ediliyor. İnsan neslinin devamı ve toplum
düzeninin bozulmadan yürümesi için en önemli hususlardan biri olan evlenme
meselesine temas ediliyor ve kimlerin kimlerle evlenebilecekleri, hangi
dereceye kadar akrabalarla, bunun dışında daha başka kimlerle evlenmenin
haranı olduğu, dolayısıyla cîe kimlerle evlenmenin helal olduğu ve bu hususta
uyulması gereken kaideler bütün teferruatıyla beya ediliyor ve buyuruluyor ki:
"Allah size. dininizin hükümlerini açıklamak, sizden öncekilerin yollarını
göstermek ve tevbenizi kabul etmek İstiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir. [5]
Sure-i Celilede devamla,
hayatımızda tatbik edeceğimiz diğer bir kısım kurallar beyan ediliyor,
mallarımızı aramızda haksızlıkla yemememiz emrediliyor. Ölen kişilerin
mirasçılarının hangi kişiler olacağı haber veriliyor. Karı kocanın arasında
bir geçimsizlik çıktığında bunun nasıl halledileceği beyan ediliyor.
Kitap ehlinin,
Özellikle Yahudilerin, İslam dini ile alay edişleri ve yaptıkları çeşitli
kötülükler ortaya konuyor ve Allah tealanın, bunlara lanet ettiği beyan
ediliyor.
Sure-i Celilede,
Allaha, Peygambere ve mümin olan idareciye itaat etmek gerektiği emrediliyor.
Müminlerin, düşmana karşı cihattan geri durmamaları, cihattan kaçmanın ölümü
engellemeyeceği, insanın başına yelen iyiliğin de kötülüğün de Allah'tan
geldiği haber veriliyor.
Bir müminin diğer bir
mümini öldürmesinin haram olduğu, bunun cezasının da ebedi cehennem azabı
olduğu ifade ediliyor. Savaş sırasında düşmanla çarpışırken namazın nasıl
kılınacağı açıklanıyor.
Sure-i Ceîilede,
şeytanın hiylelerine dikkat çekiliyor ve hiylelere aklanıl-maması gerektiği
beyan ediliyor.
Ehl-i Kitap olan
Yahudi ve Hristiyantann sapıklık iuıuio bulundukları, onların Allanın
Peygamberlerine ve onların ailelerine karşı takındıkları çirkin tavırları beyan
ederek onları kınayan sure-i celile, şu âyetlerle son buluyor. "Ey
insanlar, size rabbinizden bir delil. Ve size apaçık bir nur indirdik."
Allaha iman eden ve emirlerine sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmet
ve lütfuna sokacak ve onlan kendisine kavuşturacak olan dosdoğru bir yola
iletecektir. [6]
Rahman ve Rahim olan
Allanın adıyla[7]
1- Ey
insanlar, sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de
bir çok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun. Kendisinin
adını öne sürerek, birbirinizden dilekte bulunduğunuz AHahtan ve akrabalık
bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı
gözetleyicidir.
Ey insanlar,
emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak rabbinizden korkun. O sizi, tek bir
can olan Âdemden yarattı. Onun kaburgalarının birinden de eşi Havvayi yarattı.
O ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar meydana getirip dünyaya yaydı.
"Allah için şunu bana ver." gibi sözlerle adını anarak birbirinizden
istekte bulunduğunuz Allahtan korkun. Akrabalık bağlarını koparmaktan da
sakının, şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyicidir. Yaptığınız
her şeyi bilir ve hepsini zaptettirir.
Taberi diyor ki:
"Allah bu âyet i kerimede, bütün insanları tek bir kişiden yaratanın,
yalnızca kendisi okluğunu beyan etmiş ve insanlara ilk yaratılışlarını hatırlatmıştır.
Ta ki insanlar, tek bir ana ve babadan geldiklerini, bu nedenle birbirlerinin
kardeşleri olduklarını bilsinler, herbirinin diğerinin üzerinde kardeşlik hakkı
olduğunu anlasınlar, böylece birbirlerine karşı insaflı ve merhametli
davransınlar, haksızlık yapmasınlar, zayıf olanlarım gözetsinler, onun
ezilmesini önlesinler.
Âyette zikredilen
"Tek can"dan maksat, Süddi, Katade ve Mücahidin de
açıkladıkları gibi beşerin ilk atası olan
Hz. Ademdir. O candan yaratılan eş'den maksat ise Hz. Havvadir. Süddi diyor ki:
"Âdem Cennette oturmaktaydı. Orada eşi olmaksızın yalnız basma
dolaşıyordu. Bir ara uyudu. Sonra uyandı ve başu-cunda oturan bir kadın gördü.
Allah teala o kadını Hz. Âdemin kaburgasından yaratmıştı. Âdem ona ne olduğunu
sordu. O da "Ben bir kadınım" dedi. Adem ona: "Niçin
yaratıldın?" dedi. Kadın: "Sen benimle yaşayasın diye
yaratıldım." dedi.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz
Allahtan ve akrabalık bağını koparmaktan sakının." diye tercüme edilen
cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
Dehhak ve Rebi' b Enes
bu cümlenin: "Kendisinin adını öne sürerek rab-binizden dilekte
bulunduğunuz Allahtan korkun." bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir.
"Sizler birbirinizden bir şey İstediğinizde Allahı vasıta kılarak:
"Allah hakkı için, Allah rızası için bunu bana ver." dersiniz. İşte
sizler, isteklerinize vasıta kıldığınız bu Allahtan korkun.
Bu cümlenin
"Akrabalık bağını kopannaktan sakının." şeklinde tercüme edilen bölümü
ise müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:
a- İbrahim
en-Nehai ve Hasan-ı Basriye göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Allahı ve
akrabalık bağını ileri sürerek birbirinizden herhangi bir şey istersiniz. O
halde isteklerinize vasıta kıldığınız Allahtan korkun." Görüldüğü gibi bu
izaha göre bu âyette akrabaların talep vasıtası olarak kullanıldığı beyan edilmektedir.
b- Süddi,
Katade, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Mücahid, Dehhak, Rebi1 b. Enes ve
İbn-i Zeyde göre ise bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Birbirinizden olan
isteklerinizde vasıta kıldığınız Allahtan korkun ve akrabalık bağını koparmak
hususunda da Allahtan korkun ve akraba lan m zl a ilgiyi kesmeyin."
Bu hususta
Resulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilmekterir:
"Resulullah Medineye
hicret edince Yahudilerden, onu görüpte Müslüman olan Abdullah b. Selam diyor
ki: "Resulullah Medineye gelince insanlar ona doğru koştular. Ben de
onlardan biriydim. Ben onun yüzün görünce yüzünün, yalancı bir insanın yüzü
olmadığını anladım. Benim ondan işittiğim ilk şey şu söz oldu." Selamı
yayın, yemek yedirin. Akrabalara ilgi gösterin ve insanlar uyurken namaz kılın
ki selametle cennete giresiniz. [8]
Taberi de bu son izah
şeklini tercih etmiştir. Zira cümlenin, Arapça gramere göre tahlili bu görüşü
desteklemektedir. [9]
2-
Yetimlerin mallarını verin. Temizi pis ile değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyin. Şüphesiz bu, büyük bir günahtır.
Ey yetimlerin
velileri, yetimler akıl baliğ olup rüşdüne erince, onların mallarını
kendilerine verin. Helal olan kendi temiz mallarınızı, size haram olan hoşunaza
giden yetim mallarıyla değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza
katarak yemeyin. Şüphesiz ki yetimlerin mallarını yemek büyük bir günahtır.
Âyet-i Kerimede geçen
"Temizi pis ile değiştirmeyin." ifadesi müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- İbrahim
en-Nehai, Said b.el-Müseyyeb. Zühri, Dehhak ve Süddiye göre bu ifadenin mânâsı
şöyledir: "Ey yetimlerin velileri, sizler, yetimlerin iyi mallarını alıp,
yerine kendinize ait kötü ve adi mallan vermeyin."
b- Mücahid
ve Ebu Salihe göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey veliler, sizin için
takdir edilen helal mallarınıza ulaşmadan önce, sizin için haram kılınan
şeyleri hemen elde etmeye koşmayın."
c-İbn-i
Zeyde göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey mirasçılar, Ölünün malının
tümünü büyük çocuğa verip diğer mirasçıları mahrum etmeyin. Böylece bütün malı
alan kişi mirasta asıl hakkı olan temiz malını bırakıp mirasın tamamını almak
suretiyle pis bir mal almış olur.
Taberi, bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, âyetin mânâsının "Ey yetimlerin
velileri, siz, yetimlerinizin size haram olan mallarını, sizin öz mallarınızla
değiştererek temiz mallarınızı murdar şeylerle değiştirmiş
olmayın.11 şeklinde olduğunu söylemiştir.
Zira "Değiştirme" ifadesi, bir şeyi verip başka bir şeyi almaktır ki
bu da bu görüşün doğru olduğunu gösterir. Halbuki "Helal mal elde
etmede" önce haram mal elde etmeden acele etmek" şeklin-deki ikinci
görüşte ve "Büyük çocuğun mirasın tümünü alarak diğer mirasçıları mahrum
etmesi" şeklindeki ikinci görüşte de "Değiştirme" diye bir şey
sözko-nusu değildir. [10]
3- Eğer
yetim kızlar hakkında adaleti yerine getirememekten korkarsanız, diğer
kadınların size helal ve hoşunuza gidenlerinden, iki üç ve dörde kadar
nikahlayın. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız o zaman
bir kadınla evlenin. Yahut da sahip olduğunuz cariyelerle yetinin.
Adaletsizlik yapmamanız için en yakın yol budur.
Yetimlerin mallarını muhafaza
hususunda haktan ayni m anı anız gerektiği gibi, yetim kızlarla evlendiğinizde
de adaletli davranın. Şayet yetim kızlarla evlendiğinizde adaleti yerine
getirememekten korkarsınız diğer kadınların size helal olan ve hoşunuza
gidenlerinden iki, üç ve dörde kadar evlenin. Eğer evlendiğiniz birden fazla
kadın arasında adaleti yerine getirememekten korkarsaniz o takdirde tek bir
kadınla evlenin veya sahibi bulunduğunuz cariyerlerle yetinin. Böyle
davranmanız, haktan ayrılmamanıza daha uygundur.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Bazılarına göre bu âyetin mânâ
şöyledir: "Ey yetim velileri, şayet sizler, yetimlerin mehirleri hususunda
adaletli davranamayacağınızdan ve onlara, emsallerine verilen kadar mehir
veremeyeceğinizden korkacak olursanız, sizler o yetimlerle evlenmeyin. Onları
bırakıp, Allanın size helal kıldığı başka kadınlarla, birden dörde kadar
evlenin. Bu kadınların da arasında adaletli davranariıayacağınızdan korkarsanız
o takdirde onlardan sadece bir tanesiyle evlenin. Veya sahibi olduğunuz
cariyelerle evlenin." Nitekim Hz. Aişe (r.anh.) Bu âyet-i kerimenin nüzul
sebebi hakkında şunları zikretmektedir:
"Bir kişinin
himayesinde yetim bir kız bulunmaktaydı. Adam o kızla evlendi. Kızın bir de
hurmalığı vardı. Adam aslında bu kızla, hurmalığı için evlenmişti. Yoksa kızı
istediğinden değil. İşte bu âyet bu olay üzerine nazil oldu.[11]
Hz. Zübeyirin oğlu
Urve. Hz. Aişeden: "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine
getirememekten korkarsanız." âyeti hakkındı sormuş Hz. Aişe de ona şu
cevabı vermiştir; "Ey kızkardeşimin oğlu, buradaki "YetinV'den
maksat, velisinin himayesi altında bulunan ve velisiyle mal ortakiıği olan
yetim kızdır." Kendisine nikâh düşen velisi, bu yetimin malı ve güzelliği
hoşuna gittiği için, mehirde layık olduğu kadarını ve başkalarının verebileceği
miktarı vermeksizin evlenmek ister. İşte bu âyet-i kerime gelmiş ve bu tür
insanların evlenmek istedikleri yetim kazıların, layık oldukları mehillerini
vermeden, hatta rayiç mehir bedelnin en fazlasını vermeksizin evlenmelerini
yasaklamıştır. Ve onlara bu takdirde yetimlerin dışındaki kadınlarla
evlenmeleri emredilmiştir. [12]
İkrime ve Abdullah b.
Abbas göre ise bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey yetimlerin velileri, eğer
sizler, çok evlenmenizden dolayı, masrafınızın artmasından ve bu yüzden
yetimlerin malını muhafaza etmeyip ailenize harcayacağınızdan korkarsanız,
kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evlenin, dörtten fazla evlenmeyin."
Bu hususta İkrime
diyor ki: "Kureyşlilerden bazı kşiler, çok kadınla evlenirlerdi. Bunların
velayetleri altında yetimler de bulunuyordu. Bunlar, yeteri kadar harcayacak
mal bulamayınca, yetimlerin mallarından alıp kendi ailelerine harcalarlardi. Bu
âyet-i kerime geldi ve erkeklerin çokça evlenerek yetimlerin mallanın ailelerine
haracamalan yasaklandı.
Said b. Cübeyr, Süddi,
Katade, Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Rebi' b.Enesten nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, nasıl ki sizler,
yetimlerin malında adaletli davranamayacağınızdan korkuyorsanız, kadınlar
hakkında da adaletli davranamayacağnızdan Korkun. O kadınlardan birden dörde
kadar evlenin ve dördün üzerine çıkmayın. Bunlar arasında da adaletli
davranamayacağınızdan korkacak olursanız yalnız bir kadınla veya sahibi
olduğunuz cariyelerle evlenin.
Süddi diyor ki:
"Bu âyet inmeden Önce, insanlar, yetimler hakkında titiz davranıyorlardı
fakat kadınlar hakkında bu titizliği göstermiyorlar, çok kadınla evleniyorlar
ve onların da aralarında adaletli davranmıyorlardı. Bu sebeple Allah teala bu
âyet-i kerimeyi indirdi ve erkeklere, yetimlere gösterdikleri titizliği
kadınlar arasında da göstermelerini emretti. Ancak dörde kadar evlenebileceklerini,
adalet yapamayacaklarından korkarlarsa sadece bir kadınla veya sahip oldukları
cariyelerle evlenmelerini emretti."
Mücahide göre bu
âyetin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler, yetimler hakkında
korktuğunuz ve onlara karşı titiz devrandığmız gibi kadınlar hususunda da
korkun, onlarla zina etmeyin ve onlan nikahlayarak evlenin. Evleneceğiniz kadınlar,
iki üç ve dörde kadar olabilir.
Hz. Aişe ve Hasan-ı
Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey
yetimlerin velileri, şayet sizler, mallan başkasına gitmesin diye velayetiniz
altındaki yetimleri, başkalarıyla evlendirmekten çekmiyorsanız hiç olmazsa
onlarla siz evlenin de onlara zarar vermiş olmayın."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercih edileni, âyete şu şekilde mânâ verenidir." Ey
insanlar, nasıl ki sizler, yetimlerin mallarında, adaletli
davranama-yacağınızdan korkuyorsunuz, üzerinize vacip olan, kadınların hakları
hususuda da Allahtan korkun. Onlardan sadece, adaletsizliğe düşmeyeceğiniz
sayıda evlenin. Bu sayı da iki, üç veya dört olur. Bunlar hakkında da adaletli
davranamaya-cağınızdan korkarsanız tek bir kadınla evlenin. Bunun hakkında da
adaletli davranamayacağını zd an korkarsamz sahip olduğunuz cariyelerle
evlenin.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşün tercihe şayan oluşunun sebebi, bundan Önceki âyetin,
yetimlerin hakkına riayet etmeyi emretmesidir. Bu âyette de, yetimlerin
hakkına riayet emredildiği gibi, kadınların hakkına da riayet edilmesi emredilmiştir.
Taberi diyor ki: Eğer
denilecek olursa ki, "Bilindiği gibi kendileriyle evlenilecek olan hür
kadınların sayısı dörttür. Bununla beraber" Kadınların size helal olan ve
hoşunuza gidenlerinden iki, üç ve dörde kadar nikahlayın."
buyu-rulmaktadır. Bunların toplam sayısı da dokuz eder." Buna cevaben
denilir ki: "Bu âyetin mânâsı şöyledir: "Sizler, kadınların, size
helal ve temiz olanlarından ya iki tane evlenin veya üç tane evlenin yahut da
dört tane evlenin. Nitekim:
"Şayet adaletli d
avranam ayacağınızdan korkacak olursanız bir kadınla evlenin." ifadesi
âyetin mânâsının, izah ettiğimiz gibi olduğunu göstemnektedir. Zira bu ifade:
"İki kadın ile evlendiğinizde adaletli d avranamayac ağınızdan korkarsanız
bir kadınla evlenin. Bir kadınla evlendiğinizde de adaletli
davranamayacağınız-dan korkacak olursanız, sahibi olduğunuz cariyelerle
evlenin." demektir.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanın emirleri, mendup ve irşad için olduklarına dair herhangi
bir delil bulunmadığı takdirde farziyet ifade ederler ve bağlayıcıdırlar. Eğer
denilecek olursa ki: "Allah teala burada: "Size helal olan ve hoşunuza
giden kadınlardan evlenin." şeklinde emretmektedir. Bu emrin farziyet ifade
etmediğine ve bağlayıcı olmadığına dair herhangi bir delil ver mıdır?"
Cevaben denilir ki: "Evet, buradaki emrin farziyet ifade etmediğine dair
delil vardır. O da: Eğer aralarında adaleti yerine getirmemekten korkarsanız o
zaman bir kadınla evlenin yahut da sahib olduğunuz cariyelerle yetinin."
ifadesidir. Bu ifade göstermektedir ki, iki, üç veya dört kadınla evlenmeyi
zikreden emirler farziyet değil, bu emri yerine getiremeyenler İçin bir
yasaklama ifade ederler. Yani, evlendiği kadınlar hakkında adaletli
davranamaycak kimsenin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmıştır.
Arapçada bazı
emirlerin yasaklama ve tehdit ifade ettikleri vakidir. Nitekim şu âyet-i
kerimelerde zikredilen emirler bu kabildendir. "Artık dileyen iman etsin
dileyen inkâr etsin. [13] "Böylece onlara
verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etsinler."^ Görüldüğü gibi bu
âyetlerdeki "Dileyen inkâr etsin." ve "Nankörlük etsin"
ifadeleri her ne kadar emir şeklindeyse de aslında bunlardan maksat tehdittir
ve yasaklamadır. İşte, kadınlardan iki, üç ve dört tanesi ile evlenmeyi
emreden ifade de bunlar gibidir. Yani, adaletli davranamayan kimsenin, birden
fazla kadınla evlenmesi yasaklanmaktadır. Nitekim Katade, Süddi, Rebi b. Enes
ve Dehhak, âyet-i kerimenin: "Eğer adaleti yerine getirmekten korkarsanız
o zaman bir kadınla evlenin yahut da sahibolduğunuz cariyelerle yetinin."
bölümünü şu şekilde izah emişlerdir: "Şayet bir kadınla evlendiğiniz takdirde
de adaletli d avranamayac ağınızdan korkarsanız o zam an-sahibolduğunuz
cariyerlerle yetinin." [14]
4-
Kadınların mehirlcrini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle
mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle yeyin.
Kadınların mehirlerini
bir farz olarak ve dini vecibe olarak verin. Şayet
onlar, mehirin bir kısmını gönül hoşluğu
ile size bağışlarlarsa siz onu afiyetle yeyin.
Mealde "Gönül
hoşluğu" olarak tercüme edilen "Nihle" kelimesinin mânâsı
hakkında müfessirler farklı görüşler beyan etmişlerdir.
Katade diyor ki:
"Nihle kelimesi, "Farz olan şey" demektir. İbn-i Abbasa göre ise
bu kelime "Mehir" demektir. İbn-i Cüreyce göre de "Takdir edilen
ve verilmesi farz olan mehir." manasınadır. İbn-i Zeyde göre ise
"Yapılması gereken dini bir vecibedir."
Taberiye göre ise
"Nihle" kelimesinden maksat, "Verilmesi gereken bir hediye ve
farz olan bir ödemedir. Âyet-i kerimenin izahı bu görüşe göre yapılmıştır.
Diğer bir kısım
âlimler de "Nihle" kelimesinin "Gönül boşluğu ile verilen bir
şey ve bir hediye" olduğunu söylemişlerdir.
Müfessirler, âyette
geçen "Kadınların mehirleririi verin" emrinin kime hi-tabettiği
hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- Katade,
Rebi' b. Enes, Abdullah b. abbas, İbn-i Ciireyc ve İbn-i Zeyde göre bu emir,
kadınlarla evlenmek isteyen erkeklere hitabeden bir emirdir. Erkekler,
evlendikleri kadınların mehirlerini vermekle yükümlüdürler.
b- Ebu
Salihe göre buradaki emir, kadınların velilerine verilen bir emirdir. Zira bir
kısım veliler, evlendirdikleri kadınların mehirierini alıp, kadınların
kendilerine vermiyorlardı. Âyet-i Kerime bu velilere, mehilleri sahiplerine vermelerini
emretmektedir.
c- Hadremiye
göre ise buradaki emir, karşılıklı olarak birbirlerinin kız-kardeşleriyle
evlenen kişilere hitab etmektedir. Zira bunlar, kendi kızkardeleri-ni, karşı
tarafa verdikleri için mehir almaktan, karşılıklı olarak vaz geçerlerdi.
Böylece mehirin asıl sahibi olan kadınlar, mağdur edilirlerdi. Bu sebeple âyet
böyle yapanların bu davranışlarını yasaklamıştır. Taberi, bundan sonraki âyetin
erkeklere, kadınlarla evlenmeyi emretmeleri sebebiyle birinci görüşün tercihe
şayan olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede
"Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu
afiyetle yeyin." şeklinde zikredilen "Afiyetle yeyin." emrinin
muhatabının kimler olduğu hususu da ihtilaflıdır.
a- İkrime,
Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Alkame, Abdullah b. Abbas, ibn-i Cüreyc,
İbn-i Zeyd ve Hadremiye göre buradaki emir, kadınların ko-calarınadır.
Kadınlar, mehirlerinden veya mallarından herhangi bir şeyi kocalarına, gönül
hoşluğu ile vermeleri halinde kocaların, o mallan- alıp yemelerinin bir mahzuru
yoktur. Zira bu ayet inmeden önce bazı kişiler, kanlarına verdikleri şeyleri
tekrar geri almayı günah sayıyor ve almıyorlardı. Âyet-i kerime, kadmlann,
gönül hoşluğu ile vermeleri halinde bunu almanın helal olduğunu beyan etti.
b- Ebu
Salihe göre ise buradaki "Yeyin" emrinin muhatabı kadınların velileridir.
Şayet kadınlar aklıkları mehirleri gönül hoşluğu ile velilerine verecek
olurlarsa, velilerin onu alıp yemelerinin bir mahzuru yoktur. Taberi birinci görüşün
tercihe şayan olduğunu, zira âyetin başındaki hitabın da kadınların kocalarına
ait olduğunu, bu nedenle, sonundaki emrin de kocalara ait okluğunu ifade
etmesinin daha uygun olacağını söylemiştir. [15]
5- Allahın,
yaşayışınızın sebebi kıldığı mallarınızı, aklı zayıf olanlara vermeyin. Ancak
onları o mallardan yedirin ve giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.
Ey insanlar, Allahın,
sizin hayatınız için yaşama sebebi kıldığı mallarınızı, çocuk ve benzeri gibi
aklı zayıf olanlara vermeyin. Aksi takdirde o malı zayi ederler. Fakat
mallardan onlara harcayın ve onları o mallarla yedirip giydirin ve onlara:
"Düzelir de rüştünüze ererseniz mallarınızı size teslim edeceğiz."
şeklinde güze! sözler söyleyin.
Âyet~i kerimede geçen
ve "Aklı zayıf olanlar" diye tercüme edilen kelimesinden hangi çeşit
insanların kastedildiği hakkında farklı görüşler zikredilmiştir.
a- Said b.
Cübeyr, Hasan-ı Basri, Süddi, Dehhak, Mücahid, Hakem, Katade, Ebu Malik ve
Abdullah b. Abbastan nakledilen bir «örüşe göre bu âyette zikredilen "Aklı
zayıf olanlardan maksat, kadınlar ve çocuklardır. Âyet-i kerime, insanların,
yaşama vasıtası olan mallarını bunlara vermemelerini emretmiştir. Ta ki mallan
zayi etmesinler.
b- Said b.
Cübeyr ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen
"Aklı zayıf olanlar"dan maksat, yalnızca çocuklardır.
c- Ebu
Malik, İbn-i Zeyd ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyette zikredilen "Aklı zayıf olanlar"dan maksat, kişinin, aklı kıt
olan çocuğudur. Bu hususta Ebu Musa el-Eş'arinin şunları söylediği rivayet
edilmiştir. "Üç kimse vardır ki onlar, Allaha dua ederler. Allah onların
dualarını kabul etmez. Onlar, kötü ahlaklı kansı bulunduğu halde onu boşamayan,
malını, Allah teala
"Mallarınızı aklı zayıf olanlara vermeyin." buyurduğu halde bu gibi
kimselere veren ve bir başkasında alacağı olduğu halde buna dair şahit tutmayandır."
d- Hadremi,
Mücahid ve Dehhakka göre ise bu âyette zikredilen "Aklı zayıf
olanlar"dan maksat, sadece kadınlardır.
Taberi, âyet-i
kerimede geçen kilemesinin mutlak olarak zik-redildiğini, bu itibarla bütün
aklı zayıf olanları kapsar mahiyette olduğunu, bu kelimeyi, aklı zayıflardan
sadece bir sınıfa tahsis etmenin delilsiz bir dâva olacağını zikretmiştir.
Âyette zikredilen
"Mallarınız" ifadesinden maksat, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i
Zeyde göre "Sefih olmayan insanların mallandır. Yani Allah teala, aklı
başında olan kimselere, mallarını aklı yetersiz insanlara vennemelerini
emretmiştir.
Said b. Cübeyre göre
ise buradaki "Mallarınız" ifadesiden maksat, aklı zayıf olanların
mallandır. Bu izaha göre Allah, aklı zayıf olanların velilerine, idare
ettikleri, bu aklı zayi olan kişilerin mallarını, kendilerine vennemelerini
emretmiştir. Zira onlar, kendi mallan hakkında nasıl davranacaklarını bilemezler
ve mallarını zayi etmiş olurlar.
Tabeberi, buradaki
"Mallarınız" ifadesine hem aklı zayıf olanlann malla-nnın hem de
onlan idare eden aklı sağlam olan kişilerin mallarının girebileceğini bu
itibarla buradaki "Mallarınız" ifadesini sadece belli bir zümreye
tahsis etmenin isabetli olmayacağını söylemiştir.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Onlan, o mallanndan yedirin ve giydirin."
buyurulmaktadır. Burada ifade edilen "Mallar"dan maksadın, kime ait
olan mallar olduğu hususu da yukanda zikredilen şekildedir.
Mücahid, Abdullah b. Abbas,
Süddi ve İbn-i Zeyde göre bu mallar aklı zayıf olanlan sevk ve idare edenlerin
mallandır. Bunlara göre, âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Ey aklı
beşında olan insanlar, sizler Öz mallarınızdan, aklı hafif olanlann yemelerine
ve giymelerine harcayın."
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise buradaki "O mallardan" ifadesinden maksat, zayıf
akıllı olanlara ait mallardır. Buna göre, Allah teala, bu gibi insan-lan sevk
ve idare edenlere bunların mallanndan, yiyecek ve giyeceklerine har-camalanni
emreüniştir.
Taberi buradaki
"O mallardan" ifadesinden maksadın hem aklı zayıf olanlann mallanılın
hem de onlan idare edenlerin mallarının kastedilmiş olabileceğini, bu itibarla
âyeti genel anlamda yorumlamanın daha isabetli olacağını söylemiştir.
Âyet-i kerimenin sonunda
"Ve onlara güzel söz söyleyin" buyurulmakta-dır. Burada zikredilen
"Güzel söz"den maksat, Mücahide göre aklı zayıf olanlara, bir kısım
vaadlerde bulunmak ve onlann gönlünü almaktır.
İbn-i Zeyde göre ise
bu ifadeden maksat, aklı zayıf olanlara "Allah bize de size de afiyet
versin. Maşallah." şeklinde dualarda bulunmaktır.
Taberi ise birinci
görüşün daha evla olduğunu söylemiş, aklı zayıf olanlara söylenecek güzel
sözden maksadın da "Eğer düzelir, olgunluk çağınıza erişirseniz malınızı
tamamen size teslim edeceğiz. Kendiniz ve mallannız hakkında Allahtan
korkun." şeklindeki sözler olacağını söylemiştir. [16]
6- Evlenme
çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça
görürseniz mallarını kendilerine verin. Onların mallarını israf ederek ve
büyürler diye tez elden yemeyin. Zengin olan, onlann malına karşı iffetli
olsun. Fakir olan ise meşru süratte yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz
zaman, verdiğinize dair şahit tutun. Hesap görücü olarak Allah yeter.
Yetimleri, buluğa erinceye
kadar, akli yetenekleri, mallannı sevk ve idareleri, dini vacibelerini yerine
getirmeleri hususunda deneyin, Şayet onlann akli yetenekleri ve mallanın sevk
ve idare edecekleri hususunda rüşdlerine erdiklerini görürseniz mallannı
kendilerine verin, yanınızda tutmayın. Onlann malını israf ederek ve
büyüdükten sonra sizden alacaklanndan korkarak aceleye getirip yemeyin.
İçinizden zengin olanlar, yetimin malından elini çeksin. Fakir olanla-nnız ise,
zaruri hallerde ihtiyacı kadannı ödünç olarak o yetim mallarından alıp yesin.
Yetimlere, kendi mallannı teslim ettiğinizde şahit tutun ki teslim aldıkla-nni
inkâr etmesinler. Hesap görücü olarak Allah yeter.
Mealde "Meşru
surette yesin" diye tercüme edilen ifadeden neyin kastedildiği,
müfessirler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Bunu şu şekilde özetlemek
mümkündür.
Bazılarına göre
"Meşru surette yemek"ten maksat, ihtiyacı olduğu takdirde, yetimin
malından ödünç alıp yemesi ve daha sonra gücü yettiğinde de onu ödemesidir.
Diğer bazılarına göre
de, bundan maksat, yetimin malından, açlığını giderecek kadarını yemesidir. Bu
yediğini ödemesi gerekmez.
Bu hususta Hz. Aişe
(r.anh.)dan şunlar rivayet edilmektedir. Hz. Aişe di-yorki:
"Bu âyeti-i
kerime, yetimin mallarını idare eden veliler hakkında nazil olmuştur. Bunlar
fakir iseler, o mallan idare etmelerinin ücreti olarak onlardan örfe göre
yiyebilirler. [17]
Ayet-i kerimede
zikredilen "Rüşde ermek" ifadesinden neyin kastedildiği hususunda,
müfessirler çeşitli görüler zikretmişlerdir.
a- Süddi ve
Katadeye göre buradaki "Rüşde ermek"ten maksat, aklın idrak etmesi
ve kişinin dininde salih olmasıdır.
b- Hasan-i
Bari ve Abdullah b. Abbasa göre ise, kişinin dininde salih olması ve malını
güzelce sevk ve idare etmesidir.
c- Mücahid
ve Şa'biye göre ise, kişinin', aklının idrak eder olmasıdır.
d- Ibn-i
Zeyde göre ise, kişinin salih bir kimse olması ve kendisi için neyin faydalı
olacağını bilmesidir.
Taberiye göre burada
tercihe şayan olan görüş, rüşdün. aklın idraki ve malın güzelce sevk ve idare
edilmesi olduğunu söyleyen görüştür. Zira, aklı yeten ve mallannı güzelce sevk
ye idare eden bir insanın, tacir dahi oisa. hacr altına alınamayacağı
ittifakla kabul edilen bir husustur. Çocuklar da bu iki sıfata sahibolduklan
takdirde arlık mallarının kendilerine verileceği muhakkaktır.
Ayel-i kerimede,
yetimlerin mallarının israf edilerek yenilmemesi enıre-dıjıııektedir. Burada
geçen "İsraftan maksat, bunların mallannı. Allanın mubah kıldığı yerlerin
dışına harcamaktır.
Yine âyet-i kerimede
geçen ve "Büyürler diye tez elden yemeyin." şeklinde tercüme edilen
ifadesinden maksat, "Büyüyecekler ve mallarına sahib olacaklar kuşkusuyla
alel acele onların mallannı yemeye girişmeyin." demektir. Nitekim
Abdullah b. Abbas ve Süddi bu ifadeyi bu şekilde izah etmişlerdir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Fakir olan veli yetimin malından meşru surette yesin." şeklinde
tercüme edilen ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde tefsir
edilmiştir.
1- Hz. Ömer (r.a.) Abdullah b. Abbas, Ubeyde
es-Selmani, Said b. Cü-beyr, Mücahid ve Ebu Âliyeye göre buradaki "Meşru
şekilde yesin" ifadesinden maksat, ihtiyacı halinde yetimin malından ödünç
olarak yemektir.
Bu hususta Harise b.
Musarrif, Hz. Ömerin şunları söylediğini rivayet etmektedir. "Ben, AHahm
malı olan Beytül Malı bir yetim malı olarak kabul ederim. İhtiyacım
olmadığında ona karşı iffetli davranınm. Onu, muhtaç olduğumda da, meşru bir
şekilde (örfe göre) yerim. Sıkıntıdan kurtulduğumda ise onu öderim."
Hammad diyor ki: "Ben, Said b. Cübeyre, "Kim de fakir ise meşru bir
şekilde yesin." âyetim sordum. O da dedi ki: "Yetimin malından Ödünç
alarak ve zaruret miktannea alır daha sonra, eli genişlerse borcunu öder. Şayet
eli genişlemeden Ölüm gelip çatacak olursa, yetimden, hakkını helal etmesini
ister. Şayet yetim küçük ise onun velisinden helallik ister."
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlar, yetimin malının, fakir veliler tarafından ancak ödünç
alınabileceğini ve imkanları müsait olur olmaz velinin onu derhal ödemesi
icabettiğini söylemişlerdir. Bunlar,
üslerine delil olarak, aynı âyetin devamında "Mallarını kendilerine
verdiğini verdiğinize dair şahit tutun." şeklinde zikredilen hükmü
göstermişle hu hüküm, fakirlerin, yetimlerin mallarından meşru bir şekilde
yiyebileceklerini ifade eden hükümden sonra zikredilmiştir. Bu da gösteriyor
ki, yetimin malı ancak ödünç olarak alınabilir.
2- Diğer bir kısım müfessirlere göre fakir olan
velinin, yetimin malından "Meşru bir şekilde yemesi"nden maksat,
israfa kaçmaksızın onun malından yemesi ve bunu geri ödemekle yükümlü
olmamasıdır. Ancak bu görüşte olan müfessirler, fakir olan velinin, yetimin
hangi malından ve ne kadar yiyebileceği hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Süddi Ata ve İkrimeye göre, fakir olan veli, yetimin malından ancak
parmaklarının ucuyla yiyebilir ve onun malından herhangi bir elbise giyemez.
b- İbrahim
en-Nehai ve Mekhul'e göre ise, fakir veli, yetimin malından ancak açlığını
giderebilecek kadar yiyebilir ve avret mahallini kapatacak kadar giyebilir.
c- Abdullah
b. Abbas, Kasım b. Muhammed, Ebul Âliye, Hasan-ı Basri, Şa'bi Katade ve Dehhaka
göre ise fakir olan veli, yetimin meyvelerinden yiyebilir. Bakıp gözettiği
hayvanlarının sütlerinden içebilir ve onlardan binek olarak faydalanabilir.
Fakat o, yetimin, altın gümüş ve hayvan gibi mallarını, ancak ödünç olarak
alabilir.
d- Hz. Ömer,
Ata b. Ebi Rebah, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Hz. Ai-şe ve İbn-i Zeydden
nakledilen diğer bir görüşe göre fakir bir veli, yetimin bütün mallarından
yiyebilir. Yediği şeyleri geri ödemesi gerekmez. Yeter ki, kendi mallarını
yetimin malına tercih etmesin ve yetimin malını kendisine mal edinmesin.
Taberi bu görüşlerden
tercihe taşayan olan görüşün, âyette zikredilen "Meşru surette (örfe göre)
yesin." ifadesini "Yetimin malından, zaruret halinde ödünç olarak
yesin" şeklinde izah eden görüş olduğunu söylemiştir. Veli, yetimin
malını muhtaç olduğunda, ancak ödünç olarak alıp yiyebilir. Bunun dışında
herhangi bir şekilde yemesi caiz değildir. Zira, bütün âlimler, yetimin
velisinin, yetimin mallarını, sevk ve idare etme dışında, onlar üzerinde
herhangi bir yetkisi olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Madem ki veli,
yetimin mallarının maliki değildir o halde, malik olmayan birinin, başkasına
ait mallardan yemesi caiz değildir. Bu itibarla yetimin malından herhangi bir
şeyi harcayacak olursa, onu ödemekle yükümlü olur. Bu da gösteriyor ki, fakir
olan veli, yetimin malını ancak ödünç olarak alabilir.
Fakir olan
velinin-yetimin mallarını idare etmesinin karşılığı olarak o mallardan
yiyebileceğini söylemek isabetli değildir. Zira, veli, sevk ve idare etmesinin
karşılığında teamülü esas alarak yetimin malından belli bir ücret alabilir.
Bu, velinin hakkıdır. Yetimin malı sayılmaz. [18]
7- Ana baba
ve akrabaların, miras olarak bıraktıklarında erkeklerin hissesi vardır.
Kadınların da, ana baba ve akrabların bıraktıklarında hisseleri vardır. Bunlar
az olsun çok olsun, farz kılınmış bir hissedir.
Katade diyor ki:
"İslamdan Önce kadınlara mirastan pay verilmiyordu. Bu âyet-i kerime indi
ve bu âdeti kaldırarak onlara da miras haklarının verilmesini hükme bağladı.
îkrime ise bu âyet-i
kerimenin, Ensardan olan Ümmü Kühhe, onun kızı Kühhe, Sa'lebe ve Evs b. Süveyd hakkında nazil
olduğunu söylemiştir. "Sa'Iebe veya Evsten biri Ümmü Kühhanın kocası,
diğeri ise çocuğunun amcası idi. (Yani kayın biraderi idi) Kadın, Resulullaha
geldi ve dedi ki: "Ey Allanın Resulü, kocam Öldü. Geriye beni ve kızımızı
bıraktı. Bizi, mirasçı saymadılar." Bunun üzerine, çocuğun amcası şöyle
dedi: "Ey Allanın Resulü, bu kadın ata binmez, âcizlerin yükünü yüklenmez,
düşmana karşı savaşamaz, tüketir, üretmez." İşte bunun üzerine bu âyet
nazil oldu. [19]
8- Miras
taksim olurken (Mirasçı olmayan) akrabalar, yetimler ve fakirler de bulunursa
mirastan onlara da verin ve onlara güzel söz söyleyin.
Mirasın taksimi
sırasında ölenin akrabaları, yetimler ve yoksullardan da orada bulunanlar
olursa onlara da gönlünüzden kopan bir şeyler verin ve onlara güzel söz
söyleyin.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin, mensuh mu (Hükmü kaldırılmış mı) Yoksa muhkem mi (Hükmü baki mi)
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Şa'bi Mücahid, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri, Zühri
ve Yahya b. Ya'mur İbn-i Şirin, Ebu Musa eî-Eş'arî Urve b. Zübeyr ve Alâ b.
Bedr'e göre bu âyet-i kerimenin hükmü bakidir, mensuh değildir. Mirasçıların
miras taksim ederlerken orada hazır bulunan akrabalara, yetimlere ve
yoksullara, gönüllerinden koptuğu kadar bir şeyler vermeleri farzdır. Bu
hususta Said b. Cübeyrin şunları söylediği rivayet edilmektedir: "İnsanlar
bu âyetin hükmünü umursamamaktadırlar. Ölenin akrabaları iki çeşittir.
Birincisi ona mirasçı olan akrabaları, ikincisi ise mirasçı olmayan
akrabalarıdır. Ayet-i kerime, Ölünün mirasçılarına, mirastan payı olan
akrabalara paylanın vemıeleri-ni emretmiş mirasçı olmayan akrabalara ise güzel
sözler söylemeyi emretmiştir. Bu itibarla âyet muhkemdir, mensuh
değildir."
Görüldüğü gibi Said b.
Cübeyr, bu âyetin, mirasın taksimini emreden bu surenin on birinci, on ikinci
ve yetmiş altıncı âyetleriyle çelişmediğini kabul etmiş, bu itibarla mensuh
olmadığını söylemiştir.
Yahya b. Ya'mur da bu
âyet hakkında şunları söylemiştir: "Medinede inen üç muhkem âyet vardır ki
insanlar bunlarla amel etmeyi bırakmışlardır. İşte bu âyetler, Nisa suresinen
bu âyeti, yatak odasına girmek İçin izin istemeyi emreden Nur suresinin eli
sekizinci âyeti ve insanların birbirleriyle tanışmalarını emreden. Hucurat
suresinin on üçüncü âyetidir.
Ancak bu görüşte olan
âlimler, mirası taksim edenlerin, mirasta paylan bulunup bulunmaması ve
mirasçıların büyük veya küçük olmaları bakımından hükümlerin farklı olup
olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
aa- Said b.
Cübeyr, İkrime ve Süddiye göre, şayet mirası taksim eden kimsenin mirasta
herhangi bir payı yoksa ve miras da küçük çocuklara ait ise, mirası taksim eden
böyle bir kimsenin, yetimlerin mallarından, mirasın taksimi sırasında hazır
bulunan, akrabalara, yetimlere ve yoksullara herhangi bir şey vermesi caiz
değildir. Onlara sadece "Bu mal küçüklere aittir, ben bundan size herhangi
bir şey verme yetkisine sahip değilim." şeklinde güzel sözler söyler.
bb-Ubeyde
es-Selmani ve İbn-i Şîrîne göre ise, mirası taksim eden kimsenin mirastan payı
olmasa, miras da çocuklara ait olsa yine de mirası taksim eden velinin,
mirastan, akrabalara, yetimlere ve yoksullara bir şeyler vermesi gerekir.
Mirasçıların büyük veya küçük olmaları farketmez. Ancak mirasçılar büyük
iseler, bizzat kendileri verirler. Küçük iseler velileri verir.
Bu hususta Muhammed b.
Şîrîn diyor ki: "Ubeyde es-Selmani, bazı yetimlerin mallarını taksim
etti. Onların mallarından bir koyun alınmasını ve pişirilip yemek yapılmasını
emretti ve dedi ki: "Şayet bu âyet olmasaydı ben bu koyunun ve yemeğin,
kendi malımdan olmasını isterdim." Sonra Ubeyde "Miras taksim olurken
(mirasçı olmayan) akrabalar, yetimler, ve fakirler bulunursa onlara da
verin." âyetini okudu.
Taberi diyor ki:
"Birinci görüşte olanlar, "Verin" diye tercüme edilen ifadesini,
"Mirastan bir şeyler verin." mânâsında anlamışlar, ikinci görüşte
olanlar ise bunu "Mirastan bir şeyler yedirin." mânâsına almışlardır.
b- Said b.
el Müseyyeb, Ebu Malik, Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyet-i kerime, bu suresinin on bir, on iki ve yetmiş altıncı
âyet-i kerimeleriyle neshedi İm iştir. Zira bu âyet-i kerime, miras paylarını
belirten âyetlerden önce nazil olmuş, akrabalara, yetimlere ve yoksullara
mirastan mal verilmesini emretmiştir. Daha sonra mirasın pay sahiplerini
belirten âyetler nazil olunca bu âyetin hükmü neshedilmiş ve kaldırılmıştır.
c- Abdullah
b. Abbas, Said b. el- Müseyyeb ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe
göre bu âyet-i kerime mensuh değildir. Fakat mirası değil vasiyeti
kastetmektedir. Yani malını vasiyet eden kimsenin vasiyeti yapma anında, âyette
zikredilen kişiler bulunuyorsa malını bunlara vasiyet etmesi emredilmiştir.
Bunlara göre âyette zikredilen "Mirasın taksimi" ifadesinden maksat,
vasiyet yapılmasıdır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bu âyet-i kerimenin muhkem olduğunu
söyleyen ve bundan maksadın, akrabalara vasiyet etmek olduğunu, yetimlere ve
miskinlere de güzel söz söylemek olduğunu söyleyen görüştür. Zira bir âyetin
mensuh olduğuna hüküm verebilmek için başka bir âyetle tamamen çelişir olması
veya neshedildiğine dair kesin bir delilin bulunması gerekir. Bu âyeti
kerimeden maksadın, vasiyet etmek olduğu söylendiği takdirde miras âyetleriyle
neshedildiği söylenemez. Zira bunlar arasında çelişme söz konusu olamaz. Diğer
yandan bu âyetin neshedildiğine dair ne kitaptan ne de sünnetten bir delil
vardır. O halde bu âyetin, isabetli olan tefsiri şöyledir: "Vasiyet eden
kimse vasiyetini düzenlerken akrabaları, yetimler ve miskinler bulunacak olursa
vasiyetten akrabalarına pay versin. Yetimlere ve miskinlere de güzel söz
söylesin."
Âyet-i kerimenin
sonunda "Onlara güzel söz söyleyin" buyurulmaktadir. Said b. Cübeyre
göre âyetin bu bölümü, küçük çocukların, yetimlerin veya mirastan payı olup ta
orada bulunmayanların miraslarını taksim eden idarecileri kastetmektir. Bunlar
bu gibi insanların miras paylarından akrabalara, yetimlere ve yoksullara
herhangi bir şey vermeyeceklerinden onlara güzel sözler söyler-ler."Her ne
kadâ~r bu maldan bir şeyler alma hakkınız varsa da biz size bir şey verme
yetkisine sahip değiliz." şeklinde konuşurlar.
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise âyetin bu bölümünde, güzel sözler söylemesi emredilen kişi,
Ölmeden Önce malının üçte birini vasiyet eden kimsedir. Bu kimse malının üçte
biri gibi belli bir miktarım, yakın akrabalarına, yetimlere ve miskinlere
vasiyet eder de, vasiyet etmesi icabeden daha başka kimseler de bulunacak
olursa o kimselere de güzel sözler söyler[20]
9- Öldükten
sonra geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde, onlara bir kötülük
gelmesinden korkanlar (başkaları için de öylece) korksunlar. Allahtan
sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.
İnsanlar ölüp te
geriye, himayeye muhtaç çocuklar bıraktıkları taktirde o çocukların, fakirlik
ve mağduriyete düşmelerinden nasıl korkuyorlarsa, himayeye muhtaç olan
yetimlerin işlerini yürütmeyi üzerlerine aldıkian zaman da onlar
hakkında öylece Allahtan korksunlar.
Onlara güzel ve doğru söz söylesinler. Müfessirler bu âyet-i kerimeye çeşitli
şekillerde mânâ vermişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, Süddi, Said b. Cübeyr, Dehhak ve Müca-hid bu âyeti şu şekilde
izah etmişlerdir: "Ölümü anında malım vasiyet eden kişinin yanında
bulunan kimseler, vasiyet edenin malını dağıtarak geriye kalan mirasçılarını
mağdur etmesinler. Ona malından, mirasçılarım mağdur etmeyecek kadarını vasiyet
etmesini söylesinler. Zira, kendileri vasiyet eden kişinin durumunda olsalardı
geriye bırakacakları çocuklarının mağdur edilmemelerini arzular ve kendilerine
bu gibi şeylerin söylenmesini isterlerdi. O halde başkalarının vasiyet etmesi
durumunda onların çocuklarını da kendi çocukları gibi görsünler. Onlara,
mallarının çoğunu veya yansını yahut üçte birinden daha fazlasını vasiyet
etmesini söylemesinler.
b- Miksem ve
Hadremiye göre ise bu âyetin izahı şöyledir: "Ölümü anında malını vasiyet
edenin yanında bulunan kimseler, vasiyet edenin akrabalarına, yetimlere ve
yoksullara malının bir kısmını vasiyet etmesine engel olmasınlar. Halbuki
onlar, Ölünün akrabası veya yetim yahut yoksul durumda olsalar da vasiyetin
kendi lehlerine yapılacağını bilmiş olsalar, vasiyet edenin böyle bir vasiyeti
yapmasını isterler ve onu bu vasiyeti yapmaya teşvik ederler. O halde başkalarına
yapılacak olan vasiyete de engel olmasınlar.
c- Abdullah
b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir:
"Yetimlerin velisi olan kişiler, onlara iyi davransınlar, mallarını
yeme-sinler, nasıl ki kendileri ölüp te geride âciz ve mağdur çocuklar
bırakmaktan korkuyorlarsa ve onlara güzel davranılmasını, mallarının
yenilmemesini istiyorlarsa başkalarının geride bıraktıkları yetimlere de öyle
davransınlar.
d- Diğer bir
kısım âlimlere göre bu âyetin izahı şöyledir: "Öldükten sonra geriye zayıf
çocuklar bıraktıkları takdirde onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar
korksunlar, Aîlahtan sakınsınlar ve doğru söylesinler. Bu taktirde Ölümlerinden
sonra, Allah onların çocukları için yeterlidir.
Bu hususta Şeybani
diyor ki: "Abdülmelikin oğlu Meslemenin zamanında İstanbulda
bulunuyorduk. İçimizde İbn-i Muhayriz, İbn-i Deylemi ve Hani b. Gülsüm de
bulunuyordu. Biz, aramızda, âhir zamanda ortaya zçıkacak şeyleri konuşuyorduk.
Ben, duyduklarımdan dolayı sıkıntıya düştüm ve İbn-i Deylemi-ye dedim ki:
"Ey Eba Bişr, ben isterim ki hiç çocuğum olmasın." Bunun üzerine o
eliyle omuzuma vurdu ve dedi ki: "Yeğenim sen bunu söyleme. Zira, Allahın
bir kişinin sulbünden gelmesini takdir ettiği nesil mutlaka onun sulbünden gelecektir.
İster dilesin isterse dilemesin. Şimdi ben sana, bir şeyi öğreteyim mi ki, sen
onu yaparsan Allah seni fitnelerden korur. Şayet sen ölüp te geriye çocuk
bırakacak olursan, senin yerine onları Allah korur." Ben de dedim ki:
"Evet
öğret." İşte bunun üzerine Şeybani "Öldükten sonra geriye zayıf
çocuklar bıraktıkları takdirde onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar kork
şunlar. Allahtan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler." âyetini okudu.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, âyeti şu şekilde izah eden
görüştür: "Hayatta iken mallarını harcayıp bitirmeleri halinde veya
ölürken akrabalarına, yetimlere ve miskinlere vasiyet ederek mallarını dağıtmaları
halinde, ölmelerinden sonra geriye bıraktıkları zayıf çocuklarının muhtaç
olacaklarından korkanlar, başkalarının vasiyetinde hazır bulunduktan zaman,
vasiyet edene, itidalli davranmasını ve geriye bırakacağı zayıf çocuklarını başkalarına
muhtaç etmemesini söylesinler. Allahtan korksunlar ve vasiyet edene Allahın mubah
kıldığı şekilde vasiyette bulunmasın tavsiye etsinler. Böylece doğru sözü
söylemiş olurlar."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bundan önceki âyetin de vasiyet
edenler hakkında olduğunu tesbit etmemizdir. Âyetleri birbiriyle irtibatlı bir
şekilde izah etmek daha evladır. [21]
10-
Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına sadece ateş
tıkamışlardır. Onlar yakında alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır.
Şüphesiz ki
dünyadayken haksız yere yetimlerin mallarını yiyenler, kıyamet gününde
karınlarına ateş dolduracaklardır ve cehenneme gireceklerdir.
Süddi, bu âyetin
izahında şöyle demiştir: Bir kişi haksız yere yetim malını yeyince kıyamet
gününde diriltüdiğinde ağzından, kulaklarından, burnundan ve gözlerinden ateş
çıkacaktır. Onu görenler, yetim mah yiyen biri olduğunu anlayacaklardır.
Ebu Said el-Hudri
diyor ki: "Resulullah İsra hadisesini anlatırken buyurdu ki: "Orada
bir topluluk gördüm. Onların, deve dudukları gibi dudakları vardı. Onlann
dudaklarını tutup ağızlarına ateşten kayalar atan kimseler vazifelendiril-mişü.
Atılan taşlar, onlann altlanndan çıkıyordu. Dedim ki: Ey Cebrail bunlar kimdir?
Dedi ki; "Bunlar, haksız yere yetim malını yiyenlerdir. Bunlar yetim
malını yerken karınlarına sadece ateş
tıkamış olurlar."
İbn-i Zeyd ise bu
âyetin, yetimleri mirasçı kılmayan ve onlann mallarını yiyen müşrikler hakkında
nazil olduğunu söylemiştir.
Yetim malı yemek en
büyük günahlardan biridir. Bu hususta Resulullah (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde
şöyle buyuruyor:
"Helake sürükleyen
yedi şeyden kaçının." Sahabiler: "Ey Allahm Resulü onlar nedir?"
diye sorunca Resulullah (s.a.v.) şu cevabı vermiştir: "Onlar, Alla-ha
ortak koşmak, sihir yapmak, Allanın öldürülmesini haram kıldığı insanı haksız
yere Öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak ve iffetli ve zina
ile bir alakası olmayan mümin kadınlara zina iftirasında bulunmaktır. [22]
11- Allah
size, evlatlarınızın miras taksimi hususunda, erkeklerin paylarının, kadınların
iki katı olmasını emretmektedir. Eğer bütün çocuklar kız olup, ikiden fazla
olursa, bunların payı, ölenin bıraktığı malın üçte ikisidir. Eğer mirasçı bir
tek kız ise mirasın yarısı onundur. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte
çocuklar da birakmışsa, ana ve babanın her birinin terekeden payı, altıda birdir.
Şayet ölenin çocuğu yok da kendisine ana ve babası mirasçı oluyorsa, ananın
payı sadece üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa, terekenin altıda biri
ananındır. Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip veya borcu ödendikten
sonra hak sahiplerine verilir. Bababahrınız ve oğullarınızdan hangisinin size
fayda bakımından daha yakın olduğunu size bilemezsiniz. Bu Allah tarafından
farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Çocuklarınıza miras
taksimi hususunda Allah şöyle emreder: Sizden biriniz ölür de geriye erkek ve
kız çocuklar bırakırsa, erkeklerin miras payı iki, kızların ki ise birdir.
Şayet ölenin bütün çocukları ikiden fazla ise ve hepsi de kız ise, bunların
hepsinin payı mirasın üçte ikisidir. Eğer mirasçı sadece bir kız ise mirasın
yansı onundur. Eğer ölen kimsenin çocuklarıyla beraber anne ve babası da
bulunursa, anne ve babasının herbirinin mirastan payı, altıda birdir. Şayet
ölenin çocuğu yoksa ve mirasçısı da anne ve babası ise annenin mirastan payı
sadece üçte bir geri kalan ise babanındır. Eğer ölenin iki veya daha fazla
kardeşi varsa, terekenin altıda biri ananındır. Geriye kalan da babanındır. Bu
paylar, ölenin borçlan ödenip ve malının üçte biri için geçerli olan vasiyeti
yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Dünya ve âhirette faydalı
olmak bakımından, babalannız ve oğullannızdan hangisinin size daha yakın
olacağını bilemezsiniz. Bu hükümler, Allah tarafından size farz kılınmıştır.
Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Süddi ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen bir görüşe göre cahiliye döneminde, küçük çoculara ve
kadınlara mirastan pay venniyorlar ve onlar için şöyle diyorlardı: "Ata
binmeyene, eli kılıç tutmayana ve düşmanla savaşmayana nasıl mal
verebiliriz?"
İslam geldikten sonra
bu âyet nazil oldu, küçüğün, büyüğün, kadının ve erkeğin mirasta paylan
olduğunu açıkladı.
Mücahid ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen diğer bir rivayete göre bu âyetin nüzul sebebi, ölenin
malının, sadece çocuklanna verilmesi, vasiyetin de
sadece anne ve babaya yapılmasıdır. Allah
teala, bu âyet-i kerimeyi göndererek, anne baba dahil bütün mirasçıların
paylarını belirtmiş ve daha Önce yapılanlardan dilediğini neshetmiştir.
Bu âyet-i kerimenin
nüzulü hakkında Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Resulullah ve
Ebubekir, Seleme oğullarının kaldıkları yerlerden geçerlerken hasta olduğum
için beni ziyarete gelmişler ve Resulullah beni baygın vaziyette bulmuş.
Resulullah su istemiş ve abdest almış sonra o sudan bana serpmiş. Bunun
üzerine ben ayıldım. Ve dedim ki: "Ey Allanın Resulü, malım hakkında ne
yapmamı emredersiniz?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu[23]
Taberi diyor ki:
""Eğer denilecek olursa ki "Âyet-i kerimede, ölenin yalnız bir
kızı varsa ona mirasın yansının verileceği, ikiden fazla kızı varsa mirasın
üçte ikisinin verileceği beyan ediliyor fakat ölenin iki kızı varsa onların
paylarının ne olacağı belirtilmiyor." Cevaben denilir ki: "Bu iki
kızın payının da, ikiden fazla olan kızlar gibi olduğu, şüphe götürmeyecek
derecede kuvvetli olan sünnetle sabittir.
Yine Taberi diyor ki;
"Ayet-i kerimede, ölenin çocuğunun bulunması halinde anne ve babadan
herbirinin, mirastaki paylarının altıda bir okluğu zikredilmektedir. Buna
göre, Ölen kişinin, sadece bir kızı bir da babası bulunacak olursa kız,
terekenin yansım.baba da altıda birini alacaklardır. Terekenin geriye kalan
altıda iksi ne olacaktır?" Cevaben denilir ki: "Mirasta paylan
bulunanlar, haklarını aldıktan sonra terekeden bir miktar artacak olursa bu miktar,
Resulullah (s.a.v.)in beyan etmesiyle ölenin en yakın olan erkek akrabasına
verilir. Bu itibarla misalde zikredilen halde kız terekenin yansını aldıktan
sonra geri kalan ki sim tamamen babaya verilir. Baba terekenin altıda birini,
hak sahibi olarak alır altıda
ikisini ise, ölenin en yakın erkek akrabası olarak alır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilirse ke Ayet-i kerimede ölenin mirasçıları yalnızca anne ve
baba olursa, terekenin üçte birini annenin alacağı zikrediliyor, geriye kalanın
ne olacağı belirtilmiyor." Cevaben denilir ki: "Yukarıda da
zikre-dildiği gibi bu durumda da baba, Ölen kişiye en yakın akrabadır. Bu
itibarla hak sahibi anne, mirastan üçte bir payını aldıktan sonra terekenin
geriye kalanı babaya aittir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki âyet-i kerimede "Eğer ölenin kardeşleri
varsa, terekenin altıda biri ananındır." buyurulmakta ve ölenin birden çok
kardeşinin bulunması durumu zikredilmekte, tek kardeşinin bulunması durumu
zikredilmemektedir. Acaba ölenin, anne ve babasıyla birlikte tek kardeşi varsa
annenin bu durumda mirastaki payı ne olacaktır? Cevaben denilir ki:
"Âyet-i kerimede anne ve babayla birlikte, ölenin birden çok kardeşi
bulunması halinde annenin mirastaki payının değişerek üçte birden altıda bire
düşeceği zikrediliyor ve bundan da anlaşılıyor ki, ölenin yalnızca bir kardeşi
bulunursa . annenin mirastaki üçte bir payı değişmemektedir. Zira bu hüküm daha
önce zikredilmiş fakat değişeceğine dair bir şey de zikredilmemiştir. O halde
bir insan ölür de geriye anne baba ve bir de kardeş bırakacak olursa anne
mirasın üçte birini alacak mirasın geri kalan üçte ikisi en yakın erkek akraba
olarak babaya ait olacaktır,
Âyet-i kerimenin
"Eğer ölenin kardeşleri varsa" bölümündeki "Kardeşler"
kelimesi çoğul olarak şeklinde zikredilmektedir. Arapçada çoğul, ikiden daha
fazla sayılar için kullanıldığından, âlimler buradaki çoğulun, gerçek anlamda
mı kullanıldığı yoksa birden fazla olan iki kardeşin de bu ifadenin içine
girip ginneyeceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Sahabi,
Tabiin ve onlardan sonra gelen âlimlerin çoğunluğu, âyetin bu bölümünde
zikredilen"Kardeşler" kelimesine iki kardeşin de girdiği
görüşündedirler. Bunlara göre, bir kişi ölür de geride anne baba ve birden
fazla kardeş bırakacak olursa annenin mirastan payı altıda birdir. Geri kalanı
babanındır. Bu görüşte olanlar delil olarak ümmetin geçmişlerinden bu
meselenin böyle olduğunun yaygın bir şekilde nakledildiğini, bu nedenle şüphe
götünnediğini söylemişlerdir.
b- Abdullah
b. Abbas ise, iki kardeşin, burada zikredilen "Kardeşler" ifadesine
dahil edilemeyeceğini, zira Arapçada "İkil"in ayrı bir kalıp olduğunu
söylemiş Hz. Osmanın, iki kardeşi de, ikiden çok kardeşler gibi saymasına
karşı çıkmıştır. Abdullah b. Abbasa göre, bir kişi ölür de geriye anne, baba ve
iki de kardeş bırakacak olursa terekenin üçte birini anne alır. Geriye kalan
babaya verilir.
Taberi birinci
görüşün, sahabi ve onlardan sonra gelen ümmetten yaygın bir şekilde nakledilmiş
olması hasebiyle tercihe şayan olduğunu ve Arapçada bazen ikil yerine çoğul
kelimelerin kullanıldığını, âyetin bu bölümünde de aynı durumun söz konusu
olduğunu söylemiştir, İkil kelime yerine çoğul kelime kullanılmasına
misallerden biri de şu âyettir. "Ey Peygamber hanımları, eğer ikiniz de
Allaha tevbe ederseniz kalbleriniz gerçeğe yönelmiş olur. [24]Bu
âyette geçen kelimesi ikil olarak zikredilmiş kelimesi ise çoğul olarak
zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki Arapçada bazen çoğul kelimeler ikil
kelimelerin yerine de kullanılmaktadır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Ölenin, iki veya daha çok kardeşi
bulunması halinde annenin payının üçte birde altıda bire düşürülmesinin sebebi
nedir? Cevaben denilir ki: Bu hususta âlimler, farklı görüşler beyan et-mişî
erdir:
Katadeye göre bunun
sebebi, çocukların nafakalarının, babalarına ait olmasıdır. Bu nedenle baba,
buradaki durumda oğlunun mirasından daha fazla pay almaktadır.
Abdullah b. Abbastan,
Tavusun naklettiğine göre ise ölenin kardeşlerinin çok olması halinde annenin
mirastaki payının, üçte birden altıda bire düşüüşü-nün sebebi, annenin payından
kesilen miktarın, kardeşlere verilmesi içindir.
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan söz şudur: Allah teala, ölenin kardeşlerinin,
birden çok olması halinde annenin mirastaki payının üçte birden altıda bire
düşeceğini belirtmiş ve bunun hikmetini bize bildinnemiştir. Allah teala,
yaratıkları için neyin daha faydalı olacağını çok iyi bildiğinden, bunu böyle
yapmıştır. Bizler bunu bilmekle yükümlü değiliz. Olabilir ki bu durumda
annenin, mirastaki payının düşürülmesi babaların, çocukları bakmakla yükümlü
olmalarındandır. Veya başka bir sebeptendir. Bununla birlikte Tavusun, Abdullah
b. Abbastan naklettiği "Anneden kesilen payın, kardeşlere verilmesi içindir."
şeklindeki görüş, ümmetin icmaı hilafına olduğundan şazdır. Reddedilir. Zira
ümmet, ölenin babası bulunduğu sürece, mirasından kardelerine pay düşmeyeceği
hususunda icma etmiştir. Ayrıcı Hasan b. Muhammedin, Abdullah b. Abbastan,
kardeşlerin mirasçı oldukları "Kelale" durumunu, ölenin babass ve
çocuğu olmama" şeklinde izah ettiğini rivayet etmiştir. Bu rivayet de,
Tavusun rivayetine muhaliftir.
Ayet-i kerimenin
devamında "Bu paylar, ölenin vasiyeti yerine getirilip veya borcu
Ödendikten sonra hak sahiplerine verilir." bu vurulmaktadır. Burada, her
ne kadar, vasiyetin yerine getirilmesi, borçların1 ödenmesinden önce
zikre-dilmişse de Hz. Alinin de Resulullahtan naklettiği gibi Ölenin önce.
borçları ödenir daha sonra vasiyeti yerine getirilir. Buna göre bir insan
öldüğünde önce bütün borçlan ödenir. Bu borçlar, terekenin tümünü bilirse dahi
borçlar ödendikten sonra, geriye kalan terekeden, ölenin terekesinin üçte
birini aşmamak şartıyla vasiyeti yerine getirilir. Terekenin üçte birini aşan
vasiyet için, ölenin mirasçılarının izni. gerekir. Onlar izin vermezlerse, terekenin
üçte birinin üzerindeki vasiyet geçersizdir. Borçlar ödenip vasiyetler yerine
getirildikten sonra, geriye kalan tereke, mirasçılar arasında kitap ve sünnetin
belirttiği şekilde taksim edilir.
Âyet-i kerimede
"Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size fayda bakımından daha
yakın olduğunu siz bilemezsiniz." Duyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas
buradaki "Yakmhk"tan maksadın, âhirette görülecek yakınlık olduğunu,
zira orada, Allah tealantn, kullarından bazılarını, diğerlerine şefaatçi
kılacağını söylemiştir. [25]
Mücahid ise, buradaki
yakınlıktan maksadın, dünyada görülecek yakınlık olduğunu söylemiş, İbn-i Zeyd
de, bu yakınlığın hem Allaha yakınlık hem de dünyadaki davranışlarla
gösterilecek yakınlık olduğunu söylemiştir. [26]
12- Eğer
hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yansı sizindir. Şayet
çocukları varsa, bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Bu paylar, ölenin
vasiyeti yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Eğer
siz, çocuk bırakmadan ölürseniz, geriye bıraktığınız mirasın dörtte biri
hanımlanmızındır. Şayet çocuklarınız varsa, bıraktığınız mirasın sekizde biri
hanımlarınızmdır. Bu paylar, yaptığınız vasiyetler yerine getirilip ve varsa
borcunuz ödendikten sonra verilir. Eğer ölen bir erkek veya kadın, usul ve
füruu olmayıp zayıf bir derece ile varis olunuyorsa, kendisinin bir erkek veya
kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan herbirinin miras payı, terekenin altıda
biridir. Eğer mevcut olan kardeşler bundan daha çok iseler, bu takdirde
kardeşler mirasın üçte birini, eşit olarak taksim ederler. Bu paylar, ölenin
vasiyeti yerine getirilip ve varsa borcu ödendikten sonra verilir. Ancak
mirasçılar zarara uratilmamalıdır. Bunlar, Allah tarafından bir emirdir.
Allah, her şeyi bilen ve yarattıklarına çok yumuşak davranandır.
Ey erkekler,
kanlarınız ölür de geride çocuk bırakamayacak olursa onla-nn terekelerinin
yansı sizindir. Onlann çocuğu varsa, bıraktıkları mirasın dörtte biri size
aittir. Bu taksim de onlann meşru ölçüler içinde yaptıkları vasiyetlerin yerine
getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonra yapılır. Kadınların, ölen
kocalanndan kendilerine düşen miras paylan ise siz kocaların, herhangi bir
çocuğunuz olmadığı zaman bıraktığınız mirasın dörtte biridir. Eğer çocuğunuz
varsa, kadınların payı mirasınızın sekizde biridir. Bu taksim de, yaptığınız
meşm vasiyetlerinizin yerine getirilmesinden ve borçlann ödenmesinden sonra yapılır.
Eğer bir erkeğe veya kadına babası ve çocuklan dışındaki kimseler mirasçı
oluyorsa bunlann da mirastan payı altıda birdir. Şayet, anneden kardeşler iki
ise her biri mirasın altıda birini alır. Bu kardeşler ikiden fazla iseler hepsi
müştereken mirasın üçte birini alırlar. Bunlar, anne tarafından kardeşler
oldukları için mirasta erkek ve kız ayınmı yapılmaz. Bu taksimat da, yapılan
meşru vasiyetin yerine getirilmesinden ve borçların Ödenmesinden sonra yapılır.
Vasiyet yapılırken mirasçılara zarar verilmez. Bu hükümler, Allah tarafından
bir emirdir, allah, her şeyi bilendir ve yaratıklanna çok yumuşak davranandır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Eğer, ölen bir erkek veya kadın, usul ve füruu olmayıp zayıf bir
derece ile varis olunuyor da" diye tercüme edilen cümlesindeki kelimesinin
mânâsı hakkında âlimler, farklı görüşler zikretmişlerdir,
a- Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas, Süleym b. Abd es-Seluli, Katade, Hakem,
İbn-i Zeyd, Zühri ve İbn-i İshaktan nakledilen bir görüşe göre
"Kelale" demek, çocuk ve babanın dışında olan kimse" demektir.
Bu hususta şa'bi diyor ki; "Ebubekir (r.a.)dan Kelalenin mânâsı soruldu. O
da dedi ki: "Ben bu kelimenin mânâsı hakkında kendi görüşümü söyleyeceğim.
Eğer doğruysa Allahtandır. Yanliş ise benden ve Şeytandandır. Kanaatimce
Kelale, baba ve çocuğun dışındaki akrabalardır." Şa'bi diyor ki:
"Ömer (r.a.) Halife olunca o da şöyle dedi: "Ben, Ebubekirin
söylediği bir şeyi reddetmekten dolayı Allahtan utanırım.
b- Tavusun,
Abdullah b. Abbastan naklettiğine göre ise "Kelale"den maksat,
çocuğun dışındaki akrabalardır. Abdullah b. Abbastan nakledilen bu görüşe göre
bir kişi ölür de geride anne baba ve anne bir kardeşler bırakacak olursa, anne,
terekenin altıda birini alır. Anne bir kardeşler de terekenin altıda birine
mirasçı olurlar. Çünkü bu görüşe göre, babası bulunan kimse "Kelale"
yoluyla mirasçı olma durumundadır.
c- Hakeme
göre ise "Kelale" babanın dışındaki akrabalardır. Müfessirler, ölüp
geriye, baba ve evlat dışındaki mirasçılan bırakan kimsenin, bu durumuna
"Kelale" durumu denildiğini ancak "Kelale"nin ölen kişinin
kendisini sıfatı mı yoksa baba ve çocuklan dışındaki mirasçılarının sıfatı mı
olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
Süddi ve Abdullah b.
Abbasa göre Kelale, ölen kişinin sıfatıdır. Babası ve çocuklan bulunmayarak
ölen kişiye "Kelale" denir.
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise "Kelale", ölenin babası ve çocuklan olmaması
halinde diğer mirasçılara verilen bir sıfattır. Bu durumda ölen bir kişinin
kardeşine, bacısına ve diğer mirasçılarına "Kelale" denir.
İbn-i Zeyde göre ise
"Kelale" baba ve çocuğu almayarak ölen kişinin hem kendisine hem de
mirasçılarına verilen bir sıfattır.
Taberi bu görüşlerden,
"Kelale"den maksat mirasçılardır." diyen görüşün tercihe şayan
olduğunu zira bu hususta Resulullahtan rivayet edilen şu sahih hadislerin,
mirasçılara "Kelale" dendiğini ifade ettiklerini söylemiştir..
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Dedim ki: "Ey
Allanın Resulü, mirasın kime ait olacak? Zira bana ancak "Kelale"
durumundaki kimseler mirasçı oluyorlar." Bunun üzerine mirasçıların
paylann paylanın bildiren âyet nazil oldu[27]
Amrb. el-Kari diyor
ki:
"Resulullah,
"Cirane"denen yerden, Umre yapmak üzere Mekkeye geldiğinde acı çeken
ve düşkün bîr halde olan Sa'dı ziyaret etti. Sa'd dedi ki: "Ey Allanın
Resulü, benim malım var. Bana mirasçılar "Kelale" olarak mirasçı
olacaklar. Ben, malımın hepsini vasiyet edeyim mi? Veya tasaddukta bulunayım
mi? "Resululfah: "Hayır" dedi.[28]
Alâb. Ziyad diyor ki:
"Bir adam Ömer b.
el-Hattaba soru sordu ve dedi ki: "Benim mirasçılarım
"Kelale"dir. Ben malımın yansım vasiyet edeyim mi? Ömer
"Hayır" dedi. [29]
Âyet-i kerimede geçen
"Eğer ölen bir erkek veya kadın, usui ve füruu olmayıp zayıf bir derece
ile varis olunuyor da, kendisinin bir erkek veya kızkarde-şi bulunuyorsa,
bunların herbirinin miras payı, terekenin altıda biridir." ifadesin-deki
"Erkek ve kizkardeş"ten maksat, Sa'd b. Ebi Vakkasın kıraatmda da zikre-dildiği
gibi ölenin anne bir erkek kardeşi veya kızkardeşidir. Bu kardeşler, kadın
olan anneleri yoluyla mirasçı oldukları için, erkek kardeşle kızkardeşin payı
eşittir.
Âyet-i kerimede:
"Ancak mirasçılar zarara uğratılmamalıdır." Duyurulmaktadır. Bu
ifadeden maksat, miras bırakan vasiyet ederken mirasçılarına zarar vermeyecek
bir şekilde vasiyet etsin." demektir.
Abdullah b. Abbas:
"Vasiyet ederken mirasçılara zarar vermek büyük günahlardandır."
demiştir. Bu hususta Ebu Hureyre de Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor:
"Bir erkek veya
kadın, aitmiş sene Allaha itaatla amel ederler. Sonra bu ikisine ölüm gelir
çatar. Vasiyet ederken mirasçılarına zarar verirler. Böylece ikisi için de
cehennem ateşi vacib olur." Ebu Hureyre bundan sonra bu âyetin "Ancak
mirasçılar zarara uğratılmamalıdır." bölümünü okumuştur. [30]
13- İşte
bunlar, Allahin koyduğu sınırlardır. Kim Allaha ve Resulüne itaat ederse, Allah
onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Orada ebedi kalacaklardır. İşte
büyük kurtuluş budur.
Allanın size
gönderdiği bu hükümler, ona itaatla isyan arasına koyduğu sınırlardır. Bunları
aşmayın. Kim, Allanın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak Allaha ve
Peygamberine itaat ederse, Allah onları altından ırmaklar akan cennetlerine
koyar. Onlar orada ebedi olarak kalırlar. Orada ne ölüm vardır ne de oradan
çıkmak. İşte en büyük kurtuluş budur.
Âyette geçen ve
"Allanın koyduğu sınırlar" diye tercüme edilen ifadesi Süddi
tarafından "Allanın zikrettiği şartlardır." şeklinde Abdullah b.
Abbas tarafından, "Allaha itaat yollandır." şeklinde izah edilmiştir.
Bazılarına göre ise bu ifadeden maksat, Allanın sünneti emirleridir. Bazılarına
göre ise "Allanın beyan ettiği farzlardır." şeklinde izah edilmiştir.
Taberi ise kelimesinin mânâsının, "iki şeyin arasını ayıran sınır."
demek olduğunu, bu nedenle buradaki dan maksadın "Allaha itaatle
itaatsizliğin arasını ayıran sınırlar." demek olduğunu söylemiştir. Yani,
Allanın, mirasa dair zikrettiği hükümler, Allaha itaatle isyanın arasını ayınp
belirleyen sınırlardır. Nitekim, âyetin sonunda, Allaha itaat edenlerin
mükâfaatlandınlacaklannm zikredilmesi ve bundan sonra gelen âyette de isyan
edenlerin cezaiandırılmalannın zikredilmesi, bu izahın doğru olduğunu
göstermektedir. [31]
14- Kim,
Allaha ve Resulüne isyan eder ve Allanın koyduğu sınarları aşarsa Allah onu,
ebedi kalacağı cehennem ateşine koyar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.
Kim, Allahm emirlerine
karşı gelip, haram kıldıklarını işleyerek miras hükümlerine aykın davranarak
Allaha ve Peygamberine isyan eder ve Allanın koymuş olduğu hudutları aşıp
yasakladığı şeyleri işlerse, Allah onu, ebedi olarak içinde kalacağı, azap
görmekle ölmeyeceği cehenneme koyacaktır. Onun için, hor ve hakir düşüren bir
azap vardır.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Mirasın taksiminde Allanın emirlerine
uymayan kimse ebedi olarak cehennemde kalacak mıdır ki miras hükümlerini
belirten âyetlerden sonra zikredilen bu âyette, Allaha isyan edenin, ebedi
olarak cehennemde kalacağı beyan diliyor?" Cevaben denilir ki: "Şayet
miras taksiminde, Allahın emirlerine uymayan kimse bu haliyle birlikte Allanın
farz kıldığı miras hükümlerinde şüphe edecek olursa veya Allaha karşı meydan
okuyacak olursa, elbette ki böyle bir kimse, ebediyen cehennemde kalır.
"Nitekim, Abdullah b. Abbasın da zikrettiği gibi, miras hükümlerini
belirten âyet-i kerimeler inince bir kısım münafık insanlar bu âyetlerin
hükmünde şüphe etmişler diğer bazıları ise bu âyetin hükümlerine karşı
çıkmışlardır. [32]
15- Zina
yapan kadınlarınıza karşı içinizden dört şahit getirin. Şahitlik yaparlarsa
ölüm onların alıncaya veya Allah, onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.
Evli olsun veya
olmasın, kadınlarınızdan zina yapanlar aleyhine dört müslüman erkeği şahit
tutun. Eğer bu erkekler, kadının zina ettiğine dair şahitlik yaparlarsa, ölüm
onları alıncaya veya Allah bir yol açıncaya kadar onları evlere hapsedin.
Ayet-i kerimede:
"Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun."
buyurulmaktadır.Bu âyet, evli veya bekâr olarak zina eden erkek ve kadının cezalarının,
Allah teala tarafından beyan edilmesinden önce nazil oimuştur. Bu âyete göre
zina eden evli veya bekâr kadınlar evlere hapsedilip tutuluyordu. Kendileri
için çıkar bir yol bekleniyordu. Daha sonra inen âyetler, evli olarakzina eden
erkek ve kadının cezalarını veya bekâr olarak zina eden erkek ve kadınların
cezalarını beyan etti. Böylece bu âyette zikredilen yol açılmış oldu. Bu âyette
açılmasının beklenmesi istenen ve daha sonra açılan yolun, yani cezanın ne
olduğu hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah, Abdullah b. Kesir, Süddi, İbn-i Zeyd ve Dehhaka
göre, zina edenler için daha sonra açılan yol ve kesinleşen ceza şudur: Zina
eden erkek olsun kadın olsun bekâr ise kendisine yüz sopa vurulur. Bu husus şu
âyet-i kerimede zikredilmektedir. "Zina eden kadın ve erkeğin her birine
yüzer değnek vurun. [33]
Zina edenler erkek
olsun kadın olsun evli iseler taşlanarak öldürülürler. Nitekim Resululahin
tatbikatı böyle olmuştur.
b- Katade ve
Ubade b. Samite göre zina edenler için açılan yol ve kesinleşen ceza şudur:
Zina eden erkek veya kadın bekâr ise her birine yüzer sopa vurulur. Ve bir yıl
sürgün edilir. Evli iseler herbirine yüzer sopa vurulur. Daha sonra taşlanarak
öldürülürler. Bu hususta Ubade b. Samit şunları söylemiştir:
"Resulullah âyet
indiğinde sıkıntı içine girerdi. Yüzünün rengi değişirdi. Yine bir gün ona âyet
indirildi. Kendisinin o hale girdiği görüldü. Daha sonra bu sıkıntıdan açılınca
şöyle buyurdu: (Şu hükmü) benden alırı; Allah; zina eden kadınlar için yol
belirledi. Evlinin evli ile zina etmesi cezasını da, bekânn bekâr ile zina
etmesinin cezasını da belirtti. Evli olarak zina edene önce yüz sopa vurulur
daha sonra taşlanarak öldürülür. Bekâr olarak zina edene ise yüz sopra vurulur
sonra bir yıl sürgün edilir. [34]
Taberi diyor ki:
Tercihe şayan olan görüş "Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde
tutun." ifadesindeki, açılması beklenen ve daha-sonra açılan yoldan
maksat, evli olarak zina edenlerin taşlanarak öldürülmeleri, bekâr olarak zina
edenlere de yüz sopa vurulması ve bir yıl sürgün edilmeleridir." diyen
görüştür. Zira Resulullahın, evli olarak zina edenlere yüz sopa vurmadığına
sadece recmettiğine dair nakledilen haberler sahihtir. Keza Resulullahın, bekâr
olarak zina edenler yüzer sopa vurulmasına ve bir yıl sürgün edilmelerine dair
hüküm verdiği sahih olarak nakledilen haberlerdendir. Bu haberler Ubade b.
Samitten nakledilen, evli olarak zina edenlere, recmedilmelerinden önce yüz
sopa vurulmasını beyan eden haberin zayıf olduğunu göstermektedirler.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "îslamın ilk zamanlarında kadın zina edince ölünceye kadar eve
hapsedilirdi. Sonra Allah teala "Zina eden erkekle zina eden kadından
herbirine yüzer sopa vurun." âyetini gönderince Resulullah, evli olduğu
halde zina edenleri recmederek öldürttü. Böylece Allah teala, zina edenlere
verilecek cezayı göstermiş oldu. [35]
16- Sizden
fuhuş yapan kadın ve erkeğe eziyet edin. Tcvbc edip kendilerini ıslah
ederlerse onlardan vaz geçin. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri kabul eden ve çok
merhamet edendir.
Fuhuş yapan bekâr
kadın ve bekâr erkeğe, ayıplayarak,, azarlayarak, döverek eziyet edin. Şayet
onlar tevbe eder ve Allahın rızasını kazanacak şekilde ameller işleyerek
kendilerini düzeltirlerse onları bırakın. Şüphesiz ki Allah, tev-beîeri çokça
kabul eden ve çokça merhamet edendir.
* Âyet-i kerimede
"Sizden fuhuş yapan kadın ve erkeğe eziyet edin" Duyurulmaktadır.
Müfessirler bu âyette, fuhuş yaptıkları belirtilen kişilerin kimler oldukları
hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Süddi ve
İbn-i Zeyde göre bu âyette, fuhuş yaptıkları zikredilen kimilerden maksat,
erkek olsun kadın olsun bekâr olarak zina edenlerdir. Zira bundan önceki
âyette, evli olarak zina yapanların hükümleri zikredilmiş ve onların hapsedilmeleri
emredilmiştir. Bu âyette de bekâr olarak zina edenler zikredilmiş ve
kendilerine eziyet edilmesi emredilmiştir.
b- Mücahide
göre ise bu âyette, fuhuş yaptıkları zikredilen kimselerden
mksat, birbirleriyle livata yapan cinsel
erkeklerdir.
c- Ata,
İkrime, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Kesire göre ise bu âyeti kerimede, fuhuş
yaptıkları beyan edilen kişilerden maksat, evli veya bekâr zina eden erkek ve
kadındır.
Taberiye göre bu
görüşlerden daha doğru olanı, bu âyette zikredilen "Fuhuş yapanlardan
maksat, bekâr olarak zina eden erkek ve kadınlardır." diyen görüştür.
Zira bu âyette, fuhuş yapanlar tesniye (İkil) olarak zikredilmişlerdir. Şayet
bundan önceki âyet kadınlara, bu âyet de erkeklere ait hükümleri beyan etmiş
olsalardı bu âyette ya çoğul kalıbı kullanılarak denirdi veya tekil kalıbı
kullanılarak denirdi. Durum böyle olmadığına göre bu âyetin sadece erkeklere
ait hükmü beyan ettiğini söylemek isabetli değildir.
Diğer yandan, bundan
önceki âyette de, fuhuş yapanların cezası belirtildiğine göre bu âyette zikredilen
"Fuhuş yapanlar"ın, evlilerden farklı kimseler oldukları
muhakkaktır. Önceki âyette zikredilenlerin cezası hapsedilme, bu âyette
zikredilenlerin cezası da eziyet etme olduğuna göre ve hayat boyu hapsedilme,
eziyet görmeden daha ağır bir ceza olduğuna göre, önceki âyet, evli olarak zina
edenlerin cezasını, bu âyette de bekâr olarak zina edenlerin cezası
belirtilmiştir. Nitekim daha sonra da, evli olarak zina edenlerin cezası, bekâr
olarak zina edenlerden daha ağır olarak belirlenmiştir. Evliler taşlanarak
öldürülür bekârlar ise yüz sopa vurulur ve sürgün edilir.
Âyet-i kerimede, fuhuş
yapanlara eziyet edilmesi emredil inektedir. Mü-fessirler bu eziyetten neyin
kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Katade ve
Süddiye göre burada zikredilen eziyetten maksat, sözle ayıplama ve kınamadır.
Bu hususta Süddi diyor ki: "Cezalar gelmeden önce zina eden bir genç
erkek azarlanır ve ayıplanıldı. Ta ki bu işi bıraksın"
b- Mücahide
göre ise burada zikredilen eziyetten maksat, zina edenlere sövmmektir.
c- Abdullah
b. Abbasa göre ise buradaki eziyetten maksat, hem sözle ayıplamak hem de
sövmektir.
Taberi diyor ki:
"Allahü teala bu âyet-i kerimede müminlere, zina eden erkek ve kadınlara
eziyet etmelerini emretmiştir. Aslında eziyet, insanın gönnüş olduğu ve
sevmediği bir muameledir. Bu şey, bir kötü söz de olabilir bir kötü davranış
da. Buradaki eziyetten neyin kastedildiği hususunda kesin bir delil olmadığına
göre bunu herhangi bir eziyete tahsis etmek doğru değildir. Bizim bu eziyetin
ne olduğunu bilmemizde de hiçbir fayda yoktur. Zira burada zikredilen eziyet,
Nur suresinde beyan edilen sopa atma ve Resulullahın yaptığı recmetme
cezalarıyla neshedimiş ortadan kaldırılmıştır. Nitekim Mücahid, İkrime, Hasan-ı
Basri, Abdullah b. Abbas, Süddi, Dehhak,
Katade ve îbn-i Zeyd bu âyetin, ve bundan önceki âyetin, Nur suresinin ikinci
âyeti ve Resulullahın sünnetiyle nes-hedildiğini zikretmişlerdir.
Hasan- Basri diyor ki:
"Zina cezasıyla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyet, zina yapanlara
sadece eziyet edilmesini emretmektedir. Bundan önceki on beşinci âyet ise hapis
cezası verilmesini hükme bağlamaktadır. Nur suresinin ikinci âyetinden onuncu
âyetine kadar olan âyetler ise fuhuş hakkında inen en son âyetlerdir. Bu
itibarla zine yapanlar bekâr iseler, kendilerine yüz sopa vurulur. Eğer biri
evli diğeri bekâr iseler, kendilerine yüz sopa vurulur. Eğer biri evli diğeri
bekâr ise evliye recm bekâra sopa cezası tatbik edilir. B sebeple bu surenin
on beşinci ve on altıncı âyetleri mensuhtur. [36]
17- Allah katında
makul olan tcvbe, ancak cehaletle kötülük işleyip, hemen tevbe edenlerin
tevbesidir. İşte onların tevbesini Allah kabul eder. Allah, her şeyi çok iyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Allah katında makul
olan tevbe ancak, Allaha iman ettikleri halde bilmeyerek kötülük işleyip sonra
da kendilerine ölüm gölmeden önce derhal tevbe edenlerin tevbesidir. Allah işte
böyle insanların tevbesini kabul eder. Allah, kullarından kendisine
yönelenleri çok iyi bilendir, yaptıklarında ve sevk ve idaresinde hükümve
hikmet sahibidir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Cehaletle kötülük işleyen" diye tercüm e edilen ifadesindeki
"Cehaletle" kelimesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler
çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Ebul
Âliye, Katade, Mücahid, Süddi, Abdullah b. Abbas, Ata b. ebi Rebah ve İbn-i
Zeydden nakledilen bir görüşe göre, buradaki "Cehaletle" ifadesinden
maksat, kulun, günah işleme halidir. Bu hususta Ebul Âliyenin şunu söylediği
rivayet edilmiştir: "Resulullahın sahabileri derlerdi ki "Kulun günah
işlemesi cehaletin kendisidir." Katade de şöyle demiştir:
"Resulullahın sahabileri, kasıtlı olsun kasıtsız olsun, herhangi bir
şekilde günah işlenecek olursa onun cehalet olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir." Bu izaha göre, âyetin bu bölümünün mânâsı: "Allah
katında makbul olan tevbe, ancak cahilce kötülük işleyip..." şeklindedir.
b- Mücahid
ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "Cehaletle"
ifadesinden maksat, "Kasıtlı olarak günah işleyen" demektir.
c- Dehhaka
göre ise buradaki "Cehaletle" ifadesinden maksat, dünyada işlenen
günahtır.
Taberi bu görüşlerden,
tercihe şayan olanı "Cehaletle" ifadesinden maksat, "Kötülüğü
işlemektir" şeklindeki görüş olduğunu söylemiştir. Günah işleyenin,
kasıtlı ve kasıtsız olması farksızdır. Aksi takdirde, kasıtlı bir şekilde günah
işleyenin günahının affedilmeyeceğini söylemek icabederki, bu da,
Resulullah-tan geldiği sabit olan "Her tevbe edenin, tevbesinin kabulünün
ümit edildiği ve güneş batıdan doğmadıkça tevbe kapısının açık olduğunu"
şeklindeki hadislere ters düşmekte ve Allah tealanın şu âyetine muhalif
olmaktadır. "Fakat tevbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun
dışındadır. İşte onlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa
uğratilmayacaklardır.. [37]
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Hemen tevbe ederler" diye tercüme edilen cümlesindeki
ifadesinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- Süddi ve
Abdullah b. Abbasa göre "Hemen" diye tercüme edilen ifadesinden
maksat, "Hayatta ve sıhhatli iken" demektir.
b- Abdullah
b. Abbas, Ebu Miclez, Muhammed b. Kays ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe
göre bu ifadeden maksat, "Ölüm meleğini gönneden önce" demektir.
Dehhak, kulun tevbesi, ölüm meleğini görünceye kadar geçerlidir. Ölüm meleğini
gördükten sonra artık onun için tevbe imkanı yoktur." demiştir.
c- Dehhak,
îkrime, îbn-i Zeyd, Ebu Kılabe ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe
göre "Hemen" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Ölüm
gelmeden Önce tevbe etmektir" Bu hususta Ebu Kılabe diyor ki: "Allah
tebareke ve teala, İblise lanet edince, İblis ondan kendisine mühlet vermesini
istedi. Allah teala da ona, kıyamet gününe kadar mühlet verdi. Bunun üzerine
İblis "İzzetine yemin olsun ki ben, Âdemoğlunun vücudunda can bulunduğu
müddetçe onun kalbinden çıkmayacağım." dedi. Allah teala da "Ben de
izzetime yemin ederim ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe ben onun için
tevbe kapısını kapatmayacağım." buyurdu.
Hasan-ı Basri diyor
ki: "Bana ulaştığına göre, Resuluîlah buyurmuştur ki "İblis, Ademin
vücudunun içinin boş olduğunu görünce şöyle demiştir: "İzzetine yemin
olsun ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe ben onun içinden
çıkmayacağım." Allah teala da buyurmuştur ki "Ben de izzetime yemin
ederim ki, onun vücudunda can bulunduğu müddetçe onunla tevbesi arasına
girmeyeceğim."
Abdullah b. Ömer de
Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Şüphesiz ki
Allah, "Can boğaza gelip dayanarak göğüse hırıltı düşmedikçe, kulun
tevbesini kabul eder. [38]
Taberi diyor ki:
"Burada, "Hemen tevbe ederler" diye tercüme edilen ifadesini
"Ölüm gelip çatmadan önce Ali ahin emir ve yasaklarını anlayabilecek
haldeyken tevbe ederler." diye izah eden görüş daha isabetlidir. Zira
tevbenin mânâsı, işlemiş olduğu günahlardan dolayı pişman olmak ve bir daha yapmamaya
dair karar vermektir. Kişinin, ölümünden önce böyie bir karar vermesi, her
zaman için mümkündür. Ancak, böyle bir karar verebilmesi için aklının yerinde
olması, ölüm sarhoşluğu ve can verme meşakkati içinde olmaması gerekir. Nitekim
Resuluîlah "Göğüse hırıltı düşünceye kadar" tevbenin kabul
edileceğini beyan etmiştir. Önemli olan, kişinin, aklı başındayken bilinçli bir
şekilde tevbe etmesidir. [39]
18- Günah
işleyip tc kendisine ölüm gelince "Şimdi tevbe ettim." diyenler ile
kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul olmaz. İşte bunlar için canyakıcı bir azap
hazırladık.
Allaha isyanda ısrar
edip sonra ölüm gelip kendisine çattığında öleceğini hissederek "Şimdi ben
tevbe ettim." diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbeleri Allah katında,
kabul edilen tevbelerden değildir. Biz, işte onlar için can yakıcı bir azap
hazırladık.
* Kul, öiüm sarhoşluğu
halindeyken, canını almak isteyen meleği ve diğer varlıkları görür de
"Şimdi ben tevbe ettim." derse böyle tevbeler Allah katında makbul
değildir.
Nitekim Abdullah b.
Ömer, Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.
"Şüphesiz ki
Allah, kulunun tevbesini, can çekişme haline düşüp boğazına hırıltılar
gelmeden evvel kabul [40]
Müfessirler
"Günah işleyip te kendisine Ölüm gelince 'şimdi tevbe ettim' diyenler."
ifadesinde zikredilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli
görüşler zikretmişlerdir.
a- Rebi' b.
Enese göre burada işaret edilen kimseler münafıklardır. Zira bundan Önceki
âyette müminlerin, âyetin bu bölümünde münafıkların ve sonunda da kâfirlerin
tevbe etme durumları zikredilmiştir.
b- Süfyan
es-Sevriye göre ise burada işaret edilen kişilerden maksat, müslümanlardır.
Zira münafıkların da dahil oldukları kâfirlerin tevbe etme durumları âyetin
sonunda zikredilmiştir.
c- Abdullah b.
Abbasa göre ise âyetin bu bölümünde zikredilen kişilerden maksat, müslüm ani
ardır. Ancak âyetin bu bölümü neshedilmiştir. Zira Allah te-aîa bu âyetten
sonra "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bunun
dışında dilediğini bağışlar, [41] âyetini
indinniştir. Kâfir olarak ölenlere affedilmeyi haram kılmış, tevhid ehlinin
tevbesini ise kendi iradesine bağlamıştır. Onlan, af hususunda ümitsizliğe
düşünmemiştir.
Taberi bu görüşlerden
ikinci görüş olan Süfyan es-Sevrinin görüşünün tercihe şayan olduğunu, âyet-i
kerimenin, can venne sarhoşluğundaki müslü-manlann tevbelerinin kabul
edilemeyeceğini beyan ettiğini söylemiştir. Zira
münafıkların da
gerçekten kâfir olduklarından âyetin sonunda, tevbeleri kabul edilmediği beyan
edilen kâfirlere dahil olduklarını bu nedenle âyetin bu bölümünden maksadın
münafıklar olduğu söylendiği takdirde âyette yersiz tekrar olduğu kabul
edileceğini zikretmiştir. [42]
19- Ey iman
edenler, istemedikleri halde kadınlara zorla vâris olmanız size helal
değildir. Açık bir hayasızlık yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmım alıp
götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlara iyilikle muamele eden. Eğer
onlardan hoşlanmıyorsanız, olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah sizin
için çok hayır takdir etmiştir.
Ey iman edenler,
akrabalarınızdan herhangi biri ölür de geriye hanımı kalırsa o hanımı rızası
olmadan miras yoluyla, zorla o hanımla evlenmeye kalkmayın. Zina, isyankârlık
gibi açık bir hayasızlık yapmadıkça, onlara vemıiş olduğunuz mehir ve benzeri
şeyleri geri almak için onlan sıkıştırmayın, onlara eziyet etmeyin. O
kadınlara iyilikle muamele edin. Allanın size emrettiği gibi davranın. Şayet o
kadınlardan hoşlanmıyorsanız onları hemen boşamayın, bekle-yin.Belki hoşunuza
gitmeyen şeylerde Allah sizin için çok hayır takdir etmiştir.
Müfessirler, âyet-i
kerimenin "Ey iman edenler, istemedikleri halde zorla kadınlara varis
olmanız size helal değildir." bölümünde zikredilen "Varis olma"
ifadesini iki şekilde izah etmişlerdir:
Abdullah b. Abbas,
Sehl b. Haniyf, İkrime, Hasan-ı Basri, Ebu Miclez, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid,
Süddi, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Miksem, burada zikredilen "Vâris olma"
ifadesinden maksadın, ölen akrabanın karısıyla evlenmeye varis olma anlamında
olduğunu söylemişlerdir. Zira cahiliye döneminde bir kişinin babası veya
kardeşi yahut oğlu gibi akrabaları ölür de geriye kansı kalacak olursa bu kişi
bu akrablannın karısıyla evlenme hakkına varis olduğunu kabul eder, onunla,
mehir vermeksizin evlenirdi. Veya başka birisiyle evlendirir mehirini de kendisi
alırdı. Yahut da ölünceye kadar onun evlenmesine engel olurdu ki kadın ancak
ölen kocasından aldığı mehiri geri vererek evlenme hakkına sahib olabilsin.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "İslamdan önceki cahiliye döneminde bir erkek ölür de
geride hanımı kalırsa, öien kişinin akrabaları kendilerini, o kadını almaya
daha layık kabul ediyorlardı. İsterlerse kendileri o kadınlarla evleniyorlar
veya başkalarıyla evlendiriyorlar, isterlerse de o kadının, ölünceye kadar
başkalarıyla evlenmesine mâni oluyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nazil
oldu ve bu âdeti yasakladı.
b- Abdullah b. Abbas
ve Zühriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Vâris
olma"dan maksat, kadınların mallarına zorla vâris olmadır. Zira, cahiliye
döneminde, kadınlar istemedikleri halde velileri onların evlenmelerine engel
oluyor, evlerinde hapsediyorlardı. Ta ki öldüklerinde onların miraslarına
sahibolsunlar.
Bu hususta da Abdullah
b. Abbas diyor ki: "Kişi ölür de geriye kansi kalacak olursa, Ölen adamın
akrabası gelir, elbisesini o kadının üzerine atar böylece başkalarına engel
olurdu. Eğer kadın güzel ise onunla evlenirdi. Çirkin ise, öldüğünde malına
mirasçı olmak için onu evinde haphsederdi.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden, tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen vâris
olmadan maksadın, akrabaların kanlarının nikâhlarına varis olduğunu söyleyen
görüştür. Zira, Allah teala, mirasın hükümlerini belirten âyetlerde, erkek
olsun, kadın olsun, akrabaların birbirlerine nasıl mirasçı olacaklarını beyan
etmiştir. Ayrıca bu âyette, erkeklerin.kadınlara zorla varis olmalarının yasaklamasına
gerek yoktur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, bu âyetle, yasaklanması istenen,
ölen akrabaların hanımlarının nikâhına mirasçı olma düşüncesidir. Böylece Allah
teala, kişinin, evlendiği hanımından faydalanma hakkının, ölmesiyle sona ermiş
olacağını ve bu faydalanma hakkının diğer eşyalardan faydalanma hakkı gibi,
mirasçılarına intikal etmeyeceğini beyan etmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Kadınlara verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları
sıkıştırmayın." şeklindeki tercüme edilen ifade müfessirler tarafından
farklı şekillerde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Haşan-ı Basri ve İkrirne gibi bir kısım âlimlere göre burada hitap,
Ölen erkeğin mirasçılarıdır. Ve bu ifadeden maksat şudur: Ey ölen erkeklerin
mirasçıları siz, ölen akrabanızın sağ kalan karısının, kocasından aldığı mehire
mirasçı olmanız için onun evlenmesine engel olup onu ölünceye kadar
hapsetmeyin."
Abdullah b. Abbas,
Katade, Said b. Cübeyr, Süddi ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre
burada hitap kocalaradır ve bu ifadeden maksat şudur: "Ey insanlar,
sizler, kendilerine ihtiyaç hissetmediğiniz kadınları istemeyerek nikâhniz
altında tutup, kendilerine verdiğiniz mahirleri tekrar size iade etmeleri için
onları sıkıştırmayın.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: Kişi evlendiği hanımı sevmediği için ondan ayrılmak ister fakat
verdiği mehiri geri almak için aynim ad an Önce onu sıkıştırır veya herhangi
bir eziyette bulunursa, o kişi işte bu âyetin muhatabıdır. Allah teala, böyle
davranmayı yasaklamıştır.
c- Mücahide
göre ise, buradaki hitap, kadınlann veli telinedir. Allah teala, Bakara
suresinin iki yüz otuz ikinci âyetinde, velilere, kadınların evlenmelerine
engel olmalarını yasakladığı gibi bu âyette de velilere, kadınların
evlenmelerine engel olmalarını yasaklamıştır.
d- İbn-i
Zeyde göre ise, âyetin bu bölümündeki hitap, karılarını boşayan kocalarına
aittir. Zira, Mekkede bulunan Kureyşliler, şerefli kadınlarla evleniyorlar
sonra da geçinemedikîeri oluyordu. Bu takdirde koca kendisi izin vermeden,
başkasıyla evlenemeyeceğine dair kadından yazılı bir belge alıyordu. Bir kimse
gelip o kadınla evlenmek isteyecek olursa kadın, bir şeyler vererek eski
kocasını razı ederse kadının evlenmesine müsaade ederdi. Aksi takdirde onun
evlenmesine engel olurdu. İşte bu âyet-i kerime indi ve kanlanın boşayan kocaların
böyle davranmalarını yasakladı.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, buradaki hitabın, evli olan
kocalara yapıldığını söyleyen görüştür. Allah teala, karısını sevmediği ve
ondan ayrılmak istediği halde, onu boşamayan, sadece verdiği mehiri geri alması
için onu nikahı altında tutan ve onu sıkıştıran kocalara, bu şekilde
davranmalarını yasaklamıştır. Ancak, kanlan açık bir hayasızlık yaptıkları takdirde,
böyle bir tazyike baş vurarak verdikleri mehirleri geri alabileceklerine izin
vermiştir.
Taberi devamla diyor
ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: "Kadını sıkıştıracak
ve hapsedecek iki kısım erker vardır. Bunlardan biri, kocasıdır. Koca,
sevmediği halde sırf verdiği mehiri geri almak için kadını, nikahı altında
tutar ve aynı zamanda ona kötü davranır ki kadın mehiri geri verip boşansm. Diğeri
ise, kadının evlendinnede velisidir. Madem ki, kadını hapsedecek olan bu iki
kısım erkektir, bunlardan, velinin kadına verdiği bir şeyi geri alması söz konuş
değildir. Âyet-i kerime, sıkıştıran kişinin, verdiği şeyi geri alma maksadı ile
sakişürdığım beyan etmektedir. O halde buradaki muhatabın, kadının kocası olduğu
muhakkaktır.
Âyet-i kerimede,
"Açık bir hayasızlık yapmadıkça" bu yurul m aktadır. Yani, "Ey
müminler, kendilerini sevmediğiniz halde sırf, verdiğiniz mehiri size iade
etmeleri için, kanlanmzi nikâhınız altında tutup, onları sıkıştırmayın. Ancak,
onların apaçık bir hayasızlık yapmaları durumu müstesnadır. Onlar, böyle bir
hayasızlık yapacak olurlarsa sizin, verdiğiniz meniden tekrar size iade
etmeleri için onları sıkıştırmanız helaldir."
Müfessirier âyetin bu
bölümünde zikredilen hayasızlıktan neyin kastedildiği hususunda iki görüş
zikretmişlerdir.
a- Hasan-i
Basri, Ata el-Horasani, Ebu Kılabe ve Süddiye göre burada geçen
"Hayasızlık"tan maksat, kadının zina etmesidir. Kadın böyle bir suç
işlemiş olursa kocanın, karısına baskı yaparak, vermiş olduğu mehiri geri
alması caizdir. Kadına verilecek zina cezası ayrıdır.
b- Abdullah
b. Abbas, Miksem, Dehhak, Katade ve Ata b. Ebi Rebaha göre ise, burada
zikredilen "Hayasızlık"tan maksat, kadının kocasına buğuz etmesi ve
ona itaat etmemesidir. Bu görüş, Abdullah b. Mes'uddan da nekledil-miştir.
Taberi ise, buradaki
hayasızlığın, mutlak bir şekilde zikredilmesi hasebiyle, kadının, kocasına
karşı diliyle eziyet etmesini de, iffetini korumayarak zina eünesini de kapsar
mahiyette olduğunu söylemiş bu nedenle karısından itaatsizlik ve eziyet gören
yahut onun fuhuş işlediğini tesbit eden bir kocanın, karısını sıkıştırarark
ona verdiği mehiri geri almasının caiz olacağını söylemiştir.
Taberi bu hususun bu
âyet-i kerimede açıkça ifade edildiği gibi Resulul-lahtan rivayet edilen şu
hadis-i şeriflerde de beyan edildiğini zikretmiştir. Resu-lullah, Veda
hutbesinde şöyle buyunnuştur:
"Ey insanlar,
kadmlar hususunda Allahtan korkun. Çünkü siz onları Alla-hın size emaneti
olarak aldınız. Onların, avret mahallerini Allanın emriyle helal edindiniz.
Sizin, onların üzerinde olan hakkınız, sevmediğiniz bir kimseye yatağınızı
çiğnetmemeleridir. (İstemediğiniz kimseleri izniniz olmadan evlerinize kabul
etmemeleridir. Veya zina etmemeleridir.) Şayet bunu yapacak olurlarsa siz onlan
ağır bir şekilde olmamak şartıyla dövün. Kadınların sizin üzerinizdeki
haklan ise örfe göre yiyecekleri ve
giyecekleridir. [43]Diğer bir hadisinde
Resuluîîah şöyle buyurmuştur:
"Kadınlar
hakkında, Aziz ve Celil olan Allahtan korkun. Çünkü kadınlar, sizin yanınızda
yardımcılardır. Kendileri için hiçbir şeye sahip değillerdir. Onların sizin
üzerinizde sizin de onların üzerinde haklarınız vardır. Sizin, onların üzerinde
olan haklarınız, sizin dışınızda herhangi bir kimseye yatağınızı çiğnetmemeleri
ve istemediğiniz bir kimsenin, evinize girmesine izin vermemeleridir. Şayet
kadınlann itaatsizliğinden korkacak olursanız onlara Öğütte bulunun. Yataklarından
uzaklasın ve onlan, ağır olmayacak bir şekilde dövün. Onlann sizin üzerinizdeki
haklan ise Örfe göre yiyecekleri ve giyecekleridir. Sizler kadınları Allahın
emaneti olarak aldınız ve onlan avret mahallerini Allanın emriyle helal
edindiniz. [44]
20- Bir eşi
bırakıp ta başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine (bıraktığınıza) pek
çok mal vermiş olsanız dahi ondan bir şey geri almayın. Onu bir iftira ve açık
bir günah olarak mı geri alacaksınız?
Hanımlarınızdan birini
boşayıp yerine başka bir hanımla evlenmek istediğinizde, boşamak istediğiniz
hanıma, daha önce mehir olarak pek çok mal vermiş olsanız bile, bu mallardan
herhangi bir şeyi geri almanız size helal olmaz.
Siz o malı bir iftira
sonucu ve açık bir günah olarak mı geri alacaksınız?
Cahiliye döneminde,
karılarını boşamak isteyen bazı erkekler, evlendikleri zaman, tamamını
vermeyip bir kısmını üzerlerinde bıraktıkları mehirini vermekten kurtulmak
için, kadına zina isnad eder böylece ona iftirada bulunurlardı. İşte bu âyet-i
kerime, bu davranışın çirkinliğine işaret etmektedir. [45]
21-
Birbirinizİe kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar sizden kuvvetli bir ahit almışken
verdiğinizi nasıl geri alabilirsiniz?
O kadınlara vermiş
olduğunuz melikleri nasıl geri alabilirsiniz? Sizler, birbirinizle kaynaşıp
başbaşa kaldınız. O kadınlar, sizden evlenirken kendilerini ya iyilikle
nikâhınız altında tutacağınıza veya Özellikle bırakacağınıza dair kuvvetli bir
söz almışlardır.
Abdullah b. Abbas,
Mücahid ve Süddiye göre buradaki "Başbaşa kalma" ifadesinden maksat,
cima etmektir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Ayette geçen
"Birbirinizle kaynaşmışken" ifadesinden maksat, cinsi yaklaşımdır.
Fakat Allah teala bunu, yüceliği gereği üstü kapalı bir şekilde ifade buyurmuştur.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Onlar sizden kuvvetli bir ahit amışken." ifade-sindeki
"Kuvvetli ahit"ten neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
a- Dehhak,
Katade, Süddi, Hasan-ı Basri ve Muhammed b. Şirine göre burada, kadınların
aldıkları zikredilen kuvvetli ahitten maksat, Allah teaîanın beyan ettiği gibi,
nikah akdi yaparken, erkeklere, ya kendilerini iyilikle tutmalarım veya güzellikle
serbest bırakmalarını şart koşmalarıdır. Âyet-i kerime, erkeklere, bu
vaadlerinde durmalarım emretmektedir.
b- Mücahid,
Muhammed b.Ka'b el-Kurezi ve İbn-i Zeyde göre bu âyet de zikredilen
"Kuvvetli ahit"den maksat, kadınları erkeklere helal kılan nikah
akdi-dir.
c- Cabir,
İkrime ve Rebi' b. Enese göre ise bu âyette zikredilen "Kuvvetli
ahit"ten maksat, Resulullahm şu hadisinde beyan ettiği ifadelerdir.
"Kadınlar
hakkında Allahtan korkun. Çünkü siz onları Allarım emanet etmesiyle aldınız ve
Allanın emriyle avret mahallerini kendinize helal edindiniz. [46]Bu
izaha göre; "Kadınlar sizden kuvvetli bir ahit almışlardır." demek,
"Siz kadınları Allanın size emanetiyle aldınız ve onların avret
mahallerini Allanın emriyle kendinize helal edindiniz." demektir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan, burada zikredilen kuvvetli ahitten
maksat, kadınların, evlenirken kocalarından, kendilerini iyilikle tutacaklarına
veya güzellikle serbest bırakacaklarına dair söz almalarıdır." diyen
görüştür.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin mensuh olup olmadığı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre bu
âyet-i kerime muhkemdir, mensuh değildir. Bu itibarla, koca karısını boşarken,
ona verdiği mehirden herhangi bir şeyi geri alması caiz değildir. Ancak koca
değil de kadın boşanmak isterse bu takdirde bir muhalaa olarak caizdir. Bekir
b. Abdullah el-Müzeniye göre ise, boşanmayı kadın isterse dahi erkeğin, kadını
boşama karşılığında herhangi bir şey alması caiz değildir. İbn-i Zeyde göre ise
kadınlara verilen mehiri geri almayı yasaklayan bu âyet-i kerime, Bakara
suresinde zikredilen şu âyet-i kerime ile neshedi İm iştir "Kadınlara
verdiğiniz mallardan herhangi bir şeyi geri almanız, size helal değildir.
Ancak eşlerin, Allanın koyduğu hudutları koruyamamaktan korkmaları haîi
müstesnadır. Şayet, Allanın koyduğu sınırlan koruyamamalarından korkarsanız,
kadının boşanması için bir bedel vermesinde, her iki eşe de bir günah yoktur. [47]
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, kadınlara verilen mehirin boşanma
halinde geri alınmayacağım beyan eden bu âyetin mensuh olmadığını söyleyen ve
kansım boşayan kocanın, karısına verdiği mehirden bir şeyi geri almasının caiz
olmayacağını, ancak karının boşanmayı istemesi halde caiz olabileceğini
zikreden görüştür.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Bu âyet-i kerimenin. Bakara suresinde geçen âyetle
neshedi İd iğin i söyleyebilmek için her iki âyetin hükümlerinin birbirlerine
muhalif olmada ve bağdaştırmalarının imkânsız olması durumunda söz konusu
olabilir. Halbuki bu âyetlerin hükümleri, birbirleriyle çelişmemektedir. Zira,
bu surede zikredilen âyet, erkeğin, kadını boşamayı istemesi halinde, ona
verdiği mehirden bir şey alamayacağı ifade edilmiş, Bakara suresinde zikredilen
âyette ise erkek istemediği halde kadının boşanmayı istemesi durumunda,
erkeğin, kadından, boşanması karşılığında bir şeyler alabileceğini ifade etmektedir.
Âyetlerin hükümleri birbirleriyle çelişmediğine göre ve bu âyetin
neshe-dildiğine dair de kesin bir delil bulunmadığına göre bu âyetlerden birine
nâsih birine mensuh demek doğru değildir.
Taberi devamla diyor
ki: "Bekir b. Abdullah el-Müzenin "Boşanma isteği kadın tarafından
gelse dahi erkek, karısını boşama karşilğmda ondan herhangi bir şey
alamaz." şeklindeki sözü, isabetli değildir. Zira, Resulullahın, Sabit b.
Kays b. Şemmas'a boşanmak isteyen karısından, vermiş olduğu mehiri geri almasını
emrettiği, sahih bir haber olarak sabittir. [48]
22-
Cahiliyct devrinde geçenler müstesna, babalarınızın nikahladığı kadınları
nikahlamayın. Çünkü bu, hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve kötü bir
yoldur.
Müfessirler bu âyet-i
kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Katade, İkrime ve Ata b. Ebi Rebaha göre bu âyeti kerime, cahiliye
döneminde Ölen babalarının kanlarıyla oğulların evlenmesi âdetini
yasaklamıştır. Şöyle ki: İslamdan önce, cahiliye döneminde evlatlar, babalarının
nikahladığı sonra da boşamaları veya ölmeleriyle ayrıldıkları kadınları jrıi
kanlıyorlardı. İslam bu çirkin tatbikatı yasakladı ve bunun bir hayasızlık, Al-Jahm
gazabına sebep olacak bir davranış ve çok kötü bir iş olduğunu beyan etti.
Bu hususta İkrime
diyor ki: "Bu âyet-i kerime, babalarının kanlarıyla evlenen şu kimseler
hakkında nazil olmuştur: Bunlardan biri Ebu Kays b. el-Es-let'dir. Bu kişi,
babası Eslet'in ölmesinden sonra analığı Ümmü Ubeyd bint-i Damre ile
evlenmiştir. Bu kişilerden bir diğeri, Esved b. Haleftir. Bu da babası Halefin
ölmesinden sonra, analığı olan Bint-i Ebu Talha ile evlenmiştir. Bir başkası
da Safvan b. Ümeyyedir. Bu da babası Ümeyye b. Halefin Ölmesinden sonra, analığı olan Fahite bint-i el-Esved
ile evlenmiştir. Başka biri de, Manzur b. Rebabdır.Bu da babası Rebab
b.Seyyarın Ölümünden sora, analığı olan Müleyke bint-i Harice ile evlenmiştir.
b- Diğer bir kısım
müfessirlere göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Sizler, kadınlarla,
babalarınızın evlendikleri gibi fasit şekilde evlenmeyin. Ancak sizin, cahiliye
dönemindeki babalarınız gibi evlenmeniz müstesnadır. Babalarınızın,
cahiliy dönemindeki fasit olarak
evlenmeleri hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve kötü bir yoldur.
c- İbn-i
Zeyd ise, bu âyeti şu şekilde izah etmiştir. "Ey insanlar, sizler,
babalarınızın sahih bir nikahla evlendikleri hanımlarla evlenmeyin. Ancak onların,
nikahsız olarak zina ettikleri kadınlar müstesnadır. Sizin, böyle olan kadınlarla
evlenmeniz helaldir. Çünkü onlar, babalarınıza helal olan kadınlar değillerdi.
Babalarınızın onlarla böyle yapmaları hayasızlıktı, sevilmeyen bir şeydi, kötü
bir yol idi.
Taberi, bu görüşlerden
ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, âyetin mânâsının şöyle olduğunu
zikretmiştir: "Ey insanlar, sizler, babalarınızın
fasit bir şekilde
evlendikleri gibi evlenmeyin. Ancak sizin, cahiliye döneminde, balalarınız gibi
fasit bir şekilde evlenmeniz müstesnadır, bağışlanmıştır. Zira babalarınızın
fasit bir şekilde evlenleri hayasızlıktır, sevilmeyen bir şeydir ve
kötü bir yoldur,
Taberi, bu görüşü
tercih etmesine gerekçe Olarak cümlesinde zikredilmesini göstermiştin Çünkü
insanlar dışındaki varlıklar için kullanılır. Bu itibarla bu cümlenin mânâsı
"Sizler, babalarınızın evlendikleri kimselerle (kadınlarla)
ienmeyin." mânâsı kastedilmiş olsaydı, yukarıda zikredilen cümlede, .irine
kullanılırdı. Zira insanlar için kullanılır. [49]
23- Size,
annelerinizle, kızlarınızla, kızkardcşlerinizlc, halalarınızla, teyzelerinizle,
kardeş kızlarıyla, kizkardcş kızlarıyla, sizi emziren süt anne-lerinzlc, süt
kardeşlerinizle, karılarınızın anneleriyle, cinsi münasebette bulunduğunuz
karılarınızdan olan ve evinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmek haram
kılındı. Eğer anneleriyle cinsi temasta bulunmamıştanız o kızlarla evlenmenizde
bir mahzur yoktur. Sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz ve iki
kızkardcşi bir arada almanız da (haram kılındı, Cahiliye devrinde) geçen ise
artık geçmiştir. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, soy, süt ve hısımlık yoluyla evleııilmesi haram kılınan kadınları
zikretmiştir. Soy yoluyla haram olanlar yediye ayrılır: Bunlar, anneler,
kızlar, kızkardeşler, halalar, teyzeler, kardeş kızları ve kızkar-deş
kızlarıdır.
Ayette, süt yoluyla
haram olanlardan süt anneler ve süt kızkardeşler zikredilmiştir. Süt mevzuunda
şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir:
Soy yoluyla haram
kılınanlar, süt yoluyla da haramdır. [50]
Bunun mânâsı şudur: Nasıl ki soy yoluyla anneler, kızlar, kızkardeşler,
halalar, teyzeler, kardeş kızları, kizkardeş kızları haram ise aynı şekilde
süt emen kimseye de süt yoluyla akraba olan bu kimseler haramdır. Yani süt emen
kimseye süt annesi, süt kızı, süt kızkardeşi, süt halası, süt teyzesi, süt
kerdişinin kızı, süt kızkar-deşinin kızı haramdır.
Hısımlık yoluyla haram
kılınanlar ise, eşlerin annesidir. Bunlar, kızların sadece nikah edilmesiyle
kızlarını nikahlayan kimseye haram olurlar. Gerdeğe girmeleri şart değildir.
Eşlerin başka kocadan olan üvey kızları. Bunlar, annelerinin sadece
nikahlanmalarıyla haram olmazlar. Ancak annelerinin gerdeğe girmesiyle üvey
balalarına haram olurlar.
Kişinin kendi
sulbünden gelen öz oğlunun eşiyle devlenmesi haramdır. Üvey evladının hanımıyla
evlenmesi ise caizdir.
İki kizkardeşle aynı
anda evli olmak ta haramdır. Yani bir kimse, bir kadınla evli iken onu
boşamadan veya o kadın ölmeden onun kızkardeşiyle evle-nemez.
Taberi diyor ki:
"Bu âyette zikredilen kadınlarla evlenmenin haram olduğu hakkında bütün
ümmet icma etmiştir. Sadece, kişinin nikahladığı karısıyla zifafa girmeden önce
onu boşaması halinde, boşadığı o kadının annesiyle evlenip evlenemeyeceği
hususunda ihtilaf vardır.
a- Selef ve
Halef ulemasının çoğunluğuna göre, kişinin karısının annesi, karısını sadece
nikahlamasıyla ona haram olur. İster zifafa girsin ister girmesin. Bunlara göre
zifafa girme şartı üvey kızlarla evlenme halinde aranır. Yani kişi bir hanım
nikahlar da onunla zifafa girmeden önce onu boşarsa o kadının kızıyla
evlenebilir. Eğer kadınla zifafa girmişse artık onun kızıyla hiçbir zaman
evle-nemez. Fakat kişinin karısının annesi böyle değildir. Yani bir kimse bir
kadınla nikahlandıktan sonra onunla zifafa girmese dahi o kadının annesi o kişiye
ebediyen haramdır.
b- Hz. Ali,
Zeyd b. Sabit ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre kişi, nikahladığı
kadınla zifafa ginneden o kadını boşarsa o kadının annesiyle evlenebilir. Eğer
zifafa girerse, zifafa girdiği kadının annesiyle evlenemez. Bunlara göre üvey
kızlarla kayın validelerin durumu aynıdır.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü bu görüş, sözleri
delil olan âlimler tarafından ittifakla kabul edilen bir görüştür. Ayrıca bu
hususta Resulullahtan da senedi tartışma götüren şu hadis rivayet edilmiştir.
Resulullah buyurmuştur ki: "Kişi bir kadınla evlenecek olursa artık onun
evlendiği kadının annesiyle evlenmesi helal olmaz. İster kadının kızıyla
zifafa girmiş olsun isterse girmemiş olsun. Kişi, bir kadının annesiyle
evlenecek olur da zifafa girmeden o kadını boşayacak olursa, dilerse o kadının
kızıyJa evlenebilir."
Taberi diyor ki:
"Her ne kadar bu hadisin isnadı tartışmaya açıksada da, sözleri delil
olabilecek âlimlerin, bu hadisin ifade ettiği mânânın doğru olduğunu
söylemeleri, başka delil getirmeye ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu hususta İbn-i
Cüreyc diyor ki: "Ben Ataya dedim ki: "Bir kişi bir kadını nikahlar
fakat onu yüzünü görmez ve onunla cinsi münasebette bulunmaz sonra da onu
boşayacak olursa o kişi o kadının annesiyle evlenebilir mi?" Ata dedi ki:
"Hayır evlenemez. Çünkü nikahlanan kadının annesi, kayıtsız şartsız haram
kılınmıştır. Yani kızıyla zifafa girilmesi şart koşulmamıştır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Cinsi temasta bulunduğunuz." diye tercüme edilen ifadesi,
Abdullah b. Abbas tarafından cinsi temasta bulunma" diye izah edilmiş
İbn-i Cüreyce tarafından ise, kadının elbisesinden soyunması mânâsında izah
edilmiştir. Ataya göre bir kişi bir kadınla nikahlanır, kadın
da erkeğin önünde soyunacak olursa erkek
onunla cinsi münasebette bulunmasa dahi o kadının kızıyla ebediyyen evlenemez.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki ifadesinden maksadın, cinsi
münasebet olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede:
"Sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz haram kılındı."
buyuru İm aktadır. Bütün âlimler, kişinin öz evladının nikahladığı hammıyia
ebediyyen evi enemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Oğlu ister zifafa
girmiş olsun ister girmemiş olsun. Kişi, süt oğlunun hammıyla da evlenemez.
Ancak evlatlığının hammıyla evlenebilir. Nitekim Resulîah, Zeyd b. Hari-senin
boşadığı karısı Zeyneble evlenmiştir. Evlatlıkların, öz evlat gibi olmadıkları
hususunda Allah teala şöyle buyurmuştur: "Allah, evlatlıklarınızı, öz
oğullarınız yapmadı. [51]"Muhammed, içinizdeki
adamlardan hiçbirinin babası değildir[52]
24- Evli
kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele geçirdiğiniz cariyeler müstesna.
Bunlar, Allanın, üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında iffetli
olarak, zina etmeksizin, mallarınız vasıtasıyla evlenmek istemeniz size helal
kılındı. Onlardan faydalanmanıza mukabil, kararlaştırılmış olan (nehirlerini
verin. Mehİr takdir edildikten sonra birbirinizi razı etmenizde bir mahzur
yoktur. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele geçirdiğiniz
cariyeler müstesna" şeklinde tercüme edilen cümledeki: ve kelimeleriyle
hangi kadınların kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
kelimesinin asıl manâsı "Korunmuş olanlar" demektir. Bir kadının
korunmuş olması evlenmesiyle veya iffetli oluşuyla gerçekleşeceğinden buradaki
kelimesinden evli kadinlar mı yoksa iffetli kadınlar mı kastedildiği hususunda
ihtilaf edilmiştir. Diğer yandan ifadesinin asıl mânâsı, "Sağ ellerinizle
sahi-bolduklannız." demektir. Yani, kişiye bir mal gibi intikal eden
kadınlar demektir. Bu şekilde bir kadın savaşta ganimet alınmak suretiyle elde
edilebileceği gibi cariye olan bir kadının satın alınması suretiyle de elde
edilebilir. Bu nedenle "Sağ ellerinizle sahibolduğunuz" ifadesiyle,
ganimet alman kadınlar mı yoksa satın alman cariyeler mi kastedildiği hususunda
da ihtilaf edilmiştir. Bu ihtilafları şu şekilde açıklamak mümkündür:
a- Abdulllah
b. Abbas, Ebu Kılabe, İbn-i Zeyd ve Mekhule göre bu âyette zikredilen
kelimesinden maksat, "Evli olan ve esir düşmeyen kadınlardır."
Bunlarla evleneilmesi haramdır. ifadesindeki kadınlardan maksat ise, evli
oldukları halde düşmandan ganimet kadınlardır. Bunların ganimet alınmaları,
kocalarıyla evlilik bağını kopanr. Bu nedenle bu kadınlarla iddetleri
bittikten sonra evlenmak caizdir. Bu görüşte olanlar, delil olarak bu âyet-i
kerimenin, "Evtas" denen yerde ganimet olarak alınan kadınlar
hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu nedenle, Allah teala bu âyet-i kerimede,
evli olan kadınlarla evlenmenin haram olduğunu bildirmekte ancak cihad sırasında
kafirlerden esir alınan evli kadınları istisna etmektedir. Bunlar cariyelerdir
ve sahiplerine helaldir.
Ebu Said el-Hudri
diyor ki:
"Resulîah
Huneyn" sevaşından sonra "Evtas" denen yere asker gönderdi.
Düşmanla karşılaşıp savaştılar. Neticede galip geldiler. Ganimetler ve
cariyeler aldılar. Fakat bu sahabiler, aldıkları cariyelerin, müşriklerden
kocaları bulunması sebebiyle onlara yaklaşmaktan kaçındılar.Bunun üzerine
Allah tealaO "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Ele
geçirdiğiniz cariyeler müstesna." âyetini indirdi. Böylece cariyeler,
iddetleri bittikten sonra, esir düşmeden önce evli olmalarına bakılmaksızın
müminlere helal kılındı. [53]
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Her evli kadınla evlenmek zinadır, haramdır. Ancak harp
sırasında ganimet olarak almanlar müstesnadır."
b- Abdullah
b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basri, Übey b. Ka'b,
Cabir b. Abdullah ve Enes b. Malikten nakledilen diğer bir görüşe göre burada
zikredilen kelimesinden maksat, "Evli olan herhangi bir kadındır.
"Evli olan kadınların başkalarıyla evlenmeleri haramdır. ifadesindeki
kadınlardan maksat ise evli olan köle
kadınlardır. Evli olan
köle kadınlar, satın alındıkları takdirdde onları satın alanlarla evlenmeleri
helaldir. Zira cariyeleri satmak, onları boşatmak demek olur. Bunlara göre
âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Evli olan kadınlar da size haram
kılınmıştır. Ancak cariye oldukları için satın aldığınız evli kadınlar müstesnadır.
Bunlarla evlenmeniz helaldir.
c- Ebu
Âliye, Ubeyde es-Selmani, Tavus, Said b. Cübeyr, Ata, Süddi. ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden
maksat, iffetli olan kadınlardır. ifadesindeki kadınlardan maksat ise, kişinin,
nikah akdi yaparak dörde kadar evlenebileceği hür kadınlardır. Bunlara göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Akrabalarınız dışında olan iffetli kadınlarla
evlenmeniz de haramdır. Ancak onlardan, dördü aşmamak şartıyla nikah akdi
yapıp mehir vererek ve şahit tutarak serî bir şekilde evlenmiş olduğunuz kadınlar
müstesnadır. İşte bunlar size helaldir." Bu görüşte olanlara göre âyet-i
kerimenin bu bölümü, surenin başlangıcında dörde kadar kadınla
evlenilebileceğini beyan eden âyet-i kerimeyi izah etmektedir. Zira dörtten
fazla evlenmenin haram olduğu ve dörde kadar evlenilen kadınların da şer'î
usullerde nikahlanarak helal olduklan bu âyetten anlaşılmaktadır.
d- Mücahtd,
Abdullah b. Abbas, Said b. el-Müseyyeb Adullah b. Mesud, Mekhul ve İbrahim
en-Nehaiden nakledilen diğer bu görüşe göre bu âyette zikredilen kelimesinden
maksat, "Evli olan kadınlar"dır. Bunlarla evlenmenin haram olduğu
zikredilmiştir. ifadesinden maksat ise, nikahla veya mülkiyetine sahibolmakla
evlenilen kadınlardır.
e- Ebu
Micleze göre buradaki kelimesinden maksat, ehl-i kitabın kadınlarıdır. Allah
teala bunlarla da evlenmenin haram olduğunu beyan etmiştir. Ancak nikah akdi
yaparak veya mülküne sahibolarak bunlarla evlenilebileceğini beyan etmiştir.
f- Süleyman
b. Ar'ara göre buradaki kelimesinden maksat, hür kadınlardır. Bunlarla nikah akdi
yapılmaksızın evlenmenin haram olduğu beyan edilmiştir.
g- Zühriye
göre ise buradaki kelimesinden maksat, hür ve iffetli olan kadmlardır.Bunlar ya
nikah yoluyla helal olurlar yahut cariye edinilmekle.
h- Ebu Said
el-Hudriden nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki kelimesinden maksat, evli
olan ve kocalarını bırakıp müminlere hicret eden kadınlardır. Allah teala bu
âyet-i kerimede, kocaları müslüman olan bu gibi kadınlannjıicret etmeleri
halinde muhacir müslümanlarla evlenemeye-ceklerini beyan etmiştir. Ta ki
kocaları hicret edip kendilerine kavusunlar.
Taberi diyor ki:
"Abdullah b. Abbas ve Mücahidin bu âyetin mânâsını anlayamadıklarını
söyledikleri nakledilmektedir. Burada zikredilen kelimesi, kelimesinin
çoğuludur. Asıl mânâsı "Evlenerek avret mahallerini koruyan kadın veya
iffetinden dolayı kendisini hayasızlıktan koruyan kadın." demektir.
Şehirlerin kalelerine denilmesi, o
kalelerin, insanları, düşmanlarından korumalarmdandır. Madem ki in asıl mânâsı
"Korunmuş ve mani olunmuş" demektir o halde bu âyetin mânâsı da
"Korunmuş ve yasaklanmış kadınlar size haramdır. Ancak malik olduklarınız
müstesnadır." demektir. İşte âyetin mânâsı budur. Kadının korunmuş ve mani
olunmuş olması, hür olmasıyla gerçekleşebilir. Nitekim şu âyet-i kerimede geçen
bu mânâdadır. "...Sizden Önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve
iffetli kadınlar... size helal kılındı... [54]
Yine kadının
"Korunmuş ve mani olunmuş" olması, müslüman olmasıyla
gerçekleşebilir.Nitekim bundan sonra gelen âyet-i kerimede zikredilen ve bu
kökten gelen kelimesi bu mânâdadır. "...Eğer evlendikten sonra (Müslüman
olduktan sonra) zina ederlerse o cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın
yansı verilir. [55]
Keza kadının, korunmuş
ve mani olunmuş olması, onun iffetliliği ile de olabilir Nitekim şu âyette zikredilen
kelimesi bu mânâdadır. "İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra bu
iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. [56]
Yine kadının, korunmuş
ve mani olunmuş olması, evlenmesiyle de olabilir. Allah teala bu âyette zikrettiği kelimesini, yukarıda zikredilen mânâlardan
herhangi birine tahsis etmemiştir. O halde kaoın hangi mânâda
korunmuş sayılırsa sayılsın onunla cinsi
münasebette bulunmak haramdır. Ancak bizim, korunmuş olan bir kadını satın
alarak mülkümüze geçirme durumunda veya nikahlayarak evlenmemiz durumunda
korunmuş olan kadınlar bize helal olabilir.
Bilindiği gibi Allah
teala bizlere, hür olan kadınların, akrabalık ve hısımlık yoluyla haram
olmayanlarından dörde kadar kadınla evlenmemizi helal kılmış, düşmandan
aldığımız cariyelerden de, soy ve hısımlık yönünden haram olmayanlarla
evlenmemizi helal kılmıştır. Allah teala ayrıca, ehl-i kitap olan düşmandan
alınan cariyelerin, esir alınmadan önce evli olmaları durumunda dahi onları,
ganimet alanlara helal kılmıştır. İşte bizim için helal kılınan kadınlar
bunlardır.
Zina etmeye gelince,
Allah teala bizlere, her türlü kadınla zina etmeyi haram kılmıştır. Kadın hür
olsun köle olsun, müslüman olsun kâfir olsun bu hüküm değişmez.
Kocası bulunan
cariyeye gelince, bunun, sahibine helal olması, ancak kocasının boşaması veya
ölmesinden sonra iddetinin bitmesiyledir. Efendisinin, evli olan cariyeyi
satması, bu cariyenin, evli olduğu kocasından boşanmış olmasını ve onu satın
alan yeni efendisine helal olmasını gerektirmemektedir. Zira Resulullah,
efendisi tarafından evlendirilen Berire isimli bir cariyeyi, Hz. Aişe-nin,
kararlaştırılan parayi vererek âzâd etmesinden sonra, evli olduğu kocasıyla
evliliğini devam ettirip ettirmemesinde serbest bırakmıştır. Resulullah, Hz.
Ai-şenin Berireyi azad etmesini, kocasından boşanma saymamıştır. Şayet bu bir
boşanma olsaydı Resulullah, Berireyi evliliği devam ettirip, ettirmemekte serbest
bırakmazdı. Bu da gösteriyor ki Resulullah, azad edilmeden Önce var olan nikah
akdinin devam etmekte olduğunu kabul etmiştir. Şüphesiz ki, mülkiyetin düşmesi
bakımından, kölenin azadedilmesiyle satılması aynıdır. Nasıl ki
azade-dilmesiyle mülkiyetinin düşmesine rağmen cariyenin nikahı bozulmuş
olmuyorsa satılarak mülkiyetinin gitmesiyle de nikahı düşmez. Ancak
azadedilmenin, satılmadan farklı bir yönü vardır. Azadedilen cariye, azad
edilmeden Öiıce evli bulunduğu kocasıyla evliliğini devam ettirip ettinnemekte
serbest bırakılır. Cariyenin satılması durumunda böyle bir seçenek hakkı
yoktur.
Ayet-i kerimede:
"Bunların dışında iffetli olarak, zina etmeksizin, mallarınız vasıtasıyla
evlenmek istemeniz size helal kılındı." buyuyrulmaktadır. Burada
zikredilen "Bunların dışında mallarınız vasıtasıyla evlenme size helal
kılyı-dı." ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah
edilmiştir.
a- Süddi ve
Ubeyde es-Selmaniye göre bu ifadenin mânâsı "Beşten daha az olan
kadınlarla mallarınızı vererek nikah yapıp evlenmeniz size helal kılındı."
demektir.
b- Ataye
göre ise "Haram olduğu zikredilmiş olanların dışındaki kadınlarla,
mallarınız vasıtasıyla evlenmeniz size helal kılınmıştır." demektir.
ç- Katadeye
göre ise bu ifadenin mânâsı "Haram olduğu bildirilenler dışındaki dördü
aşmayan hür kadınlarla ve cariyelerle, mallarınız vasıtasıyla evlenmeniz size
helal kılındı." demektir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bizim izah ettiğimiz
şu görüştür; Allah teala soydan ve
hısımlıktan haram olan kadınları beyan etmiş ondan sonra muhsenat (korunmuş)
olan kadınların haram olanlarını beyan etmiştir. Bu iki âyette, haram
olduklarını zikrettiği kadınların dışındaki kadınlarla, mallar vasıtasıyla
nikah yaparak veya satın alarak evlenmenin helal olduğunu, zinanın ise haram
olduğunu beyan etmiştir.
Taberi devamla diyor
ki: "Eğer denilecek olursa ki" Akrabalık ve hısımlıkla haram olan
kadınların dışında kalan kadınların helal olduklarını anladık fakat muhsenat
(korunmuş) olan kadınların hangileri helal hangileri haramdır?" Cevaben
denilir ki: "Hür olan kadınlardan birden dörde kadar olanları helal, evli
olmayan cariyelerden ise belli bir sayı söz konusu olmaksızın helaldırlar. Zira
âyet-i kerimedeki: "Bu sayılanlar dışında olanlar size helaldir."
ifadesi genel bir ifadedir. Bize helal olan her türlü kadını kapsamaktadır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Onlardan faydalanmanıza mukabil kararlaştırılmış olan mehirlerini
verin." diye tercüme edilen ifade.müfessirler tarafından çeşitli
şekillerde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Hasan-ı Basri, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre âyetin, bu bölümünün izahı
şöyledir: Evlenip kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınların, takdir edilmiş bir
miktar mehirlerini verin." Bu görüşte olanlara göre, kadınlardan
faydalanmaktan maksat, onlarla nikahlanıp zifafa girmektir. Bu hususta Ali b.
ebi Talha, Abdullah b. Abbasın şunu söylediğini rivayet etmiştir." Sizden
biriniz bir kadınla evlenir sonra da onunla bir kere de oisa cinsi münasebette
bulunacak olsa o kadının mehilinin tamamını vennek farz olur. Burada ifade
edilen "Faydalanmak"tan maksat, "Cinsi temas"tır. Bunlara
göre burda zikredilen üc-retler'den maksat da mehirlerdir.
b- Süddi,
Mücahid, Abdullah b. abbas, Übey b. Kâ'b, Hz. Ali ve Said b. Cübeyrden
nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsrşöyte-dir:
"Sizler, kadınlarla belli bir süreye kadar evlenerek onlardan faydalandığınızda,
faydalanmanız karşılığında venneyi tayin ettiğiniz ücretlerini onlara verin."
Bu hususta Süddinin
şunları söylediği rivayet edilmektedir: Ayetin bu bölümü, mut'ayı ifade
etmektedir. Mut'ada kişi bir kadını, belli bir süre için velisinin iznini
alarak ve iki de şahit tutarak evlenir. Müddet bittikten sonra artık erkeğin, o
kadının üzerinde hiç bir hakkı kalmaz. Ancak kadının rahminin temiz olduğunu
anlaşılmasını (hamile olmadığının anlaşılmasını) beklemesi gerekir. Böyle bir
nikahla evlenenler birbirlerine mirasçı olamazlar.
Ebu Nedre, Abdullah b.
Abbasın, Katade de Übey b. Kâ'bın, âyet-i kerimenin bu bölümüne "Belli
bir zamana kadar" mânâsını ifade eden cümlesini de ilave ederek şu şekilde
okuduktan rivayet etmişterdir: Bu kiraata göre, "Belli bir süreye
kadar" cümlesi de ilave edildiğinden, bu âyetin, mııt'a nikahına
yo-rumllanmasi icab etmiş olur.
Yine bu hususta Şu'be
diyor ki: "Ben, Hakem'den "Âyetin bu bölümü mensuh mudur?" diye
sordum. Hakem de dedi ki: "Hayır. Ali (r.a.) buyurdu ki: "Şayet Ömer
(r.a.) mufa nikahını yasaklamış olmasaydı, şaki olanlar dışında kimse zina
etmiş olmazdı."
Taberi diyor ki:
"Bu iki te'vilden doğru olan, âyet-i kerimenin bu bölümünü:
"Kadınlardan, nikahlayıp kendileriyle zifafa girdiklerinizin mehirlerini
verin." şeklindeki te'vildir. Zira Allanın, sahih bir nikah yapmaksızın
veya sahih bir mülkiyetle almaksızın, kadınlardan mut'a yoluyla faydalanmayı,
Peygamberinin diliyle haram kıldığına dair kesin delil bulunmaktadır. Biz, bu
kitabımızın başka yerlerinde, sahih nikahla yapılmayan mut'anın haram olduğuna
dair deliller zikrettik. Aynca burada da zikretmemize gerek yoktur.
Übey b. Kâ'b ve
Abdullah b. Abbastan nekledilen kıraat şekline gelince bu kıraat, müs-lümanlann Kur'anlannda tesbit
edilmiş olan şeklen muhalif bir kıraattir. Hiçbir kimsenin, mazeretleri
bertaraf edecek, kesin bir haber bulunmaksızın, Allah tea-lariın kitabına belli
şeyler ilave etmesi caiz değildir.
Ayet-i kerimenin
sonunda geçen ve "Mehir takdir edildikten sonra birbirinizi razı
etmenizde bir mahzur yoktur." şeklinde tercüme edilen ifade, müfes-sirler
tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.
a- Hadremiye
göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey kocalar, sizler.karı-lannıza mehir
takdir eder sonra da eliniz darahrsa mehirin indirilmesine veya bağışlanmasına
dair birbirinizle, nza gösterip ittifak etmenizde size bir günah yoktur.
b- Süddiye
göre ise bu ifadedin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, kendileriyle belli
bir süreye kadar mut'a yaptığınız kadınlarla, süre bittikten sonra o süreyi ve
takdir edilen ücreti arttırmaya, karşılıklı olarak razı olmanızda sizin için
mahzur yoktur.
c- Abdullah
b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler,
kanlarınıza, onlardan faydalanma karşılığında mehirlerini verdikten sonra
onlarla beraber kalmanızda veya ayrılmanızda sizin için bir mahzur yoktur,
d- îbn-i
Zeyde göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ey insanlar mehir takdir
etmenizden sonra, kanlarınızın mehirlerinden bir kısmını düşürmelerinde sizin
için bir mahzur yoktur."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, İbn-i Zeydin görüşüdür. Buna göre
âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizler, yaptığınız
nikah akdinden dolayı karılarınıza mehir vermenizden sonra sizlerle
kanlarınızın, mehirin bir kısmını düşürme veya alacağından vaz geçme yahut
vadesini erteleme veya tamamen düşürme hususunda nza göstererek ittifak etmenizde
sizin için bir mahzur yoktur."
Âyetin bu bölümü, şu
âyete benzemektedir: "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.
Eğer kendi istekleriyle mehirin bir kısmını size bağışlarlarsa onu afiyetle
yeyin. [57]
25- Sizden,
hür mümin kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, sahibolduğunuz mümin
cariyelerden evlensin. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz, birbirinizdensiniz.
O halde sahiplerinin izniyle ve mehirlerini örfe göre vermek suretiyle
cariyelerden iffetli olan zina etmeyen, dost da edinmeycnlerle evlenin.
Evlendikten sonra zina ederlerse o cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın
yarısı vardır. Bu hükümler, içinizden, sıkıntıya düşmekten korkanlaradır. Eğer
sabrccdcrscniz sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
Sizden, mali gücü
yeterli olmadığı için hür mümin kadınlarla evlenme imkanı bulamayanlar, mümin
cariyelerle evlensinler. Putperestlerle evlenmesinler. İşlerin gerçek yüzünü ve
sırlarını Allah daha iyi bilir. Bu itibarla evleneceğiniz cariyelerin gizli
taraflarını Allaha havale edin. Sizler, birbirinizdensiniz. O cariyelerle,
sahiplerinin iznini almak şartıyla evlenebilirsiniz. Ayrıca onlara, karşılıklı
olarak anlaştığınız mehirlerini verin. Onlann iffetli olmaları, fuhuş
yapmamaları ve dost tutmamaları şartiyle onlarla evlenebilirisiniz. Bu
cariyeler zina ederlerse bunların cezalan hür kadınlara verilen cezaların yansı
kadardır. Bu hükümler, içinizden günah işlemekten korkanlaradır. Sabreder de
cariyelerle evlenmezseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Ayyet-i kerimede
geçeave "Güç" mânâsına tercüme edilen kelimesi Mücahid, Abdullah b.
Abbas, Katade, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyde göre "Mal, bolluk ve maddi
imkân" demektir. Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir:
"İçinizden kimin, hür ve mümin kadınlarla evlenmeye maddi imkanı yoksa,
mümin olan cariyelerinizle evlensin."
Rebia, İbn-i Zeyd,
Cabir, İbrahim en-Nehai ve Atadan nakledilen diğer bir görüşe göre ise burada
geçen kelimesinden maksat, "arzu ve is-tek"dir.Bunlann anlayışına
göre âyetin izahı şöyledir: "Sizden kimin, hür ve mümin kadınlarla evlenme
arzu ve isteği yok da cariyelerle evlenmek istiyorsa, mümin olan
cariyelerinizle evlensin."
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu kelimesinin mânâsının "Maddeten güç
yetirme ve malca -zengin olma." demek olduğunu söylemiştir. Zira, bütün
âlimler, Allah tealanın, haram kıldığı herhangi bir şeyi sadece şehvani
arzulan tatmin etmek için helal kılmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. O
halde hür olan kadınlarla evlenme imkanı bulunan kişilere cariyelerle
evlenmeyi haram kılan Allah tealanın, sırf şehvani arzulan tatmin etmek için
onlarla evlenmeye izin vermesi de düşünülemez. Zira, çaresiz kalan kimsenin
leşten yeme ruhsatı, hayatını tehlikeden kurtarmak içindir. Şehvani arzulan
tatmin etmeme hali, böyle bir tehlikeyi meydana getirmeyeceğinden sırf bu
arzuları tatmin etmek .için haramların helal kılınması düşünülemez. Mesela,
bütün âlimler, bir insanın, hür veya cariye olan bir kadına âşık olması
halinde, kadının ona ancak nikahhmmasiyla, cariyenin de satın alınmasıyla helal
olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle bir kimse, âşık oldu diye, bir
kadınla nikahsız olarak evlenebilir mi? Veya cariyeyi satın almadan onunla
ilişki kurabilir mî? Bütün bunlar gösteriyor ki, burada ki kelimesinin mânâsı,
maddeten güç yetirmektir. Arzu ve istek mânâsına değildir.
Bu kelimenin,
"arzu" mânâsına geldiğini, maddeten hür kadınlarla evlenme imkanı
olan kimsenin, sırf hür kadınlarla evlenme arzusunda bulunmayıp cariyelerle
evlenmeyi" istediğinden, onlarla evlenebileceğini söyleyen görüşün fasit
olduğunu ortaya koymaktadır.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Cariyeler" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Genç
kızlarınız" demektir. Ancak burada zikredilen "Genç kızlar"dan
maksat, cariyelerdir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Said b.
Cübeyr, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri, bu kelimeyi bu şekilde izah etmişlerdir.
Âyetin bu bölümünden anlaşıldığı gibi, müslüman bir erkeğin hür kadınlarla
evlenme imkanı bulunduğu takdirde onlan bırakıp ta, nikah akdi yapmak
suretiyle cariyelerle evlenmesi caiz değildir. Bu hususta, Hasan-ı Basri,
Resulullahın, hür kadının üzerine cariye ile evlenmeyi, cariyenin üzerine de
hür kadınla evlenmeyi yasakladığını ve "Kimin hür kadınla evlenme imkânı
varsa cariye ile nikahlanıp evlenmesin." buyurduğunu rivayet etmiştir.
Âyet-i kerimede,
"Mümin cariyelerinizden evlenin." buyurulmaktadır. Müfessirler, mümin
olmayan cariyelerle evlenmenin bu âyetle haram kılınıp kı-lınmadığı hususunda
iki görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahid,
Said b. Abdülaziz, Malik b. Enes ve Malik b. Abdullah b. Ebi Meryemden
nakledilen diğer bir rivayete göre, mümin olmayan cariyeleri nikahlayarak
evlenmek haramdır. Zira bu âyetteki "Müminat" kelimesi bunu ifade
etmektedir. Bunlara göre, bir müslüman erkek, Hristiyan veya Yahudi olan hür
bir kadınla evlenebileceği halde bu iki ehlî-i.kitaptan olan herhangi bir cariye
ile nikah akdi yaparak evlenemez.
b- Ebu
Meysere, Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre ise bu âyette zikredilen
"Müminat" sıfatı, mümin olmayanları haram kılmak için değil sadece mümin
olan cariyelerle nikahlanarak evlenmenin mendup olduğunu ifade etmektedir. Bu
itibarla ehî-i kitap olan cariyelerle nikah akdi yaparak evlenmek caizdir.
Zira, Allah teala şu âyet-i kerimesinde ehli kitabın iffetli olan kadınlarıyla
evlenmenin, mutlak bir şekilde helal olduğunu beyan etmiş, hür ve cariye
ayınmı yapmamıştır. "...Hür ve iffetli mümin kadınlar ile, sizden Önce
kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar, size helaldir. [58] Bu
görüşte olan âlimlere göre, burada zikredilen "Müminat" kaydı, ehlı-i
kitap olmayan putperest cariyelerle nikah akdiyle evlenmenin haram olduğunu
ifade etmek içindir.
Taberi, cariyelerle
evlenmenin, ancak bir kısım şartların tahakkuku ile gerçekleşeceğinden ve bu
sıfatlardan birinin de "Mümin" olma sıfatı olduğundan, mümin olmayan
cariyelerle nikahlanarak evlenmenin haram olduğunu söyleyen görüşün tercihe
şayan olduğunu söylemiştir. Maide suresinde geçen ve ehl-i kitap olan
kadınlarla evlenmenin helal olduğunu beyan eden âyet-i kerimede, ehl-i kitap
olan kadınlar "Muhsenat" sıfatıyla sıfatlanmış!ardır. Bu safattan
maksat, "Hür olan kadınlar" demektir. Bu âyette ise, kendileriyle
evlenmek helal olan cariyeler, "Müminat" sıfatıyla
sifatlanmışlardır. Her iki âyetin ifade ettikleri mânâlar farklıdır. Bunlardan
birinin, diğerinin hükmünü bertaraf ettiğini söylemek isabetli değildir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Sizler birbirinizdensiniz" diye tercüme edilen ifadesi, Taberi
tarafından şöyle izah edilmiştir. "Sizler, birbirlerinizin cariyeleriyle
nikah akdi yaparak evlenin. Fakir olanınız, zengin olanınızın cariyesi ile
evlensin."
Âyet-i kerimede,
kendileriyle evlenilecek mümin cariyelerin iffetli olmaları, açıkça zina yapan
gizlice dost tuta» kimseler olmamaları şart koşulmaktadır. Bu hususta Abdullah
b. Abbas diyor ki; "Cahiliye döneminde insanlar, açıktan yapılan zinayı
haram, gizlice yapılanı ise helal sayarlardı ve derlerdi ki: "Açıktan
yapılan zina kınanır., Gizliden yapılanın ise bir mahzuru yoktur." İşte
bunun üzerine Allah teala "...Hayasızlıkların açığına da gizlisine de
yaklaşmayın. [59]âyetini indirmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Evlendikten sonra" diye tercüme edilen ifadesi iki şekilde
okunmuştur.
a- Bazıları
bunu şeklinde okumuşlardır. Mânâsı "Müslüman oldukları zaman"
demektir. Buna göre bu ifade ile âyetin mânâsı "Cariyeler müslüman olur ve
müslüman olmakla avret mahalleri haramdan korunur daha sonra da zina ederlerse
onlara, hür kadınlara verilen cezanın yansı vardır." şeklindedir.
Abdullah b. Mes'ud Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Zühri, Süddi, Salim ve Kasım, âyeti
kerimeyi bu şekilde izah etmişlerdir. Bunlara göre müslüman olan cariye, bekâr
dahi olsa zina etmesi halinde ona, hür kadının cezasının yarısı verilir.
Nitekim Hz. Ömer Beytül Mala ait olan ve zina eden bekâr cariyelere sopa cezası
vermiştir.
b- Diğer bir
kısım insanlar ise bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu
kelimenin mânâsı "O cariyeler, hür kimselerle evlenir bu sebeple avret
mahalleri haramdan korunmuş olur. Sonra da zina edecek olurlarsa onlara, hür
olan kadınların cezasının yansı vardır." Abdullah b. Abbas, Mücahid, Said
b. Cübeyr, Hasan-ı Basri ve Katade, âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Said b
Cübeyr, evli olmayan bir cariyenin zina etmesi halinde, kendisine sopa
vurulmayacağını söylemiştir.
Taberi, bu kıraat
şekillerinden ikisinin de, İslam beldelerinde bilindiği ve yaygın olduğunu,
okuyucunun, bunlardan herhangi birini okuması halinde isabet etmiş olacağını
söylemiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Sen, her iki kıraatin da caiz olduğunu
söyledin. îki kıraatin da caiz olması için her ikisinin mânâsının da aynı
olması gerekir. Halbuki buradaki, her bir kıraatin mânâsı farklıdır."
Cevaben denilir ki: "Her ne kadar bu kıraatlann mânâları farklı ise de
bunlardan birisi esas alındığında diğerinin ifade ettiği mânâ bertaraf
edilemez. Zira Allah teala, Peygamberinin diliyle, müslüman olan cariyeye de
müslüman olmayan cariyeye de, zina etmesi halinde ceza verileceğini beyan
etmiştir. Bu hususta Resuîullah, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin
cariyesi zina eder de onun zinası açığa çıkacak olursa ona sopa vursun. Onu
kınamasın. [60] Tekrar zina edecek olursa
ona yine sopa vursun ve onu kınamasın. Üçüncü defa zina edecek olursa onu,
kıldan bir ip karşılığında dahi olsa satın. [61]
Resuîullah başka bir
hadisinde ise "Malik olduğunuz kölelere hadleri uygulayın."
buyurmuştur. Resutullah, bu hadisleriyle, evli bekâr ayırmaksızm, kölelere
ceza uygulanmasını emretmiştir. O halde bunlara ceza vermek hem Allah tealanın
kitabı hem de Resulullahın sünnetiyle sabittir. Âyette zikredilen kelimesi, hem
evlenme hem de müslüman olma mânâsına geldiği gibi, hadis-i şeriflerde
zikredilenlerin de bu iki mânâya da geldikleri muhtemeldir. Bu itibarla,
hadislerin bazı rivayetlerindeki kelimesini yalnızca "Evlenmiş olma"
mânâsına veya "Müslüman olma" mânâsına alma isabetli değildir. O
halde zina eden her köle ve cariyeye zina cezasının uygulanması vaciptir.
Âyet-i kerimede
"O cariyelere, hür kadınlara verilen cezanın yansı vardır."
buyurulmaktadır. Taberinin izahına göre bir cariye evli dahi olsa, zina etmesi
halinde ona, bekâr olarak zina eden hür kadınlara verilen cezanın yansı verilir.
Yani onlara, elli sopa vurulur. Bunlann sürgün edilmeleri ve recmedilme-İeri
söz konusu değildir.
Âyet-i kerimede
"Bu hükümler, içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlaradır."
buyurulmaktadır. Burada "Sıkıntıya düşmek" diye tercüme edilen
kelimesi, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Atıyye ve Dehhak
tarafından "Zina etmek" olarak izah edilmiştir. Bunlara göre âyetin
bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Hür olan kadınlarla evlenmeye maddi
imkanları olmayanlara, mümin cariyelerle evlenmelerinin mubah olması,
içinizden, zina yapacağından korkanlar içindir.
Diğer bir kısım
âlimlere göre buradaki kelimesinin mânâsı "Ce-zalandınfıak" demektir.
Bunlara göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Bu hüküm, içinizden,
zina cezasından korkanlar içindir."
Taberi diyor ki:
"Bu kelimenin izahında, tercihe şayan olan görüş kelimesinin
"Sıkıntıya düşmek" olduğunu söyleyen görüştür. Buna göre âyetin
izahı şöyledir: "Bu hüküm, içinizden dini ve vücudu hususunda zarar göreceğinden
korkanlar içindir. Allah teala kelimesini mutlak bir şekilde zikrettiğinden
bunu genel anlamda almak elbette ki daha isabetlidir. [62]
26- Allah
size, dininizin hükümlerini açıklamak, sizden öncekilerin yollarını göstermek
ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir.
Allah size, helal ve
haramı açıklamak, sizleri, sizden önceki müminlerin yollarına iletmek ve
geçmişte işlediğiniz günahlarınızdan dolayı tevbenizi kabul etmek istiyor.
Allah, kullarının menfaatine olan şeyleri çok iyi bilendir, yaptıklarında
hüküm ve hikmet sahibidir. [63]
27- Allah
sizin tevbenizi kabul etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin, hak yoldan
iyice uzaklaşmanızı istiyorlar.
Allah sizi, kendisine
itaat etmeye döndürmek istiyor ki geçmişteki işlediğiniz günahtan affetsin.
Cahiliye dönemindeki haramları helal sayma günahlarınızı bağışlasın. Dünyanın
zevkine dalıp, şehvani arzularına köle olarak Şeytana tabi olanlar ise
sizlerin, Allanın emirlerinden uzaklaşmanızı, boyece haramları işleyip
günahlara sürüklenmenizi istiyorlar.
Müfessirler bu âyette
zikredilen "Şevhetlerine uyanlar"dan kimlerin kastedildiği hususunda
farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Mücahide
göre bunlar, zina edenlerdir. Zina edenler, müminlerin de kendileri gibi zina
etmelerini ve aynı seviyeye düşmelerini isterler.
b- Süddiye
göre ise "Şevhvetlerine uyanlar"dan maksat, Yahudi ve
Hris-tiyanlardır. Bunlar, müminlerin, Hak din olan islamdan sapıp başka yollara
kaymalarım isterler.
c- Bazı
âlimlere göre bunlardan maksat, Yahudilerdir. Yahudiler müslü-manlann, anne
ayrı baba bir kizkardeşleriyle evlenmelerini isterlerdi. Zira onlar kendileri
böyle kardeşleriyle evlenmeyi helal görürler.
İbn-i Zeyde göre ise
"Şehvetlerine uyanlar"dan maksat, dinin hükümlerine ters olarak
şehvani arzusuna uyan kimsedir. Böyle olan insanlar, müslüman-lann, dinlerinin
hükümlerini bırakarak onların şehvani arzularına uymalarını isterler.
Taberi âyet-i
kerimenin genel ifadesinin, bu zikredilen görüşlerden hepsini kapsar mahiyette
olduğunu, bu nedenle âyeti sadece belli kimselere tahsis etmenin doğru
olmayacağını söylemiştir. Bu itibarla Yahudilerin de Hristiyanla-nn da, zina
edenlerin de ve her bâtıl yola tabi olanların da, müminleri, hak yol olan
dinlerinden saptırmak istedikleri muhakkaktır. İşte âyet-i kerime bunu ifade
etmektedir. [64]
28- Allah
sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır.
Allah sizin için dini
hükümleri kolaylaştırmak ister. Siz insanlar, âciz varlıklar olarak
yaratılmışsimzdır. Özellikle kadınlar hususunda sabrınız pek azdır. Bu sebeple
de hür kadınlarla evlenmeye gücünüz yetmediği takdirde cariyelerle evlenmenize
izin verilmiştir. [65]
29- Ey iman
edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla
yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz
kî Allah, size karşı çok merhametlidir.
Ey iman edenler,
mallarınızı aranızda, faiz alma, kumardan kazanma gibi haksız yollarla yemeyin.
Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle veya bağışta bulunmakla yemeniz
helaldir. Birbirinizin canına kıymayın. Şüphesiz ki Allah, size karşı çok
merhametlidir. Birbirinizin kanını dökmenizi yasaklaması da merhametinin
gereğidir.
Âyet-i kerimenin
"Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyi." kısmı
müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas ve Süddi, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Ey
iman edenler, mallarınızı aranızda faiz, kumar, gasp ve zulüm gibi, Allanın
haram kıldığı yollarla yemeyin. Ancak razı olacağınız bir ticaret yoluyla
kazanacağınız mallan yeyin."
b- İkrime ve
Hasan-ı Basri ise âyet-i kerimenin bu bölümünün, insanların, misafir olma ve
ikram edilme yoluyla da birbirlerinin mallarını yemelerini yasakladığını, ancak
alış veriş yaparak birbirlerinin mallarını yiyebileceklerini beyan ettiğini
fakat daha sonra Nur suresinin şu âyeti inerek bunu neshettiğini ve müminlerin
birbirlerinin mallarını misafir olurken ve ikram edilirken
yiyece-bileceklerinin artık mubah olduğunu söylemişlerdir. "Kör için bir
güçlük yoktur, topal için bir güçlük yoktur, hasta için bir güçlük yoktur.
Sizin de kendi evlerinizde ve babalarınızın evlerinde veya annelerinizin
evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kızkardeşlerinizin
evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya
dayınlannızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarları emanet
edilip tasarrufunuza verilen evlerde veya dostlarınızın evlerinde yemek
yemenizde de'bir günah yoktur. Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de bir günah
yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize selam verin. Bu, Allah nezdinde
mübarek ve temiz bir selamlaşmadır. Aklınızı kullanasıniz diye Allah, âyetleri
size işte böyle açikhyor. [66]
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı birinci görüştür. Allah teala bu
âyetle müminlere haram kıldığı şekilde birbirlerinin mallarını yemeyi
yasaklamıştır. Zira haksız yere mal yemenin mânâsı budur. Âyetin mânâsı bu
olduğuna göre bunun aksini iddia ederek onun mânâsının, kişinin mümin kardeşi
tarafından ikram edilen yemeği yasaklamak olduğunu ve daha sonra da
neshedildiğini söyleyenlerin görüşünün bir anlamı yoktur. Zira yemek yedirmek,
misafirlere ikramda bulunmak, müşriklerin de övülen amellerindendi. İslam da
geldi bu tür amelleri yapmaya davet etti. Hiçbir zaman bunları yasaklamadı. O
halde âyetin mânâsının bu gibi ikram ve ihsanlarda bulunmayı yasaklamak
olduğunu söylemek yersizdir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, ticaret ve sanat yoluyla, nzık talep etmeye karşı
çıkan bazı cahil mutasavvıfları tekzib etmektedir. Âyet-i kerime, rıza ile
kazanılan ticaretin helal olduğunu beyan etmektedir. Bu hususta Katade diyor
ki: "Tecaret, onu doğrulukla ve takva ile yapanlar için Allanın
nzıklann-dan bir nzık ve helal kıldığı şeylerden bir şeydir. Bize rivayet
edilirdi ki: "Güvenilen ve dürüst bir tacir kıyamet gününde arşın
gölgesinde bulunacak olan yedi sınıftandır. [67]
Âyet-i kerimede, nza
ile yapılan ticaretten kazanılan malın helal olduğu zikredilmektedir. Âlimler,
ticaretin hangi şekilde yapılmam halinde rıza ile yapılmış olacağı hususunda
iki görüş zikretmişlerdir:
a- Kadı
Şüreyh, İbn-i Şirin, Şa'bi, Hz. AH Abduîiah b. Mes'ud, Ebu Zür'a ve Abdullah b.
Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Rıza ile yapılan
ticaretten maksat, alış veriş yapan taraflardan herbirinin, alış veriş akdini
yaptıktan sonra o muameleyi yaptıkları yerden ayrılıncaya kadar, birbirlerini
alış verişi bozup bozmamakta serbest bırakmalarıdır. Bunlara göre taraflar bir
mecliste sözle alış verişi bitirdikten sonra tekrar onu bozabilme hakkına sahiptirler.
Bu hususta Muhammed b. Şirin diyor ki: "Biri diğerine bir bornoz satan
iki kişi anlaşmazlığa düştüler. Biri: "Ben bu adama bir bornoz sattım.
Beni razı etmesini istedim. Fakat o beni razı etmedi "dedi. Kadı Şüreyh
dedi ki: "O seni razı ettiği gibi sen de onu razı et." Satın alan
adam dedi ki; "Ben ona dirhemlerini verdim fakat o razı olmadı."
Şüreyh dedi ki: "O seni razı ettiği gibi sen de onu razı et." Adam
yine dedi ki: "Ben onu razı ettim fakat o razı olmadı." Bunun üzerine
Şüreyh dedi ki: "Alış veriş yapan iki tar:ıf adi yaptıkları yerden
ayrılmadıkça onu bozup bozmamaktan serbes'
Taysele diyor ki:
"Ben çarşıdaydım A:i (r.a.)da oradaydı. Bir kız çocuğu geldi ve bir
dirheme meyve satın almak ivedi. Ber de dhhemi alıp meyveyi ona verdim. Sonra
kızcağız "Bu meyveyi is.emiyorum dönemimi bana ver." dedi. Ben
direttim. O sırada Ali gelip dirhem' alarak kıza -erdi."
Bunlar, görüşlerine
delil olara1, Resulullahm şu hadis-i şerifini zikretmişlerdir. Abdullah b.
Ömer diyor ki: ^esulullah şöyle buyurdu: "Her alış veriş yapın iki taraf,
bulundukları yerden yrılmadıkça aralarında satış diye bir şey yoktur. [68]
Ancak birbirlerini muhay,alan müstesnadır." Ebu Hureyre
de Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir. "Ahş veriş yapan iki kimse c."cak birbirlerinden razı
olarak ayrılırlar. [69]
Abdullah b. Abbas
diyor ki: Resulullah bir adama bir şey sattı. Sonra ona ki: "Alış verişi
bozup bozmamayı tercih et." Adam da "Geçerli olduğunu tercih
ettim." dedi.
Resulullah da:
"İşte alış veriş böyle olur." dedi[70]
Evet, bu görüşte olanlar alış veriş yapan iki tarafın, akdi yaptıkları yerden
ayrılıp fiilen gitmedikleri takdirde bu âyette belirtilen ve Resulullahın
hadislerinde açıklanan "Rıza ile bir alış veriş" olmayacağını
söylemişlerdir.
b- İmam
Malik, Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammede göre ise bu âyette zikredilen
"Rıza ile yapılan ticaref'ten maksat, tarafların alış veriş akdini
yapmadan önce nzalarıyla akdi bitirmeleridir. Bunların, alış veriş yaptıkları
meclisten ayrılmadan önce bu rızalarının bozulup bozulmaması veya birbirlerini
akdi bozup bozmamakta serbest bırakmaları, rızanın ortadan kalkmasını gerektirmez.
Bunlara göre taraflar, nzalanyla alış veriş akdini yaptıktan sonra akdi
yaptıkları mecliste, taraflardan birinin, akitten caydığım söyleyrek onu
bozması caiz değildir. Bunlar, görüşlerine delil olarak şunu zikretmişlerdir.
"Ahş veriş te nikah akdi gibi, sözle yapılan akitlerdendir."
Âlimler, "Nikah
akdi yapıldıktan sonra, taraflardan birinin, diğerini, ak-din gereğini yapmaya
mecbur edeceği hususunda hiçbir ihtilaf yoktur. Taraflar akdin yapıldığı
meclisten ayrılmamış olsalar dahi akit iki tarafı da bağlayacıdır. Alış verişin
hüKmü de böyledir." demişlerdir.
Resulullah, "Alış
veriş yapan iki taraf ayrılmadıkça akdi bozup bozmamakta serbesttirler."
hadisinden maksat ise "Akdi yapma sözlerinden ayrılmadıkça."
demektir. "Akdin yapıldığı meclisten ayrılmadıkça." demek değildir.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve bu vaziyette zikredilen
"Rıza ile yapılan ticaretten maksadın, ticaret yapan tarafların, akdi
yaptıkları yerden ayrılıncaya kadar rızalarının devam etmesi olduğunu beyan
etmiş bu itibarla akit yapan taraflar akit meclisinden ayrılmadıkça akdi bozup
bozmamakta serbest olacaklarım söylemiştir.
Zira bu hususta
Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğu sahih bir haberdir. "Ahş veriş yapan
iki taraftan herbiri ayrılmadıkça diğer tarafa karşı muhayyerdir. Ancak
muhayyer bırakılarak yapılan alış verişler müstesnadır. [71]Diğer
bir rivayette hadisin sonu şöyledir: "Yahut da taraflardan biri arkadaşına
"Seç" demelidir. [72]
30- Kim bunu
bir düşmanlık ve zulüm olarak yaparsa yakında onu cehennem ateşine atacağız. Bu
Allaha çok kolaydır.
Kim, mümin kardeşine
düşmanlık yaparak onu haksız yere öldürür veya haram kılınan bir işi yaparsa
biz onu yakında, içinde yanacağı bir ateşe sokarız. Ona bu cezayı vermek, bizim
için pek kolaydır. Çünkü zalimler hiçbir zaman bizden yakalarını kurtaramazlar.
Âyet-i kerimede
zikredilen "Kim bunu yaparsa" cümlesindeki "Bu" işaret
zamiriyle neye işaret edildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:
a- Ataya
göre bu zamirle, müminlerin birbirlerini öldürmelerine işaret edilmektedir.
Buna göre âyetin mânâsı "Kim mümin kardeşini düşmanca ve haksız yere
öldürecek olursa biz onu yakında cehennem ateşine koyacağız ve~ bu, Allaha pek
kolaydır." şeklindedir.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre bu zamirle, surenin başından buraya kadar yasaklanan
"Haram kılınan kadınlarla evlenmek" "Allanın koyduğu sınırları
aşmak" "Haksız yere yetim malı yemek." ve "Allanın haram
kıldığı cana kıymak," gibi haramlara işaret edilmektedir. Bunlardan
herhangi birini yapanın cehennem azabına konacağı belirtilmektedir.
c- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise bu zamirle, mümin kardeşinin malını haksız yere
iyiyene ve mümin kardeşinin canına kıyana işaret edilmektedir. Ve bunları
yapanların cehenneme konacakları beyan edilmektedir.
Taberi diyor ki:
"Burada doğru olan görüş şudur: "Bu zamir, bu surenin on sekizinci
âyetinden sonra zikredilen haramlara işaret etmektedir. Bunlar da, evlenilmesi
haram olan kadınlarla evlenmek, bazı kadınların evlenmelerine engel olmak,
haksız yere başkalarına ait olan malı yemek, kanı haram olan bir mümini
öldürmek ve diğer haramlardır. Zira on sekizinci âyetten önce zikredilen
haramların sonunda Allah teala onları işleyenleri belli cezalarla tehdit etmiş,
bu âyetten sonra zikredilen haramlar için herhangi bir ceza zikretmemiştir. Bu
itibarla işaret zamirinin .cezalan zikredilmeyen haramlara işaret ettiğini
söylemek daha isabetlidir. [73]
31- Eğer
yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter, sizi
güzel bir makama koyarız.
Ey müminler, eğer
sizler kendinize yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük
günühlarınızi Örter sizi affederiz. Ve sizleri, mutluluk yurdu olan cennete
koyarız. Orada ne üzüntü vardır ne de keder. Ne sıkıntı vardır ne de bunalım.
Büyük günahlar
hakkında sahabe-i kiramdan, tabiinden çeşitli görüşler nakledildiği gibi
Resululîahtan da kısmen birbirinden farklı olan hadis-i şerifler rivayet
edilmiştir.
a- Abdullah
b. Mes'uda göre bu âyette zikredilen büyü günahlardan maksat, Nisa suresinin
başından bu âyete kadar geçen otuz âyette, Allah tealanın, kullarına
yasakladığı günahlardır. İbrahim en-Nehai de bu görüştedir. Abdullah b.
Mes'uddan nakledilen diğer bir görüşe göre ise büyük günahlar dört tanedir.
Bunlar, Allaha ortak koşmak, Allahın rahmetinden ümit kesmek, Allanın
lütfun-dan ümit kesmek ve Allahın tuzağından (cezalandırmasından)
kurtulacağından emin olmaktır.
Yine Abdullah b.
Mes'uddan nakledilen diğer bir görüşe göre bu günahlar üçtür. Bunlar, Ailahın
rahmetinden ümit kesmek, Allahın lütfundan ümit kesmek ve Allahın
cezalandırmasından kurtulacağından emin olmaktır.
b- Hz. Ali
(r.a.)ye göre ise burada zikredilen büyük günahlar yedi tanedir. Bunlar da,
Allaha ortak koşmak, Allahın, öldürülmesini haram kıldığı bir insanı öldürmek.
Namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak, yetim maîı yemek, faiz yemek,
savaştan kaçmak, hicret ettikten sonra tekrar Bedeviliğe dönmektir. Bu hususta
Ubeyde b. Umeyr diyor ki: "Büyük günahlar yedidir. Bunların her-biri
hakkında Allah tealanın kitabında bir âyet vardır. Bunlar şu günahlardır. Allah
ortak koşmak, Bu hususta Allah teaîa şöyle buyuruyor: "Allaha samimiyetle
yönelin. Ona ortak koşanlardan olmayın. Kim Allaha ortak koşarsa sanki o,
gökten düşüp kuşlar tarafından kapılmış veya rüzgarla uzaklara sürüklenmiş
gi-bidir. [74]
Allahın, öldürülmesini
haram kıldığı bir insanı öldürmek. Allah teala bu hususta da şöyle buyuruyor:
"Kim bir mümini kasten öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada ebedi
olarak kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap
hazırlamıştır. [75]
Faiz yemek. Allah
teala bu hususta da şöyle buyuruyor: "Faiz yiyenler, yerlerinden, şeytanın
çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar." [76]
Yetim malı yemek.
Allah teala bu hususta şöyle buyuruyor: "Yetimlerin mallarını haksız yere
yiyenler, karınlarına sadece ateş tıkamış olurlar. Onlar yakında alev alev
yanan bir ateşe sokulacaklardır. [77]
Namuslu bir kadına
zina iftirasında bulunmak. Allah teala bu hususta da şöyle buyuruyor:
"İffetli, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara zina isnad edenler,
şüphesiz ki dünyada da âhirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap
vardır. [78]
Savaştan kaçmak. Bu
konudada âyet-i kerimelerde şöyle Duyurulmaktadır; "Ey iman edenler,
savaş için ilerlerken, toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman sakın
onlara arkanızı dönüp kaçmayın." "Savaş için bir taktik kullanan veya
başka bir birliğe katılmak isteyen hariç, İçinizden kim düşmana arkasını dönüp
kaçarsa Allahın gazabına uğramış olur. Onun varacağı yer cehennemdir. O ne kötü
bir yerdir[79]
Hicret ettikten sonra
dinden çıkıp tekrar Bedeviliğe dönmek. Bu hususta da âyette şöyle Duyuruluyor:
"Kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra tekrar eski inkârlarına
dönenlerin yaptıklarını şeytan kendilerine hoş göstermiştir. Ve hayallerle
aldatmıştır. [80]
"Ata b. Ebi Rebah
ise bu büyük günahların, adam öldürmek, faiz yemek yetim malı yemek, namuslu kadına
zina isnad etmek, yalan yere şahitlik yapmak, anneye babaya kötü davranmak ve
savaştan kaçmak olduğunu söylemiştir.
c- Abdullah
b. Ömere göre ise bu büyük günahlar dokuz tanedir. Bunlar da: Allaha ortak
koşmak, öldürülmesi helal olmayan bir insanı öldürmek, savaştan kaçmak,
namuslu birkadına zina isnad etmek, faiz yemek, haksız yere yetim malı yemek,
Mescid-i Haramda haktan sapıp zulmetmek, insanlarla alay etmek. (İnsanları
angaraya olarak çalıştırmak) ve anaya babaya, onlan ağlatacak derecede kötü
davranmaktır.
Abdullah b. Ömerden
nakledilen diğer bir rivayete göre ise insanlarla alay etme günahı yerine sihir
yapma günahı zikredilmiştir.
d- Abdullah
b. Abbasa göre ise büyük günahlardan maksat, Allanın yasakladığı her günahtır.
Abdullah b. Abbasın yanında, büyük günahların yedi veya dokuz tane olduğu
zikredilmiş o da bunların yedi veya dokuzdan fazla olduklarını söylemiştir.
Abdullah b. Abbas, "Büyük günahlar yediden ziyade yetmişe daha
yakındır." demiştir.
e- Said b.
Cübeyr, Mücahid, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe
göre ise, büyük günahlardan maksat, Allahin, işleyenleri cehennem azabına
koyacağı ile tehdit ettiği günahların tümüdür. Buna göre, işle-nildiğinde onu
işleyenenin cehennem azabına konulacağı veya Allanın gazabına yahut lanetine
uğratılacağı beyan edilen günahların hepsi büyük günahladır.
f- Taberi
büyük günahların, sahih hadislerde beyan edilen günahlar olduğunu, bunların
da, Allaha ortak koşmak, anaya babaya kötü davranmak, Allanın, öldürülmesini
haram kıldığı insanı öldürmek, yalan söylemek (Yalan yere şahitlik yapmak ta
buna dahildir.) Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak, yalan yere yemin
etmek, sihir yapmak, savaştan kaçmak ve komşunun hanımıy-la zina etmek."
olduğunu söylemiş, fakirlik korkusuyla çocuğunu öldürmenin de haksız yere adam
öldürme hükmüne tabi olduğunu bildirmiştir.
Taberi zikrettiği bu
hususları, Enes b. Malik, Abdullah b. Amr, Ebu Ey-yub el-Ensari, Ebu Ümame
el-Bahili ve Abdullah b. Meş'uttan rivayet ettiği ha-dis-i şeriflerden almıştır.
Enes b. Malik (r.a.)
diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.)den büyük günahlar soruldu. O da: "Büyük günahlar Allaha ortak
koşmak, anne ve babaya kötülük etmek, adam öldürmek ve yalan yere şahitlik
etmektir." buyurdu. [81] Diğer bir rivayette ise
Enes b. Malik şöyle demiştir:
"Resulullah
(s.a.v.) büyük günahları anlattı veya ona büyük günahlardan soruldu. O da şöyle
buyurdu: "Onlar, Allaha ortak koşmak, adam öldürmek, anne ve babaya
kötülük etmektir." Ve devamla şöyle dedi: "Ben size büyük günahların
en büyüğünü haber vereyim mi? O, yalan söylemektir. (Diğer bir rivayette)
yalan yere şahitlik etmektir. [82]
Ebu Eyyub el-Ensari,
Resulullah (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Kim Allanın
huzuruna, Allaha kulluk ederek, ona hiçbir şeyi ortak koşmayarak, namazı
kılarak, zekatı vererek ve büyük günahlardan kaçınarak çıkacak olursa işte
onun için cennet vardır." Bunun üzerine Resulullahtan, büyük günâhların
neler oldukları soruldu. Resulullah şöyle buyurdu: "Bunlar. Allaha ortak
koşmak, müslüman bir kişiyi öldürmek ve savaştan kaçmaktır. [83]
Abdullah b. Amr,
ResuHahm şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Büyük günahlar,
Allaha ortak koşmak, anne ve babaya kötülük yapmak bir insanı öldürmek ve yalan
yere yemin etmektir. [84]
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki:
"Dedim ki"
Ey Allahın Resulü, hangi günahlar daha büyüktür?" Resulul-lah: "Seni
yaratan Allaha birini denk tutmandır. (ortak koşmandır.) Sonra hangisidir?"
dedim. Resulullah: "Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu
öldürmendir." buyurdu. Sonra hangisidir?" dedim. Resulullah:
"Komşunun hammıyla zina etmendir." buyurdu[85]
Ebu Umame el-Bahili
diyor ki: "Resulullalı bir yere yaslanmış vaziyette iken sahabiler büyük
günahları anlattılar ve şöyle dediler: "Bunlar, Allaha ortak koşmak, yetim
malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına zina iftirasında bulunmak, anne ve
babaya kötülük etmek, yalan söylemek, ganimet malından bir şey saklamak, sihir
yapmak ve faiz yemektir. "Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Allaha verdikleri ahdi ve yeminlerini bozarak karşhğın-da az bir değeri
satın alanları nereye koyacaksınız? [86]
Âyet-i kerimenin
devamında, büyük günahlardan kaçmildiği takdirde kusurların örtüleceği
zikredilmektedir. Buradaki kusurlardan maksat, küçük günahlardır. Allah teala,
biz âciz kullarına bir lütuf olarak, büyük günahlardan kaçındığımız takdirde
küçük günahlarımızı affedeceğini ve bizleri, ikram yurdu olan cennete
koyacağını zikretmiştir.
Sahabe-i Kiram,
Kur'an-ı Kerimde zikredilen bu ve benzeri âyetlerin, yüce mevlanm biz âciz
kullarına büyük bir lütfü olduğunu söylemişler ve bu hususta sevinçlerini
izhar etmişlerdir.Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şunları söylediği rivayet
edilmektedir: "Nisa suresinde beş âyet vardır ki bunlar benim için bütün
dünyadan daha sevimlidir. Bunlar: "Eğer yasaklandığınız büyü günahlardan
kaçınırsanız kusurlarınızı Örter sizi, güzel bir makama koyarız." Şüphesiz
ki Allah, hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da
olsa onu kat kat artırır. Ve yapana, katından büyük bir mükafaat verir."
"Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun
dışmdakini dilediği kimse için affeder. Kim Allaha ortak koşarsa şüphesiz
büyük bir günah ile iftira etmiş olur." "Kim bir kötülük işler veya
nefsine zulmeder de sonra Allahtan bağışlanmasını dilerse, Allahı, mağfiret ve
merhamet edici olarak bulur." "Allaha ve Peygamberine iman edip
onlar arasında hiçbir ayrılık gözetmeyenlere gelince, işte onlara, Allah
mükâfaatlarıni verecektir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. [87]âyetleridir!
Abdullah b. Abbas da:
"Nisa suresinde sekiz âyet vardır ki bu âyetler bu ümmet için, güneşin,
üzerine doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır." demiş ve şu âyetleri
zikretmiştir: "Allah size, dininizin hükümlerini açıklamak, sizden önceliklerin
yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah, her şeyi çok iyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." "Allah sizin tevbenizi kabul
etmek istiyor. Şehvetlerine uyanlar ise sizin hak yoldan iyice uzaklaşmanızı
istiyorar." "Allah sizden yükü hafifletmek ister. Çünkü insan çok
zayıf olarak yaratılmıştır." "Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan
kaçınırsanız, kusurlarınızı örter sizi güzel bir makama koyarız."
"Şüphesiz ki Allah, hiçbir kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik
zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükafaat
verir." Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun
dışmdakini dilediği kimse için affeder. Kim Atlaha ortak koşarsa şüphesiz ki
büyük bir günah ile iftira etmiş olur." Kim kötülük işler veya nefsine
zulmeder de sonra Allahtan bağışlanmasını dilerse Allahı mağfiret ve merhamet
edici olarak bulur." "Allaha ve Peygamberine iman edip onlar arasında
hiçbir ayrılık gözetmeyenlere gelince, işte onlara Allah, mükâfaatlannı verecektir.
Allah çok affeden, çok merhamet edendir. [88]
32- Allanın,
bir kısmınızı diğerinden üstün kıldığı şeylere tamah etmeyin. Erkeklere de hak
ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da hak ettiklerinden bir pay vardır,
Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
Allahın, sizlerden bir
kısmınızı diğerinden üstün kıldığı hususlarda, üstün kılman kimseyi çekemezlik
yapmayın. Herkes, Allahın kendisine taksim ettiği dereceye razı olsun.
Erkeklerin de yaptıkları hayır ve kötülüklerden dolayı sevap veya cezalan
vardır. Kadınların da yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı sevap veya
cezalan vardır. Allahtan, sizi nzasına kavuştunnasi için yardım dileyin.
Şüphesiz ki Allah, kullan için neyin faydalı olduğunu çok iyi bilendir. O halde
Allaha tevekkül edin, onun takdirine boyun eğin.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahid
ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Ümmü Seleme hakkında nazil olmuştur. Mücahid
diyor ki:
"Üfnrnü Seleme
şöyle dedi: "Erkekler cihad ediyor biz etmiyoruz. Mirastan da erkeğin
payının yansını alıyoruz." Bunun üzerine: "Allahın, bir kısmınızı
diğerinden üstün kıldığı şeylere temah etmeyin." âyeti nazil oldu. [89]
b- Süddiye
göre ise bu âyet-i kerime, bir kısım insanların, Allah tealanın diğer
insanlara, özellikle lütfettiği üstün derecelerin kendilerine de verilmesini
istemeleri üzerine nazil olmuş ve onlara cevap venniştir. Zira bir kısım
erkekler "Bizim mirastaki payımız, kadınların iki katı olduğu gibi,
alacağımız sevaplann da kadınların iki katı olmasını istiyoruz." dediler.
Bir kısım kadınlar da: "Biz, sevaplarımızın erkeklerin sevabı kadar
olmasını istiyoruz. Zira cihad edemiyor sevabını alamıyoruz. Şayet cihad etmek
bize farz kılınmış olsaydı biz de savaşır ve sevabını alırdık." dediler.
Allah teala da bu âyeti indirerek "Allahtan Kitfunu isteyin ki size güzel
ameller istemeyi nasibetsin. Bunu istemeniz sizin için daha hayırlıdır."
buyurdu.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, bu âyetin, erkek ve kadın bütün insanlara,
bazılarına verilen üstünlüklere diğerlerinin tamah etmemesini emrettiğini
söyleyen görüştür.
Âyet-i kerimenin
devamında "Erkeklere de hak ettiklerinden bir pay vardır. Kadınlara da
hak ettiklerinden bir pay vardır." buyurulmaktadır. Müfessirler âyetin bu
bölümünü iki şekilde izah etmişlerdir.
a- Bazılanna
göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Erkeklere de yaptıkları iyilik ve
kötülülkerin karşılığı vardır kadınlara da. Bu tıususta Katade diyor ki:
"Cahiliye döneminde insanlar, kadınlara ve çocuklara mirastan hiçbir şey
vermiyorlardı. Onlar mirası sadece işlerin zor olanlannı yapan, gelir sağlayan
ve savaş yapan kimselere veriyorlardı. Miras paylannı belirten âyet-i kerime
nazil olup kadınlara ve çocuklara da mirastan pay verip erkeklerin paylanın
kadınla-nnkinin iki katı yapınca kadınlar: "Keşke bizim miras paylarımız
da erkeklerin-ki gibi olsaydı." dediler. Erkekler de: "Ümit ederiz ki
mirasta kadınlardan üstün kilındığnız gibi âhiretteki sevaplanmızla da üstün
kılınırız." dediler. Bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi
indirdi. Kadın ve erkekten herbirinin yaptıkları amellerinin karşılıklarını
göreceklerini beyan etti ve Allahtan lütfunu istemelerini emretti.
b- Abdullah
b. Abbas ve İkrimeye göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Ölenlerin
miraslanndan erkeklerin de paylan vardır kadınların da."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden birinci görüş tercihe şayandır. Zira âyet-i kerimede
"Hak etme" Yani kazanma ifadesi zikredilmektedir. Kazanılması
beklenen şey hayır veya serdir. Miras, kazanılan bir şey değildir. Bu itibarla
erkeklerin ve kadınların mirasta olan .paylarının açıklandığını söyleyen görüş
isabetli değildir."
Âyet-i kerimenin
sonunda "Allahtan lütfunu isteyin." buyurulmaktadır. Buradaki
lütuftan maksat, Allahın muvaffak kılması ve yardımıdır. Bu da dünya işlerine
ait değil Allaha kulluk etme ve itaatta bulunma ile ilgilidir. Allahtan lütfunu
isteme hususunda Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Siz Allahtan
lütfunu isteyin. Zira aziz ve celil olan Allah, kendisinden talepte
bulunulmasını sever. İbadetlerin efdali, sıkıntının kalkmasını beklemektir. [90]
33-Ana baba
ve akrabaların bıraktıkları her şey için mirasçılar tayin ettik. Yemin akdiyle
mirasçı kıldıklarınızın paylarını da verin. Şüphesiz ki Allah her şeye
şahittir.
Âyet-i kerimede
zikredilen ve "Mirasçılar" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b.
Abbas, Mücahid ve İbn-i Zeyd tarafından, asabe olan baba, kardeş vb.
mirasçılar olarak izah edilmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınız" şeklinde-tercüme edilen
cümlesinin zahiri mânâsı "Yeminlerinizin size bağladığı kimseler"
demektir. Müfessirler bu kişilerden kimlerin kastedildiği ve bunlara verilecek
payın ne olduğu hususunda farklı örüşler zikretmişlerdir.
a- İkrime,
Hasan-ı Basri, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhaka göre bu âyette
zikredilen "Yeminlerle bağlanan kimseler"den maksat, cahiliye
döneminde, birbirlerine mirasçı olma hususunda yeminleşerek antlaşma yapan
insanlardır. Âyetin, bunlara verilmesini emrettiği paylardan maksat ise bu
antlaşma gereği kendilerine mirastan verilmesi icabeden paylardır. Âyet-i kerime,
cahiliye döneminde birbirleriyle bu gibi antlaşma yapanlara, İslam geldikten
sonra mirastan paylarım vermelerini emretmektedir. Ancak daha sonra gelen ve
sadece akrabaların birbirlerine mirasçı olacaklarım beyan eden şu âyet-i kerime
ile bu âyetin hükmü neshediimiştir. Âyet-i Kerimede buyunıluyor kî:
"Alla-hın kitabında, akraba olanlar (miras hususunda) birbirlerine
müminler ve muhacirlerden daha yakındır.. [91]
b- Abdullah
b. Abbas ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
"Yeminlerimizin size bağladığı kimseler"den maksat, Resu-lullahın,
Mekkeden Medineye hicret ettiğinde Medineîilerle kardeş yaptığı Mekkeli
muhacirlerdir. Bunlara verilmesi emredilen paylardan maksat ise, mirastan verilecek
paydır. Ancak daha sonra Allah teala, miras hükümlerini belirten âyet-i
kerimeleri indirerek bu hükmü neshetmiştir.
Abdullah b. Abbas
diyor ki:
"Âyette geçen
"Yemin akdiyle mirasçı kıldıklarınız" cümlesi, muhacirlerin Ensara
mirasçı olmaları hadisesine işaret etmektedir. Muhacirler Medineye gelince
Resuluîlah onları Ensar ile kardeş yapmıştı. Bu kardeşliğin sonucu olarak
muhacirler, akraba olmadıkları halde Ensara mirasçı oluyorlardı. "Ana baba
ve akrabalınn bıraktıkları her şey için mirasçılar tayin ettik..." hükmü
inince, muhacirlerin Ensara mirasçı olmaları hükmü kaldırılmış oldu. Bundan
sonra sözleşme ile mirasçı yapma ortadan kalktı ve bunlara ancak vasiyet yapma
yolu açık kaldi. [92]
c- Abdullah
b. Abbas, Mücahid, Ata, Said b. Cübeyr, İkrime ve Süddiden naklidüen diğer bir
görüşe göre "Yeminlerinizin size bağladığı kimselerden maksat, cahiliye
döneminde birbirleriyle yardımlaşma antlaşması yapan kimselerdir. Âyette
bunlara verilmesi emredilen paydan maksat ise mirastan bir pay değil,
antlaşmadan doğan yardım etme, öğütte bulunma, istişare etme, esirlerin
fidyesine katkıda bulunma ve öldürülenlerin diyetlerini ödeme gibi haklardır.
Bu görüşte olanlara göre âyet-i kerimenin bu bölümü mensuh değildir. Zira islam
geldikten sonra da bu gibi güzel amelleri teşvik etmiştir.
d- Said b.
el-Müsseyebe göre ise bu âyette zikredilen "Yeminlerinizin size bağladığı
kimseler" ifadesinden maksat, cahiliye döneminde evlat edinilen
başkalarına ait çocuklardır.Âyette bunlara verilmesi emredilen paylardan maksat
ise bunlar için vasiyet yapmaktır. Allah teala, ölen kişinin terekesini mirasçılarına
verince cahiliye döneminde evlatlık edinilen kimseler açıkta kalmışlar bu
nadenle bunlara da vasiyet edilmesini emretmiştir.
Taberi bu görüşlerden
üçüncü göreşün tercihe şayan olduğunu söylemiş burada "Yeminlerin
bağladığı kimselerden maksadın, kendileriyle yardım antlaşması yapılan
kimseler olduğunu, bunlara verilmesi emredilen paydan maksadm da mirasın
dışında, yardımda bulunma, öğüt verme ve benzeri şeyler olduğunu beyan
etmiştir. Zira, Arapların tarihlerini ve haberlerini bilen ilim adamlarına
malumdur ki Araplar, aralarında yaptıkları antlaşmaları yemin ve ahitlerle
yaparlardı. Âyette geçen "Yeminierinizin size bağladığı kimseler"
ifadesi bunu beyan etmektedir. Resulullahm Ensar ile muhacir arasında kurduğu
kardeşlik bağı ve cahiliye döneminde yapılan evlatlık muamelesinin yeminle
alakası olmadığından, âyetin bunlara işaret ettiğini söylemek isabetli
değildir. Diğer yandan cahiliye döneminde yapılan dayanışma antlaşma!annda,
mirastan pay verilmesinin de kararlaştırıldığı oluyorduysa da âyet-i kerimede
mirastan pay değil de mirasın daşındaki yardımların yapılması kastedilmiştir.
Taberi âyetin bu bölümünün neshedilmediğini söylemiştir. Zira bu hususta
Resulullahtan sahih haberler rivayet edilmiştir. Resulullah, İslam geldikten
sonra artık cahiliye döneminde yapılan andlaşmalann olmayacağını, ancak
cahiliye döneminde yapılmış olan andlaşmalann icaplarının yerine getirilmesi
gereğini beyan etmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İslam, cahiliye
döneminde yapılan her antlaşmanın ancak kuvvetini artırmıştır. [93]
Şube b. Tev'em diyor
ki: Kays b. Asım, Resulullaha antlaşmanın hükmünü sordu. Resululah da:
"Cahiliye
döneminde yapılan antlaşmalara bağlı kalın. Fakat îslamda antlaşma yoktur. [94]
buyurdu.
Abdullah b. Amr b.
el-Ass da Resulullahm, Mekkenin fethi gününde okumuş olduğu hutbesinde şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Siz, cahiliye
döneminde yapılan antlaşmaları yerine getirin. Zira İslam onların ancak
kuvvetini artırmıştır. Siz İslamda antlaşma içadetmeyin. [95]
Cübeyr b. Mut'im de
Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"İslamda (cahUye
döneminde olduğu gibi) antlaşma yoktur. Ancak İslam, cahiliye döneminde yapılan
herhangi bir antlaşmanın ancak kuvvetim artırır. [96]
Abdurrahman b. Avf,
Resulullahm şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Ben, genç bir
çocukken amcalarımla birlikte "Mutayyebîn"in[97]
(güzel koku sürenlerin) antlaşmasında hazır bulundum. Ben, bu antlaşmayı bozmam
karşılığında kırmızı renkli hayvanlara sahibolmami istemezdim, (bana çok kıymetli
hayvanlar veya altın verseler bile ben bu antlaşmayı bozmak istemezdim) Hadisin
devamında Zühri diyor ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "İslam, kendisinden
önce yapılmış olan her antlaşmanın ancak gücünü artırmıştır. Fakat artık
İs-lamda (bu tür) antlaşmalar yoktur." Resufuliah, hicret eöen
Kureyşlilerle Ensan birbirleriyle kaynaştırmiştir." [98]
Taberi diyor ki:
"Resulullahtan rivayet edilen bu haberler sahih olduğuna göre, âyet-i kerimede
geçen ve "Yeminlerinizin size bağladığı kimseler" şeklinde ifade
edilen cümlenin hükmünün mensuh olduğunu söylemek caiz değildir. Zira bu âyetin
mensuh olduğu hususu âlimler arasında ihtilaf konusudur, Ha-dis-i şerifler de
bunun neshedilmediğini ifade etmektedirler. O halde buradaki
"Yeminlerimizin bize bağladığı kimseler"den maksat, kendileriyle
yardımlaşma, öğütleşme ve istişarede bulunma hususunda antlaşma yapılan
kimselerdir. İslam geldikten sonra da bu tür antlaşmaların gereğinin yapılması
emredilmiştir ve âyet muhkemdir. [99]
34-
Erkekler, kadınlar üzerine hakimdirler. Bunun sebebi, AHahın onlardan bazısını
bazısından üstün kılması bir de erkeklerin, harcamaları kendi mallarından
yapmalarıdır. İyi kadınlar, itaatkâr olanlar ve AHahın, korunmasını emrettiği
şeyleri, kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Size karşı
gelmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihat edin. Yataklarından ayrılın. Bunlar
da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse aleyhlerine başka bir yol
aramayın. Şüphesiz ki Allah, yücedir, büyüktür.
Erkekler, kadınları
terbiye etme, idare etme gibi hususlarda onlar üzerine hakimlerdir. Erkeklerin
bu hakimiyeti, AHahın, erkekleri vücutça kadınlardan daha güçlü olarak
yaratması ve evin geçimini erkeğe yüklemesindendir. Saliha kadınlar kocalarına
itaat ederler. Kocaları evlerinde bulunmadığı zamanlarda da namuslarını
korurlar. Onların böyle yapması, AHahın onları bu şekilde yaratarak
korumasmdandır. Onlar, kocalarının mallarını boş yere harcamazlar. Size karşı
gelmelerinden korktuğunuz kadınlara Allahı hatırlatarak, ondan korkmasını
söyleyerek nasihatta bulunun. Yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse
onları ağır bir şekilde olmamak üzere dövün. Şayet bundan sonra size itaat ederlerse
artık onlara eziyet vermek için başka bir yola başvurmayın. Şüphesiz ki Allah
yücedir, büyüktür. Kadınlara haksızlık ettiğiniz takdirde onların haklarını
sizden alır.
Âyet-i kerimede
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmak-tadir. Bu
ifadeden maksat, erkeklerin, kadınları terbiyede, onlan, AHahın üzerlerine
farz kıldığı haklarını yerine getirmelerinde sevk ve idare etmeleridir. Bu
hususta Abdullah b. Abbasm şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"Erkekler kadınların üzeine hakimdirler, âmirdirler. Kadınlar, AHahın,
îtaat etmelerini emrettiği hususlarda erkeklere itaat etmek durumundadırlar.
Bu da kadının, erkeğin ailesine iyi davranması ve onun malını muhaza etmesidir.
Erkeğin kadından üstünlüğü ise kadını bakma yükümlülüğünde olması ve geçimi
sağlamak için çalışmasıdır.
Hasan-ı Basri, Katade
ve İbn-i Cüreyc bu âyetin, karısını döven bir kişi hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir. Bu hususta Hasan-ı Basri diyor ki: "Bir adam karısını
dövdü. Kadın Resulullaha gelip kocasını şikayet etti. Resulullah da kocasına
kısas uygulamak istedi. Bunun üzerine Allah teala "Erkekler kadınlar
üzerine hakimdirler." âyetini indirdi. Resulullah adamı çağırıp âyeti ona
okudu ve buyurdu ki: "Ben bir şey yapmak istemiştim ama Allah daha
başkasını diledi."
Zühri bu âyeti
gözönünde bulundurarak "Koca ile kan arasında cana kıyma sözkonusu
olmadıkça kısas yoktur." demiştir. Yani koca karısını öldürme-dikçe,
karısını dövmesinden dolayı kendisine kısas yapılamaz."
Âyet-i kerimede iyi
hanımların sıfatları belirtilirken şu sıfatlar zikredilmiştir.
"Salihat" Bu ifadeden maksat,
"Dinleri hususunda doğru olan ve iyi amel işleyenler."
demektir."Kanitat" Bu ifadeden maksat, ise Katade, Mücahid, Abdullah
b. Abbas, Süddi ve Slifyan es-Sevriye göre "İtaatkâr olanlar"
demektir."Hafızanın Lilğayb" Bu ifadeden maksat ise
"Kocalarının, yanlarında bulunmadığı sırada, kendilerini namahremlerden ve
kocalarının mallarını da başkalarından koruyanlar" demektir.
Resulullah, saliha
kadınları vasıflandırarak bir hadis~i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Kişinin sahip
olduğu şeylerin en hayırlısını size bildireyim mi? O şe,y saliha bir kadındır.
Kocası kendisine baktığında onu sevindirir. Emrettiğinde itaat eder.Yanında
bulunmadığında da namusunu ve malını muhafaza eder. [100]
Ayeti kerime, saliha
kadınları zikretmiş ve müminlere üstü kapalı bir şekilde bunlara iyi
davranmalarını emretmiş ve bunlardan itaatsiz olanların da cezalandın I m alan
nı beyan etmiştir.
Âyet-i kerimede:
"Size karşı gelmelerinden korktuğunuz kadınlara nasihat edin."
buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Korktuğunuz" fiilinin, bir kısım
müfessirler tarafından "Bildiğiniz" mânâsında olduğu zikredilmiştir.
Buna göre erkeklerin, sırf kanaatleriyle değil kadınların itaatsizliklerini
fiilen bilmeleriyle onlara öğüt vermeleri söz konusudur.
Muhammed b. Ka'b ise burada
zikredilen "Korkmak"tan maksadın "Sezinlemek" olduğunu
söylemiştir.
Ayette geçen ve
"Karşı gelme" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Bir
şeyin diğerinden yüksek olmasıdır." Buradaki mânâsı ise
"Kadının,
kocasına karşı itaatsiz olması ve ona buğuz etmesidir." Âyet-i kerimede,
böyle oldukları hissedilen kadınlara nasihat edilmesi emredilmektedir. Bu
nasihattan maksat ise kadınlara, Allahtan korkmalanm ve kocalarına karşı
gelerek Allanın haram kıldığı bir şeyi yaptıkları takdirde günah işlediklerini
kendilerine bildirmektedir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Yataklarından ayrılın." diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah b.
Abbas ve Said b. Cübeyr tarafından "Yataklan içinde onlardan uzak
durun." Yani aynı yatakta yatmakla birlikte onlarla cinsi münasebette
bulunmayın." şeklinde izah edilmiştir.
Yine Abdullah b. Abbas
ve Said b. Cübeyrden nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat,
"Yataklarınızdan uzak durduklarından dolayı onlarla konuşmayı kesin ki
onlar tekrar yataklannıza dönmek zorunda kalsınlar." demektir.
Mücahid, Şa'bi,
İbrahim en-Nehai, Miksem, Muhammed b. Ka'b el-Kure-zi ve Katadeye göre ise bu
ifadeden maksat, "Onların yataklannı terkedin ve onlarla birlikte
yatmayın." demektir.
Yine Abdullah b.
Abbas, îkrime ve Ebudduhadan nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden
maksat, "Kadınların, sizin yataklarınızı terketmelerinden dolayı onlara
ağır sözler söyleyin." demektir.
Taberi diyor ki:
“kelimesinin kökü mastarının Arap-çada üç mânâsı vardır. Birincisi, bir kişinin
diğeri ile konuşmasıdır. Diğer mânâsı, bir kimsenin diğeri ile lüzumsuz yere ve
çokça konuşmasıdır. Üçüncü bir mânâsıise "Deveyi iple ayağından
bağlamaktır." Kaba konuşma mânâsı ifade edilmek istendiğinde bu kelime
dört harfli olarak kullanılır ve denir. Ayette geçen bu kelime üç harfli kökten
türetildiğine göFe bu kelimenin, yukarıda zikredilen üç mânânın dışında bir
mânâ ifade etmesi mümkün değildir.
Allah teala,
itaatsizliği hissedilen kadına ilk önce, kocasının, üzerinde bulunan haklarını
yerine getirmesi için kendisine öğütte bulunmasını emretmiştir. Bundan sonra da
kadına karşı belli bir şekilde davranılmasını emretmiştir. Bu itibarla kadını
düzeltmek için öğütte bulunulması emredildikten sonra onlarla cinsi temas
yapılmamasının veya onlarla konuşmayı kesmenin emredilmiş olduğunu söylemek
elbette ki isabetli değildir. Aksi takdirde bir taraftan onlara, vazifelerini
yerine getirmelerine dair öğütte bulunulması emredilmiş olur diğer taraftan da
onların, vazifelerini yerine getirmelerine engel olunması emredilmiş olur.
Ayrıca Resulullah bir müslümanm diğer müslüman kardeşiyle üç günden fazla
dargın durmasının helal olmadığını beyan etmiştir. Hatta dargın durma hali
helal bile olsaydı erkeğin karısıyla konuşmamasının bir faydası olmazdı. Zira
bu halde kadın erkeğe karşı itaatsiz durumdadır. Erkeğin onunla konuşmaması
onu rahatsız etmez bilakis memnun eder.
Onunla cinsi münasebette bulunmada böyledir. O halde kanst kendisine buğuz eden
bir erkeğe, onun buğuzunu artıracak şekilde davranmasının emredilmiş olduğu nasıl
düşünülebilir? Madem ki kelimesini, "Konuşmama ve cinsi münasebette
bulunmama." şeklinde yorumlamak doğru değildir o halde kelimeyi,
"Bağlamak" mânâsına almak ve bu ifadeden maksadın da "Siz,
kanlarınızı, yatıp kalktıkları evlere bağlayın." demek olduğunu söylemek
daha isabetlidir. Nitekim bu hususta Resulullahtan nakledilen şu hadis-i
şerifler, âyetin bu bölümünün mânâsının, tercih ettiğimiz şekilde olduğuna
işaret etmektedir. Hakim b. Muaviye el-Kuşeyri diyor ki:
"Dedim ki:
"Ey Allanın Resulü, bizden birimizin karısının üzerinde bulunan hakkı
nedir? Resuhıllah buyurdu ki: "Yediğin zama onu yedirmen giydiğin zaman da
onu giydirmen, yüzüne vurmaman, onu takbih etmemen (aşağılamaman) ve ev hariç
ondan uzak durmamalıdır. [101]Diğer bir rivayette
Muaviye el-Kuşeyri diyor ki: "Dedim ki:"
"Ey Allanın
Resulü, karılarımıza karşı neyi yapıp neyi yapmamamız gerekir?"
Resulullah buyurdu ki: "Kadınlar sizin tarlanızdır. Sen tarlana dilediğin
şekilde yaklaş. Yediğinden onu yedir, giydiğinden onu giydir. Fakat onun yüzünün
çirkin olduğunu söyleme. Ve onu dövme. [102]
Hasan-ı Basri demiştir
ki: "Kadın kocasına itaatsizlik ettiği zaman koca ona iyilikle öğüt
versin. Eğer kabul ederse mesele yoktur. Aksi takdirde koca onu ağır olmayacak
bir şekilde dövsün. Şayet kadın, normal haline dönecek
olursa mesele yoktur. Yine de düzelmezse
kocanın ondan bir şeyler alarak onu boşaması helaldir.
Âyet-i kerimede
"Onları dövün." buyurulmaktadir. Bu ifadeden maksat şudur:
"Kadınların size itaatsizlik etmeleri halinde önce onlara dilinizle
nasihat edin. Yine ısrar ederlerse bu defa onlan evlerine bağlayın ve onlan
dövün ki Al-lahin kendilerine farz kıldığı itaat vaziefelerini yerine
getirsinler." burada zikredilen dövme, ağır bir şekilde olmayan dövmedir.
Nitekim Said b.Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Katade, İkrime, Süddi, Muhammed b.
Ka'b ve Hsan-ı Basri bu âyette zikredilen dövmeden maksadın, ağır olmayacak
şekilde dövme olduğunu söylemişlerdir. Abdullah b. Abbas, ağır olmayacak
şekilde dövmenin, misvak ve benzeri şeylerle dövmek olduğunu, Hasan-ı Basri ve
Ata da, etkili olmayacak bir şekilde dövme olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Ata,
Resuluîlahın, ağır olmayacak şekilde dövmeyi "Misvakla dövme ve etkili
olmayacak şekilde dövme" olarak izah ettiğini söylemiştir.
Âyet-i kerimede:
"Eğer size itaat ederlerse aleyhlerine başka bir yol aramayın."
buyuru İm aktadır. Bunun mânâsı şudur: "Ey erkekler size karşı gelmekten
koltuğunuz kanlarınız, kendilerine öğüt vermeniz halinde size itaat edecek
olurlarsa onlardan yataklarda uzak d umı ayın. İta at etmeyecek olurlarsa yataklarda
onlardan uzak durun ve onları dövün. Şayet onlar size itaat etmeye dönerler ve
vazifelerini yapacak olurlarsa artık onlara eziyet vermek için bir yol
aramayın. Çeşitli bahaneler ileri sürerek onlara karşı helal olmayan şeyleri
yapmayın. Mesela, "Sen beni sevmiyorsun." diyerek onlan dövmeye
kalkışmayın. Zira onların üzerine düşen, size itaat etmeleridir. Sizi sevip
sevmemeleri ellerinde olan bir şey değildir. Kendinizi zorla onlara sevdirmeye
kalkışarak onlan dövmeyin ve onlara eziyet etmeyin. [103]
35- Eğer
koca ile karının aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir
hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar arayı düzeltmek isterlerse
Allah onları uyuşmaya muvaffak kılar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilen
ve her şeyden haberdar olandır.
Ey insanlar, karının
kocasına itaatsizliği yüzünden veya kocanın, karısına karşı olan vazifelerini
yerine getirmemesi yüzünden aralarının açılacağından korkarsanız, aralarını
bulmak için her iki taraftan da birer hakem tayin edin. O iki hakem,
samimiyetle onların aralarını bulmak isterlerse Allah onlan muvaffak kılar.
Çünkü Allah onların kalblerinde olanı çok iyi bilendir, yaptıklarından
haberdardır. Herkese amelinin karşılığını verecektir.
Görüldüğü gibi âyet-i
kerimede, birbirleriyle geçinemeyen koca ve kandan herbirinin ailesinden birer
hakem gönderilmesi emredilmektedir. Karının geçimsizlik yapması, kocasına karşı
gelmesiyle ve Allanın, kocasına karşı kendisini yükümlü kıldığı vazifeleri
yerine getirmemesiyle ortaya çıkar. Kocanın geçimsizliği ise, karısını iyilikle
tutmaması veya güzellikle sahvermemesiyle ortaya çıkar. İşte böyle bir
geçimsizliğin var olması halinde eşlerin, aile bağlan kopmadan önce herbirinin
ailesinden birer hakem gönderilerek uzlaştırılmalan veya uygun bir şekilde
ayrılmaları emredilmektedir.
Müfessirler,
gönderilecek bu hakemleri seçip tayin etme vazifesinin kimlere ait olduğu,
hakemlerin yetkilerinin neler olduğu ve bu yetkilerin sınırını kimlerin tayin
edeceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.Bunları şu şekilde
özetlemek mümkündür.
a- Süddi ve
Hz. Aliden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen hakemleri, kan ve
koca, ailelerinden seçerek bizzat kendileri tayin ederler. Yetkilerini de yine
kendileri belirlerler. Hakemler, tesbit edilen bu yetkiler dahilinde hareket
ederler. İki tarafı uzlaştınr veya ayrılmalarına karar verebilirler. Onlann bu
kararları taraflan bağlar.Bu hususta.Esbat, Süddinin şunlan söylediğini
fiva-yet etmiştir:
Koca, geçimsiz olan
karısından uzak durduktan ve onu dövmesinden sonra kadın yine de
geçimsizliğine devam eder ve kocasını sıkıntıya düşürecek şekilde davranacak
olursa koca kendi ailesinden bir hakem kan da kendi ailesinden birer hakem
gönderirler. Karı hakemine der ki: "İşi sana bıraktım. Eğer kocama
dönmemi emredecek olursan dönerim. Şayet ayıracak okusan da ayrılırız.
"Kadın, hakemine meselesini anlatır. Şayet nafaka istiyorsa onu belirtir.
Kocasına dönmek istiyor da buna engel olan. sevmediği bazı şeyler varsa onlann
da giderilmesini ister. Yahut da bu kadın, hakemine, boşanmak istediğini
bildirir.
Erkek de kendi
ailesinden bir hakem gönderir ve onu kendisine hakem tayin eder ve ona, kansma
ihtiyacı olduğunu ve onu boşamak istemediğini, dola-yısiyle kansının
istediklerini ona vereceğini ve harcamalan artıracağını söyler. Şayet o karıyı
istemiyorsa vekiline: "O kadının benim üzerimde bulunan hakkı ne ise onu
ver. Benim de onun üzerinde bulunan hakkım ne ise onu al ve onu benden
boşa." der. Böylece erkek te kanyı boşayıp boşamama hususunda işi hakeme
bırakmış olur. Sonra iki hakem bir araya gelirler. Her biri, vekili olduğu
tarafın isteğini diğerine aktarır ve biri, müvekkilinin isteğini
gerçekleştirmeye çalışır. Şayet iki hakem bir karar üzerinde ittifak edecek
olurlarsa bu karar iki taraf için de geçerlidir.Bu karar ister boşanma isterse
aralannı bulma şeklinde olsun. Şayet sadece kadın hakem gönderir de erkek
göndermemekte ısrar edecek olursa, hakem gönderinceye kadar kadına yaklaşamaz.
Bu hususta Ubeyde
es-Selmani de şunlan söylemiştir. "Bibirleriyle geçinemeyen bir kan koca
Hz. Aliye geldiler. Onlann yanında birer grup insan da vardı. Hz. Ali (r.a.)
dedi ki: "Bir hakem erkeğin ailesinden bir hakem de kadının ailesinden
seçin." Sonra seçilen hakemlere dedi ki: "Vazifenizin ne olduğunu
biliyor musunuz? Sizin vazifeniz, onlar birlikte yaşamak isterlerse onlan
birleş-timeniz, ayrılmak isterlerse onları ayınTiamzdır." Bunun üzerine
kadın, "Ben, lehimde de olsa aleyhimde de olsa Allanın kitabına
razıyım." dedi. Erkek ise: "Ben ayrılmaya hayır diyorum." dedi.
Bunun üzerine Ali (r.a.) dedi ki: "Yalan söylüyorsun. Allaha yemin olsun
ki o kadının kabul ettiğini sen de kabul etmeden buradan aynlamazsın."
b- Hasan-ı
Basri, Katade, Kays b.Said, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd-den nakledilen
diğer bir görüşe göre, geçimsizliğe düşen koca ve karının ailelerinden birer
hakemi Devlet idarecisi veya onun vekili durumundaki kimse tayin eder. Bu
hakemlerin sadece, taraflardan kimin haksız kimin haklı olduğunu tesbit etme
yetkileri vardır. Bunların, kan kocanın aynlmalanna dair karar verme yetkileri
yoktur. Bu hususta Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi diyor ki: "Ali b. Ebi Talib
(r.a.), birbirleriyle geçinemeyen kan ve kocadan her birinin ailelerinden birer
hakem tayin ederdi. Karının ailesinden tayin edilen hakem kocayı huzuruna
alarak: "Ey filan, kanndan hoşlanmadığın şeyler nelerdir?" diye
sorardı. Koca da: "Ben ondan şu ve şu hususlarda hoşlanmıyorum."
derdi. Hakem de: "Şayet kadın senin hoşlanmadığın şeyleri bırakır da
istediğin şeyleri yapacak olursa sen onun hakkında AUahtan korkar, yiyeceği ve
giyeceği hususunda ona, senin üzerine vacip olduğu şekilde davranır
mısın?" diye sorardı. Eğer koca: "Evet" derse bu defa kocanın
hakemi kanyı huzuruna alır ve ona: "Kocanın, senin hoşuna gitmeyen taraflan
nelerdi?" diye sorardı. Kadın da kocanın söylediği şekilde şikayetlerini
bildirirdi. Hakem de, şikayetlerinin giderilmesi halinde kocasına itaat edip etmeyeceğini
sorardı. Eğer kadın "Evet" derse Hz. Ali kan ile kocayı
birleştirirdi. Görüldüğü gibi bu görüşte olan âlimlere göre hakemlerin vazifesi
sadece karı kocadan haksız olanı tesbit etmek ve onu, haksızlığından vaz
geçirmeye zorlamaktır. Kadının boşanmasına karar verme ise erkeğe aittir. Hakemlerin
boşanmaya karar venne yetkileri yoktur.
c- Abdullah
b. Abbas, Muhammed b. Şirin, Said b. Cübeyr.Âmir eş-Şa'bi, İbrahim en-Nehai,
Ebu Seleme b. Abdurrahman ve Kadı Şüreyhten nakledilen diğer bir görüşe göre
hakemleri, Devlet idarecisi veya onun vekili tayin eder. Hakemlerin, kan ve
kocanın beraberliklerini devam ettirmelerine veya ayrılmalarına dair karar
vermeye yetkileri vardır ve bu kararlar kan kocayı bağlayıcıdır.
Bu hususta Ali b. Ebi
Talha, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivayet etmektedir: "Şayet
kan ile kocanın arası bozulacak olursa, Allah teala, erkeğin ailesinden salih
bir kimse, kadının ailesinden de salih bir kimse olmak üzere iki hakem tayin
edilmesini emretmiştir. Hakemler kusurun kimde olduğuna bakarlar. Şayet kusuru
işleyen koca ise kanyı ondan uzaklaştırırlar ve onu, nafaka ödemeye mecbur
ederler. Şayet kusur işleyen kan ise onu, kocasıyla beraber yaşamaya mecbur
ederler. Ve onun nafakasını keserler. Şayet hakemler, karı kocanın aynlmalan
veya birlikte yaşamalan hususunda ittifak edecek olurlarsa bu görüşler de
geçerlidir. Hakemler, kan kocanın birlikte yaşamalarını uygun görürler de
eşlerden biri razı olur diğeri razı olmayacak oîur sonra da bunlardan biri
ölecek olurssa, razı olan, razı olmayana mirasçı olur. Fakat razı olmayan,
razı olana mirasçı olamaz.
Şa'bi diyor ki:
"Bir kadın kocasına itaatsizlik etti. Onlar Kadı Şüreyhe müracaat ettiler.
O da: "Erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin." dedi.
Hakemler kan kocanın durumlarım incelediler ve aynîmalarını uygun gördüler. Bu
karar erkeğin hoşuna gitmedi. Bunun üzerine Kadı Şüreyh "Bu iki Hakem
niçin tayin edildi?" dedi. Ve Hakemlerin kanaatlerini geçerli saydı.
İkrime b. Halid,
Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivayet ediyor. "Ben ve Muaviye
iki Hakem olarak tayın edildik." Bunları Hz. Osman tayin etmiş ve onlara
demişti ki: "Karı kocanın beraberliklerini devam ettirmelerini uygun
görürseniz onları bir araya getirin. Ayrılmalarını uygun görürseniz onları
aynın."
Taberi diyor ki:
"Eğer koca ile kannm aralarının açılmasından korkarsa-nız erkeğin
ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin." âyetinin
izahında, tercihe şayan olan şu görüştür. Allah teala, müslümanlara,
birbirlerini sıkıntıya düşüreceklerinden korkulan koca ve karının durumlarını
görüşmek üzere iki hakem gönderilmesini emretmiştir. Bu emrini müslümanlar-dan
sadece belli kimselere tahsis etmemiştir. Bütün müslümanlar, bu mesele hakkında
hakem tayin etmenin, kan kocaya veya müslümanîarı yöneten idareciye ait olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak bu hakemleri tayin etmenin sadece kan
kocaya mı ait olduğu yoksa sadece Devlet idarecesine mi ait olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Bu konuda hakem tayin
etmenin sadece kan kocaya veya sadece Devlet idarecesine ait olduğuna dair
Resulullahtan herhangi bir haber zikredilmemiştir. Ümmet de bu hususta ihtilaf
etmiştir. Madem ki durum böyledir o halde âyeti, bütün ümmetin icma ettiği
şekilde izah etmek daha uygundur. O da hakemi ya karı kocanın tayin etmesidir
veya Devlet idarecisinin tayin etmesidir. Bunların dışında herhangi bir
kimsenin hakem tayin etmesi caiz değildir. Zira âyetin zahiri her iki tayin
durumunu da kapsar mahiyettedir. Buna göre bu âyette zikredilen hakemleri:
a- Kan koca
seçmiş olabilir: Bu durumda gerek karı koca gerekse seçecekleri hakemler,
birbirlerine karşı tam bir hür iradeye sahip olduklarından, kan kocanın,
hakemleri çeşitli şekillerde yetkili kılmalan ve onlara genel veya sınırlı
vekalet vermeleri mümkündür.
aa- Kan koca
tayin edecekleri hakemlere genel bir yetki vererek onlan, leh ve aleyhlerine
karar vennekte vekil tayin etmiş olabilirler. Bu takdirde hakemlerin vekalet
sınırları içinde kalmaları şartıyla verdikleri kararlar kan kocayı bağlar.
bb- Kan
koca, tayin ettikleri hakemlere sınırlı bir vekalet vernıiş olabilirler.
Mesela taraflardan biri, hakemine sadece lehine olan konularda yetki verir
aleyhine olan konularda vennez. Yahut, her iki taraf ta hekemlerine, leh ve
aleyhlerine olacak hususlarda yetki vennemiş olabilirler. Yahut da her iki
taraf ta sadece lehlerine olan susuşlarda yetki vermiş olabilirler. Veya sadece
aleyhlerine olacak konularda yetki vennemiş olabilirler. Bütün bu durumlarda
hakemlerin ancak ikisinin de yetkilerinin birleştiği hususlarda karar venne
yetkileri vardır. Birinin yetkili diğerinin yetkisiz olduğu hususlarda karar
venne haklan yoktur. Şayet kan koca, seçtikleri hakemlere karar venne yetkisini
vennezler de onlan sadece haklıyı va haksızı tesbit edip Devlet idarecisi
huzurunda, gerekirse şahitlik etmeleri için tayin etmiş olurlarsa bu gibi
hakemlerin, kan kocanın du-rumlannda herhangi bir değişiklik yapmaları mümkün
değildir.Mesela bunlar, karının boşanmasına karar veremezler. Nafaka veya
boşanma bedeli gibi bir mat almaya veya ödemeye karar veremezler. Şayet verecek
olularsa onların bu kararlan kan kocayı bağlamaz.
Taberi diyor ki:
"Eğer denecek olursa ki: "Kan kocanın tayin ettikleri kimseler bu son
izah edilen durumda olurlarsa bunlara hakem demenin mânâsı nedir?" Cevaben
denilir ki: "Kan kocanın tayin ettiği bu kimselere burada hakem
denmesinin mânâsı müfessirler tarafından iki şekilde açıklanmıştır:
1- Dehhaka
göre bunlar sadece haklıyı ve haksızı tesbit eden bilirkişilerdir. Bunlaın
verecekleri raporlara göre Devlet idarecisi karar verir.
2- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise âyette zikredilen hakemlerden maksat, Hâkimlerdir.
Ancak bu hakimler, kan kocanın kendilerine yetki verdikleri konularda hüküm
verebililer.
Taberi devamla diyor
ki: "Bunlara ister bilirkişi densin ister hakim densin bunların her
ikisinin veya herhangi birinin, taraflardan aleyhine hüküm verilenin rızası
olmadıkça, kan kocanın ayrılmalarına veya onlardan herhangi birinden mal
alınmasına dair karar verme yetkileri yoktur. Ancak Allah tealanm, eşleri
birbirlerine karşı yükümlü kıldığı haklar hususunda karar verebilirler ki bu
da, erkeğin kadına infakta bulunması ve onu iyilikle tutmasıdir.Bunun dışında
bir karan ne bu hakemler verebilirler ne Devlet idarecisi verebilir ne de bir
başkası. Çünkü erkek haksız olursa Devlet idarecesi ondan sadece kadının
hakkını alma yetkisine sahiptir. Kadın haksız olursa erkek ondan bedel olarak
onu boşa-yabilir. Bu bakımdan koca ile karının ayrılmalarına kocadan başkası
karar veremez. Kadından da, nzası olmadan zorla mal alıp kocaya vererek onu
boşatmaya kimsenin yetkisi yoktur.
b- Hakemleri
Devlet idarecisi seçmiş olabilir. Bu durumda hakemlerin, eşlerin ayrılmalarına
dair karar vermeleri ancak eşlerin, kendilerini bu hususta yetkili kılmalanyla
mümkün olabilir. Keza bu hakemlerin, kadından ancak onun nzasıyla mal
alınmasına karar verme yetkileri vardır. Buna mukabil bu kimseler,
gerektiğinde Devlet idarecisinin huzurunda şahitlik etmeleri için kan kocadan
haklı ve haksız olanı teslbit ederler, onların aralannı bulmaya çalışırlar. Ancak
Devlet idarecisinin Hakem tayin edebilmesi için karı kocanın ona şikayette
bulunmaları ve Devlet idarecisinin de şahsen haklıyı ve haksızı o anda tesbit
edecek durumda olmaması gerekir. Aksi takdirde Devlet idarecisinin hakem tayin
etmesinin bir anlamı kalmaz. [104]
36- Allaha
ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya yetimlere,
yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya,
sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve Övünen
kimseyi sevmez.
Ey insanlar, Allaha
itaatta boyun eğin. Sadece onu rab edinin. Emirlerini tutup yasaklarından
kaçınarak ona kulluk edin. Rablıkta ve ibadette hiçbir şeyi ona ortak koşmayın.
Anneye babaya iyilikte bulunun. Anne ve babanız tarafından olan
akrabalarınıza, babası ölen yetimlere, ihtiyaç sahibi olan yoksullara, akrabalık
bakımından veya mesafe yönünden yakınınız olan komşulara yine akrabalık
bakımından ve mesafe yönünden uzakta olan komşulara, yanınızda bulunan yol
arkadaşınıza hanımınız ve sizden ayrılmayan kimselere ve sahibol-duğnuz
kölelere iyi davranın. Şüphesiz ki Allah, kölelerine iyi davranmayan kibirlileri
ve insanlara karşı böbürlenenleri sevmez.
Âyet-i kerimede:
"Allaha ibadet edin ona hiçbir şeyi ortak koşmayın." Duyurulmaktadır.
Allah teala burada, sadece kendisine kulluk edilmesini, canlı cansız, mevcut
veya hayali olan, hiçbir şeyin kendisine ortak koşulmamasını emretmektedir.
Çünkü kulu yoktan var eden, nzıklandıran, ona çeşitli lütuflarda bulunan ve
bütün yaratıklannı sevk ve idare ederek büyütüp besleyen o'dur. Bu itibarla
kulun onu tanıması ve hakkıyla takdir etmesi gerekir.
Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Ey Muaz, sen,
Allanın, kulları üzerindeki hakkını, kullann da Allahtan bekledikleri haklan
nedir biliyor musun?" Muaz diyor ki: "Allah ve Resulü daha iyi
bilir." dedim. Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki: "Allanın, kullan
üzerindeki hakkı, ona ibadet etmeleri ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamalandır.
Kullann Allahtan bekledikleri haklan ise, kendisine herhangi bir şeyi ortak
koşmayan kimseye azap etmemesidir[105]
Âyet-i kerimede:
"Anaya babaya iyilik edin." buyurulmaktadır. Allah teala kişinin,
ana ve babasına iyilik etmesini emretmektedir. Bu âyette olduğu gibi diğer bir
çok âyette de, kendisine kulluk edilmesini emretmesinin hemen arkasından anaya
babaya itaat edilmesini emretmektedir. Bu da onlara itaat ve iyilik etmenin ne
kadar Önemli olduğunu göstermektedir. Bu hususta şu âyetlerde buyuruluyor ki:
Rabbin kesinlikle emretti ki ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik
edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanır ve düş-künleşirse,
bezginliğini hissettirir şekilde onlara Öf bile deme, azarlama. Onlara güzel ve
tatlı sözler söyle. [106] "Bana ve anne
babana şükret" dedik. Kıyamet günü dönüş ancak banadır. [107]
Âyet-i kerimede:
"Akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edin." buyurul-maktadır. Bu
hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde şöyle
buyurmaktadır:
"Yoksula sadaka
vermek, sadece sadaka vermektir. Akrabaya sadaka vermek ise iki şeydir. Hem
sadaka vermek hem de akrabalık bağını devam ettirmektir. [108]
Yetimlere iyilik
mevzuunda ise Resulullah efendimiz, şehadet parmağı ile orta parmağını
göstererek buyurmuştur ki:
"Kendi akrabası
olsun yabancı olsun bir yetimi bakıp besleyen ile ben, cennette işte şunlar
gibi yan yana olacağız. [109]
Yoksullara iyilik
hususunda da Resuluİlah efendimiz şöyle buyurmaktadır;
"Bir dul kadının
ve bir yoksulun yardımına koşan kimse, Allah yolunda
cihad eden kimse gibidir. [110]
Âyet-i kerimede şöyle
Duyurulmaktadır: "Komşuiara.iyüik edin." Bu konuda da Resulullah efendimiz
şöyle buyuruyor:
"Cebrail bana
komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki (Allanın emriyle) komşuyu komşuya
mirasçı kılacağını zannettim. [111]
"Allaha ve âhiret
gününe iman eden kimse komşusuna eziyet etmesin. [112]
Yine âyet-i kerimede:
"Sahip olduğunuz kölelere iyilik edin." buyurul-maktadır. Resulullah
efendimizden bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir: "Ma'rur
diyor ki: " 'Rebze1 denilen yerde Ebuzer ile görüştüm. Kendisi de kölesi
de aynı elbiseden giymişlerdi. Ona bunun sebebini sordum bana şu cevabı verdi.
"Ben bir adamla tartışmış ve onu, anasından dolayı ayıplamıştım. Resulullah
da bu sebeple bana şöyle buyunnuştu:
"Ey Ebuzer, sen
onu, anasından dolayı nasıl ayıplıyorsun? Demek ki sen hâlâ üzerinde cahiliyet
kalıntıları taşıyan bir kimsesin. Sahip olduğunuz kardeşleriniz (köleleriniz)
sizin yardımcılannızdır. Allah onları sizin elinizin altında bulundurmuştur.
Kimin elinin altında bir kardeşi bulunursa ona yediğinden ye-dirsin,
giydiğinden giydirsin.Onlara, güçlerinin yetmeyeceği bir iş yüklemeyin. Şayet
yükleyecek oluşanız onlara yardım [113]
Âyette geçen ve
"Yakın komşu" diye tercüme edilen
ifadesi, Abdullah b. Abbas, Katade, Mücahid, Dehhak ve İbn-i Zeyd
tarafından "Soy bakımından akraba olan komşu." diye izah edilmiş,
Meymun b. Mihran tarafından da "Dinen yakın komşu" Yani Müslüman
komşu şeklinde izah edilmiştir.
Taberi birinci görüşün
doğru olduğunu, ikinci ve üçüncü görüşlerin ise âyetin zahirine ters düştüğünü,
bu itibarla sahih olmadıklarım söylemiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Uzak komşu" diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah b. Abbas,
Katade, Süddi, Mücahid, İkrime, İbn-i Zeyd ve Dehhak tarafından "Soy
bakımından uzak olan komşu." Yani müslü-man olmayan komşu" diye izah
edilmiştir. Bunlar da Yahudi ve Hristiyanlardır.
Taberi diypr ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, "Soy bakımından uzak olan
komşu" diyen görüştür. Bu komşu ister Müslüman olsun ister Yahudi, isterse
Hristiyan. Zira bundan önce ifade edilen komşu akraba olan komşudur. Bu komşu
da "Akraba olmayan komşu" diye izah edildiği takdirde Syet-i kerime
daha genel kapsamlı olarak anlaşılır. Böylece bütün komşulara iyi
davranılması-nın emredildiği anlaşılmış olur.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Yanında bulunan arkadaşa" diye tercüme edilen ifadesi, Abdullah
b. Abbas, Said b. Cübeyr, Katade, Mücahid, İkrime, Hz. Ali, Abdullahb. Mes'ud,
Süddi ve Dehhak tarafından "Yolculuk arkadaşı" diye izah edilmiş,
Abdurrahman b. Ebi Leyla, İbrahim en-Ne-hai, Abdullah b. Abbas ve yine Hz. Ali
ve Abdullah b. Mes'ud tarafından "Kişinin yanında bulunan katısı."
şeklinde izah edilmiş yine Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd tarafından
"Kişiden faydalanmak için ondan ayrılmayan arkadaş" şeklinde izah
edilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Bu ifade hakkında doğru olan söz, "Bundan maksat kişinin yanında
bulunan herhangi bir arkadaştır." şeklindeki sözdür.Zira âyetin ifadesi
buna müsaittir. Buna göre âyetin bu bölümünün ifadesine "Yolculuk
arka-daşi"da "Kişinin karısı" da "Ondan faydalanmak için
yanında bulunan arkada-şı"da girmektedir. Allah teala bu gibi bütün
arkadaşlara iyi davranılmasını emretmiştir. Zira bir arkadaşın diğer bir
arkadaş üzerine hakkı vardır. Nitekim bu hususta Resulullahın şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir.:
"Allah katında
arkadaşların en hayırlısı, arkadaşı için hayırlı oiandır. Yine Allah katında
komşulann en hayırlısı, komşusu için hayırlı olandır. [114]
Yine Resuîlamn, bir
arkadaşıyla giderken, bineğinden inip bir ağaçlığa girdiği, oradan iki dal
kesip getirdiğinde eğrisini kendisi alıp düzgünü arkadaşına verdiği,
arkadaşının da "Ey AH ahin Resulü, anam babam sana feda olsun. Düzgün olan
dal sana daha layıktır." demesi üzerine "Hayır ey filan, şüphesiz ki
her arkadaş, kendisine arkadaşlık yapanın arkadaşlığından sorumludur. Velev ki
bu arkadaşlık bir an için olsun." bu vurulmuştur.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Yolcu" dîye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahid, Katade
ve Rebi' b. Enese göre "Yolculuk yaparken birine uğrayan"dır.
Yine Mücahid, Katade,
ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu kimseden maksat misafirdir.
Taberi diyor ki:
"Bu kelimenin doğru izahı, bundan maksadın, "Yolcu" olduğunu
söyleyen izahtır. Bu izaha göre yolcu olan kimse, bir günah işlemek için
yolculuk yapmaması şartıyla, mümin bir kardeşininn yardımına muhtaç olursa
onun, yolcuya yardım etmesi, misafir olmak isterse onu misafir etmesi, bineğe
muhtaç olursa ona bir binek temin etmesi gerekir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve Övünen kimseyi sevmez."
Duyurulmaktadır. Bu hususta Ebu Reca'nın şunları söylediği rivayet edilmektedir.
"Kölelerine kötü davranan herkesi, kibirlenen ve övünen biri olarak
görürsün. Zira Allah teala, "Kölelerinize iyi davranın." buyurduktan
sonra "Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez."
buyurmuştur. Annesine babasına kötü davranan herkesin de zorba ve isyankâr
olduğunu görürsün. Zira Allah teala, Hz. İsanın "Allah beni anneme
hürmetkar kıldı. O beni asla zalim ve isyankâr yapmadı. [115]diye
söylediğini beyan etmiştir. [116]
37- Bunlar
cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Al-lahın, kendilerine
lütfundan verdiği nimeti gizlerler. Biz , kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırladık.
Bu kibirlenen ve
övünenler, Allanın kendilerine verdiği nimetleri harcamada cimrilik yaptıkları
gibi başkalarına da cimrilik yapmalarını emrederler. Allanın, lütfundan
kendilerine göndermiş olduğu kitapları Tevrat ve İncilde zikrettiği Muhammedin
vasıflarını gizlerler. Biz, Allanın nimetlerine karşı nankörlük eden,
Muhammedin Peygamberliğini yalanlayan kâfirler için hor ve hakir düşürücü bir
azap hazırladık.
Hadremi, Mücahid,
Katade ve Süddi bu âyet-i kerimenin Yahudiler hakkında indiğini, burada ifade
edilen cimrilikten maksadın ise Resulullahm isim ve sıfatlarını insanlardan
gizlemeleri olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre âyet-i kerimenin bu bölümünün
izahı şöyledir: "Şüphesiz ki Allah, böbürlenen ve övünen kişileri sevmez.
Onlar o kimselerdir ki Muhammedin isim ve sıfatlan hakkındaki bilgileri
insanlara öğretme hususunda cimri davranırlar ve bu bilgilere sahip olan
insanlara da cimri davranmalarını emrederler. Bunlar, Allanın, kendilerine
lütfundan verdiği Tevrattaki bu gibi isimleri gizlerler,
İbn-i Zeyd ve Abdullah
b. Abbas ise bu âyet-i kerimenin Yahudiler hakkında indiğnii ancak burada
zikredilen cimriliklerinden maksadın, mallanın harcamada cimrilik etmeleri
olduğunu ve gizlediklerinden maksadın da Resulullahm sıfatlannı gizlemeleri
olduğunu söylemişlerdir.
Bu hususta Said b.
Cübeyr, Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivayet etmiştir.
"Yahudilerden Kerdem b. Zeyd, Üsame b. Habib, Nafi b. Ebİ Nafi, Bahri b.
Ami\ Huyey b, Ahtab ve Rifaa b. Zeyd, Ensardan, Yahudilerle oturup kalkan,
onlann nasihatlarım dinleyen sahabilere geldiler ve dediler ki: "Sizler
mallannızı harcamayın. Zira sizlerin, mallarınızı bitirerek fakirliğe düşeceğinizden
korkuyoruz. İnfak etmekte aceîe etmeyin. Çünkü sizler, yaynn ne olacağını
bilemezsiniz." İşte bunun üzerine Allah teala: "Bunlar cimrilik
ederler, Allahm, kendilerine lütfundan verdiği nimeti gizlerler. (Yani Hz.
Muhammedin Peygamber olma nimetini gizlerler) âyetini indirdi.
Taberi diyor ki:
"Âyetin izahında tercihe şayan olan görüş birinci görüştür. Zira âyet-i
kerimede onlann hem cimrilik ettikleri hem de başkalarına cimri davranmayı
emrettikleri beyan edilmektedir. Buradaki cimrilikten maksadın mali yönden
cimrilik olduğu söylenecek olursa bu takdirde hiçbir ümmette görülmeyen ve
herkes tarafından yadırganan bir şey yapmış oldukları söylenir ki o günün
toplumu içinde yaşayan insanların bu hale düşmüş olmaları beklenmez. Zira
insanlar bizzat kendileri cimri olsalar da başkalarına mali yönden cimri
davranmayı emredemezler. Çünkü cimrilik her topluluk ve her fert tarafından
kınanan cömertlik ise herkes tarafından övülen ve takdir edilen bir haslettir.
Bu nedenlerle bu âyette zikredilen cimrilikten maksadın "Bilgileri saklama
cimriliği" olduğunu söylemek daha isabetlidir. Ancak buradaki cimrilik,
mallanm Allah yolunda harcamaya karşı cimri davranma olarak alınırsa,
Abdıîllah b. Abbastan da nakledildiği üzere böyle bir cimriliğin olması
beklenir. Âyeti bu şekilde yorumlamaya da yol açılmış olabilir.
Hz. Ebubekir (r.a.)
demiştir ki:
"Cimrilikten daha
büyük bir hastalık ne vardır? [117]
Resulullah efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde:
"Cimrilikten
kaçının zira cimrilik, sizden öncekileri helak etmiştir. O cimrilik onlann,
kanlannı akıtmaya ve kendilerine haram kılınanları helal saymaya sevketmiştir. [118]buyurmuştur. [119]
38- Bunlar,
mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcarlar. Alla-ha ve âhiret gününe
iman etmezler. Şeytan kimin arkadaşı olursa o ne kötü arkadaştır.
Bu gibi kibirli ve
övünen insanlar, mallanın Allah rızası için değil, insanlara gösteriş için
harcarlar. Allahm birliğine ve öldükten sonra tekrar dirilip hesap verecekleri
âhiret gününe iman etmezler.
Taberi diyor ki:
"Mücahid bu âyeti kerimenin Yahudilere ait sıfatlan beyan ettiğini
söylemiştir. Ancak bu âyette zikredilen sıfatlann Yahudilerden daha çok,
Resulullahm ve müminlerin korkusuyla Müslüman olduklannı söyleyen fakat
aslında müşrikiiklerinde devam eden münafıkların sıfatı olmaya daha uygundur.
Zira Yahudiler, Allaha ve âhiret gününe iman ediyorlardı. Onlar, Hz, Muhammedin
Peygamberliğini yalanlayarak inkâra düşmüşlerdi. Halbuki bu
âyette zikredilenlerin, Allaha ve âhiret
gününe iman etmedikleri beyan edilmektedir. Diğer yandan bundan önceki âyette
sıfatlan zikredilen kimselerle bu âyette sıfatlan zikredilen kişilerin arası
harfi ile ayrılmıştır. Bu da her iki âyetteki sıfatların farklı kimselere ait
olduklarını gösterir. Çünkü aynı kimselerin sıfatları zikredilirken harfi ile
aralarının ayrılmaması Arapçada fasih şiveye uygundur.
Evet, bundan önceki
âyette, cimrilik kınandığı gibi burada da mallarını gösteriş için harcayanlar
kınanmaktadır. Bu hususta Resulullah efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet gününde
insanların içinde ilk hesaba çekilecekler şu üç kişidir. Bunlardan biri de,
kendisine zenginlik bahşettiği ve her türlü maldan kendisine verdiği kişidir.
Bu kişi getirilecek. Allah ona verdiği nimetleri sayacak o da bunları
hatırlayıp bilecektir. Bunun üzerine Allah teala "Bu nimetler için ne
yaptın?" diye soracak. Kişi, "Nimetlerini, harcanmasını istediğin
hiçbir yol bırakmayıp senin için nimetlerini o yollarda harcadım."
diyecek. Allah teala ise "Yayan söylüyorsun. Sen bu harcamaları, "Bu
adam cömert biridir." desinler diye yaptın. Nitekim sana öyle
denmiştir." buyuracaktır. Sonra bu adam için emir verilir. Adam yüzüstü
sürüklenerek cehennem ateşine atılır. [120]
39- Bunlar,
Allaha ve âhiret gününe iman etselerdi ve AUahin verdiği rızıktan (gösterişsiz
olarak) harcasalardı kendilerine ne zarar gelirdi? Allah onları çok iyi
bilendir. Şayet gösteriş
yapanlar, Allanın birliğine iman edip, öldükten sonra dirilecekleri âhiret
gününü tasdik etseler ve Allanın, kendilerine nzık olarak verdiği mallardan,
Allanın rızasını kazanmak için zekatlarını gönül hoşluğuyla verseler, övülmek
ve iftihar etmek için harcamasalar ne zarar görürlerdi? Şüphesiz ki Allah,
onların, harcamadaki niyetlerini çok iyi bilendir. Ve onlara, ona göre karşılığını
verecektir. [121]
40- Şüphesiz
ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa
onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir.
Şüphesiz ki Allah,
yarattığı ve koruyup gözetîiği yaratıklarına zerre kadar zulmetmez. Zalimleri
cezalandırması ise onların bu cezayı hak etmelerindendir. Ayrıca bu ceza,
Allanın adaletinin de gereğidir. Kulun yaptığı en ufak ölçüdeki bir iyiliği
bile Allah zayi etmeyecek, onu artıracak ve katından ona bol mükâfaat
verecektir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimeyi iki şekilde izah etmişlerdir:
a- Katade
bunu şu şekilde izah etmiştir: Şüphesiz ki Allah, kullarının, mallarını kendi
yolunda harcama gibi amellerini boşa çıkararak onlara asla zulmetmez. Bu
amelleri zerre kadar bile olsa bu böyledir. Allah, kullarının yaptıkları güzel
amelleri daha da artırır ve karşılığında kullarına büyük mükafaatlar verir.
Ma'mer, Katadenin, bu
âyeti okuduktan sonra şunları söylediğini rivayet etmiştir: "İyi
amellerimin zerre kadar fazla olması benim için bütün dünya ve i-çinde
bulunanlardan daha sevimlidir."
Enes b. Malik
Resulullahm bu hususta şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Şüphesiz ki
Allah, bir müminin yaptığı iyiliğini boşa çıkararak ona zult-metmez. Zira
mümine o iyiliği ile dünyada rızık verilir. Ahirette ele onunla
mükâfaatlandinlır. Kâfire gelince, Allah için yaptığı iyi aınelleıiyle dünyada
ye-diriîip içirilir, âhirete intikal ettiğinde ise onun için,
mükafaatlandınlacağı hiçbir ameli kalmaz. [122]Resulııllah
(s.a.v.) diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur.
"Nefesim kudret
elinde olan Ailaha yemin olsun ki sizlerden hiç biriniz, hak talep etme
hususunda kıyamet gününde Ailaha, cehennem ateşine düşen kardeşinin haklarım
arayan müminlerden daha fazla yalvarmaz ve ondan daha fazla yardım istemez. O
müminler diyecekler ki "Ey rabbimiz, ateşe atılan bu kardeşlerimiz,
bizimle beraber oruç tutuyor, namaz kılıyor ve Hac yapıyorlardi." Onlara
denilecek ki: "Onlardan tanıdıklarınızı cehennemden çıkarın. Müminlerin
yüzleri cehennem ateşjne haram kılınmıştın (Yüzleri yunmadığını için onlar
yüzlerinden tanınacaklardır) O müminler, cehennem ateşi bacağının yansına
kadar ve dizlerine kadar ulaşan bir çok kişiyi o ateşten çıkaracaklardır. Sonra
diyeceklerdir ki: "Ey rabbimiz, o ateşte bize çıkarmamızı emrettiğin
kişilerden kimse kalmadı." Allah onlara: "Tekrar dönün, kimin
kalbinde bir Dinar kadar hayır bulacak olursanız onu da çıkarın." diyecek,
onlar da bir çok insanı çıkaracaklar sonra: "Ey rabbimiz, biz orada, bize
emrettiklerinden hiçbir kimseyi bırakmadık" diyecekler. Sonra Allah
onlara: "Geri dönün, kalbinde yarım dinar kadar hayır bulduğunuz kimseyi
oradan çıkarın." diyecek onlar da çok insanlar çıkaracaklar sonra
diyecekler ki: "Ey rabbimiz, biz orada bize emrettiklerinden kimseyi
bırakmadık." Allah da diyecektir ki: "Geri dönün, kalbinde zerre
kadar hayır bulduğunuz kimseyi çıkarın." Bunun üzerine onlar bir çok
insanı çıkaracaklar ve sonra diyeceklerdir ki: "Ey rabbimiz, biz orda
hayır sahibi olan hiçbir kimseyi bırakmadık."
Hadisi rivayet eden
Ebu Said el-Hudri diyor ki: "Eğer sizler bu hadise inanmıyorsanız şu âyeti
okuyunuz. "Şüphesiz ki Allah hiçbir kimeseye zerre kadar zulmetmez.
Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır ve yapana katındım büyük
bir miikâfaat verir. [123]
b- Abdullah
b. Mes'ud ise bu âyet-i kerimeyi şu şekilde izah etmiştir: "Allah, kıyamet
gününde, zulme uğrayan kulunun hakkını, zerre kadarda olsa, zulmü yapandan
almayarak, haksızlığa uğramış kuluna zulmetmez. Mazlumun hakkını zalimden
mutlaka alır. Mazlum kulunun hakkını aldıktan sonra kulun zerre kadar da iyiliği
kalsa Alah onun iyiliğini artırır ve katından ona büyük bir miikâfaat olarak
cennetini verir.
Bu hususta Za'zan
diyor ki: "Ben Abdullah b. Mes'udun yanına vardım. O dedi ki:
"Kıyamet günü olunca Allah, önce geçmiş olanları da sonra gelenleri de bir
araya toplayacak sonra Allah tarafından bir çağıran şöyle seslenecektir:
"Dikkat edin, kim, kendisine yapılan bir haksızlığın karşhğım istiyorsa
gelsin hakkını alsın."
Abdullah b. Mes'ud
eliyor ki: "Vallahi o zaman, çocuk babasında, baba çocuğundan, koca
karısından, karı kocasından, küçük dahi olsa bir hakkı bulunsa da onu istese
diye arzu edecektir. Bunu, Allah tealanın kitabında doğrulayan âyet şudur:
"(Tekrar dirilmek için) Sur'a üfürüldüğü zaman aralarında soy bağının
hiçbir değeri kalmaz ve birbirlerine de bir şey sormazlar. [124]
Üzerinde başkalarının hakkı bulunan kimseye denir ki: "Sen bu hak
sahibine haklarını ver."
O da der ki: "Ey
rabbim nereden bulup vereyim? Dünya yok oldu." Allah da Meleklerine der
ki: "Ey meleklerim siz bunun salih amellerine bakın. Hak sahiplerine o
amellerden verin." Melekler hak sahiplerine haklarını verdikten sonra
eğer o kişinin, zerre kadar dahi olsa geriye iyi bir ameli kalacak olursa melekler,
bunu kendilerinden daha iyi biten Allaha derler ki: "Ey rabbimiz, her hak
sahibine hakkını verdik. Bu kişinin geride zerre kadar iyi ameli kaldı."
Allah da meleklerine diyecektir ki: "Siz kulumun o amelini artırın ve onu
merhametim sayesinde cennete koyun."
Abdullah b. Mes'ud
diyor ki: "Bu sözü, Allahın kitabında doğrulayan âyet şudur: "Şüphesiz
ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da
olsa onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir."
Yani cenneti verir. Şayet salih amelleri alınan bu kulun bütün iyilikleri biter
ve sadece kötülükleri kalacak olursa melekler, bunu kentlilerinden daha iyi
bilen Allaha: "Ey Allahımız bunun bütün iyilikleri bitti. Sadece kötülükleri
kaldı. Bir çok kimse de bundan hak istiyorlar." Bunun üzerine Allah tea-la
der ki: "Onlann günahlarını bunun üzerine yükleyin ve buna cehennem için
bir belge hazırlayın."
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerimenin her iki şekilde de te'vil edilmesi mümkündür. Ancak
birinci te'vil şekli Resulullahtan varid olan habere ve âyetin zahirine daha
uygun olduğu için biz onu tercih ettik."
Taberi devamla diyor
ki: "Müfessirler, Allah tealanm bu âyet-i kerime-siyle kimlere vaadde
bulunduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
Bazılarına göre burada
kendilerine vaadedilenler, Allah ve Peygamberine iman eden bütün müminlerdir.
Zira Ebu Hureyre Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. "Allah
teala, yapılan iyiliği milyon kere artırır."
Abdullah b. Ömer ise
bu âyette zikredilen vaadin sadece muhacirlere ait olduğunu, diğer insanların
ve Bedevilerin bu âyetin kapsamına ginnediklerini söylemiştir. Bu hususta
Atıyye el-Avfı, Abdullah b. Ömerin şunları söylediğini rivayet etmiştir:
"Kim bir iyilik ortaya koyarsa ona o iyiliğin on katı vardır. Kim de bir
kötülük işlerse sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa
uğratılmazlar. [125] âyeti Bedeviler hakkında
nazil olmuştur. Bir adam "Muhacirler hakkında hangi âyet nazil
olmuştur?" diye sorunca Abdullah b. Ömer "Muhacirler hakkında bu
âyetten daha fazla vaad beyan eden âyet nazil olmuştur. O da: "Şüphesiz
ki Allah hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zere kadar da olsa
onu kat kat artırır ve yapana, katından büyük bir mükâfaat verir."
âyetidir. Allah, bir şeyin büyük olduğunu bildirince o şey gerçekten büyüktür."
demiştir.
Taberi bu ikinci
görüşü tercih etmiş ve delil olarak şunu zikretmiştir. Allah tealanın ve
Resullahm bildirmiş olduğu haberlerin, birbirlerine ters olmaları imkânsızdır.
Madem ki Allah teala bir âyeti kerimesinde, mümin kullarının yaptıkları
iyiliklerin karşılığını on kat olarak vereceğini, diğer bir âyetinde bu iyilikleri
kat kat artıracağını beyan etmiş ve Resulullah da bazı müminlerin mükâfaatlannm
iki milyon kat artırılacağını, bazılarının ise on kat artırılacağını
bildirmiştir. O halde, mükafaatlan çokça artırılanlar, Ebu Hureyryenin de rivayet
ettiği gibi muhacirlerdir. Daha az artırılanlar ise Abdullah b. Ömerin rivayet
ettiği gibi, muhacirlerin dışındaki müminlerdir. Böylece âyet ve hadislerin,
çelişir gibi olmaları, ortadan kalkmış olur. [126]
41- (Kıyamet
gününde) Her ümmetten bir şahit getirilirken, seni de bunların üzerine şahit
getirdiğimizde halleri ne olacaktır?
Kıyamet gününde her
ümmetten, yaptıklarına dair aleyhlerine şahitlik edecek bir şahit getirirken,
Ey Muhammed, seni de ümmetine karşı şahit getirdiğimizde bunların hali ne
olacaktır?
Abdullah b. Mes'ud
şöyle rivayet ediyor:
"Resullah bana
dedi ki: "Kur'anı bana oku." Dedim ki: "Ey Allahm Resulü,
Kur'an sana indirildi onu ben sana nasıl okuyayım?" Resulullah: "Evet
oku. Çünkü ben onu başka birinden dinlemek istiyorum." dedi. Ben Resulullaha
Nisa suresini okudum. Kıyamet gününde her ümmetten bir şahit getirirken seni de
onlann üzerine şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır?" ayetine gelince
"Tamam yeter." dedi. Baktım ki gözlerinden yaşlar akıyor. [127]
Yine Abdullah b.
Mes'ud diyor ki: "Resulullah (Kıyamet gününde) her ümmetten bir şahit
getirirken seni de bunların üzerine şahit getirdiğimizde halleri nice
olacaktır?" âyetini okuduktan sonra şu âyeti okumuştur: "Aralarında
olduğum müddetçe onlara şahit idim. Beni vefat ettirdiğinde de onları sen
gözetliyordun. Sen her şeye şahitsin. [128]
Süddi ise bu âyetin
izahında şöyle demiştir: "Kıyamet gününde Peygam-berleı* geleceklerdir.
Onların bazılarının ümmetlerinden sadece bir kişi veya iki kişi yahut on kişi
ya da bundan daha az kişi insan iman etmiş olacaktır. O Peygamberlerden
bazılarına da bundan daha az insan iman etmiş olacaktır. Nihayet Hz. Lutun
kavmi getirilecek. Ona kavmindeki, iki oğlundan başka kimsenin iman etmediği
belli olacak, Peygamberlere: "Sizler kendinize gönderilenleri tebliğ
ettiniz mi?" diye sorulacak onlar da: "Evet." diyeceklerdir.
Bunun üzerine: "Buna dair kim şahitlik eder?" denilecek onlarda:
"Muhammed ümmeti" diyeceklerdir. Bu defa Muhammed ümmetine:
"Sizler, Peygamberlerin, şahitliği size bıraktıklarını söyleyebilir
misiniz? Bu hususta ne dersiniz?" denilecek, onlar da cevaben
diyeceklerdir ki "Ey rabbimiz, biz şahitlik ederiz ki onlar tebliğ
ettiler." Bunun üzerine denilecekti ki :" Sizin bu şahitliğinizin
doğruluğunu kim tasdik edecektir ?" Onlar da diyeceklerdir ki:
"Muhammed (s.a.v.) tasdik edecektir." Bu defa Muhammed (s.a.v.)
çağırılacak o da ümmetinin doğru söylediğine ve Peygamberlerin tebliğ etmiş
olduklarına dair şahitlik edecektir. İşte Allah tealanın: "Böylece biz
sizin, insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamberlerin de size karşı şahit
olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık[129]âyeti
bu hususu izah etmektedir. [130]
42- O gün,
inkâr edip Peygambere isyan edenler, yerle bir olmayı isterler. Allahtan
hiçbir sözü gizlcyemezlcr.
İşte o kıyamet
gününde, Allahin birliğini inkâr eden kâfirler ve Peygambere isyan edenler,
Allanın, kendilerini yerle bir etmesini ve toprak olmalarını dilerler.
* Bu hususta başka bir
âyette de şöyle buyurulmaktadir: "O gün kişi yaptığı amellere bakar.
Kâfir ise "Keşke toprak olsaydım." der. [131]
Âyet-i kerimede:
"O kâfirler, Allahtan hiçbir sözü gizlemmeyezler." buyuru İm
aktadır. Bundan maksat, "Müşrikler ağızlarıyla inkâr etmeye kalkışsalar da
bizzat diğer organları, yaptıkları amellere dair şahitlik edeceklerinden,
Allahtan hiçbir şeyi gizleyemeyeceklerdir," demektir.
Bu hususta Said
b.Cübeyr diyor ki: "Bir adam gelip Abdullah b. Abbasa dedi ki: "Ben,
Allah tealanın, bir âyette, müşriklerin kıyamet gününde şöyle diyeceklerini
zikrettiğini gördüm." Sonra içinde bulundukları zor durumdan dolayı:
"Rabbimiz olan Allaha yemin olsun ki biz ona ortak koşanlardan
değildik." demekten başka çaraleri kalmaz. [132]
Diğer bir âyette ise "Allahtan hiçbir sözü gizleyemezler."
buyurduğunu gördüm. (Bunlar birbirlerine zıt değiller mi?)
Abdullah b. Abbas dedi
ki: "Müşriklerin: "Rabbimiz olan Allaha yemin olsun ki biz ona ortak
koşanlardan değildik." şeklindeki sözlerini, onların, cennete müslüman
olanlar dışında kimsenin ginnediğini gördükleri ve "Gelin biz de müşrik
olduğumuz inkâr edelim." dedikleri zaman söyleyeceklerdir. Bunun üzerine
Allah onların ağızlarını mühürleyecek, onların müşrik olduklarını elleri ve
ayaklan söyleyecektir. İşte o anda Allahtan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir.
Nitekim Abdullah b.
Abbasın zikrettiği bu husus şu âyette de beyan edilmektedir: "O gün biz
onların ağızlarını mühürleriz de bize elleri konuşur. Ayaklan da ne
yaptıklarına şahitlik eder. [133]
43- Ey iman
edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Cünüp
iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yolcu olanlar müstesnadır. Eğer
hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse veya
kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda da su bulamamişsanız, tertemiz bir toprak ile teycmmün
edin. Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affeden, çok
bağışlayandır.
Ey iman edenler, içki
içerek sarhoş olmuşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın.
Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Fakat yolcu olup ta su
bulamayanlar müstesnadır. Onlar teyemmüm ederler. Eğer yaralı veya başka bir
şekilde hasta iseniz veya sıhhatli olduğunuz halde yolculukta iseniz yahut
küçük veya büyük abdest bozmaktan gelmişseniz veya cinsi münasebette
bulunmuşsanız ve bu durumda abdest alacak veya cünüplük-ten temizlenecek kadar
su bulamamışsanız tertemiz bir toprak ile teyemmüm edin.
Âyet-i kerimede:
"Sarhoşken ne söylediğiniz bilinceye kadar namaza yaklaşmayın."
buyuru İm aktadır.
Müfessirler, burada
zikredilen sarhoşluğun, neden meydana gelen bir sarhoşluk olduğu hususunda iki
görüş zikretmişlerdir:
a- Hz. Ali,
Abdullah b. Abbas, Ebu Rezin, Mücahid, Katade ve İbrahim en-Nehaiye göre bu
âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, içki içmekten meydana gelen
sarhoşluktur. Onlara göre bu âyet-i kerime, içkinin kesin olarak yasaklanmasından
önce nazil olmuş, içki içtikten sonra sarhoş olanların uyanıp ne söylediklerini
bilinciye kadar namaza yaklaşmam al arını emretmiştir. Daha sonra ise içki
kesin olarak yasaklanmış ve bu âyetin hükmü neshedilmiştir.
Bu hususta Hz. Alinin
şunları söylediği rivayet edilmektedir:
"Bir gün
Abdurrahman b. Avf bize yemek yaptı ve bizi davet etti ve bize içki içirdi.
İçki bizi sarhoş etti. O sırada namaz vakti gelmişti. Beni İmam olarak öne
geçirdiler. Ben de Kâfırûn suresini yanlış bir şekilde şöyle okudum: "De
ki: "Ey kâfirler, ben sizin yaptıklarınıza ibadet etmem. Biz ise sizin
taptıklannza ibadet ederiz." Bunun üzerine Alla teala " Ey iman
edenler, sarhoşken ne söylediğinizı bilinceye kadar namaza yaklaşmayın."
âyetini indirdi. [134]
Ebu Vâil, Ebu Rezin ve
İbrahim en-Nehai bu âyetin ve Bakara suresinin iki yüz on dokuzuncu âyeti olan:
"Ey Muhammed, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki "Onlarda büyük
günahlar vardır. İnsanlar için bazı faydalan da vardır. Ancak günahları
faydalarından çok büyüktür." âyetinin ve Nahl suresinin altmış yeydinci
âyeti olan: "Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden, sarhoş edici
içkiler ve güzel nzıkiar edinirsiniz..." âyetinin, içkinin kesin olarak
haram olduğunu belirten Maide suresinin doksanıncı âyetiyle neshedildi-ğini
söylemişlerdir.
b- Dehhaka
göre ise bu âyette zikredilen sarhoşluktan maksat, uyku sarhoşluğudur. Buna
göre Allah teala müminlere, uykudan dolayı sarhoş bir haldeyken tamamen
kendilerine gelip ne söylediklerini bilinceye kadar namaza yaklaşmamalarını
emretmiştir.
Taberi buradaki
sarhoşluktan maksadın, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk olduğunu ve Aîlah
tealanın, içkiyi kesin olarak yasaklamasından önce müminlere, sarhoşken namaza
yaklaşmamalarını emrettiğim söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu
söylemiştir.Zira bu âyetin, içki içmekten meydana gelen sarhoşluk hakkında
nazil olduğuna dair, Resulullahın sahabilerinden, birbirini destekleyen
haberler zikredilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Bu âyette zikredilen sarhoşluktan
maksadın, içki içmekle meydana gelen sarhoşluk olduğu nasıl söylenebilir? Zira
sarhoş olan aklını kaybeder, deliler gibi olur. Delileri de herhangi bir vazife
ile yükümlü tutmak mümkün değildir. O halde sarhoş olan kimse nasıl olur da
namaza yaklaşmamakla emrolunur?" Cevaben denir ki: "Sarhoşlar akıllarını
kaybeden deliler gibi değil, vücutları uyuşan ve hareketleri yavaşlayan
kimselerdir. Bu nedenle emir ve yasaklara muhatap olma durumundadırlar. Şayet
birsarhoş tamamen aklını kaybedip deli durumuna düşerse elbette ki bu âyet-i
kerime ile muhatap olduğu söylenemez.
Âyet-i kerimenin:
"Cünup iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın. Yocu olanlar
müstesnadır." diye tercüme edilen ifadesi müfessirler tarafından iki
şekilde izah edilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas, Hz. Ali, Said b. Cübeyr, Mücahid, Hasan-ı Basri, Hakem ve İbn-i Zeyde
göre bu ifadeden maksat, "Yolcu olanlar" demektir. Bunlara göre bu
cümlenin mânâsı şöyledir: "Cünüp olan kimse yıkanmadan namaz kılmasın.
Ancak yolcu olanlar müstesnadır. Onlar cünüp olurlarsa teyemmüm ederek namaz
kılabilirler."
Bu hususta Abdullah b.
Abbasm şunları söylediği rivayet edilmektedir: Men maksat, yolculuk
yapanlardır. Allah teala onlara buyurmuştur ki: "Cünüp iseniz, su
bulduğunuz zaman yıkanmadan önce namaza yaklaşmayın. Şayet su bulamazsanız,
ben sizin için toprağa meshederek teyemmüm yapmanızı helal kıldım."
Hz. Alinin de şöyle
söylediği rivayet edilmektedir: "Cünüp iken yıkanmadan namaza
yaklaşmayın. Ancak misafir olup ta su bulamama durumunuz müstesnadır. Bu
takdirde teyammüm edin."
b- Yine
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr Hasan-ı Basri, İbrahim en Nehai, Ebu Ubeyde,
İkrime, Zühri, Yezid b. Habib ve Mücahide göre ifadesinden maksat, "Yoldan
geçenler müstesnadır." demektir. Bunlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar
namaz kılmak için namazgahlara yaklaşmayın. Cünüp olduğunuzda da yıkamncaya
kadar namazgahlara yaklaşmayın. Ancak namazgahtan, bir yol uğrağı olarak
geçenler müstesnadır. Bunlar cünüp te olsalar yıkanmadan önce namazgahların
içinden geçebilirler."
Bu hususta Abdullah b.
Abbasın şunları söylediği rivayet edilmektedir: Cünüp iken mescide yaklaşma.
Ancak yolunun oradan geçmiş olması durumu müstesnadır. Oradan bir geçit olarak
geçebilirsin. Fakat orada oturma."
Yine Abdullah b.
Abbasın, Hayızh olan kadının ve cünüp bir kimsenin, içinde oturmadıkça
mescitten geçmelerinde bir sakınca yoktur." dediği rivayet edilmektedir.
Taberi, bu ikinci
görüşün tercihe şayan okluğunu ifadesinden maksadın "Ancak namaz kılınan
yerlerden gelip geçenler müstesnadır." demek olduğunu söylemiştir. Çünkü
âyetin devamında: "Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz
tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsa-nız ve bu durum da su
bulamamişsanız tertemiz bir toprakla teyemmüm edin." bu yum I m akta ve
cünüp olan yolcunun hükmü beyan edilmektedir. Âyetin bu bölümünde önce
zikredilen ifadesini de yolcu olarak izah etmekle âyetin, lüzumsuz bir
tekrarda bulunduğu söylenmiş olur ki bu doğru değildir. Diğer yandan
kelimesinin türetildiği fiilinin Arapçadaki mânâsı, "Yolun veya nehirin
bir yanından diğer yanına geçmektir." Buradaki sıfatı da namazgahın bir
tarafından diğer tarafına geçeni ifade etmektedir.
Ayet-i kerimede:
"Eğer hasta iseniz veya yolculukta iseniz yahut biriniz tuvaletten
gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve bu durumda da su bula-mamışsanız
tertemiz bir toprakla teyammüm edin." bu yunıî m aktadır.
Müfessirler, burada
zikredilen hastanın naşı! bir hasta olduğu farklı şekillerde izah etmişlerdir.
a-
Bazılarına göre burada zikredilen "Hasta"dan maksat, bir yeri kınlan
veya yaralanan yahut bir yerinde yara çıkan, su ile yıkandığı takdirde zarar göreceğinden
korkan kimselerdir.Bu gibi kimselerin teyemmüm etmeleri caiz olur. Bu görüşte
olanlardan Abdullah b. Mes'uda göre burada zikredilen "Hasta"dan
maksat, bir yeri kırılan veya yaralanandır. Ebu Malik ve Süddiye göre ise
"Bir yeri yaralanandır." Said b. Cübeyre göre "Bir yeri
yaralanan ve kendisinde yara meydana gelen yahut çiçek hastalığına
yakalanandır."
b- İbn-i
Zeyde göre ise burada zikredilen "Hasta"dan maksat, suyu kullanamayacak
derecede hasta olan ve kendisine su getirin yıkayacak kimsesi de bulunmayan
hastalardır. İşte böyle bir hastanın teyammüm etmesi caizdir.
Taberi diyor ki:
"Âyetin te'vili şöyledir: "Eğer sizler yaralanacak oluşanız veya bir
yerinizde yara çıkacak olursa yahut bir yeriniz kırılacak olursa ya da
cünüplükten yıkanmaya gücünüz yetmeyecek kadar hasta olursanız ve o sırada
yolcu olmayıp meskun iseniz temiz toprakla teyemmüm edin."
Âyet-i kerimede geçen
ve "Tuvalet" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Geniş
bir vadi" demektir. Tuvalet olarak Özel yerler yapılmadan Önce insanlar
beşeri ihtiyaçlarını bu gibi vadilerde giderdikleri için "Tuvalet
yeri" mânâsına bu kelime kuli anı İm ıştır.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kadınlara dokunmuşsanız" diye tercüme edilen ifadesi,
müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Hz. Ali, Katade ve Hasan-ı Basriden nakledilen bir görüşe göre burada
zikredilen "Kadanlara dokunmak"tan maksat, kadınlarla cinsi
münasebette bulunmaktır. Bu görüşte olanlara göre âyet-i kerimede, kadınlarla
cinsi münasebette bulunan kimsenin su bulamaması halinde teyemmüm etmesi
emredil inektedir.
İkrime diyor ki:
"Said b. Cübeyr, Ata b.Ebi Rebah ve Ubeyd b. Umeyr bu âyette zikredilen
"Dokunmak"tan neyin kastedildiği hususunda ihtilaf ettiler. Said b.
Cübeyr ve Ata, buradaki "Dokunmak"tan maksadın, kadınlara cinsi münasebete
varmayacak derecede dokunmak olduğunu söylemişler, Ubeyd ise burada ifade
edilen "Dokunmak"tan maksadın, cinsi münasebette bulunmak olduğunu
söylemiştir. Onlar bu meseleyi tartışırken, Abdullah b. Abbas çıkıp gelmiş
meseleyi ona sormuşlar o da şu cevabı vermiştir: "Arap olmayan iki kişi
hata etmişler, Arap olan kişi ise isabet etmiştir. Buradaki dokunmak'tan
maksat, cinsi münasebette bulunmaktır. Fakat Allah teala, örtülü ve nezih bir
şekilde ifadede bulunmuştur.
b- Abdullah
b. Mes'ud, Ubeyde es-Selmani, Abdullah b. Ömer, Âmir eş-Şa'bi, İbrahim
en-Nehai, Hakem, Hammad ve Ebu Ubeydeden nakledilen ikinci
bir görüşe göre bu âyette zikredilen
dokunmak'tan maksat, erkeğin, kadının vücuduna eli veya herhangi bir azası ile
dokunmasıdır. Cinsi münasebette bulunmak değildir. Bunlara göre kadının
vücudundan herhangi bir yere çıplak olarak eliyle dokunan veya onu öpen erkeğin
abdesti bozulur. O erkeğin yeniden ab-dest alması gerekir.
Taberi diyor ki:
"Bu iki görüşten tercihe şayan olan görüş, bu âyette zikredilen
"Dokunmak"tan maksadın, cinsi münesebette bulunmak olduğunu söyleyen
görüştür. Cinsi münasebetin dışındaki diğer dokunmalar değildir. Zira bu
hususta Resulullamn, hanımlarından bazılarını öptükten sonra abdest almadan
namaz kıldığına dair sahih haberler zikredilmiştir.
Hz. Aişe (r.anh.)
Resulullahın kendisini öptüğünü ve ondan sonra da abdest almadığını
söylemiştir[135] Diğer bir rivayette Hz.
Aişe şöyle demiştir:
"Resulullah,
hanımlarından birini Öptü sonra çıkıp namaza gitti ve abdest de almadı. [136]
Zeyneb eş-Sehmiye, Hz. Aişenin, şunları söylediğini rivayet etmiştir.
"Resulullah
abdest alırdı. Sonra öperdi ve namaz kılardı. Abdest de almazdı. Bunu bana
yaptığı da olmuştu[137]
Taberi, Ümmti
Selemenin de Resulullahtan.benzeri bir hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. [138]
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin kimler hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- İbrahim
en-Nahai'ye göre bu âyet-i kerime, yaralanmış olan ve yaralı iken.cünüp olan
sahabiler hakkında nazil olmuştur. Onlar bu durumlarım Resu-lullah'a
anlatmışlar bunun üzerine bu âyet inmiş ve onların teyemmüm edeceklerini beyan
etmiştir.
b- Hz. Aişe
ve diğer bazı sahabilere göre bu âyet-i kerime, bir yolculuk esnasında cünüp
olan ve yıkanmak için su bulamayan sahabiler hakkında nazil olmuş ve onların
toprakla teyemmüm eüTielerini beyan etmiştir.
Bu hususta Hz. Aişe
(r.anh.) diyor ki:
"Biz, bir
yolculuğu sırasında Resulullah ile beraber gitmiştik. "Beyda" veya
"Zatülceyş" denen yere vardığımızda gerdanlığım koptu. Resulullah onu
aramaya girişti. İnsanlar da onunla beraber arıyorlardı. Oniar bir su başında
değillerdi. İnsanlar Ebubekir'e gittiler ve ona: "Aişenin ne yaptığını
görüyor musun? O, Resuluilah'ı ve insanları yolundan alıkoydu, insanlar ne bir
suyun ba-şmdalar ne de onların yanında su bulunuyor." dediler. Bunun
üzerine Ebubekir çıkıp geldi. O sırada Resulullah başını dizime koymuş ve
uyumuştu. Ebubekir: "Sen Resuluilah'ı ve insanları yolundan alıkoydun.
Onlar bir su başında değiller. Yanlarında su da yok." dedi. Babam Ebubekir
bana çok sitem etti ve Allah'ın dilediği kadar sözler söyledi. Eliyle böğrüme
dürtüyordu. Benim hareket etmeme, Resulullah'm dizimde uyuması engel oluyordu.
Nihayet Resulullah sabah olunca kalktı. Orada hiç su yoktu. İşte o sırada
Allah, teyemmüm âyetini indirdi. Orada bulunanlar teyemmüm ettiler. Üseyd b.
Hudayr da: "Ey Ebubekir ailesi, bu sizin ilk bereketiniz değildir."
dedi. Biz, üzerine binmiş olduğum deveyi kaldırdık. Gerdanlığımı onun altında
bulduk."[139]
Taberi bu hadisi Hz.
Aişe'den çeşitli şekillerde rivayet etmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Toprak" diye tercüme edilen ( kelimesi, Katade tarafından
"Ağaç ve bitki olmayan yer", İbıvi Zeyd tarafından "Düz
yer", Amr b. Kays tarafından, "Toprak", diğer bir kısım âlimler
tarafından ise "Toprak ve tozlu yeryüzü" diye izan edilmiştir.
Taberi bu kelimeden
maksadın, "Bitkilerden, ağaçlardan, binalardan arınmış olan düz
yer." olduğunu söyleyen görüşün doğru olduğunu söylemiştir.
Ayet-i kerimede,
teyemmüm eden kimseye, yüzünü ve ellerini toprağa sünnesi emredil inektedir.
Müfessirler, teyemmüm
eden kimsenin, ellerinin ne kadarını toprağa sürme mecburiyetinde olduğu
hususunda üç görüş zikretmişlerdir.
a- Ammar b.
Yasir, Âmir eş-Şa'bi, İkrime, Evzai ve Mekhul'dcn nakledilen bir görüşe göre,
teyemmüm eden kimse ellerini toprağa sürüp bileklerine kadar mesheder.
Bileklerinden yukarı, dirseğe doğru herhangi bir yerini meshet-mez.
Bunlar, görüşlerine
delil olarak, Abdurrahman b, Ebza'dan rivayet edilen şu hadis-i şerifi
göstermişlerdir:
"Bir adam Ömer'e
geldi. Ben cünüp oldum fakat su bulamıyorum." dedi. Ömer ona "Namaz
kılma" dedi. Bunun üzerine Ammar, "Ey mü'minlerin emin, hatırlamıyor
musun bir zaman ben ve sen bir müfrezede buîunuyoduk. İkimiz de cünüp olmuştuk
ve su bulamamıştık. Sen namaz kılmamıştm. Ben ise toprakta yuvarlanmış ve
namaz kılmıştım. . Resulullah da buyurmuştu ki: "Senin iki elini yere
vurman sonra da onlara üflemen daha sonra da o ikisiyle yüzünü ve ellerini
meshetmen senin için kâfi idi... [140]
Hadisin diğer bir
rivayetinde Resulullah Ammar'a:
"Şöyle yapman
senin için yeterliydi." buyurmuş ve Resulullah iki elini yere vurmuş,
onlara tiflemiş ve onlarla yüzünü ve iki elini meshetmiştir." [141]
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlar, teyemmümde ellerin, sadece bileklere kadar meshedilmesinin
yeterli olduğunu, zira Kur'an-ı Kerim'de "El" kelimesi zikredilince
bileğe kadar olan kısmının kasdedildiğini söylemişlerdir. Nitekim hırsızlık
yapan erkek ve kadının ellerinin kesilmesi emredilmiş ve bunlara hırsızlık
cezası uygulanırken de elleri bileklerinden kesilmiştir. Bu da göstermektedir
ki bu âyette teyemmüm hususunda zikredilen "El"den maksat da bileğe
kadar olan el'dir.
b- Abdullah
b. Ömer, Hasan-ı Basri ve Âmir eş-Şa'bi'ye göre ise teyemmümde ellerin
meshedilme sınırı, dirseklere kadardır. Zira abdest alırken eller dirseklere
kadar yıkanır. Allah Teâlâ, teyemmüm eden kişiden, başını ve ayaklarını
meshetme yükümlülüklerini kaldırmış fakat onların, yüzlerini ve ellerini
toprakla meshetmelerini emretmiştir. Bundan anlaşılmaktadır ki, teyemmümde
ellerin meshedilme sınırlan, abdest alırken yıkanan yerlerdir.
Taberi, bu görüşte
olanların, Ebu Cüheym'den rivayei edilen şu hadisi delil gösterdiklerini
zikretmiştir. Ebu Cüheym diyor ki: "Ben, Resulullah'm, küçük abdest ini
bozduğunu gördüm. Ona selam verdim o benim selamımı almadı. İhtiyacını görünce
bir duvarın önünde kalktı. Ellerini duvara vurdu. Onlarla yüzünü mesnetti.
Ellerini tekrar duvara vurdu ve ellerini dirseklerine kadar mesnetti.
Ondan sonra benim
selamımı aldı... [142]
c- Zühri'ye
göre ise teyemmüm eden kimse ellerini omuzianna ve koltuk altlarına kadar
meshetmek zorundadır. Zira yüzünü meshederken bütününü meshettiği gibi ellerini
meshederken de bütün kolunu meshetmesi gerekir.
Bu görüşte olan
âlimler, görüşlerine delil olarak Amrnar b. Yasir'den rivayete dilen şu hadisi
zikretmişlerdir;
"Resuluİlah,
"Ulâtüî Ceyş' denen yerde konakladı. Yanında hanımı Aişe de bulunuyordu.
Aişe'nin, Zıfar şehri boncuklarından olan gerdanlığı kopup düşmüştü, insanlar
onu aramak için hareketten ahkonmuş oldular. Nihayet tan yeri ağardı.
İnsanların yanında su da yoktu. Ebubekir Aişeye kızdı ve ona dedi ki:
"İnsanları yolundan alıkoydun. Onların yanında su da yok." Bunun
üzerine Aziz ve Celil olan Allah, temiz toprakla teyemmüm etme ruhsatım
İndirdi. Müslümanlar Resuluİlah ile birlikte kalkıp ellerini toprağa vurdular.
Sonra ellerini yukarı kaldırdılar.
Toprağa silkelemediler
ve elleriyle yüzlerini ve dıştan omuzlarına içten de koltuk altlarına kadar olmak üzere ellerini
mesnettiler." [143]
Taberi, zikredilen bu
üç görüşten birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, teyemmüm eden kimsenin,
ellerini bileklerine kadar meshetmek mecburiyetinde olduğunu zira oraya kadar
meshetme hususunda icma bulunduğunu ancak bileklerden yukarıya doğru
meshetmenin gerekli olmayıp caîz olduğunu, teyemmüm eden kimsenin, dirseklerine
veya omuzianna kadar meshetmesinin bir mahzuru olmadığını söylemiştir. Çünkü
Allah teala, teyemmüm eden kimse için ellerini meshetme hususunda bir sınır
koymamıştır. Ancak, bilikîere kadar meshetmenin gerekli olduğu icma ile
sabittir. Teyemmüm edenin buna uyma mecburiyeti vardır. Bileklerden yukarısının
meshedilmesi ise ihtilaflı bir meseledir. Bu itibarla teyemmüm eden kimse
bileklerden yukarısını meshedip etmemekte serbesttir.
Müfessirler, cünüp
olan kimsenin de teyemmüm etme ruhsatından faydalanıp faydalanamayacağı
hususunda iki görüş zikretmişlerdir:
a- Abdullah
b. Abbas, Hz. Ali, Hasan-ı Basri gibi, âyet-i kerimedeki "Kadınlara
dokunma" ifadesini "Kadınlarla cinsi münasebette bulunma"
şeklinde izah eden sahabi, tabiin ve tebe-i tabiinler, teyemmüm etme hususunda
cünüp olan kimsenin de abdestsiz olan kimse gibi olduğunu, onun da su
bulamaması halinde temiz toprakla teyemmüm ederek cünüplükten çıkıp temiz
olacağını, ancak su bulduktan sonra yıkanacağını söylemişlerdir. Zira cünüp
olan kimsenin, teyemmüm ederek temiz olacağı hususunda Resulullah'tan, şüpheyi
bertaraf edecek derecede sağlam rivayetlerle hadisler zikredilmiştir.
b- Abdullah
b. Mes'ud, Ömer b. el-Hattab ve İbrahim en-Nehai'den nakledilen diğer bir
görüşe göre cünüp olan kimsenin, yıkanmaktan başka temizlenme yolu yoktur.
Böyle bir kimsenin toprakla teyemmüm ederek temizlenmesi mümkün değildir. Zira
teyemmüm, cünüp olmayanlar için verilen bir ruhsattır. Bu görüşte olanlar,
âyette geçen "Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılmayın" ifadessini,
"Cünüp iken de gusül edinceye kadar namaz kılınan yere yaklaşmayın. Ancak
oradan geçip gitmeniz hariç." şeklinde izah etmişler ve demişlerdir ki
"Allah teala, cünüp olan kimseye, gusül etmeden namaz kılınan yere
yaklaşmamasını ve ona teyemmüm etmesini emretmem iştir. Bundan da anlaşılmaktadır
ki, cünüp olanın, temizlenmek için yıkanmaktan başka çaresi yoktur. Bu görüşte
olan âlimler, âyette geçen "Kadınlara dokunma" ifadesini, "Kadınlarla
cinsi münasebette bulunma" haricinde ve onların avret mahallerinin dışında
herhangi bir yerlerine dokunma şeklinde izah etmişlerdir.
Bu hususta Şakiyk
diyor ki:
"Ben, Abdullah b.
Mes'ud ve ebû Musa el-Eş'ari ile birlikte otunıyordum. Ebu Musa, Abdullah'a
dedi ki: "Ey Ebu Abdurrahman, ne dersin, bir adam cünüp olsa da bir ay su
bulamayacak olsa o, namazı ne yapacaktır?" Abdullah dedi ki: "Bir ay
su bulamasa dahi teyemmüm yapamaz," Bunun üzerine Ebu Musa dedi ki:
"Maide süresindeki, "Şayet su bulamamişsanız teiniz toprakla teyemmüm
edin. [144] âyeti ne olacaktır? Abdullah
dedi ki: "Şayet bu âyetie onlara ruhsat verilecek olsa su kendilerine her
soğuk geldiğinde büyük bir ihtimalle toprakla teyemmüm etmeye kalkarlar."
Bunun üzerine Ebu Musa, Abdullah'a dedi ki: "Sen Ammar'ın şu sözünü
duymadın mı? Ammar demişti ki: "Resulul-lah beni bir iş için görden-nişti.
Ben cünüp oldum ve su bulamadım. Hayvanların yuvarlanması gibi toprakta
yuvarlandım. Sonra Resulullah'a geldim ve meseleyi ona anlattım. O da buyurdu
ki: "İki elinle şöyle yapman seni için kâfi idi." Sonra Resulullah
elleriyle yere bir defa vurdu. Sol eliyle sağ elini mesnetti ve iki elinin dış
taraflarım ve yüzünü de mesnetti.. Ammar'ın bunu anlatması
üzerine Abdullah b. Mes'ud eddi ki:
"Sen görmedin mi (Ammar bunu Ömer'e anlattı. Fakat) Ömer, Ammar'in sözüne
kanaat getirmedi." [145] Abdurrahman b. Ebza
diyor ki:
"B'iz, Ömer b.
el-Hattab'in yanında bulunuyorduk. Bir adam gelip ona dedi ki: "Ey
müminlerin emin, bazan bizler bir ay iki ay bekliyor su bulamıyoruz..."
Bunun üzerine Ömer dedi ki: "Ben su bulamayacak olsam, onu- buluncaya
kadar namaz kılmam." Bunun üzerine Ammar b. Yasir dedi ki:
"Hatırlıyor musun ey müminlerin emiri, ben şu ve şu yerde bulunuyordum.
Biz o zaman deve güdüyorduk. Sen biliyorsun ki ikimiz de cünüp olmuştuk."
Ömer dedi ki: "Evet hatırlıyorum." Ammar dedi ki: "Ben toprakta
yuvarlanmıştım. Resulullah'a gelip yaptığımı anlattım. Bunun üzerine
Resulullah güldü ve buyurdu ki: "Yeryüzü senin için kâfi idi."
Resulllah iki elini yere vurdu. Sonra onları üfledi. Elleriyle yüzünü ve
kollarının bir kısmını mesnetti."
Bunun üzerine Ömer
dedi ki: "Ey Ammar, Allah'tan kork." Ammar.da dedi ki: "Ey
müminlerin emiri istersen ben bunu kimseye bunu anlatmam." Ömer dedi ki:
"Hayır, fakat biz seni bu hususta takibettiğin yolda serbest bırakırız." [146]
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş, cünüp olan kimsenin de teyemmüm ederek
temizleneceğini söyleyen görüştür. Zira bu âyette zikredilen "Kadınlara
dokunmak"tan maksat, daha önce de zikrettiğimiz gibi onlarla cinsi
münasebette bulunmaktır. Ayrıca cünüp olan kimsenin, su bulamadığı takdirde
teyemmüm ederek temizleneceği hususunda Resulullah'tan bir çok sahih hadis
nakledilmiştir. Biz bunlardan sadece bir kısmını nakletmekle yetindik. Zira
hepin uzatmak istemedik.
Müfessirler, su
bulamayıp da teyemmüm eden kimsenin, her namaz vakti için teyemmümü yenilemek
zorunda olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Hz. Ali,
Abdullah b. Ömer, Şa'bi, Katade, Yahya b. Said, Abdiilkerim b. Rebia ve İbrahim
en-Nehai'ye göre teyemmüm eden kimse her namaz vakti için teyemmümü yenilemek
zorundadır. Teyemmüm etme abdest almaya benzememektedir. Yani abdest alan
kimse abdesti bozulmadıkça o abdestle namaz kılmaya devam edebilir. Fakat
teyemmüm eden kimse, teyemmümü bozulmasa dahi her namaz için teyemmümünü
yenilemek zorundadır.
b- Hasan-ı
Basri ve Ata'ya göre ise teyemmüm eden kimse teyemmümü, abdesti bozan şeylerle
veya suyun bulunmasıyla bozulmadıkça o teyemmüm ile dilediği kadar nafile ve
vakit namazı kılabilir. Bu hususta Hasan-ı Basri'nin şu-nu söylediği rivayet
edilmektedir: "Bir adam, abdesti bozulmadıkça bütün vakit namazlarını bir
abdestle kılar. Teyemmüm de bunun gibidir."
Taberi diyor ki:
"Sahih olan görüş, "Teyemmüm eden kimsenin her namaz vakti için
teyemmümünü yenilemesi gerekir." diyen görüştür. Zira, Allah teala, namz
kılmaya kalkan her insana su ile temizlenmesini, su bulamadığı takdirde de
teyemmüm etmesini emretmiştir. Bu emrin gereği olarak aslında her namaz vakti
için abdest almak, su bulunmadığında da teyemmüm etmek icabet-mektedir. Ancak
hadis-i şerifler, abdesti alan kimsenin namaza kalkması halin-de, daha önceden
var olan abdestinin kendisi için yeterli olduğunu, yeniden ab-dest alması
gerekmediğini beyan etmişler bu nedenle her namaz için, abdest bo-zulmadıkça
yeniden abdest almanın gerekli olmadığını anlatmışlardır. Teyemmüm eöen kimse
için ise hadislerde böyle bir açıklama olmadığından, âyeti kerimenin genel
ifadesi geçerlidir. Teyemmüm edenin her namaz için teyemmümü yenilemesi
gerekmektedir.[147]
44-
Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın
alıyor ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar.
Ey Muhammed,
kendilerine ilahi kitaptan bir pay verilen şu Yahudilerin haline bir bakmaz
mısın? Onlar imanı bırakıp, senin Peygamber!iğini yalanlayarak doğru yolu terkediyor
ve sapıklığı satın alıyorlar. Sizin de doğru yoldan sanıp kendileri gibi
olmanızı istiyorlar.
îkrime ve Abdullah b.
Abbas, bu âyet-i kerimenin, Yahudilerden Rifaa b. Zeyd b. et-Tabut hakkında
nazil olduğunu söylemişlerdir.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas'ın şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Rifaa, Yahudilerin ileri
gelenlerinden birisi idi. Resulullah konuştuğunda bu kişi dilini eğer bükerdi
ve "Ey Muhammed, konuşurken bize özen göster ki seni an-layabilelim."
derdi. Sonra bu kişi İslâm'a dil uzattı. Onu ayıpladı. Bunun üzerine Allah
teala bu âyeti ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi.
Âyet-i kerimede
Resulullah'a; "Görmüyor musun?" şeklinde bir soru yöneltilmiştir.
Burada ifade edilen "Görmek"ten maksat, bazı âlimlere göre "Sana
bildirilmeli mi?" demektir. Diğer bazılarına göre ise "Sen bilmiyor
musun?" demektir.
Taberi'ye göre ise
buradaki "Gönnek"len maksat, ka!b gözüyle görmektir. [148]
45- Allah,
si/.in düşmanlarınızı çok iyi bilir. Dost olarak Allah yeter. Yardımcı olarak
da Allah yeter.
Allah sizin
düşmanlarınız olan Yahudileri çok iyi bilir. Onların telkinlerini kabul
etmeyin. Yoksa helak olursunuz. Dost olarak Allah size yeter. Yardımcı olarak
da Allah size kâfidir. Ona güvenin, ondan dileyin. Ondan başka kimseden
istemeyin. Çünkü o sizin için kâfidir. [149]
46-
Yahudilerden bir kısmı, sözü esas manasından kaydırıp: "işittik karşı
geldik. Dinle işitmez olası. " derler. Yine dillerini eğerek ve dini kötüleyerek
"Raine" derler. Eğer onlar: "İşittik itaat ettik. Dinle v c bizi
gözet." deselerdi kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat
AI-Jah onlara, inkârlarından dolayı lanet etmiştir. Onlardan iman eden çok
azdır.
Düşmanlarınız olan
Yahudilerden bazıları, Tevrat'ta bulunan Allah'ın kelamını asıl yerinden aîır
başka yere koyarlar. Çeşitli şekillerde yorumlarlar. "Ey Muhammed, sözünü
dinledik fakat emrine isyan ettik. Dinle işitmez olası." Veya: "Sen
bizi dinle biz seni dinlemiyoruz." derler. Yine dillerini eğip bükerek
"Raine" derler.
Eğer bu Yahudiler
"İşittik karşı geldik" diyeceklerine: "Ey Muhamed işittik Vv
sana itaat ettik. Sana konuştuklarımızı dinle ve bizlere, konuştuğunu anlamamız
için bizi gözet," demiş olsalardı bu kendileri için Allah katında daha
hayırlı ve daha doğru bir söz olurdu. Fakat Allah, Yahudileri, senin Peygamberliğini
inkâr etmelerinden ve sana gelen apaçık delilleri yalanlamalarından dolayı
lanetledi. Rahmetinden uzaklaştırdı. Zaten onların pek azı iman eder. Veya
onlar, Musa'nın Peygamberliği gibi pek az şeye iman ederler.
"Raine"
kelimesi, Yahudilerin dilinde hem sövmek hem de "Gözet, koru"
mânâsına geliyordu. Yahudiler bu kelimeyi kullanmakla Hz. Muhammed (s.a.v.)e
hakaret etmek gayesini güdüyordu. [150]
47- Ey
kendilerine kitap verilenler, bir kısım yüzleri silip belirsiz yaparak, önünü
arkasına çevirmeden veya cumartesi ehline lanet ettiğimiz gibi onlara lanet
etmeden, yanınızdaki kitapları tasdik eder olduğu halde indirdiğimiz Kur'an'a
iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.
Ey kendilerine kitap
verilen Yahudi topluluğu, bir kısım yüzleri silip belirsiz yaparak önünü
arkasına çevirmeden veya soyunuzdan, cumartesi günü kendileri için kutsal
olarak seçilen Yahudilere lanet edip onları rezil ve rüsvay ettiğimiz ve onları
maymunlar şekline soktuğumuz gibi, sizi de aynı akıbetlere uğratmamızdan önce,
elinizdeki Tevrat'ı doğrulayan ve Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman edin.
Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. Onun dilediği her şey anında oluverir.
Burada zikredilen ve
"Bir kısım yüzleri silip belirsiz yaparak önünü arkasına çevime"
ifadesinden neyin kasdedikliği hususunda çeşili görüşler ileri
sürülmüştür.
a-
Bazılarına göre, yüzlerin silinmesinden maksat, onların silinip kafanın ense
tarafı gibi olmalarıdır.
b- Abdullah
b. Abbas, Atıyye el-Avü ve Katade'ye göre, yüzlerin silinmesinden maksat, önde
bulunan gözlerin silinip kör edilmesi ve gözlerin ense tarafına geçmesidir.
Böyle olan kimseler gerisin geri yürümek zorunda kalacaklardır.
c- Mücahit!,
Hasan-ı Basri, Süddi ve Dehhak'a göre yüzlerin silinmesinden maksat, hakkı
görmeye karşı kör olmaları, gerisin geri gitmelerinden maksat ise sapıklığa ve
inkâra düşmeleridir.
d- îbn-i
Zeyd'e göre yüzlerin silinmesinden maksat, yaşadıktan yerlerden İzlerinin
silinmesi, gerisin geri gitmelerinden maksat ise, Yahudilerin tekrar Şam'a
döndürülmeieridir.
e- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise bu ifadeden maksat,
yüzlerinin . şeklini kaybedip
maymunların yüzü gibi olması ve âdeta kafanın ense tarafına benzemesidir.
Taberi, burada tercih
edilen görüşün "Yüzleri silinip gözleri enseye çevi-rilecek ve böylece
gerisin geri yürümek zoaında kalacaklardır." diyen görüş olduğunu
söylemiştir.
Taberi bu görüşü
tercih edişinin sebebi olarak özetle şunları zikretmiştir: Allah teala bu
âyet-i kerime ile, ellerinde bulunan kitabı verip sapıklığı satın alan Yahudileri
tehdit etmiş, onların yüzlerini silip gerisin geri yürümek zorunda
bırakacağını bildirmiştir. Bu itibarla burada ifade edilen yüzleri silmekten
maksadın, insanların basiretlerini kapatıp onları sapıklığa düşürmek olduğunu
söylemek doğru değildir. Zira Yahudiler zaten sapıklık içindedirler. Keza yüzlerin
silinmesinden maksat, "Onların yüzleri ense haline getirilecektir."
diyen görüş de sahabi, tabiin ve onlardan sonra gelen âlimlerin görüşlerine
muhalif olduğundan şaz bir göıiiştür, sahih değildir. Yine "Onların
yüzlerinin silinmesi'nden maksat. Onların yaşadıkları yerlerdeki izleri
silinecek ve Şam'a doğru gitmek zorunda kalacaklardır." diyen görüş de
isabetli değkli. Zira "Yüzler" kelimesi Arapçada genelde, ensenin
zıddı olan yüz anlamında kullanılır.
Allah tealanın
kitabını, indiği dilin en çok kullanılan şekliyle izah etmek elbetteki daha
evladır.
Taberi diyor ki:
"Şayet elenecek oiursaki: Bu âyet-i kerime, senin izah ettiğin gibi
Yahudiler hakkında nazil olmuşsa âyette tehdit konusu olan husus on-, ların
başına gelmiş midir?" Cevaben denilir ki: "Hayır gelmemiştir. Zira
onlardan Abdullah b. Selam, Sa'lebe Sa'ye, Esed b. Sa'ye, Esed b. Ubeyd,
Muhayrık ve bunların dışında
bir topluluk müslüman olmuşlardır. Onların müslüman olmaları da kendilerinden,
âyette beyan edilen azabı uzaklaştırmıştır.
Bu âyetin Yahudiler
hakkında nazil olduğunu ispatlayan bir husus da Abdullah b. Abbas'tan
nakledilen şu hadistir: Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Re-sulullah,
Yahudi hahamlarından Abdullah b. Suriya ve Ka'b b. Eşref gibi ileri gelenlere
konuştu ve onlara dedi ki: "Ey Yahudi topluluğu, Allah'tan korkun,
müslüman olun. Allah'a yemih olsun ki sizler benim size getirdiğim şeyin hak
olduğunu biliyorsunuz. "Onlar da dediler ki: "Ey Muhammed biz bunu
bilmiyoruz." Böylece bildikleri şeyi inkâr ettiler.. Kâfirliklerinde
ısrar ettiler. Allah teala da: "Ey kendilerine kitap verilenler..."
âyetini indirdi.
İbrahim en-Nehai,
Ka'bul Ahbar'ın bu âyet-i kerimeyi işitmesi üzerine, âyetin beyan ettiği
azaptan korkarak Yahudi iken müslüman olduğunu söylemiştir. [151]
48- Şüphesiz
ki Allah, kendisine ortak koşulmasmraffetmez. Bunun dışmdakini dilediği kimse
için affeder. Kim Allah'a ortak koşarsa şüphesiz büyük bir günah ile iftira
etmiş olur.
Şüphesiz ki Allah,
kâfir olanı ve kendisine ortak koşam affetmez. Bunların dışındaki günahları
dilediği kimseden bağışlar. Kim Allah'a oitak koşarsa, Allah'ın birliğini inkâr
ettiği için büyük bir iftirada bulunmuş ve büyük bir günah işlemiş olur.
Bu âyet-i kerime,
Allah'a ortak koşmanın dışındaki büyük günahların affedilip edilmemesinin,
Allah tealanın dilemesine bağlı olduğunu, dilediği kimseden bu günahları
affedip dilediğine de azap edeceğini beyan etmektedir. Nitekim diğer âyetlerde
de şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a samimiyetle iman edin. Ona ortak
koşanlardan olmayın. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp kuşlar
tarafından kapılmış veya rüzgarla uzaklara sürüklenmiş gibidir. [152]Kim
allah'a ortak koşarsa şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılmıştır." [153]
Abdullah b. Ömer bu
âyet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunlan soylemistir: "Ey Muhammed,
kullanma şöyle dediğimi söyle: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım,
Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki al-lah bütün günahları
bağışlar. [154] âyeti nazil olunca bir
kişi ayağa kalktı ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'a ortak koşmayı
da mı? "Resulullah bundan hoşlanmadı ve "Şüphesiz ki Allah, kendisine
ortak koşulmasını affetmez." âyetini okudu.
Yine Abdullah b. Ömer
diyor ki: "Biz sahabiler topluluğu, adam Öldürenin, yetim malı
yiyenin.yalan yere şahitlik edenin ve akrabalık bağını koparanın
cezalandırılacağında hiç şüphe etmiyorduk. Nihayet, "Şüphesiz ki Allah
kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışındakilerini dilediği kimse
için affeder." âyeti nazil oldu. Biz böyle düşünmekten vazgeçtik. Çükü bu
âyet beyan etti ki, her büyük günah işleyen, Allah'ın iradesine kalmıştır.
Allah dilerse onu affeder dilerse azabeder. Yeter ki işlediği büyük günah,
Allah'a ortak koşmak olmasın." [155]
49-
Kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Hayır, ancak Allah dilediğini
temize çıkarır.Onlara kıl kadar zulmedilmez.
Kendilerini temize
çıkaran Yahudi ve Hristiyanları görmez misin? Onlar "Biz hata işlemeyiz,
biz günah işlemeyiz, biz, Allah'ın oğullan ve dostlarıyız. [156]"Cennete
ancak Yahudi olanlar veya Hristiyanlar girecektir." [157]
şeklinde iddialarda bulunurlar. Halbuki yaratıklarından dilediğini temize
çıkaracak olan ancak Allah'tır. Hiçbir kimseye de kıl kadar zulmedilmeyecektir.
Müfessirler burada,
kendilerini temize çıkaranlardan kimlerin kaste dikliği hususunda iki görüş
zikretmişlerdir:
Bazılarına göre
bunlardan maksat, Yahudilerdir, bazılarına göre ise bunlardan maksat, hem
Yahudilerdir hem de Hristiyanlardır.
Müfessirer, bu âyette
kendilerini temize çıkardıkları beyan edilen insanların, kendilerini ne
şekilde temize çikannak istedikleri hususunda da çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- Kalade ve
Süddi'ye göre bunlar, Allah düşmanı Yahudilerdir. Bunlar, hadlerine düşmeyen
şeyleri söyleyerek kendilerini temize çıkarmak istemişlerdi. "Bizler,
Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." demişler. "Bizim günahımız
yoktur" diye iddiada bulunmuşlardır.
b- Hasan-ı
Basri ve İbn-i Zeyd'e göre ise burada "Kendilerini temize çıkaranlardan
maksat, Yahudi ve Hristiyanlardir. Çünkü onlar, "Biz, Allah'ın oğullan ve
dostlarıyız." "Cennete ancak Yahudi ve Hristiyan olanlar
girecektir." şeklinde iddialarda bulunmuşlardır.
c- Mücahid,
Ebu Malik ve İkrime'ye göre ise burada kendilerini temize çıkaranlardan maksat,
Yahudilerdir. Kendilerini temize çıkarma şekilleri ise namaz kılarlarken,
günahsız oldukları kanaatıyia küçük çocukları kendilerine imam edinmeleridir.
d- Abdullah
b. Abbas'a göre bunlar Yahudilerdir. Kendiierini temize çıkarmaları ise
"Çocuklarımız bize şefaatçi olacak ve onlar bizi temize çıkaracaklardır."
şeklindeki sözleridir.
c- Abdullah
b. Mes'ud'a göre ise âyette zikredilen bu insanların, kendiierini temize
çıkarmaları, bir kısmının diğerini temize çıkarmasıdır.
Taberi diyor ki:
"Tercihe şayan olan görüş, burada zikredilen insanların kendilerini temize
çıkarmaları, günahsız ve hatasız olduklarını iddia etmeleridir. Zira Allah
teala bu gibi insanların böyle sözlerle kendilerini temize çıkarmalarını başka
âyetlerde de beyan etmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Onlara kıl kadar zulmedilmez." şeklinde tercüme edilen cümledeki
"Kıl kadar" şeklinde izah edilen kelimesi, müfessirler tarafından
iki şekilde izah edilmiştir.
a- Abdullah
b. Abbas, Ebu Malik ve Süddi'ye göre kelimesinin mânâsı "Parmakların
arasından ve avuçların içinden çıkan kir" demektir.
b- Yine
Abdullah b. Abbas, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, Katade, Dehhak ve Atiyye'den
nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat, hurma çekirdiğinin ortasındaki yarığın
içindeki iplikçiktir.
Taberi diyor ki:
"Burada zikredilen kelimesinin ası! mânâsı "Bükülmüş olan bir
şey" demektir. Allah teala bu ifadesiyle kullarına, hiç değeri olmayacak
bir şey kadar dahi zulmetmeyeceğini beyan etmektedir. Bu nedenle 'Fetil
kelimesini, "Pamıakların arasından çıkan kirler." veya "Hurma
çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçik." şeklinde izah etmek, âyetin
genel ifadesine uygundur ve kapsamı dahilindedir. [158]
50- Hak,
Allah'a nasıl yalını iftira ediyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.
Âyct-i kerime,
kendilerini temize çıkaranların, yalancılar olduklarım "Biz, Allah'ın
oğullarıyız." gibi sözler söyleyerek Allah'a karşı iftirada bulunduklarını
ve bu yaptıklarının büyük bir günah olduğunu ifade etmekte ve günah olarak
bunun, kendilerine yeteceeğini beyan etmektedir. [159]
51- Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar, puta ve tağuîa inanıyorlar
ve inkâr edenlere ''Bunlar, iman edenlerden daha doğru yokladır."
diyorlar.
Kendilerine Allah'ın
kitabından bir pay verilen şu ehl-i kitabı görmez misin? Onlar, Allah'tan başka
tapınılan her.şeye ve tağuta iman ederler ve Ku-reyş müşrikleri gibi kâfirlere:
"Sizler, Muhammed'e iman eden insanlardan daha doğru yoldasınız."
derler.
Âyette zikredilen ve
"Put ve Tağut" diye tercüme edilen kelimeleri, müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- İkrime'ye
göre müşriklerin taptıkları iki pulun adıdır.
b- Abdullah
b. Abbas'a göre kelimesinden maksat, "Putlar" kelimesinden maksat
ise "Putlar adına konuşan ve onların durumlarını izah etmeye
kalkışan" kimselerdir. Bunlar, putlann önlerine dikilirler, insanları
saptırmak için, onların halinden anladıklarını iddia ederek yalan sözler
söylerler.
c- Hz. Ömer,
Mücahid ve Şa'bi'ye göre ise kelimesinden maksat "Sihir",
kelimesinden maksat ise "Şeytan"dır.
Şeytan insan suretine
girer, insanlar da gidip onun önünde muhakeme olmak isterler.
d- Said b.
Cübeyr, Ebul Âliye ve Rebi'a göre maksat, "Sihirbaz" dan maksat ise
"Kâhindir"
e- Katade ve
Süddi'ye göre kelimesinden maksat, "Şeytan" kelimesinden maksat ise
"Kâhindir"
f- Said b.
Cübeyr'deıı nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat
"Kâhin"kelimesinden maksat ise
"Şeytan"
dır.
g- Abdullah
b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen
kelimesinden maksat, Huyey b. Ahtab ismindeki Yahudi kelimesinden maksat ise
Ka'b b. el-Eşref tir.
h-
Mücahid'den nakledilen başka bir göıüşe göre kelimesinden maksat, Ka'b b.
el-Eşref kelimesinden maksat ise insan şekline giren şeytandır.
Taberi diyor ki:
"Bu iki kelimenin izahında söylenecek isabetli söz şudur: "Buradaki
ifadesinden maksat, Allah'ın dışında,
kendilerine tapınılan
ve ilah edinilen iki varlıktır. Bunlar, taşlardan yapılan putlar da olabilir,
insan da olabilir, şeytan da olabilir. Bu itibarla bu iki kelime, yu-kanda
zikredilen görüşlerin hepsini kapsar mahiyettedir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Kendilerine kitap verilenler, inkâr edenlere "Bu
müşrikler, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldadırlar," diyorlar."
bııyunılmaktadır.
Abdullah b. Abbas,
İkrime, Süddi, Mücahid ve Katade'ye göre bu âyeti kerime Yahudilerden, Ka'b b.
el-Eşref ve benzerleriyle Kureyş müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Bu
hususta İkrime diyor ki: "Ka'b b. el-Eşref Medine'ye gelince müşrikler
ona: "Sen bizim de kavminin de efendisisin. Bizimle (Mu-hammed (s.a.v.)i
kastederek) şu kısır arasında hakemlik yap, karar ver." dediler. Yahudi
olan Ka'b şöyle cevap verdi. "Vallahi siz ondan daha iyisiniz. Dininiz de
onun dininden daha hayırlı." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Abdullah b. Abbas da
diyor ki: "Ka'b b. el-Eşref Mekke'ye gelince Ku-reyşliler ona: "Sen,
Medine halkının hayırlı olanı ve efendisisin." dediler. 0 da "Evet
öyledir." dedi. Kureyşliler: "Kavminden kopan çamı görmüyor musun?
O.kendisinin bizden daha hayırlı olduğunu zannediyor. Halbuki bizler Hacıları
ağırlayan, Kabe'ye hizmet eden, Hacılara su dağıtan insanlarız." dediler.
Ka'b da: "Siz ondan daha hayırlısınız." dedi. Bunun üzerine
"Asıl soyu kesik olan sana buğuz edendir." [160]âyeti
ve bu âyet nazil oldu. [161]
îbn-i Zeyd'e göre ise
bu âyette özellikle Yahudilerden Huyey b. Ahtab'a işaret edilmektedir. Müşriklere, Resulullah'tan daha
hayırlı olduklarını söyleyen kimse bu kişidir.
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerime, ehl-i kitap olan Yahudileri kasdetmekte-dir. Bunlar,
Yahudilerden bir topluluk da olabilir, Ka'b b. el-Eşref ve Huyey b. Ahtab gibi
belli bir kişi de olabilir. [162]
52- Allah'ın
lanet ettiği kimseler işte bunlardır. Allah kime lanet ederse artık sen ona
hiçbir yardımcı bulamazsın.
Kendilerine ilahi bir
kitap verildiği halde onu bırakıp putlara ve tağutiara tapanları, Allah
lanetine uğratmış, rahmetinden kovmuş ve onları rezil etmiştir. Bu onların
inkârda inatçılıklarından ve kâfirleri müminlerden üstün görnıelendendir. Ey
Muhammed, Allah'ın rahmetinden kovup lanetine uğrattığı kimse için ne bir
yardımcı ne bir dost görürsün. Ondan, Allah'ın azabını kimse uzaklaştıramaz. [163]
53- Yoksa
onların, mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı insanlara zerre kadar
dahi bir şey vermezlerdi.
Yoksa onların mülkte
bir paylan mı vardır? Böyle olsalar dahi, cimriliklerinden dolayı insanlara,
hurma çekirdeğinin dışındaki oyuk dolusu kadar bile bir şey vermezler.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle bııyunılmaktadır: "Eğer siz, rabbimin rızık
hazinelerine sahip olsaydınız bile yine de tükenmesinden korkar cimrilik ederdiniz.
Doğrusu insan çok cimridir. [164]
Âyette geçen ve
"Zerre kadar" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler tarafından
çeşitli şekilde izah edilmiştir.
Abdullah b. Abbas,
Süddi, Ata b. Ebi Rebeh, Dehhak ve Ebu Malik'e göre bu kelimeden maksat,
huırna çekirdeğinin üzerinde bulunan oyuktur.
Mücahid ve Dehhak'tan
nakledilen diğer bir göıüşe göre, hurma çekirdeğinin içinde bulunan tanedir.
Ebui Aliye'ye göre ise
parmak ucu\!a meydana getirilen herhangi bir izdir.
Taberi, burada zikredilen kelimesinin,
herhangi bir basit
oyuk veya iz mânâsına
olduğunu, Allah leaianiiı. bu ifade ile kafirlerin çok cimri olduklarını beyan
ettiğini söylemiştir. Öyle ki o kâfirler, dünyaya sahip olsalar dahi
çekirdeğin üzerinde bulutlan oyuğu dolduracak kadar bir şeyi insanlara
vermeyeceklerini bildirmiştir. [165]
54- Yoksa
Allah'ın, lütfundan insanlara verdiklerini onlardan kıskanıyorlar mı? Şüphesiz
biz, İbrahim'in .soyuna da kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk
bağışlamıştık.
Yoksa, kendilerine
kitaptan bir pay verilen Yahudiler, Allah'ın, Mııham-med'e lütfundan verdiği
Peygamberliğe kaşı ona haset mi ediyorlar? Riz, İbrahim'in soyuna da kitap ve
hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık. O halde niçin İbrahim'in
soyundan gelen diğer Peygamberler'e haset etmiyorlar da Araplar'dan gelen
Muhammed'e haset ediyorlar?
Ayette zikredilen
"!nsaniar"dan maksat, İkrime. Süddi, Abdullah b. Ab-bas, Mücahid ve
Dehhak'a göre, Hz. Muhammed'dir.
Katade'ye göre ise
Arapkir'dir. Taberi insanlardan maksadın, Resuluilah ve sahabileri olduğunu
söylemenin daha isabetli olacağını zikretmiştir.
Allah'ın, insanlara
rızkından verdiği şeylerden maksat ise;
a- Katade ve
İbn-i Cübeyr'e ^.öre Peygamberliktir. Buna göre âyetin izahı şöyledir:
"Yoksa Yahudiler, Allah'ın Arap kavmine lülfundan verdiği Peygamberliği
mi kıskanıyorlar?"
b- Abdullah
b. Abbas, Süddi ve Dehhak'a göre ise, Allah'ın liitfuntlan verdiği şeylerden
maksat, Hz. Muhammed'e dilediği kadar kadınla evlenmeyi helal kılmasıdır.
Bu izaha göre de
âyetin mânâsı şöyledir: Yoksa Yahudiler, Allah'ın Peygamberi Muhammed'e bir
lütuf olarak dilediği kadınla evlenmesini mubah kılmasını mı
kıskanıyorlar?"
Taberi, birinci
görüşün tercihe şayan olduğunu, zira Allah'ın Hitfundan verdiği şeyin
Peygamberlik olduğu ve bununla Araplar1! şereflendirdiği muhakkaktır. Çok
kadınla evlenme de Allah tarafından verilen bir lütuf ise de bu olay
Resuiuİlah'ın ve sahabilerinin övülmeleri için yeterli bir sebep değildir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Şüphesiz ki biz, İbrahim'in soyuna da kitap ve hikmet vermiş ve
onlara büyük bir mülk bağışlamıştık." buyurulmaktadır. Hz. İbrahim'in
soyuna verilen kitaplardan maksat. Uz. İbrahim'e ve Musa'ya verilen sah i fel
er, Zebur ve diğer kitaplardır." "Hikmef'ten maksat ise "Okunan
bir kitap halinde olmayan vahiylerdir.
Hz. İbrahim'in soyuna
verilen "Büyük mülk"ten maksat ise Mücahide göre. Peygamberlik,
Süddi'ye göre. kadınların helal kılınması, Abdullah b. Ab-bas'a göre, Hz.
Süleyman'a verilen mülk. Hümam b. el-Haris'e göre ise, meleklerle
desteklenmeleridir.
Taberi burada Hz.
İbrahim'in nesline verildiği zikredilen büyük mülkten ' maksadın Hz. Süleyman'a
verilen mülk ve iktidar olduğunu söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu
söylemiştir. Zira Arapça'da "Mülk" denince anlaşılan mânâ
"İktidar ve hükümran!ık"lır. Bu kelimeden Peygamberlik ve kadınların
helal olması eibi mânâları anlamak bilinen bir şey değildir. [166]
55- Onlardan
bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Yakıcı bir aleş
olarak cehennem yeter.
Yahudilerden bazıları,
Muhammed'e indirdiğimize iman etti. Bazıları da ondan yüz çevirdi.
Yalanlayanlara, yakıcı bir ateş olarak cehennem yeter.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, yahudilerden bir kısmının Resulul-iaha ve getirdiği
dine iman ettiklerini diğer bir kısmının ise ona ve getirdiğine iman etmekten
yüz çevirdiklerini, bu sebeple alev alev yanan cehenneme konulacaklarını beyan
etmiştir. Bu da göstermektedir ki, daha önet de izah edildiği gibi,
Yahudilerden bir kısmının iman etmesi, onların yüzlerinin silinip başka şekillere
çevirilmesine engel olmuştur. Zira iman edenler böyle bir cezadan kurtulmuşlar,
kâfir olanların ise cezalan Shirete ertelenmiştir. [167]
56-
Âyetlerimizi inkâr edenleri, ilerde cehennem ateşine atacağız. Derileri
yandıkça, azabı tatsınlar diye onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz
ki Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şüphesiz ki Muhammed'e
indirdiğimiz kitabı ve vahyi inkâr eden Yahudi ve diğer kâfirleri âhirette
cehennem ateşine sokup onları orada yakacağız. Onların derileri yandıkça tekrar
yenileyeceğiz. Tâ ki o azabı tatsınlar.
Abdullah b. Ömer
(r.a.) Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Cehennemlikler
cehennemde irileşecekler. Öyle ki onlardan birinin kulağının yumuşağı ile
omuzunun arası, yedi yüz yıllık bir mesafe kadar olacaktır. Derisinin kalınlığı
ise yetmiş arşın olacak, dişleri de Uhut dağı gibi olacaktır. [168]
Hasan-ı Basri,
kâfirlerin derilerinin günde yetmiş bin defa değiştirileceğini beyan etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Derileri yandıkça azabı tatsınlar diye
onları başka derilerle değiştireceğiz." cümlesinin mânâsı nedir?
Kâfirlerin dünyadaki derileri değiştirilerek onlara başka derilerin verilmesi
ve verilen o yeni derilerle onlara azab edilmesi nasıl olur? Eğer sana göre bu
mümkün ise kâfirlerin dünyadaki vücutlarının ve canlanılın da değiştirilerek
yeni vücut ve canlarla azap görmeleri de mümkün olur. Eğer bunu da mümkün görürsen
âhirette azap görecek organların, dünyada azap görmekle tehdit edilen
organlardan başka organlar olduğunu söylemiş olursun. Böylece kâfirlerin azabının
kaldırılmış olduğunu ifade etmiş olmaz mısın?
Cevaben denilir ki:
"Müfessirler âyetin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah edmişlerdir:
a-
Bazılarına göre burada zikredilen deriler acı ve ızdırap duymayacaklar,
cehennemlik olan kimselerin acı duymaları için derilerinin yanıp biterek
ateşin, içlerine işlemesi gerekecektir. Bu nedenle deriler devamlı olarak yanıp
değişecekler ki azabın acısı hissedilsin. Deriler acı hissetmeyeceklerinden,
değiştirilen derilerin, dünyada mevcut olan deriler veya âhirette yeniden
yaratılacak deriler olmaları farketmeyecektir. Zira azabı hisseden deriler
değil kişinin nefsidir. Bu nedenle cehennem ateşinde bulunan her kâfir için bir
anda sayılamayacak kadar deri yaratılıp yakılması ve bu yolla azabın o kişinin
özüne işletilmesi imkânsız bir şey değildir.
b- Diğer
bazılarına göre ise, cehennemliklerin derileri, etleri ve organları cehennem
azabının acısını hissedeceklerdir. Burada zikredilen derilerin değiştirilmesi
meselesine gelince, bunun mânâsı şudur: "Dünyadaki derileri her yandıkça
onlar yenilenecektir. Yani dünyadaki deri yandığı halde yeniden yanmamış hale
gelecektir. Âdeta belli bir madenden imal edilmiş bir zinet eşyasını kırıp
yeniden eriterek imal etmeye benzeyecektir. Aslında bu deriler dünyadaki
derilerdir. Fakat devamlı olarak yanıp tekrar yenilendiklerinden, yeni gelen derilerin
eskilerinden başka deriler oklukları ifade edilmiştir.
c- Diğer bir
kısım müfessirlere göre ise bu âyette cehennemliiere ait olan ve değiştirilecekleri
beyan edilen derilerden asıl maksat, cehennemliklere giydirilecek olan
katrandan gömleklerdir. Cehennemliklerin katrandan olan bu gömlekleri yandıkça
yenilenecek tekrar giydirileceklerdir. Bu gömlekler devamlı olarak
cehennemliklerin vücudunda bulunacağından onlara mecazi mânâda gömlek
denmiştir. Cehennemliklerin böyle bir gömlek giyecekleri şu âyet-i kerimede
beyan edilmiştir: "Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini de ateş
kaplar."
[169]Bu görüşte olan müfessirlere göre, cehennemliklerin
derileri tamamen yanıp yok olmayacaktır. Çünkü yok oldukları farzedilmiş olursa
cehennemliklerin derilerinin yok olmasıyla yenilenmesi arasında rahat
oldukları farzedilmiş olur. Halbuki Allah teala: "İnkâr edenlere cehennem
ateşi vardır. Onların Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan cehennem
azabı da hafifletilmez. [170] buyurmaktadır.
Diğer yandan
kâfirlerin derileri, onların vücutlarından bir parçadır. Derilerinin yanarak
yok olacaktan kabul edilecek olursa diğer bütün organlarının da yanıp yok
olacakları kabul edilmiş olur ki bu da yukarıda zikredilen âyet-i kerimeye
ters düşmektedir. [171]
57- İman
edip salip amel işleyenleri ise altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.
Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlara orada temiz eşler vardır. Onları koyu
gölgeler altında bulunduracağız.
Yahudilerden ve diğer
ümmetlerden, Allah'a ve onun Peygamberi Mu-hamined'e iman eden. Allah'ın,
Peygamberi Muhammed'e indirdiklerini tasdik eden, Allah'ın kendilerine
emrettiği hükümleri yerine getirip haram kıldığı şeylerden kaçınarak salih
amel inleyenleri, kıyamet gününde altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız.
Onlar orada süresiz ve kesintisiz olarak kalacaklardır. Onlara cennette,
kirlerden, âdetten, dışkıdan, idrardan, gebe kalmaktan, balgamdan ve benzeri
tiksindirici bütün şeylerden arınmış eşler vardır. Biz onları orada, devamlı
duran gölgelikler altına yerleştireceğiz.
* Resuluüah (s.a.v.,
cennetteki gölgeliyi vasıflandırarak buyurmuştur ki:
"Şüphesiz ki
cennetle öyle ağaçlar vardır ki, biııekli bir kişi, onun gölgesinde yüz yıl
gider yine de onu bitiremez." [172]
Peygamber efendimiz,
bir hadis-i kudskle Allah tealanın, cennette verilecek olan nimetleri gene!
bir şekilde beyan ederek şöyle buyurduğunu zikretmiştir:
"Salih kullanma
Öyle nimetler hazırladım ki onu ne bir göz görmüş ne de bir kulak içilmiştir.
Onlar hiçbir beşerin kalbine dahi doğmamıştır.
[173]
58- Allah
size, cırüuuîieri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle
hükmetnıcni/.i emrediyor. Allah size ne güzel nasihat ediyor. Şüphesiz Allah,
herşeyi çok iyi işiten, çok iyi görendir.
Uy idareciler, Allah
sizlere, ganimet mallan, zekâtlar, idare edilenlerin haklan gibi emanetleri
ehline vermenizi emreder. İnsanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hüküm
vermenizi, taraf tutmamanızı, haksizlik yapmamanızı emreder. Allah size bu
şekilde ne güzel nasihat ediyor. Şüphesiz ki Allah, söylediklerinizi çok iyi
işiten, yaptıklarınızı da çok iyi görendir. İyilikte bulunan İyiliği ile
mükâfatlandırılacak, kötülükte bulunan ise kötülüğü ile cezalandırılacaktır,
Müfessirler, bu
âyette, emanetleri ehline vermeleri emredilenlerin kimler oUUıklan hususunda
çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Zeyd b.
Eşlem, Şehr-b. Ilavşeb. Mekhul ve İbn-i Zeyd'e göre bu âyette emaneli ehline
vermeleri emredilenler, müslümanlann idarecileridir. Bu hususta Mus'ab b. Sa'd
demiştir ki: "Ali (r.a.) isabetli olan şu sözleri söylemiştir:
"İmamın (Devlet Başkanının) Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve
emanetleri ehline vermesi, idare edilenlerin, onun üzerinde bir hakkıdır. İmam
bunu yapacak olursa onun, insanlar üzerinde olan hakkı, onu dinlemeleri, ona
itaat etmeleri ve davetine icabet etmeleridir."
b- İbn-i
Cüreyc'e göre ise bu âyetin muhatabı Resulullah'tır. Allah teala ona, Mekke'yi
fethettiğinde. Osman b. Talha'dan aklığı Kabe'nin anahtarını tekrar ona
vermesini emretmiştir. Zira Hz. Ömer demiştir ki: "Ben Resulullah'ın,
Kâbeden dışarı çıktığında bu âyeti okuduğunu işittim. Babam anam ona feda otsun.
Ben daha önce onun bu âyeti okuduğunu işitmemiştim."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki emanetleri ehline verme
emrinin, müslümanlann idarecileri için okluğunu söyleyen görüştür. Allah teala
müslümanlann idarecilerine, kendilerine emanet edilen ganimet mallan ve diğer
emanetleri, idare ettikleri kimselere vermelerini ve onlar arasında hüküm
verirken âdil davranmalarını emretmiştir. Bu âyetin muhatabının müslüman
idareciler okluğu, bundan sonra gelen ve idare edilenlere, idarecileri-, ne
itaat etmelerini emreden âyetten de anlaşılmaktadır.
Allah teala önce
idarecilere bu âyetle, hakkaniyete uymalarını, emaneti ehline vermelerini,
idare edilenlere karşı adaletli davranmalarını
emretmekte daha
sonra gelen âyetle ise idare edilenlerin idarecilere karşı adaletli davranmalarını
emretmekte daha sonra gelen âyetle ise idare edilenlerin idarecilere itaat
emlerini emretmektedir. Böylece emir ve itaatin karşılıklı olarak vazifelerin
yerine getirildiğinde tam olarak tahakkuk edeceğini beyan etmektedir.
îbn-i Cüreyc'in:
"Bu âyet, Osman b. Talha hakkında nazil olmuştur." görüşüne gelince,
bu âyetin özel olarak Osman b. Talha hakkında nazil olduğunu, bununla birlikte
kendisine bir şeyler emanet edilen herkesi kapsadığını, müslü-manlann
idarecilerinin de bunlardan olduklarını söylemek de caizdir. Bu sebepledir ki
bir kısım âlimler bu âyet-i kerimenin, bütün borçları Ödemeyi, insanların
haklarını kendilerine vermeyi kasdettiğini söylemişlerdir. Mesela Abdullah b.
Abbas'm bu âyeti izah ederken "Allah teala bu âyetle ne zengine ne de
fakire kendisine verilen emaneti yerine vermeyip elinde tutmasına dair ruhsat
vermiştir." demiştir.
Bu hususta Resulullah
(s.a.v.) buyurmaktadır ki:
"Emaneti, sana
emanet edene ver. Sana ihanet edene sen de ihanet etme. [174]
59- Ey iman
edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat
edin. Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir
şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onun hükmünü Allah'a ve Peygambere havale
edin. Bu daha hayırlıdır. Ve netice bakımından da daha güzeldir.
Ey iman edenler,
Allah'ın kitabı olan Kur'an'a ve onun açıklaması olan Peygamberin sünnetine
uyarak bütün emir ve yasaklarda Allah'a ve Resulüne itaat din. Allah'a itaate
vesile olacak ve müslümalann menfaatlerini gerçekleştirecek hususlada da
sizden olan miislüman idarecilere itaat edin. Eğer gerçekten
Allah'a ve âhiret
gününe iman ediyorsanız herhangi bir meselede sizlerle idarecileriniz
anlaşmazlığa düşerseniz işi Allah'a ve Resulüne havale edin. Bu sizin için
Allah katında daha hayırlı ve netice bakımından daha güzeldir.
Âyet-i kerimede
Allah'a itaat edilmesi emredilmektedir. Allah'a itaatten maksat, onun bize
gönderdiği emirleri tutmak ve yine onun bize yasakladığı şeylerden kaçınmaktır.
Yine âyet-i kerimede
Resulullah'a itaat edilmesi emredilmektedir. Zira Resulullah'a itaat etmek
Allah'a itaat etmektir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde
şöyle buyurmuştur:
"Kim bana itaat
ederse şüphesiz ki o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de bana karşı gelirse
şüphesiz ki o, Allah'a karşı gelmiş olur. Kim benim emirime itaat ederse,
şüphesiz ki bana itaat etmiş olur. Kim de benim emirime karşı-gelirse şüphesiz
ki bana karşı gelmiş olur. [175]
Müfessirler,
Resululllah'a itaatten neyin kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Ata'ya
göre Resululllah'a itaatten maksat onun sünnetine tabi olmaktır, b- İbn-i
Zeyd'e göre ise Resulullah'a itaatten maksat, kendisi hayattayken ona itaat
etmektir.
Taberi diyor ki:
"Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allah teala âyet-i kerimesinde
Resululllah'a, hayatta iken emir ve yasaklarında ona uyulmasını, vefatından
sonra da onun sünnetine tabi olunmasını emretmiştir. Çünkü âyetteki itaat emri
geneldir. Onu Resululiah'ın sadece hayatına veya ölümünden sonrasına tahsis
etmek isabetli değildir.
Âyet-i kerimede Ulül Emre
itaat edilmesi emredilmektedir. Müfessirler burada zikredilen Ulül Emir'den
kimlerin kasdedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Ebu
Hureyre, Abdullah b. Abbas, Meymıın b. Mihran, ibn-i Zeyd ve Süddi'ye göre
burada zikredilen Ulül Emir'den maksat, idarecilerdir. Abdullah
b. Abbas bu âyet-i
kerimenin, Rcsuiullah'ın bir müfrezenin başına emir tayin ettiği Abdullah b.
Huzafe b. Kays es-Sehmi hakkında nazil olduğunu söylemiş. Siidtlİ ise bu
fsyelin, Resuiulİah'ın, bir seriyyenm başına eni ir tayın ederek gönderdiği M
a! id b. Velid hakkında nfızü olduğunu söylemiş ve bu konuyla ilgili ola bir
hadise anlatmıştır.
b- Mücahid, îbn-i Ebi Neciyh, Abdullaiı b. Abhav
A: san-ı Ba\ri ve Ebui Aliye'den nakledilen diğer bir göıüşe göre bu ayette zikredilen
L'lü! Finıir"Jen maksat âlimler ve fakihlertlir. Ebui A:ı/e okluğuna şu
âyeti delil göstermiştir. "Kendilerine emniyet korku hususunda bir haber
geldiğinde onu yayarlar. Eğer onu Peyğmabeie ve kendilerinden ol.uı Uiül Emre
İta vale etmiş olsalardı, onlardan hüküm 'çıkarmaya kadir olanlar onun ne
olduğunu bilirlerdi.. [176] Görüldüğü gibi burada
'.'lül Emir olan kimseler, hukum çıkarmaya kadir olanlar ve meselenin ne
olduğunu bilenler şeklinde vasıflandırılmışlardır. Bunlar da âlimlerin ve
fakihlerin vasıflandır.
c-
Mücahidden nakiedüen diğer bir görüşe göre hu âyette zikredilen Ulu! Emirden
maksaî. Resuİulîiah'sn sahahiieridir.
d-
îkîir.ıe'den nakledilen başka bir görüşe göre ise burada zikredilen Uiü!
Enür'den maksat. Uz. Hbubekir ve
Taberi. bu yörtislci'den
îeıvihe, buradaki Ulül Emirden maksadın, idareciler veler olduğunu ifade
etmiştir. Çünkü idarecilere, müsiümanlarm men'Vta'ları hulusunda ılaaî
edilmesini emreden şahsi; haberler nakledilmiştir.
Resuhıllah efendimiz
buyurmuştur ki: "Beıulan sonra işlerinizi )üıtiîmeyi üzerlerine alan bir
kısım idareciler gelecektir. Sizin idarenizi, muttaki olan tak-vasıyla, tacir
olan da fücuruyla üzerine almış oiacaklır. Onlann hakka uyan her sözlerini
dinleyin ve itaat edin ve arkalarında namaz kılın. Eğer iyilikte bulunacak
olurlarsa bu kendileri için de iyidir, sizin için de iyidir. Şayet kötülük yapacak
olurlarsa bu sizin lehinize onların ise aleyhinedir."
Peygamber efendimiz
diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuşum uaklaştmnayı ister.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli rivayetler zikretmişlerdir.
a- Âmir
eş-Şa'bi, Hadremi ve Katade'ye göre bu âyet-i kerime, bir münafık ile bir
Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar bir kâhinin hakemliğini kabul etmişler
ve bunu ii üzerine bu âyet nazil olmuştur.
Şa'bi'ye göre kâhin,
Cüheyn'e kabilesinden bir kimsedir. Hadremi'ye göre bu kâhine başvuran münafık,
Yahudi iken müslüman olduğunu söyleyen biridir. Katade'ye göre ise Ensar'dan
Bişr adında biridir.
Bu hususta Âmir
eş-Şa'bi diyor ki: "Yahudilerden biri ile münafıklardan bir kişi arasında
anlaşmazlık çıktı. Münafık olan kimse, Yahudilerin rüşvet aldıklarını bildiği
için onların huzurunda muhakeme olunmak istiyordu. Yahudi ise müslümanlann,
rüşvet almadıklarını bildiği için onların huzurunda muhakeme olunmak
istiyordu. Bu iki kişi Cüheyne kabilesinden bir kâhinin huzurunda muhakeme
olmak üzere anlaştılar. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi
indirdi.
b- Süddi'ye
göre ise bu âyet-i kerime, Nadr ve Kureyze oğulları Yahudi-lerinden, müslüman
okluklarım iddia eden münafıklarla, yine bu iki Yahudi kabilesinden, gerçekten
müslüman olanlar hakkında nazil olmuştur. Münafıklar, Ebu Berze el-Eslemi
adındaki bir kâhine başvurmak istemişler, müslümanlar ise, ResuluİIlah'm
hakemliğini istemişlerdir. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime inerek münafıkları
kınamıştır.
Bu hususta Siiddi
diyor ki: "Yahudilerden bir kısım insanlar müslüman olmuşlardı. Müslüman
olduklarını söyleyen bu kişilerden bir kısmı da münafıktı. Cahiliye döneminde
Nadr oğullan, daha kuvvetli olduklarından Kureyza oğullarından biri Nadr
oğullarından bir kimseyi öldürdüğünde katile kısas tatbik edilirdi. Fakat Nadr
oğullarından biri Kureyza oğullarından birini öldürecek olursa katile kısas
tatbik edilmezdi. Öldürülen kişinin altmış Vesk yiyecek ölçü-sündeki diyeti
verilirdi.
Kureyze ve Nadr
oğullarından bir kısım insanların müslüman olmalarından sonra, Nadr
oğullarından biri Kureyza oğullarından bir kimseyi Öldürdü. Taraflar
Resululllah'ın hakemliğine başvurdular. Nadr oğulları dediler ki: "Ey
Allah'ın Resulü, biz cahiliye döneminde bu gibi durumlarda onlara diyet veriyorduk."
Kureyza oğullan da dediler ki: "Hayır bunu kabul etmeyiz. Biz hem soy
bakımından hem de din bakımından sizinle kardeşiz. Bizim kanımız da sizin
kanınız gibidir. Fakat sizler cahiliye döneminde bize galip gelmiştiniz. Artık
Allah İslamı getirdi." Bunun üzerine Allah teala da Yahudilerin,
birbirlerine karşı haksızlık yapmalarını ayıplayarak şu âyeti indirdi:
"Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz buruna burun" Allah
teala Nadr oğullarının diyet vererek kısas uygulamamalarını ayıplayarak da şu
âyeti indirdi: "Onlar cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar?"
Bundan sonra Resulullah, Nadr kabilesinden olan katili ona kısas tatbik etti.
Bundan sonra Nadr ve Kureyza oğullan birbirlerine karşı övünmeye başladılar.
Nadr oğulları da "Biz daha üstünüz" demeye başladılar. Yahudiler daha
sonra Medine'ye gelip Ebu Berze el-Eslemi adındaki kâhinin yanına gittiler. Ve "Biz
Ebu Berze'nin hakemliğine başvuralım da lehimize hüküm versin." dediler.
Bu iki kabileden gerçekten müslüman olanlar ise "Hayır, biz Restılullah'a
gidelim de aramızda o hüküm versin." dediler. Fakat münafıklar bunu kabul
etmediler ve Ebu Berze'nin yanına gittiler. Onun, aralarında hakemlik yapmasını
istediler. O da dedi ki: "Lokmayı büyük yapın." Onlar da dediler ki:
"Sana on vesk ölçüsü yiyecek verelim." Ebu Berze "Hayır almam.
Benim diyetim olarak yüz vesk vereceksiniz. Çünkü" ben, Nadr oğullanma
lehine hüküm verecek olsam, Kureyza oğullarının beni öldüreceklerinden
korkarım. Kureyza oğullanılın lehine hüküm verecek olursam. Nadr oğullarının
beni öldüreceklerinden korkanın." Fakat münafıklar, Ebu Berze'ye on
veskten fazla yiyecek vermemekte direttiler. Ebu Berze de bu ücretle-
aralarında hüküm vermemekte diretti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu. Ve Nadr ve Kureyza oğullarının münafıklarını ve hakemliğine
başvurdukları Ebu Berzc'yi kınadı. Onun bir tağut olduğunu beyan etti.
c- Abdullah
b. Abbas. Mücahid. İbn-i Güreye ve Ata'ya göre bu âyet-i kerime. Kâ'b b.
cl-Eşref adlı Yahuılinin hakemliğine başvuran bir münafıkla bir
Yahudi hakkında nazil
olmuştur.
Bunlara göre münafık olan kişi, Ka'b b. ci-Eşrefe, Yahudi
de Resulul-lah'a giderek hakem olmalarını istemişler âyet de bunun üzerine
nazil olmuş ve
Ka'b b. el-Eşref in
bir tağut olduğunu beyan etmiştir. [177]
61- Onlara:
"Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve Peygambere gelin." denildiğinde,
münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün.
Ey Muhammed, sana
indirilen Kur'an'a iman ettiklerini zanneden şu münafıkları ve senden önce
indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden şu kitap ehlini görmez misin?
Onlara: "Allah'ın kitabında indirdiği hükme ve Peygamberinin hükmüne
gelin." denildiği zaman onların senden şiddetle yüz çevirdiklerini,
başkalarının da sana gelmelerine engel olduklarını görürsün. Çünkü sen herkese
eşit muamele yapar, maddi menfaatler gözeterek kimseyi kayırmazsın. Ta-ğutlar
ise bunun aksine hareket ederler. [178]
62- Kendi
yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde nice olur halleri?
Sonra da sana gelip: "Biz iyilik etmek ve uzlaştırmaktan başka bir şey
istemedik." diye Allah'a yemin ederler.
Ey Muhammed, sana ve
senden öncekilere indirilen kitaplara iman ettiklerini iddia eden fakat buna
rağmen tağutlarm hakemliğine başvuran bu münafıklara, işlemiş oldukları
günahlar yüzünden bir musibet geldiğinde bu musibete karşı ne yapabiliyorlar
ki? Böyle bir musibete uğradıkları zaman ancak, sana gelip yalan yere Allah'a
yemin ediyor ve "Ey Muhammed, biz hakeme başvurmakla ancak birbirimizin
iyiliğini ve aramızı bulmayı istedik." diyorlar. [179]
63- İşte
bunların kalblcrindckini Allah bilir. Onlara aldırma. Onlara nasihat et.
Kendilerine tesir edecek güzel söz söyle.
Allah işte bu
münafıkların kalblerinde bulunan iki yüzlülüğü ve tağutla-nn hükmüne başvurma
eğilimini bilir. Bu itibarla sen onlra aldırma. Onları cezalandırmaya girişme.
Fakat onları uyar ve nasihat et. Onlara tesir edecek mânâh sözler söyle.
Allah'tan korkmalarını emret. [180]
64- Biz
bütün Peygamberleri Allah'ın izniyle kendilerine ancak itaat edilsin diye
gönderdik. Eğer insanlar kendi nefislerine zulmettikleri vakit, sana gelip de
Allah'tan, günahlarını bağışlamasını dikseydiler, Peygamber de onların
bağışlanmasını isteseydi, muhakkak ki Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve çok
merhametli bulacaklardı.
Biz, hiçbir Peygamber
göndermedik ki, emrimizle, ümmeti tarafından ona itaat edilmesini farz kılmış
olmayalım. Muhammed bu peygamberlerden biridir. Ona da itaat farzdır. Ey
Resulüm, şayet şu münafıklar, tağutun hakemliğini kabul ederek, kendi
kendilerine zulmettikleri zaman, sana gelip de Allah'tan günahlarının
bağışlanmasını isteseydiler sen de onlar için af dileseydin, elbette ki
Allah'ı, tevbeleri çokça kabul edici ve cezalandırılmalarından vazgeçerek çok
merhamet edici bulurlardı.
Allah teala bu âyet-i
kerimeyle Resulullah'ın hakemliğini bırakıp tağutun hakemliğine başvuran
münafıkları kınamaktadır. Çünkü onların, Allah'a ve Resulüne itaat etmeleri ve
oların hükümlerine boyun eğmeleri gerekir. Zira Peygamberler boşuna değil,
kendilerine itaat edilmeleri için gönderilmiştir. [181]
65- Rabbine
yemin olsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da
verdiğin hükme, içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyia boyun cğmcdikçc iman
clmtş olmazlar.
Ey Muhammed. kahbine
yemin olsun ki insanlar, tartıştıkları konularla seni hakem seçip sonra da
senin verdiğin hükümee karşı, içlerinde bir sıkıntı duymayıp, senin kararlarına
tam olarak teslim olmadıkça hakkıyla iman etmiş olmazlar.
Görülüyor ki âyet-i
kerime. araianıuLt ihniaf ç:ısh;î kişilerin. Kc-uiui-lah'ı hakem tayin edip
sonra ti a verdimi hukır.o tam bîr teslimiyetle boyun eğme-dikçe iman etmiş sayılmayacaklarını
beş an emekledir.
Bu âyeî-i kerimerıin
nü/ı:! sebebi lijkkmda m.ul'essirlor iki ls:i:ş_ zikretmişlerdir:
a- Ballarına
göre bit âyetin nüzul schel'i. Züneyr b. Awam Üe Knvır'd.m bir kikinin arasında
geçen anlaşmazlık üzerin Resullahın Bnsardan olan kişinin de bu hükme rıza
göstermemesidir.
Bu hususta Zübeyr b.
Avvam’ın; şunu rivayet etmiştir.
Zübeyr ile Ensar'dan
bir kişi Medine'nin dışında bulunan ve "Harre" diye adlandırılan bir
yerdeki su arkı hakkında Resulullah'ın yanında münakaşa ettiler. O arktan
hurmalarını suluyorlardı. Münakaşa sırasında Ensar'dan olan kişi "Suyu
bırak gelsin." dedi. Fakaı Zübeyr kabul etmedi. Bunun üzerine
Resulullah'tan aralarında hüküm vermesini istediler. Resulullah Zübeyre
"Ey Zübeyr, hurmalarını sula ve suyu komşuna bırak." dedi. Bunun
üzerine, Ensar'dan olan kişi kızdı ve "Ey Allah'ın Resulü, bu senin
halanın oğlu olduğu için mi?"
dedi. Bunun üzerine Resululîah'ın rengi değişti ve şöyle buyurdu: "Ey Zübeyr,
hurmalarım sula, ağaçlarının köküne işleyinceye kadar suyu bırakma. "İşte
bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. [182]
Bu olayı izah oĞcn
Buhari diyor ki: "Resulullah son emriyle Zübeyr'in, hakkını tam olarak
almasını emretmiştir. Halbuki daha önce söylediği "Sula ve bırak"
sözüyle her iki taraf için kolaylık getirecek bir hal tarzını teklif etmişti. [183]
b- Mücahid'e
göre ise bu âyet-i kerime, bu surenin altmışıncı âyetinde, uığullann
hakemliğine başvurmak istedikleri zikredilen kişiler hakkında nazil olmuştur.
Tabeıi, âyetlerde
tagutun hükmüne başvurmak isteyen kimselerin kıssası devam ettiğinden âyet-İ
kerimenin nüzul sebebi olarak Mücahid'in orüşünün daha evla olduğunu
söylemiştir. Zira bir kıssanın bittiğine dair bir işaret olmayınca aynı
kıssanın devam ettiğini söyleyerek âyetleri birbiriyle irliba'Jandırmak daha
evladır. [184]
66- Şayet
onlara "Kendinizi öldürün." yahut " Yurtlarınızdan çıkın"
tüye ya/saydık içlerinden ancak pek azı bıınu yapardı. î;.ğcr onlar kendilerine
edileni yapmış olsulardı cihette onlar
için duna hayırlı ve daha sağlam olurdu.
Şayet biz o tagutu
hakem tayin edenlere, kendi kendilerini öldürmelerini veya vatanlarından hicret
etmelerini larz kılacak olsaydık, pek azı hariç onlar bunu yapmazlardı. Eğer bu
münafıklar kemlilerine öğütlenen, Allah'a itaati yerine getirecek olsulardı
elbette ki dünya ve âhiretierinde oiîlar için daha hayırlı olurdu. Bu onların
imanlarını sağlamlaştırır ve kararlılıklarını artırırdı.
Süddi diyor ki:
"Sabit b. Kays b. Şemmas ve Yahudilerden bir adam övündüler. Yahudi dedi
ki: "Allah'a yemin olsun ki daha önce Allah bize birbirimizi öldürmemizi
emretti. Biz de o emri yerine getirdik." Sabit de dedi ki: "Şimdi
Allah bize. kendinizi öldürün diye emredecek olsa mutlaka onu biz de
yaparız." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [185]
67- O zaman
elbette kî onlara, katımızdan büyük bir mükâfaat verirdik. [186]
68- Ve
onları muhakkak ki doğru yola iletirdik.
Şayet onlar emrolunanı
yapacak olsalardı, amellerine karşı onlara büyük bir mükâfaat verirdik. Onların
niyetlerini sağlamlaştırır, görüşlerini kuvvetlendirir, amellerini yapmaları
için onlara güç ve kuvvet verirdik. Onları mutlaka, kendisinde hiçbir eğrilik
bulunmayan doğdoğru bir yol olan İslama iletirdik.
Allah teala, tağutu
hakem tayin edenlerin akıbetlerini belirttikten sonra, Allah'a ve Peygambere
itaat edenlerin ne gibi derece ve makamları olduğunu da belirterek buyurdu ki: [187]
69- Kim,
Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet
verdiği Peygambcrlcrlcr, doğru olanlar ve salıh kimselerle beraberdirler.
Onlar ne güzel arkadaştırlar.
Kim, Allah'ın ve
Peygamberin emirlerine boyun eğip hükümlerine rıza göstererek Allah'a ve
Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine itaat etme nimetini
vediği Peygamberlerle, Peygamberlerin izinde giden sadık insanlarla, Allah
yolunda öldürülen şehitlerle ve Allah'ın salih kullanyla beraber olacaklardır.
Bunlar ne güzel cennet arkadaşlarıdır.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Doğru olanlar" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, bazı
âlimlere göre "Peygamberlere uyanlar" demektir. Bunlara "Doğru
olanlar" denilmesinin sebebi, Peygamberin yollarını izlemeleri, onlardan
sonra da yollarından ayrılmadan devam etmeleridir.
Diğer bir kısım
âlimlere göre ise bu kelimeden maksat, "Çokça sadaka verenler"
demektir.
Bu hususta Mikdat b.
el-Esved'in şunları söylediği rivayet edilir. "Dedim ki Ey Allah'ın
Resulü, ben senden bir şey işittim ve o konuda şüpheye düştüm. "Resulullah
da buyurdu ki: "Sizden biriniz bir mesele hakkında şüpheye düşecek olursa
onu bana sorsun." Bunun üzerine ben de dedim ki: "Senin, hanımların
hakkında "Ümit ederim ki benden sonra onlar için sıddıklar olur."
diye söylediğin sözdür." Resulluîlah buyurdu ki: "Hayır bu o
değildir. Fakat sıddıklar, sadaka verenlerdir.
Taberi diyor ki:
"Şayet bu hadisin senedi sahih olmuş olsaydı, "Sıddik"m mânâsı
hakkında bu hadisin ifadesinin dışında bir şey söylemeyi caiz görmezdik ve bu
hadisi bırakıp başka bir şeye başvurmazdik. Fakat bunun senedinde bazı şeyler
vardır. Bu nedenle "Siddîkîn" kelimesinin mânâsının, "Sözünü
doğrulu-yanlar" olduğunu söylemek daha isabetlidir. Zira
"Sıddîk" kelimesinin Arapça'da hatıra gelen ilk mânâsı budur.
Âyette geçen ve
"Şehitler" diye izah edilen kelimesi kökünden türemiştir. Allah
yolunda Öldürülenlere "Şehit" denilmesi ise onların, Ölünceye kadar,
Allah'ın haklı olduğuna dair doğru bir şahitlikte buiunmalanntlandır.
Âyette geçen "Salihier"c!en
maksat ise hem gizli amelleri hem de açık amelleri salih olanlardır.
Bir kısım müfessirler,
bu ayet-i kerimenin, Resulullah'ın vefatından sonra, derecesinin yüceliğinden
dolayı âhirette onu göremeyeceklerine üzülen insanlar hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir.
Bu hususta Said b.
Ciibeyr diyor ki: "Ensardan bir adam, Resıılullah'a geldi. O üzgündü.
Resulullah ona: "Ey filan ne oluyor ki seni üzgün görüyorum?" dedi.
O adam da dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi, senin hakkında düşündüğüm bir
şeyden dolayı üzgünüm." Resulullah: "Nedir o?" dedi. O kişi de:
"Şimdi biz, sabah akşam senin yanına geliyoruz, yüzüne bakıyoruz. Seninle
birlikte oturuyoruz. Yarın sen Peygamberlerle birlikte yüce makamlara çıkarılacaksın.
Artık biz sana ulaşamayacağız." dedi. Peygamber efendimiz hiçbir cevap
vermedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) "Kim, Allah'a ve Peygamberine itaat
ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, doğru olanlar,
şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar."
âyetini indirdi. Resulullah da adamı çağırtıp onu müjdeledi.
Bu izahlardan da
anlaşıldığı gibi cennetin yüksek derecelerinde bulunan kimseler, daha aşağı
derecede bulunanların yanlarına gidip gelebilecekler, cennetin bahçelerinde
bir araya gelerek, Allah'ın, kendilerine verdiği nimetlere kavuşacaklar ve onu
göreceklerdir. [188]
70- Ru,
Allah'tan bir lütuflur. Hcrşcyi bilen olarak Allah yeler.
Allah'a ve Peygambere itaat edenlerin,
Peygamberlerle, sıddıkiaria, şehitlerle ve salih kullarla beraber oluşu.
Allah'lan, itaat edenlere bir lütııftur. Aslında onlar bunu, kendi amelleriyle
hak etmiş değillerdir, llerşeyi bilen olarak Allah yeter. Kullarından kimin
itaatkâr, kimlerin isyankâr olduğunu bilir ve onlara buna göre karşılık verir. [189]
71- Ey iman
edenler, tedbirini/i alın. liöliik bölük veya toplu olarak savaşa gidin.
Ey iman edenler,
düşmanlarınıza karşı silahlanarak tedbirinizi alın. Bölük bölük veya toplu
olarak düşmanlarınıza karşı savaşa çıkın.
Ayet-i kerime,
kâfirlere karşı her türlü tedbirin eksiksiz olarak alınması lazım geidiğine
işaret etmekte ve müminlere, kâfilerle savaşmayı ihmal etme-' melerini
emretmektedir. [190]
72- Şüphesiz
ki içinizden pek ağır davranan vardır. Size bir musibet geldiği zaman:
"Allah bana nimet ihsan etfî de onlarla beraber olmadım." ı\cr.
Şüphesiz ki sizin
içinizde cihada çıkma hususunda pek ağır davranan ve başkalarının da ağır
davranmalarına sebep olanlar vardır. Bunlar münafıklardır. Siza, mağlubiyet,
yaralama ve öldürme gibi bir musibet geldiği zaman: "Allah bana lütufta
bulundu. Çünkü onlarla beraber savaşla bulunmadım ve benim başıma belalar
gelmedi." der. Sizden geri kaldığına ve sizin sıkıntılara uğramanıza
sevinir. Zira Allah'ın mümin kullarına, yolunda cihad etmeleri halinde erişeceklerini
vaat ettiği sevaptan şüphe etmektedirler. [191]
73- Yemin
olsun ki Allah'tan si/.c bir HituT eriştiğinde de, sizinle onun arasında bir
dostluk yokmuş gibi "Keşke onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı
elde etseydim." der.
Yemin olsun ki şayet
size, zafer ve ganimet gibi, Allah'tan bir nimet erişecek olsa, cihaddan geri
kalan bu münafık, sanki aranızda hiçbir dostluk yokmuş ve o adam, görünürde de
olsa sizin dininizde olan birisi değilmiş gibi "Keşke onlarla beraber
olsaydım da büyük bir pay elde etseydim." der.
Allah teaia bu âyetle
münafıkların savaş hakkında tutumlarını bildirmektedir. Şayet onlar savaşa
katılırlarsa sadece ganimet elde etme gayesiyle katılırlar.
Eğerkaülmazlarsakalblerindeki şüpheden dolayı katılmazlar. Yoksa onlar ne
savaşa katılmaktan sevap ümid ederler ne de katılmamaktan dolayı cezalandırılmaktan
korkarlar.
Allah teala, çetin
imtihanlardan biri olan savaş karşısında münafıkların hallerini belirttikten
sonra hakkıyla iman eden müminleri Allah yolunda cihad etmeye teşvik ederek şöyle
buyurdu. [192]
74- Âhirct
hayatına mukabil dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim, Allah
yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir
mükâfaat vereceğiz.
Dünya hayatını satan,
ona önem vermeyerek karşılığında âhiret sevabını alan ve Allah'ın rızasını
talep ederek mallarını harcayanlar, Allah'ın dinini yüceltmek ve Allah'ın
şeriatım zafere ulaştırmak İçin Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda
savaşır da düşmanları tarafından öldürülür veya onlara galip gelirse, biz
onlara büyük bir sevap vereceğiz.
Bu büyük sevabın ne
olduğu hususunda Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:
"Evinden ancak
Allah yolunda cihad etmek ve Allah'ın kelamını tasdik etmek için çıkıp, Allah
yolunda cihad eden kimseye, Allah onu cennete koyacağına veya çıkmış olduğu
evine miikâfaat yahut ganimetle döndüreceğine dair kefil olmuştur. [193]
75- Size ne
oluyor da Allah yolunda ve "Ey rnbbinıiz, halkı zalim olan bu memleketten
bizi çıkar. Kendi tarafından bize bir dost gönder. Ve yine kendi tarafından
bize bir yardımcı gönder." diye yalvaran erkek, kadın ve çocuklardan
güçsüz olanlar uğrunda savaşmıyorsunuz?"
Ey iman edenler, size
ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Ve yine neden kendilerine İslâm
dininden çıkarmak için, müşriklerin eziyet ettikleri erkek, kadın ve
çocuklardan güçsüz olanlar "Ey Rabbimiz, bizi, halkı zalim olan bu ülkeden
çıkar. Bizlere kendi tarafından işlerimizi idare edecek bir dost gönder. Yine
bizlere zalimlere karşı yardım edecek bir yardımcı gönder." diye yalvaran
zayıflar uğrunda savaşmıyorsunuz?
Müfessirler burada
zikredilen ve "Halkı zalim okluğu bildirilen memleketin Mekke olduğunu
söylem işlerdi r. Zira orada rnüsKimnn olan erkeklere, ar-kabalan zulmetmişler,
onlara çeşitli işkenceler yapmışlar ve onları dinlerinden çıkarmak için her
yola başvurmuşlardır. Bu sebeple Allah teala diğer müminleri, bunları
kurtarmaya teşvik etmiştir.
Hasan-ı Basri ve
Katade bu âyetin izahında şunları söylemişlerdir: Bir kişi Hicret etmek
maksadıyla halkı zalim olan bu memleketten çıkıp halkı salih olan ülkeye gitmek
üzere yola koyulmuş ve yolun yansında ölüm gelip ona çatmış, o da yönünü salih
olan ülkeye doğru çevirmiştir. Bunun üzerine rahmet melekleriyle azap melekleri
bu kişinin canını alma hususunda ihtilafa düşmüşler ve onlara: Bu kişi hangi
memlekete daha yakın ise ona göre muamele yapmaları emredilmiştir. Onlar
mesafeyi ölçmüşler, salih olan ülkeye bir karış daha yakın
olduğunu görmüşler ve bu sebeple onu
rahmet melekleri vefat ettirmişlerdir. [194]
76- İman
edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tağutun yolunda savaşırlar. O
halde siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi
zayıftır.
Allah ve Peygamberine
iman edip Allah'ın vaadine kesinlikle inananlar,' Allah'ın dinini yüceltmek
için, onun yolunda savaşırlar. Allah'ın birliğini inkâr edip Peygamberini
yalanlayan kâfirler ise, tağutun yolunda ve tağutun dostları için hazırladığı
plan üzere savaşırlar. O halde ey müminler, siz, şeytanın dostlarına karşı
savaşın. Şeytanın hile ve tuzakları pek zayıftır. Bu itibarla onann
dostlarından ve taraftarlarından korkmayın.
AlIah teala bu âyet-i
kerimede şeytanın ve onun dostlarının hiylelerinin zayıf okluğunu beyan
etmiştir. Zira onlar ne Allah'ın sevabını ümitf ederek savaşırlar ne de
Allah'ın cezalandırmasından korkarak haksız yere savaşmayı bırakırlar. Onlar
sadece bir taassup uğrunda ve Allah'ın, müminlere verdiği nimetleri kıskanma
yüzünden savaşırlar. Halbuki müminler, Allah'ın sevabını ümid ederek savaşır ve
yine Allah'ın cezalandırmasından korkarak haksız yere savaşmayı terkederler.
Böylece müminler bilinçli bir şekilde savaşırlar. Öldürüldüklerinde Allah
katında mükâfaatlandmlacaklannı, zafer kazandıklarında da ganimet elde
edeceklerini bilerek savaşırlar. Halbuki kâfirler ise öldürülme korkusuyla ve
âhiretten hiçbir şey beklemeksizin savaşırlar. Bu sebeple onlar manevi bakımdan
zayıftırlar ve korku içindedirler. [195]
77- Kendilerine
éEllerinizi savaştan çlekin. Namazı kılın, zekatı verin," denilenleri
görmez misin? Onlara sava.ş far/, kıhninca idlerinden bir kısmı, insanlardan,
Aüah'îan korkar gibi haiin daha .yddeiis bir şekilde korkuyorlar ve
"Kabhımiz hi/c salaşı niçin far/ kildi?" Bi/i. yakın bir zamana
kadar ı;cri btraknuılı degi! miydi?" rinurlar. V.y Mıihummed, de ki:
"Dünyanın menfaati pek n/dır. Âhiret ise Allah'tan korkanlar için daha
hayırlıdır. \'e kıî kadar zulme uğratılmazsınız.
Ey Miîhamined, ken
îiierîne: "ŞııııJüık ıııüşrİKİerle savaşmaktan elinizi çekin, namazı
dosdoğru kilin,, zokan layık olanlaıa verin." denilenleri görmedin mi?
Onlara, arzuladıkları savaş farz kılındığında, içlerinden bir cemaat, müşriklerden,
Allah'tan korkareasma veya daha şiddetli bir şekilde korkar oldular. Ve
sızlanarak, dünyaya meylederek ve rahat yaşamayı tercih ederek şöyle demeye
basmadılar: "Ey Rabbİmiz, savaşmayı bî/c niçin farz kikhn'.'-Evierimizdeki
yataklarımızda ölünceye kadar bize mühlet verseydin ya." Ey Muhammed de
ki: "Dünyadaki geçimliğiniz az bir şeydir. Çünkü dünyanın kendisi
geçicidir. Rab-l erinden korkanlar için âhiret ilimcileri daha hayırlıdır.
Çünkü âh i ret nimetleri devamlıdır. Sizler, hurma çekirdeğinin kovuğunda
bulunan kıl kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.
Miifessirler, bu âyeti
kerimenin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, İkrime, fbn-i Cüreye, Kaîade ve Süddi'ye göre bu âyet-i kerime, namaz
ve zakâtın farz kılınıp cihadın henüz farz kıhnmadığı bir zamanda müslüman
olan, nmaz kılma ve zekat vermenin yanında cihadın da farz kılınmasını isteyen
fakat cihad farz kılınınca da savaşmak zorlarına giden bir kısım sahabiler
hakkında nazil olmuştur.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki; "Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Resulullah'a geldiler
ve ona "Ey Allah'ın Resulü, biz müşrik iken güçlüydük, müslüman olunca
zelil duruma düştük." dediler. Resulullah da "Ben, affetmekle
emrolundum. Kimseyle savaşmayın." buyurdu. Allah teala Resulullah'a,
Medine'ye gönderince savaşmayı emretti. Fakat savaşmak bir kısım müs-lümanlara
zor geldi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nazil oldu ve dünya hayatının
az bir geçimiik olduğunu, bu itibarla onu tercih etmenin isabetli olmadığını,
âhiretin ise müminler için daha hayırlı okluğunu, Allah yolunda savaşarak
âhireti tercih etmenin gerektiğini beyan etmiş oldu.
b- Mücahid
ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime ve
bundan sonra gelen seksen üçüncü âyetin sonuna kadar olan âyetler, Yahudiler
hakkında nazil olmuştur. Allah teala bunların durumuna düğmekten
sakindırmıştır. [196]
78-
Nerede olursanız, olun ölüm sizi yakalar.
Sağlam yapılmış kalelerde bulunsanız b!îe. Onlara i nuinal'ikl.ıra) bir iyilik
isabet ettiği zaman "Hu, A'ihıh'tundsr.'kolulıık isabet ettiğinde ise sendendir.". Muhammed: " Hepsi de
Ailaî:1 tandır. lîıs kavme ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyorlar.
Ey insanlar nerede
olursanız olun ölüm sizi hyakalayacaktır. Çünkü sağlam yapılmış kaleler
siğinsanı. bite. O lhalde savanı Ölmek ö'niürnıek korkusunla düşmanın karşısına
çıkmak;.i;ı çekinmeyin. Müna ganimet, zafer bolluk tnbi bir iyilik isabet
etliğinde onlar "Fkı Allah taraîııuLiiKİir, omnı takjiri iledir."
ıSeiler. Fakat bunların iMşına mağiu!") acı çekme gibi bir koruluk
geldiğinde de "iiy Muhanımed. bu sen-d.endir. Senin tedbirsizliğinden ve
kıt görüşlü ohışundundır." derier. Ey Muhamde ki: "Bolluk olsun kıthk
olsun, zafer olsun, hezimet olsun her şey Aîkih tarafııulaııdır. O halde ne
oluyor bu topluluğa da neredeyse söz anlamaz oluyorlar? Her şeyin, Allah'ın
takdiriyle olduğunu ve onun kudreti altında olduğunu idrak etmeye
yanaşmıyorlar.
Âyette zikredilen ve
"Sağlam yapılmış kaleler" diye tercüme edilen ifadesi iki şekilde
izah edilmiştir.
a- Katade,
Mücahid ve İbn-i Cüreyc'e göre bu ifadeden maksat, "Müstahkem
köşkler"dir. Mücahid bu âyet-i kerimenin, örümceğin sokmasıyla öleceği
haber verilen bu sebeple sağlam bir köşk yaptırarak korunmak isteyen fakat neticede
ayak parmağını örümcek sokarak ölmüş olan bir kadın hakkında nazil olduğunu
zikretmiştir.
b- Süddi ve
Rebi1 b. Enes'c göre ise bumda zikredilen den maksat, gökte bulunan belli
köşklerdir. Allah teala, ölümü gelen insanın o köşklerde bulunması halinde
bile mutlaka Öleceğini beyan etmiştir.kelimesinin asıl mânâsı ise şeddeli
okunduğunda "Uzun" demek şeddesiz okunduğunda ise
"Süslenmiş" demektir. Bazılarına göre de "Alçı
ile süslenmiş" demektir. Küfe
âlimleri bu kelimenin şedde ile okunması halinde emeğin çokluğunu ifade
edeceğini söylemişlerdir. Burada zikredilen her bir köşkün yapımında çokça emek
harcandığından kelimesi
şeddeli'olarak
zikredilmiştir. Az emek sarf ettiği ifade edilecek olsaydı şu âyet-i kerimede
olduğu gibi şeddesiz ifade edilirdi. Bu kelime o âyette şeklindedir. [197]
79- Sana ne
iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük de gelirse kendi nefsindendir. Biz
seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
Ey Muhammed, sana
bolluk, nimet, afiyet ve selâmet gibi herhangi bir iyilik isabet ettiğinde bu
Allah'ın sana bir lütfü ve ihsanıdır. Yine sana dokunan zorluk, sıkıntı, eziyet
gibi şeyler, senin kazanmış olduğun kötülüklerdendir. Ve onları sana takdir
eden de benim. Biz seni kendimize, yaratıklar arasında bir elçi kıldık. Sen
onlara, gönderdiğimiz şeyleri tebliğ ile yükümlüsün. Şayet onlar senin tebliğ
ettiğin şeyleri kabul ederlerse onların lehinedir. Reddederlerse onların
aleyhlerinedir. Sana ve onlara karşı şahit olarak Allah yeter. Zira senin tebliğinde
onların, senin tebliğin karşısındaki tutumları da Allah'a gizli değildir. O
herbirinize, yaptığınızın karşılığını verecektir.
Abdullah b. Abbas bu
âyetin izahında şöyle demiştir: Resulullah'a dokunmuş olan iyiliklerden
maksat, Bedir savaşında kazandığı zafer ve elde ettiği nimetlerdir. Ona
dokunan kötülüklerden maksat ise Uhut savaşında başına gelen hallerdir. Mesela,
o savaşta Resulullah'ın yüzü yaralanmış ve dişi kırılmıştı,
Katade ise bu âyetin
izahında şunları söylemiştir: Bu hususta Resulullah'ın şöyle buyurduğu bize
ulaşmıştır: "Kişiye isabet eden hiçbir odun yaralaması ayak kayması ve
damar seğirmesi yoktur ki işlemiş olduğu bir günah karşılığında olmasın. Allah
teala günahların bir çoğunu da affeder."
Evet, âyet-i kerimede
kulun, içine düştüğü sıkıntı ve başına gelen belaların kendi suçundan
kaynaklandığı beyan edilmektedir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle
buyurulmaktadır: "Başınıza gelen bir musibet, kendi ellerinizle
kazandığınız günahlar yüzündendir. Allah, işlenenlerin birçoğunu da affeder. [198]
80- Kim
Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse,
biz seni, onların üzerine koruyucu göndermedik.
Kim Peygambere itaat
ederse şüphesiz ki o Allah'a itaat etmiş olur. Çünkü Peygamberi o
göndermiştir. Kim de Peygambre itaatten yüz çevirirse sorumluluğu kendisine
aittir. Ey Muhammed, biz seni, onlan koruyucu olarak göndermedik. Seni yol
gösteren olarak gönderdik. Onları denetleyip hesaba çekecek olan biziz.
İbn-i Zeyd diyor ki:
"Bu âyet-i kerime cihadı emreden âyet inmeden önce nazil olmuş.
Peygambere itaat etmeyenlere karşı Peygamberin kişileri amellerinden dolayı
hesaba çeken kimse olmadığı beyan edilmiştir.
Daha sonra onlara
karşı cihad etmesi, müslüman oluncaya kadar onlara sert davranması
emredilmiştir. [199]
81- Onlar
"emrine uyduk." derler. Yanından ayrıldıkları zman da onlardan bir
topluluk, senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların
geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah'a güven. Allah vekil
olarak yeter.
Ey Muhammed,
kendilerine savaş farz kılındığı zaman insanlardan, Allah'tan korktukları
kadar veya daha fazla korkan o kimselere bir şey emrettiğinde
"Emrettiğine itaat eder. Yasakladığından kaçınırız." derler Fakat
onlar senûı yanından ayrıldıkları zaman da içlerinden münafık olanlar, senin
onlara söylediklerini geceleyin değiştirirler. Allah senin sözlerinden
değiştirdikleri şeylerin cezasını onların amel defterlerine kaydettirmektedir.
Sen bu münafıklara aldırış etme. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter. [200]
82-
Kıır'an'ı düşünmüyorlar mı? Eğer Kur'an, Allah'tan başkası tarafından
indirilmiş olsaydı onda birbirine zıt olan bir çok şey bulurlardı.
Ey Muhammed, senin,
kendilerine söylediklerini geceleyin değiştiren o insanlar, Allah'ın kitabı
olan Kıır'an'ı düşünüp o kitabın, sana itaat etmelerine dair aleyhlerine bir
deli! olduğunu idrak etmezler mi? Kur'an Allah tarafından-dır. Zira onun
mânâları birbiriyle uyum içindedir,.hükümleri birbirine uygundur. Ve onun bir
kısmı diğer bir kısmını tasdik etmekle ve doğruluğuna şahitlik etmektedir.
Şayet bu Kur'an, Allah tarafından değil de başka biri tarafından gönderilmiş
olsaydı elbette ki onlar, Kur'an'ın içinde birbirleriyle çelişen bir çok
hükümler, birbirini bozan birçok mânâlar bulurlardı. [201]
83-
Kendilerine cnıniye veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar.
Eğer onu Peygambere ve kendilerinden olan İdarecilere havale etmiş olsalardı,
onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın,
üzerinize olan lütfü ve merhameti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana
uyardınız.
Resuiullah'm
söylediklerini geceleyin değiştiren o münafıklara, müslü-manların
müfrezelerinin savaşı kazanmaları veya mağlup olmaları gibi güven veya korku
ile ilgili bir gizli haber geldiğinde o haberi Resulullah'tan ve müfrezenin
komutanından önce insanlara yayarlar. Eğer bunlar işi Peygambere ve
kendilerinden olan idarecilere havale edip sussalar ve haberi yaymasalardı bu
haberi inceleme gücünde olanlar, onun gerçek yüzünün ne olduğunu bilirler ve
onun doğru veya yanlış okluğuna karar verir ve ona göre insanlara
bildirirlerdi. Eğer Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı çok azınız hariç, bu
münafikar gibi siz de şeytana tabi olurdunuz.
Görüldüğü gibi âyet-i
kerime müminlerin savaşları hakkında gelen haberleri acele yayan bir kısım
münafıkları ve zayıf iradeli insanları uyarmakla, bu gibi ciddi haberleri
Restılısllah'a ve haberi inceleyip doğruluğunu veya yalan
oluşunu tesbit edebilecek güçteki ordu
komutanlarına ve ilim sahiplerine bırakmalarını emretmektedir. Nitekim bu
hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Kişinin, duyduğu
herşeyi konuşması, yalan olarak ona kâfidir. [202]
Âyet-i kerimenin
sonunda "Allah'ın, üzerinize olan lütfü ve merhameti olmasaydı pek azanız
müstesna, şeytana uyardınız." buyurulmaktadır.
Bu ifadenin izahı
şöyledir: Ey müminler, Allah'ın, sizi hayırlarda muvaffak kılması, lütfü ve
merhameti olmasaydı Resulullah'ın yanında iken "Emrine itaat ettik."
deyip de onun yanından ayrıldıktan sonra geceleyin, onun dediklerini
değiştiren şu münafıklar gibi şeytana tabi olurdunuz. Bundan pek azınız
kurtulabilirdi."
Müfessirler burada
zikredilen "Bundan pek azınız müstesna olurdu." ifadesini çeşitli
şekillerde izah etmişlerdir:
a- Katade'ye
göre istisna edilen pek az kimseler, gelen haberlerden hüküm çıkaran
kimselerden istisna edilmişlerdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir:
"Eğer o haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere havale etmiş
olsalardı, onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar, pek azı müstesna onun ne
olduğunu bilirlerdi.
b- Abdullah
b. Abbas'a göre ise burada istisna edilen pek az kimseler, kendilerine emniyet
veya korku hususunda heber geldiğinde onu çevreye yayan kimselerden istisna
edilmişlerdir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Resuiullah'm
yanında bulunduklarında "Sana itaat ediyoruz." deyip onun yanından
ayrıldıktan sonra da söylediklerinin tersini planlayan kimselere emniyet veya
korku hakkında bir mesele geldiğinde onların pek azı müstesna hemen o meseleyi
çevreye yayarlar." Bu izaha göre, burada, haber yaydıkları beyan edilen
kimselerden maksat, münafıklar, haber yayanlardan istisna edilenlerden maksat
ise müminlerdir.
c- Dehhak'a
göre ise, âyette istisna edilen az kimseler, şeytana tabi olabilecekleri
muhtemel olan kimselerden istisna edilmişlerdir. Buna göre âyetin izahı
şöyledir: "Şayet, Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı şeytana uyardınız.
Bundan pek azınız müstesna olurdu. Bu az olanlar da şeytana uyma temayülünde
olmayanlannizdır."
Bu hususta Dehhak
şöyle demiştir: "Âyet-i kerime, şeytanın vesveselerinden bir kısım
vesveseleri içlerinden geçiren sahabileri kastedmektedir. Onlardan az bir
topluluğun bu vesveselerden uzak oldukları beyan edilmiştir.
d- Diğer bir
kısım müfessirlere göre burada "Pek azınız müstesna" şeklinde
zikredilen cümle, zahirde bir istisna ise de aslında yukanda geçen hükmü
pekişti mı edir.
Bunlara göre âyetin bu
bölümünün mânâsı şöyledir: "Şayet size Allah'ın Iüifu ve merhameti
olmasaydı hep birlikte şeytana uymuş olurdunuz." Bu görüşte olan âlimler,
Arapçada, istisnaların te'kid mânâsına da gediğini, buradaki istisnaların da
bu türden olduğunu söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı burada istisna edilenlerin duydukları
haberleri derhal yayanlardan istisna edildiklerini söyleyen görüştür. Zira, bu
istisna edilenlerin şeytana tabi olabileceklerden istisna didiklerini söylemek
caiz değildir. Çünkü, burada şeytana tabi olmayanların, Allah'ın lütfü ve
merhametiyle tabi olmadıkları beyan edimiştîr. Allah'ın lütfü ve merhameti
olduktan sonra artık kimsenin şeytana tabi olması beklenemez. Diğer yandan,
burada zikredilen istisnayı Arapça'da yaygın olan bir üsluptan çıkarıp onun
pekiştirme ifade ettiğini söylemek de caiz değildir. Çünkü Allah tealanın
kitabini Arapça'da yaygın olan üsluplara göre tefsir etmek isabetli değildir.
Keza burada, istisna
edilen az kimselerin, haberi bilme yetkilerinde olanlardan istisna
eildiklerini söylemek de doğru değildir. Çünkü haberi bilme yetkisinde
olanlar, aynı seviyededirler. Onlardan bazılarının haberleri bileceklerini,
diğerlerinin bilemeyeceklerini söylemek doğru değildir. İşte bu üç izah şekli
de doğru olmadığından, buradaki istisnanın, haber yayanlardan istisna
edildiklerini söylemekten başka bir yol yoktur. Biz de bunu tercih ettik. [203]
84- Ey
Mıihammcd, Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de
savaşa teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin şerrini önler. Allah'ın azabı
çok şiddetlidir. İbret alınacak cezası da pek şiddetlidir.
Ey Muhammed, Allah
düşmanlarına karşı Allah yolunda bizzat cihad et. Sen bütün gücünle gayret et.
Bu hususta sana uymayanlara üzülme. Allah seni, ancak gücünün yettiği ile
mükellef tutar. Müminleri de müşriklerle savaşmaya
teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin
şerrini sizden uzaklaştırır. Allah'ın belası pek çetindir. Cezası da pek
şiddetlidir.
Taberi diyor ki:
"Umulur" kelimesi, Allah için kullanıldığında "Şüphesiz"
anlamına gelir. Bu âyetteki "Umulur ki Allah, kâfirlerin şerrini
önler." demek "Şüphesiz ki Allah, kâfirlerin şerrini sizden
önler" demektir.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) kâfirlerle savaş hususunda birhadis-i şerifte şöyle buyuruyor:
"Kim, bir savaşa katılmadan veya savaşa katılma niyetini taşımadan ölürse,
bir nevi münafık olarak ölmüş olur." [204]
85- Kim, İyi
bir işe aracılık ederse, onun sevabından hissesi vardır. Kim de kötü bir işe
aracılık ederse, onun günahından payı vardır. Allah, herşeye kadirdir.
Ey Muhammed, kim senin
sahabilerinin zor durumda olanlarına yardımcı olur, düşmanlarına kaşı
cihadlannda ve Allah yolunda savaşmalarında onlara yardımda bulunacak olursa,
onun yapmış olduğu bu yardımdan dolayı, Allah'ın vereceği sevaptan bir payı
vardır. Kim de, Allah'ı inkâr eden kâfirlere yardımcı olur, onlarla birlikte
olarak müminlere karşı savaşacak olursa onun da günahtan bir payı vardır.
Allah, herşeye kadirdir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyet-i kerime, Resulullah'a savaşmayı ve müminleri savaşmaya teşvik
etmesini emreden âyetten sonra geldiği için bu âyetteki şeytan ve yardım
etmekten maksadın, bu savaşta yardım etme olduğu anlaşılmaktadır. Bununla
birlikte her hayıra yardım edenin onun sevabından bir nasip ve şerre yardımcı
olanın da onun günahından bir pay alacağını da ifade etmektedir. Âyet-i
kerimenin sonunda geçen ve "Kadirdir" diye tercüme edilen kelimesi,
Abdullah b. Abbas ve Mücahid tarafından "Herşeye kadir olan"
şeklinde izah edilmiştir. Abdullah b. Kesir tarafından "Herşeyi sevk ve
idare eden" şeklinde izah edilmiştir. Süddi ve îbn-i Zeyd tarafından ise
"Herşeye kadir olan" şeklinde izah edilmiş Taberi de bu görüşü
tercih etmiştir. Çünkü bu kelime Kureyşlilerin şivesinde bu mânâda
kullanılmıştır. Ebu Mes'ud el-Ensâri diyor ki:
"Bir adam
Resulullah'a geldi ve "Benim bineğim telef oldu, bineksiz kaldım. Beni
savaşa götürecek bir bineğe bindir." dedi. Resululah ise "Bende, seni
bindirecek binek yoktur." buyurdu. Oradan birisi "Ey Allah'ın Resulü,
ben ona, bineceği bir binek verecek olanı göstereyim mi?" dedi. Bunun
üzerine Resulul-lah "Kim, bir hayır işleme yolunu gösterecek olursa ona,
hayırı işleyenin sevabı kadar sevap vardır." buyurdu. [205]
86- Size
selam verildiği zaman siz de ondan daha güzeli ile karşılık verin veya
aynisiyla mukabele edin. Şüphesiz Allah, herşeyi hesap edendir.
Ey iman edenler,
sizlere ömrünüzün uzun olması, sağ ve salim olmanız dileğiyle selam
verildiğinde, size bu gibi dileklerde bulunanlara daha güzeliyle dileklerde
bulunarak selamlarını alın veya onların dileklerinin aynısını ifade eden
selamlarla onlann selamını alın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız her ameli
muhafaza etmekte ve hesaplamaktadır. Herkese yaptığının karşılığını verecektir.
MüfessirIer, bu âyette
zikredilen "Verilen selama daha güzeliyle veya aymsıyla karşılık
vermek"ten neyin kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Süddi,
Ata, İbn-i Cüreyc ve İbrahim en-Nehai'ye göre bu âyette zikredilen iki türlü
selam alma da müminlerin verdikleri selamı almakla ilgilidir. Bir müslüman
diğer bir müslümana "Esselamüaleykümu değiğinde, diğer müslü-man, selam
verenin sözlerine ilavede bulunarak "Ve aleyküm Selem ve Rame-tulah"
diyecek olursa işte o zaman onun selamına daha güzeliyle karşılık vermiş olur.
Şayet "Esselamü aleyküm." diyene "Ve Aleyküm Selam" veya
"Esselamü aleyküm" diyecek olursa işte o zaman verilen selama
aynısıyla karşılık vernıiş olur,
b- Abdullah
b. Abbas, Katade ve îbn-i Zeyd'e göre bu âyette zikredilen "Selamı alanın
daha güzeliyle karşılık vermesinden maksat" müslüman kimsenin vermiş
olduğu selama, daha güzeliyle karşılık vermekteir. Selam verene aynısıyla
mukabele etmekten maksat ise, müslüman olmayanın vermiş olduğu selamı aynen
almaktır. Bunlara göre, selâm veren, müslüman olsun kâfir olsun onun selamını
almak gerekmektedir. Ancak müslümanm selamı daha fazla hayır temennisiyle
alınır. Kâfirin ise verdiği selam aynen iade edilir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bu âyette zikredilen selam alma
şekillerinden ikisi de müslümanlann venniş oldukları selamı almaya aittir.
Zira, kâfirlerin verdikleri selamların daha az temennilerle alınmasının gerekli
olduğuna dair Resulullah'tan sahih haberler zikredilmiştir. Bu âyette ise selam
verenin selamının verilenden daha güzel veya verilenin aymsıyla alınması
emredilmektedir ki, bu da selam verenin müslüman olmasını gerektimıektedir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki Allah tealanın kitabında emre-dildiği üzere
selam almak farz mıdır?" Cevaben denilir ki: "Evet, selef alimlerinden
bir topluluk, bu görüştedir. Nitekim Cabir b. Abdullh ve Hasan-ı Basri
bunlardandır. Hasan-ı Basri, "Selam vermek nafile bir amel ise de onu
almak farzdır."
demiştir.
Resulullah, müminleri,
aralarında selamı yaymaya teşvik etmiş ve buyurmuştur ki:
"Sizler iman
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.
Size, yaptığınız takdirde, birbirinizi sevmiş olacağınız bir şeyi göstereyim
mi? Aranızda selamı yayın." [206]
Müslüman olmayan
kimselere selam verilmez. Şayet onlar selam verirlerse, verilecek cevapta
"Selam" kelimesi kullanılmaksızın sadece "Ve aleyke" denir.
Bu hususta Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
'Size ehl-i kitap
selam verdiğinde "Ve aleyküm" deyin.
[207]
87- O öyle
bir Allah'tır ki, ondan başka hiçbir ilah yoktur. Sizi, kıyamet gününde
mutlaka toplayacaktır. Bunda asla şüphe yoktur. Allah'tan daha doğru sözlü kim
vardır?
Allah, kendinden
başka, hakkıyla ibadet edilecek hiçbir ilah bulunmayan-dır.O sizi, ölümünüzden
sonra mahşer meydanında hesaba çekmek için, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet
günüde mutlaka bir araya toplayacaktır. Söyleyin bakalım, hangi varlık
Allah'tan daha doğru bir söz söyleyebilir? O halde Allah'ın vermiş olduğu
haberlerin doğruluğundan şüphe etmeyin. [208]
88- Ne
oluyor size de münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah,
yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir. Allah'ın saptırdığı kimseyi
hidayete mi erdirmek istiyorsunuz? Aliah kimi saptırırsa onun için bir çıkış
yolu bulamazsın.
Ey müminler, size ne
oluyor da, münafıklar hakkında ikiye ayrılıyorsunuz? Bazınız onların
öldürülmelerini, bazınız da serbest bırakılmalarını istiyorsunuz? Halbuki
Allah, onları, işledikleri kötülükler sebebiyle müşriklerin hükmüne tabi
tutarak baş aşağı çevimıiştir. Ey müminler, Allah'ın terk ettiği ve saptırdığı
bir insanı İslam hidayetine kavuşturmayı mı istiyorsunuz? Allah, kimi saptınrsa
onun için bir çıkış yolu bulamazsınız.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Zeyd b.
Sabit'e göre bu âyet-i kerime, sahabilerin Uhut savaşında Resulullah'tan ve
müslumanlardan ayrılıp Medine'ye gelen ve müslümanlara "Şayet biz
savaşmayı bilseydik size tabi olurduk." diyen münafıkların düştükleri
ihtilaf hakkında nazil olmuştur.
Abdullah b. Yezid
el-Ensari bu hususta Zeyd b. Sabit'in şunları söylediğini rivayet etmiştir.
"Sahabilerden
bazıları Resululah ile birlikte Uhut savaşma gittikten sonra oradan savaşa
katılmadan geri döndüler. İşte bu kimseler hakkında müslümanlar iki gruba
ayrıldılar. Bir kısmı bunların öldürülmesini istiyordu. Diğer bir kısmı ise
bunaln mümin kabul ederek "Hayır öldürülmesinler." diyorlardı. İşte
bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve "Ne oluyor size de münafıklar hakında
iki zümreye ayrılıyorsunuz?" buyuruldu. Resulullah da şöyle buyurdu:
"Medine pak ve temiz bir yerdir. O, ateşin, gümüşün posasını attığı gibi
murdar olanı dışarı
atar. [209]
b- Mücahid'e
göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Mekke'den Medine'ye gelen, müslüman
olduklarını açıklayan, daha sonra da Mekke'ye dönerek müşrik olduklarını ilan
eden münafıklar hakkında ihtilafa düşmeleri üzerine nazil olmuştur.
Bu hususta Mücahid
diyor ki: "Bir kısım insanlar, Mekke'den çıkıp Medine'ye geldiler ve
muhacir olduklarını iddia ettiler. Daha sonra da dinden çıktılar.
Resulullah'tan, Mekke'ye gidip eşyalarını getirmelerine ve onlarla ticaret
yapacaklarına dair izin istediler, Ve gittiler. İşte müminler, bu kimseler hakkında
ihtilafa düştüler. Bazıları, onların münafık olduklarını bazıları da mümin
olduklarını söylediler. Allah teala, bu âyeti indirerek, onların münafık
olduklarını açıkladı ve onlarla savaşmayı emretti.
c- Abdullah
b. Abbas, Ma'mer b. Raşid, Katade ve Dehhak'a göre ise bu âyet-i kerime,
sahabilerin, Mekke'de müslüman olduklarını açığa vuran bununla birlikte,
müslümanlara karşı müşriklere yardım eden bir kısım münafıklar hakkında ihtilafa
düşmeleri üzerine nazil olmuştur.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas'ın şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Mekke'de yaşayan bir kısım
insanlar, dilleriyle müslüman olduklarını söylediler. Fakat onlar müşriklere
yardım ediyorlardı. Onlar, bazı işleri için Mekke'den çıktılar ve kendi
kendilerine şöyle dediler: "Eğer biz, Muhammedin sahabileriy-; le
karşılaşacak olursak bize bir zararları dokunmaz." İşte müminler bunların,
Mekke'den çıktıkları haberini ahnea kendi aralarında ihtilaf ettiler. Bir kısım
müminler, dediler ki: "Bineklere binin ve gidin o murdarları öldürün.
Çünkü onlar, size karşı, düşmanlarınıza yardım ediyorlar."
Diğer bir kısım
müminler de bunlar hakkında şöyle demişlerdir: "Sübha-nallah, sizler,
sizin söylediklerinizi söyleyen insanları mı Öldüreceksiniz? Onların, sırf
memleketlerini bırakıp hicret etmedikleri için mi, kanlarını ve mallarını helal
görüyorsunuz?" İşte müminler bu insanlar hakkında iki gruba ayrılmışlardır.
Resululiah, onların yanında bulunduğu halde o gruplardan herhangi birini
görüşlerinden vazgeçimye çalışmamıştır. İşte bunun üzerine "Ne oluyor size
de, münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz? Halbuki Allah,
yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir..." âyeti nazil
olmuştur.
d- Siiddi'ye
göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Medine'de yaşayan ve münafıklarından
dolayı oradan ayrılmak isteyen kişiler hakkında ihtilafa düşmeleri üzerine
nazil olmuştur.
Bu hususta Esbat,
Suudi'nin şunları söylediğini zikretmiştir: Münafıklardan bir kısım insanlar,
Medine'den çıkmak istemişlerdi. Onlar, müminlere "Biz Medine'de hasta
olduk. Buranın havası bize ağır geldi. Bizler dağlara çıksak ve eski halimize
geldikten sonra geri dönsek daha iyi olur. Çünkü bizler köy halkı idik."
dediler ve Medine'den ayrılıp gittiler.
Sahabiier bunlar
hakkında ihtilafa düştüler. Bazıları "Bunlar, Allah düşmanı
münafıklardır. İsteriz ki, Resululiah bize izin versin de onlarla
savaşalım." dediler. Diğer bazıları ise "Bilakis bunlar,
kardeşlerimizdir. Medine'nin havası bunları bunalttı ve bunlar buranın havasını
ağır buldular ve dağlara çıkıp hava almak istediler. İyileşince tekrar geri
döneceklerdir." dediler. Bunun üzerine Allah teala da buyurdu ki:
"Ne oluyor size de münafıklar hakkında iki zümreye ayrılıyorsunuz?"
e- İbn-i
Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerime, sahabilerin, Hz. Aİşe'ye yapılan iftira
hususunda ihtilafa düşmeleri hakkında nazil olmuştur.
Abdullah b. Übey gibi
bazı münafıklar, Hz. Aişe aleyhine konuştular. Sa'd b. Muaz gibi samimi
müminler ise Abdullah'ın bu davranışlarından beri olduklarım bildirmişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerimenin,
Resulullah'ın sahübilerinin, müslüman olduktan sonra dinden çıkan Mekkeliler
hakkında ihtilaf etmeleri üzerine nazil olmuştur." diyen Örüştür. Zira bu
âyetten sonra gelen âyette de "... Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan
dostlar edinmeyin..." buyıırulmakta ve bu insanların, Medineli
olmadıkları, oraya henüz hicret etmedikleri anlaşılmaktadır.
Müfessirler de bu
kişilerin ya Mekke veya Medineli oldukları huusunda ittifak etmişlerdir.
Bunların Medineli olmadıkları bu âyetten anlaşıldığına göre Mekkeli oldukları
kesindir.
Âyet-i kerimenin:
"Halbuki Allah, yaptıklarından dolayı onları baş aşağı çevirmiştir."
cümlesinde geçen ve "Baş aşağı çevirmiştir." diye tercüme edilen
cümlesi Ata'nın rivayetine göre Abdullah b. Abbas tara-
fından "Alİ3h
onları, müşriklerin hükmüne düşürmüştür. Yani kanlanın ve mallarını helal
kılmıştır." şeklinde izah edilmiş, Ali b. Ebi Talha'nın rivayetine göre,
yine Abdullah b. Abbas tarafından "Allah onları yere düşürmüş"
şeklinde izah edilmiş, Katade ve Süddi tarafından ise "Allah onlan
saptırmış ve helak etmiştir." şeklinde izah edilmiştir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Allah'ın saptırdığı kimseyi hidayete mi erdirmek istiyorsunuz?"
Duyurulmaktadır. Burada hitap, münafıkları savunan müslümanlaradır. Allah teala
onlara, bu gibi savunmalarından vazgeçmelerini emretmiştir. [210]
89- Onlar,
kendileri gibi sizin de inkâr edip onlarla bir olmanızı isterdiler. Allah
yolunda hicret etmedikçe onlardan dostlar edinmeyin. Eğer bundan yüz
çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost
ne de bir yardımcı edinin.
Şu münafıklar sizin de
inkâr edip kendileri gibi kâfir olmanızı ve Allah'a ortak koşmakta onlarla eşit
hale gelmenizi isterler. O halde onlar, şirk yurdundan çıkıp İslam yurduna
hicret etmedikçe, onlardan dostlar edinmeyin. Şayet Allah'a ve Resulüne iman
etmekten ve şirk yurdunu bırakıp İslam diyarına hicret etmekten yüz
çevirirlerse, onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. Onlardan ne dost
edinin ne de düşmanlaınıza karşı bir yardımcı edinin. Çünkü onlar kâfirdir.
Sizin için ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri kalmazlar.
Allah teala, bu âyet-i
kerime ile, müminlerin, haklarında ihtilaf ettikleri insanların, gerçekten
münafık okluklarını, bu durumlarım değiştirmedikleri takdirde öldürülmelerinin
gerektiğini beyan etmiştir. [211]
90- Ancak
aranızda anlaşma bulunan bir kavmrıc sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi
kavimleriyle savaşmak istedikleri için yürekleri sıkıntıya düşerek sİ7.c
gelenlerle savaşmayın. Allah dilcscydi onları size musallat ederdi de sizinle
savaşırlardı. Eğer onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve size
barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yol vermemiştir.
Ancak sizinle
anlaşması bulunan bir topluluğa gidip sığınan münafıklar bu hükümden
müstesnadır. Sığındıkları topluluklara verdiğiniz eman bunlar için de
geçerlidir. Veya bunlar, sizinle savaşmaktım kaçındıkları İçin yahut kendi
topluluklarıyla savaşmaktan kaçındıkları için yüreklen sıkıntıya düşerek size
geldikleri takdirde bunlar için de eman vardır. Eğer Allah dileseydi sizinle anlaşmalı
olanlara sığınanları ve savaşmaktan dolayı usanıp sıkıntıya düşerek size
gelenleri size sataştırırdı da, düşmanlarınız olan müşriklerle birlikte bunlar
da size karşı savaşırlardı. Fakat Allah, lütfuyla onların şerrini sizden
uzaklaştırdı. Eğer onlar sizden uzak durup sizinle savaşmaz ve size barış
teklif ederlerse, Allah size, onların aleyhine bir yol vermemiştir. O bade
böyle davrananlara dokunmayın.
Rivayet ediliyor ki,
Bedir ve Uhud savaşlarından sonra, müslümanların sayısı çoğalınca Resululİah,
Halid b . Velid'i Müdlic kabilesine göndererek onları İslama davet etmek
istemiştir. Bu kabilelerden olan Süraka, Peygamber efendimize gelerek şöyle
demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, kavmime adam göndereceğini öğrendim.
Onlara dokunmamanı arzu etli yorum. Şayet, senin kavmin olan Kureyşliler
müslüman olurlarsa onlarda İslama .girerler. Şayet kavmim müslüman olmazsa
onlara düşmanlık beslerler." Bunun üzerine Resululİah, Halici b. Velid'e
"Bununla beraber git ve islediğini yap." buyurdu Halid b. Velid gi-ti
ve Müdlic kabilesiyle Resulullah'ın aleyhinde bulunmayacaklarına, Kureyşliler
müslüman olursa onların da müslüman olacaklarına dair bir anlaşma yaptı.
İşte âyet-i kerime iki
sınıf insanın öldıirülmemesini bildirmektedir ki bunların birisi, kendisiyle
sulh anlaşması yapılan bu Müdlic kabilesine katılan ve onların anlaşmasından
istifade edenlerdir. Diğeri de Abbas gibi Bedir-sava-şında müsiümanlarla
savaşmak istemedikleri hakle kabilelerinin baskısıyla gelip savaşa
katılanlardır. Ancak miifessirier bu ve bundan sonra gelen âyet-i kerimenin,
Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshcdildi^ini, bu itibarla münafıklar,
müslümanlardan uzak dursalar, onlarla savaşmasalar ve onlara banş teklifinde
bulunsalar bile, müşrikliğe devam ettikleri ve müslüman olmadıkları müddetçe
onlarla savaşılacağını söylemişlerdir.
Nitekim İkrime,
Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin ve benzeri âyetlerin,
Tevbe suresinin beşinci âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir.
Bu hususta İkrime ve
Hasan-ı Basri'nin müşrikler hakkında şu dört âyetin Tevbe suresinin beşinci
âyetiyle neshedildiğini söyledikleri rivayet edilmiştir. Neshedilen bu âyetler
de şunlardır; "Ancak aranızda anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut
ne sizinle ne de kavimleriyle savaşmak istemedikleri İçin yürekleri sıkıntıya
düşerek size gelenlerle savaşmayın. Allah dileseydi, onları size musallat
ederdi de sizinle savaşırlardı. Eğer onlar sizden uzak dururlar, sizinle
savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, Allah size onların aleyhine bir yol
vermemiştir." "Onlardan diğer bir kısmını da hem sizden hem kendi
kavimlerinden emin olmak ister bulacaksınız. Fakat her fitneye
döndürmüşlerinde onun içine tepetakla dalarlar. Şayet onlar, sizden uzaklaşmaz,
size barış teklif etmez ve ellerini sizden çekmezlerse, onları yakalayın ve
onlan bulduğunuz yerde Öldürün. İşte bunların aleyhine size apaçık bir ferman
verdik. [212]Allah, din hususunda
sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve
onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Şüphesiz Allah, adaletli davrananları
sever." "Allah, ancak sizinle din hususunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan
çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim
onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerdir.
[213]
Bu âyetleri nesneden
âyet ise şudur; "Mukaddes olan haram aylar çıkınca, müşrikleri nerede
bulursanız öldürün. Onları yakalayın çember içine alın. Her gözetilecek yerden
onlan gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekatı verirlerse, artık
yollarını serbest bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir. [214]
91- Onlardan
diğer bir kısmını da hem sizden hem kendi kavimlerinden emin olmak ister
bulacaksınız. Fakat her fitneye döndürülüşlcrindc onun içine tepe takla
dalarlar. Şayet onlar, sizden uzaklaşmaz, size barış teklif etmez ve ellerini
sizden çekmezlerse, onları yakalayın ve onları bulduğunuz yerde Öldürün. İşte
bunların aleyhine size apaçık bîr ferman verdik.
Münafıklardan diğer
bir güruh da, kâfir oldukları halde size karşı canla-nnı ve mallarını emniyete
almak için müsiüman olduklarını açığa vururlar. Kendi toplumlarına karşı
kendilerini emniyete almak için de onların taptıkları batıl şeylere taparlar.
İşte bunlar, toplulukları tarafından Allah'a ortak koşma fitnesine her davet
edildiklerinde baş aşağı dönerler. Şirkin içine gömülürler. Şayet bunlar,
sizden uzak durmaz, sizinle barışa girişmez ve sizinle savaşmaktan ellerini
çekmezlerse onları yakalayın ve büklüğünüz yerde öldürün. İşte bunların
aleyhine savaşmak için size apaçık bir yetki verdik.
Müfessirler, bu âyette
zikredilen insanlardan kimlerin kasdedikliği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Mücahid
ve Abdullah b. Abbas'a göre bu âyette zikredilen insanlar Mekke halkından,
müsiüman olmadıkları hakle canlarını, mallarını ve soylarını güven altına almak
için müsiüman olduklarını söyleyen münafıklardır. Bunlar, Allah'a ortak koşmaya
davet edildiklerinde, İslamdan çıkıp hemen müşrik olduklarını ilan
ediyorlardı. Böylece müşrikler nezdinde de canlarını ve mallarını emniyet
altına alıyorlardı. İşte âyet-i kerime bunları vasıflandırmaktadır.
b- Katade'ye
göre ise burada zikredilen insanlardan maksat, hem Resulul-.lah'ın ve
sahabilerinin nezdinde hem de müşriklerin nezdinde, güvende olmak için
Resulullah'tan em an .isteyen, Tihamede yaşayan müşriklerdir.
c- Süddi'ye
göre ise bu âytte sıfatlan zikredilen insanlardan maksat, Nu-aym b. Mes'ud
el-Eşcai'dir. Bu kişi, Resul ul I ah ile müşrikler arasında söz götürüp
getirerek her iki topluluk nezdinde de kendisini güven altına almaya çalışıyordu. [215]
92- Hata
dışında bir mümin diğer bir münini öldüremez. Kim bir münîni hata ile
öldürürse, bir mümin köle azad etmesi bir de ölünün ailesi ne diyet teslim
etmesi gerekir. Ancak, ölünün ailesinin bağışlaması müstes nadir. Eğer ölen,
size düşman olan birkavimden olur da münin olursa, öldürenin sadece mümin bir
köle azad etmesi gerekir. Eğer ölen sizinle aralarında anlaşma olan bir
kavimden ise, öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mümin köle
azad etmesi gerekir. Bunu bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin
kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, herşeyi çok İyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerimede
Allah teala, bir müminin diğer bir mümin kardeşinin canına hata dışında
kasdedemeyeceğini beyan ediyor. Ve bir müminin, başkasını hata ile Öldürmesi
halinde, öldürenin, yaptığı hatanın cezasının ne olacağını beyan ediyor.
Bir mümin hata ile
başka bir mümini öldürürse, öldüren kişinin, ceza olarak mümin bir köle azad
etmesi bir de Ölenin ailesine diyet vermesi gerekir. Bu diyeti sadece öldüren
değil, öldürenin baba tarafından olan akrabaları da üstlenir. Bu akrabalara
"Asabe" denir. Ödenecek diyetin miktarı yüz deve veya bin altın dinar
yahut on bin gümüş dirhemdir. Şayet Öldürülenin akrabaları, diyeti almaktan
vazgeçerse, öldürenin bu diyeti Ödeme yükümlülüğü düşer. Şayet bir mümin, müşriklerle
beraber bulunan bir mümini öldürecek olursa, bu takdirde öldürenin cezası
sadece mümin bir köle azad etmektir. Burada öldürülenin ailesine diyet
ödenmez. Çünkü onlar, müslümanlarla savaşan Allah düşmanlarının
içinde bulunmaktadırlar. Onlara diyet verildiği
takdirde dolaylı yolla içlerinde yaşadıkları müşrik topluluk güçlendirilmiş
olur. Şayet bir mümin, müslümanlar-la anlaşması bulunan topluluktan birisini
veya zımmi statüsünde bulunan bir kimseyi öldürürse, Öldürenin, ölenin ailesine
diyet vermesi ve bir mümin köle -a azad etmesi gerekir. Azad edecek mümin bir
köle bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya
iki ay oruç tutması gerekir. Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet
sahibidir.
Müfessirler, bu âyet-i
kerimenin kimin hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Mücahid,
İkrime ve Süddi'ye göre bu âyet-i kerime, Manzum kabilesinden olan Ayyaş, b.
Ebi Rebia hakkında nazil olmuştur. Zira o.müslüman olduğunu bilmediği bir
kimseyi Öldürmüştü.
Bu hususta Süddi diyor
ki: "Bu âyet-i kerime, Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında nâzii olmuştur. Ayyaş,
Ebu Cehil'in anne bir kardeşiydi. O, müslüman olmuştu. Resulullah hicret
etmeden önce muhacirlerle birlikte hicret etmişti. Ebu Cehil, Haris b. Hişam ve
Âmir oğullarından bir kişi Medine'ye Ayaş'ın yayına geldiler. Ayyaş, kardeşleri
arasında en çok sevileni idi. Onlar, Ayyaş'îa konuştular. Ve dediler ki:
"Annen seni görmedikçe herhangi bir evin gölgesi altına girmeyeceğine
dair yemin etti. Şu anda güneşin altında yaşıyor. Gel seni görsün. Sonra geri
dönersin." Bunlar, Ayyaş'a tekrar Medine'ye dönmesine engel olmayacaklarına
dair Allah'a yemin edip, söz verdiler. Bazı arkadaşları, Ayyaş'a iyi bir deve
verdiler, ve dediler ki: "Bunlardan korkacak olursan deveden inme."
Fakat onlar, Medine'den çıkınca Ayyaş'ı tutup bağladılar. Âmir oğullarından
olan kişi Ayyaş'ı dövdü. O da bu kişiyi öldüreceğine dair yemin etti. Ayyaş
Mekke'nin fethine kadar hapishanede kaldı. Fetih günü hapisten çıkınca Âmir
oğullarından kendisini döven adamla karşılaştı. O adam müslüman olmuştu. Fakat
Ayyaş bunu bilmiyordu. Adamı tutup dövdü sonra da öldürdü. İşte bunun üzerine
bu âyet nazil oldu.
b- İbn-i
Zeyd'e göre ise bu âyet, Ebudderda'nın öldürdüğü bir kişi hakkında nazil
olmuştur. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Ebudderda bir müfezede
bulunuyordu. Bir ihtiiyacı için müfrezeden ayrılıp bir vadiye gitti. Orada
koyun-larıyla birlikte bir adam gördü. Kılıcını çekip adamın üzerine yürüdü,
adam da "L.ailahe İllallah" dedi. Buna rağmen Ebudderda onun boynunu
vurdu. Koyunlarını alıp arkadaşlarının yanına geldi. Fakat yaptığı işten
huzursuz oldu. Bu sebeple Resulullah'ın yanına geldi ve olayı Resulullah'a
anlattı. Resulullah da: "Kalbini varsaydın ya." dedi. Ebudderda
"Kalbini varsaydım ne bulacaktım ki ey Allah'ın Resulü, onun kalbinde kan
ve sudan başka ne olubilirdi?" dedi. Resulullah da "O sana diliyle
müslümon olduğunu söyledi, fakat sen ona inanmadın." dedi. Ebudderde,
"Ey Allah'ın Resulü, benim halim ne olacak?" dedi. Resulullah da:
"Lailahe İilailah'ın hali ne olacak?" dedi. Ebudderda yine: "Ey
Allah'ın Resulü, benim halim ne olacak?" eledi. Resulullah da tekrar
"Lailahe İilailah'ın hali ne olacak?" diye cevap verdi. Ebudderda
diyor ki: "İşte o anda istedim ki, yeni müslüman olmuş olsaydım."
İşte bu hususta "Hata dışında bir mümin diğer bir mümini öldüremez."
âyeti indi.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimede, genel olarak bir mümini hata ile Öldüren
kimsenin keffaret ve diyetle yükümlü olduğunu beyan etmiştir. Bu itibarla
âyetin, Ayyaş b; Ebi Rebia ile öldürdüğü kimse hakkında inmiş olması da
mümkündür. Kimin hakkında inmiş olursa olsun Allah teala bu âyette, bizim
zikrettiğimiz bu hükmü beyan etmiştir. Mümin kullan bunu anlamışlardır. Âyetin
kimin hakkında indiğini bilmemelerinin onlara herhangi bir zararı yoktur.
Âyet-i kerimede bir
mümin kardeşini hata ile öldüren kimsenin keffaret olarak mümin bir köle azad
etmekle yükümlü olduğu beyan edilmektedir.
Müfessirler burada
zikredilen mümin kölenin, erginlik çağma geldikten sonra kendi iradesiyle
müslüman olan köle mi yoksa müslüman ana baba köleden doğan küçük köle mi
olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basrı ve Kata-de'ye göre burada
zikredilen mümin köleden maksat, erginlik çağına geldikten sonra kendi
iradesiyle müslüman olan, namaz kılan ve oruç tutan köledir. Bunlara göre bir
mümini hata ile öldüren kimsenin keffaret olarak, erginlik çağına gelmiş olan
küçük bir köleyi azad etmesi yeterli değildir. Çocuğun anne ve babası müslüman
olsalar da durum aynıdır.
b- Ata'ya
göre ise burada zikredilen mümin köle, erginlik çağına gelmiş olan mümin köle
de olabilir, henüz erginlik çağına gelmemiş fakat müslüman anne ve baba köleden
doğmuş küçük bir köle de olabilir.
Taberi diyor
ki:"Hata ile öldürme keffaretinde, yeterli olacak mümin köleden maksat,
erginlik çağına geldikten sonra kendi iradesiyle müslüman olmuş köle ve
müslüman anne ve babadan doğan küçük yaştaki köledir. Bu sıfatları ta-Şiyan,
küçük yaştaki bir kölenin de yeterli olacağının delili, bütün âlimlerin böyle
bir kölenin miras hükümleri, cenaze namazının kılınması, evlenmesi, cezalandırılması
ve haklarının korunması bakımından, müslüman sayılacağına dair ittifak
etmeleridir. Madem ki müslüman anne ve babadan doğan küçük çocuk, diğer İslami
hükümlerde mümin olarak kabul edilmiştir o halde hata ile adam Öldürme
keffaretinde de mümin köle sayılması gerekir.
Âyet-i kerimede:
"Eğer ölen size düşman olan bir kavimden olursa Öldürenin, sadece mimün
bir köle azad etmesi gerekir?" buyurulmaktadır.
a- İkrime,
Abdullah b. Abbas, Süddi, Katade, İbrahim en-Nehai ve İbn-i
Zeyd'e göre, âyetin bu bölümü şunu ifade
etmektedir: "Eğer hata ile öldürülen mümin kimse, kâfir bir kavimden ise
onun kavmine diyet ödenmez. Katilin sadece mümin bir köle azad etmesi gerekir.
Bunlara göre bu durum, Darül Harp'te yaşayan insanlar için geçerlidir. Yani,
Darül Harp'te yaşayan bir mümin, hata ile yine orada yaşayan başka bir mümini
öldürecek olursa ve hata ile öldürdüğü kişinin kavmi de kâfir ise onlara diyet
verilmez.
b- Abdullah
b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetin bu bölümünde zikredilen
bu durum müslüman olarak, İslam ülkesine gelen sonra da Darül Harbe giden İslam
ordusu Darül Harbin üzerine yürüdüğünde kâfir olan kavmi kaçıp kendisi
kaçmayarak yerinde kalan ve müslüman ordusu tarafından, kâfir olduğu
zannedilerek Öldürülen müslüman kimse için söz konusudur. îşte böyle bir
durumda öldürülen müslümanın, kâfir olan ailesine diyet ödenmez.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Eğer ölen sizinle aralarında antlaşması olan bir kavimden ise,
öldürenin, ölenin ailesine diyet teslim etmesi ve bir mümin köle azad etmesi
gerekir." buyurulmaktadır.
Müfessirrler burada,
hata ile öldürülmüş olacağı zikredilen kişiden müslüman mı yoksa kâfir mi
kasdedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas-Zühri, Şa'bi, İbrahim en-Nehai, Katade ve İbn-i Zeyd'e göre, âyetin bu
bölümü nde, öldürülmüş olacağı zikredilen kimseden maksat, kâfir olan kimsedir.
Bu görüşte olan âlimlere göre bir mümin kendileriyle anlaşma yapılmış olan
kâfir bir kavimden bir kâfir kişiyi, hata ile öldürecek olursa, o müminin hem
anlaşmalı olan kavme öldürülen kişinin diyetini ödemesi hem de mümin bir köle
azad etmesi, bu mümkün değilse iki ay peşpeşe oruç tutma keffaretini yerine
getirmesi gerekir.
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlara göre antlaşma ile müslümanlann himayesinde olan gayr-i müslim
zimmilerin diyetleri, müslümanlann diyeti gibidir.
b- İbrahim
en-Nehai ve Cabir b. Zeyd'e göre ise âyetin bu bölümünde zikkredilen kişiden
maksat, mümin olan kişidir. Bunlara göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir:
"Şayet hata ile öldürülen mümin kimse, kâfir bir kavimden ise ve o kavim
de sizinle anlaşmalı ise hata ile öldürülen müminin, kâfir olan ailesine diyet
verilmesi bir de mümin bir kölenin azad edilmesi gerekir.
Taberi, âyette
öldürülen kişinin mümin olma sıfatı zikredilmediğinden bu kişinin, mümin bir
kimse olduğunu söylemenin İsabetli olmadığını bu itibarla birinci görüşün
tercihe şayan olduğunu, müsiümanlarla antlaşmah olan kavimden kâfir bir
kimsenin öldürülmesi halinde bile o kavme, öldürülenin diyetinin Ödeneceğini
söylemiştir.
Âyette zikredilen
"Hata"dan neyin kasdedildiği, ibrahim en-Nehai tarafından şöyle izah
edilmiştir: Hata ile öldünnek, bir şeyi atarken istemediğin halde bir insana
isabet ettirmendir. îşte hata budur. Bunun diyeti, öldürenin babası tarafından
olan erkek akrabalarına aittir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Bu âyette bir müslümanın veya antlaşmah
bir gyar-i müslimin, zımmi veya muahedeli kimsenin öldürülmesi halinde
ödenmesinin gerekli olduğu zikredilen diyet ne demektir?" Cevaben denilir
ki: "Bir kişiyi hata ile öldürenin ödemesi gereken diyet, hata ile öldürülen
kişinin müslüman veya antlaşmah gayr-i müslim olması halinde farklıdır. Keza
öldürenin, babası tarafından olan erkek akrabalarının deve veya altın yahut
gümüşle muamele yapmaları durumunda da diyetin cinsi farklıdır. Buna göre:
1- Öldürülen
kimse müslüman ise Öldürenin ailesine bakılır: a- öldürenin âkiiesi (babası
tarafından olan erkek akrabaları) deve ile muamele yapıyorsa (bu gibi
muamelelerde deveyi ölçü alıyorsa) Öldürenin ailesinin, öldürülenin
mirasçılarına yüz deve ödemesi gerekir. Ancak bu develerin kaçar yaşlarında
olmaları hususunda üç görüş zikredilmiştir.
aa- Hz.
Ali'ye göre Ödenecek yüz deve, yaşlarına göre dörde ayrılır. Bunlardan yirmi
beşi "Bint-i Mehad" iki yaşına girmiş dişi deve, yinni beşi
"Bint-i Lebun" Üç yaşma girmiş dişi deve, yinni beşi
"Hikka" Dört yaşma girmiş dişi deve yinni beşi de
"Cezeatün" Beş yaşına girmiş dişi devedir.
bb- Abdullah
b. Mes'ud'a göre ise ödenecek yüz deve, yaş ve cinslerine göre beşe ayrılır.
Bunlardan yinnisi iki yaşına girmiş dişi deve, yirmisi üç yaşına ginniş dişi
deve, yirmisi üç yaşına girmiş erkek deve, yirmisi dört yaşına görmiş dişi
deve, yirmisi de beş yaşına girmiş dişi devedir. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud
Resulullah'ın, hata ile öldürülen kimsenin diyetini beş kısım deveye ayırdığını
rivayet etmiştir.
cc- Zeyd b.
Sabit'e göre de ödenecek bu develer, yaşlanna ve cinslerine göre dört kısma
ayrılırlar. Bunlardan yinnisi iki yaşına grimiş dişi deve, yinnisi üç yaşına
ginniş erkek deve, otuzu üç yaşına ginniş dişi deve, otuzu da dört yaşma
ginniş dişi devedir.
Taberi diyor ki:
"Hata ile adam öldüren kimsenin, deve ile muamele yapması halinde diyet
olarak ödenecek develerin yüz deve olduğu hakkında ittifak edilmiş fakat
bunların yaşlan hakkında ihtilaf edilmiştir. Ancak âlimlerin hepsi bu develerin
belli bir yaştan daha aşağı ve daha yukarı olmayacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu sebeble hata ile adam öldüren kimsenin, yukarıda zikredi-1
Taberi Tefsiri C. III,
Forma: 5
len şıklardan herhangi
birini seçerek diyetini Ödemesi caizdir. Zira ne Allah tea-la ne de Resuiullah,
bu develerin belli yaşlarda olmalarım tayin etmişlerdir. Bu itibarla diyet
ödeyecek kimsenin, her iki taraf için de faydalı olacak şıkkı seçme hakkı
vardır.
b- Öldürenin
âkilesi (baba tarafından olan erkek akrabaları) altın ile muamele yapıyorsa,
öldürenin âkilesi, ölenin mirasçılarına bin dinar altın vermesi gerekir.
Âlimlerin çoğunluğu bu görüştedir. Ancak bazı âlimler, bin dinar altının, Hz.
Ömer'in altınla muamele yapan insanlara, yüz devenin değeri olarak takdir
ettiğini bu itibarla her zaman yüz devenin değeri takdir edilerek altına
çe-virilmesi icabettiğini söyelmişlerdir. Bu görüş Mekhul'den nakledilmiştir.
Mek-hul demiştir ki: "Diyet yükselip düşüyordu. Resuiullah vefat ettiğinde
diyet sekiz yüz dinar idi. Resululah'tan sonra Ömer, haksızlıktan korktu ve
idyeti on iki bin dirheme veya bin dinara çıkardı. Ancak diyetin her zaman bin
dinar altın olacağını söyleyen âlimler bu hükmün Resuiullah tarafından
konulduğunu söylemişlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Zira
develerin fiyatı çok değişir. Böylece diyetin miktarında bariz farklar meydana
gelebilir.
c- öldürenin
âkilesi (baba tarafından olan erkek akrabalarıı) gümüş ile muamele
yapıyorlarsa:
aa- Bazı
âlimlere göre bu âkilenin on iki bin dirhem gümüş ödemesi gerekir.
bb- Diğer
bazı âlimlere göre ise bunların on bin dirhem gümüş ödemesi gerekir.
2- Öldürülen
kimse muahedeli bir gayr-i müslim ise (zımmi veya kendisiyle banş antlaşması
yapılan bir kavimden ise) buna ödenecek diyetin miktarı hususunda üç görüş
zikredilmiştir.
a- Hz.
Ebubekir, Hz. Osman, Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Şa'bi, Mücahid, Ata
ve Hasan-ı Basri'den nakledilen bir görüşe göre böyle bir gayr-i müslümin
diyeti ile müslümanın diyeti aynıdır. Bunlara göre müslüman-lara cizye vererek
canlarını ve mallanın emniyet altına alan, Yahudi, Hristiyan veya Mecusilerden
bir kişi bir müslüman tarafından hata ile öldürülecek olursa öldürülenin
ailesine yüz deve veya bin dinar altın yahut on bin dirhem gümüş ödenir.
b- Hz,
Ömer'den ve Ömer b. Abdülaziz'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise böyle
bir gayr-i müslimin diyeti, müslümanın diyetinin yarısıdır.
c- Yine Hz.
Ömer ve Süleyman b. Yesar'dan nakledilen diğer bir görüşe göre böyle olan bir
gayr-i müslimin diyeti, müslümanın diyetinin üçte biridir. Nitekim Merv
şehrinin kadısı olan Ebu Osman, Hz. Ömer'in, Yahudi ve Hristiyanların
diyetlerinin dört bin dinar olduğuna hükmü verdiğini söylemiştir.
Âyet-i kerimede 'Bunu
blamayan kimsenin Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay
oruç tutması gerekir." bu vurulmaktadır.
Burada, bulunmayacağı
zikredilen şeyden maksadın, azad edilecek köle mi yoksa verilecek diyet mi
yahut her ikisi de mi olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir.
a- Mücahid'e
göre.burada, bulunamayacağı bahsedilen şeyden maksat azad edilecek olan
köledir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Kim de hata ile
öldürdüğü kimsenin keffareti olarak azad edeceği mümin bir köle bulamayacak
olursa onun, bu keffaretin yerine iki ay peşpeşe oruç tutması gerekir.
b- Mesruk'a
göre ise burada, bulunamayacağı zikredilen şeyden maksat hem diyet parası hem
de köledir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir; "Hata ile
birini öldüren kimsenin vereceği diyet parası ve azad edecek mümin bir köleyi
bulamaması halinde onun iki ay peş peşe
oruç tutması gerekir."
Taberi birinci görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiş, bulunamayacağı zikredilen şeyden maksadın,
azad edilecek mümin bir köle olduğunu söylemiştir. Zira hata ile öldürülenin,
diyeti şahsen bulup bulamaması söz konusu değildir kî diyeti bulamadığı
takdirde iki ay peşpeşe oruç tutmuş olsun. O kimse şahsen mümin bir köle azad
etmekle yükümlüdür. İşte onu bulamadığı takdirde keffaret olarak oruç tutar. [216]
93- Kim bir
mümini kasdcn öldürürse onun cezası cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaktır.
Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
Haksız yere adam
öldürmenin haram olduğunu beyan eden âyet-i kerime ve hadis-i şerifler pek
çoktur. Bazı âyetlerde adam Öldürmeme emri, Allah'a ortak koşmama emriyle
beraber zikredilmiştir. Nitekim Allah teala diğer bir âyette şöyle
buyuruyor:"... Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik
yapın. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz
nzık-landırmz. Hayasızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah'ın, Öldürülmesini
haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça asla kıymayın. Allah,
aklınızı kullarlasınız diye size bunları
emretti. [217] "Onlar, Allah'ın
yanında bir başkasını ilah edinip ona kullak etmezler. Ölümü hak edenler
dışında, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları
yaparsa işlediği günahın cezasını görür. [218]
Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:
"Kıyamet gününde
insanlar arasında görülecek ilk hesap, (haksız yere dökülecek) kan
hususundadır. [219]
"Allah katında,
dünyanın yıkılıp gitmesi, müşlüman bir kişinin öldürülmesinden daha hafiftir. [220]
Müfesirler, âyet-i
kerimede zikredilen ve yapılması halinde onu yapanın ebedi olarak cehennemde
kalacağı bildirilen kasıtlı öldürmeden neyin kasdedil-diği hususunda farklı
görüşler zikretmişlerdir.
a- Atâ, Said
b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai, Tavus ve Haris'e göre, kasıtlı bir şekilde
öldürmekten maksat, kişiye kesici veya yaralayıcı yahut kopana ve parçalayıcı
bir demirle, flklürünceye kadar vurmaktır. Bunlara göre herhangi bir değnekle
veya kamçı ile yahut taş ile dövülme neticesinde öldürülen bir kimse kasıtlı
bir şekilde öldürülmüş sayılmaz. Çünkü bu hususta Numan b. Beşir, Resuiullah'in
şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
"Her şeyin hatası
vardır, kılıç hariç. Her hatanın ise bir diyeti vardır. [221]
b- Ubeyd b.
Umeyr ve İbrahim en-Nehai'ye göre ise, kişinin genellikle Öldürücü olan
herhangi bir âletle ve öldürme kastıyla birine vurup Öldürmesi, onu kasden
öldürmektir. Mesela bir kişi diğer bir insanı, ölünceye kadar değnekle dövecek
olursa veya iple boğazını sıkarak öldürecek olursa o kimse o kişiyi kasden
öldürmüş olur ve öldüren katile kısas uygulanır.
Bunların delilleri ise
Enes b. Malik'in rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir. Enes diyor ki:
"Bir Yahudi bir
cariyeyi, gümüşten yapılmış süs eşyalarım elinden almak için, başını taşla
ezerek öldürdü. Cariyenin daha canı çıkmadan Resulullah'a getirildi.
Resulullah ona: "Seni filan mı öldürdü?" (Yani seni bu ölüm haline
getirinceye kadar dövdü?) dedi. Cariye başıyla işaret ederek "Hayır"
dedi.. Resulullah başka birini sordu. Cariye yine başıyla "Hayır."
Resulullah üçüncü bir kimseyi sordu. Cariye başıyla işaret ederek
"Evet" dedi. Bunun üzerine Resulullah, o adamın da başını iki taş
arasında ezerek öldürdü[222]
(Yani o şekilde öldürülmesini emretti ve öldürüldü.)
Görüldüğü gibi
Resulullah'ı, cariyeyi taşla öldüren Yahudiye kısas uygulamış ve onu taş ile
öldürtmüştür. Resulullah, öldürme aleti demir olmadığı halde öldürmeyi kasıtla
yapılan bir fiil olarak kabul etmiş ve kısas uygulamıştır. Bundan da
anlaşılmaktadır ki kişinin, genellikle öldürücü olan herhangi bir âletle ve
öldürmek kasdıyla birine vurup öldürmesi, onu kasden öldürmedir.
Taberi bu ikinci
görüşün tercihe şayan olduğun zira Resulullah'ın hadısınin bunu ispatladığını
söylemiştir.
Âyet-i kerimede geçen
"Onun cezası cehennemdir, orada ebedi olarak kalacaktır." ifadesi
müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.
a- Ebu
Miclez ve Ebu Salih bu ifadeyi şu şekilde izah etmişlerdir. "Eğer Allah,
onu cezalandırmayı dileyecek olursa onun cezası cehennemdir. Allah dilerse onu
affedebilir de."
Görüldüğü gibi bunlara
göre kasıtlı olarak bir mümini Öldürenin büyük günah işlemesine rağmen
affedilmesi muhtemeldir.
b- İkrime ve
İbn-i Cüreyc'e göre de bu ifadenin izahı şöyledir: "Kim kasıtlı bir
şekilde ve Öldürülmesini helal sayarak bir mümini öldürecek olursa işte onun
cezası cehennemdir ve o orada ebedi olarak kalacaktır.
Görüldüğü gibi bu
izaha göre kasıtlı olarak bir mümini Öldürenin, ebedi olarak cehennemde kalması
söz konusu değildir. Fakat öldüren kişi bu öldürmenin helal olduğuna inanırsa,
haramı helal saydığı için dinden çıkar ve bu sebeple de ebedi olarak
cehennemde kalmayı hak etmiş olur.
c- Mücahid'e
göre ise bu ifadenin mânâsı şudur: "Kim kasıtlı olarak bir mümini
öldürecek olursa onun cezası cehennemdir. O orada devamlı olarak ka-. lacaktır.
Ancak tevbe etme durumu müstesnadır.
Görüldüğü gibi bu
izaha göre tevbe edenin affedileceği ümit edilmektedir.
d- Abdullah
b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre ise bu ifadeden maksat,
"Kim bir mümini kasıtlı olarak öldürecek olursa onun cezası cehennemdir.
O orada ebedi olarak kalacaktır. Tevbe etse de tevbesi kabul edilmeyecektir."
demektir.
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlara göre bir mümini kasden öldüren, bu günahından tevbe etse dahi
ebedi olara cehennemde kalacaktır. Bu görüşte olan âlimlere göre Furkan
suresinin altmış sekiz altmış dokuz ve yetmişinci âyetleri bu âyetten sonra
inmişlerdir. Bu itibarla onlarda zikredilen, bir mümini kasden öldürenin tevbe
edip salih ameller işlediği takdirde affedileceği hükmü bu âyet-i kerimeyi
meshetmemiştir.
Bu hususta Salim b.
Ebil Ca'd diyor ki: "Biz, Abdullah b. Abbas, gözlerini kaybettikten sonra
yanında bükmüyorduk. Ona bir adam geldi ve "Ey Abdullah b. Abbas, bir
mümini kasden öldüren kişi hakkında görüşün nedir?" diye sordu. Abdullah
b. Abbas da dedi ki: "Onun cezası cehennemdir. Orada ebedi olarak
kalacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap
hazırlamıştır. Adam da; Ne dersin o tevbe etse, imanında samimi olsa, salih
amel işlese ve hidayete kavuşsa da mı?" diye sordu. Abdullah b. Abbas ise:
"Vay annesi kaybedesi, ona tevbe
nereden, hidayet nereden? Ruhum, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki
Peygamberinizin şöyle buyurduğunu işittim: "Vay annesi kaybedesi, o öyle
bir kişidir ki, kasıtlı olarak birini öldürmüştür. Öldürdüğü kimse kıyamet
gününde öldürenin kaküllerinden yakalamış bir şekilde tutup getirir. Onun
kendi başı elindedir. Damarlarından kan fışkırmaktadır. Öldürülen kişi der ki:
"Ey Rabbim, işte beni öldüren budur." "Onu arşa kadar çekip
götürür." Abdullah b. Abbas, sözlerine devamla diyor ki: "Abdullah'ın
ruhu kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu âyet indi ve Peygamberinizin
ruhu alınıp âhirete intikal etmesine kadar bu âyeti nesneden herhangi bir âyet
inmedi. [223]
Abdullah b. Abbas
demiştir ki: "Bir adam müslüman olur, İslamın hükümlerini ve emirlerini
öğrenir sonra da bir mümini kasten öldürecek olursa artık onun tevbesi kabul
edilmez." Daha önce Furkan süresindeki, "Onlar Allah'ın yanında bir
başkasını ilah edinip ona kulluk etmezler. Ölümü hak edenler dışında Allahın
haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa, işlediği
günahın cezasını görür.." Kiyamet gün azabı kat kat olur. O korkunç azabın
içinde hor ve hakir bir halde ebediyyen kalır.
[224]âyetleri
nazil olunca Mekke halkından müşrik olanlar dediler ki: "Biz Allah'a ortak
koştuk. Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı kimseleri haksız yere öldürdük,
fuhuş işledik. Artık islam bize fayda vermez." İşte bunun üzerine:
"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. İşte
Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok affeden ve çok merhamet
edendir." [225] âyeti nazil oldu.
Abdulah b. Abbas,
Furkan süresindeki bu âyetlerin imandan ümit kesen müşrikler hakkında nazil
olduğunu, bahse konu olan âyetin ise bunlardan sonra indiğini ve bir mümini
kasten öldüren müminin hükmünü beyan ettiğini ve mensuh olduğunu söylemiştir.
Abdullah b. Mes'ud ve
Zeyd b. Sabit'in de bu âyetin neshedilmediğini söyledikleri rivayet edilmiştir.
Taberi diyor ki
"Bu hususta doğru olan görüş, âyetin mânâsının şöyle olduğunu söyleyen
görüştür. "Kim kasıtlı olarak bir mümini öldürecek olursa ve Allah da onu
cezalandıracak olursa onun cezası cehennemdir. O orada ebedi olarak kalmaya
layıktır. Fakat Allah, müminlere lütufta bulunarak onları affeder, onları
orada ebedi olarak bırakmaz. Onları ya lütfuyla affedip hiç cehenneme sokmaz
yahut da oraya koyar sonra da lütfü ve merhametiyle cehennemden çıkarır. Zira
o, mümin kullarına şöyle vaad etmiştir. "Ey Muhammed, kullanma deki:
"Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullanın, Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki o, çok affeden
ve çok merhamet edendir. [226]
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek okusa ki "Kasıtlı olarak bir mümini öldüren kişi, bu
âyette zikredilen bütün günahların affedilmesi vaadine dahil ise Allah'a ortak
koşan da bu vaade dahildir. Zira, Allah'a ortak koşmak da bir günahtır."
Buna cevaben denilir ki: "Allah teala, kendisine ortak koşanı affetmeyeceğini
şu âyetle açıkça beyan etmiştir. "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını
affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder. Kim Allah'a ortak koşarsa
şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. [227]
94- Ey iman
edenler, Allah yolunda cihada çıtığınız zaman iyice araştırın. Size selam
verene, dünya hayatının menfaatini gözeterek "Sen mümin değilsin."
demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyleydiniz.
Allah, size îütufta bulundu. O halde iyice araşitırın. Şüphesiz ki Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.
Ey Allah'a iman eden
ve ondan getirdiği şeyler hususunda Peygamberini tasdik edenler,
düşmanlarınızla savaşmak üzere, Allah yolunda sefere çıktığınız zaman
düşmanlarınızdan, öldürülmesi caiz olup olmayanları iyice araştırın. Acele edip
de kim oludğunu tesbit edemediğiniz kişileri öldürmeyin. Ancak, Allah'a ve
Peygamberine karşı kesin olarak savaş açtığım bildiğiniz kimseleri Öldürün.
Size teslim olan ve size karşı savaşmadığını açıklayan ve sizin dininizden
olduğunu beyan eden bir kimseye "Sen mümin değilsin." deyip sırf
dünya menfaatini elde etmek için onu öldürmeyin. Zira Allah katındaki nimetler,
o öldürülen kişiden elde edeceğiniz ganimetlerden pek çoktur. Ve sizin için de
daha hayırlıdır. Sizler
de, Allah'ın sizi dini ile aziz kılıp müslüman yapmasından önce sizin,
öldürmeye teşebbüs ettiğiniz o teslim olan kimseler gibiydiniz. Şimdi dininiz
olan îslamı onlar gibi gizliyordunuz. Allah size dini aziz kılarak ve taraftarlarını
çoğaltarak Îütufta bulundu. O halde kâfir olup olmadığını kesin olarak
bilmediğiniz kişileri öldürmede acele etmeyin. İyice araştırın. Ola ki, Allah o
kimseye size lütfettiği gibi, İslamı lütfetmiştir. Şüphesiz ki Allah,
düşmanlarınızdan kimi öldürdüğünüzü, kimden el çektiğinizi ve diğer bütün
işlerinizi bilir. Kıyamet gününde herkese, yaptığını karşılğuni vermek için
sizin de onların da amellerinizi muhafaza ettirir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin Resuluilah'm gönderdiği bir müfrezenin müslüman olduğu veya kelime-i
şehadet gelinliği yahut elindeki koyunlarını ve mallarını teslim etiği halde
bir kişiyi öldürmeleri üzerine nazil oludğunu söylemişlerdir.
Taberi, müslüman
olduğunu beyan ettiği halde öldürülen bu kişinin ve bunu öldürenin kimler
oldukları hususunda çeşitli rivayetler zikretmiştir.
a- Abdullah
b. Ömer, Abdullah b. Ebi Hardet, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr ve diğer bir
kısım âlimlerden rivayet edilen bir görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi olan
olay, Muhalllim b. Cessamc'nin Âmir b. el-Edbad el-Eşcai'yi öldütmesidir. Bu
hususta Abdullah b. Ebi Hadret diyor ki: "Resulullah bizi, müslümanlardan
bir grup olarak "İdam" denen yere gönderdi. İçimizde, Ebu Katade ve
Muhallim b. Cessame b. Kays da bulunuyordu. Biz yola çıktık. İdam'ın tam
ortasına varınca yanımızdan Âmir b. el-Edbad el-Eşcai, üzerine bindiği bir
devesi ile yanımızdan geçti. Onun çok az eşyası bir kova da sütü vardı.
Yanımızdan geçerken bizi, İslam'ın selamıyla selamladı. Biz onu yakaladık.
Muhallim ona saldırdı. Daha önce aralarında geçmiş bir olaydan dolayı onu öldürdü.
Onun devesini ve eşyalarını aldı. Biz Resuluilah'm yanına gelip olayı anlatınca,
işte bizim hakkımızda bu âyet nazil oldu, [228]
Urve b. Zübeyr,
babasının ve dedesinin bu olayı şöyle anlattıklarını zikretmiştir.
"Muhallim b. Cessame el-leysi, İslam geldikten sonra, Eşca kabilesinden
bir kişiyi öldürdü. ResululUıh'in hükmettiği iîk diyet, Öldürülen bu kişinin
diyeti idi. Uyeyne b. Hısn, kısas uygulanmasını istedi. Akra b. Habis ise Muhal-üm'in
affedilmesini istedi. Bunun üzerine sesler yüksekli. Suçlamalar ve gürültüler
çoğaldı. Resulullah buyurdu ki: "Ey Uyeyne sen diyeti kabul etmez misin?"
Uyeyne "Hayır etmem vallahi bizim hanımlarınızın düştüğü, savaş ve
Üzüntüye, onların hanımlarını da düşürmdikçe bundan vaz geçmem dedi. Tekrar
sesler yükseldi. Yine gürültü ve suçlamalar çoğaldı. Resulullah tekrar,
"Ey Uyeyne diyeti kabul etmez misin? dedi. Uyeyne yine aynı sözleri
söyledi. Nihayet Leys oğullarından, üzerinde silah, elinde deriden bir kalkan
bulunan, Mü-keytil adında bir adam ayağa kalktı ve dedi ki: "Ey Allah'ın
Resulü, ben İslamın ilk zamanlarında bu adamın yaptığına bir örnek olarak ancak
şunu görüyorum. Bir kısım koyunlar, suya gelmişler, onların önce gelenleri
vurulmuş arkada olanları ise kaçıp gitmişler. Bugün yap yarın boz. (Yani eğer
bugün sen buna kısas tatbik etmezsen, yarın senin ümmetin de bu gibi olaylarda
kısas tatbik etmez) Bunun üzerine Resulullah, "Elli deve bu yolculuğumuz
sırasında, elli deve de Medine'ye döndüğümüzde vereceğiz." dedi. Muhallim
uzun boylu esmer tenli bir kişiydi. O sırada bir kenarda oturuyordu. Yerinden
kalkıp geldi ve Resu-lııllah'ın önüne oturdu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Dedi
ki; "Ey Allah'ın Resulü, ben sana bildirilen işi yaptım. Ben Allah
tealaya tevbe ediyorum, ey Allah'ın Resulü, sen aziz ve celi! olan Allah'tan
benim af fimi dile." Resulullah da buyurdu ki: "Sen onu silahınla
İslamın ilk döneminde mi öldürdün?" Ve yüksek sesle: "Ey Allah'ım sen
Muhaliimi affetme." diye dua etti. Muhallim kalkıp gitti. Giderken
cübbesînin ucuyla gözyaşlarını siliyordu. Fakat onun kavmi, Resu-lullah'ın daha
sonra onun için af dilediğini zannediyorlardı." [229]
b- Abdullah
b. Abbas, Süddi ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i
kerime, Resulullah'm müfrezesinin, Mirdas b. Nehiyk isimli birisini
Öldürmesi-üzerine nazil olmuştur.
Bu hususta Süddi diyor
ki: "Resulullah, Üsame b. Zeyd'in komutasında Damre oğullarına bir müfreze
gönderdi. Müfreze bu kabileden Mirdas b. Nehiyk isimli bir kişiyle karşılaştı.
Onun kuzuları ve kırmızı bir devesi vardı. Adam müfrezeyi görünce dağdaki bir
mağaraya sığındı. Üsame onu takib etti. Mirdas mağaraya girince kuzularını
orada bıkanp dışarı çıktı ve müslümanlara karşı "Esselamü aleyküm. Eşhedü
en Lailahe illallah ye Eşhedü enne Muham-meden Resulullah." dedi. Üsame
ona saldırdı ve onu öldürdü. Resulullah Üsa-me'yi bir yere gönderirken onun
hayırla-anılmasını isterdi ve arkadaşlanndan onun hakkında malumat alırdı. Bu
müfreze dönünce Resulullah onlara Üsame'yi sormadı. Fakat insanlar Resulullah'a
konuştular ve dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, Üsame bir adamla
karşılaştı. Adam "Lailahe İllallah Muhammeden Resulullah" demesine
rağmen ona hücum edip öldürdü." Resulullah bu söylenenlere pek kulak
asmadı. Fakat konuşanlar ısrar edince başını kaldırıp Üsame'ye baktı ve ona:
"Seninle Lailahe İlIalİalV'ın haline ne olacak?" dedi. Üsame:
"Ey Allah'ın Resulü o bu sözü kendisini kurtarmak için söyledi."
dedi. Resulullah da "Sen onun kalbini yarıp içine baksaydin ya." dedi.
Üsame: "Ey Allah'ın Resulü, onun kalbi vücudunun bir parçasıdır."
dedi. İşte bunun üzerine Allah teala bu âyet-i kerimeyi indirdi. Üsame de artık
ondan sonra "Lailahe İllallah" diyen bir kimseyi Öldürmeyeceğine dair
yemin etti. [230]
c- Said b.
Cübeyr'e göre ise bu âyet-i kerime Resulullah'ın, Mikdat b. el-Esved'in
komutasında gönderdiği bir müfrezenin müslümanlardan bir kimseyi Öldürüp
koyunlarını almaları üzerine nâzi! olduğunu söylemiştir.
d- İbn-i
Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerime Ebudderda'nm ve öldürdüğü kimsenin hakkında
nazil olmuştur.
e- Bu âyet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas da şöyle diyor:
"Süleym
kabilesinden bir adam, otlattığı koyunlarıyla birlikte Resulullah'ın
sahabiierinin yanından geçti ve onlara selam verdi. Sahabiler "Bu adam,
kendisini korumak için, korkusundan selam verdi." dediler ve onu
öldürdüler. Koyunlarını alıp Resulullah'a getirdiler. İşte bunun üzerine bu
âyet nazil oldu." [231]
Âyet-i kerimede geçen
ve "Size selam verene 'Sen ümin değilsin' demeyin" diye tercüme edilen
cümlesindeki kelimesi bütün Mekke, Medine ve Küfe kurralan tarafından Elif
harfi olmaksızın şeklinde okunmuştur. Bu kıraata göre bu kelimenin mânâsı
"Teslim'olmak ve boyun eğmektir" ve âyetin bu bölümünün mânâsı da
"Size teslim olup boyun eğenlere, "Sen mümin değilsin."'
demeyin." şeklindedir.
Küfe ve Basra
kurralarından bazıları ise bu kelimeyi, elif harfiyle birlikte şeklinde
okumuşlardır. Bu kıraata göre bunun mânâsı da "Selam vermek"tir.
Taberi birinci kıraat
şeklini tercih etmiş ve kelimesinin mânâsının "Tevhid inancına boyun
eğmek, müslümanlann dininde olduğunu ifade etmek ve teslim olmak demek olduğunu
söylemiştir. Zira bu kelimenin bu kıraat şekliyle okunmasını kabul edip
mânâsının da "Teslim olmak" demek olduğunu söylemek yukarıda âyetin nüzul
sebebi olarak zikredilen görüşlerin hepsini kuşatmış olur. Çünkü bu
görüşlerden bazıları, öldürülen kimsenin, teslim olup kelime-i şehadet getirdiğini, diğerleri,
öldürülen kişinin "Ben müslüma-nım" dediğini başka bir gurup ise onun
"Selamün aleyküm" diye selam verdiğini söylemişlerdir. Teslim olmak,
selam vermek de dahil tüm görüşleri kuşatmaktadır.
Âyet-i kerimede geçen
"Daha önce siz de öyle idiniz." ifadesi müfessirler tarafından iki
şekilde izah edilmiştir.
Said b. Ciibeyr'e göre
bu ifadeden maksat şudur: "Nasıl ki size selam verdikten sonra
öldürdüğünüz o kimse canından korkarak kavmi içinde dinini gizliyor idiyse
sizler de Allah'ın sizleri aziz kılmasından önce canınızdan korkarak kavminizin
içinde onlar gibi dininizi gizliyordunuz.. O hakle dinini gizleyen bu çobanı
nasıl öldürürdünüz?"
İbn-i Zeyd ise âyetin
bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Nasıl ki size teslim olduktan sonra
öldürdüğünüz kimse kâfir idiyse sizler de Öyle kâfir idiniz. Allah sizi
hidayete erdirdiği gibi onu da hidayete erdirdi."
Taberi birinci görüşün
tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Allah tea-la o kişiyi öldüren
müslümanı kınamıştır. Halbuki kâfir bir kimseyi öldürenin kınanması söz konusu
değildir.
Ayet-i kerimede geçen
"Allah size lütufta bulundu." ifadesi Said b. Cü-beyr tarafından
"Allah dinini ortaya çıkararak ve o dine tabi olanları aziz kılarak size
lütufta bulundu" şeklinde izah edilmiş. Si.klc.li tarafından ise
"Allah size, teslim olanı öldürmenize rağmen tevbenizi kabul ederek size
lütufta bulundu." şeklinde izah edilmiştir.
Taberi birinci izah
.şeklini tercih etmiş, burada zikredilen Allah tealanın iütfundan maksadın,
müslümanların aziz kılınması ve İslam dininin açığa çıkması olduğunu
söylemiştir. Zira öldürülen kişi, kavminden korkarak müslüman olduğunu açığa
vuramamış bu sebeple müslüman olduğu bilinmeyerek öldürülmüştür. Halbuki, onu
öldüren müslümanlar da İslamın güçlenmesinden önce aynen o kişi gibi dinlerini
gizleme durumunda idiler. Fakat Allah, lütfuyla onları güçlendirdi. Onlar da
müslüman olduklarım açıkça söyieyebiidiler. [232]
95-
Müminlerden, özür sahibi olanlardan başka oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün
kılmıştır. Allah, hepsine de güzelliği (Cenneti) vaad etmiştir. Allah, cihad
edenleri, oturanlara büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır.
Müminlerden, gözleri
kör, ayağı topal gibi özür sahipleri hariç, cihaddan geri kalıp oturanlarla
malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, hiçbir zaman eşit
değillerdir. Allah, malanyla ve canlarıyla cihad edenleri, özürlerinden dolayı
oturup kalanlardan bir derece daha üstün kılmıştır. Allah, cihad edenlere de
özürlerinden dolayı cihada gitmeyenlere de güzel bir vaadde bulunmuştur ki o
da cennettir. Allah, cihad edenleri, özürsüz olrak cihada gitmeyenlerden üstün
kılmıştır.
Bera b. Âzib, Zeyd b.
Erkam, Zeyd b, Sabit, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Şeddad,
Süddi ve Ebu Abdurrahman nakledildiğine göre bu âyet-i kerime, önce
"Müminlerden, oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
edenler bir değildir." şeklinde nazil olmuştur. Bunun üzerine, İbn-i Ümmi
Mektum ve Ebu Ahmed b. Ceyş gibi körlerin, cihada katılmadıklarından dolayı
üzüntülerinin Resıılullah'a bildirilmesi üzerine âyet-i kerimenin, "Özür
sahibi olanlar hariç." bölümü de inmiş ve âyet "Müminlerden, özür
sahibi olanlardan başka, oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenler bir değildir." şeklini almıştır.
Mervan b. Hakem, Zeyd
b. Sabit'in şunları söylediğini rivayet etmiştir.
"Resulullah,
Zeyd'e "Müminlerden geri kalanlarla Allah yolunda cihad edenler bir
değildir." âyetini yazdırırken, İbn-i Ümmi Mektum çıkagelmiş ve "Ey
Allah'ın Resulü, Allah'a yemin olsun ki, eğer cihada gücüm yetseydi elbette
cihad ederdim." demiştir. İbn-i Ümmi Mektum kör bir kişiydi. Zeyd iyor ki:
"Bunun üzerine Allah teaîa, Peygamberine vahiy indirdi. Onun dizi benim
dizimin üzerindeydi. Dizi ağırlaştı. Öyle ki ben, dizimin ezileceğinden
korktum. Sonra vahiy bitince Resulullah açıldı ve Allah teala "Özür sahibi
olanlar müstesnadır." bölümünü indirdi. [233]
Bera b. Âzib diyor ki:
"Müminlerden oturup kalanlarla Allah
yolunda cihad edenler" âyeti inince Resulullah, "Filanı çağırın
gelsin." dedi. Ona, yanında mürekkep hokkası ve bir levha yahut da kürek
kemiği ile birlikte Zeyd b. Sabit geldi. Resulullah ona dedi ki:
"Müminlerden oturup kalanlarla Allah yolunda cihad edenler bir değildir."
diye yaz." O sırada Resulullah'ın arkasında İbn-i Ümmi Mektum bulunuyordu.
Dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben âmâ biriyim." İşte bunun üzerine
âyet-i kerime "Müminlerden özür sahibi olanlardan başka, oturanlarla,
Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler bir değildir." şeklinde
nazil oldu." [234]
Abdullah b. Abbas, bu
âyet-i kerimede, bir kısım müminlerin gitmeyip diğer müminlerin gittiği
zikredilen, Allah yolunda cihaddan maksadın, Bedir savaşında cihad etmek
olduğunu söylemiş ve Bedir savaşına katılmayanların da,savaşanların
derecelerine ulaşmasalar bile, Allah'ın, hepsine de güzel vaadlerde bulunduğunu
zikretmiştir. [235]
96- Bu da,
onlara, Allah tarafından verilen dereceler, mağfiret ve rahmettir. Allah, çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Allah, cihad edenleri,
özürsüz olarak cihada gitmeyenlerden büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. Bu
mükâfaat ta Allah'ın ikram ettiği yüksek dereceler, günahlarını affetmesi ve
Allah yolunda verdikleri imtihan dolayısıyla onlara, merhametli davranmasıdır.
Zira Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Peygamber efendimiz
bir lıadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:
"Allah, kendi
yolunda cihad edenler için cennette yüz derece hazırlamıştır. Her derecenin
arası gökle yer arası kadardır. [236]
Müfessirler, burada
zikredilen derecelerden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
Katade'ye göre bu
derecelerden maksat, müslüman olma, müslüman iken hicret etme, hicret ettikten
sonra cihad etme, cihad etme sırasında düşman öldürme gibi derecelerdir.
Bunların her biri başlı başına birer derecesidir.
İbn-i Zeyd'e göre ise
burada zikrdilen derecelerden maksat, Allah tea-la'nm, tevbe suresinin yüz
yirmi ve yüz yirmi birinci âyetlerinde zikrettiği yedi derecedir. Bu âyetlerde
şöyle Duyurulmaktadır. "Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle
birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını, onun canından daha
çok sevmeleri yakışmazdı. Çünkü onlar için, Allah yolunda uğrayacakları
susuzluk, yorgunluk, açlık, düşmanlarını kızdıracak
bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri
her zarar karşılığında salih bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah, iyilik
yayanların miikftfaatmı zayi etmez." "Sar-fettikleri az veya çok
herhangi bir mal ve Allah yolunda aştıkları herhangi bir vadi, onlar için
îesbit edilip yazılacaktır ki Allah onları yaptıklarının en güzeliy-le
mükâfaatîandırsın." [237]
İbn-i Muhayriz ise bu
âyette zikredilen derecelerden maksadın, cennetteki dereceler olduğunu
söylemiştir.
Taberi, bu görüşü
tercih etmiştir. Zira, bundan önceki âyette Allah teala-nin, cihad edenleri, oturup
kalanlardan büyük bir mükâfaatla üstün kıldığı zikredilmiştir. Bu âyette ise o
büyük mükûfaatın ne olduğu açıklanmış, onun, bir kısım dereceler, Allah'ın
affı ve merhameti olduğu zikredilmiştir.
97- Melekler, o
kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında "Ne yaptınız?"
derler. Onlar da "Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük." derler.
Melekler ise "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi? Orada hicret edeydiniz."
derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir.
Hicret etmedikleri
için Allah'ın gazabına uğrayan ve böylece kendi kendilerine zulmedenlerin
canlarını melekler alırken onlara şöyle derler: "Gelin bakalım ne
yaptınız?" Neden, olduğunuz yerde kaldınız da hicret etmediniz? Onlar şu
cevabı verirler: "Bizim, hicret etmeye gücümüz yetmiyordu. Çünkü müşrikler
bizleri kendi topraklarımızda zayıf düşürmüşlerdi." Bunun üzerine melekler
şunu sorarlar: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi ki kendi
memleketinizden çıkıp başka bir yere hicret edesiniz? Müşriklerden ve
sapıklardan uzaklaşasmiz. İşle bunların vanp sığınacakları yer, cehennemdir. O,
ne kötü bir varılacak yerdir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin ve bundan sonra gelen âyetlerin Mekke halkından müsülman olan fakat
Resulullah hicret ettiğinde onunla birlikte hicret etmeyen veya edemeyen,
bilahare de dinden çıkarılma fitnesine düşürüldüklerinde imtihan veremeyen
müşriklerin, Resulullah'a karşı yaptıkları davranışta onların sayılarını
çoğaltan bir kısım insanlar hakkında nazil olduğunu ve bu âyetin, bu insanların
beyan ettikleri mazeretlerin, Allah teala tarafından kabul edilmediğini
bildirdiğini söylemişlerdir.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Mekke halkından bir topluluk müslüman olmuştu.Onlar
müslüman okluklarını gizliyorlardı. Müşrikler, Bedir Savaşında onları da götürmüşlerdi.
Onlardan bazıları Öldürüldüler. Bunun Üzerine müslümanlar, "Öldürülen şu
arkadaşlarımız müslüman idiler. Onlar buraya zorla getirildiler. Siz onlar için
af dileyin." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Müslümanlar, Mekke'de
kalan diğer müslümanlara bu âyeti yazıp gönderdiler. Ve özürlerinin kabul
edilmediğini bildirdiler. Bunun üzerine onlar da Mekke'yi terkedip hicret etmek
için yola çıktılar. Fakat müşrikler onları yakaladılar ve dinlerinden
döndürerek fitneye düşürmek istediler. Bu sefer Mekke'de kalan bu müslümanlar
hakkında şu âyet nâziloldu. "İnsanlaın bir kısmı Allah'a iman ettik."
der fakat Allah yolunda eziyt görünce insanların yaptığı eziyeti Allah'ın
azabı gibi kabul eder... [238] Müslümanlar bu âyeti de
yazıp onlara gönderdiler. Onlar da çok özüldü ve bütün hayırlardan ümitlerini
kestiler. Bundan sonra Mekke'deki o müslümanlar hakkında şu âyet nazil oldu.
"Ey Muhammed, şüphesiz ki Rabbin, mihnete uğrattıktan sonra hicret eden
sonra da cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder. [239]
Bu defa müslümanlar,
Mekke'deki müslümanlara bu âyeti yazıp gönderdiler ve onlara "Allah,
sizin için bir çıkar yol gösterdi." dediler. Bunun üzerine Mekke'deki
müslümanlar hicret için yola çıktılar. Müşrikler de geriden gelip onlara
kavuştular ve birbirleriyle vuruştular. Ölen öldü kurtulan da kurtulmuş oldu.
Abdullah b. Abbas,
başka bir rivayette şunları söylemiştir:
"Müslümanlardan
bir kısım insanlar müşriklerle aynı yerde yaşıyorlardı.. Rcsulullah'a karşı
onların sayılarını kabartmış oluyorlardı. Savaş sırasında bir
ok gelip onlardan
birine isabet ediyor ve öldürüyordu. Yahut bir kılıç darbesiyle ölüyorlardı.
İşte Allah teaia bunlar hakkında: "Melekler o kendilerine zulmedenlere,
canlarını aldıklarında "Ne yaptınız?" derler. Onlar da "Biz
yeryüzünde zayii'düşürülmüştük." derler.." âyetini indirdi." [240]
îkrime bu-âyetin,
sıfatlarını belirttiği kimselerin, Kays b. eî-Fakıh, Haris b. Zema b. el-Esved,
Kays b. Velid b. el-Muğirc ve Ebul Ass'b. Münebbih b. el-Haccac ve Ali b.
Ümeyyeb. Halef okluklarını-söylemiş ve demiştir ki: "Kureyş-liler ve
onlara katılanlar Ebu Süfyan'ı ve Kıtreyş kervanını Resulullah'tan ve
sa-habilerden kurtarmak için yola çıkınca, kendileriyle birlikte, daha önce
müslü-man olmuş bir kısım gençleri de, istemedikleri halde getirdiler. İki
ordu, herhangi bir kararlaştırma olmaksızın Bedir'de karşılaştılar. Bu gençler
de İslam-dan döndüler ve Bedir savaşında kâfirler olarak öldürüldüler,
Süddi diyor ki:
"Hz. Ali'nin kardeşi Akiyl ve Nevfel esir düşünce Resu-lullah. Ahbas'a
dedi ki: "Hem kendi fidyeni hem de kardeşinin oğlu Akiyt'in fidyesini
ödeyeceksin." Abbîis deüi ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin kıblene
karşı namaz kılmadık .mı? Senin getirdiğin şehadeti getirmedik ki?"
Resulullah da buyurdu ki "Ey Abbas, sizler, savaştınız ve mağlup
oldunuz." Sonra âyetin şu bölümünü okudu: "Allah'ın yeryüzü geniş
değl miydi? Orada hicret etseydiniz." derler. İşte bunların varacağı yer
cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir."
Süddi diyor ki:
"Bu" âyet-i kerimenin indiği gün müslüman olup da hicret etmeyen
kimse kâfir sayılıyordu. Ancak bir çare bulamayan, hicret etmek için malı
olmayan ve yolu bilmeyenler bundan müstesna idi, [241]
98- Erkek,
kadın ve çocuklardan, zayıf düşürülüp bir çare bulmaya gücü yetmeyen ve yol
bulamayanlar müstesnadır.
Bu âyet-i kerime,
kimlerin, hicret etmedikleri halde sorumlu olmayacaklarını açıklamakta ve
bunların, bizzat hicret etmeye gücü yetmeyen ve bir başka imkân da bulamayan
âciz, erkek kadın ve çocuklar olduğunu bildirmektedir.
Abdullah b. Abbas, bu
âyet-i kerimeyi okuduktan sonra
"Benim annem de
Allah'ın, burada mazur kıldığını bildirdiği kimselerdendi." demiştir. [242]
Diğer bir rivayette.
Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Ben ve annem, Allah'ın burada mazur
kıldığını bildirdiği kimselerdendik."
Ebu Hureyre diyor ki:
"Resulullah,
yatsı namazını kılarken dedikten sonra secdeye varmadan önce şöyle dua etti:
"Ey Ali ahım, sen Ayyaş b. Ebi Rebia'yi kurtar. Ey Allahım sen Seleme b.
Hişam't kurtar. Ey Alah'ım, sen Velİd'in oğlu Velid'i kurtar. Ey Allahım sen
müminlerin zayıf düşürülmüş olanlarını kurtar. Ey Allahım sen, Mutlar
kabilesine üzerindeki baskını artır. Ey Al-lahım, sen onların yıllarını Yusuf
un yıllan gibi kıtlık yıllan kıl. [243]
99- İşte
bunları, umulur ki Allah affeder. Allah, çok affeden ve çok bağışlayandır.
Umulur ki Allah, işte bu zayıf
düşürülenlerin, hicret etmeme hususundaki mazeretlerini kabul eder. Hicret
etmeme kusurlarını affetme lütfunda bulunur. Çünkü onlar kendi istekleriyle
küfür diyarını tercih etmemişler, imkân bulamadıkları için hicret
edememişlerdir. Şüphesiz ki Allah, kullarının işledikleri günahların cezasını
vermeyi terkederek onları çokça bağışlayan ve çok affedendir. [244]
100- Kim,
Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde çok barınacak yerler, genişlik ve
bolluk bulur. Kim evinden, Allah ve Resulü için hicret etmek gayesiyle çıkar da
sonra ona ölüm gelirse, şüphesiz ki onun mükâfaatı Allah'a aittir. Allah, çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Kim müşriklerden
ayrılır da dini uğruna kaçarak İslam topraklarına ve müminlere hicret edecek
olursa, Allah'ın, sağlam dini olan İslam uğruna hicret eden bu kimse,
yeryüzünde gezip dolaşacağı çok yer ve bolluk bulur. Hem dininin emirlerini
rahatlıkla yerine getirir hem de nzık yönünden zorluk çekmez. Kim de, Allah'a
ve Resulüne hicret etme niyetiyle kâfir diyarında bulunan evini terkeder de
hicret edeceği yere varmadan ölüm ona gelir çatarsa şüphesiz ki onun yaptığı bu
güzel amelin sevabı, Allah'a aittir. Şüphesiz ki Allah, kullarının günahını
örten ve onlara karşı şefkatli olandır. [245]
Âyet-i kerime,
müminleri, İslamı yaşamayacakları toplumların içerisinden ayrılıp hicret emye
eteşvik etmekte ve müminlerden, hicret ettikleri takdirde sıkıntıya düşecekleri
endişesini kaldırmakta, onlara, daha iyi bir hayat yaşayacakları müjdesini
vermektedir.
Bu hususta Peygamber
efendimiz (s.a.v.) de hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim evinden,
Allah yolunda cihada çıkacak olur da bineğinden düşüp Ölürse -Ki nerde o
ınücahidler?- onun miikâfaatını Allah mutlaka verecektir.. Veya bir haşere
ısırır da ölürse, yine onun miikâfaatını Allah mutlaka verecektir. Yahut
kendiliğinden ölürse yine onun miikâfaatını Allah mutlaka verecektır.
"Kim Allah
yolunda evinden ayrılıp gider, ölür veya öldürülürse o şehittir. Veya atı
yahut katırı kendisini öldürürse, yine kendisini bir haşere sokarak öldürürse
ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ölümle yatağında ölürse o kimse şehittir.
Onun için cennet vardır. [246]
Said b. Cübeyr,
Katade, İkrime, Dehhak, Süddi, İbn-i Zeyd ve Abdullah b.Abbas bu âyet-i
kerimenin, müslüman olduktan sonra Mekke'de ikamet eden, ancak bundan önceki
iki âyt-i kerime inip, özürsüz olduğu halde hicret etmeyenleri kınayınca,
hasta olmasına rağmen hicret etmek İçin yola çıkan ve Medine'ye varmadan yolda
ölen bir kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu kişinin
isminin, Damre b. el-İys mi yoksa İys b. Damre mi yahut, Damre b. Cündeb mi
veya Cündeb b.Damre mi okluğu hususunda farklı rivayetler zikredilmiştir.
Bu âyetin izahında
Said b. Cübeyr diyor ki: "Huzaa oğullarından Damre b. el-îys veya İys b.
Damre isminde birisi vardı. Müslümanlara hicret etmeleri emredildiğinde o
hastaydı. Ailesine, kendisi için bir sedye yapmalarını ve kendisini
Resulullah'ın yaşadığı yere götürmelerini emretti. Ailesi, emrini yerine
getirdi. Fakat o, "Ten'im" denen yere varınca vefat etti. İşte bunun
üzerine bu âyet nazil oldu.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede geçen ve "Barınak" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı
hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.
Abdullah b. Abbas,
Dehhak, Robi' b. Enes, Hasan-ı Basri, Katade ve Mü-cahid'e göre bu kelimenin
mânâsı, "Bir yerden başka bir yere intikal etmek" demektir. Yani,
değiştirilecek çok yer demektir.
Siiddi'ye göre,
"Rizık aranacak yer" demektir. İbn-i Zeyd'e göre "Hicret
edilecek yerler"dir. Âyet-i
kerimede geçen ve "Genişlik ve bolluk" diye tercüme edilen
kelimesinin mânâsı:
Abdullah b. Abbas,
Rebi' b. Enes ve Üchhuk'a göre "Bol nzık" demektir. Katade'ye göre
ise "Mânevi genişlik" demektir. Yani hicret eden kişi sapıklıktan
çıkıp idayete erişmiş olur. Fakirlikten kurtulup zenginliğe ulaşmış olur."
demektir.
Taberi'ye göre,
kelimesinin izahındaki doğru olan görüş bunun mânâsının, "Değiştirilecek yer"
olduğunu söyleyen görüştür. kelimesinin izahında doğru olan görüş ise, bunun
mânâsının "Bolluk" olduğunu
söyleyen görüştür. Bu bolluk, hem nzık bolluğunu hem de sıkıntıdan kurtulup
genişliğe kavuşmayı ifade eder.
Taberi diyor ki:
"Yezid b. Ebi Habib'in naklettiğine göre Medine halkı bu âyet-i kerimeye
dayanarak cihad yapmak için evinden ayrılan ve savaş meydanına varmadan yolda
ölen kimseye ganimeuen pay verileceğini söylemişler ve bu âyetin gaziler
hakkında indirildiğini bildirmişlerdir. [247]
101-
Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman, kâfirlerin size fenalık yapmalarından
korkarsamz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz, kâfirler
sizin apaçık düşmanıdır..
Ey müminler, sizler
yeryüzünde yolculuğa çıktığınızda namaz kılarken kâfirlerin hücum edip sizi
öldüreceklerinden veya esir alacaklarından yahut namazınıza engel olarak sizi
Allah'ı birlemekten alıkoyacaklarından korkacak olursanız, mukim iken tam olarak kıldığınız namazları
kısaltarak yansını kılmanızda sizin için günah yoktur. Çünkü Allah'ın
birliğini inkâr eden kâfirler, sizin Allah'a ve Resulüne iman etmeniz ve
putlara tapmamanız ve sapıklıkta kendilerine uymamanız yüzünden sizin apaçık
düşmanlannızdir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede kısaltılabileceği zikredilen namazın hangi hallerde ve ne kadar
kısaltılabileceği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Yaİâ b.
Ümeyye'nin, Hz. Ömer'den, Ebu Eyyub'un da Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre
burada, kısaltılabileceği beyan edilen namaz, kişinin yolculuk halindeyken
kılacağı farz namazdır. Kılastılacak miktar ise, dört rekatlı farz namazların
iki rekt olarak kılınmasıdır.
Âyette geçen
"Kâfirlerin size fenalık yapmalarından korkarsamz" ifadesi, namazın
kısaltılması için esasla ilgiii bir şart olmayıp sadece o zamandaki
müs-lümaıılann genel durumunu belirtmektedir. Bu hususta Ya'lâ b. Ümcyye diyor
ki:
"Ömerb.
el-Hattab'a "Kâfirlerin size kötülük yapmalarından korkarsamz, namazı
kısaltmanızda size bir günah yoktur." âyetini okudum ve "Bugün artık
insanlar güven içindedirler. (Namazı yine kısıltacaklar mı?) dedim. Ömer b.
el-Hattab şöyle dedi: "Senin hayret ettiğin bu hususa ben de hayret etmiş
ve bunu Resulü İlah1 a sormuştum. Resulullah da şöyle buyurmuştu: "Bu
(namazı kısaltma) Allah'ın size verdiği bir sadakadır. Sadakasını kabul
edin." [248]
b- Hz. Aişe
ve Sa'd b. Ebi Vakkas'tan nakledilen diğer bir görüşe güre ise bu âyette,
kısaltılabileceği zikredilen namazdan maksat, yolculuk yaparken düşmandan
korkma halindeki namazdır. Yolcu olan kimse, düşmandan korkacak olursa, dön
rekatlı farz namazları iki rekat kılarak kısaltır. Şayet düşmandan
korkmayacak olursa kısaltmaz.
Bu hususta Abdullah b.
Muhammed, Hz. Aişe'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiştir: "Yolculukta
iken namazı tam kılın." Hz. Aişe'nin bu sözü üzerine kendisine denildi ki:
"Resulullah yolculuk yaparken dört rekath farzları iki rekat
kılıyordu." O da "Resulullah savaş halindeydi o korkuyordu. Siz de
korkuyor musunuz?" diye cevap verdi.
Atâ da Resulullah'ın s
alı ab ilerinden Hz. Aişe ve Sa'd b. Ebi Vakkas'in, yolculuk yaparken namazları
tam kıldıklarını söylemiştir.
c- Mücahid,
Ebu Ayyaş ez-Züraki ve Cabir b. Abdullah'dan nakledilen diğer bir görüşe göre
bu âyette, kısaltılacağına ruhsat verilen namazdan maksat, fiilen savaşma
dışında düşmandan korkulduğu sırada kılınacak olan namazdır. Bunlara göre
âyet-i kerime, rnüslümanların, böyle bir korku içinde bulundukları bir sırada
nazil olmuştur. Bu hususta Ebu Ayyaş ez-Züraki diyor ki:
"Biz , Resulullah
ile birlikte "Usfan" denen yerde bulunuyorduk. ResululIah bize öğle
namazım kıldırdı. Müşriklerin başında komutan olarak Halid b. Velid
bulunuyordu. Müşrikler birbirlerine dediler ki: "Biz onların aklanacakları
ve gafil oldukları bir zamana rastlamıştık." (Yani namaz kılarken onlara
hücum etmeliydik. Çünkü o anda onlan gafil avlayabilirdik) İşte bunun üzerine
öğle ile ikindi vakti arasında, korku namazını beyan eden hüküm indi. Resulullah
bizleri iki gruba ayırarak ikindi namazını kıldırdı. Bir grup, Resulullah ile
birlikte namaz kılıyor diğeri ise onu bekliyordu. Resulullah, arkasında bulunan
gruba da onları koruyan gruba da birlikte tekbir aldırdı. Ve hep birlikte
rükuya vardılar. Sonra, Resulullah'ın arkasında bulunan grup secde etti. Geri
çekildi. Daha sonra diğer grup ilerleyip secde etti. Sonra hep birlikte ayağa
kalktılar ve hep birlikte ikinci rükuu yaptılar. Arkasında bulunanlar da onu
koruyanlar da. Sonra Resulullah'ın arkasında bulunanlar secde ettiler ve geri
çekildiler. Arkadaşlarının bulundukları safta ayağa kalktılar. Diğer grup
ileri geçti secde etti ve Resulullah hepsiyle birlikte selam verdi.
"Böylece, herkes imamla birlikte iki rekat namaz kılmış oldu. Resulullah
böyle bir namazı bir defasında da Süleym oğullan yurdunda kıldı." [249]
d- Süddi,
Abdullah b. Ömer, Said b. Cübeyr ve Kâ'b'dan nakledilen diğer bir görüşe göre
bu âyette, kısaltılacağı belirtilen namazdan maksat, fiilen savaşma dışında,
düşmandan korkma halinde kısaltılan namazdır. Ancak bu namaz, seferi halde
kılınan ve iki rekat olan namazın kısaltılarak bir rekat şeklinde kılınmasıdır.
Bu görüşte olan
âlimlere göre kişi mukim iken, dört rekath farzları dört olarak kılar. Seferi
iken de iki rekat olarak kılar. Seferi iken iki rekat kılması, namazları
kısaltma değil namazı seferi olarak tam kılmaktır. Ancak kişi seferi olduğu
halde düşmanlardan da korkuyorsa işte bu takdirde tam sayılan iki rekat seferi
namazını kısaltıp tek rekat olarak kılar. İşte bu âyet-i kerime, kısaltılan bu
tek rekath namazı kasdetmiştir.
Bunlar, görüşlerine
delil olarak şu hadisleri zikretmişlerdir. Sa'lebe b. Zehdem diyor ki:
"Biz, Said b.
el-Ass iie birlikte Taberistanda'ydık. O ayağa kaîklı ve dedi ki: "Sizden
hanginiz ResuluIIah ile birlikte korku namazı kıldı?" Huzcyfe kalktı ve
dedi ki: "Ben kıldım. Resuiullah korku anında insanları iki gruba ayırdı.
Bir gurupla bir rekat, diğer bir grupla da bir rekat kıldı. Bunlardan hiçbiri
bir şey kaza etmediler. [250]
Diğer bir rivayette,
Huzeyfe ayağa kalkmış, insanları arkasında iki sağ. yapmış bir safı arkasında
bırakmış diğer safı düşmanın karşısına koymuş, arkasında bulunmalara bir rekat
namaz kıldırmış onlar ayrılıp düşmanın karşısında duranların yerine gitmişler,
bu defa onlar gelip Huzeyfe ile bir rekat namaz kılmışlar, hiçbiri de
namazlarını tamamlamamışlardır." [251]
Abdullah b. Abbas
şöyle demiştir:
"Allah îeala,
Peygamberinin lisanıyla namazı yolcu olmama halinde dört rekat, yolcu iken iki
rekat ve korku anında da bir rekat olarak farz kılmıştır." [252]
Diğer bir rivayette,
Abdullah b. Abbas şunları söylemiştir:
"Resuiullah,
"Zikared" denen yerde namaz kıldırdı. İnsanlar onun arkasında iki saf
oldular. Bir saf, onun arkasında bulunuyor, diğer saf ise düşmanın karşısında
duruyordu. Arkasında bulunan safa bir rekat namaz kıldırdı. Onlar ayrılıp
düşmanın önünde bulunan diğer safın yerine gittiler. Bu defa onlar geldiler.
Resuiullah onlara da bir rekat kıldırdı. Bundan sonra, herhangi bir saf, namazı
bitirmedi. [253]
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Resuiullah onlara
korku namazı kıldırdı. Bir saf. Rcsulullah'm önünde, diğer bir saf da arkasında
durdu. Arkasında bulunan safa bir rüku ve iki secdeli bir rekat kıldırdı.
Onlar, öne geçip arkadaşlarının yerini aldılar. Onlar da gelip diğerlerinin
yerinde Resulullah'ın arkasında durdular. Resuiullah onlara da bir rüku ve iki
secdeli bir rekat kıldırdı. Sonra selam verdi. Böylece Resuiullah iki rekat
kılmış oldu. Onlar da birer rekat kılmış oldular. [254]Ebu
Hureyre (r.a) diyor ki:
"Resulullah,
müşriklerin engel oldukları zaman "Dacnan" ve "Usfan" denen
yerlerin arasında konakladı. O anda müşrikler, kendi kendilerine şöyle dediler:
"Bunların öyle bir namazları var ki bu namaz onlar için, oğullarından ve
kızlarından daha sevimlidir. Siz, ne yapacağınıza karar verin sonra bunlara sadece
bir hamle yapın." (Yani bir hamlede işlerini bitirin) Bu arada Cebrail
(a.s.) geldi. Resulullah'a, sahabilerini iki kısma ayırmasını, onlardan bir
gruba namaz kıldırırken diğer gruba, tedbir alarak silahlarıyla birlikte
düşmanlarının önünde durmalarını, arkasında bulunanlara bir rekat kıldırdıktan
sonra geri çekilmesini, düşmanın önünde bulunanların ileri gelerek onlara da
bir rekat namaz kıldırmasını böylece onların her birinin Resulullah'la birer
rekat kılmış olacaklarını Re-sulullah'ın ise iki rekat kılmış olacağını
bildirdi." [255]
e- Abdullah
b. abbas'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette kısaltılması
zikredilen namazdan maksat, sefer halinde ve düşmanla çarpışma anında
kısaltılacak olan namazdır. Bu âyet-i kerime, çarpışan mücahidlerin, namaz kılmak
istedikleri zaman yüzleri hangi tarafa dönük olursa o tarafa doğru başlarıyla
işaret ederek bir rekat namaz kılmalarına ruhsat vermiştir.
Abdullah b. Abbas'ın,
bu âyetin izahında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Sen düşmanla
karşılaşırsan namaz vakti de gelmiş olursa, "Allahu Ek-ber" diyerek
başım eğer ve işaretle namaz kılarsın. İster binekli ol, ister binek-siz. İşte
namazı kısaltma budur.
Taberi diyor ki:
"Âyetin izahında tercihe şayan olan görüş, şöyle diyen görüştür: "Bu
âyette kısaltılması beyan edilen namazdan maksat, düşmanla çatışma ve vuruşma
anında rükunlan eksilterek kılınan namazdır. Yani, rüku ve secdeleri
tamamlanmayan, istenilen her yöne dönülerek kıhnabilen, bineğin üzerinde ve
yerde eda edilebilen namazdır. Nitekim Allah teala farz namazlarının böyle bir
şekilde kılınacağını başka bir âyet-i kerimesinde şöyle zikretmiştir:
"Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak yahut binekli iken namazınızı
kılın. [256]
Taberi diyor ki:
"Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bundan sonra gelen âyette:
"Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın." buyurulmasidır.
Çünkü namazı gereği
gibi kılmak onun rükuunu, secdelerini ve diğer iarzlanm artırıp eksiltmeksizin
yerine getirmektir. Bundan da anlaşılmaktadır ki kişi, korku anında
kısaltılacak namazın bazı rükunlannı yerine getirmeyebilir. [257]
102- Ey
Muhammcd, savaşta müminler arasında bulunur da onlara namaz kıldırırsan,
onlardan bir kısmı seninle namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar.
Bunlar secde ederken, namaza durmamış olan diğer kısım arkanızda bulunsun.
Bunlar namazı bitirince, namazı kılmayan kısmı gelsin seninle namaz kılsın.
Onlar da namazda tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki,
silah ve eşyanızdan gafil olasınız da size aniden hücum etsinler. Eğer yağmur
size eziyet verir veya hasta olursanız silahınızı bırakmanızda bir günah
yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz ki Allah, kâfirlere alçaltıcı bir
azap hazırlamıştır.
Âyet-i kerimede
zikredilen, "Silahlarım da yanlarına alsınlar." emrini, namaz kılan
ve düşmanın Önüde duracak olan gruplardan hangisine ait olduğu hususunda iki
görüş zikredilmiştir.
a- Bazılarına
göre bu emir, Resulullah ile birlikte namaz kılmakta olan gruba aittir.
Bunlara, namaz kılarken kılıçlanın kuşanmalan, bıçak ve hançer gibi şeyleri,
elbise veya zırhlarım asmalan emredilmiştir.
b- abdullah
b. Abbas'a göre ise burada, silahlanın yanlarına almaları emreclilen grup,
namaz kılan grup değil, düşmanın önünde nöbet bekleyen gruptur.
Ayet-i kerimede geçen
ve "Bunlar, secde ederken, namaza durmamış olan diğer kısım arkımızda
bulunsun." diye tercüme edilen cümlesi, müiessirler tarafından üç şeküde
izah edilmiştir:
1- Bir kısım
müiessirler, âyetin bu bölümünün izahında, şunu söylemişlerdir: "Namaza
başlayan grup namazını kılıp bitirdikten sonra arkanızda dursunlar."
Ancak bu şekilde izahta bulunanlar, namaz kılan bu birinci grubun, namazlarını
nasıl bitirmiş olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre bu birinci grup imamla birlikte bir rekat kıldıktan sonra
selam verir, oradan ayrılıp arkadaşlarının yerine düşmanın önüne gider. Böylece
bunların bir rekat kılmakla namazları bitmiş olur. Bu görüşte olan âlimler,
bundan Önceki âyette zikredilen "Namazı kısaltmaktan maksadın, onu tek
rekata düşürmek olduğunu söyleyen âlimlerdir. Bunların bu görüşlerine dair
olan delilleri bundan önceki âyetin izahında zikredilmiştir. Bunlara göre,
düşmanın Önünde bulunan ikinci grup da gelir, imamla birlikte bir rekat kılar,
onların na-mazlan da bitmiş olur. Böylece imam iki rekat, cemaat da birer rekat
kılmış ve namazlarını bitirmiş olurlar.
b- Diğer bir
kısım müfessirler ise imamla birlikte birinci rekatı kılan ilk grubun
namazlarını bitirmesi, imamla bir rekat kıldıktan sonra namaz kıldıkları yerde
kendi kendilerine, geriye kalan namazlarını da tamamlamaları ve selam verip
namazlarını bitirmeleriyie olur. Bu görüşte olanlara göre, imam, cemaati iki
kısma ayırır. Bir kısmı imamın arkasında namaza durur, diğer kısmı ise düşmanın
önünde bekler, imamın arkasında olanlar, imamla birlikte bir rekat namaz
kılarlar, imamla birlikte ayağa kalkarlar. İmam, ayakta bekler. Bir rekat kılan
bu grup namazın geriye kalan kısmını kendi başına tamamlar. Selam verip
namazdan çıkar. Düşmanın önünde bulunan arkadaşlarının yerine giderler. Bu defa
onlar gelirler, ayakta bekleyen imama uyarlar. Onunla birlikte bir rekat namaz
kılarlar. Ancak ikinci rekattan sonra imamın ne yapacağı ve ikinci grubun
namazını nasıl tamamlayacağı hususu, bu görüşte olan âlimlerce ihtilaflıdır.
aa-
Bazılarına göre imam kendisine göre ikinci, o gruba göre ise birinci olan
rekatı bitirdikten sonra, t ahi yatta bekler, ikinci grup kalkıp diğer rekatını
kılar ve tahiyyaü bitirir. Böylece imam selam verir onlar da imamla birlikte selam
verirler. Böylece namazı bitirirler. Böylece savaş halinde kılman namazın bu
şekilde olacağı Sehl b. Ebi Hasme ve Salih b. Ilavvad'dan rivayet edilmiştir.
Sehl diyor ki:
"Resuhıllah,
sahabilerine korku namazı kıldırdı. Onları arkasında iki saf yaptı. Tam
arkasında bulunanlara bir reket kaldırdı. Sonra ayağa kalktı bekledi. Bir rekat
kılan bu gaip kendi başlarına diğer rekatlarım da kılıp bitirdiler. İlerleyip
düşmanın önüne gittiler. Düşmanın önünde bulunanlar geri gelip Resulul-lah'm
arkasında saf tuttular. Resuhıllah onlara da bir rekat kıldırdı. Sonra
tahiy-yata oturup bekledi. Onlar da kendi başlarına bir rekatlarını kılıp
tamamladılar. Sonra Resulullah selam verdi ve namazı bitirdiler. [258]
Salih b. Havvat da
"Zatürrika" savaşında, Resuhıllah ile birlikte korku namazı kılan bir
sahabinin şunları söylediğini rivayet etmiştir. Müslümanlardan bir grup
Resulullah ile birlikte saf tuttu. Diğer bir grup da düşmanın onunde durdu.
Resulullah, kendisiyle birlikte bulunanlara bir rekat kıldırdı, ikinci rekata
kalktığında ayakta bekledi. Cemaat ise kendi kendine namazını tamamladı ve
namazdan ayrılıp düşmanın önüne gittiler. Orada sıraya dizildiler. Bu defa ikinci
grup geldi. Resulullah onlara, geriye kalan ikinci rekatı kıldırdı. Tahıyyatta
bekledi. Onlar da kalkıp namazlarını tamamladılar. Sonra Resulullah onlaıla
birlikte selam verdi. Ve namazı bitirdiler. [259]
bb- Diğer
bir kısım âlimlere göre ise, imamla birlikte bir rekat namaz kılan ikinci grup
imamla birlikte tahiyyatı okurlar, imam selam verip namazı bitirir. Bundan
sonra cemaat kalkıp diğer rekatı kılar. Bu görüş de Sehl b. Ebi Has-me, Salih
b. Havvat ve Abdullah b. Abbas'dan nakledilmiştir.
2- Diğer bir
kısım müfessirler ise "Bunlar secde ederken namaza durmamış olan diğer
kısım arkanızda bulunsun." cümlesini şöyle izah etmişlerdir. "Savaş
halinde iki kısma ayrılan müslumanlardan birinci grup birinci rekatın iki
secdesini yaptıktan sonra namazdan çıkmasınlar bu halleriyle gidip düşmanın
önünde dursunlar. Düşmanın önünde bulunan grup gelsin, Peygamber onlara da bir
rekat kıldırsın ve selam verip namazdan çıksın."
Ancak âyeti bu şekilde
izah eden âlimler, her iki grubun da geriye kalan namazlarını nasıl
tamamlayacakları hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Abdullah
b. Mes'ud'dan nakledilen bir görüşe göre imam, iki gruba ay-nlan cemaatten
birinci gruba bir rekat namaz kıldırır, onlar birinci rekatın ikinci secdesini
bitirdikten sonra imamın arkasından ayrılır düşmanın önüne giderler. Bu durumda
onların namazı tamamlanmamıştır. Bundan sonra düşmanın önünde bulunan diğer
grup gelir. İmamla birlikte bir rekat kılar. İmam selam verdikten sonra bu
ikinci grup aynı yerde namazını tamamlayıp düşmanın önüne gider. Bu defa
birinci grup namaz kılınan yere gelir. Onlar da kendi kendilerine ikinci
rekatlarını tamamlarlar.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise, düşmanın Önünde iki kısma ayni an cemaatten birinci
kısım imamla birlikte bir rekat kılıp düşmanın önüne gittikten sonra orada
bulunan ikinci grup gelir. İmamla birlikte bir rekat namaz kılar, namazın
geriye kalan kısmını bitirmeden tekrar düşmanın önüne gider. Bu defa imamla
birlikte birinci rekatı kılan birinci grup gelir, birinci rekatı kıldığı yerde
ikinci rekatını tamamlar. Ancak bu rekatı tamamlarken, bazılarına göre hiçbir
şey okumaz, bazılarına göre bir şeyler okur. Sonra selam verir ve düşmanın
önüne gider. Bu defa imamla birlikte ikinci rekatı kılar, ikinci grup namaz
kıldığı yere gelir. O da ikinci rekatını kıraatini okuyarak bitirir. Böylece
hep birlikte düşmanın karşısına giderler. Bu görüş, İbrahim en-Nehai ve Süfyah
es-Sev-ri'den nakledilmiştir.
c- Ebu Musa
el-Eş'ari, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir
görüşe göre imamla birlikte birer rekat kılan bu gruplardan her biri ikinci
rekatlarını, önce namaz kıldıkları yerde değil de imkân buldukları her yerde
kılabilirler.
Abdullah b. Ömer diyor
ki:
"Resulullah korku
namazını şöyle kıldırdı. Müslümanlar iki gruba ayrıldı. Bir grup Resulullah ile
beraber namaz kılıyor, diğer bir grup düşmanın karşısında duruyordu.
Resulullah, birinci gruba bir rekat namaz kıldırınca onlar ayrılıp düşmanın
karşısına gittiler. Düşmanın karşısında bulunan grup geldi. Resulullah bir
rekat da onlara kıldırdı. Sonra selam verdi. Bundan sonra ise her grup eksik
kalan birer rekatını kendi kendilerine tamamladılar.[260]
3- Abdullah
b. Abbas, Mücahid, Cabir b. Abullah ye Ebu Ayyaş ez-Züra-ki tarafından âyet-i
kerimenin "Namaza durmamış olan diğer kısım arkanızda bulunsun."
bölümü, şu şekilde izah edilmiştir: "İmam, önlerinde bulunan düşman
karşısında cemaati iki saf yapar, hep birlikte namaza başlarlar, hep birlikte
rükua vanp doğrulurlar. İmam, birinci rekatın secdesini yaparken onun arkasında
bulunan birinci saf da onunla birlikte secde eder. Fakat ikinci saf ayakta
durur, secdeye varmaz. Böyece secde edenleri düşmandan korumuş olur. Birinci
saf secdeden kalktıktan sonra ikinci saf kendi kendine secde eder sonra ayağa
kalkar. Ayağa kalktıktan sonra birinci saf ile ikinci saf yer değiştirir. Yine
hep birlikte rükua varırlar. Rükudan doğrulduktan sonra bu defa imamın
arkasına gelmiş olan ikinci saf imamla birlikte secde eder. Arkaya geçmiş olan
birinci saf ise ayakta durur. İmamın arkasındaki saf, ayağa kalkınca bu defa,
arkaya geçmiş olan birinci saf secdesini yapar hep birlikte oturup selam
verirler.
Cabir b. Abdullah
diyor ki:
"Resulullah ile
beraber, Cüheyne kabilesinden bir topluluk ile savaştık. Onlar bizimle şiddetli
bir şekilde çarpıştılar. Öğle namazını kıldığımızda o müşrikler şöyle dediler:
"Onlara ani bir saklında bulunsaydık, köklerini keserdik," Cebrail
aleyhisselam onların bu niyetini Resulullah'a bildirdi. Resulullah da bize
haber verdi. O müşrikler yine şöyle demişlerdi: "Onların şu anda öyle bir
namaz vakitleri yaklaşıyor ki o namaz onlara evlatlarından daha
sevgilidir." İkindi vakti girince, biz Resulü 11 ah'in arkasında iki saf
olarak dizildik. Müşrikler ise kıble tarafımızda bulunuyorlardı. Resulullah
tekbir aldı biz de tekbir alıp namaza başladık. O rükua eğilince hep beraber
biz de rükua eğildik. Fakat Resulullah secdeye varınca onunla birlikte sadece
birinci saftakiler secdeye vardı. (Arka ta-rafındakiler düşmanı gözetleyerek
ayakta beklediler) Onlar ayağa kalkınca arka saftakiler secde ettiler. Sonra
birinci saftakiler arkaya ikinci saftakiler öne geçtiler. Bu sefer Resulullah
tekbir aldı biz de onunla beraber tekbir aldık. Rükua vardı biz de hep beraber
rükua vardık. Fakat Resulullah secdeye varınca onunla birlikte yine sadece
birinci saftakiler secdeye vardılar. (İkinci saftakiler ayakta durdu) Secdeye
varanlar secdeyi bitirince, ikinci saftakiler de secde ettiler. Hep birlikte
oturduk ve Resulullah ile birlikte selam vererek namazı bitirdik." [261]
Bu hadis, Ebu Ayyaş ve
Abdullah[262] b. Abbas'dan da rivayet
edilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerimeyi bu şekilde yorumlayanlara göre onun mânâsı şöyledir:
"Ey Muhammed, sen, korku anında sahabilerinin arasında bulunduğun ve
namazı onlara tam olarak kıldırmak istediğin zaman, seninle namaza
başlayanlardan bir grup ayakta dursun. Bir grup seninle birlikte secde edip
secdeden kalktıktan sonra diğer grubun yerine geçsin. Henüz seninle birlikte
secde etmemiş oları o grup üne geçsin. Bu defa da onlar seninle birlikte secde
etsinler. Daha Önce seninle birlikte secde edenler ise seni ve onları korumuş
olsunlar. Nöbet tutanlar tedbirlerini alsın, silahlarını yanlarında bulundursunlar."
Taberi, bu görüşlerden
tercihe şayan olan görüşün şöyle diyen görüş olduğunu söylemiştir: "İmam
cemaati ikiye ayırır. Bir.kısmı düşmanın önünde nöbet bekler, diğer kısmı
imamla birlikte bir rekat namaz kılar. Sonra kendi başına diğer rekatını kılar
ve düşmanın önüne gider. Bu defa düşmanın Önünde bulunan grup gelir. İmamla
birlikte bîr rekat da o kılar. İmam namazını bitirir. Onlar da kendi
namazlarını tamamlarlar. Nitekim Sehl b. Ebi Hasme'den ve Salih b. Havvat'tan
rivayet edilen hadisler, Resukülah'ın bu namazı bu şekilde kıldırdığını beyan
etmişlerdir. Bununla birlikte imamlardan herhangi biri bu namazı,
Resulullah'tan nakledilen herhangi bir şekilde kılacak olursa namazı tamamdır.
Çünkü Resulullah'tan bu konuyla ilgili olarak rivayet edilen haberler sahihtir.
Bu namaz da, Resululiah'ın, ümmetine değişik şekillerde öğrettiği bir namazdır.
Ümmetin bu namazı bu şekillerden herhangi birisiyle kılması mubah sayılmıştır. [263]
103- Namazı
kıldıktan sonra ayakta iken otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah'ı
zikredin. Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın. Şüphesiz ki namaz,
müminler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır,
Âyet-i kerimede
"Namazı kıldıktan sonra, ayakta iken, otururken ve
yanlarınız üerine yatarken Allah'ı zikredin."
buyurulmaktadır.
Bu hususta Abdullah b.
Abbas şunlan söylemiştir: "Allah teala kullarına neyi farz kılmışsa onun
için belli bir mükâfaat tayin etmiştir. Kulların, özürleri bulunması halinde de
onları mazur görmüştür. Ancak, Allah'ı zikretme ibadeti böyle değildir. Zira
Allah teala zikir için belli bir sınır koymamış, aklı olmayanların dışında onu
terkedenleri mazur görmemiş ve buyurmuştur ki: "Allah'ı ayakta iken
otururken, yanlarınız üzerine yatarken, gece ve gündüz, karada ve denizde,
yolcu iken, mukim iken, zengin iken, fakir iken, hasta iken, sıhhatli iken,
gizli olarak, açık olark ve her halükârda zikredin."
Allah'ı zikretme
hususunda başka bir âyette de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler, bir
düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça
zikredin. Umulur ki kurtulaşa erersiniz."
[264]
Âyet-i kerimenin
devamında "Emniyete kavuştuğunuzda namazı gereği gibi kılın."
buyurulmktadır.
Müfessirler bu ifadeyi
iki şekilde izah etmişlerdir:
a- Mücahid
ve Katade'ye göre bu ifadenin mânâsı şudur: "Sizler, vatanlarınızda karar
kılıp şehirlerinizde ikamet ettiğiniz zaman, yolculuk yaparken korku anında,
kısaltmanıza izin verilen namazı artık tam olarak kılın."
b- Süddi,
ibn-i Zeyd ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün
mânâsı şöyledir: "Sizler, korkudan sonra emniyete kavuşup sükunet
bulduğunuz zaman namazın bütün farzlarını tamamlayarak küın. Artık onu, bineğin
üzerinde veya yürüyerek yahut oturarak kılmayın."
Taberi, âyetin bu
bölümünü bu son şekliyle izah etmenin daha evla olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Şüphesiz ki namaz müminler üzerine belli vakitlerde farz
kılınmıştır." şeklinde tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından
çeşitli şekillerde izah
edilmiştir:
a- Atiyye
el-Avfı, Abdullah b. Abbas, Süddi ve Mücahid'den nakledilen bir görüşe göre bu
cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki namaz müminlerin üzerine farz
kılınmış bir farzdır."
b- Hasan-ı
Basri, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Ebu Cafer'den nakledilen diğer bir görüşe
göre bu cümlenin mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki bu namaz, müminlerin
üzerine gerekli bir farzdır."
c- Abdullah
b. Mes'ud ve Zeyd b. Eslem'den nakledilen diğer bir görüşe
göre bu cümlenin
mânâsı şöyledir: "Şüphesiz ki namaz müminler üzerine vakitlere bölünmüş bir
farzdır. Onlar onu vakitlerinde eda ederler."
Taberi diyor ki:
"Bu görüşler birbirlerine yakın olan görüşlerdir. Bununla
birlikte bu âyetin izahında evla olan
yorum: "Şüphesiz ki namaz, müminlerin üzerine, vakitlere ayrılmış bir farzdır."
şeklindeki yorumdur. Zira kelimesinin mânası, "Vakitlendirilmiş"
"vakitlere ayrılmış" demektir. [265]
104- O kâfir
kavmi takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız onlar da
sizin kadar acı duyuyorlar. Üstelik siz, Allah'tan, onların ummadığı şeyleri umuyorsunuz.
Allah, herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey müminler,
düşmanlarınızı takib etmekte gevşek davranmayın. Şayet sizler, aldığınız
yaralardan acı duyuyorsanız, onlar da sizin acı duyduğunuz gibi , aldıkları
yaralardan acı duymaktadırlar. Üstelik sizler, Allah'tan sevap umuyorsunuz.
Onlar ise bunu da ummuyorlar. Çünkü sizler, Allah'ın sevabının kesin olduğuna
iman ediyorsunuz. Onlar ise bunu yalanlıyorlar. Allah, yarattıklarının
menfaatini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerime, Uhud
savaşında zayiat veren müslümanlan teselli etmektedir. Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: "Uhut savaşında müslümanlar zayiat verince Resulullah Uhut
dağına çıktı. Ebu Süfyan da oraya geldi ve şöyle dedi: "Ey Muhammed, yara
ancak yaraya karşılıktır. Savaş nöbetleşedir. Bir gün bize, bir gün de
sizedir." Bunun üzerine Resulullah, sahabilerine buyurdu ki: "Şuna
cevap verin." Onlar da dediler ki: "Aramızda eşitlik yok. Çünkü bizden
öldürülenler cennette sizden öldürülenler ise cehennemdedir." Bunun üzerine
Ebu Süfyan dedi ki: "Bizim Uzza putumuz var sizin ise Uzza putunuz
yok." Resulullah da buyurdu ki: "Ona deyin ki: "Allah bizim
dostumuzdur. Sizin ise dostunuz yoktur." Ebu Süfyan dedi ki: "Ey
Hübel putu yücel, ey Hübel putu yücel." Resulullah da buyurdu ki:
"Deyin ki: Allah daha yüce ve daha büyüktür." Ebu Süfyan dedi ki:
"Buluşacağımız yer, küçük Bedir mevkiidir." İşte müslümanlar orada
yaralı halleriyle uyudular. Bu âyet-i kerime ve şu âyetler bunlar hakkında nazil
oldu. "Eğer siz bir yara almişsanız aynı yarayı, düşmanlarınız olan o
topluluk da almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz ki
Allah, iman edenleri belirtsin. İçinizden
şahitler meydana çıkarsın. Allah, zalimleri sevmez. [266]
105- Ey
Muhammcd, şüphesiz ki Allah'ın gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen
için biz Kur'aıı'ı sana hak olarak indirdik. Sen, hainlerin savunucusu olma. [267]
106-
Allah'tan bağışlanma iste. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.
Ey Muhammed, şüphesiz
ki biz sana Kur'an'ı indirdik ki Allah'ın sana, kitabında gösterdiği şekilde
insanlar arasında hüküm veresin. Onların ihtilaflarını çözesin. Ey Muhammed,
sakın sen, bir müslümana veya müslümanlarla antlaşması olan birine ihanet eden
kimseyi savunma. Başkasının malına ihanet eden birini savunmandan dolayı
yaptığın yanlışlığın, Allah tarafından affedilmesini iste. Şüphesiz ki Allah,
af dileyen kullarını, hak ettikleri cezayı vermeyerek çokça affeden ve onlara
karşı çok merhametli davranandır.
Müfessirler, bu
âyetlerin ve bundan sonra gelen yüz on altıncı âyete kadar olan âyetlerin,
hırsızlık yapan veya kendilerine verilen bir emaneti inkâr ederek ihanette
bulunan, Resulullah'ın da bilmeden savunduğu bir kişi hakkında nazil olduğunu
söylemişlerdir.
Bu hususta Katade b.
Numan diyor ki:
"Bizde bir aile
vardı. Onlara "Übeyrikin oğullan" deniyordu. Bunlar, "Bişr"
"Beşir" ve "Mübeşşir" isimli kişilerdi. Beşir münafıktı,
şiirler yazar onunla Resulullah'ı ve sahabilerini hicvederdi. Sonra da bu şiirleri
başka kimselere isnad ederek "Falan kişi böyle söyledi" "Filan
kişi şöyle söyledi." derdi. Sahabiler bu şiirleri duyunca "Vallahi bu
şiiri ancak bu habis herif söyler. Bunu Übeyrikin oğlu söylemiştir."
derlerdi.
Bu aile, cahiliye
döneminde de, İslamın gelişinden sonra da fakir ve muhtaç bir aile idi. O
sırada Medine halkının gıdası, hurma ve arpa ekmeğinden ibaretti. Eğer bir
insanın imkânı varsa, Şam'dan un taşıyan kervan geldiğinde ondan un satın alır
ve sadece kendisi yerdi. Çocukları ise ancak hurma ve arpa ekmeği
yiyebilirlerdi.
İşte o günlerde
Şam'dan bir kervan geldi. Amcam Zeyd oğlu Rifaa, bir hayvan yükü un satınaldı.
Onu kilere koydu. Orada silah, zırh ve kılıçlar da bulunuyordu. Kilerin
altından delik açılarak yiyecekler ve silahlar çalındı. Sabah
olunca amcam Rifaa bana geldi ve
"Yeğenim bu gece soyulduk. Kilerimize delik açılarak yiyeceklerimiz ve
silahlarımız çalındı." dedi. Bunun üzerine evde inceleme yaptık. Sağa sola
sorduk. Bazıları: "Biz bu gece Übeyrikin oğullarının ateş yaktıklarını
gördük. Kanaatimiz odur ki bunlar sizin yiyeceklerinizin bir kısmı için bu
ateşi yakmışlardı." Biz olayı çevreden soruştururken Übeyrikin oğullan
şöyle diyorlardı. "Vallahi biz bu işi Lebid b. Şehrin yaptığı kanaatindeyiz."
Katade diyor ki:
"Halbuki Lebid aramızda salih ve dinine bağlı bir insandı. Lebid bunu
işitince silahını çekip onlara hücum etti ve "Ben çaldım ha? Vallahi ya
bu kılıç sizi doğrar veya bu hırsızlığın mahiyetini ortaya çıkarırsınız."
dedi. Bunun üzerine Übeyrikin oğulları: "Bizden uzak ol be adam, bunu sen
yapmadın." dediler. Bundan sonra çevreden tekrar soruşturduk ve kesinlikle
anladık ki bu işi Übeyrikin oğullan yapmış. Amcam bana: "Yeğenim,
Resulullah'a gidip hadiseyi anlaîsana." dedi. Ben de Resulullah'a gittim
ve ona: "Bizden fakir ve şerir bir aile, amcam Zeyd oğlu Rifuarım kilerini
yarıp silah ve yiyeceklerini aldı. Bari silahlarımızı bize iade etsinler,
yiyeceklere ihtiyacımız yok." dedim. Resulullah (s.a.v.) "Bunu
emredeceğim." buyurdu.
Übeyrikin oğulları
bunu işitince akrabaları olan ve adına "Esir b. Urve" denen bir
kişiye vardılar ve bu hususu ona anlattılar. Bunun üzerine çevre halkı toplandı
ve Resulullah'ın yanına gelip şöyle dediler: "Ey Allah'ın Resulü, Katade
b. Numan ve amcası, aramızda müslümanhkiarı ve salih kişilikleriyle tanınan bir
aile aleyhine kalkıştılar. Onları hiçbir delil ve ispat olmadığı halde
hırsızlıkla itham ettiler."
.Katade b. Numan
sözlerine devamla diyor ki: "Ben de Resulullah'ın yanına vardım ve onunla
konuştum. Resulullah bana: "Müslümanlıkları ve salih kişilikleri anlatılan
bir aile aleyhine kalkışmışsın. Onları, hiçbir delilin olmadan hırsızlıkla
suçluyormuşsun." dedi. Bunun üzerine geri döndüm ve "Keşke bir kısım
mallarımı kaybetseydim de Resulullah'a bu hususu anlatmadaydım." diye pişmanlık
duydum. Amcak Rifaa bana geldi ve "Yeğenim ne yaptın?" dedi. Ona,
Resulullah'ın bana söylediği şeyleri haber verdim. O da "Alah yardımcımız
olsun." dedi. Çok geçmeden işte bu surenin yüz beşinci âyetinden yüz on
altıncı âyetine kadar olan âyetler nazil oldu. O âyetlerde şöyle buyuruluyordu:
"Ey Muhammed, şüphesiz ki Allah'ın gösterdiği şekilde, insanlar arasında
hükmetmen için biz Kur'an'ı sana hak olarak indirdik. Sen, hainlerin
savunucusu olma." (Yani Übeyrikin oğullarının savunucusu olma. Katade'ye
söylediklerinden dolayı da) "Allah'tan bağışlanma iste. Şüphesiz ki Allah,
çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." "Kendi nefislerine hainlik
edenleri savunma. Şüphesiz ki Allah, hain günahkârı sevmez. Yaptıkları
günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa geceleyin,
Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah onlarla beraberdi.
Allah onların yaptıklarım ilmiyle kuşatıcıdır."
"Dünya hayatında
onlan siz savunuyorsunuz peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları kim
savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?" "Kim bir kötülük
işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı
mağfiret ve merhamet edici olarak buiur." "Kim bir günah kazanırsa ancak
kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sa- „
hibidir." "Kim bir hata yapar veya günah işler de sonra (Übeyrikin
oğullarının, Lebide attıkları gibi) onu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz
o, iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." "Eğer Allah'ın sana
lütfü ve merhameti olmasaydı onlardan bir topluluk seni saptırmaya çalışırdı.
Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar. Sana hiçbir zarar
veremezler. Allah sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri
öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür." "Sadaka vermeyi,
iyilik yapmayı ve insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse müstesna,
onların fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları Allah'ın
rızasını kazanmak için yaparsa ilerde ona büyük bir mükâfaat vereceğiz."
Katade b. Numan diyor
ki: -'Bu âyetler inince çalınan silahlar Resulullah'a getirildi. Resulullah
onlan Rifa'ya verdi. Silahlan amcam Rifaa'ya ben teslim ettim. Amcam, ömrünü
cahiliye döneminde geçirmiş, ihtiyar birisiydi. Ben onun, istemeyerek müslüman
olduğu kanaatindeydim. Ona silahlan götürünce şöyle dedi: "Yeğenim bunları
Allah yoluna veriyorum." İşte o zaman sağlam bir şekilde müslaman öl.duğu
kanaatine vardım." Bu âyetler inince Übeyrikin oğullarından Beşir,
müşriklerin safına geçti. Sa'd'in kızı Sülaka'nm yanında kalmaya başladı. Bunun
üzerine Allah teala: "Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim
Peygamberle ayrılığa düşer ve müminlerin yolunun dışında bir yol takib ederse
onu gittiği yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir
yerdir." "Şüphesiz Allah kendisine oitak koşulmasını bağışlamaz.
Bunun dışında dilediğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki derin
bir sapıklığa düşmüştür. [268]ayetlerini indirdi.
Katade b. Numan diyor
ki: "Beşir, Sülaka'nın yanında kalırken Hassan b. Sabit, kadının o erkekle
ilişkisi olduğuna dair »leyhine bir şiir yazdı. Bunun üzerine kadın, Beşir'in
bineğinin eğerini alıp başının üzerinde taşıyarak götürüp "Ebtah"
denen yere attı ve ona: "Sen bana, Hassan'm şiirlerini mi hediye getirdin?
Zaten senden bana hiçbir hayır gelmemiştir." dedi. [269]
Bu husustaTaberi
birkaç rivayet daha zikretmiştir.
a- Katade b.
Dumc'ye göre bu âyetler, Ensar'dan bir kişi olan Übeyrikin
oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur.
Tu'me, amcasının kendisine emanet ettiği zırhı çalmış sonra onu, Zeyd b. es-Semin diye
adlandırılan bir Yahudinin çaldığını söylemiştir. Yahudi gelip Resulullah'a
şikayette bulununcaTu'me'nin kabilesi gelip Resulullah'm Tu'me'yi savunmasını
istemişler Resulullah da onu savunmak isterken Allah teala,hakkında bu
âyetleri indirmiş ve Tu'me'yi savunmamasını emretmiştir. Bu olaydan sonra
Tu'me dinden çıkıp Mekke'deki müşriklerin yanma gitmiş Allah teala da onun
hakkında "Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim Peygamberle
ayrılığa düşer ve müminlerin yolunun dışında bir yol takibederse onu
takibettiği yolda bırakırız ve cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir
yerdir. [270]buyunnuştur.
b- Abdullah
b. Abbas'tan nakledilen diğer bir rivayete göre Resulullah ile beraber savaşa
çıkan Ensar'dan birinin zırhı çalındı. Zırhın sahibi onu, Tu'me b. Übeyrik'in
çaldığını söyledi. Tu'me Resulullah'a getirildi. Hırsız bunu görünce zırhı
götürüp suçsuz bir adamın evine attı ve kendi akrabalarına: "Ben zırhı ortadan
kaldırdım, onu götürüp filanın evine attım. O zırh o kişinin evinde bulunacaktır."
dedi. Bunun üzerine hırsızın akrabaları geceleyin Resulullah'a giderek
"Ey Allah'ın Resulü, bizim adamımız bundan beridir. Zırhı çalan falandır.
Biz bunu öğrendik. Sen insanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu ilan
et ve onu savun. Zira Allah onu senin vasıtanla korumayacak olursa o helak
olur." dediler. Resulullah da insanların huzurunda o kişinin suçsuz
olduğunu söyledi. İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Resululluh'ı ve
hırsızı himaye edenleri uyardı.
c- İbn-i
Zeyd'e göre ise olay şöyledir; Resulullah zamanında demirden bir zırh çalınmış
ve suç, bir Yahudinin üzerine atılmıştır. Yahudi kendisini savununca hırsızın
komşuları, hırsızlık yapanı temize çıkamuşlar, hırsızlığı Yahudinin yaptığını
söylemişler ve Resulullah'a "Ey Allah'ın Resulü, bu murdar Yahudi,
Allah'ı inkâr etmektedir. Sen onu getirip hesaba çeksen iyi olur."
dediler. Resulullah da Yahudiye bir kısım sözler söyledi. İşte bunun üzerine
bu âyetler nazil oldu. Resulullah'a sistem etti. Hırsızı savunan komşularını da
kınadı.
d- Süddi'ye
göre ise bu âyet-i kerimeler, bir Yahudinin, kendisine zırhını emanet ettiği
Übeyrikin oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur. Yahudi, Tu'me'ye emanet ettiği
zırhını, onunla beraber Tu'menin evinde belli bir yere gömdüler. Sonra Tu'me
orayı eşip zırhı çıkardı. Yahudi gelip zırhını isteyince Tu'me onu inkâr etti.
Yahudi, akrabalarına gidip: "Benimle birlikte gelin. Ben zırhın nereye
gömüldüğünü biliyorum." dedi. Tu'me onlann geleceklerini öğrenince zırhı
alıp Ebu Müleyl el-Ensari adındaki kişinin evine attı. Yahudi gelip zırhını
aradı fakat bulamadı. Bunun üzerine Tu'me ve akrabaları, Yahudiye hakaret
ettiler. Tu'me Yahudilere: "Siz beni ihanetle mi suçluyorsunuz?"
dedi. Gelenler Tu'menin evinde zırhı aradılar. Bir ara Ebu Müleyl'in evine
yukardan bakarken zırhın orada
olduğunu gördüler. Bunun üzerine Tu'me, "Bu zırhı Ebu Müleyl almış."
dedi. Ensardan olanlar Tu'meyi savundular. Tu'me onlara: "Haydin
Resulullah'a gidelim ona söyleyin beni savunsun ve Yahudilerin delilini
çürütsün. Zira ben yalancı çıkacak olursam Yahudi bütün Medine halkına karşı
yalan söyler." dedi. Bunun üzerine Ensardan bir kısım insanlar
Resulullah'a gidip "Ey Allah'ın Resulü, sen Tu'me'yi savun ve Yahudiyi
yalancı çıkar." demişler. Resulullah da bunu yapmak istemiş ve bunun
üzerine Allah teala: "Sen, hainlerin savunucusu olma." âyetini ve
ondan sonra gelen âyetleri indirmiş ve Resulullah'ı uyannış ve ihanet edeni
savunanları da kınamıştır.
e- İkrime'ye
göre ise bu âyet-i kerimeler, Übeyrikin oğlu Tu'me hakkında nazil olmuştur.
Ensardan birisi buna, içinde bir zırhı bulunan deposunu emanet etmiş daha sonra
gelip orayı açtığında zırhını bulamamış ve onu Tu'me'ye sormuş, Tu'me de:
"Zeyd b. es-Semin" diye adlandırılan bir Yahudinin onu aldığını söylemiş
fakat zırhın sahibi, Tu'me'nin yakasını bırakmamıştır. Onun akrabaları bu hali
görünce Resulullah'a gidip, Tu'meyi savunmasını istemişler, bunun üzerine de
bu âyetler nazil olmuş ve Resulullah'ı uyarmış, Tu'me'nin kavmini de kınamıştır. [271]
107- Kendi
nefislerine hainlik edenleri savunma. Şüphesiz ki Allah, hain günahkârı sevmez.
Ey Muhammed, hırsızlık
yaparak haram mal yiyip nefislerine zulmedenleri savunma. Çünkü Allah, hiçbir
haini ve günahkarı kevmez. Yukanda da izah edildiği gibi, burada, nefislerine hainlik ettikleri
zikredilenlerden maksat, Übeyrikin oğullandır. [272]
108- Onlar,
yaptıkları günahları insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Oysa,
geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah onlarla
beraberdi. Allah onların yaptıklarını ilmiyle kuşatıcıdır.
Bu hainler,
işledikleri günahları ve yaptıkları ihanetleri, utandıkları ve çekindikleri
için kendilerini ayıplamaktan başka hiçbir şey yapmayacak olan insanlardan
gizlerler. Fakat bütün yaptıklarını gören, onları cezalandıracak olan ve bu
nedenle kendisinden gizlenilmeye daha layık olan Allah'tan gizlemezler. Halbuki
geceleyin, Allah'ın razı olmadığı sözü tertipledikleri vakit Allah öfılarla
beraberdi. Allah onların yaptıklarını ilmiyle kuşatıcıdır.
Geceleyin tertiplendiği
zikredilen şeylerden maksat, hırsızlık veya ihanet eden kişiyi Resıılullah'ın
huzurunda temize çıkarma planlandır. Bu planı yapanlardan maksat ise Übeyrikin
oğullarını savunanlardır. [273]
109- Dünya
hayatında onları sîz savunuyorsunuz. Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda
onîan kim savunacaktır. Yahut onlara kim vekil olacaktır?
Yaptıkları kötülükleri ve işledikleri
suçları bilmeyerek de olsa Übeyrikin oğullarım siz savunuyorsunuz. Fakat
âhirette Allah'ın, kendilerinin suçlu olduklarını kesin olarak bildiği bu
kimseleri orada kim savunacaktır?
Buradan anlaşılıyor ki
herhang ibir hususta bir teşebbüse geçmeden önce o husus iyice incelenmeli ve
yapılan iş sağlam yapılmalı, hatalardan sakınıl-ınalıdır. Aksi takdirde bunun
da mânevi bir sorumluluğu vardır. [274]
110- Kim bir
kötülük işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanmasını dilerse
Allah'ı, mağfiret edici olarak bulur.
Bir kısım müfessirler,
bu âyet-i kerimenin, bundan Önce geçen yüz yedinci âyette kendi nefislerine
ihanet ettikleri zikredilen kimseler hakkında nazil olduğunu söylemişler diğer
bir kısım müfessirler ise bu âyetin, yüz dokuzuncu âyette beyan edilen, kendi
nefislerine hainlik edenleri savunanlar hakkında nazil
olduğunu söylemişlerdir.
Taberi diyor ki:
"Âyet-i kerime, hainler ve hainleri savunanlar hakkında nazil olsa da her
kötülük işleyen veya kendi nefsine zulmedeni ifadesi içine almaktadır. Ve bu
âyet, Muhammed ümmeti için büyük bir lütuftur.
Bu hususta Ebu Vâil
diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud dedi ki: "İsrailoğuila-nndaıı biri bir
günah işlediğinde onun günahının kei'fareti kapısının üzerine yazılırdı.
Onlardan birinin bir yerine idrar dokunsa orayı makasla kesmek zorundaydılar."
Abdullah b. Mes'ud'un
bu sözleri üzerine bir adam: "Şüphesiz ki Allah, İsrailoğullarına hayırlı
şeyler vermiş." dedi. İbn-i Mes'ud da "Allah'ın size verdiği, onlara
verdiğinden daha hayırlıdır. Allah sizin için suyu temizleyici kılmıştır.
Günahlarınızın affedilmesi için de şöyle buyurmuştur "O takva sahipleri
bir haksızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı
hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler[275]Kim
bir kötülük işler ve-" ya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan
bağışlanmasını dilerse Allah'ı affedici ve merhamet edici olarak bulur."
Habab b. Ebi Sabit
diyor ki: "Bir kadın Abdullah b. Muğaffel'e geldi ve ona, bir kadının
fuhuş yaparak hamile kaldığını daha sonra da doğurduğu çocuğu öldürdüğünü ve
bu kadının durumunun ne olacağını sordu. Abdullah da: "Onun için cehennem
ateşinden başka bir şey yoktur." dedi. Kadın ağlayarak . ayrılıp gitti.
Abdullah kadını geri çağırdı ve ona: "Ben senin meseleni şu iki günahtan
biri olarak görüyorum," dedi. Ve "Kim bir kötülük işler veya nefsine
zulmeder de sonraAllah'tan bağışlanmasını dilerse Allah'ı mağfiret ve merhamet
edici olarak bulur." âyetini okudu.
Abdullah b. Abbas da
bu âyeti izah ederken şunları söylemiştir: "Allah teala bu âyet-i
kerimede, kullarına karşı affedici olduğunu, yumuşak davrandığını, rahmetinin
ve lütfunun bol okluğunu beyan etmektedir. Kul, büyük küçük herhangi bir günah
işler de sonra Allah'tan onun affını dilerse Allah'ın affedici ve merhamet
edici olduğunu görür. Günahı çok olsa bile. [276]
111- Kim bir
günah kazanırsa ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah, herşeyi çok iyi
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Kim, bilerek ve
kasıtlı olarak bir günah işlerse, günahının vebali ve ayıbı
kendisine aittir. Zira
âhirette kimse kimsenin günahını yüklenmeyecektir. O halde ey akrabalar,
içinizden günahkâr olanları savunmaya kalkmayın. Yoksa siz de günahkâr
olursunuz. Allah herşeyi çok iyi bilendir, hüküm ve ihkmet sahibidir. Herkese
yaptığının karşılığını verecektir.
Daha önce de
zikredildiği gibi bu âyetin de Übeyrik oğulları hakkında nazil olduğu rivayet
edilmiştir. [277]
112- Kim bir
hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa
şüphesiz o, iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
Kim, kasıtsız olarak
bir hata işler veya Übeyrikin oğullarının yaptıkları gibi kasıtlı bir şekilde
günah işler sonra da hatasını veya günahını, masum olan bir başkasına yüklemeye
kalkarsa işte böyle bir insan şüphesiz ki büyük bir iftirada bulunmuş ve
apaçık bir günah işlemiş olur.
Âyette zikretilen
"Hata", kasıtlı veya kasıtsız olarak işlenen günahtır.
"Günah" diye tercüme edilen kelimesi ise, kasıtlı olarak işlenen
günahı ifade eder. Bu sebeple bu kelimeler ayn ayrı zikredilmişlerdir.
Müfessirler bu âyette,
işlediği günahı başkalırımn üzerine attığı zikredilen kişiden maksadın,
Übeyrikin oğlu olduğu hususunda ittifak etmişler, ancak üzerine suç atılan
masum kişinin kim olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
Bazılarına göre bu
kişi, Lebid b. Sehl bazılarına göre ise Zeyd b. es-Se-min adlı bîr Yahudidir. [278]
113- Eğer
Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir topluluk seni saptırmaya
çalışırdı. Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar. Sana hiçbir
zarar veremezler. Allah sana kitap ve hikmet indirmiş ve sana bilmediğin
şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür.
Ey Muhammed, eğer
Allah, hainlerin durumunu açıklayarak seni koruma lütfunda bulunmayıp sana
merhamet etmeseydi, onlardan bir fırka, o hıyanet eden kimsenin durumunu
gizleyerek ve suçsuz olduğuna dair şahitlik ederek seni doğru yoldan kaydmrdi.
Halbuki onlar ancak kendilerini doğru yoldan saptırırlar Onlar sana bir zarar
veremezler. Çünkü Allah seni davanda kararlı kılmış ve hataya düşmeni
Önlemiştir. Allah sana Kur'an'i ve Allah'ın hükümlerini bilme hikmetini
indirdi. Geçmişe ve geleceğe dair haberler gibi bilmediğin şeyleri sana
bildirdi. Allah'ın sana olan Iütfu pek büyüktür. Bu sebeple sana vermiş olduğu
nimetlere karşı ona şükret.
Âyet-i kerimede,
"Eğer Allah'ın sana lütfü ve merhameti olmasaydı onlardan bir topluluk
seni saptırmaya çalışırdı." buyurulmaktadır. Burada topluluğun Resulullah'ı
saptırmaya çalışması, ihanet edenin durumu hakkında Resulul-Iah'ı tereddüde
düşünneleri, o kişinin suçsuzluğuna dair şahitlik eüneleri ve Re-sulullah'tan
onu temize çıkarmasını istemeleridir.
Âyet-i kerimede:
"Halbuki onlar ancak kendi nefislerini saptırırlar." buyurulmaktadır.
Bundan maksat ise bunların, Allah'ın kendilerine mubah kılmadığı bir şeye
kendilerini sokmaları ve kendilerini günaha sürüklemeleridir. Zira Allah teala,
başka bir âyette müminlere: "İyilikte ve takvada yardımlasın. Günah işleme
ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın... [279]
Duyurulmuştur. Hain kimselere yardım etmeye kalkışanlar, kendilerini hak yoldan
saptırmış olurlar.
Âyet-i kerimede, Allah
tealamn, Resulullah'a, kitabın yanında hikmeti de indirdiği beyan edilmektedir.
Buradaki "Hikmeften maksat, Kur'an'da mücmel olarak zikredilen heîallar,
haramlar, emirler, yasaklar, hükümler, vaadler ve tehditlerdir. [280]
114- Sadaka
vermeyi, iyilik yapmayı veya insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse
müstesna, onların fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları,
Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa ilerde ona büyük bir mükâfaat
vereceğiz.
İnsanların
fısıltılarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Sadaka vermeyi, iyilikte bulunmayı
veya anlaşmazlık içerisinde bulunan insanların arasını bulmayı emredenin
fısıltısı müstesnadır. Kim bu hayırları Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa
ileride ona büyük bir mükâfaat vereceğiz.
Taberi bu âyet-i
kerimedeki çeşitli kıraat şekillerini zikrettikten sonra demiştir ki:
"Âyetin mânâsını, fısıltılarda hayır yoktur. Sadece bazılarında hayır
vardır. O da sadaka vermeyi veya iyilikte bulunmayı emretmek yahut insanların
arasını bulmaktır." şeklinde izah etmek doğru değildir. Şu şekilde izah
etmek daha doğrudur. Fısıltı yapanların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka
vermeyi veya iyilikte bulunmayı emreden yahut insanların arasım düzeltenler
müstesnadır. İşte fi sı İd aş anlardan hayırlı olanlar bunlardır."
Birinci izah şekli Basralılann, ikinci
izah şekli ise Kufelilerin kıraatlanna göredir. [281]
115-
Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim Peygamberle ayrılığa düşer ve
müminlerin yolunun dışında bir yol takib ederse onu gittiği yolda bırakırız ve
cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir yerdir.
Kim Muhammed'in,
Allah'ın Peygamberi olduğunu ve getirdiklerinin de Allah katından olduğunu,
insanları doğru yola ilettiğini anladıktan sonra Allah'ın Peygamberi
Muhammed'e karşı çıkar, ona düşman kesilip ondan ayrılırsa ve Muhammed'i tasdik
edenlerin yolunun dışında bir yol tutacak olursa biz onu, tuttuğu yolda bırakır
onu, yardım dilediği putlarına terkederiz. Onlar da ona hiçbir fayda
sağlayamazlar ve Allah'ın azabını ondan uzaklaştıramazlar. Biz de onu cehenneme
sokarız. O cehennem ne kötü bir yerdir.
Daha önce de
açıklandığı gibi bu âyet-i kerime, Tu'me b. Übeyrik gibi, , ihanet eden,
ihanetinden sonra tevbe etmeyen, aksine müminleri bırakıp putlara tapan
müşriklere sığman ve dinden dönerek Resulullah ile ayrılığa düşen kimseler
hakkında nazil olmuştur. [282]
116-
Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında
dilediğini bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki derin bir sapıklığa
düşmüştür.
Şüphesiz ki Allah,
Tu'me b. Übeyrik gibi, kendisine ortak koşan ve müşrik olarak ölenleri
affetmez. Allah'a ortak koşma dışında başka bir günah işleyen kimselerin ise
affedilmeleri Allah'a kalmıştır. Allah onlardan dilediğini affeder, dilediğini
ise cezalandırır. Kim Allah'a ibadetinde ortak koşmuş olursa şüphesiz ki o, hak
yoldan kaymış, derin bir sapıklığa düşmüştür. Zira o, Allah'a ibadette ona
ortak koşmasıyla şeytana itaat etmiş ve onun yolundan gitmiş olur. Bu da büyük
bir sapıklık ve açık bir hüsrandır.
Allah'a ortak
koşmaktan daha büyük bir günah yoktur. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud şöyle
diyor:
"Ben
Resulullah'tan "Allah katında en büyük günah hangisidir?" diye sordum.
Resulullah buyurdu ki: "Başka bir şeyi, seni yarattığı halde Allah'a eş
koş-mandır." Dedim ki: "Bunun büyük olduğu muhakkak. Bundan sonra
hangisi büyüktür?" Buyurdu ki: "Seninle beraber yemek yiyeceğinden
korkarak çocuğunu Öldürmendir." Dedim ki: "Bundan sonra
hangisidir?" Buyurdu ki: "Komşunun karısıyla zina etmendir." [283]
117- Onlar,
Allah'ı bırakıp da sadece bir takım dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı
şeytana tapmış olurlar.
Allah'a ortak koşan müşrikler,
Allah'ı bırakıp da dişilerin adlarını tatkıtla: n, Lat, Uzza, Menat gibi
putlara taparlar. Bunların ilah ve rab oldukanm iddia ederler. Onlar bu
davranışlarıyla ancak, Allah'a isyan eden şeytana tapmış olurlar. Bu da
onların, sapıklık ve inkâr içinde olduklarının ve doğru yoldan ayrıldıklarının
en büyük delilidir. Zira onlar herşeyin dişisini o şeyin kötüsü sayarlar. Buna
rağmen onu ilah kabul edip ona taparlar.
Müşreklir, taptıkları
varlıklara dişi adlanın koyuyarlar hatta meleklerin de Allah'ın kızları
olduklarım iddia ediyorlardı. Âyet-i kerime bu hususa işaret ederek insanların
ötedenberi tanrıça edinme sapıklıklarını kınamaktadır.
Müfessirler ^yet-i
kerimede, müşriklerin taptıkları zikredilen dişilerden neyin kasdedildiği
hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Ebu
Malik, Süddi ve İbn-i Zeyd'e göre burada müşriklerin taptıkları zikredilen
dişilerden maksat, kendilerine dişi adlarını verdikleri putlardır. Mesela,
Lut, Uzza, Menat, Naile vb. putlar, kendilerine dişi adlan takılan putlardır.
b- Abdullah
b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyette kendilerine tapınıldıktan belirtilen dişilerden maksat, taş ve ağaçlar
gibi cansız varlıklar ve putlaştırılan ölülerdir.
c- Dehhak'a
göre ise âyette zikredilen dişilerden maksat, meleklerdir. Çünkü müşrikler,
meleklerin Allah'ın kızlan olduklarını zannediyorlardı.
d- Hasan-ı
Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen dişiden maksat,
putlar demektir. Zira müşrikler putlarına "Dişiler" derlerdi. Bu
hususta Ebu Reca, Hasan-ı Basri'nin şunları söylediğini rivayet etmiştir. Arap
kabilelerinden her bir kabilenin kendisine ait bir putu bulunuyordu. Onlar, putlarını
kasdederek "Filan kabilenin dişisi." diyorlardı.
c- Mücahid
ve Urve'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen
"Dişiler"den maksat, putlar demektir.
Taberi diyor ki:
"Bu âyette zikredilen dişilerden maksat, kendilerine dişi adları takılan
Lat, Uzza, Naile.Menat gibi putlardır. Doğru olan görüş de budur. Zira dişi
kelimesinin Arapçadaki en açık mânâsı "Dişi olmak" demektir. Bu kelimeyi
en açık manâsıyla yorumlamak icabeder. Bu mânâda yorumlandığında da bundan
maksadın, kendilerine dişi adlan takılan putlar olduğunu söylemek gerekir. [284]
118-119- O
şeytan ki Allah ona lanet etti. O da şöyle dedi: "Yemin olsun ki
kullarından belirli bir kısmını alacağım. Onları mutlaka saptıracağım. Onları
boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim. Hayvanların kulaklarını
yaracaklar. Yine onlara emredeceğim, Allah'ın yaratışını değiştirecekler."
Kim, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz ki o, apaçık bir hüsrana
uğramış olur.
Allah'ı bırakıp da
dişilerin adlarını taktıkları bir kısım putlara tapan ve böylece Allah'ın
huzurundan kovulmuş olan şeytana tapmış olan bu müşriklerin varacakları yer
cehennemdir. Tapmış oldukları o şeytanı ise, Allah, rahmetinden uzaklaştırmış
ve rüsvay etmiştir. Şeytan da rabbine, aldatmaları ve vesveseleriy-le
kullarından belli bir kısmını yakalayacağını, onları İslamdan saptırıp inkâra
düşüreceğini ve bir kısım boş kuruntularla onların kalblerini kaydıracağını ve
o kullara emrederek bir kısım hayvanların kulaklarını yardırıp putlara
adatacağını yine onlara emredip Allah'ın yarattığı şekli değiştirmeye
sürükleyeceğini söylemiştir. Allah da şeytanın aldatıp kendisine bağladığı bu
kimselere, apaçık bir hüsrana düşeceklerini beyan etmiştir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Şeytan, Allah'ın kullarından bir kısmını
kendisine nasıl bağlayabilir?" Cevaben denilir ki "Şeytan onları doğru
yoldan saptırarak, onları kendisine itaat etmeye çağırarak ve onlara sapıklığı
ve inkan süslü göstererek onların ayaklarını doğru yoldan kaydınr. İşte bunlardan,
şeytanın çağırışına ve süslü gösterdiği şeylere uyanlar ve bu âyette zikredilen,
şeytanın kendisine bağladığı belli kimselerdir. Allah teala şeytanın bu davranışını
zikrederek, doğru yolu gördükten sonra Peygamberle ayrılığa düşenlerin
şeytanın payına düştüklerini beyan etmiştir.
Âyet-i kerimede,
şeytanın bir kısım kullara emrederek onlara, hayvanların kulaklarını
yardırdığı beyan edilmiştir. Burada, kulaklarının yardırılacağı beyan edilen
hayvanlardan maksat, bu şekilde işaretlenerek tağutlara ve putlara tahsis
edilen "Bahire" ve "Şaibe" gibi isimlerle isimlendirilen
hayvanlardır.
Bu hususta Katade ve Süddi
demişlerdir ki: "Şeytanın müşriklere verdiği vesvese üzerine onlar hayvanların kulaklarını yarıp
"Bahire" ve "Şaibe" adını takıyor ve putlarına
adıyorlardı."
Âyet-i kerimede,
şeytanın, kendisine uyan insanlara emrederek Allah'ın yaratışım değiştireceği
zikredilmektedir. Müfessirler, âyette geçen ve "Allah'ın yaratışı"
diye tercüme edilen ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Enes b. Malik, Rebi1 b. Enes, İkrirne ve Ebu Salih'e göre burada bir
kısım insanların, şeytanın kendilerine emretmesiyle değiştirdikleri
"Allah'ın yaratışı"ndan maksat, hayvanları kısırlaştırmaktır. Ancak
Ha-san-ı Basri'nin, koçlarını ki sı rl aştırıl m asında bir mahzur gönnediği,
Mücahid'in de buradaki dan maksadın, "Allah'ın dini" demek olduğu
rivayet edilmiştir.
b- Abdullah
b. Abbas, İbrahim en-Nehai, Mücahid, îkrime, Hasan-ı Bas-ri, Katade, Kasım,
Süddi, Dehhak ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyette bir
kısım insanların, şeytanın emriyle değiştirdikleri zikredilen "Allah'ın
yaratışından maksat, "Allah'ın dinidir" Buna göre şeytana tabi
olanlar, onun emriyle Allah'ın dinini değiştirmeye kalkışırlar." demektir.
c- Hasan-ı
Basri ve Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada
"Allah'ın yaratışını değiştirme" diye zikredilen şeyden maksat, insanların
"Dövme" yaptırmaları, dişlerini törpületerek aralannı açtınnalan,
tüylerini aldırmaları vb. şeylerdir.
Bu hususta Abdullah b.
Mes'ud'un şunları söylediği rivayet edilmiştir. "Allah, vücuduna dövme yaptıran kadına da yapan
kadına da, tüylerini alan kadına da aldıran kadına da, güzeleşmek için
dişlerini torpilleterek aralarını
açan kadına da,
hasılı, Allah'ın yarattığını değiştiren her kadına da lanet eder. [285]
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, "Allah'ın yarattığından maksat
Allah'ın dinidir." diyen görüştür. Zira diğer bir âyet, bu âyetteki
"Allah'ın yarattığından maksadın", Allah'ın dini olduğunu ifade
etmektedir ki o âyet de şudur: "Ey Muhammed, hakka yönelerek yüzünü
dosdoğru bir şekilde dine çevir. Bu, Allah'ın insanlara verdiği bir fıtrattır. [286]
Âyet-i kerimede geçen
"Allah'ın yaratışından maksadın din olduğu söylendiği takdirde burada
zikredilen diğer bütün görüşler bunun içine girmiş olur. Zira, Allah'ın,
kısırlaştırmasını yasakladığı varlığı kısırlaştırmak, dövme yapmak gibi
yasakladığ işeyleri yapmak, Allah'a karşı gelmektir ve onun dininin hükümlerini
değiştirmeye kalkmaktır. Âyeti genel bir şekilde yorumlayarak dinin herhangi
bir hükmünü değiştirmeye kalkmanın burada zikredildiğini söylemek dinin sadece
belli hükümlerinin değiştirilmesini kasdettiğini söylemekten daha evladır.
Âyetin sadece kısırlaştırmayı veya dövme yaptırmayı yasakladığını söylemek onu
geniş mânâsından çıkarıp dar bir mânâda izah etmek olur ki bu da isabetli
değildir.
Âyeî-i kerimenin
sonunda "Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz ki o,
apaçık bir hüsrana uğramış olur." Duyurulmaktadır. Allah teala âyet-i
kerimenin bu bölümünde, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Allah ve
Resulüyle ayrılığa düşen, dolayısıyla şeytanın taraftan olan insanların halini
bildirmekte ve buyurmaktadır ki, "Kim Allah'a isyanda ve emirlerine karşı
gelmekte şeytana itaat eder, onu dost edinir ve yardımcı kabul edecek olursa
şüphesiz ki o apaçık bir şekilde hücrana sürüklenmiş ve kendisine yazık etmiş
olur. Zira Allah'a karşı günahlarından dolayı Allah'ın onu cezalandırması halinde
şeytanın ona yardım etmeye hiçbir gücü yoktur. Bilakis onun şeytana muhtaç
olduğu bir sırada onu yalnız bırakıp ondan uzaklaşacaktır. Şeytan Öyle bir kişi
ile dünyada yaşadığı sürece ve cezalandırılması ertelenmiş olduğu müddetçe beraber
olur. Nitekim bu husus, bundan sonra gelen âyette açıklanmaktadır. [287]
120- Şeytan
onlara vandlcrdc bulunur ve onları kuruntulara sokar. Halbuki şeytan onlara,
aldatıcı şeylerden başkasını vaad etmez.
Şeytan o müşriklere
yardım edeceğini ve onları savunacağını vaad eder. Onları, düşmanlarına karşı
muzaffer olacakları kuruntusuna kaptırır. Halbuki şeytan onlara, aldatmacadan
başka bir şey vaad etmez.
*Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın emri yerine gelince
şeytan şöyle der. "Şüphesiz Allah size gerçek bir va-adde bulunmuştu. Ben
de size vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Benim, sizin üzerinizde bir
nüfuzum yoktur. Fakat sizi sapıklığa çağırdım siz de
bana uydunuz. O halde beni kınamayın,
nefsinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni. Daha önce
beni, Allah'a ortak koşmanızı reddediyorum." Elbette zalimlere can yakıcı
bir azap vardır. [288]
Yine şeytan, yaptıkları
amelleri kendilerine süslü gösterdiği müşriklere Bedir savaşında şunları
söylemiştir: Bu hususu şu âyet-i kerime şöyle beyan etmiştir: "O zaman
şeytan onlann yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş "Bugün insanlardan
sizi yenecek hiçbir kimse yoktur. Ben de mutlaka sizin yanınızdayım."
demişti. İki tkopluluk birbirine görününce de geri dönüp "Ben sizden
uzağım. Ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Ben Allah'tan korkuyorum.
Allah, cezası pek şiddetli olandır." demiştir. [289]
Evet, Allah düşmanı şeytanın
aldattığı kimselerin, tam kendilerine muhtaç olduğu bir sırada vaadleri boşa
çıkmış, veridği vesveseleri, engin çöllerdeki serap gibi olmuştur. Allah teala
bu hususta da şöyle buyurmaktadır: "İnkâr edenlerin amelleri düz bir
arazideki serap gibidir. Susayan onu su zanneder. Fakat oraya vardığında
umduğundan hiçbir şey bulamaz. Yanında sadece Allah'ı bulur. O da onun hesabını
eksiksiz görüverir. Allah, hesabı sür'atli olandır." [290]
121- işte
bunların varacakları yer cehennemdir. Orada kaçacak bir yer de
bulamayacaklardır.
Şeytanın vesveselerine
kanan ve vaadlerine inanan insanların, kıyamet gününde vanp kalacakları yer
cehennemdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlar kendilerini oradan
kurtaracak bir kimse de bulamayacaklardır. Orayı başka bir yerle de
değiştiremeyeceklerdir. [291]
122- İman
edip salîh ameller işleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere
koyacağız. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah bunu
hak olarak vaad etmiştir. Allah'tan daha
doğru sözlü kim vardır?
Allah'ı ve Resulünü
tasdik eden", Allah'ın birliğini ve elçisinin Peygamberliğini ikrar eden,
Allah'ın farz kıldığı amelleri yerine getiren kimseleri, kıyamet gününde
Allah'ın huzuruna varınca, dünyadayken yapmış oldukları amellerinin karşılığı
olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar orada ebedi
olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın, dünyada onlara, gerçek ve kesin oîan bir
vaadidir. Allah'ın vaadi, bir kısım kuruntular vaadeden şeytanın vaadi gibi
yalan bir vaad değildir. Ey insanlar, Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
O halde nasıl oluyor da Allah'ın size vaad ettiği şeylere ulaştıracak olan
amelleri yapmıyorsunuz? Onu inkâra kalkışıyor, emrine muhalefet ediyorsunuz?
Habluki sizler, hiçbir kimsenin, Allah'tan daha doğru söz söyleyemeyeceğini biliyorsunuz.
Yine nasıl oluyor da şeytanın vaad ettiği bir kısım kuruntulara ulaşacağınız
ümidiyle onun emrettiği şeyleri yapıyorsunuz? Halbuki sizler, şeytanın
vaadlerinin, bir kısım aldatmalar, gerçek dışı şeyler olduğunu biliyorsunuz.
Bununla birlikte Allah'ı bırakıp şeytanı dost ediniyor ve Allah'a itaat etmiyorsunuz?
Allah teala bu âyet-i
kerimede, İslam çerçevesi dışında bulunan ve şeytanın aldatıcı kuruntularına
kapılan müşriklere mukabil, iman edip güzel amel işleyenlerin varacakları
mevki ve makamları belirtmekte ve bunun, kendi tarafından gerçek bir vaad
olduğunu, buna mukabil şeytanın vaadlerinin ise aldatmalardan ibaret olduğunu
beyan etmektedir. Böylece müminleri müjdelemektedir.
Âyet-i kerimede:
"Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?" buyurulmak-tadır.
Peygamber efendimiz
de, Allah'tan daha doğru söz söyleyecek hiçbir kimsenin bulunmadığım,
hutbelerinin başında belirtir ve şöyle buyururdu:
"Allah kimi
hidayete erdirirse onu saptıracak hiçbir kimse yoktur. Kimi de saptıracak
olarsa onu da doğru yola iletecek kimse yoktur. Şüphesiz ki sözlerin en
doğrusu Allah'ın kitabı, hidayet ve irşadın en güzeli de Muhammed'in hidayet ve
irşadıdır. İşlerin en şerli olanı, dinde olmadığı halde sonradan icad edilenlerdir.B
Sonradan icad edilen herşey bid'aîtir. Her bid'at da sapıklıktır. Her sapıklığa
düşen ise cehennem ateşindedir. [292]
123- Durum
ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük
işlerse onun cezasını cehennemde görecektir. O, kendisine Allah'tan başka ne bir
dost ne de bir yardımcı bulabilir.
Ey şeytanın dostları
ve taraftarları, durum ne sizin arzunuza göre ne.de kitap ehlinin arzusuna
göredir. Kim, büyük veya küçük bir kötülük işlerse Allah ona, cezasını
verecektir. Ve o kendisi için Allah'tan başka, işlerini üzerine alacak ne bir
dost ne de Allah'ın azabına karşı yardım edecek bir yardımcı bulabilecektir.
Müfessirler, âyette
geçen: "Durum ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna
göredir." ifadesindeki "Sizin" ve "Kitap ehlinin"
kelimeleriyle kimlerin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:
a- Mesruk,
Süddi, Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Ebu Salih'e göre burada zikredilen
"Sizin" kelimesinden maksat, müslümanlar, "Kitap ehlinin"
ifadesinden maksat ise Yahudi, Hristiyan ve benzerleridir.
Bu âyetin izahında
Mesruk diyor ki: "Müslümanlarla, ehl-i kitap, birbirleriyle münazara
yaptılar. Müslümanlar: "Biz sizden daha doğni yoldayız." dediler.
Ehl-i kitap da: "Biz daha doğru yoldayız." dediler. Bunun üzerine
Allah tea-la: "Durum ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna
göredir. Kim bir kötülük işlese onun cezasını görecektir. O, kendisine
Allah'tan başka ne bir dost ne de biryardımcı bulabilir." âyetini indirdi.
Bundan sonra kitap ehli olanlar, müslümanlara: "Biz sizinle eşitiz."
dediler. Bunun üzerine de "Erkek olsun kadın olsun, kim mümin olur da
güzel amellerden işlerse işte onlar, cennete girerler. Zerre kadar da zulme
uğratılmazlar." [293]âyeti
nazil oldu ve müminleri kitap ehline galip getirdi.
Abdullah b. Abbas da bu
âyetin izahında şöyle demiştir: "Çeşitli dinlerden olan insanlar, kendi
aralarında tartıştılar. Tevrata tabi olanlar dediler ki: "Bizim kitabımız
diğer bütün kitaplardan daha hayırlıdır. Çünkü o, sizin kitapla-larınızdan daha
Önce inmiştir. Peygamberimiz de Peygamberlerin en hayırhsı-dır.." İncile
tabi olanlar da buna benzer sözler söylediler. Müslümanlar da: "Artık
İslamdan başka din yoktur. Bizim kitabımız ondan Önceki he kitabı
neshet-miştir. Peygamberimiz, Peygamberlerin sonuncudur. Sizler de bizler de
sizin kitaplarınıza iman etmekle ve bizim kitabımızda amel etmekle
emrolunduk." dediler. Bunun üzerine Allah teala, aralarında hüküm verdi
ve buyurdu ki: "Durum ne sizin kuruntunuz ne de kitap ehlinin kuruntusuna
göredir. Kim, bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. "Böylece
Allah teala dine uyan insanları serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İyilik
yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in hanif dinine tabi olandan,
din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, ibrahim'i bir dost edinmişti. [294]
âyetini indirdi.
b- Mücahid
ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
"Sizin" ifadesinden maksat, müşrikler, "Kitap ehli"nden
maksat ise Yahudi ve Hristiyanlardır.
Bu hususta Mücahid
şunları söylemiştir: "Müşrik olan Kureyşliler ve diğer Araplar:
"Biz, Öldükten sonra diriltilmeyeceğiz ve azap görmeyeceğiz." dediler.
Yahudi ve Hristiyanla da "Cennete ancak Yahudi veya Hristiyan olanlar
girecektir. Cehnnem ateşi bizlere ancak sayılı günlerde dokunacaktır."
dediler. Allah teala da bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Durum ne sizin
kuruntuzuna ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse
onun cezasını görecektir."
Bu hususta İbn-i Zeyd
de şunları söylemiştir: "Yahudi olan Huyey b. Ah-tab, Mekke müşriklerini
Resulullah'ın aleyhine kışkırtmak için oraya gitmiştir. Müşrikler ona: "Ey
Huyey, sizler ehl-i kitapsınız biz mi daha hayırlıyız yoksa Muhammed ve
arkadaşları mı?" Huyey: "Siz onlardan daha hayırlısınız." dedi.
İşte bu husus şu âyette ifade edilmektedir. "Kendilerine kitaptan bir pay
verilenleri görmüyor musun? Onlar puta ve şeytana inanıyorlar ve inkâr
edenlere "Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır."
diyorlar." "Allah'ın lanet ettiği kimseler işte bunlardır. Allah kime
lanet ederse artık sen ona bir yardımcı bulamazsın. [295]
âyetlerini indirdi. Müşrikler hakkında da : "Durum ne sizin kuruntunuza
ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse onun cezasını
görecektir..." âyetini ve bundan sonra gelen âyeti indirdi.
c- Dehhak'tan nakledilen
diğer bir görüşe göre burada zikredilen her iki grup insandan maksat da kitap ehlidir.
Taberi, bu
görüşlerden, Mücahid'den nakledilen ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu,
burada zikredilen insanlardan maksadın, Kureyş müşrikleriyle kitap ehli olan
kimseler olduklarını söylemiştir. Zira bundan önceki âyetlerde müslümanlarm
kuruntuları zikredilmemiş, şeytanın taraftarlarının kuruntuları zikredilmiş ve
şeytanın onlara: "Ben onları boş kuruntulara sokacağım." dediği beyan
edilmiştir. Bu nedenle bu âyetteki "Sizin kuruntunuz" ifadesinden maksat,
"Siz, şeytana uyan Kureyş müşriklerinin kuruntularadır.
Müslümanlann'ku-runtulan değildir. Çünkü bir âyeti, kendisinden önce geçen
âyetlere uygun olarak tefsir etmek daha evladır. Aksine, bir âyeti, hakkında Kur'an'dan
sünnetten ve müfessirlerin icmalanndan herhangi bir delil olmaksızın,
kendisinden önce geçen âyetlere uygun olmayacak bir şekilde izah etmek isabetli
değildir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede, müşriklerin kuruntularını ehl-i kitabın ku-nıntulanyla beraber
zikretmiştir. Zira her iki fırkanın kuruntuları da şeytanın onlara verdiği
kuruntulardır. Nitekim yüz on dokuzuncu âyette bu husus açıkça zikredilmiştir.
Âyet-i kerimenin
devamında: "Kim bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir."
buyurulmaktadir. Müfessirler burada zikredilen "Kim" ifadesinden,
hangi insanların ve "Kötülük"ten de ne gibi bir kötülüğün
kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Übey b.
Ka'b, Hz. Aişe ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki
"Kim" ifadesinden maksat, mümin olsun kâfir olsun her günah işleyendir.
"Kötülük"ten maksat ise büyük küçük hertürlü günahtır. Bu izaha göre
her günah işleyen, işlediği günahın cezasını mutlaka görür. Bazılarının
cezasını dünyada bazılarının da âhirette görmüş olabilir.
Bu hususta Rebi' b.
Zeyd diyor ki: "Ben, Übey b. Ka'b'dan, Allah teala-nm, "Kim bir
kötülük işlerse onun cezasını görecektir." âyetini sordum ve dedim ki:
"Vallahi, eğer biz, işlediğimiz herşeyin cezasını göreceksek biz helak
olduk demektir." O da bana dedi ki: "Vallahi ben seni, şu anda
gördüğümden daha anlayışlı sanıyordum. Herhangi bir kimseye isabet eden
yaralanma ve ayak sürçmesi, işlediği bir günahtan dolayıdır. Allah'ın
bağışlamayıp cezalandırdıkları ise bunlardan daha çoktur. Hatta (hayvanlar
tarafından) ısırılma ve sıkıntıya düşme de bu günahların cezalarındandır."
Hz. Aişe de bu âyette
zikredilen her kötülüğün cezasının verileceği hükmünün, dünyada
gerçekleşeceğini, kulun, dünyada başına gelen musibetlerin, kötülüklerinin bir
cezası olduğunu söylemiştir.
b- Hasan-i
Basri, ibn-i Zeyd ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu
bölümünde zikredilen "Kim" ifadesinden maksat, Yahudi, Hristiyan,
ateşperest ve Arap müşrikleri gibi kâfirlerdir. "Kötülük"ten maksat
ise kâfirlerin yaptıkları kötülüklerdir. Bu görüşte olanlara göre Allah teala,
mümin olduğu halde günah işleyenlerin günahlarını bağışlayabileceğim vaad
etmiş, kâfirlerin, herhangi bir günah işlemeleri halinde ise
bağışlanmayacaklarını ve mutlaka cezasını göreceklerini bu âyetle bildirmiştir.
c- Abdullah
b. Abbas ve Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyette
zikredilen "Kim" ifadesinden maksat, müşrikler "Kötülük"
ifadesinden maksat ise, Allah'a oıtak koşmaktır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olan, Übey b. Ka'b ve Hz. Aişe'den
nakledilen birinci görüştür. Yani âyetin bu bölümünde zikredilen
"Kim" ifadesinden maksat, günah işleyen herhangi bir insan,
"Kötülük"ten maksat ise büyük küçük herhangi bir günahtır. Zira âyet
genel bir ifade kullanmıştır. Bu ifadeyi, âyet ve hadisten harhangi bir delil
bulunmaksızın özel bir mânâda yorumlamak isabetli değildir.
Taberi sözlerine
devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Sizlerin bu âyeti,
"Herhangi bir kul, herhangi bir kötülük yapacak olursa onun cezasını
mutlaka görür." şeklinde izah etmeniz karşılığında "Eğer
yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız kötülüklerinizi öner sizi güze!
bir makama koyarız. [296] âyetinin hükmü ne olacaktır? Allah tealanm,
affedeceğini vaad ettiği bir kötülüğün cezasını vereceği nasıl
düşünülebilir?" Cevaben denilir ki: "Allah te-alanın
"Kötülüklerinizi örteriz." buyurması, onları cezalandırmayacağız
anlamına gelmez. Allah teala bu ifadesi ile kıyamette müşrikleri, işledikleri
günahlardan dolayı rezil ve riisvay ettiği halde müminleri kötülüklerinden
dolayı rüsvay etmeyeceğini beyan etmiştir. Müminleri.işledikleri bu gibi
günahlarından dolayı affetmesi ve onları cennetine kavuşturması için dünyada
iken bu kötülüklerinden dolayı onlara bir kısım musibetler vermesi işte bu
kötülükleri örtmesi ve sil-mesidir. Nitekim Resulullahtan, âyetin bu şekilde
izah edilmesine işaret eden bir çok hadis-i şerifler zikredilmiştir. Ebu
Hureyre (r.a.) diyor ki:
"Kim bir kötülük
işlerse onun cezasını görecektir." âyeti inince bunun hükmü müslümaniara
ağır geldi. Bu hususu Resulullah'a açtılar. Resulullah da "Amellerinizi,
emredildiğiniz gibi yapmaya yaklaştırın. Onları tam yapmaya çalışın (ve bilin
ki) müminin başına gelen her felaket onun günahlarının bir keffaretidir. Hatta ayağına
dokunan bir şey, kendisine batan bir diken dahi bundandı" [297]
Hz. Ebubekir diyor ki:
"Ben,
Resulullah'm yanında bulunuyordum. Ona "Kim bir kötülük işlerse onun
cezasını görecektir. O kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı
bulabilir." âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah bana buyurdu ki:
"Ey Ebubekir, bana inen bir âyeti sana okuyayım mı?" dedim ki:
"Evet ya Resulullah." Bunun üzerine Resulullah onu bana okudu. Ben o
anda sanki belimin kırıldığını hissettim ve bundan (bu âyetten) dolayı
sıkıntıya düştüm. Resulullah "Ey Ebubekir, ne oluyor sana?" dedi.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, babam anam sana feda olsun. Hangimiz kötü
amel işlemiyoruz ki? Bu âyette de yaptıklarımızdan dolayı cezalandırılacağımız
beyan ediliyor. (Her kötü amelimizden dolayı cezalandırılacağımıza göre halimiz
ne olacaktır?) Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ey
Ebubekir sen, (ve diğer müminler) yaptıklarınızın cezasını dünyada
göreceksiniz ki rabbinizin huzuruna günahsız çakısınız. Diğer insanların ise,
kötülüklerinin cezası biriktirilir ki kıyamet gününde onun cezasını görsünler. [298]
Hz. Aişedediyorki:
"Dedim ki: "Ben Allah'ın kitabında hangi âyetin daha şiddetli
olduğunu biliyorum." Resulullah da bana dedi ki "O, hangi
ayettir?" Ben de dedim ki: "O, Kim bir kötülük işlerse onun cezasını
görecektir." âyetidir." Bunun üzerine Resulullah buyurdu ki
"Mümin kul, dünyada iken yaptığı amellerin en kötüsüyle
cezalandırılır." Sonra Resulullah, bu cezalardan bazılarını zikretti.
Hastalık ve yorgunluk da bunlardandır. Resulullah'm zikrettiği cezalardan en
sonuncusu da, kişinin ayağına bir şeyin dokunmasıydı. Resulullah buyurdu ki:
"İşte bütün bunlar, kulun yaptığı amelin cezasıdır. Ey Aişe, kıyamet
gününde hesaba çekilecek hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmiş olmasın."
Ben de dedim ki: "Allah teala âyetlerinde "Amel defteri sağından
verilen , kolay bir hesaba çekilecektir. Ailesine sevinçle dönecektir. [299]
buyunnuyor mu? Resulullah da buyurdu ki: "Buradaki hesap sadece yapılan
amelleri göstermektir. Kim hesaba çekilmede incelenecek olursa mutlaka azap
görür. Resulullah, incelemeyi izah ederken parmağıyla elinin içine dürtmüş ve
yeri eşeler gibi yapmıştır." [300]
124- Erkek
olsun kadın olsun, kim mümin olur da güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete
girerler. Zerre kadar da zulme uğratılmazlar.
Ey müşrikler, durum
sizin ve kitap ehlinin, kuruntuları gibi değildir. Cennete, sizler
girmeyeceksiniz, oraya ancak, erkek olsun kadın olsun bana iman eden, birliğimi
kabul eden, Peygamberim Muhammed'i ve onun, benim katımdan getirdiklerini
tasdik eden, bunlarla birlikte salih amel işleyenler, işte bunlar, cennete
gireceklerdir. Allah,iman edip salih amel İşleyen bu kullarına hurma
çe-kirdiğinin üzerindeki oyuk kadar dahi zulmetmeyecektir. Yani, Allah onlara,
yaptıkları amellerinin karşılığını tam olarak verecektir.
*Süddi bu âyetin
izahında şöyle demiştir: "İman etme, ancak salih amellerle, müslüman olma
da ancak iyiliklerde bulunma ile kabul edilmiştir. Yani kişinin, sadece
"Ben müminim" veya "Müslümamm" demesi yeterli değildir.
Ayrıca salih ameller işlemesi gerekir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki "Niçin âyet-i kerimede "Kim salih
ameller işlerse" denilmiyor da amel kelimesine "Den" takısı
eklenerek "Salih amellerden" deniliyor? Cevaben denilir ki:
"Bunun izahında İki yon vardır.
Birincisi şudur: Allah
teala mümin kullarının bütün salih amelleri işlemeye gücünün yetmeyeceğini
bildiğinden, mümin kullarının, salih amelden bazılarını işleyenleri de
vaadinden mahrum etmek istememiştir.
İkinci izah ise şudur:
Allah teala büyük günahlardan kaçınıp farz kıldığı amelleri yerine getiren
kullarına, görevlerinin bazılarında kusur etseler de onlra olan vaadlerini
gerçekleştireceğini beyan etmiştir. Bu da Allah tealadan mümin kullarına bir
lütuftur. Zira, Allah'ın iman ehline karşı müsamahakâr olması, onun şanına daha
layıktır. [301]
125- İyilik
yaparak, kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in Ha-nif dinine tabi
olandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah İbrahim'i bir dost
edinmişti.
Allah'ın emirlerini
tutup yasaklarından kaçınarak ona itaat edip boyun eğenden ve hakka yönelen
İbrahim'in dinine tabi olandan daha güzel din sahibi kim olabilir? İbrahim'in
samimiyetinden ve Allah'ı sevmesinden, Allah'ın da ondan razı olmasından
dolayı Allah onu dost edinmiştir.
Bu âyet-i kerime,
müslümanlann, diğer semavi din sahiplerinden daha üstün olduklarını beyan
etmektedir. Çünkü müslümanlar, Allah tarafından gönderilen ve hiçbir
değişikliğe uğramayan ilahi din üzeredirler. O da Hz. İbrahim'in de dini olan
Hanif dinidir.
Âyet-i kerimede
"Allah, İbrahim'i bir dost edinmişti" buyurulmaktadır. Burada
zikredilen "Dostluk"tan maksat, şöyle izah edilmiştir: "Hz.
İbrahim'in dostluğu, insanlara Allah nzası için düşman olması, Allah rızası
için buğuz etmesi yine onlan Allah rızası için dost edinmesi ve Allah rızası
için sevmesidir. Yani, insanlarla olan münasebetlerini Allah'ın rızasına göre
tanzim etmesidir. Allah tealanın, Hz. İbrahim'i dost edinmesi ise, onun,
İbrahim'e kötülük yapan Nemrut gibi kimselere karşı yardım etmesi, onu
kendisinden sonra gelen salih kullarına önder yapması ve itaatte rehber
yapmasıdır.
Bir kısım âlimler, Hz.
İbrahim'in "Allah'ın dostu" diye adlandırılmasının sebebi olarak şunu
zikretmişlerdir: "Hz. İbrahim, ailesine yiyecek temin etmek için Musul
veya Mısır halkından bir kişiden yiyecek maddeleri istemiş o kişi Hz.
İbrahim'in ihtiyacını karşılamamıştır. Bunun üzerine Hz. İb.rahim evine dönerek,
ailesini üzmemek için çuvallara kum doldurarak evine dönmüş ve gece yatıp
uyumuştur, çuvallarda bulunan kumlar Allah tarafından una dönüştürülmüş, Hz.
İbrahim'in ailesi çuvalları açınca onların un ile dolu olduklarını görmüşler
ve ondan ekmek yapmışlardır. Hz. İbrahim uyanınca ailesine, ekmekleri nasıl
yaptıklarını sormuş onlar da: "Dostundan getirdiğin undan yaptık"
demişlerdir. Hz. İbrahim meseleyi anlamış ve "Evet, o benim dostum
Allah'tandır." demiştir. İşte bu sebeple Allah, Hz. İbrahim'e Allah
dostu" unvanını vermiştir. [302]
126-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah her şeyi kuşatıcıdır.
Allah, ibrahim'i dost edinmiştir. Onu
dost edinmesinin sebebi, İbrahim'in Allah'a itaati, ona ibadette samimi olması
ve onun rızasına koşmasından-dır. Yoksa İbrahim'in dostluğuna ihtiyacı
olduğundan değildir. Allah, İbrahim'e nasıl muhtaç olabilir ki, göklerde ve
yerde bulunan herşeyin var edilişi, mülkiyeti, gözetimi ve denetimi ancak
Allah'a aittir. O, yaratıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Onun
verdiği hükme kimse itiraz edemez, yaptıklarından kimse hesap soramaz. Zira o adaletlidir,
hikmet sahibidir, lütuf ve merhameti herşeyi kuşatmıştır. [303]
127- Kadınlar
hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "O kadınlar hakkında size fetvayı
Allah veriyor. Yazılan haklarını verdiğiniz ve kendileriyle evlenmek
istediğiniz yetim kadınlar, zayıf düşürülen çocuklar hakkındaki ve yetimlere
adaletle davranmanız hususundaki hükümlere de Kur'an'da size okunan âyetler
fetva verir. Ne hayır işlerseniz şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimenin bölümünü gramer
yönünden çeşitli şekillerde tahlil etmişlerdir,
a-
Bazılarına göre bu cümle mübteda olarak merfudur. Haberi ise daha önceki
cümlenin haberi olduğunda hazfedilmiş, düşürülmüştür. Cümlenin tam şekli
şöyledir: Mâ'nâs'ı ise'şöyledir: "Ey Mûhammed', kadınlar hakkında senden
fetva istiyorlar. De ki: "Kadınlar hakkında fetvayı Allah Ve kitapta
okunan âyetler verir."
b- Diğer bir
kısım müfessirlere göre cümlesi mübteda cümlesi ise haberdir. Bu izaha göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Ey
Mûhammed, kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "Onlar
hakkında size fetvayı Allah veriyor. Bu kitapta size okunan âyetler levh-i
mahfuzda bulunmaktadır."
c- Diğer bir
kısım âlimlere göre cümlesi yemin cümlesidir. harfi de yemin dır. Buna göre
âyetin mânâsı şöyledir. "Ey Mûhammed, kadınlar hakkında senden fetva
istiyorlar. De ki: "Kitaptan size okunan âyetlere yemin olsun ki o
kadınlar hakkında fetvayı size Allah veriyor."
d- Diğer bir
kısım müfessirler ise cümlesinin, hazfedilmiş bir haıf-i ceriyle mecrur
olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey
Mûhammed, kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "O kadınlar
hakkında ve kitapta size okunup zikredilen meseleler hakkında size fetvayı Allah veriyor."
Âyet-i kerimenin meali
birinci izah şekline göre hazırlanmıştır. Taberi ise dördüncü ve sonuncu izah
şeklini almış ve âyeti şu şekilde izah etmiştir: "Ey Mûhammed, ashabın
sana kadınlar hakkında fetva soruyorlar. Haklarının ve vazifelerinin ne
olduğunu öğrenmek istiyorlar. Onlara de ki: "O kadınlar hakkında size
fetvayı Allah verir. Allah'ın, peygamberine indirmiş olduğu kitapta durumları
size ani atı lan, Ali ah'in kendileri için farz kılmış olduğu miras paylanın
vermediğiniz ve kendileriyle evlenme arzusunda bulunduğunuz yetim kadınlar
hakkında da size fetvayı Allah verir."
Taberi, âyeti bu
şekilde izah ettikten sonra kitapta zikredilen,hükümlerden hangi hükümlerin
kasdedildiği hususunda müfessirlerin ihtilaf etlikleri Özetle şu şekilde
anlatılmaktadır:
1- Hz. Aişe,
Said b. Cübeyr, Şu'be, İbrahim en-Nehai, Süddİ, Mücahid, Katade ve Abdullah b.
Abbas'a göre, kitapta zikredilen hükümlerden maksat bu surenin baş tarafında
geçen ve miras hükümlerini açıklayan on birinci ve on ikinci âyetteki
hükümlerdir. Bunlara göre âyetin izahı şöyledir: "Ey Mûhammed, kadınlar
hakkında senden, fetva soruyorlar. Onlara de ki: "O kadınlar hakkında
size fetvayı Allah veriyor ve bu Kur'an'da zikredilen miras hükümleri bakımından
kendilerine farz kılınan haklanın vennediğiniz ve kendileriyle evlenmek
istediğiniz yetim kadınlar hakkında kendilerine mirastan pay verilmeyerek zayıf
düşürülen çocuklar hakkında ve yetimlere adaletle davranmanız hususunda da
size fetvayı Allah veriyor.
Cahiliye döneminde,
çocukları ve kadınları, mirasçı saymadıklarından, Allah teala, bu âyet-i
kerimede kadınların ve çocukların da bu surenin on birinci ve on ikinci
âyetlerinde zikredildiği gibi mirasçı olacaklarını beyan etmiştir.
Bu âyetin izahında
Said b. Cübeyr diyor ki: "Cahiliye döneminde, sadece erginlik çağına
girmiş olan erkekler mirasçı oluyorlar, çocuklar ve kadınlar ise mirasçı
olmuyorlardı. Nisa süresindeki, miras hükümlerini beyan eden âyetler inince, bu
insanlara ağır geldi ve dediler ki: "Artık şimdi inal kazanmayan ve onu
idare etmeyen çocuklar ve kadınlar da, mal kazanmak için çalışan erkekler gibi
mirasçı oluyorlar." Bu şekilde konuşan insanlar bu hususta bir âyet geleceğini
ümit ediyorlardı. Bir süre beklediler. Böyle bir şey gelmediğini görünce şöyle
dediler: "Yemin olsun ki, bu böyle kalırsa, mutlaka yerine getirilmesi gereken
bir farz olur. Gidin bunu sorun." Bunun üzerine gidip Resulullah'a sordular.
Allah teala da bu âyeti indirdi ve buyurdu ki "Ey Mûhammed, sana kadınlar
hususunda fetva soruyorlar. De ki: "Onlar hakkında da, bu kitabın bu
suresinin baş tarafında zikredilen miras hükümleri bakımından yetim kadınlar
hakkında da size fetvayı Allah veriyor." Hz. Aişe diyor ki: "Bu âyet şu gibi erkeklerin
durumunu açıklamaktadır, O erkeğin yanında velisi ve mirasçısı olduğu yetim bir
kız bulunur. O kız ona, bir hurmanın salkımında bile ortaktır. Bu erkek onunla
evlenmek istemez. Onu, malında kendisine ortak olur korkusuyla başka bir
erkekle de evlendirmez. Böylece onun evlenmesine engel olur. İşte bu âyet, bu
gibi erkekler hakkında nazil olmuştur.
2- Said b.
Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre kitapta zikredilen hükümden maksat,
bu surenin son âyetinde kardeşlerin miras payı zikredilen âyetteki hükümlerdir.
Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey Muhammed, kadınlar hakkında
senden fetva soruyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı Allah veriyor. Bu
surenin son âyetinde size okunan âyetin hükmü bakımından kendilerine farz
kılman haklannı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim
kadınlar hakkında mirastan pay verilmeyerek zayıf düşürülen çocuklar hakkında
ve yetimlere adaletli davranmanız hususunda da size fetvayı Allah veriyor.
Cahiliye döneminde,
erginlik çağına gelmemiş olan çocuklara, mirastan pay vermiyorlardı. Bunlar,
ölenin bacısı ve kardeşi de olsalar mirastan pay ala-miyorlardı. Bu âyet indi ve
büyük olsun küçük olsun kardeşlerin de mirastan pay alacaklarım beyan etti.
3- Hz.
Aişe'den nakledilen diğer bir görüşe göre, kitapta zikredilen hükümden maksat,
bu surenin üçüncü âyetinde zikredilen ve mehirleri verilmeden
/yetimlerle evlenmeyi
yasaklayan âyet-i kerimenin hükmüdür. Zira cahiliye döneminde kişiler,
velayeti altında bulunan, malında kendisine ortak olan ve güzelliği de yerinde
olan yetimlerle evleniyor onlara mehir vermiyorlardı. Bu surenin dördüncü
âyeti indi, yetimlere karşı adaletli davranamayanlara, diğer kadınlarla
evlenmeyi emretti. İşte bu âyet-i kerimede o hüküm zikredilmektedir, ve
"Kitapta size okunan" şeklinde ifade edilmekte ve bu hükmü de
Allah'ın koyduğu bildirilmektedir.
4- Muhammed
b. Musa'ya göre ise kitapta zikredilen hükümlerden maksat, Resulullah'tan
sormadıkları ve kocasıyla geçinemeyeceğinden korkan kadının hükmüdür. Bu hüküm
de bu âyetten sonra gelen âyette zikredilmektedir.
Bu izaha göre âyetin
mânâsı şöyler'ir: "Ey Muhammed, sana kadınlar hakkında feva soruyorlar. De
ki: "Sorduğunuz o kadınlar hakkında da fetvayı Allah veriyor. Bu surenin
yüz yirmi sekizinci âyetinde size okunan, kocasıyla geçinememekten korkan
kadının durumu hususunda da size fetvayı Allah verir. O sordukları kadınla da,
yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim
kadınlardır."
Bu hususta, Muhammed
b. Musa diyor ki: "Sahabiler, Resulullah'tan bu
âyette hükümleri belirtilen yetim kızlar
ve küçük çocuklar hakkında soru sormuşlardır Zira cahiliye döneminde çirkin olan
yetim kızlarla ne evleniyorlar ne de mallarını kendilerine veriyorlardı ki
onlar mallarını kendilerle harcasınlar. Küçük çocukları da mirasçı
saymıyorlardı. İşte Allah teala, sormuş oldukları bu soruların fetvasını
verdiği gibi, sormadıkları, kocasıyla geçinmesinden korkan kadın hakkında da
bundan sonra gelen âyette fetva verdiğini bildirdi. Böylece bu âyette,
sormadıkları şeyden de fetva vereceğini zikretti.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı birinci görüştür. "Kitapta size
okunan şeyler"den maksat, bu surenin baş tarafında ve en sonunda
zikredilen ve miras hükümlerini beyan eden âyetlerdir. Buna göre âyetin izah
ışöyledir: "Ey Muhammed, kadınlar hakkında senden fetva soruyorlar. De ki:
"Kadınlar hakkında size fetvayı Allah verir ve Kur'an'da size okunan miras
âyetlerindeki hükümler yönünden Allah'ın kendileri için mirastan pay takdir etmesine
rağmen sizlerin kendilerine mirastan pay vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek
istediğiniz yetim kadınlara ait olan fetvayı da Allah verir. Yine erginlik
çağına gelmedikleri için kendilerine mirastan pay verilmeyerek zayıf düşürülen
çocuklara ait ve sizin, yetimlere karşı adaletli davranmanız hakkındaki fetvayı
da Allah verir."
Âyet-i kerimede geçen
ve "Evlenmek istediğiniz" şeklinde tercüme edilen cümlesi, Hasan-ı
Basri ve Hz. Aişe tarafından "Kendileriyle evlenmek istemezsiniz."
şeklinde izah edilmiştir. Onlara göre âyetin bu bölümü, güzel olmadığından veya
malı az olduğundan kendisiyle evlenilmek istenilmeyen yetim kızları beyan
etmekte ve bunlara mirastan paylarının verilmesi, kendileriyle evlenmek
isteyenlere engel olunmaması istenmektedir.
Âbide es-Selmani ve
Abdullah b. Abbas'a gör ise bu ifadeden maksat, "Kendileriyle evlenmek
istediğiniz kadınlar." demektir. Bunlara göre Allah teala, âyet-i
kerimenin bu bölümünde velayeti altında yetim kızlar bulunan velilere, güzel
gördükleri ve zengin buldukları yetimlerle zorla evlenmelerini yasaklamış ve
çirkin olan yetimlerin evlenmelerine engel olarak mallarını almayı arzu eden
velilerden de bu çeşit davranışlarını yasaklamıştır.
Taberi birinci görüşü
tercih etmiştir. Çünkü âyet-i kerime, evlenmelerine engel olunarak mallarına el
konulan yetim kızlara bu şekilde davranilmamasını emretmektedir. Yoksa
kendisiyle evlenilmesi halinde veliye böyle bir şeyin yasaklanmasını
gerektiren herhangi bir durum yoktur.
Görüldüğü gibi âyet-i
kerimede, yetim olan kız çocuklarına iyi davranıl-ması emredildiği gibi küçük
çocuklara da mirastan paylan verilerek iyi davra-nılması emredilmiş, aynca
genel olarak yetimler hakkında adeletli davranılması emredilmiştir. .
İbrahim en-Nehai.
diyor ki: "Ömer b. el-Hattab'a, yetim bir kızın velisi geldiğinde eğer o
kız güzel ve zengin ise Ömer ona derdi ki: "Sen bunu başka biriyle
evlendir. Sen bu kız için senden daha hayırlı birini ara." Şayet kız
çirkin olur ve malı bulunmazsa bunun velisine de "Sen bununla evlen. Çünkü
bununla evlenmeye sen daha layıksın." derdi.
Hasan-ı Basri de diyor
ki: "Bir adam, Ali b. Ebi Talib'e geldi ve ona dedi ki: "Ey
müminlerin emiri, benimle yetimimin durumu ne olacaktır?" Ali: "Hang
hususunuzda?" dedi. Adam meseleyi anlattı. Ali, "O, zengin ve güzel
olursa sen onunla evlenir misin?" dedi. Adam: "Evet vallahi
evlenirim." dedi. Ali: "O halde sen onunla çirkin ve malı olmadığı
halde de evlen." dedi. Ali sözlerine devmala "Eğer sen onun için
hayırlı olursan onunla evlen. Şayet senden başkası onun için hayırlı olursa sen
onu, hayırlı olana ver." dedi. [304]
128- Bir
kadın, eğer kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden
korkarsa, karı kocanın, aralarında anlaşarak sulh olmalarında bir sakınca
yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler cimri olarak meydana
getirilmiştir. Eğer iyilik yapar, Allah'tan korkarsanız, şüphesiz ki Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır.
Eğer bir kadın,
yaşlılık ve çikinlik gibi sebeplerle kocasının kendisini kötü görerek
kendisiyle geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, koca
ve kandan her birinin, nikah akdini devam etmek için, bir kısım haklarından
vazgeçerek uzlaşmalarında veya başka bir yolla anlaşmalarında bir sakınca
yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Yani anlaşarak evliliği devam ettirmek,
an-Iaşamayip boşanmaktan daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler cimri olarak
meydana getirilmiştir. Yani kadın ve erkekten her biri hakkından vazgeçmek
hususunda çok cimridir, hakkını almakta çok hırslıdır. Eğer sizler,
hanımlarınıza karşı iyi davranır onların nafaka ve sıralarında adaleti
gözeterek Allah'tan korkarsanız, şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır. İyilik yapanı iyilikle, kötülük yapanı da kötülükle
cezalandıracaktır.
Hz. Ali, Hz. Ömer,
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Hz. Aişe, Âbide es-Selmani, Mücahid, İbrahim
en-Nehai, Hakem, Katade, Süleyman b. Yesar, Süddi, İbn-i Zeyd ve Dehhak bu
âyette zikredilen koca ile karının uzlaşmalarını şöyle izah etmiştir. Bir
erkek, karısının çirkinliğinden veya yaşlılığından yahut başka bir şeyinden
dolayı onu sevmeyecek olur bununla birlikte onu boşamak istemezse kadının,
sırasını kumasına bırakarak veya nafakasından yahut mehilinden bir kısmını
bırakarak kocasıyla uzlaşmasında bir mahzur yoktur. Şayet kadın, böyle bir
fedakârlıkta bulunmazsa kocasının onu razı etmesi veya ona eşit davranması
yahut da onu boşaması gerekir.
Bu hususta Hz, Aişe
(r.anh.) diyor ki: "Bu uzlaşma şu şekilde olabilir: "Kişin iki hanımı
bulunur, hanımlarından biri ihtiyardır veya pek güzel değildir. Bu hanım
kocasına "Beni boşama fakat benden yana serbest ol." der. Böylece
uzlaşmış olurlar. [305]
Âyet-i kerimede
"Nefisler pek cimri olarak yaratılmıştır" bu yurul m aktadır.
Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Ata ve Süddî'ye göre âyetin bu bölümü her ne
kadar erkek ve kadın ayırımını yapmadan genel bir hüküm ifade ediyorsa da bu
ifadeden maksat, kadındır. Zira, gerek sırasından gerekse nafakasından fedakarlıkta
bulunacak olan ve bu yolla, kocasının kendi sile uzlaşmasını sağlayacak olan
kadındır.
İbn-i Zeyd'e göre ise
âyetin bu bölümündeki hüküm, hem kocayı hem de karıyı ifade eder. Koca da
malından bir şey vererek kadını razı etmekte cimri davranır, Kan da haklarının
bir kısmından vaz geçerek kocasının sevgisini kazanmakta cimri davranır..
Taberi, birinci görüşü
tercih etmiş ve erkeğin mallarından bir şeyler vererek kadını razı etmesi caiz
olmadığından, erkeğin cimriliğinin söz konusu olmayacağını söylemiştir. Zira,
erkeğin kadına, bir kısım mallarını vermesi, herhangi bir karşılık olmaksızın
verilmiş olacaktır. Bu da başkasının malını haksız yere yemiş olmaktır ki caiz
değildir. [306]
129- Ne
kadar isteseniz de kadınlar hakkında adaleli sağlamaya gücünüz yetmez. Bîrine
tamamen meyledip diğerini askıda bırakmayın. Eğer sulh olur Allah'tan
korkarsanız muhakkak ki Allah çok affeden ve çok merhamet edendir.
Ey erkekler, sevgi ve
gönül bağlama gibi hususlarda ne kadar isteseniz de
kadınlar arasında adaletli davranmaya
gücünüz yetmez. Bununla beraber, birine sevginizle tamamen meyledip diğerini,
kocasız kadınmış gibi askıda bırakmayın. Eğer sizler, sıra mevzuunda ve
benzeri hususlarda kadınlar arasında adaletle davranarak yahut da kadınlar
kendi nzalanyla sıralarının ve nafakalarının bir kısmından vazgeçerek
anlaşırsanız ve emir ve yasaklan hususunda Allah'tan korkarsamz şüphesiz ki
Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Günahlarınızı Örter ve size
merhametli davranır.
Âyet-i kerimede,
adaletin tam olarak sağlanamayacağı belirtilen hususlar, sevgi ve gönül verme
hususlarıdır. Yoksa nafaka ve kadınlar arasında günlerin taksimi hususu
değildir. Çünkü Allah teala: "..Hoşunuza giden kadınlardan iki, üç ve
dörde kadar evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten
korkarsamz o zaman tek bir kadınla evlenin... [307]Duyurulmaktadır.
Burada zikredilen adaletten maksat ise, nafaka ve kadınlar arasındaki günlerin
taksimindeki adalettir. Böyle bir adaleti yerine getiremeyenin, birden fazla evlenmesi
yasaklanırken bu hususlarda adaleti yerine getirip fakat sevgi ve muhabbet
bakımından adaletli davranamayan erkeğin birden fazla evlenmesi serbest
bırakılmıştır.
Hz. Aişe (r.anh.)
diyor ki:
"Resulullah
(s.a.v.) nafaka ve günlerin taksimi bakımından hanımları arasında adaletli
davranıyor, bununla beraber şöyle buyuruyordu: "Ey Allahım, bu benim
gücümün yettiği şeyleri taksim etmemdir. Senin gücünün yettiği, benim ise
gücümün yetmediği şeylerin taksiminden dolayı beni kınama (hesaba çekme)" [308]
Burada Resulullah
(s.a.v.) in, taksiminde gücünün yetmediğinden bahsettiği husus, kalbi
sevgidir. Nitekim âyetteki: "Birine tamamen meyledip diğerini askıda
bırakmayın." ifadesi bunu göstermektedir.
Müfessirler, âyet-i
kerimenin: "Ne kadar isteseniz de kadınlar arasında
adaleti sağlamaya gücünüz yetmez."
bölümünde zikredilen ve erkeklerin, karıları arasında sağlamaya güçlerinin
yetmeyeceği bildirilen hususu şu şekilde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Âbide es-Selmani, Süfyan es-Sevri ve İbn-i Zeyd'e göre erkeklerin,
karıları arasında adaleti sağlayamayacakları şeyden maksat, sevgi ve cinsel
ilişkidir.
b- Dehhak'a
göre şehvani arzular ve cinsel ilişkidir.
c- Hz.
Ömer'e göre ise kalben meyletme ve gönül vermedir.
Katade, Hz. Ömer'in bu
hususta şöyle dua ettiğini rivayet etmiştir: "Ey Allahım, ben kalbime
malik değilim, ama bunun dışındaki şeylerde adaletli olduğumu umarım."
Nitekim bu hususta
Resulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
"Ey Allahım, bu
benim, gücümün yettiği şeyleri taksim etmemdir. Sen beni, senin gücünün yettiği
ve benim gücümün yetmediği şeylerin taksimi hususunda kınama." (Yani
kalben sevgi hususunda kınama)" [309]
Âyet-i kerimede
"Kadınlardan (hanımlarınızdan) birine tamamen meyletmeyin..." bu
vurulmaktadır.
Âbide es-Selmani'ye
göre burada tamamen meyledilmesi yasaklanan husustan maksat, kişinin bizzat
kendisinin bir tarafa meyletmesidir. Yani sevgide ve cinsel ilişkide tamamen
meyletmesidir.
Hasan-ı Basri'ye göre
cinsel ilişki ve günlerin taksiminde tamamen meyletmektir.
Mücahid'e göre,
kasıtlı olarak kötü davranmaya meyletmektir. İbn-i Zeyd'e göre, kadının yanında
bulunduğu günde ondan faydalanacağı şeylerde tamamen meyletmesidir. Süddi'ye
göre, nafaka hususunda ve günlerin taksiminde tamamen bir tarafa
meyletmesidir.
Peygamber efendimiz,
bu gibi bir meyilde bulunan erkek hakkında şöyle buyurmuştur:
"Kimin iki karısı
bulunur da onlardan birine meyledecek olursa o kimse kıyamet gününde bir
tarafına doğru eğilmiş olarak gelecektir." [310]Diğer
bir rivayette şöyle buyurmuştur:
"O kimse kıyamet
gününde vücudunun yansı yok okluğu halde gelecek-tir. [311]
Âyet-i kerimede
"Diğerini askıda bırakmayın." Duyurulmaktadır. Abdullah b. Abbas,
Said b. Cübeyr, Mücahid, İbn-i Ebi Neeiyh ve Süddi'ye göre bu ifadeden maksat,
"Meyletmediğiniz diğer kadını ne dul ne evli gibi bir şekilde askıda
bırakmayın." demektir.
Hasan-i Basri ve Rebi'
b. Enes'e göre "Ne boşanmış ne de evli bir şekilde ortada
bırakmayın." Katade'ye göre: "Hapsedilmiş gibi bırakmayın."
demektir, İbn-i Zeyd'e göre "Ne kocalı ne kocasızmış gibi ortada
bırakmayın." demektir.
Ayet-i kerimenin
sonunda "Eğer sulh olur Allah'tan korkarsanız muhakkak ki Allah çok
affeden ve çok merhamet edendir." buyuru İm aktadır. Bu ifadenin izahı
şöyledir: "Ey insanlar, eğer amellerinizi düzeltir, karılarınız arasında
günlerin taksimini, nafakanın bölüştürülmesi ve örfe göre davranışlarda
adaletli davranırsanız, bu hususlarda haksızlık yapmazsanız ve birini askıda
bırakarak diğerine tamamen meyletmeyip Allah'tan korkarsanız bilin ki Allah
sizin daha önce böyle yaptıklarınızı ceza 1 andırmayarak sizleri affedendir ve
bu gibi davranışlardan vazgeçerek tevbe etmenizi de kabul ederek sizlere karşı
merhametli olandır. [312]
130- Eğer
karı koca, birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onların herbirini, geniş
lütfuyla muhtaç bırakmaz. Allah'ın lütfü geniştir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Eğer kocası kendisine kötü davranan veya kendisinden yüz çevirip
güzelliğinden yahut gençliğinden veya diğer bir hususundan dolayı kumasına
meyleden bir kadın, günlerinin bir kısımmdan vaz geçmemekte diretecek olur da
kocasından boşanmak isterse koca da bu kansina diğer kansı gibi eşit davranmamakta
ısrar eder de bu karısından ayrılmak isterse ve bunlar boşanarak birbirlerinden
ayrılacak olurlarsa Allah, ayrılan koca ve kadından herbirini lütfuyla muhtaç
bırakmaz. Karıya eski kocasından, kendisi için daha iyi bir koca kocaya da o
karısından daha iyi bir kadın lütfeder ve herbirine daha fazla rızık verir.
Yahut da iffet nasib eder. Allah, bunları ve diğer yaratıklarını
rızıkiandırmada rızkı bol olandır. Karı koca ve diğer yaratıklar arasında
verdiği hükümlerde sevk ve idaresinde hüküm ve hikmet sahibidir. [313]
131-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap
verilenlere ve size, Allah'tan korkmanızı emrettik. Eğer inkâr ederseniz bilin
ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç
değildir, hamde layıktır.
Göklerde ve yerde ne
varsa hepsi Allah'a aittir. Sizden Önce kendilerine Tevrat ve İncil verilen
ehl-i kitaba ve sizlere: "Allah'tan korkun." diye vahyet-tik. Buna
rağmen şayet sizler, Allah'ın birliğini inkar eder ve emrine karşı gelirseniz
elbetteki sizler ona hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü göklerin ve yerin hükümranlığı
sadece ona aittir. Şüphesiz ki Allah, yarattıklarından hiçbirisine1 muhtaç
değildir. Yaptıklarında ve verdiği nimetlerinde övülmeye layıktır.
Taberi diyor ki:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." âyet-i kerimesinin,
"Eğer karı koca birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onların herbirini
geniş lütfuyla muhtaç bırakmaz." âyetinin hemen arkasından gelmesinin
sebebi, Ailah tealanın, kullarının, sıkıntıya düşmeleri ve gariplik
hisssetme-leri halinde başvuracakları ve ihtiyaçlarını isteyecekleri yeri
bildimıesidir. Böylece kullan, herhangi bir sıkıntıya düştüklerinde veya muhtaç
kaldıklarında yahut eşlerinden ayrılarak yalnızlık hissettiklerinde, isteklerin
mercii olan Allah'a başvursunlar, ondan yardım istesinler. Zira göklerin ve
yerin bütün mülkü ona aittir. Bu itibarla her isteyenin isteğini karşılaması ve
her muhtacın ihtiyacını gi-dermesi onun için imkansız değildir.
Taberi diyor ki:
"Allah teala âyet-i kerimenin baş tarafında, kendisine başvuracak
olanların isteklerini karşılamada kuvvet ve kudret sahibi olduğunu, göklerin ve
yerin mülkünün kendisine ait olduğunu beyan ettikten sonra, âyet-i kerimenin
devamında,daha önce kıssaları yüz beşinci ve ondan sonra gelen âyetlerde
zikredilen ve hainlik yaptıkları belirtilen Übeyrikin oğullarına yardımcı
olmak isteyenleri zikretmiş ve buyurmuştur ki: "Ey insanlar, sizden önce
kendilerine Tevrat ve İncil verilen ehl-i kitaba da size de emrettik ki,
Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten kaçının.
Şayet sizler, Allah'ın
size verdiği bu emri inkâr eder ve onu çiğneyecek olursanız, bilin ki siz bu
davranışınızla ona hiçbir zarar veremezsiniz. Sadece kendinize zarar vermiş
olursunuz. Ey müminler, böyle yaparsanız, sizden önceki kitap ehlinin müreffeh
yaşantısını ve güven içinde olmasını bozup onları maymunlara ve domuzlara
çevirdiği gibi cezalnıdınr. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi ona aittir.
Onun aziz kıldığına karşı çakacak veya zelil kıldığın savunacak hiçbir kimse
yoktur. Çünkü her şey onun yaratığıdır, ona muhtaçtır. Onları ayakta tutacak
olan da O'dur, helak edecek olan da O'dur. O zengindir, hiçbir şeye muhtaç
değildir. Yaptığı işlerinden ve lütfettiği nimetlerinden dolayı . övülmeye
layıktır. [314]
132-
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.
Şüphesiz ki göklerin ve yerin ihtiva
ettiği herşeyin mülkiyeti Allah'a aittir. Onların hepsini sevk ve idare e*den
ve koruyan O'dur. Orada bulunanların herhangi birinin bilgisi Allah'ın bilgisi
dışında değildir. Onları korumak ve sevk ve idare etmek Allah için zor
değildir.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Bundan Önceki âyette ve bu âyette peşpeşe
göklerin ve yerin Allah'a ait olduğunun tekraren zikredilmesinin sebebi
nedi?" Cevaben denilir ki: "Her iki âyette, Allah tealanm, göklerin
ve yerin maliki olduğunun zikredilmesi, Allah tealanın sıfatlarından, farklı
şekillerde haber verilmesine binaendir. Zira birinci âyette kulların,
yaratıcılarına muhtaç oldukları, yaratıcının da, göklere ve yere malik olduğu,
bu itibarla da kullanılın ihtiyacını giderecek güçte olduğu beyan edilmiştir.
Bu âyette ise Allah'ın kullannı himaye ettiği, onların ne yaptıklarını ildiği
ve onlan sevk ve idare ettiği beyan edilmekte ve göklerle yerde bulunan
herşeyin himayesi ve idaresinin Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.
Eğer denilecek olursa
ki: "Birinci âyetin sonunda "Allah hiçbir şeye muhtaç değildir,
hamde layıktır." buyurulduktan sonra bu âyetin sonundaki "Vekil
olarak Allah yeter." ifadesi de zikredilecek olsaydı göklerin ve yerin
Allah'a ait olduğunu tekrar etmeye ihtiyaç kalmamış olurdu. Çünkü önceki
âyetten, Allah'ın hiçbir kimseye muhtaç olmadığı, övülmeye layık olduğu ve
kullarını himaye ettiği, onlan sevk ve idare ettiği anlaşılmış olurdu. O halde
neden Allah tealanın, göklerin ve yerin sahibi olduğu ifadesi tekrarlanmak
suretiyle iki ayrı âyet oldu?" Cevaben denilir ki: "Birinci âyette
Allah'ın zengin olduğunu ve övülmeye lakıyk olduğunu açıklamayı icabettiren
hususlar zikredildi. Orada Allah tealanın koruyuculuğunu ve sevk ve idare
ediciliğini zikretmeyi icabettiren bir husus zikredilmedi. Bu itibarla önceki
âyetin sonunda bu sıfatlann zikredilmesi münasip olmadı. Allah tealanın,
göklerin ve yerin maliki olduğu tekrar zikredildi. Onların koruyucusu ve idare
edeninin de Allah teala olduğu beyan edildi. [315]
133- Ey
insanlar, eğer Allah dilerse sizi yok eder de yerinize başkalarını getirir. Ve
Allah buna kadirdir.
Ey insanlar, eğer
Allah dilerse sizleri helak edip yok eder. Başkalarını sizin yerinize getirir.
Çünkü Allah herşeye kadirdir. Sizi helak edip yerinize baş-kalannı getirmek
onun için güç bir şey değildir.
Taberi diyor ki:
"Allah teala bu âyet-i kerimesiyle bu surenin yüz beşinci ve ondan sonra
zikredilen âyetlerinde kıssaları beyan edilen ve başkasına ait olan bir zırhı
çalarak veya saklayarak emanete ihanet ettikleri bildirilen kişileri kınamakta,
Resulullah'ın sahabilerini de onlar gibi olmaktan sakındırmakta ve sahabilere,
zırh olayında ihanet edip dinden çıkarak müşriklere katılan kimse gibi
olmamalarını emretmektedir. Aksi takdirde böyle bir kişinin sadece kendisine
zarar vermiş olacağı beyan edilmektedir ve buyurulmaktadır ki: "Ey insan-lar,eğer
Allah dilerse sizi yok edip de yerinize başkalanm getirir." Yani
Allah,-Übeyrikin oğullarının yaptıklan gibi yapanlan helak edip köklerini
kurutur. Muhammed'e ve sahabilerine, Allah'ın dini hususunda yardım edecek
başka insanlar getirir. Nitekim bu hususta diğer âyetlerde de şöyle
buyurulmaktadır: "Eğer haktan yüz çevirirseniz Allah, yerinize başka bir
kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar. [316]"Ey
Peygamber, Allah'ın, gökleri ve yeri yerli yerince yarattığını görmez misin?
Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize yeni bir kavim getirir. Bu, Allah için
asla zor değildir. [317]
Ebu Hureyre (r.a.)
diyor ki:
"Bir gün
Resulullah, "Eğer haktan yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir kavim
getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar.." âyetini okudu. Orada bulunanlar:
"Ey Allah'ın Resulü, bizim yerimize kim getirilecektir?" diye
sordular. Resulullah da: "Selmamn omuzuna vurdu ve dedi ki: "İşte bu
ve kavmidir. İşte bu
ve kavmidir." [318]
134- Kim
dünya nimetini isterse bilin ki dünya ve
âhiret nimeti Allah katındadır. Allah, herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi
görendir.
Kim, Muhammed'e iman
ettiğini açığa vurmasına rağmen içinde inkârı - gizler ve münafık olarak,
sadece dünya malını isteyecek olursa o kimse bilsin ki onun dünyadaki amelinin
karşılığı da Allah katındadır. O da kendisine, müslü-man göründüğü için
ganimetten pay verilmesi, canının, malının ve soyunun emniyet içinde olması
gibi nimetlerdir. Onun dünyadaki bu amelinin âhiretteki karşılığı da Allah'ın
katındadır. O da cehennem ateşidir.
Bu hususta başka
âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Kim dünya hayatını ve onun
zinetlerini isterse, biz onlara, dünyada yaptıklarının tam karşılığını
veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez." "İşte onlara
âhırette de cehennem ateşinden başka bir şey yoktur. Orada yaptıkları boşa
çıkmıştır. Zaten işledikleri bâtıldır." [319]Taberi
diyor ki: "Bu âyet-i kerimede, Übeyrikin oğullarına yardımcı ve şefaatçi
olmak isteyen ve nifaklarında ve amellerinde onlara benzeyen kimseler
kastedilmektedir. [320]
135- Ey iman
edenler, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutanlar olun. Kendiniz
veya ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa. Hakkında şahitlik yapacağınız
kimse zengin de olsa fakir de olsa. Allah o ikisine daha yakındır. Adalet
hususunda heva ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz
şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Ey iman edenler,
verdiğiniz hükümlerde adaleti ayakta tutun. Allah için hakkıyla şahitlik
edenler olun. Yaptığınız şahitlik kendi aleyhinize veya ana babanız aleyhine
yahut diğer akrabalarınız aleyhine de olsa. Hakkında şahitlik edilen kimse
zengin de olsa fakir de olsa. Kişinin zenginliği veya fakirliği sizi yalancı
şahitliğe itmesin. Çünkü Allah o ikisine sizden daha yakındır. Onlar için-neyin
faydalı olduğunu çok iyi bilmekte ve hükümlerini ona göre göndermektedir.
Keyfi davranışlarınız sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Şayet şahitliği eğip
büker, tahrif ederseniz veya şahitlik yapmayıp meseleyi gizlerseniz bilin ki Allah,
yaptıklarınızdan haberdardır ve ona göre size karşılığını verecektir.
Allah teala bu âyet-i
kerimede müminlere, emanet zırhı saklayarak veya çalarak ona ihanette bulunan
Übeyrikin oğullarına, fakir ve muhtaç oldukları için Resulullah'ın yanında
yardımcı olmak isteyen ve onlan savunan insanların durumuna düşmemelerini
emretmekte ve onlara buyurmaktadır ki "Adaletli davranmak sizin ahlakınız
olsun. Şahitliğinizi, kendiniz ve yakınlarınız aleyhine dahi olsa doğru olarak
yapm."
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Kişi kendi aleyhine nasıl adaletli bir
şahitlikte bulunacaktır? Kişinin kendi aleyhine şahitliği nasıl
olacaktır?" Cevaben denilir ki: "Kişinin üzetinde, başkasına ait olan
bir hak bulunur da o da bunu iiaf edece olursa kendi aleyhine şahitlik etmiş
olur."
Bu âyet-i kerimenin
aslında neye işaret ettiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.
a- Daha önce
de zikredildiği gibi bu âyet-i kerime, müminleri, Übeyikin oğullarını mazur
gören ve onları savunan kişilerin durumuna düşmemeleri için uyarmakta ve bu
hususta onlan eğitmektedir.
b- Süddi'ye
göre ise bu âyet-i kerime, bir hüküm verme niyetinde olan Resulullah'i ikaz
etmektedir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Bu âyet, Resululah hakkında nazil
oldu. Sebebi de şuydu: Biri zengin diğeri fakir iki kişi gelip bir.birleri hakkında
Resulullah'a şikayette bulundular. ResuluIIah'ın eğilimi fakirin lehine idi.
Zira bir fakirin bir zengine haksızlık yapamayacağı kanaatinde idi. Fakat Allah
teala zenginin de fakirin de hakkında adaletin ayakta tutulmasında ısrar etti
ve buyurdu ki: "Aleyhinde şahitlik ettiğiniz kimse zengin de olsa fakir de
olsa adaletten ayrılmayın. Zira onlan korumaya ve savunmaya Allah daha
layıktır."
c- Abdullah
b. Abbas'a göre ise bu âyet-i kerime, müminlerin, şahitliklerini doğru bir
şekilde yapmaları hususunda nazil olmuştur. Öyle ki Allah teala müminlere,
kendi aleyhlerine veya babalan ve oğullan aleyhine de olsa hakkı söylemelerini,
bu hususta zenginliğinden dolayı bir kişiyi kayırmamalarını, bir kişiye de
fakirliğinden dolayı merhamet etmemelerini emretti.
İbn-i Zeyd ve Katade
de âyeti bu doğrultuda izah etmişlerdir.
İbn-i Şihab ez-Zühri
diyor ki: "Self-i salihin döneminde, babanın oğula, oğulun babaya,
kardeşin kardeşe, kişinin hanımına şahitlik etmesi kınanmıyordu. Onlar bu
âyeti delil gösteriyorlardı. Fakat daha sonra insanlar karıştı. Onlardan,
şahitlikleri hakkında suçlanmalannı gerektiren durumlar görüldü. Bunun üzerine
akrabaların şahitliği kabul edilmez oldu. Onlar da evlat, baba, kardeş, kan
koca olarak tesbit edildi. İşte son zamanlarda sadece bunların birbirleri hakkında
şahitlikleri kabul edilmez oldu."
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Şayet eğri davanır veya yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah,
yaptiklannızdan haberdardır." buyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas'a
göre bu âyet, hâkimlere ve hakemlere hitab etmektedir. Dâvâcı ve dâvâlı,
hâkimin huzurunda bulunur da hakim onlardan bınne yumuşak davranır yahut ondan
yüz çevirecek olursa onun bu davranışı, âdil-olmasına ters düşer. Bu sebeple
böyle bir davranışta bulunmamalıdır.
Yine Abdullah b.
Abbas, Mücahid, Katade, Süddi, İbn-i Zeyd, Atiyye ve Dehhak'tan nakledilen
diğer bir görüşe göre ise âyetin bu bölümünde ifade edilenler şahitlerdir.
Allah teala inşalara, şahitlik yaparken doğru söylemelerini, dillerini eğip
bükmemelerini, şahitlikten kaçmamalarını ve şahitlik edecekleri meseleyi
gizlememelerini emretmektedir.
Taberi bu son görüşün
doğru olduğunu, zira âyetin başında: "Ey iman edenler, Allah için şahitlik
ederek adaleti ayakta tutanlar olun." buyurulduğunu bu itibarla âyetin
sonunda da şahitlere hitab edildiğini söylemenin daha isabetli olacağını ifade
temiştir. [321]
136- Ey iman
edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim, Allah'ı, meleklerini, kitplarını,
Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz kî o, derin bir
sapıklığa düşmüştür.
Ey daha önce Tevrat ve
İncile iman eden kitap ehli, Allah'a, size indirilen kitaplarda vasıflarını
bulduğunuz Muhammed'e ve ona indirdiği Kur'an'a ve Muhammed'den önce indirdiği,
sizlerin de bir kısmınızın birine bir kısmınızın da diğerine iman ettiğinizi
söylediğiniz Tevrat ve İncile iman edin. Kim, Allah'ı, meleklerini, kitaplarım,
Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse şüphesiz ki o, doğru yoldan
ayrılmış,, sapıklık durumuna düşmüştür.
Taberi diyor ki:
"Eğer denilecek olursa ki: "Allah teala "Ey iman edenler,"
şeklinde hitab ettikten sonra bu kişilerin iman etmelerini tekrar emretmesinin
sebebi nedir?" Cevaben denilir ki: "Burada ifade edilen "İman
edenler"den maksat, iki kısma ayrılan ehl-i kitaptır. Onlardan, Tevrata
iman edenler, İncile, Kur'an'a, Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e iman
etmemişlerdir. Allah teala, işte ehl-i kitap olan ve belli bir kitaba iman
ettikleri için "İman edenler" diye vasıflandırılan bu insanlara,
tevhid inancının gereği olarak, bütün Peygamberlere ve kitaplara iman
etmelerini emretmiş ve buyurmuştur ki: "Ey, Tevrata veya İncile
iman edenler, Allah'ı tasdik edin. Onun
Peygamberi olan Muhammed'i ve Mu-hammed'e indirdiği Kur'an'i ve ondan önce
indirdiği İncil ve Tevratı hep birlikte tasdik edin. Zira kim, Allah'ı,
meleklerini» kitaplarını, Peygamberlerini ve âhiret günün inkâr edecek olursa
onun başka şeylere iman etmesi geçerli değildir. Bilakis o, derin bir
sapıklığa düşmüştür. [322]
137- İman
edip sonra inkâr eden sonra iman edip tekrar inkâr eden sonra inkârlarında
ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir.
Allah, Önce Tevrata
iman edip sonra onun hükümlerine karşı çakarak onu yalanlayan sonra İsa'ya ve
İncile iman edip daha sonra ona da karşı çıkıp onu yalanlayan sonra da
Muhammed'i ve Kur'an'ı yalanlayarak inkârlarını artıran ehl-i kitabı affedecek
değildir. Onlara yol gösterecek de değildir. -
Müfessirler bu âyette
zikredilen kişilerden kimlerin kasdedildiği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir:
a- Katade'ye
göre burada zikredilenlerden maksat, Yahudi ve Hristiyan-lardır. Yahudiler
Tevrata iman etmişler sonra da onu terketmişler böylece onu inkâr eder
olmuşlardır. Hristiyanlar ise İnciie İman etmişler sonra onu bırakmışlar böylece
onlar da onu inkâr etmiş duruma düşmüşlerdir. Daha sonra ise Hz. Muhammed'i ve
Kur'an'ı inkâr ederek inkârlarını iyice artırmışlardır. Allah teala da bunları
affetmeyeceğini ve kendilerini doğru yola iletmeyeceğini bildimıiştir,
Bu izaha göre âyette
zikredilen birinci iman edip sonra inkâr edenlerden maksat, Yahudiler, ikinci
iman edip sonra inkâr edenlerden maksat ise Hristi-yanlardır. Her iki sınıf da
Hz. Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmemekle inkârlarım artırmışlardır.
b- Mücahid
ve İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyette tekrar tekrar iman edip inkâr ettikleri,
daha sonra da inkârlarını artırdıkları zikredilen insanlardan maksat,
münafıklardır. Bunlar önce iman etmiş sonra dinden çıkmışlar sonra da
inkârcılıklanyla birlikte öldüklerinden, inkârlarını iyice artırmışlardır. İşte
Allah teala bunları affetmeyeceğini bildirmiştir.
c- Ebul
Âliye'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenler, ehl-i kitap
olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Bunlar Allah'a ortak koşarken günah
işlemişler sonra da işledikleri
günahlardan tevbe etmişler fakat müşrik oldukları için Allah onların bu
günahları için yaptıkları tevbeyi kabul etmemiştir.
Taberi, birinci
görüşün tercihe şayan olduğunu, zira bundan önceki âyetin ehl-i kitap hakkında
olduğunu bu âyetin de onunla irtibatlı olduğunu söylemenin daha doğru
olacağını bildirmiştir.
Âyet-i kerimede, Allah
tealanın bu gibi insanları bağışlamayacağı zikredilmiştir. Bundan maksat,
Allah tealanın, onların günahlarını örtmemesi, cezalandırmaktan vazgeçememesi
ve onları şahitler huzurunda rüsvay etmesidir.
Âyet-i kerimede Allah
tealanın, bu gibi insanları doğru yola eriştirmeyeceği beyan edilmektedir.
Bundan maksat ise Allah tealanın, onları doğru yola muvaffak kılmaması,
rablerine karşı büyük cür'etlerinin bir cezası olarak onları sahipsiz
bırakmasıdır.
Taberi diyor ki:
"Hz. Ali ve Abdullah b. Ömer'den nakledilen bir görüşe göre, onlar bu
âyete dayanarak dinden çıkan kimselerin üç kere tevbe ettirilmesini
söylerlermiş. Bu hususta Şa'bi, Hz. Ali'den "Ben, dinden çıkan kimseyi üç kere
tevbe ettiririmi." dediğini sonra da "İman edip sonra inkâr eden
sonra iman edip tekrar inkâr eden sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah
ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir." âyetini okuduğunu
söylemiştir.
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlara göre bu bir kişi dinden çıkacak olursa tevbe ettirilir. Dine
döner de tekrar çıkacak olursa tekrar tevbe ettirilir. Bundan sonra artık tevbe
ettirilmez ona, mürted'e ait hükümler uygulanır.
İbrahim en-Nehaİ'ye
göre ise kişi, her dinden çıktığında tevbe ettirilir.
Taberi bu son görüşü
tercih etmiş ve mürtedde birinci defa tevbe ettirme sebebinin, her dinden
çıkması halinde mevcut olduğunu, bu itibarla belli bir sayıda tevbe ettirmeyi
durdunnanın doğru olmayacağını zira birinci inkâr durumundaki tevbe ettirme
ile ondan sonraki inkârlanndaki tevbe ettirmelerinin sebepleri aynıdır, farklı
değildir. O da, inkâr eden bu kişiyi İslama döndürerek hayatım kurtan-naktir. [323]
138- Ey
Muhammcd, münafıklara, kendilerine can yakıcı bir azap olduğunu müjdele.
Ashnda müjde, sevindirici şeylerin haber
verilmesiyle olur. Kötü haberlerin duyurulmasına müjde denilmesi ise, haber
verilenlerle alay etmek ve onları küçük düşürmektir. Bu itibarla münafıkların
cehenneme girecekleri müjdelenmistir. [324]
139- Onlar,
müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref
mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah'a aittir.
Münafıklar, müminleri
bırakıp kâfirleri dost edinirler. Acaba onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinmekle kâfirlerden bir izzet, bir şeref ve bir kuvvet mi bekliyorlar?
Halbuki bütün izzet ve şeref, güç ve kuvvet ancak Allah'a aittir. O halde
müminleri dost edinseler de Allah da kendilerini güçlü ve muzaffer kılsa olmaz
mı? [325]
140- Allah
size Kur'an'da: "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe o
kâfirlerler oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz." diye hüküm
indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.
Bu âyet-i kerime,
Allah'ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden insanlarla oturulup
kalkılmamasını ve onlardan uzak durulmasını, aksi takdirde böyle yapanların da
onların durumuna düşeceğini ve bunların akıbetinin de cehennem olduğunu
bildirmekte, bu hususta müminlerin tedbirli olmalarını emretmektedir.
Müfessirler bu âyete
dayanarak, bid'at ehlinden veya fâsıklardan yahut benzeri, haktan ayrılan
kimselerden uzak durulmasının gerektiğini, âyet-i kerimenin, bu gibi insanlarla
oturup kalkmayı yasakladığını söylemişlerdir.
İbrahim et-Teymi diyor
ki: "Ebu Vâil dedi ki: "Kişi bulunduğu bir mecliste, arkadaşlannı
güldürmek için bir yalan söyler. İşte bu durumda Allah onlara gazap
eder." Bun bunu İbrahim en-Nihai'ye anlattım. O da dedi ki: "Ebu Vâil
doğru söylüyor. Allah tealanm kitabının şu âyetinde Duyurulmuyor mu ki:
"Allah size kur'an'da, Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla
alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe o
kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz..."
Hişam b. Urve diyor
ki: "Ömer b. Abdülaziz, içki masasında bulunan bir kısım insanları
yakalayıp onlara içki içme cezası verdi. İçlerinden biri de oruçluydu. Onlar:
"Bu adam oruçlu." dediler. Bunun üzerine Ömer: "Başka bir söze
geçmedikleri müddetçe onlarla oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz."
âyetini okudu.
Bu âyet-i kerimede:
"Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde
toplayacaktır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, nasıl ki kâfirler ve
münafıklar, dünyada iken müminlerin aleyhine birleşmekte ve ittifak etmekte
iseler, âhirette de Allah onları birleştirecek ve bir yere koyacaktır. Fakat
orada birleştikleri yer, cehennem olacaktır. [326]
141- Onlar
sizi gözetlerler. Eğer Allah tarafından size bir zafer nasib olursa, "Biz
sizinle değil miydik?" derler. Şayet kâfirlerin (zaferden) bir payı
olursa: "Sîze üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?"
derler. Allah, kıyamet gününde aranızda hükmünü verecektir. Allah, müminlerin
aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir.
Bu münafıklar sizin,
devamlı olarak kötülüğe uğramanızı beklerler. Eğer siz düşmanlarınıza galip
gelir, ganimet gibi bazı menfaatler elde ederseniz onIar: "Biz de sizinle
beraber düşmanlara karşı cihad etmedik mi? Ganimetten bize de pay verin."
derler. Şayet kâfirlerin, sizin aleyhinize olan galibiyetten bir paylan olursa
onlar kâfirlere: "Size yardım ederek üstün olmanızı sağlamadık mı? Sizi,
müminlerin mağlup etmelerinden korumadık mı?" derler. Allah kıyamet
gününde siz müminlerle münafıklar arasında âdil olan hükmünü verecektir. Allah,
müminlerin aleyhine, kâfirlere hiçbir yol ve fırsat vermeyecektir.
Yani kâfirlere,
müminlere karşı, ileri sürecekleri herhangi bir delil ve dayanak vermeyecektir.
Allah teala böylece müminleri koyduğu cennete kâfirleri koymayacağını ve
münafıkları koyduğu cehenneme de müminleri koymayacağını vaad etmiştir. Çünkü
Allah, müminler aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyeceğini beyan etmektedir.
Böylece kâfirier "Bizim dostumuz sizin de düşmanınız olan münafıklar nasıl
oldu da sizinle birlikte cennete konuldu?" diyerek müminlere karşı
herhangi bir gerekçe zikredemeyecekîerdir.
Nesî' el-Hadremi diyor
ki: "Bir adam Hz. Ali'ye dedi ki: "Ey müminlerin emiri, Allah
tealanin "Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir."
âyeti hakkında ne dersin? Çünkü kâfirler bizimle savaşıyor, bize galip geliyor
ve bizi öldürüyorlar." Hz. Ali de dedi ki: "Yaklaş, yaklaş."
Sonra buyurdu ki: "Allah, kıyamet gününde müminlerle kâfirler arasında
hükmünü verecek ve yine kıyamet gününde müminlerin aleyhine kâfirlere hiçbir
yol vermeyecektir. Yani hiçbir delil venneyecektir. [327]
142-
Münafıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah onları aldatır (Onların
oyunlarını başlarına geçirecektir) Onlar namaza kalktıkları vakit tembel
tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.
Şüphesiz ki
münafıklar, canlanın kurtarmak için, kâfirliklerini gizleyip iman ettiklerini
söyleyerek Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, cehenneme girmelerine
kadar onlara mühlet verecek ve yaşadıkları sürece, kendilerine * ağır gelen
İslami hükümleri onlara tatbik ederek onları aldatmakta ve oyunlarını başlarına
geçirmektedir. Bu münafıklar namaza kalktıkları zaman, üşenerek tembel tembel
kalkarlar. Onlar, müminlere gösteriş olsun diye namaz kılarlar. Çünkü onlar, ne
öldükten sonra dirilmeye ne de sevap ve cezaya inanırlar. Onlar Allah'ı ancak
gösterişe vesile olacak şekilde ve pek az anarlar. Allah'ı birleyenin ve kesin
olarak iman edinin andığı gibi anmazlar.
Süddi, İbn-i Cüreyc ve
Hasan-ı Basri'ye göre bu âyette zikredilen, Allah tealanın, münafıkları
aldatmasından maksat, Allah tealanın kıyamet gününde müminlere verdiği nur gibi
münafıklara da nur vermesi, daha sonra onların aydınlıklarını alarak onları
karanlıkta bırakması, müminlerle münafıklar arasın abir set çekmesidiri.
Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle Duyurulmaktadır: "O gün münafık
erkek ve kadınlar müminlere "Bize bakın da nurunuzdan istifade
edelim." derler. Onlara "Arkanıza dönün de nur isteyin." denir.
Müminlerle münafıklar arasına, kapısı olan bir sur çekilir. Onun, içinde
rahmet, dış tarafında da azap vardır. [328]
Âyet-i kerimede:
"Münafıklar namaza kalktıkları vakit tembel tembel kalkarlar. İnsanlara
gösteriş yaparlar." buyurulmaktadır. Münafıklar, âhirete, sevaba ve
cezaya kesin olarak iman etmediklerinden, Allah'ın farz kıldığı ibadetleri ona
yaklaşmak için yapmazlar. Sadece canlarını ve mallanın emniyet altına almak
için müminlere bir gösteriş olarak yaparlar. Ta ki onlar kendilerini mümin
sansınlar ve mümin muamelesi yapsınlar. Bu sebeple münafıklar, namaza, tembel
tembel ve üşenerek kalkarlar. Namazı müminlere gösteriş olsun diye kılarlar. [329]
Âyet-i kerimede,
münafıkların, Allah'ı pek az anacakları zikredilmektedir. Münafıklar, Allah'ı,
canlarını ve mallarını korumak maksadıyla ve gösteriş için andıklarından,
samimi bir şekilde anmadıklarından onların Allah'ı anmaları çok dahi olsa az
olarak vasıflandırılmıştır. [330]
143-
Münafıklar (inkâr ile iman arasında) bocalamaktadırlar. Ne bunlara (müminlere)
bağlanırlar ne de şunlara (kâfirlere) Allah, kimi doğru yoldan saptırırsa sen
artık ona bir yol bulamazsın. Bu münafıklar, iman ile inkâr arasında bocalayıp dururlar. Onlar ne tam
olarak müminlerle beraberdirler ki
gerçekten inanmış insanlar gibi amel etsinler ne de müşriklerle beraberdirler
ki açıkça müşrik olduklarını söylesinler. Onlar iki sürü arasında kalan koyun
gibi şaşkınlık içerisindedirler. Allah'ın, doğru yola muvaffak kılmadığı bir
kimse için hakka götürecek hiçbir yol bulamazsın.
Münafıkların bu
durumunu Resulullah (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde şöyle açıklıyor:
"Münafık, iki
sürü aasmda şaşkınca tereddüt eden bir koyuna benzer. Bazan birine tabi olmak
ister bazan diğerine." [331]
Süddi, Katade ve İbn-i
Cüreyc bu âyette zikredilen münafıkların tereddüt içinde olmalarını şöyle izah
etmiştir: Onlar ne müşriktirler ki Allah'a ortak koştuklarını açığa vursunlar
ne de samimi müminlerdir ki imanlarının icabını yapsınlar.
Mücahid ise bu
ifadeyi: "Münafıklar, ne Resulullah (s.a.v.) in sahabilerî-ne tabi olurlar
ne Yahudilere." şeklinde izah etmiştir.
İbn-i Zeyd de:
"Münafıklar İslamla inkâr arasında bocalayıp dururlar. Ne mü si umanlara
ne de kâfirlere bağlanırlar." şeklinde izah etmiştir.
Ayet-i kerimenin sonunda:
"Allah kimi doğru yoldan saptınrsa sen artık ona bir yol bulamazsın."
buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah kimi, davet ettiği İslam
yolunda yardımsız bırakır ve onu İslama tabi olmaya muvaffak kılmazsa, ey
Muhammed, artık sen ona, hak olan İslama götürecek hiçbir yol bulamazsın."
demektir.
Allah teala, İslam
dininden başka bir dini din edinenin, dininin kabul edilmeyeceğini ve
saptırdığı kimseyi de doğru yola iletecek herhangi bir kimsenin bulunmadığını
beyan etmektedir. [332]
144- Ey iman
edenler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a, kendi
aleyhinize olan apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz.
Ey iman edenler,
müminlerin dışında kâfirleri dost ve arkadaşlar edinmeyin. Aksi tekdirde
sizler de cehennemlik olursunuz. Sizler kendi aleyhinize, Allah'a apaçık bir
delil mi vermek istiyorsunuz? Böyle yaptığınız takdirde Allah'ın gazabına
uğrar, münafıkların hak etmiş oldukları cezaya siz de çarpılmış olursunuz. [333]
145-
Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasın-dadırlar. Onlar
için bir yardım edici de bulamazsın.
Şüphesiz ki
münafıklar, âhiretle, bu gizli inkârlarının cezası olarak cehennemin en alt
tabakasına atılacaklardır. Onları oradan hiç kimse kurtaramayacaktır. Zira
onlar, müminler için, açıkça kâfir olduklarını söyleyenlerden daha zararlı ve
İslam için daha tehlikelidirler.
Abdullah b. Mes'ud,
"Münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasın-dadırlar."
ifadesinin izah ederken şöyle demiştir: "Münafıklar, üzerlerine kilitlenmiş
demir tabutlarda ateşin içine atılacaklardır."
Ebu Hureyre (r.a.) da
âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmiştir. [334]
146- Tcvbc
edenler, kendilerini düzeltenler, Allah'ın emirlerine sımsıkı sarılanlar ve
Allah için dinlerine ihlasla bağlananlar müstesna, işte bunlar, müminlerle
beraberdirler. Allah, müminlere büyük bir mükâfaat verecektir.
Ancak Allah'ın
birliğini, Peygamberinin doğruluğunu ve onun Allah katından getirdiği şeyleri
tasdik edip münafıklığından vazgeçerek tevbe edenler,
Allah'ın, kendilerine emrettiği şeyleri
yapıp, yasakladığı şeylerden vazgeçerek kendilerini düzeltenler, Allah'a vermiş
oldukları iman etme sözüne sımsıkı sarılanlar ve dinlerinin gereği olarak
amellerini, insanlara gösteriş için değil sadece Allah için yapanlar
müstesnadır. İşte bunlar, müminlerle beraber cennettedirler. Münafıklarla
birlikte cehennemin en alt tabakasında değildirler. Yakında Allah, müminlere,
iman etmelerine mukabil büyük bir mükâfaat verecektir.
Yani Allah,
ikiyüzlülüklerine karşı münafıkları cehennemin en alt tabakasına koyduğu gibi
müminleri de cennetin en yüce derecelerine erdirecektir. [335]
147- Eğer
şükreder ve iman ederseniz Allah sîze niye azab etsin ki? Allah, şükredcnlcrin
mükafaatım veren ve herşeyi bilendir.
Ey münafıklar, şayet
Allah'a tevbe eder, hakka yönelir, size vermiş olduğu nimetlere karşı şükreder
ve tevhid inancına dönüp iman ederseniz artık Allah size niçin azab etsin ki?
Allah'ın sizleri, cehennemin en alt derecesine koymaya ihtiyacı yoktur. Zira
size azab etmek, Allah'a ne zarar ne de fayda getirir. Onun, yaratıklarına
venniş olduğu cezanın sebebi, kendisine karşı haddi aşmak ve onu tanımamaktır.
Allah, böyle olanlara haddini bildirir. [336]
148- Allah,
kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Zulme uğrayan müstesnadır. Allah,
herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.
MüfessirIer bu âyet-i
kerimeyi farklı kıraat şekillerine göre farklı şekillerde izah etmişlerdir:
1- Bazı
kurralar bu âyetteki kelimesi "Zulime" şeklinde okumuşlardır. Bu
kıraata göre âyet-i kerimeye'şu
şekillerde mânâ
verilmiştir:
a- Abdullah
b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'ye göre âyetin izahı şöyledir: Allah, bir
kimsenin aleyhine açıktan beddua yapılmasını sevmez. Ancak kendisine
zulmedilmiş olan kimse müstesnadır. O, zulmedenin aleyhine açıkça bedduada
bulunabilir.
b- Mücahid'e
göre ise âyetin izahı şöyledir: Allah, kimsenin açıktan kötü söz söylemesini
sevmez. Ancak zulmedilen kimse müstesnadır. Kendisine zulmedilen kimse,
zulmedinin yaptığı kötülükleri açıkça söyleyebilir.
c-
Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre burada zulme uğrayandan maksat,
ev sahibi tarafından gereği gibi ağırlanmayan misafirdir. Kişi, misafir olduğu
yerden ayrıldıktan sonra "Bu adam beni iyi misafir etmedi." der. Kötü
sözün açıkça söylenmesi de işte budur. Zulme uğrayan da bu misafirdir.
Misafirin, kendisine ev sahibi tarafından iyi muamele yapılmadığını söylemesi
caizdir.
Ukbe b. Âmir diyor ki:
"Dedik ki:
Ey Allah'ın Resulü,
sen bizi bir yere gönderiyorsun, bazı kavimlere misafir olmak istiyoruz onlar
bizi misafir etmiyorlar. Bu hususta ne buyuruyorsunuz? Peygamber efendimiz şu
cevabı verdi: "Siz bir topluluğa misafir olursunuz da onlar da size,
misafire layık olacak şekilde davranırlarsa siz onlardan bunu kabul edin. Şayet
bunu yapmazlarsa onlardan, misafirin hakkı olanı alın. [337]
d- Süddi'ye
göre ise bu âyetin izahı şöyledir: Allah, kötü sözün açıktan söylenmesini
sevmez. Ancak zulme uğrayanın hakkını alması ve zulmü durdurması müstesnadır.
2- Diğer bir
kısım kurralar ise kelimesini "Zaleme" şekline okumuşlardır.
İbn. Zeyd bu kıraat şeklini esas alarak
âyeti şöyle izah etmiştir: "Allah, kötü süzün açıkça söylenmesini sevmez.
Ancak zulmeden kimse yani münafık bu hükmün dışındadır. Onun aleyhine,
münafıklığından vazgeçinceye kadar açıkça kötü söz söylemek caizdir. Yani
herhangi bir kimse bir münafıkm aleyhine "Sen münafıksın, sen şöyle ve
şöyle yaptın." diyemez. Ancak münafıklığından vazgeçmeyen ve böylece
zalim olan münafıklar için bunları söyleyebilir.
İbn-i Zeyd diyor ki:
"Allah teala bundan önceki âyetlerde, münafıkların, cehennemin en alt
tabakalarında olduklarını bildirdikten ve iman edenlere azab etmeye itiyaci olmadığını
beyan ettikten sonra bu âyette de herhangi bir kimse aleyhine açıkça kötü bir
söz söylenmesini sevmediğini beyan etmiş ancak münafık olarak zalim olanları
istisna etmiştir. İbn-i Zeyd, Übey b. Ka'b'ın, âyet-i kerimenin bu bölümünü bu
şekilde okuduğunu ve âyeti böylece İzah ettiğini
söylemiştir.
Taberi, birinci kıraat
şeklinin, çoğunluğun kıraat şekli olması, ikinci kıraat şeklinin ise şaz bir
kıraat olması dolayısıyla birinci kıraat şeklini terci ettiğini söylemiş,
âyetin şu şekilde izahının da daha doğru olacağını zikretmiştir: "Ey
insanlar, Allah, herhangi bir kimsenin, başka birine açıkça kötü söz
söylemesini sevmez. Ancak kendisine zulmedilmiş olan kimse bundan müstesnadır.
Onun, kendisine yapılan kötülüğü açıkça söylemesinde bir mahzur yoktur."
Taberi diyor ki:
"Âyet bu şekilde genel olarak izah edildiği takdirde yukarıda zikredilen
görüşlerin tümü âyetin kapsamına girmiş olur. Zira misafir edilmeyen veya
malında yahut canında bir haksızlığa uğrayan kimsenin, gördüğü haksızlıkları
açıkça söylemesi veya haksızlık yapanın aleyhine açıkça bedduada bulunup
Allah'ın yardımını istemesi, haksızlığa uğrayanın gördüğü kötülükleri açıkça
söylemesidir. Âyet-i kerime de bunu ifade etmektedir.
Âyet-i kerimenin
sonunda: "Allah herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir."
buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah, kimlerin kimler için açıkça
kötü söz söylendiğini işiten, kimlerin de kimler hakkında açıkça kötü söz söylemeyip
gizlediğini bilendir. Herkese işlediği amelin karşılığını verecektir, İyilik
yapana iyiliğinin, kötülük yapana da kötülüğünün karşılığını verecektir. [338]
149- Bir
hayırı açıklar yahut gizler veya bir kötülüğü affederseniz şüphesiz ki Allah,
çok affeden ve herşeye gücü yetendir.
Ey insanlar, şayet
sizler, bir kimsenin size yaptığı iyiliği açığa vurur ve ona teşekkür eder veya
gizlerseniz yaiıut size kötülük yapanı affeder onu açıkça söylemezseniz
şüphesiz ki bu davranışınız sizi Allah'a yaklaştırır ve onun katındaki sevabınızı
artırır, Çünkü cezalandırmaya gücü yettiği halde affetmek, Allah'ın
sıfatîanndandır. Allah, kullarından, böyle davrananlar» sever. Zira Allah, çok
affeden ve herşeye gücü yetendir. [339]
150—151 -
Allah'ı ve Peygamberini inkâr edenler, Allah ve Peygamberleri arasında ayrılık
gözetenler, "Onların bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz."
diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kâfir
olanlardır. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazirlamışız-dır.
Allah'ı ve Peygamberini
inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlar, Peygamberin, Allah'a karşı yalan
söylediğini iddia ederek Allah ve Peygamberi arasında ayrılık gözetenler,
Yahudilerin Musa'yı tasdik etip İsa ve Muhammed'i yalanlamaları,
Hristiyanların da İsa'yı ve ondan önceki Peygamberleri tasdik edip Muhammed'i
yalanladıkları gibi "Biz, Peygamberlerin bir kısmına iman eder, diğerlerini
inkâr ederiz." diyenler ve hidayetle sapıklık ortasında bir yol icad etmek
isteyenler yok mu? İşte onlar, gerçekten kâfirlerin ta kendileridir. Çünkü
Peygamberlerin bir kısmını tasdik edip diğerlerini yi ani ayanlar, Allah'ı
yalanlamış olurlar. Ve dolayısıyla inkâra düşerler. Biz, inkarcılar için hor
ve hakir düşüren bir azap hazırladık.
Bu âyetin izahında
Katade diyor ki: "Bu âyette zikredilenler, Allah düşmanı Yahudi ve
Hristiyanlardir. Yahudiler Tevrat'a ve Musa'ya iman etmiş, İncil'i ve İsa'yı
inkâr etmişlerdir. Hristiyanlar da İncil'e ve İsa'ya iman etmiş Kur'an'ı ve Hz.
Muhammed'i inkâr etmişlerdir. Yahudiler Yahudiliği, Hristiyanlar da
Hristiyanlığı din edinmişlerdir. Halbuki bu iki din de bu halleriyle Allah
tarafından gönderilmiş değillerdir. Sonradan icad edilmiş bid'atlardır. Bu Yahudi
ve Hristiyanlar, Allah'ın bütün Peygamberlerine göndermiş olduğu hak din İslamı
terkettiler. [340]
152- Allah'a
ve Peygamberine iman edip onlar arasında hiçbir ayrılık gözetmeyenlere gelince
işte onlara, Allah, mükâfaatlarmı verecektir. Allah, çok affeden ve çok
merhamet edendir.
Allah'ın birliğini
tasdik eden, Peygamberlerinin hepsinin Peygamber olduğunu ve onların, Allah
tarafından getirdikleri din ve şeriatların hak olduğunu ikrar eden,
Peygamberlerin bir kısmını tasdik edip diğerlerini yalanlayarak onların
arasını ayıranlar gibi olmayın. Hepsinin hak olduklarına iman eden kimselere
gelince, işte Allah, öyle olanlara hakkıyla iman etmelerinin karşılığı olarak
mükâfaatlannı verecektir. Allah, daha önce o gibi günahları işleyip de sonra
tevbe eden kullarını
çokça affeden ve kullarını doğu yola ileterek onlara çokça merhamet edendir.
GörüIdüğü gibi âyet-i
kerime, Muhammed ümmetinin sıfatlanın beyan etmekte ve onlara bolca mükâfaatlar
verileceğini bildirmektedir. Çünkü Muhammed ümmeti, Bakara suresinin iki yüz
seksen beşinci âyetinde de belirtildiği gibi, Peygamberler arasında bir ayırım
yapmaz, hepsine iman ederler. Bu hususta âyet-i kerimede şöyle
buyurulmaktadır: "Peygamber ve müminler, rabbi tarafından Peygambere
indirilene iman ettiler. Hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
Peygamberlerine iman ettiler. "Allah'ın Peygamberlerini birbirinden
ayırtetmeyiz." dediler. [341]
153- Ey
Muhammed, kitap ehli, gökten kendilerine bir kitap indirmeni isterler. Onlar
Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi. "Allah'ı bize apaçık olarak
göster." demişlerdi. Bunun üzerine zulümlerinden dolayı onları bir çığlık
yakalayrverdi. Sonra, kendilerine apaçık deliller gelmişken buzağıya taptılar.
Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir mucize verdik.
Ey Muhammed,
Yahudiler, gökten kendilerine bir kitap indirmeni ve senin doğruluğunu
gösteren bir mucize getinneni isterler. Onların ataları da Peygamberleri
Musa'dan, senden istedikleri şeylerden daha büyük şeyler istemişlerdi.
"Allah'ı bize apaçık olarak göster gözümüzle görelim." demişlerdi. Bu
azgınlıkları ve cür'etleri yüzünden onları bir çığlık yakal ayı vermiş de
ölmüşlerdi. Sonra Allah onlan, Musa'nın duasıyla tekrar diriltmişti. Daha sonra
bu Yahudiler, kendilerine Allah'ın kudretini ve birliğini gösteren apaçık
deliller gelmesine rağmen Allah' bırakıp buzağıyı ilah edindiler ve ona
taptılar. Biz, bu cinayetlerini de affettik. Musa'ya, Peygamberliğinin
doğruluğunu göstererraçık mucizeler ve
deliller verdik.
Âyette zikredilen
ehl-i kitaptan maksat, kendilerine Tevrat verilen Ya-hudilerdir. Yahudiler, Hz.
Muhammed'den, gökten bir kitap getirmesini istemişlerdir. Yahudilerin
Resulullah'tan istedikleri bu kitabın nasıl bir kitap olmasını talep ettikleri
hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.
a- Süddi ve
Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'ye göre Yahudiler Resulullah'tan, gökten kendilerine
yazılı bir kitap getimıesini istemişlerdir. Zira Hz. Musa'ya Tevrat, gökten
yazılı bir kitap olarak indirilmiştir. Bu hususta Muhammed b. Ka'b el-Kurezi
diyor ki: "Yahudilerden bir kısım insanlar Resuiullah'a geldiler ve ona:
"Musa, Allah katından yazılı levhalar getirdi. Sen de bize, Allah katından
yazılı levhalar getir seni tasdik edelim." dediler. Bunun üzerine Allah
teala bu ve bundan sonraki âyetleri indirdi.
b- Katade'ye
göre ise Yahudilerin, Hz. Muhammed'den kendilerine indirmesini istedikleri kitap,
Yahudilere mahsus olacak bir kitaptır.
c- İbn-i
Cüreyc'e göre ise Yahudilerin Resulullah'tan kendileri için indirmesini
istedikleri kitaptan maksat, Yahudilerin belli adamlarına inecek ve Hz.
Muhammed'i tasdik etmelerini emredecek olan bir kitaptır.
Taberi diyor ki:
"Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: "Yahudiler Resulullah'tan
istemişlerdir ki o, Allah'tan, bütün yaratıkların, benzerini getirmekten âciz
kaldıkları, kendilerinin de hak Peygamber olduğuna şahitlik ettikleri ve
Yahudilerin, Resuiullah'a tabi olmalarına emreden bir kitabı, gökten Yahudilere
indin-nesini istesin. İstenen bu kitabın yazılmış bir kitap olması, onları
hepsine veya bir kısmına indirilmiş olması muhtemeldir. Bu itibarla yukarıda
zikredilen görüşlerin hepsi de mümkün olabilen görüşlerdir.
Âyet-i kerimenin
devamında "Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi."
buyurulmaktadır. Bu ifade, Resulullah'tan, kendilerine kitap indirilmesini
isteyen Yahudileri kınamakta ve onlan ayıplamaktadır. Allah teala bu ifadesiyle
Resulullah'a şunu buyurmak istemiştir: "Ey Muhammed, sen Yahu-, dilerin
böyle bir istekte bulunmalarını çok görme. Çünkü onlar, Allah'ı hakkıyla
takdir edemedikleri, ona karşı cür'etleri, onun "Halım" sıfatından
dolayı aldanmaları yüzünden onların senden istedikleri kitab ıonlara indirsen
dahi, önceki atalarının yaptığı gibi onlar da Allah'ın emrine karşı gelirler.
Zira ataîan, Allah'ı gömek istemelerinden sonra çığlığa yakalınp Ölmüşler,
Allah onlan tekrar diriltmiş bu defa onlar, Allah'ın mucizelerini gördükleri
halde onu bırakıp buzağıya tapmişlardır. [342]
154- Söz
vermeleri için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "O kapıdan secde
ederek girin." dedik. Ve onlara: "Cumartesi günü yasağını
çiğnemeyin." dedik. Ve onlardan sağlam bir söz aldık.
Yahudilerin,
Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair Allab'a verdikleri söz tutmaları
için Tur dağını üzerlerine kaldırdık. Onlara: "Kudüs şehrinin kapısından,
Allah'a şükran secdesinde bulunarak içeri girin." dedik. Fakat onlar,
kendilerine gelen emri değiştirip, kapıdan kıçlarının üzerine sürünerek gerisin
geri girdiler. Yine biz onlara: "Allah'ın emrine karşı gelerek Cumartesi
günü avlanmayın." eledik. Fakat onlar, emre karşı gelerek Cumartesi
gününde de avlandılar. Aynca biz onlardan, Tevrat'taki hükümlerle amel
edeceklerine dair sağlam bir söz aldık. Fakat onlar bu sözlerinde de durmadılar
ve bu sebeple de lanete uğradılar. [343]
155-
Ahitlerini bozdukları ve Allah'ın âyetlerini inkâr ettikleri, haksız yere
Peygamberleri öldürdükleri ve "Kalblcrimiz perdelidir." dedikleri
için onlara (lanet ettik) Doğrusu Allah, inkâr etmeleri sebebiyle onların
kalblcrinc mühür vurmuştur. Onların pek azı iman eder.
Yahudiler, Tevrat'taki
hükümlerle amel edeceklerine dair vermiş oldukları sözü bozmaları,
Peygamberlerin doğruluğunu gösteren, Allah'ın âyet ve delillerini inkâr
etmeleri ve kendilerine hak yolu gösteren Peygamberleri haksız yere
öldürmeleri ve "Kalblerimiz perdelidir, bizi davet ettiğin şeyleri
anlamıyoruz." demeleri yüzünden biz onları lanete uğrattık. Daha doğrusu
inkârları sebe-iyle Allah onların kalblerini sapıklık ve azgınlık mühüriiyle
mühürlemiştir de onlar, iman edilmesi gereken herşeye değil pek az şeye iman
eder olmuşlardır. Böylece hiç iman etmemiş gibi olmuşlardır.
Katadeye göre bu
âyet-i kerime, bundan önceki âyetlerle bağlı değildir. Kendi başına müstakil
bir âyettir. Âyette bir hazvf vardır. O da "Lanet ettik" cümlesidir.
Bu itibarla âyet izah edilirken bu cümlenin zikredilmesi gerekmektedir.
Diğer bir kısım
müfessirlere göre ise bu âyet-i kerime, bundan önceki âyetlerle irtibatlıdır.
Bu âyet de yüz elli üçüncü âyette geçen "Onları bir çığlık yakal ay
iverdi" ifadesinin gerekçesidir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı
şöyledir: "Zulmetmeleri, ahitlerini bozmaları ve Allah'ın âyetlerini inkâr
etmeleri, haksız yere Peygamberleri öldürmeleri ve "Kalblerimiz
perdelidir" demeleri sebebiyle onları bir çığlık yakal ay iverdi."
Taberi, Katade'nin
görüşünün doğru olduğunu, bu âyetin önceki âyetlerle bağlı olmayıp müstakil bir
âyet olduğunu, âyette "Biz onlara lanet ettik, biz onlara gazap
ettik." şeklinde bir cümlenin hazfedilmiş olduğunu zira, "Bilakis
inkârları yüzünden Allah onların kalblerini mühürlemiştir." cümlesinin,
hazfedilen bu cümleye işaret ettiğini, çünkü kalbi mühürlemenin, lanete uğratılmış
ve gazap edilmiş bir kimse olacağını söylemiştir.
Taberi bu görüşü
tercih etmesine sebep olarak da şunu zikretmiştir." İsra-iloğullarını bir
çığlığın yakalayıp Öldürmesi Hz. Musa zamanında olmuştur. Halbuki onların,
Peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, bundan sonraki âyetlerde zikredildiği
gibi, Hz. Meryem'e zina iftirasında bulunmaları ve "Biz İsa Mesihi
öldürdük" demeleri Hz. Musa'dan çok sonra olmuştur. Bu nedenle sonra
meydana gelen olayları, çığlığa sebep göstermek isabetli değildir. Zira çığlığa
yakalananlarla bunlar ayn kimselerdir. Bu da bu âyetin ve bundan sonra gelen
âyetlerin önceki âyetlerle bağlantılı olmadığını gösterir. [344]
156-157-158-
İnkâr edip Meryem'e büyük bir iftira attıkları ve "Allah'ın Resulü,
Mcrycmoğlu Mesih İsa'yı biz öldürdük." dedikleri için Allah onlara lanet
etmiştir. Onlar İsa'yı ne öldürler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse
onlara İsa gibi göründü. İsa hakkında ihtilafa düşenler gerçekten şüphe
içindedirler. Onların bu hususta zan'na uymaktan başka bir bilgileri yoktur.
Kesin olarak İsa'yı öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi
katına yükseltti. Allah herşeye galiptir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Yahudilerin inkhar
etmeleri ve hiçbir delil olmaksızın Meryem'e zina is-nad ederek büyük bir
iftirada bulunmaları "Allah'ın Resulü, Meryemoğlu Mesih İsa'yı biz
öldürdük," demeleri sebebiyle Allah onlan lanete uğrattı. Halbuki onlar,
İsa'yı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi
göründü. İsa hakkında ihtilafa düşen bu Yahudiler, onun öldürülmesi hususunda
elbetteki şüphe içindedirler. Öldürdükleri kişinin kim olduğu hakkında onların
hiçbir bilgileri yoktur. Sadece öldürdükleri kimsenin İsa olduğu zannına kapıldılar.
Onlar, kesin olarak İsa'yı öldürmediler. Bilakis Allah, İsa'yı diri olarak
kendi katma yükseltti. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Âyet-i kerimede,
Yahudilerin, Hz. Meryem'e attıkları zikredilen iftiradan maksat, ona zina
İsnad etmeleridir. Nitekim Abdullah b. Abbas, Süddi ve Cüveybir, buradaki
iftiradan maksadın zina isnad etmek olduğunu söylemişlerdir.
Âyet-i kerimede,
Yahudilerin, Hz. İsa'yı öldürmedikleri, onu asmadıkları fakat öldürülen kişinin
İsa'ya benzetildiği zikredilmektedir.
Müfessirler, öldürülen
bu kişinin, İsa'ya nasıl benzetildiği hususunda farklı görüşler
zikretmişlerdir. Bunlar şu üç şekilde özetlemek mümkündür.
a- Harun b.
Anterenin Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettiğine göre, Vehb, Öldürülen kişinin
Hz. İsa'ya benzetilmesi hususunda özetle şunları zikretmiştir: "İsa,
havarilerinden on yedi kişiyle birlikte bir eve girdiler. Yahudiler evin çevresini
kuşattılar. İçeri girdiklerinde Allah'ın, evde bulunanların hepsini İsa'nın
şekline çevirdiğini gördüler. Onlara: "Bizi büyülediniz. Ya İsa'nın kim
olduğunu bize gösterirsiniz veya hepinizi öldürürüz." dediler. Bunun
üzerine İsa, arkadaşlarına: "Bugün sizden cennet karşılığında canını kim
satar?" diye sordu. İçlerinden biri, "Ben satarım" dedi. Sonra
çıkıp evi kuşatanların yanına gitti ve "İsa benim" dedi. Allah onu
İsa'nın şekline sokmuştu. Onlar onu yakalayıp öldürdüler. Sonra da astılar.
Astıkları kişi onlara İsa olarak gösterilmişti. Bu sebeple onlar İsa'yı
öldürdüklerini zannettiler. Hristiyanlar da aynı zanna düştüler. Halbuki Allah
teala o gün İsa'yı kendi katına yükseltmişti.
b- Abdüssamed
b. Ma'kıl'ın Vehb b. Münebbih'ten naklettiği diğer bir görüşe göre ise Vehb
özetle şunları söylemiştir: Allah teala Hz. İsa'ya, dünyadan ayrılacağını
bildirince o Ölümden korkmuş ve ölüm ona ağır gelmiştir. Bunun üzerine o,
havarilerini çağırıp onlara bir yemek vermiş ve bizzat kendi eliyle onlara
hizmet etmiş, onların da birbirlerine karşı, kendisinin onlara davrandığı gibi
davranmalarını emretmiştir. Sonra havarilerinden, Allah'a yalvarıp ecelinin
ertelenmesini niyaz etmelerini istemiştir. Fakat havarileri her dua etmeye
giriştiklerinde kendilerini uyku basmış ve uykuya dalmışladır. Hz. İsa onlan
uyandirmaya çalışmış ve onlara "Sübhanallah, bana yardımcı olmak için tek
bir gece olsun sabredemiyor musunuz?" demiştir. Onlar da: "Vallahi
bilmiyoruz bize ne oldu. Bizler geceleri oturup sohbet ediyorduk, sohbetimiz
uzun sürüyordu. Bugün ise sohbet etmeye takatimiz yok. Biz, her dua etmek
istediğimizde duamıza engel olunuyor." dediler. Bunun üzerine İsa:
"Herhalde çoban gidecek koyunlar dağılacaktır." dedi. Ve buna benzer
şeyler söyleyerek öleceğine işaret etti. Sonra şöyle dedi: "Gerçek şu ki
bu gece horoz ölümünden önce sizden biriniz beni üç kere inkâr edecektir. Yine
sizden biriniz basit dirhemler karşılığında beni satacak ve benim değerim olan
o dirhemleri yiyecektir." Sonra evden çıktılar ve dağılıp gittiler.
Yahudiler İsa'yı
arıyorlardı. Onlar, İsa'nın havarilerinden biri olan Şem'un'u yakaladılar.
"Bu onun arkadaşlarından biridir." dediler. Şem'un inkâr etti ve
"Ben onun arkadaşı değilim." dedi. Sonra o kişiyi başka bir grup
yakaladı. Onlara karşı da inkâr etti. Sonra horozun ötmesini işitti ve
üzülerek ağladı. Sabah olunca havarilerden biri Yahudilere gidip: "Ben
size İsa'yı gösterecek olursam bana ne verirsiniz?" dedi. Onlar ona otuz
dirhem verdiler. Onu aldı ve İsa'yı onlara gösterdi. Fakat onlar İsa'yı başka
biriyle karıştırmışlardı. Onlar İsa'yı yakalayıp ellerini bağladılar. Onu çekip
sürükleyerek götürdüler ve ona: "Sen Ölüleri diriltiyor, şeytanı kovuyor
ve delileri iyileştiriyorsun ha? Şimdi kendini bu ipten kurtarsana?"
dediler. Ona tükürüyor!ar, üzerine dikenler atıyorlardı. Nihayet onu, asmak
istedikleri ağacın yanma getirdiler. Allah teala orada, İsa'yı çekip kendi
katına aldı. Onl'ar ise İsa'ya benzetilen kişiyi astılar. Astıkları kişi orada
yedi gün kaldı. İsa'nın annesiyle İsa'nın, delilik hastalığını tedavi ettiği
kadın gelip asılan kişinin yanında ağlamaya başladılar. İşte o sırada İsa
onlara geldi ye "Niçin ağlıyorsunuz?" dedi. Onlar da "Senin için
ağlıyoruz." dediler. İsa: "Allah beni kendi katına yükseltti. Bana
hiçbir şey olmadı. Onların astıkları bu kişi bana benzetilen birisidir. Siz,
havarilere söyleyin de falan yerde benî görsünler." dedi. Havariler on bir
kişi olarak orada İsa ile karşılaştılar. İsa kendisini Yahudilere göstererek
para karşılığında satan arkadaşını onların içinde göremedi ve o kişinin ne
olduğunu sordu. Onlar da: "O, yaptığına pişman oldu ve intihar etti."
dediler. Bunun üzerine İsa, "Eğer tevbe etmişse Allah onun tev-besini
kabul etmiştir." dedi. Sonra İsa havarilere: "Haydi gidin sizden her
biriniz bir milletin dilini konuşur olacaktır. O, dilini konuştuğu kavmi
uyarsın ve dine davet etsin." dedi.
c- Katade,
Süddi, Kasım, İbn-i İshak, İbn-i Cüreyc ve Mücahid'e göre ise öldürülen kişinin
Hz. İsa'ya benzetilmesi şu şekilde olmuştur: Hz. İsa ile havarileri bir evin
içinde bulunurken Hz. İsa onlardan birinden, kendisine benzetilerek yerine
öldürülmesini istemiş, arkadaşlarından biri de bunu kabul etmiş ve o kişi,
Allah tarafından İsa'ya benzetilmiş ve öldürülmüştür. Meryemoğlu İsa da göğe
kaldırılmıştır. Süddi'ye
göre Hz. İsa'nın arkadaşlarının sayısı on dokuz, îbn-i ishak'a göre on üç veya
on dörttür. İbn-i İshak, Hz. İsa'ya benzetilerek öldürülen kişinin adının
"Sercis" olduğunu söylemiştir. Bu hususta Süddi'nin özetle şunları
söylediği rivayet edilmektedir:
İsrailoğullan, Hz.
İsa'yı ve Havarilerinden on dokuz kişiyi bir evin içinde kuşatmışlar. Bunun
üzerine İsa, arkadaşlarına: "Kim benim şeklime girip de Öldürülecek
olursa onun için cennet vardı." demiştir. Onlardan biri İsa'nın şekline
girmiş İsa ise göğe çıkmıştır. Havariler evden dişan çıkınca onlan kuşatmışlar,
çıkanların sayısının on dokuz olduğunu görmüşler onlan saymışlar fakat sayılarının
daha öncekilerden bir kişi daha az olduğunu görmüşlerdir. Ancak İsa'nın şekline
giren adamı da onların içinde gönnüşler fakat onun İsa olup olmadığında şüphe
etmişlerdir. Nihayet o kişiyi İsa zannederek öldürüp asmışlardır. İşte Allah
teala: "Onlar İsa'yı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse
onlara İsa gibi göründü." âyetinde bunu ifade etmektedir.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Yani İsa ile birlikte evde
bulunanların hepsinin isa'ya benzer hale geldiklerini, Yahudilerin, onlardan
birini İsa zannederek öldürdüklerini, Hristiyanlann da İsa'nın öldüğünü
zannettiklerini, aslında ise İsa'nın göğe çekildiğini söyleyen görüşün tercihe
şayan olduğunu söylemiştir. Zira İsa ile beraber olan havariler, içlerinden
birinin İsa'ya benzetildiğini ve İsa'nın, onların arasından göğe kaldırıldığını
bizzat müşahade etmiş olsalardı Hz. İsa'nın ne olduğu ve ona benzetilenin kim
olduğu Yahudiler tarafından bilinmese de bu havariler tarafından bilinir ve bu
şekilde yayılırdı. Halbuki havariler de meselenin nasıl olduğu hakkında kesin
bir bilgiye sahip değillerdi. Çünkü hepsi de İsa'ya benzetildiklerinden
hangisinin gerçek İsa olduğu havariler tarafından da bilinememiş böylece Yahudiler
de Hristiyanlar da öldürülen kişinin Hz. İsa olduğu hakkında ittifak etmişlerdir.
Halbuki Allah tealaanm bildirdiği gibi gerçekte onlar İsa'yı öldürmemişler ve
asmamışlardır. Bilakis onlardan biri İsa'ya benzetilmiştir.
Taberi diyor ki:
"Vehb b. Münebbih'ten nakledilen ikinci görüş de doğru olabilir. Yani
bütün havariler İsa'nın yanından ayrıldıktan sonra evin içinde İsa bir de onun
şekline sokulan arkadaşı kalmıştır. Hz. İsa göğe çekilmiş ona benzetilen kişi
ise öldürülmüştür. Bu sebeple hem Hz. İsa'nın rakadaşlan hem de Yahudiler,
öldürülüp asılan kişinin İsa olduğunu sanmışlardır. Zira onlar öldürülen
kişinin İsa'ya benzediğini görmüşler, o kişinin, İsa'nın şekline dönüştüğü
sırada ise yanında bulunmamışlardır. Onlar İsa'nın öleceğini geceleyin
kendilerine haber verdiğini bildikleri için öldürülenin gerçekten İsa olduğunu
zannetmişler ve bunu böylece insanlara aktannışlardir. Bu mazeretlerinden
dolayı da yalancı olma sıfatından kurtulmuşlardır.
Âyet-i kerimede:
"İsa hakkında ihtilafa düşenler, gerçekten şüphe içindedirler. Onlann bu
hususta zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur." Duyurulmaktadır Bu
ifade yukarıda zikredilen birinci görüşe göre izah edildiğinde bunun mânâsı
şöyledir: İsa'yı ve arkadaşlarım kuşatan Yahudiler onu öldürmek istediklerinde
ihtilafa düştüler. Zira onlar eve girmeden önce orada bulunanların sayısını biliyorlardı.
İçeri girince bir kişinin eksik olduğunu gördüler. Oradakilerin hepsi de
İsa'ya benzediklerinden içlerinden birini şüpheli bir şekilde öldürdüler. Bu
hususta kesin bir bilgileri yoktu. Sadece zanlanna uydular.
Yukarıda zikredilen
ikinci görüşe göre ise âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: İsa'nın yanında
bulunanlar, dağılıp gittikten sonra onu öldürmek isteyen Yahudiler evde kalan
kişinin mi İsa olduğu yoksa çıkıp gidenlerden birinin mi İsa olduğu hususunda
ihtilaf ettiler. Onu öldürüp öldürmediklerinde şüpheye düştüler. Çünkü onlar
eve girip orada bulunanları saydıklarında onların, dışarı çıkanlardan ve evde
bulunan kişilerin sayısından fazla olduklarını görmüşlerdi. Bu nedenle
öldürdükleri kimse İsa mı yoksa başkası mı diye şüpheye düştüler, . Fakat
onlar, öldürdükleri kimse İsa'ya benzediği için "Biz İsa'yı
öldürdük." dediler. Halbuki onların öldürdükleri kişinin İsa olup
olmadığı hususunda bir bilgileri yoktu. Onlar sadece zanna tabi olmuşlardı.
Âyet-i kerimede geçen
ve "Kesin olarak İsa'yı öldürmediler." diye tercüme edilen ifadesi
Taberi tarafından "Onlar bu zan-larını kesin bir bilgi ile
gidermediler." şeklinde izah edilmiş, Abdullah b. Ab-bas'ın da âyetin bu
bölümünü bu şekilde izah ettiği rivayet edilmiştir.
Âyet-i kerimenin
sonunda "Allah herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir."
buyurulmaktadir. Bunun izahı şöyledir: Allah, kendilerine zulmeden Yahudileri
çığlıkla yakalayarak ve onlan lanetine uğratarak onlardan intikam aldığı gibi
her zaman düşmanlanndan intikam alır. Kimse ona karşı koyamaz. Yarattıklarını
sevk ve idare etmesinde hikmet sahibidir. Onlar arasında hüküm verecek olan da
O'dur. O halde ey Muhammed'den üzerlerine kitap indirilmesini isteyenler,
atalarınızın Peygamberlerini yalanlamaları-ve dostlarına karşı iftiralar
atmaları yüzünden çarpıldıkları gibi cezama çarptırılacağınızdan korkun. [345]
Allah teala Hz. İsa'yı
apaçık delillerle ve hidayetle Peygamber olarak gönderdi. Fakat Yahudiler
Allah'ın, Hz. İsa'ya Peygamberlik vermesini Ölüleri diriltme, körlerin
gözlerini açma, cüzzamlıları iyileştirme, çamurdan kuş yapıp ona üfleyerek
gerçek kuş haline getirme gibi mucizelerle donatmasını çekemediler. Bu sebeple
onu yalanladılar ve ona karşı çıktılar. Ellerinden gelen çeşitli
eziyetler yaptılar. Öyle ki Hz. İsa
onlarla bir arada yaşayamaz oldu ve annesiyle beraber şehir şehir gezmeye
başladı. Fakat Yahudiler bununla da kalmayıp onu, putperest olan zamanın Şam
genel valisine şikayet ettiler. Hz. İsa'nın, insanları yoldan çıkardığını ve onları
idarecilere karşı kışkırttığını söylediler. Vali buna çok kızdı. Kudüs'teki
temsilcisine mektup yazarak ona karşı tedbir almasını ve onu asarak başına
dikenler koymasını ve insanları ondan kurtarmasını emretti. Mektup Kudüs
temsilcisine ulaşınca temsilci, Valinin emirlerine uydu. Yahudilerden bir
grupla beraber Hz. İsa'nın on iki veya on üç yahut on yedi arkadışla beraber
bulunduğu eve gitti. Olay bir cuma günü ikindi vakti başlayıp cumartesi gecesi
devam etti. Bu gidenler Hz. İsa'nın evini kuşattılar. İçende bulunan havarilerden
biri Allah tarafından Hz, İsa'ya benzetildi, İçeri giren valinin adamları bu
kişiyi öldürdüler sonra da götürüp astılar. Hz. İsa ise Allah tarafından kendi
katına yükseltildi.
Hz. İsa hakkında
Hristiyaniar üç gruba ayrılmışlardır;
a-
NASTURÎLER: Bunlar "İsa aramızda Allah'ın oğluydu. Sonra allan onu alıp
kendisine yükseltti." dediler.
b-
YAKUBİLER: Bunlar diyorlardı ki: "Allah, İsa'nın şeklinde içimize
gelmişti. Sonra göre göğö çıktı."
c- GERÇEKTEN
İMAN EDENLER: Bunlar da diyorlardı ki: "İsa aramızda Allah'ın kulu ve
Peygamberiydi. Sonra Allah onu yükseltip kendisine aldı."
Ne yazık ki, iman
etmeyen ilk iki grup iman edenler galip gelerek onları ortadan kaldırdılar.
Nihayet Hz. Muhammed (s.a.v.) geldi. Tevhid inancı tekrar ortaya çıktı. [346]
159- Kitap
ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce ona iman etmiş olmasın. İsa*
kıyamet gününde onların üzerine şahitlik edecektir.
Müfessirlerbu âyet-i
kerimeyi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a- Abdullah
b. Abbas, Ebu Malik, Hasana Basri, Katade ve İbn-i Zeyd âyeti şöyle izah
etmişlerdir: "Ehl-i kitaptan hiçbir kimse yoktur ki İsa Deccal'ı
öldürmek için tekrar yeryüzüne
gönderildiğinde İsa ölmeden önce ona iman etmiş olmasın."
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Hz. İsa'nın yere inmesinden sonra
ehl-i kitap olan bütün insanların Hz. İsa'ya iman edeceklerini ve müslüman
olacaklarını bildirmektedir. Kıyamet gününde de Hz. İsa, ehl-i kitap için
şahitlik edecektir. Onlardan kimin iman edip kimin iman etmediğini
bildirecektir.
b- Yine
Abdullah b. Abbas, Mücahid, İkrime, Hasan-ı Basri, Muhammed b. Şirin ve
Cüveybir'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir:
"Yahudilerden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden Önce isteyerek veya istemeyerek
İsa'ya iman etmiş olmasın."
Görüldüğü gibi bu
görüşte olanlara göre bir Yahudinin boynu da vuruşla . bir yerden düşerek de
ölse veya bir yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak da ölse mutlaka Hz.
İsa'ya iman eder sonra canı çıkar. Hristiyaniar da böyledir.
c-
İkrime'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ehl-i
kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan hiçbir kimse yoktur ki o kimse ölümünden
önce Muhammed'e iman etmiş olmasın."
-
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira ikinci görüşte
olanlar, bütün ehl-i kitabın, Hz. İsa'ya iman ettikten sonra ölmüş olacaklarını
söylemişlerdir. Bunların ifadeleri esas alındığı takdirde, Ölen ihl-i kitaba
İslam muamelesi tatbik etmek icabeder. Çünkü Hz. İsa'ya hakkıyla iman edenin,
Hz. Muhammed de dahil diğer bütün Peygamberlere iman etmesi ve müslüman olması
gerekir. Hz. Muhammed'e iman edinin Hz. İsa'yı yalanlaması mümkün olmadığı
gibi Hz. İsa'nın Peygamber olduğuna iman edinin de Hz. Muhammed'i yalanlaması
mümkün değildir. Bunların izahlarına göre ölen her ehl-i kitaba İslam muamelesi
uygulanarak, onun yıkanması, cenazesinin kılınması, malının, erginlik çağına
gelmemiş olan çocuklarına veya erginlik çağına ermiş müslüman çocuklarına
taksim edilmesi, eğer küçük çocuğu veya erginlik çağına gelmiş müslüman çocuğu
yoksa malının, böyle olan müslümanlar gibi Beytül Mala aktarılması gerekir.
Halbuki bütün
müslümanlar, Hz. Muhammed'e ve onun, Allah katından getirdiklerine iman etmeden
önce ölen bir ehl-i kitaba müslüman muamelesi yapılmayacağı ve ona,
hayatındaki gibi ehl-i kitap hukukunun uygulanacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu da: "Her ehl-i kitap ölmeden önce Hz. İsa'ya mutlaka iman
eder," görüşünün yanlış olduğunu, âyetin bu bölümünden maksadın, âhir
zamanda Hz. İsa'nın yeryüzüne indiği sırada mevcut olan ehl-i kitabın
kas-dedildiğini ve bunların, Hz. İsa'ya dolayısıyla Hz. Muhammed'e iman
edeceklerini beyan ettiğini gösterir. Nitekim bu hususta Ebu Hureyre (r.a.)
Resulullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Peygamberler
baba bir kardeştirler. Anneleri ayrıdır. Dinleri ise birdir. Ben, Meryemoğlu
İsa'ya daha yakınım. Çünkü benimle onun arasında Peygamber yoktur. İsa
inecektir. Siz onu gördüğünüzde onu tanıyın. O, orta boylu, kırmızı ile beyaz
arası bir tendedir. Onun üzerinde iki parçadan meydana gelen açık sarı bir
elbise bulunur. Ona ıslaklık dokunmasa da sanki başından (saçlarından) su
damlıyor gibidir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve
insanları İslama davet edecektir. Allah, onun zamanında İslam dışındaki bütün
dinleri yok edecektir. Yina Allah onun zamanında Deccal Mesihi yok edecek,
yeryüzünde güven hakim olacaktır. Öyle ki arslanlar develerle, kaplanlar
sığırlarla, kurtlar koyunlarla beraber otlayacak ve çocuklar yılanlarla
oyna-yacaklardr. Bunlar birbirlerine zarar vermeyeceklerdir. İsa yeryüzünde
kırk sene
kalacak sonra vefat
edecek ve müslümalar onun cenaze namazım kılackalardır." [347]
Görüldüğü gibi Hz.
İsa, Deccalı öldürmek için ölümünden evvel gökten inince bütün bâtıl dinler
ortadan kalkacak, insanlar İslam dininde birleşecekler ve böylece ehl-i kitap
olanlardan, İsa'ya iman etmeyen kalmayacaktır.
Hasan-ı Basri diyor
ki: "Allah'a yemin olsun ki Hz. İsa şu anda diridir ve
Allah katmdadir. O, yeryüzüne indiği zaman
bütün ehl-i kitap ona iman edecektir. Kıyamet gününde de Hz. İsa, kendisine
inanan veya inanmayanlara karşı şahit olacaktır."
Resulullah (s.a.v.)
Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne ineceğini beyan ederek buyuruyor ki:
"Hayatım kudret
elinde olan Allah'a yemin olsun ki, Meryemoğlu İsa yakında aranıza adeletli
bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu Öldürecek (onu ortadan kaldırıp
yenmesini yasaklayacak) cizyeyi kaldıracaktır. Aynca o zaman mal artacak öyle
ki kimse ona tenezzül etmeyecektir. [348]
Taberi diyor ki:
"Âyet-i-kerimeyi "Hiçbir ehl-i kitap yoktur ki ölmeden Önce
Muhammed'e iman etmiş olmasın." şeklinde izah edenlerin görüşlerinin fasit
olduğu, bundan Önceki görüşün fasit olduğunu izahtan anlaşılmaktadır. Buna
ilaveten daha önce Hz. Muhammed'den bahsedilmemiştir ki bu âyette geçen deki
zamirin Hz. Muhammed'i gösterdiği söylensin. Daha önce Hz. İsa, annesi ve
Yahudilerden bahsedildiğinden bu zamirin Hz. İsa'yı gösterdiğini söylemek
elbetteki daha isabetlidir. [349]
160-161-
Yahudilerin zulmetmeleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları,
yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere
yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helal kılınan temiz şeyleri onlara
haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara, can yakıcı bir azap hazırladık.
Yahudilerin,
Peygamberleri öldürmeleri gibi zulümleri, Allah'ın dininden
bir çpk insanları alıkoymaları,
kendilerine yasaklanmasına rağmen faiz almaları, rüşvet olarak veya Allah'ın
kitabını değiştirme karşılığında para alarak haksız yere insanların mallarım
yemeleri sebebiyle, daha önce kendilerine helal kıldığımız temiz şeyleri haram
kıldık. Biz onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık ki o da
cehennem azabıdır.
Şu âyet-i kerimede
Yahudilere yasaklanan şeylerden bir kısmı zikredilmektedir. "Biz,
Yahudilere, tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt,
bağırsak ve kemik yağlarının dışında iç yağlarını da haram kıldık.
Azgınlıklarından dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphesiz ki biz, doğru
söyleyiniz. [350]
Âyet-i kerimede,
Yahudilerin, işledikleri dört günahtan dolayı kendilerine daha önce helal
kliman şeylerin haram kılındığı beyan edilmiştir. İşledikleri bu günahlardan
biri, zulmetmeleridir. Bu zulümlerinin mahiyeti ise bundan önceki yüz elli
beş, yüz eli i altı ve yüz elli yedinci âyetlerde zikredilen, Allah'a
verdikleri hadi bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, Peygamberleri
haksız yere öldürmeleri, "Kalblerimiz kapalıdır," demeleri,
inkarcılıkta bulunmaları, Meryem'e zina iftirasında bulunmaları ve "Biz,
Meryemoğlu İsa Meşini öldürdük." demeleridir. Bu günahlardan bir diğeri
ise insanları Allah'ın yolundan çokça alıkoymalarıdır. Bundan maksat ise,
Allah'a karşı bâtıl şeyler uydurup onun, Allah'tan olduğunu iddia etmeleri,
Allah'ın kitabını değiştirmeleri, mânâlarını gerçeğinden saptırmaları, Hz.
Muhammed'in Peygamberliğini inkâr etmeleri ve onun gerçek halini bilmeyen cahil
insanlara açıklamamaları ve böylece insanları saptırmalarıdır.
Yahudilerin işlemiş
oldukları günahlardan bir başkası da daha önce izah edildiği gibi faiz
almalarıdır.
Yine Yahudilerin
işlemiş oldukları günahlardan biri de insanların mallarını haksız yere
yemeleridir. Bundan maksat ise verecekleri hüküm karşılığında rüşvet almaları,
kendileri herhangi bir şey yazarak "Bu Allah kalındandır." demek
suretiyle para almaları ve benzeri murdar kazançlar sağlamalarıdır. İşte bu
günahlar yüzünden Allah teala onları cezalandırmış ve onlar için helal kıldığı
şeyleri haram kılmıştır.
Ayet-i kerimenin
sonunda: "Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık."
buyunılmaktadık. Burada ifade edilen "Onlar"dan maksat, Yahudiler,
"Onlardan kâfir olanlar"dan maksat, Uz. Muhammed'in Peygamberliğini
inkâr edenler ve "Can vakıcı azap"tan maksat ise cehennem azabıdır. [351]
162- Fakat
onlardan, ilimle derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana indirilene ve senden
önce indirilenlere iman ederler. Özellikle namazı kılanlara, bir de zekatı
veren ve Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat
vereceğiz.
Müfessirler bu âyet-i
kerimeyi iki şekilde izah etmişlerdir; Birinci izah şekli mealde veridiği
gibidir. Taberi'nin yaptığı ikinci izah şekli ise şöyledir: "Fakat
onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen kitaba ve senden önce
indirilen kitaba ve namaz kılan meleklere iman eden müminlere, zekat verenlere,
Allah'a ve âhiret gönüne iman edenlere elbette ki büyük bir mükâfaat vereceğiz."
Taberi, âyet-i
kerimenin bu son şekilde izah edilmesini tercih etmiş bununla birlikte âyetin
izahmdaki çeşitli görüşleri özetle şu şekilde zikretmiştir. "Âyet-i
kerimede geçen ve "Namaz kılanlar" diye tercüme edile cümlesindeki
kelimesinin merfu mu yoksa
mensub mu veya mecrur
mu olduğu hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:
1- Eban b.
Osman b. Affan ve Hz. Aişe'den nakledilen bir görüşe göre bu kelime aslında
şeklinde merfudur. Fakat hattatlar yanlışlıkla bunu şeklinde yazmışlardır. Bu
izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde
derinleşmiş olanlara, sana ve senden önce indirilenlere iman edenlere,
namazlarını dosdoğru kılanlara, zekatlarım verenlere ve Allah'a ve âhiret
gününe iman edenlere, işte onlara yakında büyük bir mükâfaat vereceğiz."
2- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise kelimesi harfi ile mensubdur. Aslında âyette zikredilen
diğer sıfatlar gibi bu sıfatın da merfu olması gerekirken ancak bu sıfat,
ilimde derinleşenlerin sıfatı olduğundan ve sıfatla mevsuf arasına uzun bir
cümle girdiğinden bu sıfat mevsuf undan, irab yönünden ayrılmış ve
"Överim" anlamında olan gizli bir fiil ile mensub okunmuştur. Bu
izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş
olanlara, sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman eden müminlere,
namazlarını dosdoğru kılanlara ~Ki onları överim- zekatlarını verenlere,
Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, evet işte onlara yakında bir mükâfaat
vereceğiz."
3- Diğer bir
kısım âlimlere göre kelimesi harfi ile mecrurdur. Ancak bunlar harfi ile mecrur olduğunu
kabul ettikleri bu kelimenin ne sebepten dolayı mecrur olduğu hususunda çeşitli
izahlar zikretmişlerdir.
a-
Bazılarına göre bu kelime, cümlesindeki harfine
atfedildiği için bu harfi esre okutan harf-i ceriyle mecrurdur. Bunlar âyete
iki şekilde mânâ vermişlerdir:
aa-
"Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene, senden önce
indirilenlere ve namazın dosdoğru kılınacağına iman edenlere, Allah'a ve âhiret
gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat vereceğiz."
bb-
"Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene, senden önce
indirilenlere ve namaz kılan meleklere iman eden müminlere, zekâtlarını verenlere,
Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara büyük bir mükâfaat vereceğiz.
b- Diğer bir
kısım âlimlere göre kelimesi, gizli olan bir harfi ile mecrurdur. Buna göre de âyetin
mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşenlere, sana indirilene,
senden önce indirilenlere iman eden ve namaz kılanlara inanan müminlere, zekat
verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere, işte onlara yakında büyük
bir mükâfaat vereceğiz."
c- Başka bir
kısım âlimlere göre kelimesi, gizli olan bir harf-i ceriyle mecrurdur. Buna göre âyetin
mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman edenlere, namaz kılanlardan
ilimde derinleşmiş olanlara, zekatlarını verenlere, Allah'a ve âhiret gününe
iman edenlere, işte onlara yakında büyük bir mükâfaat vereceğiz.
d- Diğer bir
kısım âlimlere göre ise bu kelime harf-i ceriyle mecrurdur. Buna göre de
âyetin mânâsı şöyledir: "Fakat onlardan ilimde ileri gidenlere, sana
indirilene, senden önce indirilenlere iman eden müminlere, zekâtı verenlere,
Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere işte onlara büyük bir mükâfaat
vereceğiz.
Taberi bu görüşlerden
kelimesinin cümlesindeki harfine atfedilerek mecrur olduğunu söyleyen ve
cümlesindeki namaz kılanlardan maksadın melekler olduğunu söyleyen görüşün
isabetli olduğunu zikretmiş ve bunu tercih etliğine dair delillerini
serdetmiştir. [352]
163-
Şüphesiz biz Nuh'a ve ondan sonra gelen Peygamberlere vah-yettiğimiz gibi sana
da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlara, İsa'ya,
Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a Zebur'u verdik.
Ey Muhammed, Nuha ve
ondan sonra gelen diğer Peygamberlere Peygamberlik verip vahiy gönderdiğimiz
gibi sana da Peygamberlik ve vahi y gönderdik. Allah'ın dostu olan İbrahim'e,
onun oğullan İsmail ve İshak'a, İshak'ın oğlu Yakub'a, Yakub'un neslinden olan
torunlara, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a da Peygamberlik vahiy
gönd emi iştik. Sana, hak ile batılı ayır-deden Kur'an'ı verdiğimiz gibi
Davud'a da Zeburu vermiştik.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Yahud il erden Sükeyn ve Adiy b. Zeyd gibi şahıslar dediler
ki: "Ey Muhammed, Allah'ın, Musa'dan sonra herhangi bir insana bir şey
indirdiğini bilmiyoruz." İşte bunun üzerine Allah teala bu âyeti ve bundan
sonra gelen iki âyeti indirdi. [353]
Muhammed b. Ka'b
el-Kurezi ise demiştir ki: "Allah teala, bu âyetten Önce zikredilen:
"Kitap ehli, gökten kendilerine bir kitap indirmeni isterler."
âyetini ve ondan sonra gelen yüz elli dört, yüz elli beş ve yüz elli altıncı
âyetlerini indirince Resulullah bu âyetleri Yahudilere okumuş ve onlara, yaptıkları
çirkin amelleri bildirmiştir. Bunun üzerine Yahudiler, Allah'ın indirdiği
her-şeyi inkâr etmişler ve demişlerdir ki: "Allah, herhangi bir beşere bir
şey indir-memiştir. Ne Musa'ya ne İsa'ya ne de herhangi bir Peygambere bir şey
indirmiştir." Bunun üzerine Allah teala: "Onlar, Allah hiçbir
kimseye bir şey indirmedi." diyerek Allah'ı hakkıyla takdir edemediler[354]âyetini
indirmiştir. [355]
164- Daha
önce bazılarını sana anlattığımız bazılarını da anlatmadığımız Peygamberler
gönderdik. Allah, Musa ile de bizzat konuştu.
Ey Muhammed, Nuh'a ve
ondan sonra gelen Peygamberlere vahiy gönderdiğimiz gibi sana da vahiy ve sana
anlatmadığımız başka peygamberler de indirdik. Sana anlattığımız bir kısım
Peygamberlere de vahiy indirdik. Allah, Peygamberi olan Musa ile de
konuşmuştur.
Cez' b. Cabir
el-Hasemi, Allah tealanın, Uz. Musa ile konuşması hususunda şunları
söylemiştir: "Allah teala Hz. Musa ile, onun anlayacağı diklen önce diğer
bütün dillerle konuşunca Musa: "Ey Rabbim, vallahi ben bunu anlamıyorum."
demiştir. Nihayet Allah teala Musa'ya, onun sesine uygun şekilde ve onun
diliyle konuşunca Musa: "Ey Rabbim, senin konuşman böyle midir?" diye
sormuş Allah teala da: "Hayır böyle değildir." demiştir. Bunun
üzerine Musa: "Senin yaratıklarında, senin konuşmana benzer bir şey var
mıdır?" diye sormuş Allah teala da: "Hayır yoktur. Benim
yarattıklarımdan benim konuşmama en çok benzeyeni, insanların işittikle^en
şiddetli yıldırım sesidir." buyurmuştur.
Peygamberlerin bir
kısmının adlan Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiş bir kısmının ise
zikredilmemiştir. İsimleri zikredilmeyenlerin sayılarının ne kadar olduğu
hakkında ihtilaf vardır. Gönderdiği Peygamberlerin, sayısını Allah bilir. Allan
tealanın Hz. Musa ile konuşması ise ona bahşettiği özel bir lütuftur. [356]
165-
Müjdeleyen ve uyaran Peygamberler gönderdik ki, Peygamberler geldikten sonra
insanların, Allah'a karşı herhangi bir bahaneleri kalmasın. Allah herşeye
galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Biz bu Peygamberleri,
itaat edenleri sevapla müjdeleyici ve isyan edenleri de cezalarla uyarıcı
olarak gönderdik. Böylece, Peygamberler gönderildikten sonra kâfir olan isanlnn
Allah'a karşı herhangi bir bahaneleri kalmasın ve "Bize Peygamber
gönderilmedi ki ona itaat edelim." demesinler. Allah, yaratıklarını
cezalandırmada herşeye kadirdir, onları sevk ve idarede hikmet sahibidir.
Bu hususta diğer bir
âyet-i kerimede şöyle Duyurulmaktadır: "Eğer biz onları Muhammed'den önce
bir azapla helak etseydik muhakkak "Rabbimiz, bize bir Peygamber
gönderseydin de zelil ve rüsvay olmadan önce âyetlerine uy-saydik ya."
derlerdi. [357]
Allah teala
Peygamberleri gönderdikten sonra dinden çıkan her sapığın itiraz yollarını
tıkamış ve bahanelerine imkân bırakmamıştır. Böylece bütün yaratılanlara karşı
sadece Allah tealanın delili kalmıştır. Başkalarının delili yoktur. [358]
166- Fakat
Allah, sana indirdiğine şahitlik eder. Onu bilerek indirmiştir. Melekler de
buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter.
Ey Muhammed, senden,
kendilerine gökten bi kitap indirmeni isteyen Yahudiler, sana indirdiğimiz
Kur'an'ı inkâr ederlerse ve "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi*'
diyerek seni yalanlayacak olurlarsa sen onların bu davarnışlarma üzülme. Çünkü
Allah, sana indirdiği kitabı, bilgisi dahilinde indirdiğine dair şahitlik
etmektedir. Melekler buna şahitlik etmektedirler. Allah'ın şahitliği yeter.
Diğer yaratıkların şahitliğine de ihtiyaç yoktur. Rabbin senin doğruluğuna şahitlik
ettikten sonra artık yalanlayanların yalanlamaları sana bir zarar vermez.
Abdullah b. Abbas
diyor ki: "Resulullah, bir Yahudi topluluğunun yanına gitti. Onlara:
"Vallahi ben biliyorum ki sizler, benim, Allah'ın Peygamberi olduğumu çok
iyi biliyorsunuz." dedi. Onlar da: "Biz bunu bilmiyoruz."
dediler. Allah teala da: "Fakat Allah sana indirdiğine şahitlik eder. Onu
bilerek indirmiştir. Melekler de buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah
yeter." âyetini indirdi. [359]
167-
Şüphesiz ki inkar edenler, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, derin bir
sapıklığa düşmüşlerdir.
Ey Muhammed,
kıssalarını anlattığımız kişilerden, senin Peygamberliğini bildikten sonra
inkâr edenler, Allah'ın sana vahiy indireceğini kabul etmeyenler ve insanları
Allah'ın sana gönderdiği İslamdan, senin aleyhinde çeşitli şeyler konuşarak ve
senin hakkındaki âyetleri gizleyerek alıkyonlar, işte onlar doğru yoldan
ayrılmış ve derin bir sapıklığa düşmüşlerdir. Zira Allah'ın gönderdiği hak dini
bırakmış, bâtıl yollara sapmışlardır. [360]
168- Muhakkak ki Allah, inkâr edenleri ve
zulmedenleri ne bağışlar ne de doğru bîr yola eriştirir. [361]
169- Onlara
ancak cehennemin yolunu gösterir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu, Allah'a
göre çok kolaydır.
Şüphesiz ki
Muhammed'in Peygamberliğini inkâr ederek Allah'ı da inkâr etmiş olan ve
insanları haktan alıkoyarak kendilerine ve olara zulmedenleri affetmez. Onları
cezalandırır ve rüsvay eder. Onlara doğru yolu da göstermez. Bu sapan ve
saptıran zümreye Allah teala ancak, içinde ebedi olarak kalacakları cehennemin
yolunu gösterecektir. Bu, onların yaptıklarının karşılığıdır. Bunu yapmak
Allah'a pek kolaydır. Zira bütün varlıklar onun yaratığı, yapacağı işler de
kendisine aittir. Ona kimse karışamaz. [362]
170- Ey
insanlar, şüphesiz ki Peygamber, rabbiniz tarafından size gerçeği getirmiştir.
İman edin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Şayet inkâr ederseniz bilin ki
göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir. Allah, herşe-yi çok iyi bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.
Ey insanlar size
Rabbiniz tarafından, Allah'ın Peygamberi olan Muham-med, gerçek dini olan
İslamı getirmiştir. O, Allah'ın, kulları için seçmiş olduğu bir dindir. Siz,
Muhammed'e ve getirdiğine iman edin. Çünkü iman etmeniz, sizin için daha
hayırlıdır. Şayet Muhammed'in Peygamberliğini ve getirdiği şeyleri inkâr
ederseniz, şüphesiz ki inkârınız, Allah'ın mülkünden ve hükümranlığından bir
şey eksiltmez. Zira göklerde ve yerde bulunan herşey Allah'a aittir. Allah,
kullarının hallerini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. [363]
171- Ey
kitap ehli, dininiz hususunda aşırı gitmeyin, Mcrycmoğlu İsa Mesih Allah'ın
sadece Peygamberidir. Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur.
Allah'a ve Peygamberine iman edin. "Allah üçtür" demeyin. Bundan
vazgeçin. Sizin için daha hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilahtır. O, çocuk
sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. Vekil olarak
Allah yeter.
Ey kitap ehli olan
Hristiyanlar, dininiz hususunda haddi aşarak ifrata kaçmayın. İsa hususunda
Allah'a karşı sadece gerçeği söyleyin. Çünkü sizin "İsa Allah'ın
oğludur." sözünüz bâtıldır ve haddi aşmadır. Zira Allah çocuk
edinme-mistir. Meryemoğlu İsa Mesih, iddia ettiğiniz gibi Allah'ın oğlu değil
sadece Peygamberidir. Ve Meryem'e bildirdiği bir müjde sözüdür. Kendisinden Meryem'e
ulaştırdığı bir ruhtur. O halde Allah'ın birliğine ve çocuğu olmadığına iman
edin. Peygamberlerinin Allah katından getirdiklerini tasdik edin. İlahın üç
olduğunu söylemeyin. Yalanlarınızdan ve Allah'a ortak koşma iddialarınızdan vazgeçin.
Zira bu sizin için, hemen uğratılacağınız veya daha sonra gelecek olan azaptan
daha hayırlıdır. Allah ancak tek bir ilahtır. Onun ne çocuğu vardır ne de
babası. Allah, çocuk edinmekten münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini
yaratan ve onların sahibi olan Allah'tır. Ve büün yaratılanlar onun kuludur.
Böyle olunca, yarattıklarından biri olan İsa nasıl olurda Allah'ın oğlu olur?
Allah, kullarını sevk ve idare edici olarak yeter.
Âyet-i kerimede, Hz.
İsa, Mesih olarak sıfatlandırılmıştır. Bu kelime "Dokunma ve silme"
mânâsına gelen kökünden türetilmiştir. Hz. İsa'ya bu sıfatın verilmesinin
sebebi ise Allah tealanm onu, günahlarından arındırmasından ve kötülükleri
ondan silip gidermesindendir.
Taberi diyor ki:
"Bir kısım insanlar "Mesih" kelimesinin İbranice veya
"Süryanice" bir kelime olduğunu, aslının ise "Mesih"
olduğunu fakat Arapça'ya "Mesih" olarak geçtiğini, nitekim İsmail,
İshak, Musa ve İsa gibi Kur'an'da zikredilen Peygamberlerin adlarının da
Arapça'ya başka dillerden geçtiğini söylemişlerdir. Taberi bu görüşün isabetli
olmadığını söylemiştir. Zira "Mesih" kelimesi isim değil sıfattır.
Kur'an'da Arapça'nın dışında bir dilden alınan bir sıfat
zikredilmem iştir. Çünkü Allah teala
Kur'an'ı Arap lisanıyla gönderm iştir. Şayet "Mesih" kelimesinin
Arapça olmadığı söylenecek olursa Allah tealanın, Kur'an'i anlayan Araplara,
anlamayacakları bir sıfatı zikrettiği söylenmiş olur ki bu da daha önce de
beyan edildiği gibi, konuşan bir kişinin, dinleyenlere anlamayacakları şeyleri
söylemesi olur ki bu Allah tealaya yakışmaz. Kur'an'da zikredilen ve Arapça
olmayan diğer kelimeler ise Arap olmayan Peygamberlerin sıfatlan değil
isimleridir. Yabancı dillerden alınan isimlerin Kur'an'da zikredilmesi onu
anlamaya herhangi bir zarar vermediğinden onlan zikretmenin bir mahzuru yoktur.
Deccala
"Mesih" denmesinin sebebi ise onun gözünün silik olu şundandır.
Resulullah da bunu böyle açıklamıştır.
Âyet-i kerimede
zikredilen Hz. İsa'nın diğer bir sıfatı da "Allah'ın kelimesi" dir.
Bu sıfattan maksat, Allah tealanın, meleklerine, Meryem'e müjdelemelerini
emrettiği bir mesajıdır. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle
buyurulmuştur: "Ey Meryem, Rabbine boyun eğ. Ona secde et ve rü'ku
edenlerle bareber rüku et. [364]
Âyet-i kerimede Hz.
İsa'nın diğer bir sıfatı olarak ( yani "Allah'tan bir ruhtur" ifadesi
zikredilmiştir. Müfessirler bu sıfatı çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.
a-
Bazılarına göre "Allah'tan bir ruhtur" ifadesinden maksat,
"Allah tarafından bir üflemedir." demektir. Zira Hz. İsa Allah
tealanın emriyle Cebrail'in, Hz. Meryem'in abasına üflemesiyle meydana
gelmiştir. Bu hadise, Allah'ın emriyle meydana geldiğinden, Allah tarafından
bir ruh, yani bir üfleme şeklinde ifade edilmiştir.
b- Diğer bir
kısım müfessirîere göre ise "Allah tarafından bir ruhtur." ifadesinden
maksat, "Allah tarafından bir hayattır." Yani, Allah'ın,
"Ol" demesiyle meydana getirdiği ve can verdiği bir kuludur."
demektir.
c- Başka bir
kısım müfessirîere göre "Allah tarafından bir ruhtur" ifadesinden
maksat, "Allah tarafından bir rahmettir." demektir. Zira'Allah teala
Hz. isa'yı, kendisine iman edenlere bir rahmet kılmıştır. Çünkü Hz. İsa onlara
doğru yolu göstermiştir.
d- Başka bir
kısım müfessirîere göre "Allah'tan bir ruhtur" ifadesinden maksat,
"İsa Allah'ın, Âdem'in sulbünden çıkararak şekillendirdiği sonra da konuşturduğu
insanoğlunun ruhlarından bir ruhtur. Allah onu yarattıktan sonra şekillendirdi,
Meryem'e gönderdi. O, Meryem'in ağzından içeri girdi. Sonra Allah teala onu Hz.
İsa'nın ruhu yaptı. Übey b. Kâ'b bu sıfatı bu şekilde izah etmiştir.
e- Başka bir
kısım müfessirîere göre "Allah tarafından bir ruhtur." ifadesinden
maksat, "Allah'ın ruhu" diye adlandırılan Cebrail tarafından Meryem'e
iletilendir." demektir. [365]
Taberi diyor ki: Bu
görüşlerden her birinin doğruya uzak olmayan bir yönü vardır." [366]
172- Ne İsa
Mesih Allah'a kulluk yapmaktan kaçınır ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler.
Kim, Allah'a kulluk etmekten çekinirse bilsin ki Allah, hepsini huzurunda
toplayacaktır.
*Bir kısım insanlar
Hz. İsa'yı ilah edindikleri gibi Allah'a yakın olan melekleri de ilah
edinmişlerdir. Bu sebeple âyet-i kerime, hem İsa'nın hem de meleklerin,
Allah'ın kullan olduklarını, bu itibarla meleklerin de İsa gibi Allah'a kulluk
etmekten kaçınıp kibidenemeyeceklerini beyan etmektedir. [367]
173- Allah,
iman edip salih ameller işleyenlerin mükâfaatlarım ise eksiksiz verecek ve
lütfundan daha da artıracaktır. Kendisine kulluk etmekten çekinip
kibirlencnlcrc gelince onları can yakıcı bir azaba uğratacaktır. Bunlar
kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulackalardır.
Allah'ın birliğini
ikrar eden, ona itaata boyun eğer, kullukta ona teslim olan, Allah'ın
emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak salih amel işleyen müminlere gelince
Allah onların salih amellerinin karşılığını tam olarak verecek ve lütfundan
daha fazlasını da verecektir. Allah'a kulluk etmeyi gururlarına yediremeyen,
ona boyun eğmekten kibirlenen kimselere gelince, Allah onlara can yakıcı bir
azapla azab edecek, gururlanan bu insanlar, kendilerini Allah'ın azabından
kurtaracak bir dost ve yardımcı bulamayacaklardır.
Âyet-i kerimede, Allah
tealanın, iman eden ve salih ameller işleyen kullarına, yaptıkları amellerin
karşılığını tam olarak vereceği, buna ilaveten lütfundan daha fazlasını
vereceği zikredilmektedir.
Taberi diyor ki:
"Allah tealanın, amellerinin karşılığı olarak vereceği mükâfaatlar,
amellere göre sınırlıdır. Fakat lütfundan vereceği fazla mükâfaatlann ise sının
yoktur. Kullarından dilediğine dilediği kadar fazla mükâfaat verecektir."
Bir kısım âlimler,
Allah'ın lütfundan vereceği bu fazla mükâfaatlann, kulun hak ettiği mükâfaatın
yedi yüz katına ulaşacağını, diğer bir kısım âlimler ise iki bin katına
ulaşacağını zikretmişlerdir. Bu husustaki görüşler daha önce zikredilmiştir.
Bu sebeple burada tekrarına lüzum görülmemiştir. [368]
174- Ey
insanlar, size Rabbinizdcn bir delil geldi. Ve size apaçık bir nur indirdik.
Ey Yahudi, Hristiyan
ve müşrik olan insanlar, size Rabbiniz olan Allah tarafından, üzerinde
bulunduğunuz dinlerin bâtıl olduğunu ispatlayan ve ortaya koyan bir delil
geldi. O delil, Muhammed'dir. Allah onu göndererek artık sizin ileri
süreceğiniz mazeretlere mahal bırakmamıştır. Ey insanlar, biz o Muhammed'le
birlikte sizler için yolunuzu aydınlatan bir nur indirdik. Bu nur da Muhammed'e
indirilen Kur'an'dır. [369]
175- Allah'a
iman eden ve emirlerine sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları, rahmet ve
lütfuna sokacak ve onları kendisine kavuşturacak olan dosdoğru bir yola
iletecektir.
Allah'a iman edip,
Peygamberlerine indirdiği apaçık bir nur olan Kur'an'a sıkıca sarılanlara
gelince, Allah onları, rahmet yeri olan cennete koyacak ve büyük lütfuna
eriştirecektir. Ve onları, kullan için seçmiş olduğu bir din olan İslama
götürecek olan dosdoğru yola sevkedecektir. [370]
176- Ey
Peygamber, senden fetva isterler. De ki: "Size, usul ve füru bırakmadan
ölen kimse hakkında Allah fetva verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu
bulunmaz da sadece bir kızkardcşi bulunursa bıraktığı mirasın yarısı onundur.
Ölen, kızkardcş ise ve çocuğu da yoksa, erkek kardeşi terekenin hepsini alır.
Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı
iki kadının payı kadardır. Allah size, sapıklığa düşmemeniz için bunları
açıklar. Allah, herşeyi çok iyi bilendir.
Bu âyet-i kerime, Ölüp
de geriye usul ve füru bırakmayan erkek veya kadının öz veya baba bir erkek
veya ki/kardeşlerinin miras paylannı açıklamaktadır.
Eğer ölen erkek ise,
çocuğu ve babası yoksa öz veya baba bir kızkardeşi bulunursa kızkardeş mirasın
yansını alır. Diğer yansı ölenin asabesine aittir.
Ölen kadın ise, çocuğu
ve babası yoksa, öz veya baba bir erkek kardeşi bulunursa erkek kardeş mirasın tamamını alır.
Mirasçılar iki Öz veya baba bir kizkardeşler ise ölenin de çocuğu ve babası
yoksa mirasın üçte ikisini aralarında paylaşırlar. Üçte biri ise asabeye
aittir. Şayet mirasçılar ve babası Öz veya baba bir erkek veya kızkardeşler ise
ve ölenin de çocuğu ve babası yoksa mirası aralarında erkeklere iki kızlara
bir pay olmak üzere bölüşürler.
Cabir b. Abdullah bu
âyet-i kerimenin, kendisi hakkında nazil olduğunu söylemiş ve şunları
anlatmıştır: Ben hastalanmıştım. Resulullah ile Ebubekir yürüyerek gelip beni
ziyaret etmek istemişler. Beni baygın bir halde bulmuşlar. Resulullah abdest
almış sonra o abdest suyundan artanı bana serpmiş. Bunun üzerine ben ayıldım.
Ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, malımı ne yapayım?" (Cabir'in dokuz
kızkardeşi vardı. Babası ve çocuğu yoktu) Resulullah bana bir cevap vermedi.
Nihayet miras âyeti indi. Yani bu âyet indi." [371]
Bera b. Âzib bu âyet-i
kerimenin Kur'an'm en son inen âyeti olduğunu Söylemiştir. [372]
Âyette zikredilen:
"Kelale" kelimesinden hangi mânânın kastedildiği hususunda bu
surenin on ikinci âyetin izahında çeşitli görüşlerle birlikte zikredilmiştir.
Taberi, "Kelale"den maksadın çocuk ve babanın dışındaki mirasçılar olduğunu
söyleyen görüşü tercih etmiştir.
Hz. Ebubekir'in bir
hutbesinde, ölen kişinin mirasçılarının kimler oldukları hususunda şunları
söylediği rivayet edilmektedir. "Dikkat edin, Allah teala Nisa suresinin
baş tarafında mirasçıların paylarını izah eden ilk âyeti (onbirinci âyeti)
çocuklar ve ana baba hakkında indirmiştir. İkinci âyeti (on ikinci âyeti) karı
koca ve anne bir kardeşler hakkında indirmiştir. Nisa suresinin son âyetini ise
anne baba bir erkek ve kızkardeşler hakkında indirmiştir. Enfal suresinin şu
son âyetini İse ölenin asabesi (ölenin baba tarafından olan akrabalan) hakkında
indirmiştir.
"Akraba olanlar Allah'ın kitabına göre birbirlerine daha
layıktırlar." [373]
Müfessirler bu âyetin
nerede indiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Daha önce de zikredildiği
gibi Cabir b. Abdullah'a göre bu âyet Medine'de Cabir'in hastalığı sırasında
nazil olmuştur. Muhammed b. Sîrîn'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu
âyet-i kerime Resulullah'in ve sahabilerin yapmış oldukları bir yolculuk
sırasında nazil olmuştur. Önde Resulullah, arkasında Hu-zeyfetüî Yeman onun
arkasında da Ömer b. el-Hattab yürüyorlardı. Bu âyet Re-sulullah'a inince onu
Huzeyfe'ye okudu. Huzeyfe de arkasında bulunan Ömer b. el-Hattab'a okudu. Ömer
Halife olunca Huzeyfe'nin bu âyetin tefsirini bileceği
ümidiyle ona sordu. Huzeyfe de Ömer'e şu
cevabı verdi: "Vallahi eğer sen o gün sana anlatmadığım bir şeyi bugün
emirliğinden dolayı sana anlatacağımı zannediyorsan sen âciz birisin."
Ömer de: "Allah hayınm vesin. Ben bunu kastetmedim." dedi. Hz.
Ömer'in bu âyeti anlamakta çok zorlandığı ve bu hususus Resul Ulah'tan tekrar
tekrar sorduğu rivayet edilmektedir.
Mürre el-Hemedani,
Ömer b. el-Hattab'ın şunları söylediğini rivayet etmiştir. "Üç şey vardır
ki Resulullah'ın bunları bize açıklaması bizim için dünyadan ve dünyada
bulunanlardan daha sevimlidir, kıymetlidir." Bunlar, "Kelale"
"Hilafet" ve "Faiz" meselesidir."
Daha önce zikredildiği
gibi Hz, Ebubekir "Kelale"den maksadın, ölenin çocuk ve babası
dışındaki mirasçıları olduğunu söylemiştir.
Hz. Ömer'den ise bu
kelime hakkında iki görüş zikredilmiştir. Birincisi bu surenin on ikinci
âyetinde zikredildiği gibi "Kelale"den maksadın çocuğu ve babası
bulunmayarak ölen kişidir. İkincisi ise babası bulunmayarak ölendir. Ölümünden
önce bu görüşünü zikrettiği rivayet edilmiştir. [374]
[1] Nisa suresi, 4/1
[2] Nisa suresi, 4/4
[3] Nisa suresi 4/13
[4] Nisa suresi 4/14
[5] Nisa suresi 4/26
[6] Nisa suresi 4/174,175
[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/433-434.
[8] Ahmed b. Honbel, Müsned, C. 5 S. 451
[9] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/435-437.
[10] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/437-438.
[11] Buhari, K. Tefsir eİ-Kur'an sure 4. bab: 1
[12] Buhari, K. Tefsir eİ-Kur'an sure 4. bab: 1
[14] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/438-441.
[15] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/441-443.
[16] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/443-445.
[17] Buharı, K. Tefsir cİ-Kıiran sure 4 kıh: 2
[18] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/445-448
[19] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/448-449.
[20] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/449-451.
[21] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/451-453.
[22] Buharİ, K. el-Vasâyâ. bab: 23, K. el-Hudud, bab:
44/MUslim, K. ci-iman, hab: 145 Madis No: 89/Ebu Davud, K. el-VasSya. bab: 10,
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi
Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/453-454.
Hadis No: 2874 / Neseî,
K. el-Vasflya b. 12
[23] Buhari, K. Tefsir el-Kıır'an, sure 4 bab: 4 / Müslim,
K. el-Faraiz, b;ıb: UN. 1616
[24] Tahrim Suresi, 64/4
[25] Denebiür ki, kadın erkekten daha zayıf ve mala daha
fazla muhtaç iken mirastaki payı niçin erkeğin payının yarısı kadardır? Deriz
ki: "Şunu unutmamak gerekir ki: "İslam dini her zaman ihtiyaçları
göz önünde bulundurmuştur. İslamada erkeğin malî mükellefiyet eler i kalından
kat kat fazladır. Çocukların nafakası, tedavi masrafları, eğilim giderleri vb.
masraflar her erkeğe aitlir. Kadının mehiri, konulu, yeyip içeceği, giyeceği ve
diğer masrafları da erkeğe aitlir. Kadında böyle bir sorumluluk yoktur. Kadın
satece alır fakat vermez. Verme mükellefiyeti yoktur. Külfetsiz nimete konar.
İslam ona bu imtayazı vermiştir. Kadının, biriktirdiği maddi varlığını harama
zemini azdır.
İnsanın yaradılışı
icabı, kadının vazifeleri evin iç işleriyle ilgilidir. Evin iç işlerini yürütmek,
çocuklara bakıp onları büyütmek, onun vazifesidir. Buna mukabil, yine yaradılış
özellikleri icabı dışişleri Üstlenmek te erkeğin vazifesidir. Ailenin
bütçesinden o sorumludur. Bu itibarla mali yükümlülükleri de denk değildir.
İşte bu durum muvacehesinde erkekle kadını miras payında eşit tutmak elbette ki
hakkaniyete uymamaktadır. Bu sebeple Islahı, mirasta erkeğe iki, kadına bir pay
hükümünif koymuştur. Rejimler bir bütündür. Bir müessesesi alınarak diğerleri
nazır-ı itibare alınmadan üzerinde yorum yapılamaz.
[26] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/455-459.
[27] Buharı, K. el-Vudu, bab: 44
[28] Ahmed b. Hatibe!, Milsned, C.4 S. 60
[29] Darimi, K. el-vasaya, bab: 8
[30] Nur suresi, 24/2
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/460-463.
[31] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/463.
[32] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/463-464.
[33] Müslim, K. el-Hudud, bab: 13, Hadis No: 1690 / Ebu
Dnvud, K. eMIudud, bab: 23, Hadis No: 4413
[34] Ebu Davud, K.
el-Vasâya, bab: 3, Hadis No: 2867
[35] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/465-467.
[36] Ebu MUslime göre ise on beşinci âyet, sevicilik yapan
kadınlar hakkındır. On altıncı 5yet birbirleriyle livata yapan eş cinsel
erkekler hakkmdıdır. Nur suresinin ikinci âyetinden onuncu Syetine kadar olan
âyetler ise zina yapan erkek ve kadınlar hakkındadır,
Ebu Müslim, Mücahidin
de bu görüşte olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre âyetler mensur değildir. Müfessirlerin çoğunluğu ise
bu görüşün tutarsız olduğunu söylemiştir.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/467-469.
[37] Meryem suresi, 19/60
[38] Tirmizi, K. ed-Davât, bab: 99 Hadis No: 3537/İbn-i
Mace, K. cz-ZUhd, bab: 30, Hadis No:4253
[39] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/469-471.
[40] Tirmizi, K. ed-Davad, bab: 99 Hadis No: 3537 / Ibn-i
âce, K. ez-Zühd, bab: 30 Hadis No: 4253
[41] Nisa suresi, 4/116
[42] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/471-473.
[43] Müslim, K. el-Hac, bab: 147 Hadis No: 1218 / Ebu
Davud, K. ei-Menasik, bab: 57, Hadis No: 1905
[44] Ahmecl b. Hanbel, Müsned, C. 5 S. 73
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/473-477.
[45] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/477-478.
[46] Müslim, K. ei-Hac, bab: 147, Hadis No: 1218 / Ebu Davuc],
K. el-Menasık, hah: 57 Hadis No: 1905
[47] Bakara suresi, 2/229
[48] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/478-480.
[49] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/480-481.
[50] Buhari, K. eş-Şahadât, bab: 7, K. cn-Nikfih, bab: 20,
117 / Müslim, K. er-Radâ bab: 2,9, 12, 13 / Ebu Davul, K. en-Nikâh, bab: 7,
Hadis No: 2055
[51] Ahzab suresi, 33/4
[52] Ahzab suresi, 33/40
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/482-484.
[53] Müslim, K. er-Radâ, bab: 33, Hadis No: 1456 / Ebu
Davud, K. en-Nikah, bab: 45, Hadis No: 2155 /Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure
4, Hadis No: 3016
[54] Maide suresi, 5/5
[55] Nisa suresi, 4/25
[56] Nurs suresi, 24/4
[57] Nisa suresi, 4/4
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/484-491.
[58] Maide suresi, 5/5
[59] E'an suresi, 6/151
[60] Bu ifadeyi " Onu sadece kınamakla kalmasın. Allah
tealanın beyan ettiği cezayı uygulanış"şeklindeki izah edenler de vardır
[61] Buhari, K. el-Hudu, bab: 36 / Müslim, K. el-Hudu, bab:
30 Hadis No: 1703 Ebu Davud, K. el-Hudud, bab: 33, Hadis No: 4469-70-71
[62] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/491-496.
[63] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/496.
[64] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/496-497.
[65] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/497.
[66] Nur suresi, 24/61
[67] Bkz. İbn-i Mace, K. et-Ticarât, bab: 1, Hadis No; 2139
/Tirmizi, K. el-Büyü, bab: 4, Hadis No: 1209
[68] Bkz. Tirmizi, K. el-Büya', bab: 26, Hadis No: 1245
[69] Bkz. Ebu Davud, K. el-Büyu1, b;ıb: 51, Hadis No: 3458
[70] Bkz. Buharı, K. el-Büyu, bab: 43
[71] Ebu Davud, K. el-Büyu' b. 51, Hadis No: 3454
[72] Ebu Davud, K, el-BUyu'b 51; Hadis No: 3455
Âyet-i kerimede geçen
ve "Birbirinizin canına kıymayın" şeklinde tercüme edilen cümle,
Ta-beri de dahil olmak üzere, bir kısım âümlcr tarafından bu şekilde izah
edilmiştir. Diğer bir kısım âlimler ise bu cümleyi şöyle izah etmişlerdir:
"Kendinizi öldürmeyin."Yani, allanın haram kıldığı şeyleri
işleyerek, aranızda mallarınızı haksızlıkla yiyerek kendinizi cehennem ateşine
atıp öldürmeyin. Ve çeşitli yollarla İntihar ederek kendi canınıza
kıymayın." Amr b. el-Ass, âyel-i kerimeyi bu son izah şekliyle anlaşmış ve
şu hadiseyle bunu Resıılulla-ha artednitir. Amr diyor ki: gazvesinde soğuk bir
gecede ihtilam oldum. Yakındığım takdirde hastalanıp Öleceğimden korktum.
Kendime acıyarak teyemmüm ettim. Sonra arkadaşlarıma sabah namazını kıldırdım.
Arkadaşlarım durumu Rcsulullaha anlattılar.Resu-lullah. Çok soğuk bir gecede
ihtilam oldum. Yıkandığını takdirde öleceğimden çok korktum ve Allah tealanın:
"Kendi kendinizi Öldürmeyin. Şüphesiz ki alah size karşı çok merhametlidir"
âyetini hatırladım. Eycmmüm edip namaz kıldım." Resulullah bunun üzerine
güldü ve hiçbir şey söylemedi." (Ebu Davud K. et-Taharct b. 35 HN. 334}
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/498-500.
[73] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/501-502.
[74] Hac suresi 22/31
[75] Nisa suresi, 4/93
[76] Bakara suresi, 2/ 275
[77] Nisa suresi, 4/10
[78] Nur suresi, 24/23
[79] Enfal suresi, 8 / 15-160
[80] Muhammed suresi, 47 / 25
[81] Buharı, K eg-Şahadat, bab: 10
[82] Buharı, K. el-Edeb, b. 6 / Müslim, K. eİ-lman, b. 144,
Hadis No: 88
[83] Ncseî, K. Tahrim ed-Dcm- bab: 3
[84] Neseî K. Tahrim ed-Dem, bab: 3
[85] Neseî K. Tahrim ed-Dem bab: 4
[86] Taberi, C.5 S.28
[87] Nisa suresi, 4/31, 40, 48, 110, 152
[88] Nisa suresi, 4/26, 27, 28, 31,110,152
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/502-507.
[89] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an sure 4, Hadis No: 3022
[90] Timizi, K. ed-Da'vât, bab: 116 Hadis No: 3571
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/508-509.
[91] Ahzap suresi, 33/6
[92] Buharı, K. Tefsir el-Kuran sure 4, bnb: 7
[93] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.l, $317
[94] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S. 61 - îbn-i kayyım bu
hadisi şöyle izah etmiştir, Allah tea-la, islamîa müslümanları birbirine
kaynaştırmış olanları, birbirleriyle yadımlaşan, birbbirle-riyle kenetleşen ve
yekvücut haline gelen kardeşler kılmıştır. Böylece Allah Icala, artık
miis-lUmanlann, cahiliye döneminde yaptıkları, dayanışma antlaşmalarına ihtiyaç
bırakmamıştır.
[95] Tirmizi, K. es-Siyer, bab: 30 Hadis No: 1588
[96] Müslim. K. Fadail cs-Sahabe, bab: 207, Hadis.No: 2530
[97] Mutayyebîn antlaşması özetle şöyle olmuştur. Kusay b.
Ka'bın, Abd-i Menaf ve Abdüddar isimli iki oğlu vardı. Kusay KSbenin
perdedarhğıni, Hacılara su vermeyi ve misafirleri ağırlamayı, bu oğullarından
Abdüddara vermişti. Bunun üzerine Kusay'ın diğer oğlu olan Abd-i Menafin
oğullan bu işlere kendilerini daha layık görerek bunları amcalarının
oğullarının elinden almak İstediler. Bundan dolayı Kureyşliler de İkiye
ayrılmışlardı. Bir kısmı Abd-i Menaf oğulannı diğer bir kısmı da Abdüddar
oğullarının destekliyorlardı. Tam savaş hazırlığı içindeyken Abd-i Menaf
oğullan, için güzel kokularla dolu olan bir kap getirip Kflbenin yanında
Mescid-İ Harama koydular. Bu kokudan taraftarlarının sürünmesini İstediler.
Onlar da bu kokudan süründüler. Yeminler edip antlaşma yaptılar. Sonra
anılaşmalarının pekiştirmek için ellerini Kâbeye sürdüler. Bu nedenle
kendilerine, "Koku sürünenler" anlammına gelen
"Mutayyebîn" ismi verilmiştir. İki topluluk ta tam savaşa girişmek
üzere iken Hacılara su verme ve misafirleri ağırlama işini Abd-i Menaf
oğullarına, perdadarlık, sancaktarlık ve toplantıları idare etme işini de
Abdüddar oğullarına bölüştürerek aralarında anılaşma yapmışlardı, işte
Resulullah (s.a.v) bu antlaşmada bulunmuş ve bunu övmüştür. (Bkz. Sİret-i tbn-i
Ni-gamC.s. 131, 132)
[98] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1 S. 190
[99] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/510-514.
[100] EbuDavud, K. ezZekât, bab: 32, Hadis No: 1644 / ibn-i
Mace, K. en-Nikâh, bab: 5 Hadis No: 1857
[101] Ebu Davud, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis No: 2142 /
îbn-i Mâce K. en-Nik5h, bah: 3, Hadis No: 1850
[102] Ebsu Davud, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis No: 2143
[103] Burada erkeğin hakimeyeti bir diktatörlük veya bir
köleleştirme hakimeyeli değildir. Burada ki hakimeyet, sevk ve idare etme ve
yön verme hakimiyetidir. Aîlahın, kainat nizzamı için koymuş olduğu kanunlar
gereği, aileyi sevk ve idare eden problemlerini Üstlenen ve onlan besleyen bir
reisin, ailenin başında bulunması gerekmektedir. Böylece aile mazbut bir aile
olsun, kendisinden beklenen vazifeleri yerine getirsin. Erkek, Aîlahın,
kendisine bahşettiği akli üstünlüğü, irade ve kararlılık yeteneği, çalışıp
didinerek ocukların ve eşinin geçimini temin etme zifesi gereği bu aile
reisliği sorumluluğunu üstlenmeye daha layıktır. Bu ilibarla ale reisliği
erkeğe verilmiştir. Fakat bu reislik, üstünlük ve derece bakımından yükseklik
olmaktan öte, sorumluluk ve yükümlülük makamıdır.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/515-519.
[104] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/520-524.
[105] Buhari, K. el-Cihad, bab: 46, K. el-Libas, bab: 101 /
Müslim, K. el-İman, hah: 48, 49 Hadis No: 30
[106] İsra suresi, 17/23
[107] Lokman suresi 31/14
[108] Tİrmizi, K. ez-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Neseî, K.
ez-Zekât bab: 82/İbn-i Mace, K. ez. Zekât bab: 28, Hadis No: 1844
[109] Müslim, K. ez-Zühd, bab: 42, Hadis No : 2983 / buhari,
K. et-Talak, bab: 25, K. el-Edeb bab: 24
[110] Buhari, K. el-Edeb, bab: 26 / Müslim, K. ez Zühd,bab:
41, Hadis No: 2982
[111] Buhari, K. el-Edeb, bab: 28 / Müslim, K. el-Birr, bab:
140, 141. Hadis No. 2624
[112] Buhari, K. el-Edeb, bab: 31 / Müslim, K. el-tman, bab:
75 Hadis No: 47
[113] Buhari, K. el-Edeb, bab: 22 / Müslim, K. el-Eyman,
bab: 40, Hadis No: 161
[114] Timıizi, K. el-birr, bab: 28, Hadis No: 1944
[115] Meryem suresi, 19/32
[116] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/524-529.
[117] Buhari, K. el-Mnğnzi, baH: 73/ Ahtnccl b. Hande];
Müsned, C. 3 S. 308
[118] Müslim, K. ei-Birr, bah: 56 Hadis Nn. 2578/ Ahmet! B.
Hnnhel, Mtisııiîd, b,s S. 160
[119] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/529-531.
[120] Müslim, K. cl-îmarc, bab: 152, Hadis No: 1905
/Tirmizi, K. ez-Zühd, bab: 48, Hadis No: 2382 Neseî, K. el-Cihad, bab: 22
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/531-532.
[121] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/532-533.
[122] Müslim, K. el-Miinafikîn bab: 56, Hadis No: 2808
[123] Müslim, K. el-îman, bab: 302, Hadis No: 183
[124] Müminun Suresi, 23 / 101
[125] En'am suresi, 6/160
[126] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/533-537.
[127] Buharı, K. et-Tcfsir, sure 4, bab: 9
[128] Maide suresi, 5/117
[129] Bakara suresi, 2/143
[130] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 2/537-538.
[131] Nebe, suresi, 78/40
[132] En'am suresi, 6/23
[133] Yasin suresi, 36/90
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 2/538-539.
[134] Tİrmizi, K. Tefsir el-Kur'na sure 4, Hadis No: 3026
[135] Ebu Davud, K. et-Taharet, bab: 69, Hadis No : 178
[136] Ebu Davud, K. et-Taharet, bab: 69, Hadis No: 179
[137] İbn-i Mace, K. et-Taharet bab: 69 Hadis No ; 503
[139] Buharı, k. et-Teyemmüm, bab: 1
[140] Müslim, K.el-Hayz, bab; 112, Hadis no: 368
[141] Buharı, K. et-Teyemmüm, bab: 4
[142] Not; Taberi bu hadisi bu şekilde rivayet etmiştir.
Ancak Buharı, Müslim, ve diğer hadiskitar> larında Ebu Cüheym'den bu hadis-i
şerif şu şekilde rivayet edilmiştir. Ebu Cüheyrn demiştir: "Resuluİlah,
Cemel kuyusu tarafından geliyordu. Onunla bir adam karşılaştı. Ve ona selam
verdi. Fakat Resulutlah onun selamını almadı. Bir duvara yöneldi. Yüzünü ve
ellerini meshet-ti. Sonra adamın selamını aldı. (Buhari, K. et-Teyemmüm, b. 3
/Müslim, K. el-IIayz, b. 114 HN. 369) Ebu Davud, Taberinİn, ebu Cüheymden
rivayet ettiği bu hadisi, onun rivayetine benzer bir şekilde, Abdullah b.
Ömerden rivayet etmiş ancak hadisin raviîerindcn, Muham-med b. Sabitin, Ahmed
b. Hanbel tarafından, teyemmüm hakkındaki hadislerinden dolayı tenkid
edildiğini söylemiştir. (Bu hususta Bkz. Ebu Davud, K. et-Taharet b. 124. MN.
330)
[143] Neseî, K. et-Taharel, bab: 196 / Ebu Davud K.
et-Taharet, bab: 123, Hadis No: 318 îbn-i Mace, K. et-Taharet bab: 90, Hadis
No: 565, 566
[144] Maidc Suresi, 5/6
[145] Müslim, K. el-Hayz, bab: 110, Hadis No: 368 /Buhari,
K. et-Teyemmiim, hah: 8
[146] Neseî, K. et-Taharet, bab: 198 / Müslim, K. el-IIayz,
bab: 112, Hadis No: 368
[147] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/5-12
[148] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/12-13.
[149] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/13.
[150] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/13-14.
[151] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/14-16.
[152] Hac suresi, 22/31
[153] Maide suheris, 5/72
[154] Zümer suresi, 39/53
[155] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/16-17.
[156] Maide suresi, 5/18
[157] Bakara suresi, 2/111
[158] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/17-18.
[159] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/19.
[160] Kevser suresi, 108/3
[161] Peygamber efendimizin erkek çocuklun yaşamadığı için,
kız çocuklarının yaşamasına rağmen
müşrikler ona
"kısır" "nesli kesik" anlamına gelen "Cbler"
sözünü söylüyorlardı. Kevser suresinde "Asıl soyu kesik olan sana buğuz
edendir" buyuru!arak, onların bu yakışıksız iddialarına cevap verilmiş
oldu.
[162] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/19-21.
[163] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/21.
[164] isra suresi, 17/100
[165] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/21-22.
[166] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/22-23.
[167] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/23.
[168] Ahmed b. Hanbel, Müsned,C.2 S.26
[169] İbrahim suresi, 14/50
[170] Fâtır suresi, 35/36
[171] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/24-25.
[172] Buhari ,K. Bed"ül H;ılk, hah: S/ Müslim,
K.elCermel, h:ıh: 8. I İndis no: 2827
[173] Bulum, K. Tct'sir cl-Kuı'nıı, sure 32, hah: 1/Müslim.
K. el-İman, hah: 313, Hadis no: 189
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/26.
[174] Ebıı Davud, K. el-BüyU, bnb: 81, Hadis no:
3535/rirmizi, K. el-BOyü, bnb: 38, Hadis no: 1264
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/27-28.
[175] Buhnri, K. el-AhkSm, bnb: I, K. cl-Cihatl, bnb: 109 /
Müslim, K. cl-tmara biıb: 32, 33,Hadis no 1835
[176] Nisa suresi, 4/83
[177] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/28-33.
[178] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/34
[179] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/34.
[180] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/35.
[181] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/35.
[182] Müslim, K el-Fadail es-Sahabe, bab: 129, Hadais no:
2357
[183] Bkz. Buhari, K. tevsiri el-Kuran sure h. No: 12
[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/35-37.
[185] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/37.
[186] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/38.
[187] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/38.
[188] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/38-39.
[189] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/40.
[190] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/40.
[191] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/40.
[192] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/41.
[193] Buhari, K. el-Hııms bab: 8 / Müslim, K. cl-lmara, bnb:
104. Hadis no: 1876
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/41-42.
[194] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/42-43.
[195] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/43.
[196] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/44.
[197] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/45-46.
[198] Şûra suresi, 42/30
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/46.
[199] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/47.
[200] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/47.
[201] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/48.
[202] Müslim, K. e!-Mukaddime, bah: 5, Hadis no: 5
[203] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/48-50.
[204] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/50-51.
[205] Müslim, K. el-imare, bab: 133, Hadis no: 1893 / Ebu
Davud, K. el-Edeb bab: 124, Hadis no: 5129 /Tirmizi, K. el-İlm, bab: 14, Hadis
no: 2670,2671
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/51-52.
[206] Müslim, K. el-lman, bab: 93, Hadis no: 54/Tirmizi, K.
cl-Kıyame, bab: 56 H.no: 2510 lbn-ı Mace, K. el-Mukaddİme, bab: 9 H.no: 68
[207] Buhari, K. el-Mürteddîn, bab: 4
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/52-53.
[208] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/54.
[209] Ruhari, K. Tefsir el-Kıır'an sure 4, hah: K. Tefsir
el-Kur'an sure: 4, bab: 14, Hadis-no: 3028
[210] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/54-57.
[211] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/57.
[212] Nisa suresi, 4/90, 91
[213] Miîmtahine suresi, 60/8, 9
[214] Tevbe suresi 9/5
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/58-59.
[215] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/60.
[216] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/61-67.
[217] En'am suresi, 6/151
[218] Furkan suresi, 25/68
[219] Müslim K. el-Kasame, bab: 28, Hadis no: 1678
[220] Tirmizi, K. ed-Diyat, b. 7 Hadis no: 1395
[221] Ahmcd b. Hanhcl, Müsncd, C. 4 S. 272
[222] Müslim, K. el-Kasame, bab: 15, Hadis no: 1672/ Buhari,
K. ed-Duyat bab: 7
[223] Bkz. Tirmzî. K. Tefsir el-Kur'nn, sure 4, Hadis No:
3029
[224] Furkan suresi, 25/68,69
[225] Furkan-suresi, 25/70
[226] Zümer suresi, 39/53
[227] Nisa suresi, 4/48
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/67-72.
[228] Bkz. Siret-i İbn-i Ilişam, C. 2 S. 226
[229] Bkz. Ehıı Davud K. ed-Diyal, bab: 3,1 indis no: 4503
[230] Bkz. Siret-i tbn-i Ilişam. C. 2 S. 623
[231] Timizi, K. Tefsir el-Kur'nn, sure 4, Ilaüis no: 3030
[232] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/72-76.
[233] Buharı, K. Tefsir el-Kur'nn sure, 4, bab: 18
[234] Buharı, K. Tefsir el-Kur'nn sure, 4, bab: 18
[235] Bkz. Buharî, K. Tefsir el-Kur'nn sure 4, bab: 18
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/77-80.
[236] Buharı, K. el-Cihad, bab: 4 Müslim, K. el-İmare, bab:
116 1 indis No: 1884
[237] Tevbe suresi
9/120, 121
[238] Ankebut suresi, 29/10
[239] Nahl suresi, 16/116
[240] Buhnri, K. Tefsir el-Kur'an sure 4, hah: 19
[241] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/80-82.
[242] Buharı, K. Tefsir el-Kur'an Sure 4 hah: 20
[243] Bııhari, K. Tefsir el-Kur'an Sure 4, hah: 21
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/83.
[244] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/84.
[245] Aiımed b. Ilannbel, MUsned, C. 4 s. 36
[246] Ebu Davut!, K. el-Cihad, bab: 15, Hadis ııo: 2499
[247] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/84-86.
[248] Müslim, K. d-Müs:ıfırîn, bab: 4 Hadis no: 6.S6 / cbu
Dııvutl, K. es-Sefer bab: 1 Hadis No: 1199
[249] Neseî, K. Sakıt el-IIavf, bab: 22 / Ebu Davud, K.
es-Sefer, bab: 12 Hadis no: 1236
[250] Ebu Davud, K. Salat el-Havf, bab: 2S7, Hadis no: 1246
[251] Neseî, K. Salât ol-IIavf, bab: 2
[252] Ebu davud, K. cs-Salah, bab: 287, Hadis No: 1247
[253] 181 Neseî, K.
Salflt cl-Havf, bab: 5
[254] 181 Neseî, K.
Salflt cl-Havf, bab: 17
[255] Neseî, K. Salât el-Havf, bab: 16
[256] Bakura suresi, 2/239
[257] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/86-93.
[258] Müslim, K. eI-Mlisafirin bab: 309, Hadis no: 841
[259] Müslim, K. el-MUsafirin bab: 310, Hadis no: 842
[260] Müslim, K. el-Müsafırin bab: 305, 306, Hadis no: 839
[261] Müslim, K. el-Milsnfirin, bab: 308, Hadis no: 840
[262] Bkz. Nescî, K. SalSt el-IIavf, bab: 21
[263] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/93-99.
[264] Enfal suresi, 8/45
[265] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/99-101.
[266] Al-iîmran suresi, 3/140
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/101102.
[267] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/102.
[268] Nisa suresi, 4/115, 116
[269] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'nn, sure 4, Hadis no: 3036
[270] Nisa suresi, 4/115
[271] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/102-109.
[272] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/109.
[273] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/109-110.
[274] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/110.
[275] Âİ-i inıran suresi, 3/135
[276] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/110-111.
[277] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/111-112.
[278] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/112.
[279] Maide suresi, 5/2
[280] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/113.
[281] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/114.
[282] Bu âyet-i kerime, serî delillerden sayılan İCMA'ın,
dinî hükümlere delil olduğunu göstermekledir. Zira âyette "...Kim,
müminlerin yoîının dışında bir yol takib ederse onu, gittiği yolda bırakırız ve
cehenneme atanz." buyurulmaktndır. Sahih hadislerde de beyan edildiği gibi
îslam ümmetinin sapıklık üzerinde ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu itibarla
Ümmetin üzerinde ittifak ettiği husus, müminlerin tuttuğu yoldur. Bu yola
uymak mecburiyeti vardır. Bundan ayrılanların akıbeti, 5yet-i kerimenin ifade
ettiği gibi cehenneme konulmaktır.
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/114-115.
[283] Buhari, K, el-Tefsir el-Kur'an, sure 2, bab: 3, Sure
25, bab: 2. K. el-edeb, bab: 20 Müslim, K. et-imam, bab: 141, Hadis no: 86
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/115.
[284] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/116.
[285] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 59, bab: 4
[286] Rum suresi, 30/30
[287] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/117-119.
[288] İbrahim suresi, 14/22
[289] Enfal suresi, 8/48
[290] Nur suresi, 24/39
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/119-120.
[291] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/120.
[292] Nesei K. es-Salah el-lydeyn, bab: 22 / Müslim, K.
cl-Cümüa, bab: 43, II.N. 867 Ebu Davud, K. es-Sünne, bab: 5, Hadis no:
4607
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/120-122.
[293] Nisa suresi, 4/124
[294] Nisa suresi, 4/125
[295] Nisa suresi, 4/51, 52
[296] Nisa suresi, 4/31
[297] Müslim, K. el-Birr, bab: 52, Hadis no; 2574
[298] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, sure 4, Hadis no: 3039
[299] İnşikak suresi, 84/7-9
[300] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/122-127.
[301] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/127-128.
[302] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/128-129.
[303] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/129.
[304] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/130-134.
[305] Bkz. Ruhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 4, bab: 24
[306] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/134-135.
[307] Nisa suresi, 4/3
[308] Ebu Davud, K. en-Nikah, bab: 39 Hadis no: 2134
Tirmizi, K. en-Nikah bab: 42, Hadis no: ■ 1140 / İbn-i Mace K. en-Nikâh
bab: 47, Hadis no: 1971 / Ebu Davud bu hadisi zikrettikten sonra
"Resulullah (s.a.v.) bu sözüyle kalbini kasdetmiştir" diyor
[309] Ebu Davud, K. en-Nikah, bab: 39, Hadis no: 2134 Neseî,
K. el-îşret en-Nisa, bab: 2 / Tirmizi, K. en-Nikah, bab: 42, Hadis no: 1140
[310] Ebu Davud, K. en-Nikah, bab: 39,1 ladis no: 3133 /
Neseî, K. İşret en-Nisa, bab: 2
[311] Tirmizi, K. en-Nik5h, bab; 42, Hadis no: 1141
[312] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/135-138.
[313] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/139.
[314] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/139-140.
[315] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/140-141.
[316] Muhammed suresi, 47 / 38
[317] İbrahim Suresi, 14 / 19, 20
[318] Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sure 47, bab: 2, Hadis
No : 3260
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/141142.
[319] Hud suresi, 11/15,16
[320] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/142-143.
[321] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/143-145.
[322] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/145-146.
[323] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/146-147.
[324] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/147.
[325] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/148.
[326] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/148-149.
[327] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/149150.
[328] Hadid suresi, 57/13
[329] Âyet-i kerimeden anlaşılmakladır ki, namaza üşeerek
kalkmak münafıklannsifatlarındnn-dır. Müminler bu ayeti göz önünde bulundurarak
namazı isleyerek ve zinde bir şekilde kılmalıdırlar. Çünkü namaz müminin
kalbine huzur verir. Onu rahatlatır. Nilekİın Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir
hadis-i şerifinde buyuruyor ki: "Benim gözümün aydınlığı namazdır."
(Neseî K. en-Nisa, bab: 1)
[330] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/150-151.
[331] Müslim, K. el-Münafıkîn, bab: I7,lladisno: 2784/
Neseî, K. el-îman, bab: 31.
[332] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/151-152.
[333] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/153.
[334] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/153.
[335] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/153-154.
[336] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/154.
[337] Buhari, K. el-Mezalim, bab: 18 /Müslim K. el-Lukata
bab: 17 Hadis no: 1727 Ebu Davad, K. el-Et'ime bab: 5, Hadis no: 3752
[338] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/154-156.
[339] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/156.
[340] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/157.
[341] Bakara suresi, 2/285
Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 3/157158.
[342] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/158-159.
[343] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/160.
[344] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/160-161.
[345] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/161-165.
[346] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/165-166.
[347] Ahmed b. Ilanbcl, Müsned, C. 2, s. 406
[348] Buharı, K. el-Büyü, bab: 102/ Müslim, K. el-iman, bab:
242, Hadis no: 15
[349] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/166-169.
[350] En'am suresi, 6/146
[351] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/169-170.
[352] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/171-172.
[353] Bkz. Siret-İ İbn-i Hişam, C. 1, S. 562
[354] En'am suresi, 6/91
[355] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/13
[356] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/173-174.
[357] Tâhâ suresi,/3 4
[358] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/174.
[359] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/175
[360] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/175.
[361] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/176.
[362] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/176.
[363] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/176.
[364] Âl-i imran suresi, 3/43
[365] Bugün Hristiyanlar arasında Hz. İsa hakkında yaygın
olan inanç şöyledir: İsa, baba oğul ve Ruhul Kudüs diye adlandırdıkları üç
unsurdan müteşekkil olan oğul unsurunu teşkil etmekte ve üç ilahtan biri
sayılmaktadır. Hristiyanlarm inancındaki şu nokta hayreti muciptir. Onlar,
İsa'nın ilah olduğunu söylerler. Bununla beraber onun yiyip içtiğini, yatıp uyuduğunu
ve sonunda da asılıp öldürüldüğünü kabul ederler. Halbuki bu sayılanlar, bir
ilahın değil bir insanın sıfatıdır. Yine Hristiyanlar, Hz. îsa'mn, Önce
Meryem'in rahminde oluşup sonra doğduğunu kabul ederler. Halbuki nasıl olur da
bir ilah bir kadının rahminde oluşup ondan sonra da doğar? Bunu düşünmezler.
Hak din olan tslam ise bütün aşırılıkları yasaklamış, hakkaniyet ve insafa
uyulmasını emretmiştir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis- içeririnde
şöyle buyurmuştur: "Beni Hristiyanlarm, Meryemoğlu isa'yı çokça övdükleri
gibi övmeyin. Ben ancak Allah'ın bir kuluyum. (Benim için) "O, Allah'n
kulu ve Peygamberidir." deyin. (Buhari, K. el-Enbiya b. 48
[366] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/177-179.
[367] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/179.
[368] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/180.
[369] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/180.
[370] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/181.
[371] Bkz. Buharı, K. el-Vudu1 bab: 44
[372] Bkz. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, sure 4, bab: 27
[373] Enfal suresi, 8/75
[374] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri,
Hisar Yayınevi: 3/181-183.