Nisâ, 34-35; Kavram, 168

 

 

ÂİLE VE EŞLERİN GEÇİMİ

 

Âile; Anlam, Mâhiyet ve Önemi

Âilede Haklar ve Görevler

Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!

Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır

Kur’ân-ı Kerim’de Âile ve Eşlerin Geçimi

Hadis-i Şeriflerde Âile ve Eşlerin Geçimi

Âilede Sağlıklı İletişim

Âile Hayatı ile İlgili Haramlar

Doğum Kontrolü

şük Yapma

Kadın-Erkek İlişkileri ve Âilede Geçim

Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi

Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?

Teaddüd-i Zevcât/Poligami

Kadınlarla; Özellikle Ev ve Çocuklar Konusunda İstişârenin Önemi

Tefsirlerden İktibaslar

 

 

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُواْ

مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ وَاللاَّتِي

تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ

أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيّاً كَبِيراً وَإِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ

بَيْنِهِمَا فَابْعَثُواْ حَكَماً مِّنْ أَهْلِهِ وَحَكَماً مِّنْ أَهْلِهَا إِن يُرِيدَا إِصْلاَحاً يُوَفِّقِ اللّهُ بَيْنَهُمَا إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيماً خَبِيرا

 

“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların kavvâmıdır (yöneticisi ve koruyucusudur). Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır." (4/Nisâ, 34-35)

 

 

 

Âile; Anlam, Mâhiyet ve Önemi

Âile: Nesep veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk demektir. Büyük baba, nine, torunlar da âile tanımı içine girdiğinden onlar da âilenin bir parçasıdırlar.

Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu ve meyiller Sünnetullah gereğidir (3/Âl-i İmrân, 14). Allah Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır. Bu sınırlar, Kur’an ve Sünnete uygun evlenmelerdir. İslâm'a uygun olmayan evlenme, ilişkiler ve meyiller yasaklanmıştır.

Evlilik, eşler arasında maddî ve mânevî tatmini sağladığından sükûnet ve rahatlık unsurudur. Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır. Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'te belirlendiği şekilde olmadıkça sağlam bir âile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşrû olacağı düşünülemez.

İlk âileyi ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havvâ kurmuştur. O zamandan beri âile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir. Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli âile tipleri meydana gelmiştir.

Âile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabâsından oluşur.

İslâm âilesinin kurulması için ilk şart, evleneceklerin mü’min bir erkekle mü’mine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur'an'da yasaklananlardan olmaması gerekir. Kur'an'da; anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile süt kardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır. Yine Kur'ânî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır. İslâm'ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefatından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır. Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır. Çocukların eşleri ile kayınvâlide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır.

"Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bir arada olmak sûretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.; “...Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı." (4/Nisâ, 23-24)

Âilenin huzurlu olması için, âileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir. Bu görevler şöyle özetlenebilir:

a- Karı-kocanın birbirlerine karşı görevleri: Karı-koca birbirlerinin bazı eksiklerini, kusurlarını görmezlikten gelmeli, nâmus ve iffetlerini korumalıdırlar. Böylece bütünleşerek âile saâdetini sağlamalıdırlar. Dinimiz âile reisi olarak erkeği tanır: "Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdir." (4/Nisâ, 34) âyeti bunu ifâde eder. Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır. Âilesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir. İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızâsını gözeterek âile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder (Riyâzu's-Sâlihîn, I, 331).

Kocanın hanımına karşı hak ve görevlerini hadisler ışığında şöyle sıralayabiliriz: Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Ey ümmetim! Kadınlara hayırla muâmele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar sizin emriniz altındadır. Fazla tahakküme hakkınız yoktur. Ancak açıktan fuhuş irtikâp etmiş olsalar o zaman durum değişir." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/319)

Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saâdeti evlerinde aramalıdırlar. Meşrû olmayan yollara düşmemelidirler. İffet ve nâmus konusunda titiz davranmalıdırlar: "Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinâdan korusunlar." (24/Nûr, 30) âyeti bunu ifâde eder.

Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı, iyi yönde eğitmelidir. "Âilene namaz kılmayı emret" (20/Tâhâ, 132). "Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezâlandırınız." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/339)

Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür (Ebû Dâvud, Nikâh 41). Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi, kocasına danışmadan onun malından harcama yapabilir. Koca, hanımına asla “çirkinsin” dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı (İbn Mâce, Nikâh 3), hanımını asla dövmemeli (Buhârî, Nikâh 93), hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice tâkip etmeye kalkışmamalıdır (Müslim, İmâre 56).

Hanımının kocasına karşı görevlerine gelince; hanım, âilenin reisi olan kocasına karşı bütün meşrû ve İslâmî meselelerde itaat eder. Kadın eşinin malını âilesinin her türlü sırrını, nâmusunu, çocuklarını korumalıdır. Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir. Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır (Ebû Dâvud, Talâk 18). Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır (Buhârî, Nikâh 116).

Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse Cennet'e girer." (Riyâzu's-Sâlihîn, I/326). Yine başka bir hadislerinde Rasûlullah Efendimiz: "Kadın kocasının yatağını (ma’zeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler." (Aynı eser, 323) buyurmuşlardır. Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zenginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir (S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V/174).

b- Anne babanın çocuklarına karşı görevleri: Anne ve babanın ilk görevi, çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir adamın hayır için harcadığı paranın en faziletlisi, âilesine sarfettiği parayla, Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği ve bir de Allah rızâsı için (mücâhid) arkadaşlarına sarfettiği paradır " (Riyâzu's-Sâlihîn, I/329)

Çocukların ihtiyaçları temin edilirken ne israfa kaçılmalı, ne de cimrilik yapılmalıdır. Her iki husus da dinimizin uygun görmediği şeylerdir.

Anne-baba çocuğunu güzel terbiye etmeli, anlayamayacağı bilgilerden ona bahsetmemeli, eğitimde basitten mürekkebe (karmaşığa) gitmelidir. Evvelâ Allah'ı tanıtmalı, imanı kavratmalı, inandırmalı, uygun yaşa vardıklarında da ibâdetleri öğretmelidirler. Ayrıca nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu anlatmalı, yeme-içme, oturup-kalkma âdâbını öğretip bunları benimsetmelidir. Bunlar yapılırken, ana-babanın, çocuklarına iyi örnek olmaları gerekir. Çünkü çocuklar daima büyüklerini taklit ederler.

Anne-baba, çocuklarına adâletle davranmalı, onların kıskançlık duygularını kamçılamamalı, kız-erkek ayrımı yapmamalıdır. Anne-baba çocuklarına güzel isimler koymalı, sünnet ettirmeli, İslâmî bilgi ve duygularını geliştirmelidir. Anne-baba çocuklarına sevgi ve merhamet göstermelidir. Peygamber Efendimiz, bir dizine Üsâme'yi, diğer dizine de Hasan'ı oturtur, sonra: "Allah'ım bunlara rahmet ve saâdet ihsan buyur, çünkü ben bunların hayır ve mutluluğunu diliyorum" buyurmuştur (S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 127)

Anne-baba evlenme çağına gelen çocuklarını, temiz ve ahlâklı kimselerle evlendirmelidirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Geride kendisine duâ edecek hayırlı bir çocuk bırakan kimsenin amel defteri kapanmaz, kendisine sürekli olarak hayır yazılır." (Ebû Dâvud, Vesâyâ 14).

İslâm âile hukukunun özelliklerine gelince; Evliliğin gâyesi âileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir, "Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz. Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur." (30/Rûm, 21). "Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz..." (2/Bakara, 187). İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber, evliliğin gâyesinin bundan ibâret olmadığını söylemektedir. "Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir", "Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle (çokluğunuzla) iftihar edeceğim" (Avnu'l Ma'bûd Şerh-i Ebû Dâvud, I, 173). Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gâyeye matuftur.

Âilenin mutluluğu çocukların asâleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu, evleneceklerin eşlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bir ölçü koymuştur: "Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asâleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!" (Buhârî, Nikâh 16).

İslâm'da evlilik, gereksiz formalite ve merâsimlerden uzak İslâmî bir akittir. Nikâhın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb. çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir dâvete icâbet etmemek hoş karşılanmamıştır (Buhârî, Nikâh 66 vd.).

Evliliğin gerçekleşmesinden itibaren karı-koca, Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar âile reisliği hâriç, eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi âile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.

Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır. "İyileriniz, âilesine karşı iyi olandır..." (İbn Mâce, Nikâh 50). Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: "...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur." (4/Nisâ, 19). Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usûlüne uygun "tedricî boşanma" sistemi uygulanacaktır .

İslâm âile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir. İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usûlüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini göz önünde bulundurmak gerekir.

Mânevî ve ahlâkî ilişkiler yanında anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münâsebetler de itina ile tanzim edilmiştir. Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatleri ile alâkalıdır. İslâm, muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır. Nihâyet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir .

İslâm hukuku, evlilerin zinâsını -şartları tahakkuk ettiği takdirde- ölüm cezâsına çarptırdığı, zinâyı bu ölçüde yasakladığı için, ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini, yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, kadının, yanında bir yakını bulunmadan yalnız başına uzak bir yolculuğa çıkmasını, yabancı kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını yasaklamıştır. İslâm'da âile düzeninin oturduğu bu temeller, İslâm hukukunun âile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır. (1)

Kocanın karısı üzerindeki yetkileri de âile birliğini devam ettirme esâsına yöneliktir ve bununla sınırlıdır. İslâm'da kadın, kocası karşısında bağımsız bir kişiliğe sahip olduğu gibi, iktisâdî bakımdan da bağımsızdır: İslâm hukukundaki tek kanunî mal rejimi olan mal ayrılığının tabiî sonucu olarak karı ve kocanın mal varlıkları birbirinden ayrıdır; hâkim görüşe göre kadın, kendi mal varlığında dilediği gibi tasarruf edebilir. Bunun için kocasının rızâsına muhtaç değildir. Ayrıca kadın, erkekler gibi mirasa ehildir. Bu mallar üzerinde de kocasının bir müdâhalesi sözkonusu değildir. Zâten İslâm hukuku bakımından kadın ve erkek esas itibarıyla eşittir. Nitekim bir hadiste kadınlar erkeklerin mülkiyetinde olan bir mal olarak değil; aynı haklara sahip kimseler olarak takdim edilmektedir (Ebû Dâvûd, Tahâret 94; Tirmizî, Tahâret 82; Dârimî, Vudû' 76; Ahmed bin Hanbel, VI/256, 377). Aynı şekilde, kadın olma, kişinin ehliyeti üzerinde de olumsuz bir etki yapmaz; tam ehliyetli sayılmak için kişide bulunması gereken nitelikler bakımından kadın ve erkek aynı durumdadır. Ne var ki, erkeğin toplum hayatında yüklenmiş olduğu ağır yükler, onun hak ve yetki bakımından kadına karşı nisbî bir üstünlüğe sahip olmasını gerekli kılmıştır. Nitekim bir âyet-i kerîmede, "erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır" (2/Bakara, 228) buyurulmaktadır.

Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belirli bir para veya mal öder veya ödeme borcu altına girer. İsim olarak mehir, İslâm öncesi Arap toplumunda aynen, yahûdilikte benzer şekilde (mohar) var ise de, mâhiyetleri farklıdır. İslâm hukukunda mehir, evlenecek kadının âilesine değil; bizzat kendisine verilir ve kadın diğer mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Bu durum, ödenen mehrin satış bedeli, nikâhın da bir satış akdi olduğu iddiâlarını çürütmektedir. Bir kimsenin bir akde hem taraf olup satış bedelini alması, hem de akde konu olması mümkün değildir. Gerçekte mehrin amacı kadına iktisadî bir güç kazandırma ve boşanmanın sûiistimal edilmesini önlemektir. Özellikle boşanmalara sıkça başvurulduğu dönem ve bölgelerde yüksek tutulan ve çoğu kere boşanma ânında ödenmesi kararlaştırılan mehrin bu nevî sebepsiz boşanmalara önemli ölçüde engel olduğu bir gerçektir.

İslâm'da âile esas itibarıyla tek evlilik (monogomi) üzerine kurulmuştur. Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Ancak bunun bir emir değil; belirli şartlarla başvurulan bir ruhsat olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir evliliğe izin veren Nisâ sûresinin 3. âyetinin devamında: "...Şâyet adâleti gözetmekten korkarsanız o zaman bir tane ile veya câriyenizle yetinin. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha elverişlidir" (4/Nisâ, 3) buyrularak tek evlilik teşvik edilmiştir. Uygulamada müslüman toplumların genellikle tek evliliği tercih ettikleri, bazı zengin kimselerin ve tarımla uğraşanların çok evliliğe belirli ölçüde başvurdukları görülmektedir.

İslâm âilesinde evlâtlık kurumuna yer verilmemiş, bu yapay bir ilişki olarak kabul edilmiştir. Kimsesiz çocukların bakılıp büyütülmesi bütün müslümanlara ve bu arada İslâm devletine yüklenen dinî-hukukî bir görev olmakla birlikte, bir kimseyi himâyesine alanla o kişi arasında evlenme engeli doğacak, tek veya çift taraflı bir miras ilişkisi kurulacak şekilde bir akrabâlık bağının doğduğu kabul edilmemiştir (bak. 33/Ahzâb, 4-5). Esâsen çok evliliğin var olduğu toplumlarda hukuken izin verilse bile evlâtlık kurumuna, uygulamada pek rastlanmadığı, çocuğu olmayanların evlâtlık yerine bir ikinci evliliği tercih ettikleri sosyal bir vâkıadır.

İslâm dini, belirli şartlarla âile birliğinin bozulmasına müsâade etmiştir. Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı yozlaştıran yahûdi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen hıristiyan tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Hz. Peygamber'in, eşlerin birbirlerine iyi davranmaları ve âile birliğini devam ettirmeleri hakkında çeşitli emir ve tavsiyeleri vardır. Birbirleriyle uyuşamayan eşlerin en son başvuracakları çözüm şekli boşanmadır. Bundan önce uyuşmazlığın eşler arasında çözülmesi, bu mümkün olmazsa iki tarafın âilelerinden seçilecek birer hakeme havâle edilmesi (bak. 4/Nisâ, 35) başvurulacak usullerdendir. Eğer bunlar bir fayda vermezse son çâre olarak boşanmaya izin verilmektedir. Ne var ki bu izinle birlikte boşanma yine de hoş görülmemiştir. Bir hadis-i şerifte: "Allah'ın helâl kıldıklarının en kötüsü boşanmadır" (Ebû Dâvud, Talâk 3) buyrulmuştur. Özellikle sebepsiz boşanmalar hiçbir şekilde hoş karşılanmamıştır. Bununla beraber, artık bir arada bulunmasına imkân kalmayan eşlerin genel olarak boşanma hakları kabul edilmiştir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi eşlerin evlenmekle artık ayrılmaz bir bütün teşkil ettikleri anlayışı ve dolayısıyla âile birliğinin her durumda devamının istenmesi lüzumsuz bir ifrat kabul edilmiştir.

Boşanma konusunda kocanın kadına nisbetle daha geniş bir serbestlik içerisinde bulunduğu görülmektedir. Bu, boşanmanın mâlî bütün külfetinin kocanın omuzlarında oluşu ve kocayı boşanma kararından önce dikkatli olmaya iteceği düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda erkeğin kadın kadar hissî olmaması ve boşanma hakkını genellikle sûiistimal etmeyeceği anlayışı da bu hususta rol oynamıştır. Nitekim kocanın sahip olduğu bu boşanma serbestisi, aynı ölçüde tatbikata yansımamıştır. Bunda kocanın yükleneceği mâlî külfetin yanı sıra, dinin sebepsiz boşanmayı hoş görmemesi de büyük ölçüde müessir olmuştur. Kadın, boşanma konusunda daha sınırlı bir yetkiye sahiptir. O, ancak kocasıyla anlaşarak (muhâlaa) veya belirli sebeplerin varlığında bir mahkeme kararıyla (tefrîk) boşanabilir. Âile birliğinin devamı sırasında olduğu gibi bu birliğin bozulmasından sonra da karı-kocanın, özellikle kocanın çocukları üzerinde belirli sorumlulukları devam etmektedir. (2)

 

Âile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizâma, Günahlardan İbâdete Geçiş

Âile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için âile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki ayrı cinsiyetten müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Âile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Âile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.

Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Âilelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Âile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.

İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları âile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve âile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek âile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.

Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu âilelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, âile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır." (30/Rûm, 21). "Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." (İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72)

İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.

Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süslemesi, kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifade edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm'ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer'î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Âile hayatı, korunmak isteyen mü'minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm'ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi âile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: "Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." (Buhâri, Savm 10)

"Allah'ın emri, Peygamber'in kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve âileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasülüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/Ahzâb, 36)

Nikâh, bir ibâdettir. Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.

Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, âile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.

Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.

Âile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, âile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.

Kur'an'da Rabbimiz şöyle buyurur: "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır." (24/Nûr, 26). Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. "İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin." (2/Bakara, 221). "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez..." (24/Nûr, 3). Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem'de mutluluğu yakalıyor. Rûm sûresinin 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem'le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. "Ey Adem oğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın." (7/A'râf, 27)

İzzetine, iffetine, şeref ve nâmusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.

 

Çocuk: Cennet Kokusu, veya...

Âile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm'da evlenmenin, âilenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Âilenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.

Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah'ın bu nârin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve âileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, âilenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevâbına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alır, sevâbına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne/sınavdır." (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah rasülü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.

Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor.

İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsî (hatta müşrik) yapar." (Buhârî Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25) buyuruyor. "Müslüman yapar" demiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.

Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde âilede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

Âile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. "Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız." (Bakara suresi, 187) Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. "İyilikte ve takvâda (Allah'ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezâsı çetindir." (5/Mâide, 2)

Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de "ibâdet" olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah'ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.

Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, âile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü'min kadın ve erkeklerin bir arada âilece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.

Âilenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.

 

 

 

Âilede Haklar ve Görevler

İslâm, kuruluşunu düzenlediği âile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu âilevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:

 

a- Kadının Âiledeki Görevleri

İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi âile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, âile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da âilede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, âile düzeninin huzur ve saâdetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, âile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen âilevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadın,kocasının hakkına riayet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz." (İbn Mâce, Nikâh 4) "... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhari, Cum'a 11; Müslim, İmaret 20) "Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer." (Tirmizi, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4). Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından âile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, âile sırlarını, nâmusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla nâmusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın âiledeki en önemli üç vazifesi bunlardır. "Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyanlardır." (4/Nisâ, 34). Peygamberimiz'in müjdesi de şöyledir: "Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, nâmusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin." (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Kadının en başta gelen görevi, iffet ve nâmusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir. (Bkz. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59). Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır. (Bkz. Ahzab suresi, 33) Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet bilmeli, onu doyurabilmelidir.

Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.

Hanımların bu âile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.

 

Kocanın Âiledeki Görevleri

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır." (2/Bakara, 228). Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm'ın âile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira, bu konuda vârid olan ayet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak suretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, âile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: "Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." (4/Nisâ, 19). Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: "Bir mü'min, mü'mine hanıma buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir." (Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329) "Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." (Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11) "Kıdınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." (Ebu Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)

Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve nâmusunu zinâ yapmaktan koruyacaktır (Bkz. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30). Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riayetin bir gereği olmaktadır.

"Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır." (4/Nisâ, 34). Âyette geçen "kavvâm" kelimesini 'hâkim' diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah'ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan "hâkim" kelimesini kullanırdı; ama "kavvâm" kelimesini kullanmış. Bu kelime, Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda yönetir. İşte evi üzerinde "kavvâm" olan erkek de âileyi kendi keyfine göre yönetemez; Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah'ın hükümleri çerçevesinde onların yöneticisi ve koruyucusudur.

Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah'ındır (Yusuf suresi, 40). Âilede uyulması gereken ilahî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Âilede Allah'ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah'ın koyduğu kurallara göre âileyi yönetecek ve Allah'ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer ilahî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. "Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhari, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40) Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helal ve meşrû konularda, Allah'ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak değerlendirilmelidir.

Her konuda İslâm'la câhiliyye arasında büyük farklar vardır. İslâm, vahiy kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden farklı olarak âile kurumunu değerlendirir. Âileyi, içinde Allah'a ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan her müsbet iş, ibâdettir. Erkeğin, âilesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibâdet olarak vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslâm'ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibâdettir.

Âile yuvası kuran nice insan, batı tarzı bir yaşayışın ve propagandanın etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya da ikiden fazlasını yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû bir mâzerete dayanmadıkça dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya nimetleri içinde çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği gibi, ahiret saâdetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı sıkça dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı ve batıya özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince gezip tozmaya, lüzumsuz işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye, nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk istememektedir. Yine batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına çocuk başına extra para verip çocukların artmasını teşvik ederken; özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere doğum kontrolünü ve az çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar. Hanımların eve bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan yetiştirmeye çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.

İslâm'da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir (Bkz. Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5). Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.

 

c- Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri (Çocuğun Ana Baba Üzerindeki Hakları)

1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir (Bkz. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62). "Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin." (Ebû Dâvud, Edeb 70) Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta peygamberler olmak üzere sahabe ve kâmil insanların isimlerini, peygamber ve sahabe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev bilmişlerdir.

2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz'den rivayet edilen bir hadiste bu husus vurgulanmaktadır: "Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur." (İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159)

4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır (Bkz. Müsned IV, 269). Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. "Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin." (Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13). Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adâletli olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmazdır.

Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür: Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması. (Müslim, Tahâret 101) Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunur (Müsned VI, 391; Ebu Davud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17) Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü, yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir. Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir. Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah' cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu suretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebu Davud, Salat 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

 

d- Çocukların Anne ve Babalarına Karşı Görevleri

Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: "Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik." (31/Lokman, 14). Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir. "Ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara "öf" bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle" (31/Lokman, 14). "Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O'na ibâdet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara "öf" bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. İkisine de merhamet besleyerek tevâzu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et." Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü O, günaha tevbe edenleri muhakkak affedicidir." (17/İsrâ, 23-25).

Abdullah bin Mes'ud diyor ki: "Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. (Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51)

Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: "Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı ve bütün mü’minleri mağfiret eyle. " (14/İbrâhim, 41) diye duâ etmelidir.

Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir (24/Nûr, 58).

Hz. Peygamber, "kime iyilik edeyim?" diye soran bir sahâbîye şu karşılığı vermiştir: "Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara" (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120). Yine Peygamber Efendimiz "Anne Cennet kapılarının ortasındadır" (Ahmed bin Hanbel, V/198); "Cennet annelerin ayakları altındadır" (Nesâî, Cihad, 6) buyurmuştur.

Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah'a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızâsını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.

Allah'a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah'a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.

 

e- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri

Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir. Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, âhengi bozmamalıdırlar.

Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı karakter ve yetenekte olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Âilevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.

 

 

 

Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!

İslâm'ın âile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasülullah'ın "Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!" (Müslim, Fezâil 64) buyurması, İslâm'ın çocuk sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.

Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:

1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın." buyurmuştur.

2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce Allah'ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:

a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,

b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,

c- Kur'an bilgisi; Kur'an' ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,

d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.

3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.

4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.

Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

 

 

 

Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır

"Biz de Mûsâ ve kardeşine; 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü'minleri (zaferle) müjdele!' diye vahyettik." (10/Yûnus, 87)

Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.

Mekke döneminde, İslâm'ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: "Erkam'ın evi." Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.

Mescid, sadece ma'bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek "dâru'l-erkam" tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.

Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah'ın evi haline getirmeleri Kur'ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.

Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar (29/Ankebût, 45). Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir (11/Hûd, 87).

Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: "Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!" Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.

"Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez." (13/Ra'd, 11). Çevre şartlarını bahane ederek "alternatif" isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm'ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.

Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde âile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.

Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah'ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.

Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.

Âilelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması âile hayatıdır. Âile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.

Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.

Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden veya onların bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilirler. "Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır." (66/Tahrîm, 6) "Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir/sınavdır." (64/Teğâbün, 15). Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü'nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz." (Buhâri, Cum'a 11; Müslim, İmâre 20)

İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, "altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder" görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.

Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, "bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?" diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. "Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir" diyor bilim.

İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. "Allahu Ekber = En büyük Allah'tır" diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin "en büyük benim" sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber'le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber'le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir.

"Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar." (Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264). Fıtrat, Allah'ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. "İslâm", yahut en azından "İslâm'a yatkınlık" anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki "...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar" ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.

Hadiste "ebeveyni müslüman yapar" denilmiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm'ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.

Tek rabbım Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan (66/ Tahrim, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilahî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.

Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması, ilahî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.

"Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun." (Abdürrezzak, Musannef IV/ 334) Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse âilesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah'a inanmak ve O'na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir.

Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: "O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: 'Vah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!' diyecekler. Yine şöyle diyecekler: 'Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır)." (33/Ahzâb, 66-68)

Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?

Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir (Bkz. İbn Mâce, Edeb 3). Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "en güzel miras" olarak nitelendirilmiştir (Tirmizi, Birr 33).

Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz'in "Çocuklarınıza önce 'Lâ ilâhe illâllah' cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin." şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir (İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158). Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.

Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur'an-ı Kerim'de özel olarak açıkça zikredilmiştir (20/Tâhâ, 132). Peygamber Efendimiz'in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri (Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182) bu konuda başta anne-babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.

İslâm'ın âile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.

Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, "çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?" diye planlar, programlar yapmalıdır.

Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.

Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır.

Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.

Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım beklemek, asli görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.

Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Halbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.

Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.

Hz. Âişe'ler, Ümmü Seleme'ler, Fâtıma ve Zeyneb'ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.

Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm'ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.

Kadının en saygın, en mübârek konumu, anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde "bir" iken; annenin hakkı "üç"tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.

İnsanları Allah'ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.

 

Neler Yapılabilir? "Koca", aynı zamanda "hoca" olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.

Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.

Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.

Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur'an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur'an'dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur'an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.

Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezâlandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah'a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır.

Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.

Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.

Çocuklara, her şeyden önce Allah'ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:

a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,

b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,

c- Kur'an bilgisi; Kur'an'ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,

d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli, yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir. Haydi evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Âile ve Eşlerin Geçimi

Kur’ân-ı Kerim’de "nikâh" kelimesi, türevleriyle birlikte 23 yerde geçer. Farklı anlamlarda kullanılmakla birlikte, âile anlamında da kullanılan "ehl" kelimesi ise 127 yerde kullanılır. Karı-koca -eş- anlamındaki "zevc-zevce" kelimeleri de Kur'an'da 81 yerde geçer. Bütün bunlar, Kur'an'ın nikâha, âile hayatına verdiği önemi gösterir. Nice konuları kısaca izah eden, bazı farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur'an, âile hayatı, geçim, eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.

Kur'an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır. Zira evlilikte huzur havâsı, karşılıklı sevgi ve merhametin gelişme ortamı mevcuttur. Kur'an, âile hayatının huzur ve sükûnet ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” (30/Rûm, 21)

Evlilik fıtrattır. Evlenmeyen erkek veya kadın elbisesiz, yani çıplak sayılır (2/Bakara, 187). Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır (2/Bakara, 228). Kur’an, erkeklere hanımlarıyla iyi geçinmelerini emreder. Eşlerinden hoşlanmamış olsalar bile, mümkün ki hoşa gitmeyen şeyde Allah’ın birçok hayır takdir etmiş olabileceğini hatırlatır (4/Nisâ, 19). Evlenmeyi tavsiye eden Kur’an (4/Nisâ, 3), bekârları evlendirmeyi de (başta yöneticiler, bekârların velîleri ve diğer müslümanlar üzerine) görev olarak belirtir. Eğer bunlar fakir iseler, Allah’ın onları kendi lutfu ile zenginleştireceğini müjdeler (24/Nûr, 32).

Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen Kur’an, erkeklere birden fazla kadınla evlenme izni verir (4/Nisâ, 3). Bu izin, öteden beri, daha çok gayrı müslimlerce ve İslâm düşmanlarınca, tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak, İslâm’ın bu iznini, diğer tâlimatları ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zinâ kesin olarak haramdır. Bu büyük kötülük olan zinâya giden yolları tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi zarûrî olabilir. Böyle durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi, bir emir değil; bir izindir. İkinci, üçüncü veya dördüncü eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca, bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adâlet şartına bağlanmış, buna riâyet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman, İslâm’ın bu iznini, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsâit yol olduğu açıkça anlaşılacaktır. Din, câhiliye döneminde ve o günkü dünyada üst sınırı olmayan çok evlenmeye bir ölçü getirmiş, en çok dörtle sınırlandırmıştır. Ayrıca, metres hayatı gibi çirkinliklere geçit vermemek için bazı gereklilikler varsa, evlenecek kadının şerefi ve geçimini temin etme yükümlülüğünü, masraflarının üstünden kalkabilecek ve de eşleri arasında adâlete riâyet edebilecek erkeğe yüklemiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de insanlığın tek bir nefisten yaratıldığı (4/Nisâ, 1) bildirilmiş, bütün insanların Allah’a kulluk için yaratıldığı (51/Zâriyât, 56) genel hükmü ile hemen her konuda kadın-erkek aynı emir ve yasaklarla muhâtap tutulmuş, aynı günah ve sevâba erişecekleri bildirilmiştir.

Kur’an’daki hükümler, kadın-erkek bütün müslümanlara ortaktır. Kur’an, kadın ve erkek cinsi için “en-nâs/insanlar” kelimesi kullanır. Kadın-erkek mü’minler için “ellezîne âmenû/iman edenler” ifâdesi dillendirilir. “Ey iman edenler!” veya “Ey nâs -insanlar-!” diye kadın ve erkeklere ortak hitap edilir. Peygamberimiz, kadını ve erkeğiyle bütün insanlığın peygamberidir (7/A’râf, 158; 34/Sebe’, 28). O’nun getirdiği hidâyet yoluna, sırât-ı müstakîme uyan kadın ve erkeklere cennet vardır: “...İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa onlar cennete girecektir...” (40/Mü’min, 40)

Kur’an’da “Nisâ”, yani Kadınlar anlamına gelen ve kadınlarla ilgili birçok hükmü içeren bir sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim’in, yine 19. sûresi, bir kadın olan “Meryem” adını almıştır. “Nisâ” (kadınlar) kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 59 yerde geçer. "İmrae" (kadın) kelimesi ise 26 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim, âile konusuna büyük önem vermiş, bu konuyla ilgili ayrıntılı hükümler vaz etmiştir. Kur’an’da “zevc-zevce" (eş) kavramı, tam 81 yerde kullanılırken, “nikâh” kelimesi de 23 yerde geçer.

Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir (3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71).

“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından nasipleri var.” (4/Nisâ, 32). Bu âyet, erkek gibi kadının da, sadece mânevî kazanımlarını değil; maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî ve ticarî işlemleri yapma husûsunda kadın, erkeklerle aynı konumda kabul edilmiştir.

Allah, ilk insan Âdem (a.s.)'i topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır (4/Nisâ, 1). Havvâ'sız Âdem eksiktir; Âdem'siz Havvâ'nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz." (2/Bakara, 187). Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir (Bkz. 7/A'râf, 26). Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.

“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." (2/Bakara, 187)

“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak, erkekler için kadınlar üzerinde bir derece (âile reisliği) vardır. Allah azîzdir, hakîmdir.” (2/Bakara, 228)

“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” (3/Âl-i İmrân, 14)

“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.” (3/Âl-i İmrân, 195)

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (4/Nisâ, 1)

“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adâletsizlik/haksızlık yapmaktan korkarsanız, bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (câriyele) ile yetinin. Bu adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” (4/Nisâ, 3)

“(Evlendiğiniz) Kadınlara mehirlerini gönül rızâsı ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da âfiyetle yiyin.” (4/Nisâ, 4)

“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.” (4/Nisâ, 7)

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) İkiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız, bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah (tarafın)dan konmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.” (4/Nisâ, 11) (İslâm’ın miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde olanlara çok, daha az harcama yapanlara az hisse verilmiştir. İslâm âile hukukuna göre, evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.)

“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (bilin ki) Allah’ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.” (4/Nisâ, 19) (İslâm’dan önce Araplar kadına çok kötü muâmele ediyor, bu cümleden olarak kocası ölen kadını, adamın miras bıraktığı mal gibi telâkkî ediyorlar, kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddî menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Bu âyet, bütün bu haksızlıklara son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.)

“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine kantar kantar, yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” (4/Nisâ, 20-21)

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (4/Nisâ, 34) (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde -ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.)

“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (4/Nisâ, 35)

“Erkek olsun, kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (4/Nisâ, 124)

“Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitab’da, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar ve yetimlerin işleriyle meşgul olmanız hakkında adâleti yerine getirmeniz için size okunan âyetler (Allah’ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.” (4/Nisâ, 127)

“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/Nisâ, 128)

“Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (4/Nisâ, 129)

“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.” (4/Nisâ, 130) (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)

“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.” (7/A’râf, 189)

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/dost ve yardımcılarıdır. İyiliği emreder, kötülükten men’ ederler; namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah azîzdir/dâima üstündür, hakîmdir/hüküm ve hikmet sahibidir.”(9/Tevbe, 71)

“Nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şâhit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şâhitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.” (24/Nûr, 4)

“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şâhitlik edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır.” (24/Nûr, 23-24)

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” (24/Nûr, 26)

"Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih (iyi davranışlı) olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları kendi lutfu ile zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (24/Nûr, 32)

“Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadtar iffetlerini korusunlar...” (24/Nûr; 33)

“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” (30/Rûm, 21)

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” (33/Ahzâb, 32-34)

“(Allah’ın emrine uyan) Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler ve tâata devam eden kadınlar, (niyet, söz ve hareketlerinde) doğru erkekler ve doğru kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, (tesbîh, tahmîd, tehlîl, tekbir, Kur’an tilâveti ve ilimle) Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (33/Ahzâb, 35)

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (33/Ahzâb, 59)

“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” (43/Zuhruf, 16-19)

“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.” (16/Nahl, 57) (Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı. Halbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Nitekim, bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)

“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (16/Nahl, 58-59)

“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda ... her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” (81/Tekvîr, 8-9, 14)

“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (60/Mümtehıne, 10)

“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmemek, ma’rûfta/iyi iş işlemekte Sana karşı gelmemek husûsunda Sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (60/Mümtehıne, 12) (Biat şartları arasında sayılan, “elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurmama” tâbiri, gayri meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına nisbet ederek iftirâ etmeme anlamına gelmektedir. Âyet, Mekke fethi günü nâzil olmuş, Hz. Peygamber, erkeklerden sonra kadınların biatini kabul etmiştir.)

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (64/Teğâbün, 14)

“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.” (66/Tahrîm, 10-12). (Âyetlerde bahsedilenlerden Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da, kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken rûhu kabzedilmiştir.)

 

Hadis-i Şeriflerde Âile ve Eşlerin Geçimi

“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329)

"Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." (Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11)

"Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." (Ebu Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84)

“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” (Müslim, Birr 149)

"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım." (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214)

"Mü'minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır." (Nesâî, Işretu'n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612)

“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11)

"... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20)

“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13)

“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. (Kütüb-i Sitte, 15/515)

“Mümin, Allah korkusundan ve O'na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada nâmusunu ve malını korur.” (İbn Mâce, Nikâh, 5)

“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15)

 

“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” (Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2)

“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” (Müslim, Talâk 31, 34)

“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” (Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1)

"Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden değildir. Evleniniz, çoğalınız; ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim..." (İbn Mâce, Nikâh 1)

"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır" (Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168)

“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” (Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340)

"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz." (Buhari, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40)

"Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir." (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25)

"Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur" (Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed bin Hanbel, I/334).

"Bâkire kız, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir" (Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13).

"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64)

"Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir." (Buhârî, İkrâh 4)

İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.” (Nisâ, 35) âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. (Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-)

“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” (Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12)

“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” (Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087)

Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” (Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3)

"...Sizden biri hangi düşünceyle hanımını köle dövercesine dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?" (Buhârî, Tefsir Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet, h. no: 2855; Tirmizî, Tefsir, h. no: 3340)

“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” (Müslim, Birr 149)

"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım." (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214)

"Mü'minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır." (Nesâî, Işretu'n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612)

"Uğursuzluk yoktur. Ancak üç şeyde uğur olabilir: Kadında, atta, evde." (Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 218)

“Kadınlar, erkeklerin kızkardeşleridir.” (Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329)

“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11)

"... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." (Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20)

“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13)

“Dünya bir metâ’dır. Dünya metâının en hayırlısı sâliha kadındır.” (Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15)

“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469)

 

“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” (Ahmed bin Hanbel, I/191)

Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” (Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2)

“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” (Müslim, Talâk 31, 34)

“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” (Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1)

“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” (Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340)

Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedâvi eder, hastalara bakardım.” (Müslim, Cihâd 142, hadis no: 1812)

İbn Abbâs (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kadınları gazveye götürürdü. Onlar yaralıları tedâvi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten bir şeyler verilirdi...” (Müslim, Cihad 137, hadis no: 1812; Tirmizî, Siyer 8; Ebû Dâvud, Cihad 152)

“Hz. Peygamber, savaşa veya sefere giderken kur’a ile hanımlarından birisini beraberinde götürürdü.” (Buhârî, Cihad 1071).

“Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle beraber savaşa katılıp geri hizmetlerde çalışırlardı. Uhud Savaşında müslümanlar kayıp verince Peygamber’in zevcesi Âişe ile Ümmü Süleym, paçalarını sıvamış ve sırtlarında kırba kırba su taşıyarak savaşanların ağızlarına dökmüşlerdi.” (Buhârî, Cihad, 1074, Meğâzî 18; Müslim, Cihad 136)

Muavviz kızı Rubeyyi’ şöyle der: “Biz, Peygamber (s.a.s.) ile birlikte savaşa gider, askerlere su verir, yaralıları tedâvi eder, Medine’ye taşırdık.”

"Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir." (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25)

"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64)

"Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir." (Buhârî, İkrâh 4)

"Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa kakan kimse." (Nesâî, zekât 69)

İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.” (Nisâ, 35) âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. (Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-)

"Kadınların yanına girmekten sakının!" Ensârdan bir zât: "Yâ Rasûlallah! Kayına ne buyurursun?" diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: "Kayın ölümdür." (Müslim, Selâm 20, hadis no: 2172)

“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” (Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12)

“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda yaşamasına yardımcı olan kadındır.” (Tirmizî, Birr 13).

“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” (Müslim, Birr 149). “Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11)

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” (Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce; Keşfu’l-Hafâ, hadis no: 1078)

“Allah size, annelerinize itaatsizliği ... haram kıldı.” (Buhârî, Edeb 4).

Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, iyi davranış ve hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir? Güzel geçinmeme, güzel bakmama en lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Annen!” diye cevap verdi. Adam: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: ‘Sonra kim?’ Rasûlullah bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı. (Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1).

“Allah’a yemin ederim ki, eğer annene yumuşak ve güzel söz söylersen, ona yemek yedirirsen, büyük günahlardan sakındıkça, muhakkak cennete girersin.” (Buhârî, Edebu’l-Müfred Terc. 1/12)

 

“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” (Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087)

Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” (Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3)

“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) de onlara güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar.” (Feyzu’l-Kadîr, II/97)

“Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse, Kıyâmet gününde o, benimle şöyle olur.” (Peygamber, böyle deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir.) (Feyzu’l-Kadîr, III/496)

“Kimin üç kızı, yahut üç kızkardeşi veya iki kızı, ya da iki kızkardeşi olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkar (onlara haksızlık etmez)se, onun için cennet vardır.” (Tirmizî, Tefsîr Sûre 9)

“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” (Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341)

Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.” (Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29)

Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.” (Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud nikâh 44)

“Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” (Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047; Nesâî, Nikâh 13)

“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. (Kütüb-i Sitte, 15/515)

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ebû Süfyan’ın karısı Hind, (bir gün gelerek) “Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor. (Ne yapayım?)” Rasûlullah (s.a.s.): “Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda al!” buyurdular.” (Buhârî, Büyû’ 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7, hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû’ 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30)

“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz.” (Buhârî, Cum’a 13; Müslim, Salât 36; Ebû Dâvud, Salât 13, 52; Tirmizî, Cum'a 64; Dârimî, Salât 57; Muvattâ, Kıble 12; Ahmed bin Hanbel, II/16, V/17)

"Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin)." (Buhârî, Cum'a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî, Salât 400; Muvattâ, Kıble 12)

Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde husûsunda) erkekler bize gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı: “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!” Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?” İki de olsa!” buyurdu.” (Buhârî, İlim 36, Cenâiz 6, İ’tisâm 9; Müslim, Birr 152, hadis no: 2633)

"Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda esirler gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahâne aramayın. Bilesiniz, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır." (Tirmizî, Tefsîr Tevbe, h. no: 3087)

ıklama: 1- Bu hadis karı-koca arasındaki karşılıklı hak ve vazifeleri tesbitte temel nasslardan biridir. Rasûlullah (s.a.s.)'ın Vedâ hutbesinden bir parçadır. Tirmizî'deki aslı çok daha uzundur. Burada şunu hatırlatmamızda fayda var: Bu hadîs, İslâm'ın insanlık tarihinde icra ettiği büyük inkılablardan birine temas etmektedir: "Kadın hakları" Kadın hakkı mefhumu sadece cahiliye Araplarına yabancı bir mefhum değildir. Yakın zamana kadar Batı dünyası dahil, bütün insanlığın meçhûlü idi. İlk defa İslâm, kadının da hukukundan bahsetmiş, erkekle hukukî eşitliğe yükseltmiştir. Hz. Ömer der ki: "(Cahiliye devrinde) Allah'ın kadınlar hakkında koyduğu hükümler gelinceye kadar biz onlara hiçbir değer atfetmezdik."

2- Hadîsteki istîsa vasiyet kabul etmek mânasına gelir. Yani Rasûlullah şöyle demiş olmaktadır: "Ben kadınlar hakkında hayır tavsiye ediyorum, siz onlar hakkındaki bu tavsiyemi kabul edin." Bazı alimler: "Kadınlar hakkında kendinizden hayır arayın" veya: "Biriniz diğerinizden kadınlar hakkında hayır talep etsin" şeklinde anlamanın da uygun olacağını söylemiştir.

3- Hadisin müteakip kısmı şu mânada anlaşılmıştır: "Siz kadınlar hakkında, bu hayırhahlık dışında başka bir davranışa yetkili değilsiniz, onlara kötü davranma hakkına sâhip değilsiniz, yeter ki çirkin bir iş yapmasınlar..."

Şu halde onlara kötü davranma hakkı, onların "çirkin iş" yapmalarıyla doğuyor. Çirkin bir iş yapmadıkları müddetçe erkek kötü davranma hakkına sahip değildir. Kötü davranırsa hakkı olmayan bir iş, yani zulüm yapmış olur. Bunun Allah katında mes'uliyeti vardır. Çirkin iş nedir? Ayette nüşûz diye geçen kelime hadiste fâhişe diye gelmiştir. Hatta bu hadîsi, mezkur âyetin tefsiri olarak bile görmemiz mümkündür. en-Nihâye'ye göre, fuhş, fevahiş, fâhişe Allah'a isyan ve günah nev'inden işlenen fiillerin pek çirkinlerine denir. Bunların en çirkini zinâ olduğu için çoğunlukla fâhişe, zinâ mânasında kullanılır. Hattâ dilimizde fuhş deyince nerdeyse zinâyı, fahişe deyince de zâniyeyi kastederiz. Fâhiş bir hata, fâhiş bir fiyat dediğimiz zaman kelimeyi aslî mânasında kullanmış oluruz. Şu halde hadiste geçen fâhişe, mübeyyine, "pek açık olay çirkinlik" diye anlaşılmalıdır. Hadiste kastedilen şey de, gerek sözle, gerekse fiille işlenen her çeşit çirkinlikler, ahlâksızlıklar olmalıdır. Bu tâbiri "zinâ" olarak anlamak mümkün değildir. Çünkü zinâ fazîhasının dindeki hükmü, dayakla nihayet bulan bir terbiye vetiresi değil, recm denen ağır bir cezâdır.

4- Yatakta yalnız bırakmayı, İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ "yatakta sırtını dönüp konuşmamaktır" diye tefsir etmiştir. Ancak "Bir başka yatağa geçmek" diye tefsir eden de olmuştur.

5- Şiddetli olmayan dövme mevzuunda Nevevî şu açıklamayı sunar: "Şiddetli dövme (darb-ı müberrih) şiddetli, ağır dövmedir. Hadis buna izin vermiyor. Hadisin manası: "Kadınları şiddetli ve ağır olmaksızın dövün" demektir." Berh, meşakkat demektir. Gayr-ı müberrih tabiri dilimizde umumiyetle yaralayıcı olmaksızın diye tercüme edilmiştir. Ancak, kelimenin aslı yara'dan ziyade, meşakkati, fazla acı'yı ifâde etmektedir. Rasûlullah , "Size itaat ederlerse aşırı gitmeyin" buyurarak, "kendilerinden istenen hususlara riâyet etmeleri hâlinde, zulmen yataklarını ayırmak, dövmek gibi muamelelerde bulunmayın, kötü davranmaya bahâne aramayın" demek istemiştir.

6- Erkeğin kadın üzerindeki hakkı olarak zikredilen "yatağı, istenmeyene çiğnetmemesi" tabirini Nevevi şöyle açıklar: "Bunun mânası, evlerinize girip oturmalarını istemediğiniz kimselerden hiçbirine bu hususta müsaade etmemeleridir. Bunun yabancı bir erkek olması ile, kadının akrabalarından bir kadın olması arasında fark yoktur. Yasak bunların hepsine şâmildir." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 10/78-79)

Hakîm İbn Mu'âviye babasından naklediyor: "Ey Allah'ın Resûlü! dedim, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?" Şöyle buyurdu: "Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen." (Ebû Dâvud, Nikâh 42, h. no: 2142, 2143, 2144)

ıklama: 1- Daha önce kaydedilen hadisteki dövme ruhsatına burada bir kayıt zikredilmektedir: Başa vurmamak. Rasûlullah , kadın dayağı haketse bile, başına vurulmamasını, onun haklarından biri olarak zikretmektedir. Alimler, te'dib sırasında başa vurmaktan kaçınmanın vâcib olduğunu belirtirler.

2- Takbih etmek, kötü söz söylemek mânasında anlaşılmalıdır. Yani her çeşit rencide edici sözler... Hakaret etmek, sebbetmek, ayıplamak, bedduâ etmek, lanetlemek vs. Bütün bunları İslâm yasaklamıştır. Erkek, hanımına karşı rencide edici sözlere dilini alıştıracak olursa, kadın da dayanamayıp mukabele etti mi dirlik kalmaz. Bu çeşit küçük görülen davranışlar, âile huzurunu bozup, boşanmaya kadar götürebilir. Halbuki boşanma, gerek erkek, gerek kadın ve gerekçe çocuklar için büyük bir yıkım ve şekâvettir.

3- Evin içi hâriç onu terketmemek tâbiri, yine önceki hadiste geçen "yatakta terketme"nin açıklanması mâhiyetindedir. Kadını yatakta terketmek, bir başka eve, bir başka mahal ve hatta şehre gitmek şeklinde de gerçekleşebilir. Ancak Rasûlullah ((s.a.s.)), o ihtimale binâen meseleye açıklık getirmiştir. Kadın yatakta terk'le cezâlandırılacaksa bu müştereken yaşanan meskenin içerisinde cereyân etmelidir. Aynı ev içerisinde bir başka odaya veya aynı oda içerisinde bir başka yatağa geçme şeklinde olabilir. Ne kadını evden uzaklaştırmak, ne de erkek, evi terketmek şeklinde bir "yatakta ayırma cezâsı" İslâmî değildir. Esasen Tercümân'ül-Kur'an olan İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'ın bunu "aynı yatakta kadına arkasını dönüp konuşmamak" şeklinde açıkladığını önceki hadiste kaydetmiştik. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 10/80)

Âilede Sağlıklı İletişim

Sağlıklı âile, iki tam insanın kurduğu sağlıklı ilişki üzerinde yükselir. Kendi kişiliğini bütünüyle gerçekleştirememiş yarım insanlar, sağlıklı bir âile oluşturamazlar. Eksik kişiliklerin yetiştirdikleri çocuklar da eksik ve yarım kişilikli olacaktır. Çünkü ana-baba âilenin mimarıdırlar. Onların kişilikleri, şahsiyetleri, zaafları ve meziyetleri ister istemez âileyi etkiler.

Bu anlamda kâmil insanlar Allah karşısındaki acziyetlerinin en fazla farkına varan insanlardır. Böyle bir insan, kendi kusurlarını itiraf etmeyi, onları yok saymamayı, özeleştiriyi bir "tevbe" gibi görmeyi bilir. Dolayısıyla kusursuz dost, kusursuz eş, kusursuz evlât aramaz ve insanların hatalarını gördüğünde sanki kendisi tümden hatasızmış gibi mahkûm etme ve süpürme yoluna gitmez. Eşine, âilesine, çocuklarına bir kumarbaz mantığıyla, yani "ya hep ya hiç" anlayışıyla yaklaşmaz. Doğal olarak, insanî birlikteliklerinin sonucunun kumarın sonucu gibi ütmek ve ütülmek gibi kesin ve keskin olmadığını bilir.

Âileyi bir sistem üzerine kurun. Nizamsız ve intizamsız hiçbir sosyal yapı sağlıklı olmaz. Özellikle en büyük nizama âşık olanların nizamsız ve intizamsız olmaları düşünülemez.

Bir âile sisteminin temel ihtiyaçları şunlardır:

Varlığın tanınması,

Değer duygusu,

Emniyet duygusu,

Sorumluluk duygusu,

Paylaşma ve dayanışma duygusu,

Mücâdele duygusu,

Mutluluk duygusu,

Ahlâkî davranış ve adâlet duygusu,

Saf ve temiz bir iman.

Varlığın Tanınması: Bir âilede var olan her bireyin varlığı bağımsız bir şahsiyet olarak tanınmalıdır. Bunun zıddı fark edilmezlik ve aldırmazlıktır. Bir âile fark etmediği, varlığına aldırmadığı bir bireyini ölüme mahkûm ediyor demektir. Çünkü kimi zaman fark edilmemek ölümden de beterdir. Âilede varlığı fark edilmeyen bireyler, sürekli sorun çıkararak, hatta âilenin baş belâlısı olarak varlıklarını zorla fark ettirme yoluna gidebilirler ya da ömür boyu silik, kimliksiz, kişiliksiz ve pısırık bir tip olarak toplumda "yok gib" hükmünde olurlar.

Değer Duygusu: Her insan bir dünyâdır ve kendi başına bir değeri vardır. Âile içerisinde her birey "benim değerim yok" derse, o fert âile dışında kendisine ilk değer veren kişiye tüm varlığını teslim edecek ve âile, bir ferdini, hem de vahim yaralar açan bir biçimde yitirecektir. Evden kaçmalar, ilk gördüğünde delicesine vurulmalar, ayağı dışarıda olmalar, çoğu zaman âilede ihmal edilen bir duygunun eksikliğinden kaynaklanır.

Emniyet/Güven Duygusu: Âile fertleri âile içerisinde kendilerini güvende hissetmelidir. Eğer âile bireyleri âile içerisinde güvende oldukları kanaatine sahip olmazlarsa, kendilerini güvende hissedecekleri daha başkalarını tercih ederler ve bu da âilenin parçalanmasını getirir. Güven duygusunun inançla çok yakın bir irtibâtı vardır. İnanç insana hem güven verir, hem de başkalarının ona güven duymasını sağlar.

Sorumluluk Duygusu: Âilede sorumluluk duygusunu öğreten başöğretmen babadır. Baba, öncelikle kocalık duygusunu yerine getirerek eşine örnek olmak durumundadır. Ana-baba arasındaki karı-koca sorumluluğu temeline dayalı ilişki, çocuklara da sirâyet edecek, birbirlerine karşı sorumluluk duygusu taşıyan eşler, çocuklarına karşı ana-babalık sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanmayacaklardır. Âilenin her ferdi iyi bilmelidir ki, her hak bir sorumluluk getirir. Sorumluluğunu yerine getirmeyenin hakkını kullanmaya kalkması sözkonusu olamaz. "Hakkım var" sözü "sorumluluğum var" sözüyle yan yana telaffuz edilmelidir. Âilede çocukların da kendi yaşlarına göre sorumluluğu vardır ve sorumluluk terbiyesi daha çocuk doğar doğmaz başlar.

Paylaşma ve Dayanışma Duygusu: Âile içerisinde paylaşma ve dayanışma duygusu varsa, âile bireylerinin hayat içerisinde karışlaştıkları tüm zorlukları, âileyle birlikte aşacaklarına olan inançları pekişir. Bu da âileyi birbirine kenetler ve daha çok fedâkârlık yaparak zor zamanlar için yatırım yapmalarını sağlar. Paylaşan bir âilede yetişen birey, başkalarıyla da paylaşmasını bilir ve daha da önemlisi kendi kuracağı yuvaya paylaşma ve dayanışma duygusunu kolayca taşır. Bu duygudan mahrum âilelerde yetişen bireyler hayatta bencil, yalnız, cimri, sorumsuz ve içe dönük olurlar.

Mücâdele Duygusu: Akıllı bir âile yönetimi, mahrûmiyeti nimete dönüştürmeyi bilir. Evet, mahrûmiyet nimettir. Çünkü o âilede bulunan bireyler -özellikle de çocuklar- hayatın acı, keder ve sıkıntılarına karşı mücâdele etmeyi bu sâyede öğrenirler. İyi bir ana-baba, çocuğuna hiç sıkıntı tattırmayan ana-baba değildir; aksine çocuğuna hayatta karşılaşabileceği zorluklara karşı direnmeyi, yani sabrı ve mücâdeleyi öğretendir. En ufak sıkıntıda çocuklarının yardımına koşan ana-baba, sürekli başkalarından medet uman, kendi imkânlarını hiç kullanmayan; beceri ve kabiliyetine güvenmeyen marazî bir tip yetiştirmiş olurlar.

Mutluluk Duygusu: Âile mutluluk ocağı olmalıdır. Eşler birbirlerine verdikleri değer, sevgi ve saygıyla mutluluğun ağacını dikmeli, çocuklar da bu mutluluğun meyveleri olmalıdır.

Çocukların varlıkları, sağlıkları, başarıları, bu meyvenin çekirdeğinin tekrar fidana dönüşmesi anlamına gelir. Şu iyi bilinmeli ki mutlu olmayan eşler, mutlu çocuklar yetiştiremezler. Fakat herşeyden önce saâdetin kaynağının Allah olduğu bilinmeli ve o kaynağa ulaşan kanallar sürekli açık tutulmalıdır. Böyle bir âile fosilin elmasa dönüşmesine benzer bir biçimde, acılarını ve sıkıntılarını dahi mutluluğa dönüştürmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır.

Ahlâkî Davranış ve Adâlet Duygusu: Ahlâkî davranış kurallarını çiğneyen bir âilenin, değil mutlu bir âile olması, varlığını sürdürmesi dahi mümkün değildir. Ahlâkî davranışın kaynağı insanlık tarihi boyunca din olmuştur. Çünkü yalnızca din, bir vicdan oluşturur; ideolojilerin vicdan oluşturduğu görülmemiştir. İslâm'ı en geniş anlamıyla insanlığın değişmez değerler bütününe verilen ad olarak tanımlarsak, ahlâkî davranışı oa su değerlerin kendisi olarak algılamamız gerekecektir. Ahlâkî davranış imandan ayrı düşünülemez.

Saf ve Temiz Bir İman: Allah demek anlam demektir. Allah'sız bir hayat anlamsız bir hayattır. Hayatına bir anlam katamayan bireyin, âile oluşturmak gibi sorumluluk gerektiren bir yükün altına girmesi, dahası bu yükü sonuna kadar götürmesi çok zordur. Allah'a iman, tevhid inancının birinci basamağıdır. Tevhid inancı, var olan hiçbir şeyin Allah'tan bağımsız olmadığına inanmaktır. Bu inanca göre her şeyin bir yeri, görevi, sorumluluğu ve hikmeti vardır. İnsan kendi kendisine "ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, niçim varım, ne olacağım?" gibi temel varlık sorularını sorabilen tek yaratıktır. Bir fare için peynir sadece peynirdir; ancak bir insan için peynir hiçbir zaman sadece peynir değildir, olmamalıdır. İnsanı fareden ayıran, insanın o peynirin oraya "niçin, nasıl" konulmuş olduğu, "amaç ve nedeni" gibi soruları sorabilmesidir. İşte, âilede bu imanın yerleşebilmesi âilenin temeli olan ana-babanın böylesine bir inancı âilede hâkim kılmaları ile mümkündür.

 

Sağlıksız Kurallar Sağlıksız Âileyi Doğurur

Sağlıksız âilede kurallar, açık-seçik ve âile bireylerinin özellikleri, talepleri, yaratılışları ve ihtiyaçları gözönünde bulundurularak konulmaz. Sağlıksız âilenin kuralları komünist ve faşist gibi despotik devletlerin gizli anayasalarına benzer; telaffuz edilmez, lâkin zorakî uygulanır, uygulanmadığı zaman âile bireyleri başlarına neyin geleceğini bilirler.

Bu tip âilelerin birinci kuralı, her şeyin göz altında olmasıdır. Âile reisi Gestapo Şefi edâsı içerisinde âlienin tüm bireylerinin aldığı tüm nefesleri sayar ve onların üzerinde "her an gözleniyoruz" izlenimi bırakırlar. Tabii ki âilenin tüm bireylerini olabilecek her türlü tehlikeden ve ileriki zaman ve farklı boyutlarda karşılaşabilecekleri tüm tehlikelere karşı korumak, kollamak ve gözetlemek âile reisinin en tabiî hakkı ve görevidir. Böyle bir âilede ev kışla, âile reisi bir komutan, âile bir müfreze, âilenin bireyleri de birer emir eridirler. Her şey komutla yapılır (haydi sofraya! Yat yatağına! gibi). Her şeyin "kullanma tâlimâtı" vardır, denetim ve teftişlerde kusuru görülen karavana cezâsından beter cezâlara çarptırılabilir. Âileyi oluşturan bireylerin irâdelerini kullanmalarına disiplin suçu gözüyle bakılır, onların düşüncelerini dile getirmeleri hayra alâmet sayılmaz. Âile bireylerinin görüşlerine başvurulduğu görülmez.

Bu tür âile bireyi, öğrenim, askerlik, iş vb. gerekçelerle âileyi terk ettiğinde ele-avuca sığımaz, zaptedilmez biri olup çıkar ve âiledeki tüm yasakların acısını çıkarırcasına büyük bir doyumsuzlukla, yapmaması gereken şeyleri yapmaya, girmemesi gereken kimliklere girmeye, almaması gereken şekilleri almaya başlar. O artık boşanmış bir zenberektir; nerede duracağı belli olmaz. Dengesiz denetim ters tepmiş ve bu kez ortaya asla denetlenemeyen biri çıkmıştır.

Sağlıksız âilede herkes birbirine güvenirmiş gibi yapar, lâkin bu göstermelik ve yüzeysel bir güvendir. Bunun altını kazıdığınızda derin bir güvensizliğin hâkim olduğunu dehşetle görürsünüz. Eşler biraz deşildiğinde, birbirlerinin ardından "hımmm!" yaparak, kinâyeli kinâyeli güvenmediklerini îmâ ederler. Bunu bazen birbirlerinin gıyâbında açıkça dile getirirler, lâkin yüz yüze gelince aksiymiş gibi davranırlar. Böyle bir âilede yetişen çocuk güvene dayalı bir ilişki görmediği için kendisi de gelecek hayatında güvene dayalı ilişki kurmakta zorlanır. Kendisinin elinden tutmak isteyenlerin ise, mutlaka bir artniyetlerinin olduğunu düşünür, öyle ya kendisi âilesinde böyle bir ilişkiye hiç şâhit olmamıştır.

 

Eşler Arası İlişki

Sağlıklı bir âile için karı-koca ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak gerekir. Sağlıklı bir âilenin temeli karı-koca arasındaki sağlıklı ilişkiyle mümkündür. Çocukların gelişmesi için gerekli olan sağlıklı sosyal yapı, ancak böyle bir âilede ortaya çıkar.

Sağlıklı bir ilişki içine giren tarafların ilk uyması gereken kural, karşılıklı birbirlerini değerli görmek ve kabullenmek, bununla birlikte iletişim ve etkileşim kanallarını sonuna kadar açık bulundurmaktır.

Bir: Uzun vâdeli ve kalıcı mutlulukları, kısa vâdeli ve geçici mutluluklara fedâ etmeyin.

İki: Âileyi oluşturan bireyler olarak, kendi tavır, davranış ve düşüncelerinizden kendinizi sorumlu tutun.

Üç: Âile içerisinde doğru bildiklerinizi doğru bir üslûpla ve doğru zamanı kollayarak söyleyin.

Dört: Âiledeki mânevî atmosferi zenginleştirmeyi bencilce istek ve arzulardan önde tutun. Bunun verdiği iç huzuru ve dinginliği çok geçmeden tüm âile fertlerinin fark ettiğini hayretle göreceksiniz.

Eşler arası ilişki, aşağıdaki 10 madde ile değerlendirilir ve eksiklik varsa giderilir:

İnsan-insan ilişkisi,

Din kardeşliği ilişkisi,

Sevgili ilişkisi,

Bedenî-cinsî ilişki,

Akrabâ ilişkisi,

Dost ilişkisi,

Arkadaş ilişkisi,

Sırdaş ilişkisi,

Yoldaş ilişkisi,

Kader birliği ilişkisi.

İnsan-İnsan İlişkisi: Bu ilişki türü, her insan için olduğu gibi eşler arasında da en temel ilişki türüdür. Evli çiftler her şeyden önce insandırlar. Şu temel espri hiç unutulmamalıdır. Evlilik kurumu, insanı insanlığa yabancılaştıran bir kurum değildir. Yabancılara karşı gösterilen asgarî insanî tavır ve davranışı en başta eşler birbirine karşı göstermekle yükümlüdür.

Din Kardeşliği İlişkisi: Evlilik din kardeşliğini iptal eden bir kurum değildir. Nikâh akdinin meşrû kıldığı alanlar dışında müslümanın müslümana yapması yasak olan şeyler iki din kardeşi olan eşler için de geçerlidir. Zulme engel olmak, iyiliği emretmek, alay etmemek, küçük görmemek, sevgi ve şefkat göstermek, iyilikle muâmele etmek gibi.

Sevgili İlişkisi: Sevgi evlilik binâsının çimentosudur. Bu ilişkinin kurulamadığı evlilikler zorakî birlikteliklerdir. Âile kuran eşler, âdetâ bir müddet sonra birbirlerinin yüreğine yük olmaya "birbirimize mecbûruz" tavrı takınmaya başlarlar. Âile kurumuna savaş açan zevkperestlerin eline koz veren bu tür evlilikler, ahlâksızlığın avukatlarına "evlilik aşkı öldürüyor" yalanını söyletmektedir.

Bedenî-Cinsî İlişki: Başka hiçbir ilişkiyi karı-koca ilişkisi kadar zenginleştiremeyecek olan ilişki türüdür. Bir evlilikteki sağlıklı cinsel hayat, eşler arası mutluluğun ödülüdür. Sağlıklı cinselliğin yaşanmadığı âilelerde çatışma ve huzursuzluklar kaçınılmazdır. Bu maddenin ihmalinden dolayı ortaya çıkan huzursuzluklar hep başka gerçekler altında servise sunulur ve gerçek ya gizlenir ya da çoğu zaman farkedilmez. Yanlış bir din ve çarpık bir ahlâk anlayışı verilerek râhip ve râhibeleştirilen kimi erkek ve kadınlar, evlendikten sonra en doğal ve meşrû bir münâsebet türü olan bu ilişkiyi, kendi doğallığı içinde gerçekleştirmekte hayli zorlandıkları görülmüştür.

Akrabâ İlişkisi: Bu, kan ve nesep yakınlığı ilişkisidir. Evliliğin ortak meyvesi olan çocuklar bu ilişki türünün imzasıdır. Eşler birbirleri için çocuklarının ana-babasıdır. Toprak tohumla birleşip sarmaş-dolaş olarak çocuk biciminde meyveye durmuştur. İki ayrı varlık, âdetâ çocukta tevhid olmuştur.

Dost İlişkisi: Evliliği kanatlandıran ve zenginleştiren bir ilişki türüdür. Herkes karı-koca olur, fakat her karı-koca birbirinin dostu olamaz. Bunu becerebilen eşler, evliliği taçlandırmanın yolunu bulmuşlar demektir. Eşler arasında bu tarz ilişkinin kurulması, evliliğin standartlarının üzerinde oluşunun bir işâretidir. Hz. Hatice ile Hz. Peygamber (s.a.s.) arasındaki ilişkide işte bu zenginliği görüyoruz.

Arkadaş İlişkisi: Eşler birbirleri için arkadaşlık açısından üç halde değerlendirilebilir:

1. Birbirleri için ya "hastalık" gibidirler; ki bu durumda birbirleriyle arkadaşlıkları zorakîdir. "Başa geldi bir kere" mantığıyla sürüklenen evlilikler buna örnektir.

2. Ya "ilâç" gibidirler; bu arkadaşlık türünde eşler birbirine lâzım oldukça sığınır, arkadaşlık yaparlar.

Ya da "gıda" gibi arkadaşlık ilişkisi; bu ilişki türü arkadaşlık ilişkilerinin en gelişmişidir ve birbirlerini sürekli desteklerler. Gıda gibi arkadaşlık kuran eşler birbirlerinin yüreğine yük olmaz, yakıt olurlar.

Sırdaş İlişkisi: Bu ilişki insanı yalnızlıktan kurtarıp ona sırrını paylaşacak birini bulmuş olmanın iç huzurunu kazandırır. Her karı-koca birbirinin sırdaşı olmamakla, sırlarını açacak âile dışı bireyler aramaktadır. Bu da kimi zaman âile sırlarının ağızlarda sakız olmasına ve âilenin dağılmasına neden olmaktadır. Sırlarını birbiriyle paylaşamayan eşler daha başka neleri paylaşabilirler ki?

Yoldaş İlişkisi: Bu, dâvâ arkadaşlığı ilişkisidir, ki aynı amaç uğruna mücâdele vermek, aynı gâyeye koşmak demektir. Bu, eşler arasında duygu, düşünce ve eylem birliğinin gerçekleştiğinin göstergesidir. Bu sâyede âile gâyesiz değil; gâyeli bir âile olur ve o âilede yetişen çocuklar da, ideal sahibi çocuklar olurlar.

Kader Birliği İlişkisi: Aynı âkıbeti istemeleri, aynı istikbale yelken açmaları anlamına gelir. Kader birliği ilişkisi, dünya hayatıyla sınırlı olmayıp daha ötesine uzanan bir birlikteliği hedefler.

 

Sağlıklı İletişim

Bilinçli ve sağlıklı iletişim anlamlı hayata, anlamlı hayat da sâkin ve doyuma ulaşmış ruh halinin gelişmesine yol açar. Bunun için de özgür ortam şarttır. Özgür ortam içerisinde yapılan iletişim toplumsal sorunların çözümüne olduğu kadar, kişiler arası, özellikle âile içi sorunların çözümüne de katkıda bulunur.

Âilede sağlıklı iletişimin temel şartı üçtür:

1. Muhâtaba Saygı: Bu, insan-insan ilişkisinin olmazsa olmaz şartıdır. Saygı duymadığınız, varlığını kabullenmediğiniz, önem ve değer vermediğiniz hiç kimseye sağlıklı ve başarılı bir ilişki kuramazsınız. Nedense eşler, kimi kritik zamanlarda, birbirlerine insanlıkta eş ve dinde kardeş olduklarını unuturlar ve dışarıdan, tanımadıkları birine karşı gösterdikleri asgarî saygıyı birbirlerine karşı göstermekte cimri davranırlar.

2. Doğal Davranış: Bu, yapmacık ve sentetik davranışlardan uzak durmaktan, muhâtabınıza samimi ve dürüst davranmaktan geçer. Samimiyetsiz ve yapmacık davrananların ilişkisi, gerçek bir ilişki değil, sentetik bir ilişki olacaktır. Sentetik ilişkilerse sağlıksız ve her iki tarafı da aldatan çürük ilişkilerdir. Böylesine çürük insanî bir ilişki üzerine, değil bir âile, sıradan bir dostluk bile binâ edilemez.

3. Empati: Empatinin anlamı, kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktır. Olaylara ve eşyaya bir de onun durduğu yerden bakmayı denemek, muhâtabımızı anlamanın en kestirme ve kesin yoludur. Mümkündür ki onun penceresinden farklı göründüğü için öyle davranmakta ya da öyle algılamaktadır. Eşler birbirlerini suçlayıp, yargılayıp, mahkûm edip, infâz etmeden önce mutlaka anlaşmazlık konusu olan şeye bir de karşı pencereden bakmayı denemeli ve kendisini muhâtabının yerine koyabilmelidir.

Âilede sağlıklı bir iletişim için kesinlikle şu dört soruya doğru cevap vermeniz gerekir:

Ne söyleyeceksiniz?

Ne zaman söyleyeceksiniz?

Nerede söyleyeceksiniz?

Nasıl söyleyeceksiniz?

Bir doğrunun sadece doğru olması yetmez, o doğrunun doğru bir zamanda, doğru bir yerde, doğru bir kişiye ve doğru bir üslûpla söylenmesi gerekir. Eğer bunlardan biri yanlış olursa, söylediğiniz doğrunun doğru olması etkili olmasına yetmediği gibi, sizin muhâtabınızla ilişki kurmanıza da yetmeyecektir.

 

Âile Hayatı ile İlgili Haramlar

Eşler Arasında İlişkide Haramlar:

a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır (2/Bakara, 222). Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları bilim adamlarınca ta tesbit edilmiştir.

b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin." (2/Bakara, 223). Bundan bir âyet önce "Allah'ın size buyurduğu yoldan yaklaşın" buyurulmuş, Peygamberimiz de "kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın" (Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305) demiştir. Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.

c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ edenlere "insanların kötüsü" ve "şeytan" denilmiştir (Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26).

d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir'in ifâdesiyle Kur'ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı (Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27). Rasûlullah'a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah'ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifâde buyurdu (Buhârî, Büyû' 109; İbn Mâce, Nikâh 30).

Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.

e- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem: "Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın..." (Ebû Dâvud, Büyû' 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13)

f- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocuklarınana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (46/Ahkaf, 15) “Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.” (17/İsrâ, 23)

İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir (31/Lokman, 14-15). Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şâhidlik!” (Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144)

 

 

 

Doğum Kontrolü

 

Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Âile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa'da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, "gebeliği önleme metodları" üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.

İngiliz iktisat profesörü ve Anglikan rahibi Thomas Robert Malthus (1766-1834) 1803'te yayımladığı, "Nüfusun Toplumun Gelecekteki Gelişmesi Üstündeki Etkileri Konusunda Deneme" adlı eserinde; kıt kaynaklarla, sınırsız ve artan nüfusun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını düşünerek, insan nüfusunun artmasıyla kaynakların tükenebileceğini, bunu önlemek için çoğalmayı geçim kaynaklarına göre ayarlamak gerektiğini ve doğumu teşvik edici bütün tedbirlerden kaçınmak ve "fakirler yasası''nı ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürdü ve cinsel perhizle doğum kontrolünü başlattı. O'na göre bu yasa, "bir başak veren toprağı iki başak verir duruma getirmeden" halkı çoğalmamaya teşvik ediyordu. Nüfus artışının işsizlik, düşük ücret, yani yoksulluk demek olduğunu fakirler öğrenmeliydi. Malthus'un bu fikirleri, kitabı yayınlandığı yıllarda rağbet görmesine rağmen, teoride kalmıştır. Ancak daha sonraları Yeni Malthusçuluk veya Malthusçuluk adı verilen doktrin ile bu teori, sadece cinsel istekleri önlemeyi öğütleyen bir teori olmaktan çıkarak, gebeliği önleyici tedbirler üzerinde durdu ve giderek uygulanır oldu. "Doğumun isteyerek kontrol altına alınması" diye tanımlanan Malthusçu doktrin, uzun süre ahlâka aykırı ve hatta şeytanca bir öğreti gözüyle bakılmasına ve tabiata aykırı olduğu öne sürülerek tanrı tanımazlarca da kötülenmesine, hayli gürültü koparan Annie Besant davasına (1877) rağmen, sonunda İngiltere'de kesin olarak kabul edilmiştir. Bu akım, özellikle dinlerin büyük tepkisine yol açtı. En sert şekilde Katolikler ve Komünistlerce eleştirildi. Papalar ve rahipler, doğum kontrolünü Allah'ın işine karışmak şeklinde değerlendirdiler. Komünistler de, zenginlerin, servetlerini paylaşmamak için nüfusun çoğalmasını istemediklerinden bu hareketi başlattıklarını söylediler. 1798'de Amsterdam'da ilk klinik açıldı. Sonra bu hareket Birleşik Amerika'da genişleyerek yayıldı. İlk doğum klinikleri burada açıldı. (1916) Gebeliği önleyici her türlü tedbir ahlâki sayıldı. Bu hareket de giderek dînle ilgisiz bir alan oluşturdu.

Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde "azl" metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. (Encyclopedia Britannica, "Birth control", III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, "Birth control", mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu'l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, "İslâm'da Âile Planlaması", A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178).

Türkiye'de 1967'de çıkarılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun'a göre "nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları" şeklinde tarif edilmiştir. Bu husûsun gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanacağını belirten kanun maddesi, tıbbî zaruretler dışında gebeliğin sona erdirilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Nüfus planlaması, fertlerin arzularına, karı-koca arasındaki anlayışa bırakılmıştır. Yine de devlet, sağlık ve nüfus siyasetiyle, koruyucu hekimliğin yaygınlaştırılması ve kürtajın serbest bırakılmasıyla, doğum kontrolü konusunda çok ileri kararlar almış, hatta kürtaj meselesi ABD ve Batı ülkelerinde dahi hâlâ yoğun olarak tartışma konusu olmasına rağmen bizde hemen uygulamaya konularak bu konularda zaten yeterince cahil ve bilgisiz olan halkın yanlış yönlere sürüklenmesine sebep olunmuştur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve diğer çeşitli bakanlık ve üniversite araştırma ve raporlarında özellikle geri kalmış ülkelerde fakir anne adayı kadınların ve bebek ölümleri oranının çok yüksek olduğu tespit edilmiştir. Yine, kürtaj dolayısıyla: ölen, sakat kalan kadınlar da önemli bir yekün teşkil etmektedir. Tıbbi kontrol, beslenme yetersizliği, işsizlik gibi sebepler âile plânlaması ihtiyacını karşılamadığı halde, annelerin, cahilce yollarla, zararlı ve ilkel usullerle doğum kontrolü uyguladıkları, her yıl yarım milyon kadının öldüğü ve bir milyon civarında çocuğun annesiz kaldığı belirtilmiştir. Geri ülkelerin fakir sınıflarında cinsellik, gebelik, gebelik süresince nasıl hareket edileceğine dair çok eksik ve yanlış bilgilenme vardır. Gebe kadınlar yeterince beslenmemekte ve ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Ardı ardına doğum yapılarak toparlanmasına fırsat verilmemekte veya çok küçük yaşlarda gebe kalınmakta; yine, çocuk aldırmanın mubahlaştırılması sonucu fuhuşta artışlar olmaktadır. Öte yandan, her yıl yüzlerce sahipsiz çocuğun sokağa terkedildiği görülmektedir.

İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinâyet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:

1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.

2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.

3. İstenmeyen gebelikler.

4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.

5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.

6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.

7. Câriyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)

8. Fazla çocuğun, ibâdete ve ilme engel olacağı fikri.

9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.

Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:

1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.

2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.

3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.

4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS'e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.

5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.

6. Kürtaj.

7. Kısırlaştırma. 8. Lavaj. 9. Laparoskopi.

Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.

Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk. sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.

İslâm dininde "azl" vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, câiz, mubah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinayet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de câiz görmüşlerdir. (İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67)

Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur'ân-ı Kerim'de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den bize gelen rivayetlerde de azl konusunda O'nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. Bu sebeple azli, cumhur, mubah olarak görmüştür. Azli mubah görenler onu, zarûrî hallerde câiz bulmuşlardır. Azle karşı olan alimler ise, ashâbın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber'in azle karşı olduğunu, Peygamber'in azl konusunda soru soranlara "isterseniz yapmayın" demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulemâ da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, "Azl, nikâhı terketmek gibidir" der. (Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.) Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, âilelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü'l-harb'te câiz olacağını belirtir. İmam Nevevî de, azli ved'e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir.

Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm'la bağdaşmadığını savunur. O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûret(erde tedbir alınabileceğini söylemektedir. (Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967) O, fakirlikten dolayı âilelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak; "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır.” (17/İsrâ, 31) âyetini getirir ve En'âm sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolün,ün İslâm'ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960'da başkan Ömer Nasuhi Bilmen'in uygun bulmasıyla "ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemânın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemâca câiz görüldüğünü" savunmuştur. Çeşitli fetvâlarda, ulemâ, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da câiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman "devamlı doğum kontrolü"nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber'in "Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah'ın dilediği her canlının kıyâmete kadar dünyaya geleceğini" söylemesini (Buhârî, Nikâh 42; Müslîm, Nikâh 1438; Nesâî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti'l-Azli, 1138) kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm ulemâsı, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, âilenin esas amacıdır. Allah, "Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın." (2/Bakara, 223) buyurur. (Ebû'l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû'l-Kur'ân, İstanbul 1986, I, 151). Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk'tır. İnsan, Allah'ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah'ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz (4/Nisâ, 119). Ancak Allah dilediğini kısır kılar (42/Şûrâ, 49-50). Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allah Teâlâ'nın Nisâ sûresinde "Aralarında adâlet yapamamaktan korkarsanız. bir kadınla yetininiz" şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, âile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.

İslâm Peygamberi (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir (İbn Mâce, I, 592). Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere herşey bir ölçüye göredir, ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir (31/Lokman, 14).

Hz. Peygamber sevdiklerine "mal ve evlât bolluğu" için duâ ederdi Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, "....O'nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur." (41/Fussilet, 47) şeklindeki İlâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah'ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, "Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim." (bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında yazmışlardır.) Evlenme, bir ibâdet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü, veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.

Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir." (2/Bakara, 233) şeklindeki Kur'ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek âilenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu âilelerde, kadının, "çocuk üretim fabrikası" gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adâlet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.

Sonuç olarak, "Allah'ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?" diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, "tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu" tarzında hüküm verilsin; veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm'da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında câizdir veya değildir gibi ictihad edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, âile fertleridir. (3)

 

 

şük Yapma

 

Kürtaj, ana rahmindeki "cenin"in herhangi bir dış etkiyle düşmesine “düşük yapma” denir. Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur. Tıpta kullanılan "kürtaj" terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.

Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:

1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar.

İslâm'ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zinâ ve zinâya götüren bütün ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zinâ ve fuhuş olmaz. Gayrı meşrû ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır. İslâm'a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm, zinâ edenlerin cezâsını çekerek tövbe etmeleridir.

Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez. "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. " (53/Necm, 39-41) "Kim Allah'tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur." (65/Talâk, 2-3)

Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine yer yoktur.

"Âile plânlaması", adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan "âile plânlaması" hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir. Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye'ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Âile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı kuruluşun "Türkiye Âile Sağlığı ve Plânlama Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye'nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.

İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır. Bu bir cinayet sayılır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak câizdir: "Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir. Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz" (Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126)

İslâm'da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır." (17/İsrâ, 31) "De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti." (6/En'âm, 151)

Câhiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur'ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezâsız kalmayacağını. bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye" (81/Tekvîr, 8-9). Mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimiz’e: "Mü'min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri husûsunda..." ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.

Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır." (11/Hûd, 6). Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü'ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve benzer koşman." Sonra hangisi? (dedim). "Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen." dedi. Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun karısıyla zinâ etmen" buyurdu. (Buhârî; Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)

Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezâlandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali (r.a.) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor. O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun." Hz. Ömer bu ictihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.

"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve cezâ uygulanır." Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz. Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir. Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezâsı gerekir.

Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah'tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "âile plânlaması yardımı(!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. (4)

 

 

 

Kadın-Erkek İlişkileri ve Âilede Geçim

Karı-koca haklarına riâyet: "Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri kadar hakları da vardır." (2/Bakara, 228). Özellikle çocuklarına karşı, yalnız erkek değil, kadın da çobandır (Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâre 20). Bu hadisteki çobandan maksat, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhâfaza edendir. Peygamberimiz bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır: "Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terketmemek." (Ebû Dâvud, Nikâh 41; İbn Mâce Nikâh 3)

Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da: "Kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek, yatağını terketmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak" sayılmıştır (Hâkim, el-Müstedrek, II/188-190). Kusur ve aksaklıklarda karşılıklı sabır, tahammül, iyi niyet esastır: "Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin; hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir." (4/Nisâ, 19). Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: "Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemaate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş." (İbn Mâce, İkame 43; Tirmizî, Salât 149)

Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te'dib hakkı vardır: "... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın..." (4/Nisâ, 34). Koca te'dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır: a- Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, "(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlınız değildir." (İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî; Ahmed bin Hanbel) "Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?" (Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93) buyurmuştur. b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından "dövme" denebilir. Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: "Karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur..." (4/Nisâ, 35). Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma salâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.

 

 

Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi

İslâm hukukunda "âile reisliği" denebilecek "kavvâm olma" yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür." (4/Nisâ, 34) denilmektedir. Burada "kavvâm" kelimesi, koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Âile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyâde, fonksiyonel bir yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği münferit örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır (Meselâ, Bkz. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, s. 93-94).

Kur'ân-ı Kerim, bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler vazeder, çoğunlukla ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm'ın da bu derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş olması, sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece büyük olduğunu göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe sahip olması, onu oluşturan alt birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir yapıda olmasına bağlıdır.

Bu noktada toplumun en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır. Her topluluğun işleyişinde farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ edilmesi için verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur. Erkeğin yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve âile içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.

Konuyla ilgili tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen "kavvâmûne" kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. "Yönetici" olarak meallendirilen kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir, erkeğin dünya işlerinde mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik vasfına hâiz olduğunu ifâde etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler, bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır. Kavvâmûne kelimesini doğru şekliyle anlayabilmek için Kur'an'da geçtiği diğer âyetleri de incelememiz yerinde olacaktır:

"Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne bi'l kıst)" (4/Nisâ, 135). "Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne lillâhi şühedâe bi'l kıst)" (5/Mâide, 8). Âyetlerde görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik anlamı ifâde etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup gözetmek (Râgıp el-İsfahânî), işleri güzel idare etmek (Mu'cemu'l-Vecîz), bir şeyi hakkıyla yerine getirip ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik mânâsına hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.

Erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı gibi ontolojik, fazîlet vb. alanlarda mutlak üstünlüklerden kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin korunup gözetilmesinde, temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları sorumluluğun daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette "erkeklerin kendi mallarından harcaması dolayısıyla..." şeklinde bir ifâde bulunması, verilen hükmün illetini anlamak açısından önemlidir. Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Allah Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde sorumluluk yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla sorumlu tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre etme ve yönetmede erkek bir önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi olsa bir topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır ve bu çok doğaldır.

Ancak, burada yönetme olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme deyince akla baskı, emir ve cezâ değil; istişâre ile oluşan, insanın düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu gelmelidir. Hz. Peygamber'in uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber olması, onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur'an'ın teşvîkiyle bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüzedek süren sultacı yönetimler "yönetme" kavramının baskıcı, totaliter bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek yöneticiliği konusunda zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı söylenebilir. Halbuki devlet yönetimi konusunda Hz. Peygamber'in uyguladığı bu istişârî metod, her konuda olduğu gibi âilenin işleyişinde de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık tutacak önemli bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler doğrultusunda yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini, idâresini, istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm'ın bağdaşması mümkün değildir. (5)

 

Kadının dövülmesi konusunda, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla buna yer vermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuya yer verilmiş olması mevzuya ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Bizce, âyet-i kerîmenin bu meseleye temas etmiş olması kadınları himâyeye mâtuf bir durumdur. Zira başta günümüzün en ileri memleketlerinde bile hâlâ câri olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar dövülmüştür. Kıyâmete kadar da bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî münâsebetlerin kadın-erkek bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar zarûrî olan münâsebetlerinde her zaman orta yolu koruyamazlar, ifrat-tefrit, rızâ-gazab, sevgi-öfke iç içedir. Bunların sonucu olarak münâkaşalar, ağız kavgaları, yumruklaşmalar, hatta cinâyetler vukua gelir. Bunlar "olmamalıdır" diye bir teşriat olamaz. İslâm bu meselede realiteyi kabul ederek müntesiblerini makul hudutta tutmaya, frenlemeye çalışır. Esasen her meselede "vasat yol"u göstermek İslâm'ın ana ruhunu teşkil eder.

"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara gelince, evvelâ kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında onları yalnız bırakın, yine dinlemezse dövün." (4/Nisâ, 34). Dikkat edilirse âyet kadının dövülmesini birçok şarta bağlamaktadır:

Meşrû Sebep: Kur'ân'da bu sebep "nüşuz" kelimesiyle ifade edilir. Türkçe meallerde umumiyetle hep "serkeşlik" olarak tercüme edilmiştir. Kelime Arapça'da yükseklik, tümseklik, sivrilik gibi mânâlara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak Kur'ân'da geçen bu tavırdan "kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını nefsinden men etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına sevgisizlik izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı kabul etmeyip bir başka yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.

Yani, kocasına karşı olan vecibelerini yerine getirmemesi diye hülâsa edebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması gibi. Vedâ Hutbesi'nde, kadını dövmeyi meşrû kılan suç "nüşuz" kelimesiyle değil, "fâhiş" kelimesiyle ifade edilmiştir. Biz "çirkinlik" olarak tercüme ettik. Bunu, dilimizde aynı kökten fuhuş kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık. Çünkü fuhuş, zinâ mânasına gelir. Halbuki burada zinânın kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü zinânın cezâsı recm denen hadd-i zinâ'dır. Bunun dayakla geçiştirilmesi mümkün değildir. Öyle ise, bu hutbede geçen fâhiş kelimesini fuhuşla açıklamak ve böylece Kur'ân'da geçen "nüşuz" kelimesinin vuzûha kavuşturulduğunu söylemek uygun olmaz.

Cezânın Usûl ve Miktarı: Kadın meşrû bir sebeple dövülebilirse de bu, en son baş vurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği sebebiyle nasihat edip, tatlılıkla ondan vazgeçirme yolu aranacak. Bu müessir olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak sûretiyle gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu cezâ da müessir olmazsa dayak meşrû hâle gelmektedir. İslâm burada da yenilik getirerek dayağın derecesini belirtmiş "çok acı verici olmaması"nı emretmiştir.

Şu halde, İslâm, her devirde mevcûdiyetini fiilen dünyanın her köşesinde muhâfaza etmiş beşerî bir realiteyi ciddî kayıtlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az zararlı bir hâle getirmiştir.

Elmalılı Hamdi Efendi, dayakla ilgili yukarıda temas ettiğimiz âyet-i kerîmenin açıklamasını yaparken bir dipnot düşüyor. Buraya aynen kaydını uygun buluyoruz: Burada, kadın dövülür mü, diye bir soru vârid olabilir. Evet dövülmez, fakat bu ifâdede kadın demek nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere birkaç tokat, hissî isyan ile sukuta doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum: "Nush ile yola gelmiyeni etmeli tekdir, / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir." demiştir. Zamanımızda Kur'ân'ın bu "onları dövün" emrini sû-i tefsir ederek dillerine dolamak isteyen Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garib bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısına ikame ettiği dâvâya karşı "hırçınlık edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı talâk (boşanma) dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına" hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu" (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. Cilt 2, s. 1351).

Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm'da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimâta göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimâta itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur'an'ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi "kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?" buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifâde buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır. (İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi)

Âilede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının âile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur'ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düşen kadının önce nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi (4/Nisâ, 34) üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Âyette geçen "darb" kelimesinin yaygın anlamı olan "dövme"den başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada, İlâhî mesaja, doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin değil; "nâşize"nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.

Genel olarak "itaatsizlik" mânâsına gelen "nüşûz" kelimesi, âilenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir yaptırımla karşılanması, hem âilenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve yaptırım arasında, gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur'an'ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber'in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir. Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem'in hayatından bahseden eserler, Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz etmemektedir. Hz. Âişe, Rasûlullah'ın eşlerini ve hizmetçilerini asla ve hiçbir zaman dövmediğini söylemektedir (İbn Mâce, Nikâh 51). Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe'nin babası tarafından cezâlandırılmasına da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması, önerilen bir yöntem değildir. Rasûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında "yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri"nin (zinâ etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte, aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir (Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Tirmizî, Tefsîr 9). Âyette geçen "nüşûz"un hangi davranışları içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.

Kadını dövme meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm düşmanlarının, özellikle feministlerin kullandığı önemli noktalardan biri olduğu gibi, bazı müslümanların da şartları gözetmeden mutlak biçimde meşrûlaştırdığı bir konu olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi 34. âyette, öncelikle sâliha kadınların "görünmeyeni koruyanlar" olarak tanımlanması ve devamında da dövme olayından bahsedilmesi, bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde "nüşûz" kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik hali anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile içinde sürekli problem çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren, yani olgun bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli bu fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir. Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde edilmesi konusunda âyet bir metod göstermektedir. Bu metodda erkek, kadının işlediği fiile göre tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının davranışlarında bir düzelme değil de; aksine bir bozulma görülürse, bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert tedbirler olarak en son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması açısından son bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme gibi onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı uyarmak için doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.

Ancak, şu unutulmamalıdır ki, "dövme" sınırları belli özel bir durum için sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-erkek ilişkileri için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas olan eşler arasında sürekli istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir. Sözkonusu âyet, dövme olayını, bu saygı ve sevgi unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar eden, şirret kadınlar için sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için geçerli olan dövme olayını "erkek, eşini dövebilir" şeklinde genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini Kur'an'a âlet etmek olacaktır.

Burada şu soru akla gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın değil de; erkek olduğu zamanlarda problem nasıl çözülecektir? Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine, sorumsuzluklarına katlanmak zorunda mıdır? Elbete ki kadın da eşini düzeltme yönünde bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği dövmesi, kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu gibi, çoğunlukla vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden bozulan ve boşanma noktasına yaklaşılan bir durumda ise, kadının yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın yakınlarından veya temsilcilerinden oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye başvurarak problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.

Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak karşı gelmelerine teşmil etmek Kur'an'a aykırıdır. Rasûlullah'tan gelen haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının hiçbirini dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.

Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu suçla ilgili "nüşûz" kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye "huysuzluk, geçimsizlik, dikbaşlılık" anlamı vermiştir. Aslında nüşûz, bu anlamlardan daha büyük bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: "Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." Âsım Efendi, el-Kamusu'l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: "Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır." Yani "nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir." Bu lügatçıların açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.

Ayrıca, Kur'an'da geçen "fa'dribûhunne" emrindeki "darb" kelimesinin âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu gibi, bu âyette de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini iddia edenler de vardır. O takdirde bu âyetteki "fa'dribûhunne" emri "dövün" anlamında değil; "onları bulundukları yerden uzaklaştırın!" mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur, müfessirler ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.

Aslında, klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber'in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir (Bkz. Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi'l-Mer'e ve'l-Beyti'l-Müslim, Beyrut, 1993, c. 7, s. 316-317). Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah'ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur'an'dan değil; nefis ve hevâlarından, câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah'ın ifâdesiyle leîm/kötü koca sıfatını hak etmektedir.

 

Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?

Gül bayramında güller yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir. Güllerle lâleler yarıştırılmaz. Elmayla armut toplanmaz; iki elma üç armut toplansa beş eder denilmeyip iki elma üç armut eder denilir. Evrende yaratılanların içinde en değerlisi Âdemoğludur, yani kadınla erkektir. Her ikisi de aynı topraktan yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır. Aynı toprak ayrı özelliklerde yaratılmıştır. İkisine de verilen ortak özellikler yanında, kadına verilip erkeğe verilmeyen, erkeğe verilip kadına verilmeyen özellikler de vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir, yarış yapmıyoruz; yapacaksak, kadın-erkek hayırda, Allah'a güzel kulluk yapmada yarışmalıyız.

Allah, bir kısmımızı diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden üstün bir tarafı olduğunu, kimsenin başkasındaki üstünlüğü istememesi gerektiğini haber veriyor (4/Nisâ, 32). Biz, kendimizdeki özellikleri keşfedip geliştirmeli ve üstünlüğün sadece takvâda olduğu bilinciyle Allah'a yakın olmaya çalışmalıyız. Kadın-erkek olarak da birbirimizin beşer olarak doğal olan eksiklerimizi tamamlamaya, yardımlaşmaya çalışmalı, yeryüzündeki hilâfet görevimizi beraberce yerine getirme gayretinde olmalıyız.

"İnsanlar, tarağın dişleri gibi birbirleriyle eşittir" buyuran Peygamber Efendimiz kadınla erkeğin hukuk karşısında ve insan olarak denk olduklarını vurgulamıştır. Allah huzurunda dereceler alma konusunda ise iki cinse de eşit haklar verilmiş ve Allah'ın emir ve yasaklarına kim fazla riâyet ederse o daha değerli olur denilmiştir. Doğuştan, şu veya bu şekilde yaratılmaktan dolayı üstünlük iddiâsı, şeytanın iddiâsıdır. İslâm, ancak sonradan çalışılarak elde edilecek üstünlüğe değer verir. Şeytanî çıkarımlarla ve bâtıl üstünlük savları yerine; ilimde, imanda, ahlâkta, fazîlette, Allah'a hakkıyla itaat ve ibâdette üstün olma yarışına girmeli, bu konuda da birbirimizi rakip değil; yardımcı görmeliyiz. "O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır." (67/Mülk, 2)

Kadın-Erkek Farklılığı: Yaratılışta, Allah’a kul olmada, sorumluluk yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz. Ancak insanın kadın ya da erkek olarak yaratılması, her birinin kendine has fiziksel ve ruhsal farklılıklarla birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu durumda zorunlu eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık özelliğinin ele alınması ve bu anlamda erkek ve kadının birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir. Bu farklılığın gözardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına yapılması, öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden gelerek yapılan bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.

Rabbimiz, insan soyunun devamı için farklı fizyolojik özelliklerle donattığı kadın ve erkeği; birbirlerinde sükûn bulmaları ve aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin temellendirilmesi için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır. “Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (30/Rûm, 21). Fizyolojik farklılıkların oluşturduğu bu tamamlanmışlık kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları ve dış görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî güç ve gücün hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır. Kadının erkeğe oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur’ân-ı Kerim belirtmiştir: “Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” (3/Âl-i İmrân, 14)

Cennet tasvirlerinde kadının cinsel kimliğinin kullanılması (44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân, 56; 56/Vâkıa, 35, 38), Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen “züyyine -süslendi-” ifâdesiyle daha iyi anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde kadının erkeğe sunulmasının temel nedeni kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan kadınlar, insanlık tarihi boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı kullanmışlardır. Ancak, burada sorun, kadının bu âyetlerde câzibesinin vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik gelip gelmeyeceğidir. Kanaatimizce âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış itibarıyla câzip kılınmışlığının anlatımıdır.

Cinsellik, hem kadın ve hem de erkek için “...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." (2/Bakara, 187) âyetinde görüldüğü gibi nikâh akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada, salt kadın ya da erkeği öncelemekten öte bir birliktelik, birbirleriyle huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve merhametin olduğu bir beraberlik (30/Rûm, 21) sözkonusudur. Ayrıca Kur’an toplumsal ahlâkı da gözönünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını örtünme emri ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği lânetleme yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir (24/Nûr, 30-31). Ancak, şu tekrar vurgulanmalı ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm’ı değil; maddeci görüşün güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır. (6)

 

İslâm, saâdet asrında, kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını tam olarak vermiştir. İslâm öncesi kadın aleyhindeki statüyü, yeni düzenlemelerle kadın lehinde değiştirmiştir. Bu düzenlemelerle İslâm tarafından kadına temel insan hakları tanınmış, yaratılışının farklı oluşundan ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar da akılcı ve gerçekçi bir biçimde düzenlenmiş, böylece erkeklerle kadınlar arasında hak ve görevler itibarıyla bulunması gereken dengeler âdil bir şekilde ve her iki tarafın yararına olacak şekilde ortaya konmuştur.

Ancak, ayrıntılar itibarıyla sözkonusu durum, o döneme ve o dönemde toplumda geçerli olan geleneklere ve görüşlere göredir. O zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen hak ve sorumluluklar elbisesi, başka zaman ve mekânlarda ve farklı toplumlardaki kadına bol veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış, modeli terkedilmiş olabilir. Bu takdirde Kur’an ve Hadiste açık ve kesin biçimde ifâdesini bulan kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak kadın-erkek ilişkileri ve aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden geçirilerek yeniden kurulabilir.

Sadece kadının değil; erkeğin de hakları ve sorumlulukları (Kur’an ve Sünnet prensipleri doğrultusunda) yeni baştan ele alınarak çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilebilir. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının tarihî süreç içinde ve genelde hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret şeklinde kadının lehine olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini, âilenin yapısını dikkate alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek kaçınılmazdır.

Müslüman kadının sosyal durumunu belirlemede başvurulan kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı konularda kadınlara gerçekten mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir edilecek bir husustur. Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü (fitne endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet yaklaşımıyla) gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir. Kadınların, Allah’ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna kadar serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır. Onların bu haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği sosyal ortamı hazırlamak, bu konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin görevleridir. Sosyal imkân ve fırsatlardan yararlanmayı sağlayan ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta onlardan daha çok kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda mâkul bir mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.

Kadının haklarını ve sosyal hayattaki hareket alanını kısıtlayan fıkıh kitaplarından çok; gelenekler, töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm’la ilgisi bulunmayan, çoğu zaman İslâm’a zıt düşen sözkonusu gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir renge, İslâmî bir kıyafete sokularak sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm’a da karşı çıkmış gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve onu yansıtan kadın aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır, kadına karşı şüphecidir, ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız şartsız erkeğin egemenliğine sokar. Onun bir gölgesi ve uydusu haline getirir. Kadının da, toplumun da doğasına aykırı olduğu gibi, İslâm’ın da reddettiği ve zulüm saydığı bu anlayışı ve ona bağlı uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale getirmek kadın-erkek her mü’minin görevidir.

Hak ve sorumluluklarını bilen, kişilikli, aydın ve bilgili müslüman bir kadın, İslâm toplumunun güvencesidir. Bu nitelikteki kadınların bulunduğu bir toplumun erkekleri de daha kişilikli olur. Yüce Allah: “Sizi eşler olarak yarattı” (35/Fâtır, 11) diyor. Kadınlı-erkekli yaratılmış olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor. Eşlerin ayrı cinsten olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak zikrediyor (30/Rûm, 21). O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek en büyük görevdir. Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız ve dedesiz bir hayat bir kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu gibi; annesiz, bacısız, kızsız, karısız, halasız, teyzesiz ve ninesiz bir hayat da bir erkek için anlamsız ve çekilmezdir.

Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kadın da, erkek de noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır. Kadında bulunan bazı özellikler ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan bazı hususlar da kadınlarda yoktur veya zayıf olarak vardır. Bu durumda, evlilik bağı ile bir araya gelen bir kadınla erkek birbirinin eksiğini tamamlayarak daha mutlu, daha huzurlu, daha güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur. “...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...” (2/Bakara, 187). Kadın-erkek birbirinde kusur arayacağı yerde, varolması tabiî olan bu kusurları/eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa daha mutlu olurlar.

Kur’ân-ı Kerim’de: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın.” (2/Bakara, 229) “Allah’ın koyduğu hudûdu aşanlar zâlimlerdir.” (2/Bakara, 229) buyuruluyor. Allah’ın koyduğu sınırlar vardır, erkeğe erkeklik tabiatının koyduğu sınırlar vardır, kadına ise kadınlık tabiatının koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak, sınırları zorlamamak, sınırları aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir. Kadın kadın olduğu için, erkek de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu olmalı ve şükretmeli, biri öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için kendisini talihsiz veya talihli saymamalı, Allah’ın kendisi için seçtiği cinsiyeti şükür ve iftiharla kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre râzı olmalıdır.

Bir kadının bir erkeği sırf erkek olduğu için ayıplaması ne kadar saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf kadın olduğu için bir kadını ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir kadını kadın olduğu için ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ’yı ayıplamak anlamına gelir ve bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken zayıf kimseler (din ve akıl yönünden eksik) kimseler yapar.

Kadınlar hür ve serbest olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah’ın ve kadınlık fıtratının koyduğu sınır zorlanmamalı, bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın haddini bilmesi, durması gereken noktada durması özgürlükten beklenen faydaların hâsıl olmasını sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk değildir. Özgür olmak isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine hâkim olmalı, kendini disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda anlamı ve içeriği olmayan bir eşitlikten söz edip kadını erkekle yarıştıranlar ona en büyük haksızlığı yapmaktadır. Kadın-erkek birbiriyle yarışsın, birbiriyle rekabete girsin diye değil; birbirini tamamlasın, birbirine destek olsun diye farklı iki cins olarak yaratılmışlardır (Beşerî ve İslâm dışı bir anlayış olduğu kadar, adâlete ters yanlış bir eşitlik savunusu olan feminizmin yanlışlığının temeli de bu fıtrî farklılık ve tamamlayıcılığı inkâr etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve fıtratı bilmeyenler, onların gereklerini dikkate almayanlar er geç bu tabiatın hışmına uğrarlar. (7)

Kadın hakları konusunda aşırı davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar, Allah’ın koyduğu kanuna ve kadının durumuyla ilgili İlâhî yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda erkekle yarıştırmışlardır. Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine terkederken, ifratçılar da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu ifratçıların amacı, erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her konu ve konumda kadın erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah’ın fıtrat kanunu, bu iki cinse bazı hususlarda farklı özellikler vererek onları birbirinden ayrı ve birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah’ın hikmeti gereği, fizikî yapıları farklıdır. Her birinin yeteneğine ve tabiatına uygun bir görevi vardır. Bütün özellikleri, güzellik, fazîlet ve zorluklarıyla birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu nedenle kadın, genel olarak erkekten daha fazla evde kalır.

Fıtrattaki bu ayrılık, kadının eğitimini ve çalışmalarını ihmal etmemizi gerektirmez. Kadın hakları konusunda ifrâta giden modernist yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah’ın, adâleti sağlamak gibi bazı zor şartlarla birlikte erkeklere bir’den fazla kadınla evlenme müsâadesi vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar. Kur’an’ın genelde kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine rızâ göstermiyorlar; kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar. Yine onlar Allah’ın kanununda haram sayılan şeyleri helâl göstermek için Kur’an ve Sünneti bilmiyorlar veya bilmezlikten geliyorlar. Neticede mevcut bâtıl düzeni temize çıkarmaya yelteniyorlar, yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı helâl kılma gibi sapkınlıklarını görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören kanuna karşı susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar veya olmadık te’villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Meselâ, bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele üniversitelerde okumak için rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak konularda mevcut düzenin kurallarına uyulması gerektiğini iddiâ ediyorlar.) Yine, “Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!” (Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25) hadis-i şerifi varken; kadınların peruk takmasına fetvâ veriyorlar. Ayrıca, bu modernistlere göre "kadının ev dışında (pardösü vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!" Onların bu tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.

Bu düşünceye sahip olanların câhilliğini veya hâinliğini ispat eden en önemli belge, Hz. Peygamber’in “elbise giydiği halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymış olmasıdır (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128). Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani şeffaf ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde etmişlerdir: “Sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

(Müslümanlara karşı acımasız ve hor görülü, kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon şeyhülislâmlarına göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim kurumlarında başörtüsü yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların “irticâ” adıyla İslâm’ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine düşmanlığına karşı bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.) İfratçı modernistler, geleneksel örfe ve Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken, Batı hayranı olmuşlardır. Her iki zümre de aynıdır. Yüce Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı; ne eskinin, ne de yeninin peşinden gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz. Peygamber’in yoluna, hak dine tâbi olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak, azgınlığın ve bozgunculuğun bulunmadığı, İslâm’ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde, orta yolda yürümek gerekir. “Tartıyı adâletle yapın, terâzide eksiklik yapmayın.” (55/Rahmân, 9)

Toplumumuzda kadının konumu, erkekle uyumu, -istisnâlar dışında- insanî alanların hemen tümünde eşit hak ve yetkileri, adâletle ele alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl oyunlara âlet edilmiş veya Allah’ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden alınmıştır. Yani ya ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir. Kadınlara alaylı ve de yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî konularda eşit olmak bir yana, şeytanın tuzağı, İblis’in oltasıdır. Aklı ve dini noksan bir yaratıktır. Bu geleneksel yaklaşıma göre de kadınların ehliyeti noksandır. Erkeğin câriyesi konumundadır. Erkek dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal vererek her şeyine sahip olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma sonucunda kadın ne mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki: “kadınlar ayakkabılara benzer. Erkek dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde çıkarır.” Kadının çapkınlığı fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç bile sayılmaz, hatta açıkgözlülük olur.

Kadın, evlendiği erkeği sevemese, sabretmekten ve kendisine zehir olan hayata katlanmaktan başka çaresi yoktur. Kurtuluşu, erkeğin boşamasına veya elinde avucunda ne varsa ona vererek boşanmaya râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek çocuklarına aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış olur (veya hiçbir gerekçe göstermeden sadece erkek kardeşler kendi aralarında miras taksimi yaparlar. Bazıları, kız çocuklarını evlâttan bile saymazlar. “Kaç çocuğun var?” sorusunun cevabı olarak, erkek çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana sıkıla “sözüm meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!” diye cevap verir.)

Müslümanların çoğu, günümüzde hanımlarını evlerine hapsetmiş, ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek topluma faydalı olan hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir kadının evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden kocasının evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı doğurmuş, böyle kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş veya evlerinde bile Allah’a isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)

Müslüman kadın, çoğu kez hayat ortağı olarak eşini seçme hakkından bile mahrumdur. Velîsinin dilediği eşi kabul etme veya reddetme hakkı bile yoktur. Kimi babalar, kızlarının rızâsını almadan ve hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile sormaya lüzum görmeden evlendirme hakkını kendilerinde görürler. (8)

"Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer yarılarıdır." (Câmiu's-Sağîr, hadis no: 2329). Kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı gibi kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki adâlet, toplumun büyük kesimi tarafından, bırakın uygulamayı; teoride bile kabul edilmez: "Kadınların saçı uzun, aklı kısadır", "Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere güler", "Kadını sırdaş eden tellâl aramaz", "Kadının sofusu, şeytanın maskarasıdır", "Kadının yüklediği yük şuraya varmaz" "Karıdan korkmayan yanılır", "Kızı olan tez kocar", "Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde", "Kızı kendi arzusuna bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya." Bunlar, kadın aleyhtarı onlarca atasözünden/atesözünden birkaçı.

 

 

 

Teaddüd-i Zevcât/Poligami

 

Teaddüd-i zevcât: Birden çok kadınla evlenmek, nikâhlı eşlerin birden çok olması demektir. Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması câiz değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: “Eğer yetim kızlar hakkında (adâleti yerine getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helal olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Eğer bu şekilde de adâlet yapamamaktan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz cariye ile yetininiz. Bu, sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır.” (4/Nisâ, 3)

Ayetteki "ikişer, üçer, dörder" ifadesi toplam olarak dörtten fazla sayıyı kapsamaz. Hz. Peygamber'in şu hadisleri âyeti tefsir eder: "Abdullah b. Ömer (r. anhümâ) şöyle demiştir: Gaylân es-Sakafî, câhiliye devrinde nikâhı altında on kadın varken İslâm'a girdi. Onunla birlikte eşleri de Müslüman oldular. Rasûlüllah (s.a.s.), bu eşlerden dört tanesini seçmesini emretti" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 159 vd). Kays b. el-Hâris'ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Nikâhım altında sekiz kadın olduğu halde Müslüman oldum. Nebî (s.a.s)'e giderek, durumu anlattım. Bana: “Onlardan dört tanesini seç!” buyurdu" (Ebû Dâvud, Talâk, 35). Nevfel b. Muâviye, beş kadınla evli iken İslâm'a girmişti. Nebî (s.a.s) ona; "Dördünü tut, diğerinden ayrıl" (eş-Şevkânî a.g.e., VI, 149) buyurmuştur .

Zâhirîler ve İmâmiye erkek için dokuz kadınla evlenmenin câiz olduğu görüşündedirler. Onlara göre, "ikişer, üçer ve dörder" ifadesindeki "vav"lar tercih için değil, toplama içindir. Ancak Arap dilinde bu gibi hitaplar vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a mahsustur" (35/Fâtır, 1) âyetinde, meleklerin kanat toplam sayısı değil, ayrı grupların kastedildiği açıktır. İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi (Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113).

Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu (Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175). Tevrat'da Dâvud (a.s.)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir (Samuel, 2/12, 7/8). İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır (Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'l-Kanun, s. 210 vd.).

Hz. Peygamber de çok evli idi. Bunun dinî, ictimâî, siyasî, terbiyevî bir takım hikmetleri vardır. O'nun çok evliliğinin asıl amacı sahabe hanımlarına bir kaç muallim yetiştirmektir. Çünkü bir toplumun yarısı kadındır. Kadınlar da, erkeklerin yükümlü olduğu hükümlerle yükümüdür. Kadınlar kendileriyle ilgili gizli meseleleri Hz. Peygamber'den sormaya çekinirlerdi. Ay hali, lohusalık, cünüplük, vb. konular bunlar arasındadır. Allah elçisinin edeb ve hayası da bunları cevaplamaya engeldi. İşte Hz. Peygamber'in âileleri, özellikle hanımlarla ilgili şer'î hükümleri, diğer kadınlara tebliğ etmede önemli rol oynamışlardır .

Kimi zaman Rasûlüllah'ın evliliği câhiliyye âdetlerini yıkıp yeni bir hüküm koymak amacına yöneliktir. Zeynep binti Cahş ile evliliği buna örnek gösterilebilir. Çünkü Zeynep (r. anhâ) önce, Hz. Peygamberin evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise ile evlenmiş, ancak geçimsizlik sebebiyle başaramamışlardı. Câhiliyye devri örfüne göre, evlâtlığın dul kalan eşiyle evlenmek yasaktı. Cenab-ı Hak evlâtlığı kaldırarak, bunların dul kalan eşiyle evlât edinenin evlenebileceğine izin verdi ve ilk uygulama Allah elçisi ile Zeynep (r. anhâ)'in evlenmesiyle başladı (33/Ahzâb, 37).

Allah elçisinin (s.a.s.)'in Ebu Bekr kızı Âişe ve Hz. Ömer'in kızı Hafsa ile evlenmesi sosyal bir hikmete dayanır. İslâm onlar sayesinde güç kazanmış, âileler, hatta kabileler arasında kopmaz bağlar meydana gelmiştir. Hz. Peygamber kızı Fâtıma'yı Hz. Âli'ye biri vefat edince diğeri olmak üzere iki kızını da Hz. Osman'a vermiştir. Bu dört sahabe, Resulüllah'ın en yakın dostu, yardımcısı olup, onun vefatından sonra da İslâm toplumunu yöneten liderlerdir.

İnsanların gönüllerini bir noktada toplamak ve kabileleri birleştirmek için de evlilikler olmuştur. Nitekim Cüveyriye (r.anhâ), Müstalikoğullarının başkanı el-Hâris'in kızıdır. Bu kabile esir alınmıştı. Cüveyriye de esir düşmüştü. Kurtuluş fidyesi için Hz. Peygamber'den yardım istedi. Hz. Peygamber fidyeyi vereceğini ve kendisiyle de evlenmek istediğini bildirince de Cüveyriye kabul etti ve evlendiler. Esirleri ellerinde tutan sahabiler; "Biz Allah'ın Resulünün sihrî hısımlarını nasıl esir tutarız" diyerek hepsini serbest bıraktılar. Bu durum karşısında Müstalikoğulları topluca İslâm'a girdi (es-Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, 2. Baskı, Suriye 1397/1977,11, 319 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 116, vd.)

Birden çok Kadınla Evlenmenin Şartları: İslâm birden çok kadınla evlenebilmek için bir takım şartlar öngörmüştür, Bu şartlar şunlardır:

1- Eşler arasında adâletli davranmak. Bu insan gücü ile sınırlı olmak üzere yedirmek, giyim, barınma, ilgi ve muâmele konularında adâletli kavranmayı kapsar. Ancak bunun güçlüğüne Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilir: "...Eğer adâlet yapamamaktan korkarsanız, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz câriye ile yetininiz” (4/Nisâ, 4/3). Buna göre eşler arasında adâlet yapmama ve zulüm yapma korkusu varsa tek eşle yetinme esası getirilmiştir. Ancak adâlet sevgi, kalbin meyli, aşk gibi hususları kapsamaz. Çünkü bunlara güç yetirilemez. İslâm ise insana gücünün yetemeyeceği yükü taşıtmaz. Bununla birlikte, eşlerden birine aşırı derecede meylederek, diğerlerini sevgiden mahrum etmek yasaklanmıştır. Âyette şöyle buyurulur: "Kadınlar arasında adâletli davranmaya ne kadar gayret gösterirseniz de buna güç yetiremezsiniz. Hiç değilse birisine aşırı meyledip de diğerini (ne dul ne kocalı durumda) askılı bırakmayın” (4/Nisâ, 129).

Yukarıdaki iki âyet birlikte değerlendirildiği zaman İslâm'da çok eşlilik aslî bir kural değil, fevkalâde hâl ve şartlar bulununca baş vurulabilecek bir ruhsat olduğu sonucuna varılır.

2- Eşlerin geçimini sağlamaya gücü yetmek. İslâm'da bir erkeğin evlenebilmesi için, tek veya daha fazla eş olsun, bunların yeme, içme, giyim ve barınma harcamalarını sağlayacak güce sahip olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Ey gençler. topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine getirmeye gücü yeten evlensin” (Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2,3,19; Müslim, Nikâh, 1,3; Ebû Dâvud, Nikâh, I; İbn Mâce, Nikâh, ; Nesâî, Sıyâm, 43). Evlilik külfetinin başında eşin geçim masraflarının geldiğinde şüphe yoktur.

Çok evliliğe İslâm'ın izin vermesinin Hikmetleri: İslâm'da tek evlilik, esas, çok evlilik ise istisnadır. Ona ancak ihtiyaç veya zarûret hallerinde başvurulur. İslâm hiçbir kimseye çok evliliği farz kılmadığı gibi, buna teşvik de etmemiştir. Ancak genel veya özel bazı sebepler bulununca çok evlilik mübah sayılmıştır.

Genel sebepler: Bazı beldelerde çeşitli sebeplerle erkek nüfus azalır, kadın nüfus ise normalin üstünde artabilir, Savaş sonralarında böyle durumlarda sık sık karşılaşılır. Nitekim Birinci Dünya Harbinden sonra Almanya'da bir erkeğe dört veya altı kadın düşüyordu. Bu durum karşısında Alman kadınları, erkeklerin birden çok kadınla evlenmeleri gerektiğini açıkça savunuyorlardı. Böyle bir ortamda taaddüdü zevcât, kadınları fuhuştan korumak, onlara sıcak bir yuva sağlamak, bu yolla yetim kalan çocuklarını da hikâye etmek amacına hizmet eder.

Kimi zaman da bazı beldelerde nüfusun hızlı artışını sağlamak için çok kadınla evliliğe ihtiyaç duyulabilir. Savaşta nüfusun büyük bir kısmının ölmesi gibi. İslâm'ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur (ez-Zühaylî, a.g.e, VII, 169, 170).

Özel sebepler çoktur:

1- Kadının hastalığı, yüzünden kadınlık görevini yapamaması. Tedavi imkânı bulunmayan kadın hastalığı, kadının çocuk doğuramayacak durumda olması gibi. Böyle bir durumda hasta kadını boşayıp, başkası ile evlenmek yolu bir çare gibi görülüyorsa da kocasının ve belki çocuklarının yuvasından onu uzaklaştırmak yerine onun rıza ve muvafakatıyla ikinci bir evliliğe imkân sağlamak daha üstün bir özlük hakkı olsa gerek. Böylece ilk eşin hakları da korunmuş olur.

2- Bazı erkekler kendi eşi dışında başka bir kadına öne geçilmez istekle bağlanmış olabilir. Onu zinâdan korumanın tek yolu ikinci evliliktir.

Bu duruma göre çok evliliğin mübah oluşu zaruret, ihtiyaç, özür veya geçerli bir maslahattır. Günümüz İslâm ülkelerinin bazılarında çok kadınla evlenmek hâkim iznine bağlanmıştır. Çünkü, birden çok kadınla evlenecek erkekte adâlet ve nafakaya güç yetirme niteliklerinin bulunup bulunmadığını tesbit etmek bunu getirir. Bu iki niteliğin varlığı nass'larla istendiği için bunu araştırmak ve bir esasa bağlamak İslâm devletinin yetkisi altındadır.

XX. yüzyılın ortalarında yapılan âile hukukuna ilişkin konular, Tunus dışında diğer İslâm ülkelerinde çok kadınla evlenmeyi yasaklamamışlar, yalnız bazı koruma önlemleri almakla yetinmişlerdir. Suriye, Irak ve Pakistan'da çok kadınla evlenebilmek için hâkimden izin alınması şartı konmuş buna rağmen evli bir erkeğin izinsiz olarak akdettiği ikinci ve daha sonraki evlenmeler geçerli sayılmıştır. Ancak, devletin belirlediği usullere uymadığı için ilgiliye cezâ verme yoluna gidilmiştir (Suriye Medeni Kanunu, Mad. 17; Irak Med. Kan. Mad. 3-4, Pakistan Âile Hukuku Kararnamesi).

Diğer yandan Tunus kanunu çok eşliliği sert cezâ tehdidi altında yasaklamış, gizli olarak çok kadınla evlenmelerin artması üzerine de 1958'de önceden belirlenen cezâlar arttırılmıştır. Bu arada Tunus mahkemeleri, kanun koyucunun maksadını yorumlayarak ikinci evlenmeleri bâtıl saymıştır (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 239, 240). (9)

 

 

 

Kadınlarla; Özellikle Ev ve Çocuklar Konusunda İstişârenin Önemi

"İslâm'da istişâre" mevzûu açıldığı vakit her seferinde, mevzû üzerine gelen suallerden biri "kadınla istişâre" meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu mesele hakkında verilen ana fikrin, dinleyenler tarafından çoğunlukla bilinen ve bir bakıma genel kültür halini almış bazı mevcut mâlûmâta ters düşmesidir. Umumiyetle şu soruyla karşılaşırız: "Kadınlarla istişâre edin, fakat onların sözüne uymayın" diye sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir? Kadınlarla istişârenin hükmü nedir?"

Hemen kaydedelim ki, kadınla istişâreyi mutlak bir ifade ile reddetmek hem Kur'an ve hem de sünnette gelmiş bulunan bir kısım muhkem naslara aykırıdır. Açıklayalım.

1- Kur'an'a Göre: Kur'ân-ı Kerim'de, kadınla istişâreyi ne sarahaten ne de zımnen men eden bir âyet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişâre emredildiği gibi, muhtelif istişâre örnekleri de vardır.

a- Çocuğun süt emme müddeti Kur'an-ı Kerim tarafından iki yıl olarak tesbit edildikten sonra, aynı âyetin devamında, anne ile baba, aralarında istişâre ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir: "Ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur" (2/Bakara, 233).

b- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir âyette, yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir: "Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun ber şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir" (65/Talâk, 6).

c- Kadınla istişâre bahsini münakaşa eden âlimler tarafından da delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur'anî delil Hz. Mûsâ'nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber'e, kızı tarafından yapılan teklifi içeren âyettir: "İki kadından biri: ‘Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi" (28/Kasas, 26). Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz. Mûsâ çoban olarak tutulur.

d- Kur'an-ı Kerim'de verilen çeşitli istişâre örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman'dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: "Ey ileri gelenler! Ben Süleyman'dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye başlıyor ve "Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin" diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir husûsunda bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim" (27/Neml, 30-32)

İstişâre adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler: "Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!" Hanım lider kararını verir: "Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman'ın askerlerinin de) yapacakları budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım" (27/Neml 33-35).

2- Sünnete Göre: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in sünnetinde de durum Kur'andakine yakındır. Zira Rasûlullah da bir kısım meselelerde kadınlarla istişâreyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği de Ashab tarafından rivâyet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla istişâreyi yasaklayan birkısım zayıf rivâyetler de vârid olmuştur. Nitekim, konuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhtevâ, böyle bir rivâyetin tercümesidir. "Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet edin." (Aslında, bu rivâyete ciddî hadis kitaplarında rastlanmaz.)

Münâvî tarafından "muteber bir aslının olmadığı" belirtilen bu rivâyeti (Münâvî, Feyzu'l-Kadir 4/263) genişçe tahlile tabi tutan Sehâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene'de şu bilgileri kaydeder: "Ben bu sözün Hz. Peygamber'e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer'e nisbet edilen, bu söze yakın şu rivâyeti kaydeder: "Kadınlara muhâlefet edin. Zira onlara muhâlefette bereket vardır." İbn Lâl, içinde çok zayıf râvîden başka inkıtânın (yani kopukluğun) da yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemî de rivâyet etmiştir- şu rivâyeti kaydeder: "Enes'in rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse istişâresiz bir iş yapmasın. Şâyet kendisine fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişâre etsin, ama ona muhâlefet etsin. Zira kadına muhâlefette bereket vardır." (Sahâvî, el-Makaasıdu'l-Hasene, s. 248-249)

Bu mevzûda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'e nisbet edilen diğer bir rivâyet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit'ten gelmektedir: "Kadınlara itaat pişmanlıktır." Ne var ki, alimler bunun da "sahih" değil, "zayıf" (ve bazısı da mevzû) olduğunu belirtirler (Keşfu'l-Hafâ, II/3; Geniş bilgi için, bak. Münâvî, a.g.e., 4/262-63).

Ancak, aynı mânâyı ifade eden, zayıf da olsa başka rivâyetler de gösterilebilir (Üsdü'l-Gâbe 2, 205; 6, 275, Suyûti, el-Leali'de -II/174-: "Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helâk olmuştur" rivâyetini de kaydeder. Suyûtî bu rivâyeti, Taberânî ve Hâkim'in tahric ettiğini, Hâkim'in hadise "sahih" hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi "Allahu a'lem -doğruyu Allah bilir- sözüyle kapar.).

Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: "Hadis ilminin umumi prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka, bir mevzûda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve ayrıca "sahih bir asla" dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu meselede aynı prensip mûteber olamaz mı?"

Cevap: Evvelâ, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak, zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin âyete veya sahih hadise muhalefet etmemesi, bir bakşa ifade ile, o mevzûda zayıf hadisten başka "nass"ın bulunması lâzımdır. Yukarıda görüldüğü üzere, "Kadınla istişâre etmeyin" ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur'an'a aykırıdır.

İkinci olarak; Bu mevzûdaki zayıfların birbirini destekleyip kuvvetlenmeleri ve bir "sahih asl"a delalet etmeleri meselesine gelince, sözkonusu rivâyetlerin ifade ettiği manayı "mutlak" değil "mukayyed" olarak alırsak cevap müsbet olabilir. "Kadınlarla istişâre edin ve fakat muhalefet edin" veya "kadınlara itaat pişmanlıktır", "kadınların re'yi ile amel kalbi ifsad eder" gibi rivâyetler söylendiği şekilde yani mutlak olarak alınınca, "hiçbir meselede, hiçbir sûrette, hiçbir kadınla istişâre etmeyin" mânâsı çıkar. Halbuki en azından bazı meselelerde istişârenin bizzat Kur'an-ı Kerim'de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.

Sünnette Nazarî Beyan: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayatında kadınlarla istişâre örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden önce, istişâreyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici mahiyette olan bazı rivâyetleri kaydedeceğz. Bunlar bazı meselelerde "kadınlarla istişâre etmeyi" emretmektedir:

"Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin." (Üsdü'l-Ğâbe, 4/15)

"Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin." (Ebû Dâvud, Nikâh 24)

"Bâkire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir." (Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25)

"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikahlanmamalı." (Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64)

Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede fikrinin alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen birkısım nikahları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir (Buhârî, İkrâh 4). Rasûlullah'ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilafına yapılan nikah akitlerinin batıl olacağına hükmetmiştir (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî 15/351; Azimâbâdî, Avnu'l-Mabud 6/119).

Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde "istişâre etmek"le kayıtlı ve me'mur değildir. Bu hususu te'yid eden bir rivâyette "Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlarla bile istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi" denmektedir (İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbâr 1/27). Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişâre edip de beyan edilenin aksini yaptığını tespit eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî'de "kızıl rüzgâr"la alâkalı hadiste geçen "kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder" cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste, "... babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir" denmektedir (Tirmizî, Fiten 38).

Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişâre husûsunda nazari beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:

1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidâyetlerine ait bir vak'ayı zikredebiliriz. Rasûlullah (s.a.s.) henüz peygamberliği husûsunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tahire validemize açtılar. Vâlidemiz (radıyallahu anhâ), Rasûlullah (s.a.s.)'ı şöyle teselli etti: "Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram edersin..." (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy 1)

2- Değişik bir örnek "ifk (iftira)" hâdisesiyle alâkalıdır. Âyet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Âişe vâlidemize (radıyallahu anhâ) münâfıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) zevce-i tâhireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Aişe'nin cariyesi idi- gibi cariye bir kadının da fikrine mürâcaat etmişti. (Buhârî, Şehâdât 16)

3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim bir istişâre hâdisesidir. Kadınla istişâre meselesini ele alan alimler, istişârenin câiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder. Rasûlullah (s.a.s.)'ın Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme'nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak'a. Kısaca özetleyelim:

Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Rasûlullah (s.a.s.) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke'ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler. Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber yanındakilere: "Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin" emrini verir. Ne var ki Ka'be'yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menasiki de yapmaktan imtina ederler.

Rasûlullah emri üç kere tekrarlar.. Ashab yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar. Rasûlullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme validemizin (radıyallahu anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:

"Neyin var ya Rasûlallah?"

"Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın!’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme bakıyorlar."

"Ya Rasûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir."

Bu tavsiye üzerine Rasûlullah (s.a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) dediği gibi, Rasûlullah'ı gören Ashab-ı Güzin de teker teker kalkıp kurbanlarını keserler (Vâkidî II/613).

İmâmu'l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: "Beyan ettiği fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme'den başka kadın bilinmiyor" demiş ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb'ın kızı örnek gösterilerek tenkid edilmiştir (Keşfu'l-Hafâ 2, 3).

Ashab'tan Örnek: Kadınla istişâre meselesindeki ıtlakı kaldırıp, tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab'tan kaydedelim:

1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak'adır. Hz. Ömer, bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın âyet okuyarak: "Ey Ömer, Allah "Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altun vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın..." (4/Nisâ, 20) diyerek sınırlamazken, sen nasıl sınır koyarsın?" diye müdâhale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti" diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar (Bak. Bâkillânî, et-Temhîd s. 199).

2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (r.a.), kocası cihada gitmiş olan bir kadının "bekârlıktan" yakındığını işitince, kızı Hafsa vâlidemize (ve kadınlardan tecrübeli olanlara (Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527) mürâcaat ederek: "Kızım (söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?" diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder/sınırlar (İsâbe 4, 341).

3- el-İsâbe'de İbnu Hacer'in kaydettiği bir rivâyet, istişâreye son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer (r.a.)'in, zaman zaman, akıl ve faziletce üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah'a da mürâcaat ettiğini ve hatta onun re'yini başkalarının reyine tercih edip, uyduğunu belirtir (Üsdü'l-Ğâbe, 7/233).

4- Hâlid İbn Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fâtıma Bintu'l-Velid ile istişâre etmiştir (İbn Kesir (v. 774), el-Bâisu'l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183)

5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf'ın Hz. Ömer (radıyallahu anh)'den sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman'ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslâm'da kadınların rey hakkı meselesine en mükni örnektir (Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527).

Meselemizi rivâyetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla istişâreyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik cevazına delalet eden rivâyetler çoktur. Kur'anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)'in ve bir kısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişârenin fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme ihtimaline karşı da "Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak gerekmektedir" deriz.

Bu Meselede Temel Prensip: Kadınla istişâre meselesini, istişâre adabı üzerine, alimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşâvirin "liyâkat"ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişâre etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona mürâcaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münavi, "Kadınlara itaat pişmanlıktır" rivâyetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- "erkeklere ait işlerde" diye kayıtlar (Feyzu'l-Kadir 4, 262).

Liyâkat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi mürâcaatı meşrû ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf "erkek olduğu için" erkeğe mürâcaat hiçbir alim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb'ın kızının, o meselede bilgi ve dirâyet sahibi olduğunu gösteren rivâyetleri müfessirler kaydederler (İbn Kesir 5/273).

Şu halde liyâkatli olan herkes, kadın veya erkek, istişâreye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyâkattir.

Şurası da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Bu sebeple, onlarla istişâre mevzûunda ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hâkimiyet kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak "devletleri ve saltanatları fesada götürdüğünü" tesbit etmiştir (Feyzu'l-Kadîr, 4/263). Öyleyse, kadınlarla istişâreyi yasaklayan rivâyet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat değil. (10)

 

 

Tefsirlerden İktibaslar

“Allah'ın erkekleri, kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mali harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye yetkilidirler. Buna göre iyi kadınlar; saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah'ın korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır. Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz, kendilerini yataklarında yalnız bırakınız ve dövünüz. Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç şüphesiz. Allah yüce ve büyüktür.

Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterlerse Allah onların arasını bulur. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.” (4/Nisâ, 34-35)

Seyyid Kutub diyor ki: Bu iki âyetin ayrıntılı açıklamasına, bu İlâhî buyrukların psikolojik ve sosyal amaçlarının irdelenmesine girişmeden önce şu sayfaların elverdiği oranda İslâm'ın âile kurumuna yönelik bakış açısına, bu kurumun kuruluşuna ve korunmasına ilişkin 'yöntemine, bu kurumdan neler beklediğine kısaca değinmek gerekir. "Kısaca" diyoruz; çünkü bu konuyu ayrıntılı bir şekilde anlatabilmek için uzun ve ayrı bir araştırma yapmak gerekir."

İnsan denen şu varlığın yaratıcısı "Çift olma" ilkesini bu varlığın yaratılış mayasına katmıştır. Tıpkı şu evrendeki tüm yaratıkları gibi. Okuyoruz: "Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çifter çifter yarattık." (51/Zâriyât, 49)

Sonra insan çiftinin bir tek kişiden oluşmasını, aynı insan biriminin iki parçası biçiminde ortaya çıkmasını diledi. Okuyalım: "Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi, tek bir kişiden türetti, o tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı. " (4/Nisâ, 1)

Daha sonra bu tek bütünün iki parçasının bir araya gelmesini psikolojik huzur, sinir yatışması, ruh güveni, vücut rahatı sebebi yaptı. Yine bu bir araya gelişi, karı-koca için; örtü, korunak ve sığınak oluşturdu. Bunların yanı sıra bu birleşme insan soyunun üretim tarlası oldu, hayatın sürekliliğini sağladı; sakin, huzurlu, güvenli, mahremiyetli ve korunaklı bir yuvanın gözetimi altında sosyal hayatın kesintisiz gelişmesinin çekirdeğini oluşturdu. Bu noktalara değinen âyetleri okuyoruz:

"Allah'ın âyetlerinden, varlığının belgelerinden bir de kendi özünüzden sizin için eşler yaratması, bu eşleri sizin için huzur sebebi yapması, karşılıklı sevgi ve merhamet duyguları ile sizleri kaynaştırmasıdır." (30/Rûm, 21)

"Kadınlar sizin, siz de kadınların örtüsü, elbisesisiniz." (2/Bakara, 187)

"Kadınlarınız sizin çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde tarlanıza dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız ve Allah'tan korkunuz." (2/Bakara, 223)

"Ey mü’minler, kendinizi ve âile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz." (66/Tahrîm, 6)

"Kendileri iman ettikleri gibi soyları da iman ederek kendilerine uymuş olanlara soylarından gelenleri de katarız, onların amellerinin sevabında hiç bir kısıntı yapmayız." (52/Tûr, 21)

Bilindiği gibi bu dersin daha önceki kısmında gerek Allah katındaki ödül ve sevap konusu gerek mülkiyet ve miras hakkına sahip olması noktası ve gerekse bağımsız hukukî kişilik taşıması yönünden 'kadının erkekle eşit olduğunu belirtmiştik. Kadının bu onurlandırılmışlığı ve bu kanun önündeki eşitliği aynı özün iki parçasını oluşturan bu iki insan cinsinin yüce Allah katındaki eşitliğinden ve yüce Allah'ın bir bütün olarak insanı onurlandırmış olmasından kaynaklanır.

Aynı insan bütününün iki parçasını bir âile kurumu oluşturmak amacı ile bir araya gelmesinin önemi ve bu kurumun sorumluluğunun büyüklüğü, öncelikle iki nokta üzerinde yoğunlaşır. Bu iki nokta şunlardır:

1- Aynı insan bütününün her iki yarısına huzûr, güven, örtü ve korunmuşluk sağlamak,

2- Uygun üreme ve gelişme faktörlerini devreye sokarak insan toplumunun sürekliliğini teminat altına almak.

İşte bu kurumun bütün ayrıntılı ihtiyaçlarını garantiye bağlayan bütün kesin ve ince içerikli yasal düzenlemeler bu amaçlara yöneliktir.

Bu sûre sözünü ettiğimiz düzenlemelerin önemli bir .bölümünü içerir. Bunları önce dördüncü cüzde, arkasından elimizdeki beşinci cüzün ilk sayfalarında incelemiştik. Bu yasal düzenlemelerin diğer bir bölümünü Bakara suresi içerir ki, bunlara da ikinci cüzde değindik. Diğerleri de çeşitli surelere serpiştirilmiştir. Özellikle on sekizinci cüzdeki Nûr sûresinde yirmi birinci ve yirmi ikinci cüzlerdeki Ahzâb sûresinde ve yirmi sekizinci cüzdeki Talâk ve Tahrîm sûrelerinde bu hükümlerle yoğun biçimde karşılaşırız. Bu parça parça hükümler bir araya getirilince bu temel insanî kurumu düzenleyen eksiksiz, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir âile hukuku meydana çıkar. Bu hükümlerin sayıca çokluğu, çeşitliliği, ayrıntılılığı ve geniş kapsamlılığı İslâm sisteminin bu son derece ağırlıklı kuruma dayalı insan hayatına ne kadar büyük bir önem verdiğini kanıtlar.

Şu satırların okuyucusunun bu konuda bu cüzün daha önceki bölümlerinde yazmış olduklarımızı okumuş olmasını temenni ederiz. O sayfalarda şu noktalara parmak basmıştık: İnsan yavrusunun çocukluk dönemi, diğèr canlı yavrularının yavruluk döneminden bir hayli uzundur. İnsan yavrusunun bu dönemde her şeyden önce kendisini, besinini kendi gücü ile sağlayacak yaşa gelinceye dek koruyacak bir yuvaya ihtiyacı vardır. Bundan da daha önemlisi, bu yuva insan yavrusunu eğiterek onu sosyal fonksiyonunu yerine getirmeye, insan toplumunun gelişiminde kendine düşen görevi yapmaya, insan toplumunu devraldığından daha ilerlemiş bir düzeyde kendinden sonraki kuşağa teslim etmeye hazırlamaktır. Âile kurumunun değerini anlatırken, İslâm'ın onun fonksiyonlarına yönelik bakış açısını, bu kuruma ilişkin beklentilerini irdelerken; onu uzak-yakın her türlü yıkıcı faktörden nasıl sakındırdığını, her türlü muhtemel tehlikeden nasıl koruduğunu ortaya koyarken de bu noktaları hatırda tutmanın özel bir önemi vardır.

Kısaca değindiğimiz bu noktalar İslâm'ın âile kurumunu hangi gözle gördüğünü, ona niçin önem verdiğini; onun kalıcılığına istikrarına ve iç huzuruna yönelik güvenceleri sağlamak hususunda ne kadar titiz olduğunu açıkça ortaya koyar. Az yukarda da bu İlâhî sistemin kadını onurlandırdığını, ona bağımsız bir kişilik kazandırdığını, onu saygın konuma yükselttiğini, ona kendi inisiyatifi ile geçmişte örneği olmayan birçok haklar verdiğini, bütün bunları kadını kandırmak için değil; tümü ile insanı onurlandırarak ve böylece insan hayatının düzeyini yükseltmek gibi büyük amaçlarını gerçekleştirmek için yaptığını anlatmıştık. İşte yukarıdaki noktalar ile bu anlattıklarımızın ortak ışığı altında, bu kısa ön açıklamadan sonra okuduğumuz son âyeti incelemeye girişebiliriz:

Bu âyetin amacı; evlilik kurumunu düzene koymak, bu kurumdaki iş ve görev bölümünü yasal kurallara bağlamak ve böylece âile fertleri arasında çıkabilecek çatışmaları, sürtüşmeleri önlemektir. Bunun için tüm âile fertlerini ihtiraslarının, psikolojik reaksiyonlarının ve bencilliklerinin tutsaklığından sıyırarak yüce Allah'ın hükmüne bağlamaktır. İşte temel amacını böylece vurguladığımız bu âyet âile kurumunun yönetim yetkisini erkeğe veriyor, âile reisinin erkek olduğunu belirliyor ve bu tercihini şu sebeplere bağlıyor: Yüce Allah, erkeği bu yöneticiliğin, bu amirliğin dayanakları bakımından üstün kılmış, onu bu yöneticiliğin yetenek ve maharetleri ile donatmıştır. Bunun yanı sıra erkek, âile kurumunun maddî ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Erkeğe verilen bu yöneticilik yetkisine dayalı olarak, bu yetkinin âile kurumunu bozulmaktan kurtarmaya, onu gelip geçici taşkınlıklara karşı korumaya, ortaya çıkacak bu taşkınlıklara nasıl karşı konacağına ilişkin imtiyazlar da belirleniyor. Son olarak da iç önlemler bu konuda başarısız kalınca başvurulabilecek dış önlemlerin neler olduğu açıklanıyor, yuvaya yönelik somut tehlikeye dikkat çekiliyor, bu tehlikenin sadece aynı insan biriminin iki yarısını oluşturan karı-kocayı tehdit etmediği, aynı zamanda bu yuvanın sıcak kucağında gelişen ve son derece korumaya muhtaç olan yavruyu da tehdit ettiği vurgulanıyor. Şimdi bu önlemlerin gereklerini ve gerekçelerini görebildiğimiz kadarı ile anlatmaya çalışalım. Önce âyetin baş tarafını tekrarlayalım: "Allah'ın erkekleri kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mâli harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye yetkilidir."

Daha önce söylediğimiz gibi âile, insanlık hayatının ilk kurumudur. Bir defa hayat yolunun her aşamasını etkileyen bir başlangıç noktası olması açısından "ilk"dir. Bunun yanı sıra önem açısından da "ilk"dir. Çünkü insan unsurun üretim ve geliştirme alanıdır. İnsan unsuru ise, İslâm düşüncesine göre, bu evrenin en onurlu unsurudur.

Toplumda; hepsi de âileden daha az önemli, daha düşük değerli bir çok kurumlar vardır. Mâlî, sınâî, ticarî ve benzeri kurumlar gibi. Bu kurumlar, normalde rast gele kimselerin eline teslim edilmez, tersine bu işlere aday olanların en yeterlilerinin ellerine verilirler. Bu adaylar da yöneticilik ve işletmecilik yeteneklerinin ötesinde alanlarında uzman olmaları ve bilimsel bir eğitimden geçmiş olmaları şartı aranır.

Âileden daha az önemli ve daha düşük değerli sosyal kurumlarda durum böyle olunca şu evrenin paha biçilmez unsuru olan insanı yetiştiren âile kurumunun bu ilkeye haydi haydi uyması gerekir.

İlâhî sistem bu ilkeyi ve bu ilkenin ışığında kadınla erkeğin görevleri ile uyumlu olan yeteneklerini göz önünde bulundurur. Bunun yanısıra kadın ile erkek arasında yükümlülükleri adâletli biçimde bölüştürme ilkesini, her iki tarafa doğuştan getirdikleri yetenekler uyarınca yatkın ve hazırlıklı oldukları sorumlulukları dengeli biçimde dağıtma prensibini de gözetir.

Her şeyden önce şurası tartışmasız bir gerçektir ki, erkek de kadın da yüce Allah'ın yaratıklarındandırlar. Yüce Allah, belirli bir görev için hazırladığı, yatkınlık kazandırdığı, bu görevi en iyi şekilde yapması için gerekli olan yetenekler ile donattığı yaratıklarının hiç birine haksızlık ve zulüm yapmak istemez.

Yüce Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel kanuna uygun olarak kadın-erkek çiftlerinden oluşmuş olarak yarattı ve kadına, er kek ile arasındaki ilişkinin ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında taşıma, doğurma, emzirme ve bakma görevini verdi. Bu görev hem büyük, hem de önemlidir. Bu görev, kadının yapısında kök salan derin organik, psikolojik ve aklî yatkınlıklar ve ön hazırlıklar olmaksızın yerine getirilebilecek kolay ve basit bir görev değildir. Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve kadını koruma görevinin karşı cinse, yani erkeğe yüklenmesi adâlet gereğidir. Böylece kadın, kendini tamamen öz görevine adasın, bir yandan karnında çocuk taşır, onu doğurur, emzirir ve bakarken öte yandan kendini ve çocuğunu geçindirmek için çalışmak, çabalamak ve gece-gündüz demeden emek harcamak zorunda kalmasın. Bunun yanı sıra erkeğin organik, sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını bu görevi yerine getirmesini sağlayacak yetenekler ile donatmak da adâlet gereğidir. Kadını da kendi görevini yerine getirmesini mümkün kılacak organik, psikolojik, sinirsel ve akli yetenekler ile donatmak da bu adâlet terazisinin öbür kefesini oluşturur. İşte fiilen gerçekleşen, pratiğe yansıyan oluşum da budur. Çünkü "Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez." (18/Kehf, 149)

Yüce Allah, bu gerekçe ile, kadına -diğer özellikleri yanında- incelik, şefkat, hızla reaksiyon, çocuğun isteklerini bilinçsiz ve düşüncesiz bir refleks ile hemen karşılama yetenekleri ile donatmıştır. Çünkü insanın kaçınılmaz, köklü ihtiyaçları tümü ile -tek tek fertlerde bile- bilincin, düşüncenin zaman alan tercihlerine bırakılmamış, bunların irade-dışı bir tepki ile karşılanması sağlanmıştır. Böylece bu ihtiyaçlar, hemen ve zorlamayı andıran bir irade ile karşılansın diye. Fakat bu zorlama içten gelen bir zorlamadır, yoksa dıştan kaynaklanan bir dayatma değildir. Böyle olduğu için çoğunlukla haz veren ve hoşlanılan bir zorlamadır. Bu sayede ihtiyacı karşılama için harcanacak çaba ne kadar sıkıntı verici olsa ve ne kadar fedakârlık gerektirse de bir yandan hızlı bir refleks ile harcanmakta ve öbür yandan da bu iş gönüllü olarak yapılmaktadır. "Bu her şeyi en titiz şekilde ortaya koyan Allah'ın yaratış üslûbu... " (27/Neml, 88)

Bu özel yetenekler yüzeysel değildir. Tersine kadının biyolojik, organik, sinirsel, psikolojik ve aklî yapısının derinliklerinde kök salmışlardır. Hatta bu alanın büyük uzmanlarının söylediklerine göre bu özel yeteneklerin özleri kadın organizmasının her hücresinde vardır. Çünkü bu yetenek özleri, bütün ana karakteristikleri ile bölünüp çoğalması, insan yavrusunu meydana getiren ilk anaç hücrede gizlidir.

Kadının yanı sıra erkek de -diğer bir çok özel yetenekleri yanında- sertlik, katılık, reaksiyon ve tepki ağırlığı, harekete geçmeden ve uyarılara karşılık vermeden önce düşünme, bilinç süzgecinden geçirme yetenekleri ile donatıldı. Çünkü hayatının ilk aşamasında yaşadığı ilk avlanma tecrübesinden tutun da eşini ve çocuklarını korumak için sürekli biçimde verdiği savaşın her aşamasına kadar, âilenin geçimini sağlamadan tutun da diğer bütün yükümlülüklerine varıncaya kadar omuzlarında taşıdığı bütün görevler, genellikle ileri atılmadan önce soğukkanlı bir iç değerlendirme yapmayı, düşünüp taşınmayı ve ölçülü reaksiyonlar göstermeyi gerektiren görevlerdir. Bu özel yetenekler de, tıpkı kadının mukabil yetenekleri gibi, erkeğin yapısının derinliklerine kök salmışlardır.

Erkeğin bu özel yetenekleri onu yöneticilikte kadından daha güçlü ve daha üstün bir konuma getiriyor. Bunun yanı sıra iş bölümünün gereği olarak omuzlarına yüklenen evi geçindirme yükümlülüğü de ona yöneticilikte ve reislikte öncelik sağlıyor. Çünkü âile kurumunun geçimini sağlamak bu yöneticilik, reislik konumunun içinde vardır ve âilenin malî tasarruflarına yön verme sorumluluğunu üstlenmek, erkeğin karakteristik yapısına ve âile içindeki fonksiyonuna kadına göre daha uygundur.

İşte Kur'ân-ı Kerim, İslâm toplumunda erkeklerin, kadınları yönetecek, onlara reis olacak konumda olduklarını belirlerken bu iki gerekçeyi vurguluyor ve bu iki faktöre özel yeteneklerden kaynaklanan yapısal sebepleri olduğu gibi görev ve yetenek taksimine dayanan sebepleri vardır. Bunların yanı sıra adâletli iş bölümünün gerektirdiği, görevleri bölüştürürken her iki cinse yapabilecekleri, fıtrî yatkınlıkları ile gerçekleştirmeye hazır oldukları fonksiyonları yükleme tutarlılığının ön plâna çıkardığı sebepleri de mevcuttur.

Erkeğe tanınan âileyi yönetme yetkisi, reisliğe ilişkin yeteneklerin ve ön yatkınlığın varlığına dayanması sebebiyle yerindedir. Bu görevi onun omuzlarına yüklemeyi, gerektiren. sebepler vardır; çünkü âileden daha az önemli ve daha düşük değerli diğer sosyal kurumlar başsız bırakılmazken âilenin reissiz olması, yöneticisiz yürümesi düşünülemez. Bunun yanında erkek bu göreve hazırlıklıdır, yaratılış özellikleri bu görevde ona destekçidir ve bu görevin yükümlülüklerini taşımaya elverişlidir. Buna karşılık öbür cins, yani kadın bu göreve hazırlıklı değildir, yaratılıştan getirdiği yetenekler ona bu görevde destek sağlamaz. Eğer kadına, diğer kendinë özgü sorumlulukları yanında bir de evi yönetme görevi yüklenirse bu zulüm olur. Eğer kadın, potansiyel yetenekleri harekete geçirilerek, bilimsel ve uygulamalı eğitimden geçirilerek evi yönetme görevine hazırlanacak olursa, bu defa analık görevine ilişkin yetenekleri körelir, dumûra uğrar. Çünkü analık görevinin kendine has gerekleri ve yetenekleri vardır. Bunların başında reaksiyon çabukluğu ve uyarılara hemen cevap verme yatkınlığı gelir. Bunların arka plânında da biyolojik ve sinirsel yapıda kökleri olan özel yetenekler ile bu yeteneklerin davranışlara ve reaksiyonlara yansıyan izleri bulunmalıdır.

Bunlar önemli meselelerdir, insan arzularının egemenliğine bırakılmayacak kadar, insanların bilinçsiz deneme-yanılma girişimlerine havale edilemeyecek kadar önemli meselelerdir. Bu konular gerek eski câhiliyye dönemlerinde ve gerekse şimdiki câhiliyye sistemlerinde insanların keyiflerine bırakılınca bu umursamazlık, gerek varlığının özü bakımından gerekse insan hayatına anlam ve üstünlük sağlayan insancıl özellikler ve yetenekler bakımından insanlığı büyük bir tehlikenin tehdidi altına sokmuştur.

Erkeğin âile reisi olması ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlar üzerinde yürürlükte olan kanunları bulunduğuna bizzat insan fıtratı tanıklık ediyor. İnsanlar bu ilkeye karşı da çıksalar, onu kabul de etmeseler ve onu tanımazlıktan da gelseler bu realite ortadan kalkmaz. Bu fıtrî kuralın varlığını gösteren kanıtların bir bölümü şunlardır: Ne zaman bu kurala yan çizilmiş ise, ne zaman âilede otorite sarsılmış ise, ne zaman bu otorite çarpıtılmış ise ve ne zaman bu otoritenin köklü ve fıtrî ilkesine sırt çevrilmiş ise insanlık hayatı yozlaşmış, bozulmuş, sarsılmış, gerilemiş; hatta yok olma ve mahvolma tehlikesi ile yüz yüze gelmiştir.

Yine bu kanıtlardan biri de belki şudur: Bizzat kadının vicdanı, fıtrî yapısına ters düşen âile reisliği görevini üstlenmekten kaçınıyor ve bundan hoşlanmıyor. Âile reisliği görevini üstlenmeyen, bu görevin gerektirdiği nitelikler konusunda eksiği olan, bu yüzden bu görevi eşinin üzerine yıkan erkekle bir arada yaşamak durumunda kalan kadın; eksiklik, boşluk, endişe ve mutsuzluk duygusuna kapılıyor. Bu sosyal hayattä somut izlerine rastlanan bir realitedir. Öyle ki, bunun böyle olduğunu, gerçeklere ters düşmüşlüğün karanlıklarında bocalayan sapıtmış kadınlar bile itiraf ediyorlar.

Bu kuralın köklülüğünü gösteren bir başka kanıt da şu olabilir: Baba tarafından yönetilmeyen âilelerde büyüyen bazı çocuklar görülür. Âilenin baba yönetiminden yoksun oluşu çeşitli sebeplerden kaynaklanır. Ya babanın kişiliği zayıftır, bu yüzden ananın kişiliği ona baskın çıkar ve evin dizginlerini kadın ele alır. Yahut âilede baba yoktur. Ya öldüğü için yoktur, ya da ortada meşrû bir baba olmadığı için yoktur. Bu tür ortamlarda büyüyen çocuklar ender olarak normal olurlar. Genellikle bu tür çocuklarda, ya sinirsel ya psikolojik yapılarında veya davranışları ve ahlâklarında mutlaka anormallikler, sapıklıklar görülür.

Bütün bunlar, âilede erkeğin reisliği ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlara egemen kanunlarının bulunduğuna, işaret eder. Bunlar, insanlar karşı da çıksa red de etse ve tanımazlıktan da gelse bu realitenin geçerli olduğunu gösteren somut kanıtların bazılarıdır.

Erkeğin yöneticilik yetkisine, bunun dayanaklarına, gerekçelerine, zorunluluklarına ve insan fıtratına dayandığına ilişkin yaptığımız bu açıklamayı burada noktalamamız yerinde olur. Fakat sözü bağlarken şu gerçeği bir kere daha vurgulamalıyız. Erkeğin yöneticilik yetkisi -daha önce belirttiğimiz gibi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini ve ne de hukukî kişiliğini ortadan kaldırma niteliği taşımaz. Bu ilke sadece âile-içi iş-bölümüne ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece önemli kurumu yönetmek, korumak ve ayakta tutmaktır. Herhangi bir kurumun bir yöneticiye sahip olması ne o kurumun ortaklarının ve ne de çeşitli kademelerinde çalışanların varlıklarını ve kişiliklerini ortadan kaldırır. Ayrıca İslâm, Kur'ân-ı Kerim'in başka âyetlerinde bu erkek reisliğinin nasıl olması gerektiğini açıklamıştır. Bu yöneticilik yetkisinin erkeğe; eşine ve çocuklarına karşı acıma, gözetme, koruma, kanat germe, kendinden ve malından fedakârlıklarda bulunma yükümlülükleri getirdiğini belirlemiş ve ev-içi davranışlarda uyacağı edep kurallarını açıklığa kavuşturmuştur.'

Sâliha/İyi Kadınlar: Erkeğin âile reisliğine ilişkin görevleri, yetkileri, sorumlulukları ve yükümlülükleri anlatıldıktan sonra ideal mü’min kadının nasıl olması gerektiği, âile içindeki imana dayalı davranış ve uygulamalarının niteliği konusuna geçiliyor. Okuyalım: "Buna göre iyi kadınlar, saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah'ın korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır."

Demek ki ideal mü’min kadın gerçek mü’minliğinin gereği olarak mutlaka kocasına karşı saygılı olmalıdır ve bu sıfat onun ayrılmaz niteliğini oluşturmalıdır. "Saygılı olmak", âyetin deyimi ile "Kunût"; baskı altında, zorlamalı, isteksiz ve baştan savmacı bir itaat demek değildir. Aksine isteyerek, benimseyerek, gönüllü ve arzulu bir şekilde gösterilen itaat anlamına gelir. Bundan dolayı yüce Allah "İtaat edenler" dememiş, "saygılı olanlar" buyurmuştur. Çünkü ikinci deyimin anlamı psikolojiktir, insan ruhuna ılık esintiler yansıtıcı bir içerik taşır. Bir tek insan bütününün iki yarısı arasında bulunması gereken dirlik, sevgi, örtü ve korunak oluşturma havasına uygun düşen; bağrında büyüyen yavrulara havasının, nefeslerinin, esintilerinin ve meltemlerinin damgasını vuran insan yuvasına yakışan tutum budur.

İdeal mü’min kadının, mü’minliğinin ve idealliğinin gereği olan kişiliğinin başka bir sıfatı da kocası ile arasındaki kutsal ilişkinin dokunulmazlığını, sadece kocasının varlığında değil, yokluğunda da titizlikle korumasıdır. Aynı insan bütününün yarısını oluşturmaları hasebiyle sırf kocasına açık olan mahremiyetlerini başkalarının gözlerinden ve dokunmalarından kesinlikle uzak tutmalıdır.

Kadının, yabancılara kapalı tutması gereken mahremiyetlerinin neler olduklarını ne kadın ve ne de erkek belirliyor. Bunları belirleyen, yüce Allah'ın bizzat kendisidir; âyetteki "Allah'ın korunmasını emrettiği" ifâdesi bu gerçeği ortaya koyar.

Demek ki, ideal kadın için mesele sadece kocasının rızâsı meselesi değildir. Kocasının gerek yanında ve gerekse yokluğunda yabancılara açılmasına izin verdiği, açılışına kızmadığı mahremiyetleri konusunda kadın, sorumluluğu kocasının sırtına yıkarak işin içinden çıkamaz. Bu konuda yüce Allah'ın sisteminden sapmış bir toplumun gelenekleri ve modaları da kadın için geçerli bir mazeret olamaz.

Sözünü ettiğimiz "mahremiyetleri koruma" noktasına sınırlama getiren bir tek geçerli hüküm vardır. Kadın, mahremiyetlerini bu hüküm uyarınca, yani "Allah'ın korunmasını emrettiği" biçimde korumalıdır. Kur'ân-ı Kerim, bu mahremiyetleri koruma zorunluluğunu emir kipi ile dile getirmiyor. Bu zorunluluğu emir kipinden daha derin anlamlı ve daha vurgulayıcı bir dille ifâde ediyor; "Allah'ın korunmasını emrettiği şekildeki muhafaza titizliği ideal kadınların karakteristik özelliklerinin ve ideal olma niteliklerinin vazgeçilmez gereğidir" diyor.

Durum böyle olunca sapık toplumun baskısı karşısında boyun eğen, bozguna uğrayan müslüman erkek ve kadınların bütün mazeretleri suya düşer ve "Allah'ın korunmasını emrettiği" prensibi uyarınca sâliha (ideal) kadınların gönüllü, istekli ve arzulu itaatleri eşliğinde koruma altında tutacakları mahremiyetlerin sınırları meydana çıkar.

İdeal (sâliha) kadınların dışında kalan kadınlara gelince bunlar dik kafalı ve serkeş kadınlardır. Kur'an'da bu sıfatı ifâde etmek için kullanılan "Neşz" kelimesi "yüksek yerde durmak" anlamına gelir. Bu ifâde belirli bir psikolojik durumu kelimelere yansıtan somut bir ifâdedir. Gerçekten dik kafalı, serkeş insan baş kaldırma ve kafa tutma konusunda sivrilen, göze batan insan demektir.

İslâm sistemi âilede dik kafalılığın gerçekten uygulamaya girmesini, isyan bayrağının çekilmesini, reislik otoritesinin kaybolmasını ve sonuç olarak yuvanın iki kampa bölünmesini pasif bir şekilde karşılamaz. Çünkü iş bu raddeye varınca çoğunlukla, problem çözülemez. Buna göre dik kafalılığın ve isyanın tohumları henüz filiz vermeden bunlara karşı önlem almak gerekir. Yoksa eğer bu tohumlar yeşermeye bırakılacak olursa iş, bu önemli kurumun bozulmasına ve yozlaşmasına varır. Artık orada huzur ve güven kalmaz. Artık yuva yavruların yetişmelerine uygun sıcaklığını ve korunaklığını yitirir. Daha beteri de var. Böyle gide gide bir gün bu yuva dağılır, çöker ve temelli mahvolur. O zaman genç yavrular ya başıboş kalır; ya da psikolojik, sinirsel, organik hastalıklara, belki de türlü sapıklıklara yol açacak şartlar içinde büyümek zorunda kalırlar.

Demek durum son derece ciddi. O halde sözünü ettiğimiz dik kafalılığın ve isyankârlığın belirtileri ortaya çıkar-çıkmaz hemen bunları tedavi etmenin aşamalı önlemlerine başvurmak gerekir. İşte âile kurumunu sarsılmaktan ve yıkılmaktan korumak için kurumun bir numaralı sorumlusu olan kocaya çoğunlukla uslandırıcı sonuç veren bazı terbiye yöntemlerini kullanma yetkisi tanınıyor. Bu yöntemleri kullanmaktan maksat karşı taraftan intikam almak, onu küçük düşürmek ya da ona acı çektirmek değildir. Amaç; yola getirmek, dik kafalılığın bu başlangıç aşamasında yuvada açtığı deliği tıkamak ve gediği sıvamaktır. Şöylece: "Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlära öğüt veriniz, onları yataklarında yalnız bırakınız 've dövünüz. Eğer uslanıp size itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç kuşkusuz Allah yücedir, büyüktür."

Şimdi önce yukarıda söylediklerimizi tekrar hatırlayalım: Yüce Allah (c.c.) insan bütününün her iki yarısını, yani kadını ve erkeği ile insanı onurlu kılmıştır. Kadın hakları, onun insan olmasından kaynaklanan temel haklardır. Müslüman kadın, tüm vatandaşlık haklarına sahiptir. Bunların yanı sıra erkeğin yönetimi altında olacağı ilkesi, kadının kendi hayat arkadaşını seçme özgürlüğünü, şahsı ve malı ile ilgili tasarruf yetkisini ortadan kaldırmaz. Gerek bunları ve gerekse İslâm sisteminin içerdiği diğer belli-başlı ilkeleri göz önüne getirelim. Bu arada âile kurumunun önemi hakkında yapmaya çalıştığımız açıklamaları da zihnimizde canlandıralım.

O zaman kalplerimiz şahsî ihtirasların tutsağı olmamış ve başlarımız şımarıklıktan dönmüş değil ise önce bu uslandırma amaçlı önlemlerin niçin ortaya konduğunu, sonra da bunların nasıl bir yöntem uyarınca uygulanmaları gerektiğini kolayca anlarız.

Bu önlemler, -dik kafalılık tehlikesi belirince- koruyucu birer tedbir olsunlar diye yürürlüğe konmuşlardır. Amaçları nefisleri ıslâh etmek ve problemleri kaynaklarında çözmektir. Yoksa bu önlemler kalpleri daha çok kırmak, kin ve nefretle doldurmak, yahut aşağılık kompleksine ve öç duygularına yuva yapmak için ortaya konmamıştır. Burada söz konusu olan şey kadın-erkek savaşı değildir ki, bu önlemler aracılığı ile dik kafalılığa kalkışmak isteyen kadının burnu kırılsın veya kuduz köpek gibi zincire vurulsun!

Böyle bir şey asla İslâmî değildir. Böyle bir uygulama bazı dönemlerin toplumsal geleneği olabilir. Bu sadece erkeğin ya da sadece kadının alçalmasından, yozlaşmasından değil, bir bütün olarak "insan"ın alçalmasından ve izzet erozyonuna uğramasından kaynaklanan onur kırıcı bir gelenektir. Fakat İslâm gündeme gelince mesele hem biçim, hem yöntem hem de amaç bakımından farklılık kazanır. Âyeti inceleyelim. "Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz."

İşte ilk önlem bu. Yani öğüt vermek. Bu önlem âile reisinin yani evin baş sorumlusunun ilk görevidir. Her durumda kendisinden başvurulması beklenen; sürekli bir eğitim faaliyetidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey mü’minler, kendinizi ve âile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz." (66/Tahrîm, 6)

Fakat âyetin anlattığı endişe karşısında erkek, bu önleme belirli bir amaca ulaşmak için başvurur. Bu belirli amaç; dik kafalılık hastalığını henüz palazlanmadan, henüz tam anlamı ile açığa çıkmadan tedavi etmektir.

Fakat kimi zaman öğüt vermek işe yaramayabilir. Kadın kontrolsüz bir bencilliğe veya bilinçsiz bir burnu büyüklük kompleksine kapılmış olabilir. Güzelliğine, malına, soyluluğuna, ya da bir imtiyazına güvenerek âile kurumunun ortak üyesi olduğunu; kapris yapacak, böbürlenecek ya da çatışmaya girişecek bir rakibi olmadığını unutabilir. İşte o zaman sıra ikinci önleme gelir. Bu önlem kadının kof gururunu kırma amacı taşır. Kadının güzellik, çekicilik gibi erkeğe hava atmak için koz olarak kullanmaya kalkıştığı ya da yönetilen konumunda olduğu bu kurumun üyesi olmayı içine sindirememesine sebep olan bütün üstünlüklerine yöneliktir. Okuyoruz: "Onları (eşlerinizi) yataklarında yalnız bırakınız."

Yatak, bir tahrik ve câzibe yeridir. Şımarmış, dik kafalı kadın burada egemenliğinin doruğuna ulaşır. Eğer erkek bu tahrik karşısında arzularını frenleyebilirse şımarık karısının en etkili silâhını elinden almış olur. Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü irâde ve kişilik tezâhürü karşısında ve bu kararlı direniş önünde genellikle kadının geri çekildiği, yumuşadığı görülür.

Yalnız bu önlemin, yani erkeğin karısını yatağında yalnız bırakışı tedbirinin uygulanışı sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin yatak odasının dışına taşırılmaması, karı-koca arasında kalmasıdır. Olay çocukların önünde cereyan eden bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların gönüllerine kötü ve yıkıcı duyguların tohumlarını eker. Bunun yanı sıra bu önlem yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli bir eylem şekline de bürünmemelidir. Yoksa kadının onurunu rencide eder ve onun dik kafalılığını azdırır. Amaç kadını küçük düşürmek ya da çocukların zihinlerini bulandırmak değil, dik kafalılık kompleksini tedavi etmektir. Hem dik kafalılığa karşı bir ders vermenin ve hem de bu işi kadını başkaları önünde küçük düşürmeden yapmanın konu edilen önlemin ortak amaçları oldukları açıkça görülür.

Fakat bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman ne olacak? Âile kurumu yıkıma mı terk edilecek? Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür ikisine göre biraz sert, ama kadının dik kafalılık kompleksi yüzünden âile yuvasının tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır ve daha az risklidir kuşkusuz. Okuyoruz: "Onları (eşlerinizi) dövünüz."

Eğer bu önlemi yukarıdaki inceliklerin ve bu tedbirlerin ortak amacının ışığı altında ele alırsak söz konusu dövmenin öç alma, sadist duyguları tatmin etme amacı güden bir acı çektirme ya da kadının onurunu kırma, kişiliğini hırpalama eylemi anlamına gelmeyeceği, bunların yanı sıra kadının istemediği bir hayatı zorla, baskı ile yaşatma aracı olarak kullanılamayacağı açıkça anlaşılır. Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik eden bir uslandırma girişimi olmakla sınırlıdır. Tıpkı babanın çocuklarına ve öğretmenin öğrencilerine yönelik aynı türden uygulamalarında olduğu gibi.

Söylemeye gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları arasında uyum varsa bu önlemlerin hiç birine yer yoktur. Bu önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma tehlikesi karşısında başvurulur. Bu sarsıntı ve bozulma tehlikesi de ancak bu önlemler aracılığı ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan kaynaklanır.

Eğer ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız bırakma önlemleri işe yaramaz ise o zaman ortada başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir ki ona karşı diğer önlemler çare olamazken bu önlem çıkar yol olabilir.

Bazı sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve psikolojik araştırmalar bu dövme önleminin belirli bir psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı zamanda bu anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek ve onu tatmin edecek en uygun çare olduğunu söylüyorlar.

Yalnız burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi) sapma, psikanalizin belirleyerek isim taktığı anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin ortaya koyduğu sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz. Sebebine gelince psikoloji, Dr. Alexis Carrel'in de belirttiği gibi henüz bilimsel anlamda bir "bilim" dalı haline gelmiş değildir. Öyle kadınlar var ki, ancak pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin otoritesine sığınmak isterler ve ancak gücünü bu yolla kendilerine kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün kadınların tabiatı böyle değildir. Fakat böyle kadınlar da vardır. İşte bu tür kadınları hizaya getirebilmek ve bunun sonucunda da bu önemli kurumun barış ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön önleme başvurmak gerekli olabilir.

Ayrıca bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların yaratıcısıdır. O yarattığı insanları herkesten iyi tanır. Bu her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce merciin sözünden sonra yapılacak her tartışma dayanaksız bir demogojidir; Yaratanın bu tercihine yönelik her inatlaşma ve boyun eğmeme girişimi, insanı iman alanının dışına çıkmaya sürükleyen bir adım olur.

Yüce Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları niyeti ve güttükleri amacı belirleyecek tarzda nitelikte ortaya koyuyor. Öyle ki, câhiliyye dönemleri insanlarının yanlış anlamalarını, yüce Allah'ın sistemine yakıştırmaya imkân bırakılmıyor. Çeşitli câhiliyye dönemlerinde erkeğin din adına cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye dönüştürüldüğü, erkeğin kadına ve kadının erkeğe özendiği, karşı cinslerin birbirlerine benzemeye yeltenerek kişiliklerinden uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din anlayışı adı altında her iki cinsin kadın ile erkek arası üçüncü bir karmaşık cinse dönüşmeye giriştikleri sık sık görülür. Fakat mü’minlerin vicdanlarında bu sapık akımları katıksız İslâm'dan ve onun gerektirdiği uygulamalardan ayırt etmek hiç de zor değildir.

Bu önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini henüz bu kompleks palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu ve hemen arkasından kötüye kullanılmalarını önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanı sıra Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine yönelik pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü direktifleri ile bu konudaki yanlış anlamaları düzeltmeye ve orada-burada görülen aşırı uygulamaları frenlemeye yöneldi.

Nitekim Muâviye b. Hıdet-ül Huşeyri'nin; "Yâ Rasûlallah, eşlerimizin üzerimizdeki hakları nelerdir?" diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Kendin yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da giydirmendir. Ayrıca yüzüne vurmazsın, ona hakaret etmezsin ve kendisini yatakta yalnız bırakmayı evin dışına taşırmazsın." (Müsned; Ashâbu’s-Sünen)

Yine bir keresinde Peygamberimiz "Allah'ın câriyelerini (kadınlarınızı) dövmeyiniz" buyurduktan bir süre sonra huzuruna çıkan Hz. Ömer "Yâ Rasûlallah! Kadınlar, kocalarına karşı dik kafalılık etmeye başladılar" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, erkeklerin eşlerini dövmelerine izin verince çok sayıda kadın, Peygamberimizin eşlerine başvurarak kocalarından şikâyetçi oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Çok sayıda kadın Muhammed'in eşlerine (eşlerime) başvurarak kocalarından şikâyetçi oldular. O erkekler sizin iyilerinizden değildirler." (Ebû Dâvud; Nesâî; İbn Mâce)

Bu arada Ebû Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "İçinizden biri, gündüz dişisini çifteleyip de gece olunca onunla çiftleşen merkepler gibi davranarak eşini dövmesin." (Sahhah). Yine Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir başka hadisinde ise bu konuda şöyle buyuruyor: "En iyileriniz, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. Ben içinizde eşlerine karşı en iyi davrananızım." (Tirmizi, Taberânî)

Bir yandan bu nasslar ile bu direktifler öbür yandan da bu konuda gelişen ve kimi zaman bu direktiflere ters düşen pratik uygulamalar bize şunu gösteriyor. O günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri ile câhiliyye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile çatışma halinde idiler. Ama bu durum sadece bu alanda görülen bir manzara değildi. İslâm'ın direktifleri ile câhiliyye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok alanında da çatışıyordu. Bu çatışma İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin derinliklerinde kök salıncaya kadar sürmüştür.

Her neyse, Yüce Allah bu önlemlerin önüne aşılmaması ve önlerinde durulması gereken sınırlar koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında amaç gerçekleşince artık ötesine geçilemeyecektir. Okuyoruz: "Eğer (kadınlarınız) uslanıp size itaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."

Amaç gerçekleşince araca başvurma girişimi durduruluyor. Bu da varılmak istenen sonucun söz konusu amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini sağlama amacı- olduğunu açıkça gösteriyor. Sağlanması istenen itaat zorlamalı itaat değil, gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat, toplumun temeli olan âile kurumu için sağlıklı bir dayanak oluşturamaz.

Âyetin aşağıdaki cümlesi bize açıkça gösteriyor ki, itaat amacı gerçekleştikten sonra bu önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık, keyfî uygulama ve ölçüyü çiğnemektir. Okuyoruz: "...İtaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."

Bu yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde yüce Allah'ın yüceliği ve ululuğu vurgulanıyor. Böylece Kur'an'ın bilinen özendirme ve caydırma üslubu uyarınca kalplere su serpiliyor, mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik duygularının kökü kazınıyor. Okuyalım: "Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür."

Bu önlemler dik kafalılığın açığa vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin görüldüğü durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın açığa vurulduğunu düşünelim. O zaman bu saydığımız önlemlere başvurulmaz. Çünkü o durumda bunların hiç bir yararı, hiçbir olumlu sonucu olmaz. O durumda karı-koca anlaşmazlığı, birbirinin başını ezmeyi amaçlayan bir çatışmaya ve bir savaşa dönüşmüş demektir. Oysa amaç ve istenen şey bu değildir.

Ayrıca erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini, tersine yuvanın dirliğinde meydana gelen çatlağı daha da genişleteceğini, dik kafalılığı açığa vurduracağını ve henüz kopmamış duran evlilik bağlarının da kopmasına yol açacağını düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe koymadan önce yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe varabilir. Ya da bu önlemleri fiilen uygular da hiç bir olumlu sonuç elde edemez.

Bu durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan kurtarmak için, kenara çekilerek onu yıkıma bırakmak zorunda kalmadan önceki son girişimi olmak üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz: "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır."

Görüldüğü gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın ve gerginliğin olumsuz sonuçlarına teslim olmayı uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını çözmeye ve âile kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük herkesin; dirliğin bozulması konusunda hiç bir rolü, hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan zavallı âile fertlerinin başına yıkmaya kalkışılmasını uygun bulmuyor. Çünkü âile kurumu İslâm'ın gözünde değerlidir. Bu değerlilik, bu kurumun toplumun yapılanmasındaki önem ile, topluma sağladığı gerekli tuğlalar aracılığı ile onun varlığının sürdürülmesine, gelişmesine, ilerlemesine sağladığı katkı ile doğru orantılıdır.

Bu gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi baş gösterince bu ayrılık fiilen gerçekleşmeden önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca onaylanacak iki hakemin işe el koymasını önerir.

Bu hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen psikolojik gerginliklerden, bilinçlerde çöreklenmiş tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz şartlarından uzak bir soğukkanlılık içinde bir araya gelirler. Bu hakemler, âile yuvasının havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine düştükleri için karı-kocaya, ortak hayatlarının iyi taraflarından daha baskın gelen bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerden uzaktırlar. Her ikisi de âilelerinin adı kötüye çıksın istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı karşıya olan küçük çocuklara karşı şefkat duyguları ile doludurlar. Böylesine tatsız bir duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek olan karşı tarafı alta düşürme kompleksinden uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın karı-kocanın, çocuklarının ve yıkılma tehlikesi ile yüz yüze gelen yuvalarının iyiliğidir, mutluluğudur. Bunların yanı sıra karı-koca bu hakemlerin önünde gizli sırlarını açmaktan çekinmezler. Çünkü bunlar tarafların akrabalarıdırlar. Bu sırları yayacaklarından korkulmaz. Sebebine gelince bu sırları ortalığa yaymak kendilerinin de yararına değildir. Hatta onların yararı bu sırların saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.

İşte bu iki hakem bir araya gelerek dargın karı-kocanın arasını bulmaya koyulurlar. Eğer tarafların gönlünde barışma eğilimi var da bu eğilimi frenleyen tek faktör karşılıklı öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın çifte barışmayı ve uyuşmayı nasip eder. Okuyalım: "Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını bulur." Arabulucular barıştırmayı isteyecekler, Allah da onların dileğini kabul edecek ve girişimlerini başarıya ulaştıracaktır.

İşte insanların kalpleri ve çabaları ile yüce Allah'ın dilemesi ve takdiri arasındaki ilişki budur. İnsanların hayatında yer alan gelişmeleri yüce Allah'ın takdiri gerçekleştirir. Fakat insanların elinde adım atmak ve girişimde bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce Allah'ın takdiri ile olur. Üstelik bu olacak olan şey sırları bilen ve her şeyin en yararlısından haberdar olan yüce Allah'ın bilgisi altında gerçekleşir. Okuyoruz: "Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır."

Böylece -bu bölümde- İslâm'ın; kadına, karşıt cinsler arasındaki ilişkilere, âile kurumuna ve âile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem verici bir gözle baktığını görmüş olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu kesimini yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun bir çaba harcadığına tanık olduk. Bunun yanı sıra İslâm cemaatını, câhiliyye bataklığından alarak kendisinden başka hidâyet olmayan İlâhî hidâyetin doruğuna tırmandırmaya çalışan bu yüce sistemin bu yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri ile karşılaşmış olduk.

Özetlersek; Bu bölümde inceleyeceğimiz âyetler ile bir yandan bu surenin ekseni ve temel konuları arasında ve öte yandan yine bu cüzde yer alan bir önceki âyetler kümesinin konuları arasında birçok ortak noktalar vardır.

Bu bölümü oluşturan âyetler şu konular üzerinde yoğunlaşıyor: Müslüman toplumun hayatını düzenlemek, onu câhiliyye tortularından arındırarak yeni İslâmî karakteristikleri özümleyen bir yapıya kavuşturmak; bu toplumu ehl-i kitap -Medine yahûdileri- konusunda, bunların öteden beri sürüp gelen şirretlikleri ve katı inatları ve müslüman topluma yönelik bozgunculukları konusunda uyarmak; kişilerin İslâm toplumunun gelişmesini, ilerlemesini engellemek için harcadıkları çabaları büyüteç altına almak, özellikle bu yıkıcı çabaların ahlâka ve toplumsal dayanışmaya yönelik olanlarına, bu yeni toplumun gelişen gücünü sergileyen bu iki dinamik faktöre dönük yahûdi düşmanlıklarına dikkatleri çekmektir.

Bu âyetler bu konularda yeni bir bakış simgeledikleri için İslâm toplumunun temel dayanağını oluşturan Tevhid ilkesini, yüce Allah'ı kayıtsız-şartsız bir bilme, prensibini vurgulayarak söze giriyorlar. İslâm toplumunun hayatı ve her alanda, her yönde bu hayatı düzenleyen sistemi bu temel ilke olan Tevhid'den kaynaklanır.

Bu derste âile düzenlenmesi ve toplumsal düzenleme alanları hareket noktası alınarak ileri aşamalara ulaşılıyor ve sosyal düzenleme sürecine yeni boyutlar kazandırılıyor. Geçen konuda âile kurumundan, bu kuruma ilişkin yasal düzenlemelerden, bu kurumun varlığını koruyacak önlemlerden ve yapısını pekiştirip sağlamlaştıracak ilişkilerden söz edilmişti.

Bu derste ise, İslâm toplumunda egemen olması gereken âile-içi ilişkiler ve bu ilişkiler ile bağlantılı insanlar-arası ilişkiler gündeme getiriliyor. Bu ilişkiler ile âile arasındaki bağ ana-babadan ve ana-baba ilişkisinin uzantısı olan bir sosyal ilişki sürecinden söz edilerek kuruluyor. Çapı gitgide genişleyen bu sosyal ilişkilerin âile yuvasının sıcak ve sevecen ortamında gelişen duyguların yoğunlaşmasından kaynaklandıkları vurgulanıyor. Değişik insan kesimlerine yönelen bu yapıcı ilişkilerin, ilk önce âile ocağının bağrında ve bu duyarlı yuvanın okşayıcı kanatları altında öğrenildiği vurgulanıyor. Devamla âile yuvasında vicdanlara ekilen bu kucaklayıcı ilişki tohumlarının yeşerip boyatması ile bütün insanlardan oluşan ortak insanlık âilesi içinde kaynaşmayı arayan geniş perspektifli bir ilişki ağının temelinin atıldığı belirtiliyor.

Bu ders gerek bildiğimiz büyük âileyi ve gerekse bütün insanlığı kapsamına alan büyük insanlık âilesini gözetmeyi ve bu alanda herkesin yararlanabileceği değer yargılarını ve kriterleri geliştirmeyi telkin eden direktifler içeriyor. Bu yüzden bu ders İslâm toplumunda egemen olan bütün değer ölçülerine ve hayat sisteminin tümüne kaynaklık eden temel ilkeyi hatırlatarak söze giriyor. Sözünü ettiğimiz temel ilke Tevhid ilkesi, yani yüce Allah'ın birliğini onaylama prensibidir. Arkasından bütün hareketler, bütün faaliyetler, bütün duygular ve bütün reaksiyonlar yüce Allah'a kulluk etme kavramının kapsamına alınıyor. O Allah'a kulluk kavramı ki, müslümanın vicdanında ve hayatında bütün insanî faaliyetlerin tek amacını oluşturur.

Bu geniş kapsamlı Allah'a kulluktan söz açılmışken bununla bağlantılı olarak bu dersin ikinci fıkrasında namazın ve namaz öncesi temizlenmenin bazı hükümleri gündeme getiriliyor. Bunun yanı sıra o zaman henüz yasaklanmamış olan içkinin yasaklanması yolunda yeni bir adım atılıyor. Bu yasaklama adımı bir yandan yeni toplumda sürekli ve aşamalı bir yaklaşımla uygulanan İslâmî eğitim programının bir parçasını oluştururken öbür yandan ibâdet ile namazla ve Tevhid ilkesi ile ilişkilendirilerek atılıyor.

Gerek bu dersi oluşturan âyetler zincirinin halkaları arasında, gerek bu ders ile bir önceki ders arasında ve gerekse yine bu ders ile elimizdeki surenin ekseni arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gözlüyoruz. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an)

Elmalılı der ki: “Erkekler, kadın üzerine idâreci ve hâkimdirler. Çünkü Allah birini (cihad, imâmet, miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (âile fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.

Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem erkeğin tarafından, bir hakem de kadının âilesinden kendilerine gönderin. Bu arabulucu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.” (4/Nisâ, 34-35)

Erkeklerin mirasta hak ettikleri paylarının fazla olmasının hikmeti erkekler ve özellikle tam erkek olan erkekler, kadınlar üzerinde hakimdirler, onların üstlerinde dururlar, işlerine bakarlar, dikkatle gözetir, muhafaza ederler; kahyaları, müdürleri, koruyucuları, amirleridirler. Küçükler de buna adaydırlar.

Kavvâm: "Kaaim"in mübâlağası olup den alınmıştır. Bir kadının işine bakan ve korunmasına önem veren ve işlerini idare edene "Kayyimü'l-mer'eti" ve daha kuvvetli olarak "Kavvâmü'l-mer'eti" denilir. Bu deyim, erkeğin kadına hâkimiyyetini ve fakat rastgele değil "Milletin efendisi, onlara hizmet edendir." mânâsı üzere hizmetçilikle karışık bir hakimiyetini ifâde eder. Bundan dolayı bir taraftan erkeğin üstünlüğünü anlatırken diğer taraftan da kadının değer ve üstünlüğünü bildirir. Ve bu ayırım içinde eşitlik iddiasını kaldırarak karşılıklı olarak farklı bir eşitlik metoduyla öyle bir birlik sağlar ki, bu durum sultan ile ümmet arasındaki karşılıklı haklara benzeyecek ve bu şekilde âile terbiyesi, toplum terbiyesi ve siyasi terbiyenin bir başlangıcı olacaktır. Bunun için Kadı Beydâvî, tefsirinde der ki, "Valiler, halkı idare ettikleri gibi onlar da kadınları öyle idare ederler." Şimdi bu esas da biri Allah tarafından verilen, diğeri çalışmakla kazanılan iki sebebe bağlanarak buyuruluyor ki: Çünkü erkekler ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış açısından üstün kılmıştır. zamirinin delalet ettiği mânâ ile bundan erkeklerin kadınlara üstünlüğü ve tercihleri anlaşılmakla beraber âyetin öyle güzel bir açıklaması vardır ki, bu üstünlük ve değeri, "Allah o erkekleri kadınlara üstün kılmıştır." diye mutlak surette erkeklere tahsis etmemiş, kapalı olarak bazısının diğer bazısına üstünlüğünü ifâde etmiştir. Bu ise, erkeğin kadında bulunmayan, yaratılıştan var olan bir takım üstünlüklere sahip olduğu gibi, aynı zamanda kadının da erkekte bulunmayan yaratılıştan var olan bazı üstün vasıflara sahip olduğunu ve bundan dolayı her ikisinin birbirine değişik yönlerden muhtaç olduklarını ve bu şekilde erkekle kadının yaratılıştan farklı ve karşılıklı olarak birbirlerinden üstünlükleri olduğu gibi, her erkeğin ve aynı şekilde her kadının da seviyelerinin bir olmadığını ve bundan dolayı her erkeğin, her kadın ile tek olarak mukayese edilemeyeceğini ve bununla birlikte bütün bunlar toptan karşılaştırılınca kadınların erkeklere ihtiyacının, erkeklerin kadınlara ihtiyacından daha fazla olduğunu ifâde eder. Ve açıklandığı üzere esas üstünlük ölçüsü olan kazanma ve mal edinme açısından erkek, faaliyet gösterme yeteneğine sahip; kadın ise itaat duygusu ve kabiliyet yönünden ince ruhlu ve çekici bir yaratılışa sahip olup bunun için erkeklerin kuvveti ile korunmaya ve muhafaza edilmeye daha fazla muhtaçtır. Ve bundan dolayı sonuç olarak genel bir şekilde üstünlük ve faziletin erkek tarafında bulunduğunu, amirlik ve idarecilik yetkisinin, hakkıyla erkek olan erkeklere verilmesi ve kadınların onlara itaat etmesi, hem bir hak ve hem de kadınların menfaatlerinin gereği olduğunu pek beliğ özlü bir ifâde ile anlatır. Ve işte erkeklerin peygamberlik, imamet (imamlık, devlet başkanlığı, valilik, şeâir-i İslâm, yani İslâm'ın önemli prensiplerini gerçekleştirmek), kısas cezâlarında şahitlik etmek, cihadın kendilerine vâcip olması, cumanın vâcip olması, ezan, hutbe, itikaf, asabelik (mirasın tamamını alan kimse), hata ile ve kasame öldürmelerinde kan bedelini yüklenmesi, ricat boşanmasında bağımsız hareket etmesi gibi bir takım özellikler, haklar ve vazifeler ile üstün olmaları da bu örneklerden bazılarıdır. "kadınlar üzerine hakimler." olarak âilede başkanlık hakkına sahip olmalarının bir sebebi, bu yaratılıştan olan üstünlük; biri de erkeklerin mallarından bir kısmını mehir ve nafakaya harcamaları meselesidir.

Çalışılarak elde edilen bu sebep de öncekine bağlıdır. Ve kadınların mirastan paylarının yarım olması özellikle bu sebeple ilgilidir. Ve bunda kadınların faydası, mirasta erkeklere eşit olmalarından çok fazladır. Şu halde hanımının hakkını vermeyen, kadının malına göz diken ve âile için harcama vazifesini yapmayan ve âilesinin ırz ve nâmusunu korumayan erkekler erkeklerden sayılmazlar. Şüphesiz ki, bu vazifelerini yapan erkeklerin de kadınlar üzerinde hâkimiyyet sahibi olmaları ve onlardan itaat ve bağlılık beklemeleri meşrû bir haklarıdır. Bundan dolayı sâliha olan kadınlar da Allah'a itaat ederler. Kocalarının huzurunda hazır olarak bekleyip haklarına riâyet ederler. Kocalarının gıyabında can, mal, nâmus, itibar (onur) ve âile sırları gibi korunması lazım gelen hususları Allah'ın korumasına dayanarak korurlar. Çünkü Allah bunun korunmasını emretmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'den rivâyet edilmiştir ki: "Kadınların hayırlısı o kadındır ki, baktığın zaman seni sevindirir, emredersen itaat eder, gıyabında bulunduğun zaman da seni malında ve nefsinde korur." buyurmuş ve bu âyeti okumuştur. Bu âyetin de yukarda açıklanan Hz. Ümmü Seleme'nin sözü üzerine indirildiği söylenmiş ise de bunun asıl iniş sebebi şu şekilde rivâyet olunur: "Ensar'ın ileri gelenlerinden Sâd b. Rebia'ya karşı hanımı Habibe binti Zeyd b. Züheyr ve bir rivâyete göre Habibe binti Muhammed b. Seleme isyan etmiş, o da bir tokat vurmuş, bunun üzerine babası kızını almış, Hz. Peygambere gidip şikâyet etmiş. Hz. Peygamber de "Mutlaka ondan kısasını (öcünü) alırız." buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Peygamber (s.a.v.) de: "Biz bir şeyi yapmak istedik, Allah'da diğer bir şeyi irade etti ve şüphe yok ki, iyilik Allah'ın irade ettiği şeydedir." dedi. Bu sebeple salih kadınları açıkladıktan sonra kocalarına karşı gelen kadınlar hakkında buyuruluyor ki: Ey hakim olan ve hanımlarının haklarını veren kocalar! Kafa tutup, itaatsizlik etmelerinden korktuğunuz, korkacak bir belirti hissettiğiniz kadınlara gelince:

şûz: Aslında lügatte yükseklik ve tümseklik mânâsından alınarak kadının kocasına kafa tutup baş kaldıracak bir durum almasıdır ki, sözde kendisini yüksek sayıp itaatini ortadan kaldırmış olur. Bunu açıklamak için büyük müfessirlerden şu açıklamalar yapılmıştır: Kadının nüşûzu kocasına isyan etmesi (İbn Abbas), koku sürünmemesi, kocasını birleşmekten men etmesi, önceleri kocasına yaptığı muameleyi değiştirmesi (Ata), kocasından hoşlanmaması (Ebû Mansur), kocasının şer'î mesken olarak belirlediği konutta beraber oturmaktan kaçınıp onun istemediği bir yerde oturmasıdır (denilir) ki, bu mânâlar az çok birbirlerine yakındırlar.

Böyle bir durum karşısında önce bunlara vaaz ve nasihat ediniz. İkinci olarak onların yataklarından ayrılın. Üçüncü olarak onları hafifçe ve kusur bırakmayacak bir şekilde biraz dövünüz.

Bunun üzerine size itaat ederlerse artık onlara saldırmak için aleyhlerine başka bir yol aramayınız, ve meydana gelmiş kusurlarını olmamış gibi sayınız. "Çünkü günahtan tevbe eden günahı olmayan gibidir." Mutlaka şunu kesinlikle bilmeliyiz ki Allah Teâlâ pek yüksek ve pek büyüktür. Bundan dolayı Allah'tan korkunuz da kadınlara karşı size vermiş olduğu kuvveti kötüye kullanmayınız. Allah'ın size karşı gücü, sizin kadınlara karşı gücünüzden çok fazladır. Ve sizin Allah'a karşı günahlarınız, kadınların size karşı işledikleri suçlarından daha çok ve daha küstahçasına olduğu halde, Allah sizin tevbelerinizi kabul ve günahlarınızı affederken size itaat eden hanımlarınızın meydana gelen kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve nasıl olur da onlara saldırmak için bahane arar durursunuz? Diğer bir mânâsı şöyledir: Allah zulümden ve haksızlıktan yüce bir ululuk sahibidir. Bundan dolayı onun şanının yüceliği ve ululuğu karşısında zulümden, haksızlıktan, sadakatsizlikten, terbiyesizlikten vazifelerinizi kötüye kullanmaktan son derece sakınmalısınız.

Kadın itaat etmezse ne olacak? O zaman iş yargılamaya (duruşmaya) düşer. Bundan dolayı ey müslümanlar topluluğu ve özellikle ey hakimler! Koca ile karı arasında bir geçimsizlikten endişe ederseniz. Şâyet bunlar arasında bir geçimsizliğin meydana gelmesinden korkar, yani evlilik devam ettiği halde aralarının açıldığını anlarsanız biri kocanın akrabâsından, biri de karının akrabasından olmak üzere iki hakem gönderiniz. Çünkü akrabaları onların iç yüzlerini daha iyi bilirler ve faydalarını daha fazla arzu ederler. Bununla beraber akrabalardan olmaları müstehaptır. Yoksa yabancılardan da hakem tayin etmenin câiz olabileceği açıklanmıştır. Hakemi seçme hakkı, ilk önce koca ve karıya aittir. Ve bunun her iki taraftan akrabalarının istişaresiyle yapılmasının müstehap olacağı da ve kayıtlarının işaretlerinden anlaşılıyor. O halde akrabaları bulunmadığı veya yabancılardan olmaları kendilerince uygun bulunduğu takdirde şüphesiz câiz olması gerekir.

Bu hakemlerin yetki dereceleri ne olacaktır? Barıştırma veya birbirinden ayırmanın her ikisini de yapabilirler mi? Bu konuda müctehidler ihtilâfa düşmüşlerdir. Bir kısmı eşleri birbirinden ayırabilirler ve bu durumda bir talâk-ı bain ile kadın boşanmış olur demişler ki, bu görüş Hz. Ali'den rivâyet edilmiştir. Bir kısmı da bunlara eşleri barıştırmak emredilmiştir, onları birbirinden ayıramazlar demiştir. Bu da Hasan'dan rivâyet edilmiştir. Ve bu İmam-ı Âzam'ın görüşüdür. Gerçi eşleri birbirinden ayırma yetkisi açıkça ifâde edildiği, koca da bunu kabul edip ve onlara bıraktığı takdirde bu konuda ihtilaf yoktur. Ancak koca, ayırma yetkisini vermediği takdirde mahkeme kendiliğinden zorla iki hakemi mutlak yetki ile seçebilir mi seçemez mi? Sözün kısası iki hakem karı-kocanın vekilleri yerinde midir? Yoksa mahkemenin hükmetmeye izin verdiği vekilleri makamında mıdırlar? Ve mahkemenin bizzat eşleri ayırma yetkisi var mıdır, yok mudur? İşte ihtilaf bu hususlardadır. Şüphe yok ki, âyetin gelişi, eşleri barıştırma üzerindedir. Onları birbirinden ayırmaktan bahsetmek uygun görülmeyip bu konuda açıklama yapılmamıştır. Ve bunun için bir ictihad konusu olmuştur.

Bu iki hakem gerçekten iyi niyetle arabuluculuk kast ederler, aralarını düzeltmek isterlerse Allah iki tarafın arasını bulur ve onları barıştırır. Koca ve karının kalplerine sevgi ve dostluk hislerini kor. Bunu nasıl yapar? Muhakkak Allah her şeyi hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır. Nasıl yapacağını bilir ve şüphe yok ki, alîm (çok bilen) ve habîr (her şeyden haberdar olan) Allah'ın burada eşleri birbirinden ayırma yönünden bahsetmemesi de gâyet anlamlıdır. Demek ki Allah'ın rızâsı geçimsizlikte değil, arabuluculuktadır. Esas istenen iyi geçinmedir. Görülüyor ki bu hükümler, kadınların itaatsizliği üzerinde yürümüştür. Acaba erkekler tarafından itaatsizlik olmaz mı? Kadın ne olursa olsun itaat etmeye mecbur mudur, gibi bir soru akla gelebilir. Evet erkekler tarafından da itaatsizlik olabilir.

İleride "Bir kadın eğer kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, karı kocanın aralarında anlaşarak sulh yapmalarında bir sakınca yoktur." (4/Nisâ, 128) âyetinde bununla ilgili hükümler gelecek, ayrılmak konusu da orada zikredilecektir. Fakat burada söz konusu olan, erkeklerin hakimiyeti ve onun gereğince bütün vazifelerinin yapılması ve bundan dolayı erkek tarafından hiçbir kusur ve suç bulunmadığı varsayımı üzerine olduğundan, bu şartlar altında erkeğin geçimsizliğini düşünmek aslında geçmediği gibi, açıklama gâyesi de âile hayatının yalnız düzelme ve terbiyesine bağlı bulunduğundan dolayı, burada kadınların itaatsizliğinden dolaylı olarak bahsedilmiş ve erkeklerin geçimsizliği konusu daha sonra başlı başına açıklanması için sonraya bırakılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili)

Mevdûdi diyor ki: “Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu-yöneticilerdir.' İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler, -Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa- görünmeyeni koruyanlardır. Başkaldırıp-diretmelerinden korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) dövün. Size itaat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.

(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin âilesinden bir hakem, kadının da âilesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır.” (4/Nisâ, 34-35)

“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların kendi mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerinde 'sorumlu-yöneticilerdir.” Arapça "kavvâm" veya "kayyum" kelimesi, bir kimsenin, bir kuruluşun veya bir kurumun işlerini yürüten, ona bekçilik eden kimse için kullanılır. O halde erkekler, kadınların işlerinin düzenleyicisi, yöneticisi, koruyucusu, hâkimi ve reisidirler.

“Sâliha/İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler...” Erkekler kadınlardan, kadınlara verilmeyen veya az verilen bazı doğal nitelik ve güçlere sahip oldukları için üstündürler. Yoksa bu onların şeref ve fazilet bakımından üstün oldukları anlamına gelmez. Erkek sahip olduğu doğal nitelikler nedeniyle, âilenin kavvam'ı yani reisidir. Kadın da doğal niteliklerindeki bazı eksiklikler nedeniyle, kendi güvence ve güvenliği için ona tâbi olmak zorundadır.

“-Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa- görünmeyeni koruyanlardır.” Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bir hadisi bu konudaki en iyi tefsirdir: "En iyi kadın, gördüğünüzde sizi hoşnut eden, emirlerinizi dinleyen, evde olmadığınız zaman sizin malınızı ve kendi nâmusunu koruyan kadındır." Bu bağlamda bir uyarı yapmak yerinde olacaktır. Allah'a itaat, kocaya itaatten daha önemlidir ve ondan önce gelir. Bu nedenle koca, karısına Allah'ın emirlerine aykırı bir şey yapmasını emrettiğinde, kadının ona itaat etmemesi gerekir. Bu durumda kocaya itaat etmek, büyük bir günah olur. Eğer kadın Allah'ın emrettiği bir ibâdet yapıyor ve kocası onu engelliyorsa, kadın yine karşı koymalıdır. Karşı koymaz ise, günah işlemiş olur. Şâyet kadını, nafile namazdan ve oruçtan kocası men ediyorsa, kadın kocasına uymak zorundadır. Uymadığı takdirde ibâdeti makbul olmaz.

“Başkaldırıp diretmelerinden korktuğunuz kadınlara (önce) öğüt verin, (sonra) yataklarda yalnız bırakın, (bu da yetmezse hafifçe) dövün.” Eğer kadın isyankârsa, kocasına itaat etmiyor veya onun haklarını korumuyorsa, bunun da aynı anda yapılması gerektiği anlamına gelmez. Bunların üçüne de izin verilmiş olmasına rağmen, işin mahiyet ve niteliğine göre belli bir oranda uygulanması gerekir. Ufak bir uyarı yeterli ise, daha ileri bir adım atmaya gerek yoktur. Dövmeye gelince, Peygamberimiz (s.a.s.) buna isteksizce izin vermiştir. İzin verdiği halde bile, bundan hoşlanmamıştır. Fakat gerçek şu ki, bazı kadınlar dövülmeksizin hatalarını tamir etme yoluna gitmezler. Böyle bir durumda bile, Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınının yüzüne vahşice vurmayı ve vücutta yara izi bırakacak bir şeyle vurmayı kesinlikle yasaklamıştır.

“(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin âilesinden bir hakem, kadının da âilesinden bir hakem gönderin. İki taraf...” "İki taraf", hem karı-kocaya hem de aracılara işaret eder. Eğer taraflar istiyorsa ve aracılar samimi ve adil davranabilirlerse, her tartışmada anlaşma ve barış sağlanabilir.

(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin âilesinden bir hakem, kadının da âilesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da aralarında başarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır.” (4/Nisâ, 34-35): Bu âyette, karı ile koca arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için bir plan öne sürülüyor. Mahkemeye başvurmadan veya son adımı atmadan önce bir barıştırma girişiminde bulunulmalıdır. Bu görevi yürütmek için de karı kocadan her birinin âilesinden birer hakem seçilmelidir. Bu iki hakem anlaşmazlığın neden veya nedenlerini araştırmalı ve bunlara çözüm aramalıdır. Elbette karı ve kocanın gerçek durumunu bildikleri için akrabalar bu işte daha ehildirler.

Allah, hakemleri kimin seçeceği konusunu belirsiz bırakmıştır. Yani eğer karı koca anlaşmazlıklarını çözüme bağlamak istiyorlarsa, kendi akrabalarından birer hakem seçebilirler. Veya iki tarafın âile reisleri, bu işi çözümlemek üzere iki hakemi görevlendirebilir. Yahut da iş mahkemeye varmışsa mahkeme henüz bir girişimde bulunmadan önce iki hakem tâyin edebilir.

Hakemlerin güç ve yetkisi ile ilgili olarak alimler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefî ve Şafiî ekollerine göre hakemlerin işi sonuca bağlama yetkisi yoktur, sadece eşler tarafından kabul edilip edilmeyeceği belli olmayan barıştırma girişimlerinde bulunma yetkileri vardır. Eğer eşler hakemleri, meseleyi boşanma (hul'u) veya başka bir sonuca bağlamaları için bizzat tayin etmişlerse, onların kararlarına elbette uymak zorundadırlar. Hasan Basrî, Katâde ve diğer bazı fakîhler, hakemlerin barıştırmada zorlayıcı olabileceği fakat boşanma işleminde eşleri zorlayıcı olmayacakları görüşündedirler. İbn Abbas, Sa'id İbn Cübeyr, İbrahim Nehâî, Şa'bi, Muhammed İbn Sîrin ve diğer bazı fakîhlere göre ise, hakemler uygun gördükleri her şeyi (barıştırma veya boşanma) zorla kabul ettirme yetkisine sahiptirler.

Halife Osman (r.a.) ve Halife Ali (r.a.) şartlar gereğince, barışma veya ayrılma kararını uygulama yetkisine sahip hakemler tayin etmişlerdir. Örneğin, Ebû Tâlib'in oğlu Akîl ile (Utbe İbn Rebia'nın kızı olan) karısı Fâtıma'nın meselesi Hz. Osman'ın (r.a.) mahkemesine getirilince, mü’minlerin emiri olan Hz. Osman (r.a.) kocasının âilesinden İbn Abbas'ı, kadının âilesinden de Muâviye'yi hakem tayin etti ve onlara şartlar gereği eşleri barıştırma veya boşandırma yetkisi verdi. Aynı şekilde Hz. Ali (r.a.) halifeliği döneminde buna benzer bir durumda hakemler tayin etti ve onlara eşleri barıştırma veya ayırma yetkisi verdi. Bu da gösterir ki, bunun gibi hakemlerin hûkmî resmî bir yetkileri yoktur. Fakat gerekli otorite onlara belli yetkiler verirse, o zaman onlar da zorlayıcı yetkilere sahip olabilirler. (Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an)

 

"En olgun mü'min, ahlâkı en güzel olan ve âilesine karşı en çok lütufkâr davranandır." (Hadis rivâyeti)

"Bir zaman gelecek, kişinin helâkı, karısının, ana-babasının ve çocuklarının elinde olacaktır. Bunlar onu, fakirlikle ayıplarlar ve gücünün yetmediği şeyleri kendisinden isterler. Adam bu sebeple tehlikeli işlere girerek dini gider ve kendisi de helâk olur." (Hadis rivâyeti)

"Sizin hayırlınız, âile fertlerine hayırlı olanınızdır." (Hadis rivâyeti)

"İnsan ömrünün din seçmekten sonra en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir."

"Haramlardan sakınan müslümana göre evlilik, aşkın meyvesi değil; aşk, evliliğin meyvesidir."

"Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktadır."

"Âileyi, evliliği sürdüren vücut değil, ruhtur."

"Âile, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır."

"Bir karı-kocanın tartıştıklarını görürseniz, kadını savunun, çünkü kocanın savunulmaya ihtiyacı yoktur; o her zaman haklıdır."

"Her yanda evi olan adamın, hiçbir yerde evi yoktur."

"Beşiğindekini ağlatan âile gülmez."

"Bir âileyi idâre etmek, bir devleti idâre etmekten hiç de kolay değildir."

"Âile, kralların bile giremediği bir kaledir."

"Evlilik huzur bulmak içindir, didişmek için değil!"

"Biraz çaba göstererek iyi geçinmek varken, huysuzluk etmek akıl kârı değildir."

"Sen kocana câriye ol ki, o d a sana köle olsun. Sen ona yer ol ki, o da sana gök olsun."

"Evlilerin en çok yapmaları gereken şey, iyi niyetle iletişimdir, konuşmaktır."

"Sevgi ve saygı karşılıklıdır."

"İyilikle halledilebilecek bir şeyde zora başvurmak yanlıştır, zulümdür."

"Her insanın sabrının bir sınırı vardır, bunu zorlamamak gerekir."

"Akıllı insan, evliliğini cennet edecek bir biçimde davranmaya çalışır ve evliliğini cehenneme dönüştürecek davranışlardan uzak durur."

"Sayılmak istiyorsanız, saymayı öğrenmeniz gerekecektir. Sevilmek istiyorsanız sevmeyi öğrenmeniz gerekecektir."

"Hep karşımdaki değişsin, diye düşünmek yanlıştır. Güzele doğru karşılıklı değişmek lâzımdır."

"Hanımın ilk görevi güler yüzlü olmaktır."

"Biz herkese iyilik etmiyor muyuz? Başkalarından önce kendi âilemize karşı iyi olmamız lâzım."

"Nasıl ki biz kusursuz olamıyorsak, karşımızdakinin de kusursuz olamayacağını peşinen bilmeli ve kabullenmeliyiz."

"Dünya cennet değildir, elbette problemler olacaktır."

"Mutlu olmak için önce sabırlı olmak gerek."

"Her istediğini söyleyen, istemediğini işitir."

"Eşler birbirleriyle anlaşabilmek için gayret göstermelidir."

"Mesele kendimizi samimi olarak tenkit edebilmektir. Karşımızdaki bizi bir konuda suçluyorsa, onun zıddını ispat etmek bize düşer."

"Evlilikte ana kural, karşılıklı olarak kişi onuruna saygı gösterilmesinin gerekliliğidir."

"Eşler birbirleriyle didişmek yerine, birlikte gelişmek için uğraşmalıdırlar."

"Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annesini sevmektir."

"Saygı, sevgiyi besleyen ve geliştiren, saygısızlık da, sevgiyi öldüren bir etkendir."

"İnsanı insana sevdiren, tatlı dil, güler yüz ve güzel davranışlardır."

"Huzursuz bir âile, en çok çocukları yıpratır."

"Eşini üzen, ezen, hırpalayan insan, onu mutsuz ettiği zaman kendisi mutlu olamaz, bunu unutmamalı."

"Sinir harbi her iki taraf için de rahatsız edicidir."

"Saygı ve sevginin olmadığı bir yuva kime, ne verebilir?"

"Yalnız kendini düşünen insandan, mümkün olduğu kadar uzağa kaç."

"Dozunu aşmayan kıskançlık güzeldir ve sevgi ifâdesidir."

"Aşırı kıskançlık ve diktatörlük evlilikte mutluluğu engeller."

"Eşler arasında ortak ilgi ve alâkaların olması, onları birbirlerine yakınlaştırır."

"İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar."

"Eşler, 'hatâ karşıdadır' peşin hükmü yerine; 'acaba benim hatam nedir?' diye düşünebilselerdi problemlerin halli çok daha kolay olurdu."

"Hayatımızın bir yönünü İslâm'a göre, bir yönünü nefsimize göre yaşamak yanlıştır."

"Âile hayatında her müslüman erkek Rasûlullah'ı, her müslüman kadın da O'nun değerli hanımlarını örnek almalıdır."

"Huzurlu bir yuvada yaşamak, ancak karşılıklı fedâkârlık ile mümkündür."

"Evlilik İslâm'a hizmete engel değildir ve olmamalıdır."

"Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil; iman ve ahlâk güzelliği üzerine kurulmalıdır."

"Yüzü güzelden kırk günde bıkılır, ahlâkı güzelden kırk yılda bıkılmaz."

"Eşinizin ve çocuklarınızın sevgisini kaybetmek istemiyorsanız, onlara asla kötü söz söylemeyin, hakaret etmeyin."

"Eşinize ve çocuklarınıza iltifat etmek, onları mutlu etmenin bir yoludur."

"İyilik eden hem dünyada ve hem de âhirette kârlı çıkar."

"Eşler birbirlerine olan saygılarını kaybetmemeye dikkat etmelidirler. Saygının bittiği âilede pek çok şey bitmiş demektir."

 

 

 

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 75-77

Mehmet Âkif Aydın, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 199-200

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 411-414

Halid Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 426-427

H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 32, Kasım 93, s. 30

A.g.m. s. 26

Süleyman Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, (Önsöz) s. 9-11

Yusuf el-Kardavî, naklen; Tahrîru'l-Mer'e, Kadın ve Âile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13

H. Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 66-67

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, c. 16, s. 158-166

 

 

Âile ve Geç im Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler

A- Âile Kavramıyla İlgili Kelimelerin Geçtiği Âyetler:

Âile Anlamına da Gelen "Ehl" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (127 Yerde): 2/Bakara, 105, 109, 126, 192, 217; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 121, 199; 4/Nisâ, 25, 35, 35, 58, 75, 92, 92, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 47, 59, 65, 68, 77, 89; 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 83, 94, 96, 97, 98, 100, 123; 9/Tevbe, 101, 120; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 40, 45, 46, 73, 81, 117; 12/Yûsuf, 25, 26, 62, 65, 88, 93, 109; 15/Hicr, 65, 67; 16/Nahl, 43; 18/Kehf, 71, 77, 77; 19/Meryem, 16, 55; 20/Tâhâ, 10, 29, 40, 132; 21/Enbiyâ, 7, 76, 84; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 27; 26/Şuarâ, 169, 170; 27/Neml, 7, 34, 49, 49, 57; 28/Kasas, 4, 12, 15, 29, 29, 45, 59; 29/Ankebût, 31, 31, 32, 33, 34, 43, 46; 33/Ahzâb, 13, 26, 33; 36/Yâsin, 50; 37/Sâffât, 76, 134; 38/Sâd, 43, 64; 39/Zümer, 15; 42/Şûrâ, 45; 48/Feth, 11, 12, 26; 51/Zâriyât, 26; 52/Tûr, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 7, 11; 6/Tahrîm, 6; 74/Müddessir, 56, 56; 75/Kıyâme, 33; 83/Mutaffifîn, 31; 84/İnşikak, 9, 13; 98/Beyyine, 1, 6.

Karı-Koca, Eş, Çift Anlamlarına Gelen "Zevc-Zevce" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En'âm, 139, 143; 7/A'râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra'd, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü'min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe', 8; 81/Tekvîr, 7.

"Nikâh" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.

B- Âile Yuvası Konusunda Âyet-i Kerimeler:

a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.

b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.

B- Kadın ve Hakları:

a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.

b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.

c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.

d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.

e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.

f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.

g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.

h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.

i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.

j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.

k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.

l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.

m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A'râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.

n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.

o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.

p- Peygamber Hanımlarına Kur'an'ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.

r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.

s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.

t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talâk, 6.

u- Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En'âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

C- Erkek ve Hakları:

a- Erkek, Kadın İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.

b- Erkek, Kadın Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.

c- Erkeğin Sorumluluk Yönünden Üstünlüğü: 2/Bakara, 228; 4/Nisâ, 34.

d- Kadının Her Türlü İhtiyacı Erkeğin Üstünedir: 2/Bakara, 233.

e- Erkek Kadın Üzerine Kavvâmdır/Sorumlu-Yöneticidir: 2/228; 4/Nisâ, 34.

D- Kadın ve Hakları:

a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.

b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.

c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.

d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.

e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.

f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.

g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.

h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.

i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.

j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.

k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.

l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.

m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A'râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.

n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.

o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.

p- Peygamber Hanımlarına Kur'an'ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.

r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.

s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.

t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.

u- Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En'âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.

E- Nikâh Konusu:

a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.

b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.

c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.

d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.

e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.

f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.

g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.

h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.

i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.

j- Vefat İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.

k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.

l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.

m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.

n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.

o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.

p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26.

r- Mut'a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü'minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.

s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.

F- Mehir:

a- Nikâh Edilen Kadının Mehrini Vermek: 4/Nisâ, 4, 24-25.

b- Boşanan Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 20-21.

c- Temastan Önce Boşanmış Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 237.

G- Teaddüd-i Zevcât (Çok Evlilik)

a- İki, Üç, Dört Evlenmek: 4/Nisâ, 3; 33/Ahzâb, 50.

b- Bir Kadınla Yetinmek: 4/Nisâ, 3, 129.

c- Zevceler (Hanımlar) Arasında Adâlet: 4/Nisâ, 3, 129; 33/Ahzâb 50.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y. c. 1, s. 396-408

Kur'an Âilesi, Musa Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.

Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y. s. 127-149

İslâm Cezâ Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, c. 2, s. 47-59

Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.

Âilede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.

Âile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.

Âile Saâdeti, Sadık Dânâ, Erkam Y.

Âilede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.

Âile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.

Âile Okulu, Kemalettin Erdil, T.D.V. Y.

Âilede Eğitim, Hüseyin Ağca, T.D.V. Y.

Âilede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y.

Muvahhid Âileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.

İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, Nihat Dalgın, İFAV Y.

Din Eğitiminde Mükâfat ve Cezâ, Mehmet Emin Ay, Nil Y.

Kadın ve Âile, Seyyid Kutup,. Çev. Halit Yılmaz, İhtar Y.

Kadın ve Âile Ansiklopedisi (İslâm Kadın Ans) (Tahrîru'l-Mer'e), 1-4, Abdülhalim Ebu Şakka, DengeY

Hz. Muhammed'in Âile Hayatı ve Eşleri, Ziya Kazıcı, Çamlıca Y.

İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed, Yasin Pişgin, İlâhiyat Y.

Kadın Âile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y.

Kadın Evlilik ve Âile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidâyet Şefkatli Tuksal, Kitâbiyat Y.

İslâm'da Kadın Hakları 1-2, Heyet, Rehber Y.

İslâm'da Âile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat

İslâm’da Kadının Hakları, Aysel Zeynep Tozduman, Seha Neşriyat

İslâm’da Kadın Hakları, Mehmet Dikmen, Cihan Y.

İslâm’da Kadın ve Âile, Mehmet Emre, Bedir Y.

İslâm’da Evlilik ve Âile, Heyet, Seha Neşriyat

İslâm’da Evlilik ve Âile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama

İslâm’da Evlilik ve Âile Mutluluğu, Muhammed Ali es/Sâbûnî, çev. Nihat Yatkın, Ravza Y.

İslâm’da Âile, Âyetullah İbrahim Emini, Sekaleyn Y.

İslâm’da Âile Ahlâkının Dinamikleri, Âyetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.

İslâm Âile Hukuku, Ömer Ferruh, Sebil Y.

İslâm Âilesi ve Evlilik, M. İbrahim Kaysî, Hisar Y.

İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.

İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.

İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.

İslâm'da Âile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.

İslâm’da Âile Hukuku, Abdülaziz Amir, Mektup Y.

İslâm’da Evlilik ve Âile Hukuku, Fikri Yavuz, Hisar Y.

Müslüman Âile, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.

Müslüman Âileye Doğru, Zeynep Gazali, Madve Y.

Hanımlara Fetvâlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Hanımlara Özel Dinî Bilgiler, Mustafa Kasadar, Ravza Y.

Hanımlara Özel İlmihal, Faruk Beşer, Nûn Y.

Hanımlara Özel Fetvâlar 1-2, Faruk Beşer, Nûn Y.

Hanımlara İslâm İlmihali, Enbiya Yıldırım, Umran Y.

Örnek Âile, Necip Ammere, Risale Y.

Sünnet ve Âile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın

Âile Sırları, Mehmet Çizgi, Mektup Y.

Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Âile, Necip Ammare, Görüş Y.

Hatalı Atasözleriyle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.

İslâm'da Erkeğin Eşine Karşı Görevleri, M. Abdulhalim Hamid, Mektup Y.

İslâm'da Erkek, Emine Şenlikoğlu, Mektup Y.

Kur’an ve Sünnet’te Kadın Hakları, Mübâşir et-tirazi el- Hüseynî, Nursan Y.

Delilleriyle Âile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.

İslâm’da Kadın, Evlilik ve Âile Hayatı, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat

Evlilik ve Âile Hayatı, Ahmed Kalkan, Özel Y.

Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.

Kadın, Emine Şeyma, Sezgin Neşriyat

Kadın ve Sosyal Adâlet, Enis Ahmed, Murat Çetinkaya, Beyan Y.

Kadının Adı, Zeynep Burucerdi, çev. Mehmet Durmaz, Dünya Y.

Kadının Çalışması, Sosyal Güvenliği ve İslâm, Faruk Beşer, Nûn Y.

Kadının Onuru, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.

Kadının Özgürlüğü, Safinaz Kâzım, çev. Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.

Kadının Özgürlük Savaşı, Muhammed Kutup, Ravza Y.

Kadının Sağlık Kılavuzu, Naciye Akyıldız, Seha Neşriyat

Kadının Serüveni, Cihan Aktaş, Demir Kitabevi Y.

Kadının Toplumdaki Yeri, Abdülkadir Duru, Özden Y.

Kadının Yeri, Mustafa Sıbâî, çev. Abdullah Yalçın-Mehmet Yolcu, Akabe Y.

Kadınla İlgili Görüşüm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Esra Y.

Kadınlar, Şemseddin Sâmi, Gündoğan Y.

Kadın-Erkek Üzerine, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.

Kadın, Modernizm ve Örtünme, Abdurrahman Kasapoğlu, Esra Y.

Kadının Değeri, Ölçüsü, Örtüsü, Necdet Kutsal, Selâmet Y.

Kadın ve Evi, İnci Beşoğul, Şamil Y.

Kadın Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.

Kadın Hakları, Ney Bendeson, çev. Şirin Tekeli, İletişim Y.

Kadın Hareketinin Kurumlaşması, Heyet, Metis Y.

Kadının Yeri, Mustafa Sıbai, Akabe Y.

Kadın Aşk Âile, Peyami Safa, Ötüken Y.

Kadın İlmihali, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.

Kadın İlmihali, M. Cemal Öğüt, Bahar Y.

Kadınlar İçin İlmihal, Muhammed Vâhidî, çev. Cafer Bayar, Kevser Y.

Kadınlar İçin İrşad, halid Çelik, SelâmetY.

Kadınlara Dinî Bilgiler, Hacı Şakir Efendi, çev. Şevket Gürel, Sağlam Y.

Kadınlarımız, Celâl Nuri, Kültür Bakanlığı Y.

Kadınlarla İlgili 40 Hadis ve Fetvâlar, Selahaddin Yıldırım, Bayram Ali Öztürk, Seha Neşriyat

İslâm'da Kadın, Bekir Topaloğlu, Yağmur Y.

İslâm'da Kadının Yeri, Muhammed Taki Misbah, İslâmî Tebliğ Teşkilatı, Uluslararası İl. Bl. Y.

İslâm Kadınları, Mehmed Emre, Çile Y.

İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, Melâhat Aktaş, Misak Y.

İslâmiyet'te Kadın Öğretimi, Tayyib Okiç, D.İ.B. Y.

İslâm ve Kadın, Âyetullah Murtaza Mutahhari, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.

İslâm’a Göre Cinsel Meseleler, Abdullah Aydın, Metin Yay.Dağ.

İslâm’a Göre Evlilik ve Mahremiyetleri, Ali Kayıkçıoğlu, Şelale Y.

İslâm’da İzdivaç ve Âile, Mehmet Hulusi İşler, Hisar Y.

İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.

İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.

İslâm’da Kadın ve Âile, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat

İslâm’da Kadın ve Cinsellik, Oral Çalışlar, Afa Y.

İslâm’da Kadının Yeri ve Vazifeleri, M. Naci Orhan, H. Ali Bozkurt, Can Kitabevi

İslâm’da Kadının Konumu, Cevad Behanar, M. Tâki Misbah, Lamia Faruki, Endişe Y.

İslâm’da Kadının Yeri veVazifeleri, H. Ali Bozkurt, Berekât Y.

İslâm’da Kılık Kıyafet ve Örtünme, Heyet, İlmî Neşriyat

İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.

İslâm’da Evlilik ve Cinsel Mutluluk, Mahmut Mehdi İstanbulî, Çağrı Y.

İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Abdullah Aydın-Salih Uçan, Mehdi Y.

İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri, Osman Karabulut, Uysal Kitabevi Y.

İslâm Toplumunda Kadın, N. M. Şeyh, çev. Ali Zengin, Fikir Y.

İslâm’da Geçici Evlilik (Müt’a), Cevad Hacızade, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.

Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.

İslâm'da Nikâh ve Düğün, Kemal Solak, Şelale Y.

İslâm'a Göre Cinsel Hayat, Ali Rızâ Demircen, Eymen Y.

İslâmî Açıdan Kadın Sorunu, Muhammed Fadlallah, Şûrâ Y.

İslâm’ın Kadına Verdiği Değer, Muhammed Fatih Hikmet, Alper Kitabevi Y.

İslâmî Açıdan Kadının Değer ve Hakları, Osman Ersan, Erkam Y.

İslâm’da Dört Evlilik ve Rasûlullah’ın Çok Evlenmelerinin Hikmetleri, İsmail Kaya, Uysal Kit. Y.

İslâm ve Cinsellik, Fethi Yeken, Petek Y.

Müslüman Kadının El Kitabı, Arif Aslan, Adese Y.

Müslüman Kadının Kimliği, Abdülkadir Telidi, Ravza Y.

Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, İbrahim Cemal, Risale Y.

Müslüman Kadınların Kahramanlıkları, Seyyid Süleyman Nedvî, çev. Ramazan Yıldız, Özel Y.

Müslüman Kadını, Ferid Vecdi, çev. Mehmed Âkif Ersoy, sadeleştiren: Mahmut Çamdibi, Sinan Y.

Müslüman Kadının Görevleri, Şehid Hasan el-Benna, Ravza Y.

İslâm’ın Kadın Kahramanları, Ahmed Abdül Cevad Dûmî, HisarY.

Mü’minlerin Anneleri, Mustafa Şeker, Nizam Y.

Allah Rasûlü’nün Dilinden Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Arslan Y.

Kızımın Din Kitabı, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.

Hanımlar Rehberi, B. Said Nursi, Sözler/Yeni Asya (G) N./Envar N./İhlâs-Nur Neşriyat

Hanımların Din Rehberi, Mehmet Emre, Çile Y.

Hanımların Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.

Hanımların Saâdet Yolu, İnci Beşoğul, Yener Y.

Hanım Sahabiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf Pehlivan, Gonca Y.

Çalışan Kadın ve Problemli Çocuklar, Sefa Saygılı, Feza Y.

Modern ve Postmodern Feminizm, Zekiye Demir, İz Y.

Kendini Okuyan Kadın, Hülya Kartal, Nesil Basım Yayım

Devrim ve Kadın, Cihan Aktaş, Nehir Y.

İslâm’a Şan ve Can Veren Kadınlar, F. Bozer, Fatih Enes Kitabevi Y.

Nurdan Anneler, Haluk Nurbaki, Damla Y.

şid Halifeler Devrinde Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.

Tarihte Kadın ve Cilbab, Fatma Temir, Şahsi Basım

Kur’an Açısından Kadın, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Fikir Y.

Kuvâ-yı Milliyenin Kadın Kahramanları, Aynur Mısıroğlu, Sebil Y.

Osmanlıda Kadın, Meral Altındal, Altın Kitaplar Y.

Şeyhülislâm Fetvâlarında Kadın ve Cinsellik, Gökçen Art, Çivi Yazıları Y.

Fâtıma Fâtımadır, Ali Şeriati, Dünya Y.

Sahabe Hayatından Tablolar (Hanım Sahâbîler), Abdülaziz eş-Şennâvi, Uysal Kitabevi Y.

Dokunmayın Bacıma, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.

Bacımın Gözyaşları Ne Zaman Dinecek, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.

Gerçeği Arayan Genç Kız, Gülay Atasoy, Türdav A.Ş. Y.

Kur’an ve Sünnete Göre Tesettür, Lütfü Aydın, Nursan Y.

Sohbet ve Tesettürde Âdâb, İsmail Çetin, Dilara Y.

Bir Genç Kız Yetişiyor, Esra Nuray Sezer, Nesil Y.

Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat

Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat

Mahremiyetin Tükenişi, Cihan Aktaş, Nehir Y.

Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Nilüfer Göle, Metis Y.

Türkiye’de Kadın Olgusu, Ender Aral, Say Y.

Türkiye’de Kadın Olmak, Necla Arat, Say Y.

Türkiye’de Kadın, Aytunç Altındal, Anahtar Kitaplar Y.

Risâle-i Nur’da Kadın ve Evlilik, Faruk Beşer, Nûn Y.

Feminizm Nedir, Muhammed Emin, Türdav A.Ş. Y.

Biz Kadınlar, Gülay Atasoy, Nesil Basım Yayın

Erkeklerin İpi Kızların Elinde, Abdülkadir Duru, Özden Y.

Başörtü Meselesi, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.

Başörtülü Melek, Ertuğrul Düzdağ, İz Y.

İzdivaç ve Mahremiyetleri, Ali Eren, Erhan Yay. Dağ.

Tarihte İz Bırakan Meşhur Kadınlar, Mehmet Zihni Efendi, Şamil Y.

Evlilik ve Nikâh, Faruk Beşer, Nûn Y.

Erkeklerin Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.

İnsan ve Cinsî Hayat, H. İbrahim Erbıyık, Nesil Basım Yayın

Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.

Müslüman Kadının Şahsiyeti, Kültür ve Dâveti, Abdulhalim Nuhoğlu, Ravza Y.

Peygamber ve Kadın, Şehid Bintül Hüda, Yedi İklim Y.

Peygamberimizin Dilinden Müslüman Kadını ve Yuvası, Abdullah Naim Şener, Bahar Y./SönmezY.

A’dan Z’ye Cinsel Konular ve Âile Sırları, Mehmet Çizgi-Ayşe Çizgi, Mektup Y.

Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.

Tesettür ve Toplum, Cihan Akteş, Nehir Y.

Örtülü Olmayan Hanımlara, Abdülhamid Bilali, çev. Fatma Zehra, Şafak Y./Buruc Y.

Örtünme ve Çıplaklık, Hasan Çalışkan, Esra Y./Rahman Y./Tekin Kitabevi Y.

ıklamalı Hanımlar Rehberi, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Celâl ve Cemal Aynasında Kadın, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.

Günümüzde Kadının Kimliği, Heyet, Pendik Belediyesi Kültür Y.

Genç Kızlarla Başbaşa, Mü’mine Güneş, Nesil Basım Yayın

İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y.

İlâhî Hikmette Kadın, Kadının Çıkış Yolu, Hüseyin Hatemi, İşaret Y.

Bir Başka Açıdan Kadın, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.

Sistem İçinde Kadın, Cihan Aktaş, Beyan Y.

Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Kadın, Rızâ, Savaş, Ravza Y.

Bilinmeyen Kadın, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y.

Çağımızda Kadın Sorunu, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.

Kur'an'ın Gölgesinde Kadın, Seyyid Kutub, çev. M. Nuhoğlu, Ravza Y.

Bir Dünyanın Kadınları, Yıldız (Kavuncu) Ramazanoğlu, Ekin Y.

Dâvetçi Müslüman Kadın, M. Hasan Bureyğiş, Çev. Mehmet Çelen, Seçkin Y.

İzahlı Kadın İlmihali, A. Uysal, M. Uysal, Uysal Kitabevi Y.

Savaş Çağrısı, İslâmi Bir Yaklaşımla Kadın, Melahat Aktaş, Düşünce Y.

Hz. Havvâ'nın Kızları, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.

Rasûlullah'ın Kızları ve Torunları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.

Rasûlullah'ın Annesi ve Hanımları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.

Rasûlullah'ın Pâk Zevceleri, Mahmud es-Savvaf, Nur Y.

Peygamberimizin Hanımları (Mü'minlerin Anneleri), Mustafa Eriş, Erkam Y.

Cennetle Müjdelenen Sahabe Hanımları, Muhammed Ali Kutub, Esra Y.

Sûfî Gözüyle Kadın, Süleyman Uludağ, İnsan Y.

Bacı'dan Bayan'a, Cihan Aktaş, Pınar Y.

İslâm'ın Işığına Uyanmak, Aişe Aslı Sancar, Medine Y.

Toplum ve Dinlere Göre Kadın ve Erkek, Abdülbâki Remdûn, Nursan Y.

Müslüman Kadın ve Sorunları, (Heyet) Hazırlayan: Sefer Turan, Selâm Y.

Hicab, Mevdûdî, Hilâl Y.

Hicab, Muhammed Salih bin el-Useymin, Tevhid Y.

Çıplaklık Kültürü, Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Adil, Seçkin Y.

Tesettür-i Şer'î, İskilipli Âtıf Efendi, Bedir Y.

Kadın Tesettürü ve Zinânın Hükmü, Ekrem Doğanay,

Başörtüsü Ne Herşey, Ne Hiçbir Şey, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, Mazlum-Der İst. Şb. Y.

Gençlik ve Evlilik, Yusuf Özcan, Türdav Y.

Gençlere Âile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.

Kur'an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.

Modernizmin Evsizliği ve Âilenin Gerekliliği, Cihan Aktaş, Beyan Y.

Kur’an ve Sünnete Göre Evlenme ve Boşanma Mehmet Soysaldı, Şûle Y.

Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, Ali Osman Ateş, Beyan Y.

Evlilikte Mutluluğun Yolları, W.E. Sargent, çev. Ömer Rızâ Doğrul, Toker Y.

Evlilik ve Cinsel Hayat -Dinî ve Tıbbî-, Âsım Uysal, Uysal Y.

Mürşid-i Müteehhilîn, Evli Müslümanlara Rehber, Kutbüddin İznikî, Bedir Y.

Sivil Kadın: Türkiye'de Sivil Toplum ve Kadın, Ömer Çaha, Çev. E. Özensel, Vadi Y.

Osmanlıda Kadınlığın Durumu, Salahaddin Asım, Arba Y.

Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi, Metis Y.

Türkiye'de Kadın (Marksist Bir Yaklaşım), Aytunç Altındal, Birlik Y.

Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Fatmagül Berktay, Metis Y.

İslâm'ın Bilinçaltında Kadın, Fetna Ayt Sabbah, çev. Ayşegül Sönmezsay, Ayrıntı Y.

İslâmcı Kadınların Yaşam Alanı: Tepkisel İndirg. mi? Türkiye'de Kadın Olgusu, Serpil Üşür, Say Y.

Ey Müslüman Kız Kardeşlerim, Ağlayın!, Zübeyde Bittari, Rek-Tur Kitap Servisi

Başörtüsünün Kaynağı Kur'an ve Rasulullah'ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94

Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87

Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95

Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Hikmet Neşriyat

Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat

Büyük Kadın İlmihali, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat

Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Y.

Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158

TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Âile:) c. 2, s. 196-200 (M. A. Aydın); c. 24, s. 82-94

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1/75-77, c. 3, s. 270-277

Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329

İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 700-704

Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121

İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304

Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112

Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131

Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112

İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381

Uydurulan Din ve Kur'an'daki Din, Ozan Y. s. 209-245

İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000

İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997

Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94

Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001

Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9

Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259

Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, Hayrettin Karaman, İslâmî Araştırmalar, V (1989)

224. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158

225. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 24, s. 82-94 (M. Âkif Aydın)

226. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 270-277

227. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329

228. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 700-704

229. Başörtüsünün Kaynağı Kur'an ve Rasulullah'ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94

230. Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87

231. Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95

232. Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121

233. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304

234. Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112

235. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131

236. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112

237. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381

238. Uydurulan Din ve Kur'an'daki Din, Ozan Y. s. 209-245

239. İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000

240. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997

241. Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94

242. Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001

243. Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9

244. Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259

245. Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, Hayrettin Karaman, İslâmî Araştırmalar, V (1989)